-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DÂBBETÜ'L-ARZ Yer hayvanı, kıyametin büyük alametlerinden biri
Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır Içkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır
"Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür Allah dilediğini yaratır Allah şüphesiz her şeye kaadırdir" (en-Nûr, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir
"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir" (Hûd, 11/6) âyetinden de anlaşılan budur
"Dâbbetü'l-Arz" da; kıyametin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve kıyametin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler" (en-Neml, 27/82) buyrulmaktadır
Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur (MH Yazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", V, 3701 vd)
Râğıbü'l-Isfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir:
"Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır Ortaya çıkması kıyamete yakın bir dönemde olacaktır Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir (Râğıb, "Müfredât", debb maddesi)
Müfessirler yukardaki âyette (27/82) dayanarak "Dâbbetü'l-Arz"ın kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler Ibn Ömer'e göre, "dâbbe"nin çıkması hadisesi, dünyada iyıliğe emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır Ibn Merdûye'nin Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz Peygamber (sas)'in kendisinden Ebu Saîd de duymuştur Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi'lma'rûf, mehy, ani'l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah'ın, kıyametin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir "dâbbe" meydana çıkaracağını gösterir Mâmafih onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir (Mevdûdî, "Tefhîm", IV, 128)
Akaid kitaplarına, kıyametin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü'l-Arz" (bk Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi Kesteli 194) hakkında Peygamber (sas)'den şöyle rivayet edilir
"Ilk çıkacak kıyamet alameti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe"nin çıkmasıdır Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekişi onu kısa zamanda takibedecektir" (Müslim, Fiten, 118; Ibn Hanbel, "Müsned", II, 201)
"Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: 1-Güneşin batıdan doğması, 2-Deccâl ve 3-Dâbbetü'l-Arz (Müslim, Iman, 249; Tirmizî, Tefsîr, sûre 6)
"Dâbbe, yanında Hz Musa (as)'nın asâsı ve Hz Süleyman (as)'ın mührü olduğu halde çıkacaktır Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle mühürleyecek Işte o dönemde yaşayan insanlar biraraya gelecekler ve mü'minler, kâfir belli olacaktır" (Ahmed b Hanbel, II, 491; Tirmizî, Tefsîr, süre: 27)
Bu konudaki rivayetler pek çoktur, ancak hiçbiri mütevâtir olmadığından, kıyamet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar Bunun için, "Dâbbetü'l-Arz"la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah'ın bizi bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini O'na havale edip dabbetü'l-arz'ın kıyamete yakın zuhur edeceğine iman etmek en doğru yoldur Bununla birlikte: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır O'ndan başkası onları bilemez " (el-En'âm, 6/59)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DAR-I HARP'TE FAİZ: Dâru'l-harp'te faiz olmaz, diyorlar Türk bankalarından faiz alıp yiyebilir miyiz?
Dâru'1-harpte faizin cereyan edip etmemesiyle Türk bankalarından faiz alıp yemek ayrı ayrı şeylerdir Önce bu hüküm sadece Imam Ebu Hanife ve Imam Muhammed'in kabul ettiği ve Imam Ebu Yusuf dahil, Şafiî, Malik ve Ahmed gibi diğer imamların karşı olduğu bir hükümdür "Dâru'1-harp'te müslümanla harbî arasında faiz olmaz" anlamındaki bir hadise dayandırılır Hadis, "Nasbu'r-râye" sahabi Zeyla'î'nin ve Allâme Ibn Hümâm'in tesbitlerine göre "âhad" bir haberdir ve garibtir (sahih değildir)(Zeyla'i, Nasbu'r-Râye, IV/44; Ibn Hümâm, Fethu'1-Kadîr, VN/39) Imam Şafiî böyle bir hadisin sabit olmadığını, binaenaleyh, delil olamayacağını söyler Nitekim hadis, meşhur on hadis kitabında bulunmadığı gibi, "dâru'1-harb" ifadesi de bunun dışında Hadislerde geçmemektedir "Dâru'1-harb", "Dâru'1-Islâm" gibi terimler sonradan müctehid imamlar döneminde ortaya çıkan terimlerdir Nitekim Ibnü'1-Esîr de "en-Nihâye" adlı değerli eserinde "dâr" kelimesi ile ilgili böyle bir terimden söz etme-· mektedir Işin bir yönü budur Diğer bir yönü de bu hükmün usûl kaideleriyle çelişmesidir Çünkü "haber-i vahidle ziyade, nesih sayılacağından caiz olmaz" Bu haber de haber-i vahiddir Kabul edilmesi halinde faizi ayırım yapmadan (mutlak olarak) yasaklayan naslara ziyade bir hüküm getirmiş olur ki, bu caiz değildir Işin, Allâme Ibn Hümâm'ın da irdelediği (Ibn Hümam, age VN/39) bir üçüncü yönü vardır ki, sorunun cevabı açısından önemli olan da budur: Imam Azam ve Imam Muhammed bu hükmü verirken, parayı iktisadî bir silâh olarak düşünüp, müslümanın onu kafirin ülkesinde ve onun rızasıyla, herhangi bir yolla alabileceğini, böylece onu iktisaden zayıf düşüreceğini, müslümanın hiçbir surette faiz veremeyeceğini, yani fazlalığı müslümanın alması halinde bunun caiz olabileceğini kastettiklerini, arkadaşları olan imamlar açıklamışlardır Nitekim Imamı Azam kumarı da aynı kategoriye sokmuş ve yüzde yüz kazanacağını bilmesi halinde müslüman Darü'1-Harpte bir harbî ile kumar oynayabilir, demiş ve mes'eleye Rum Sûresinin başında işaret edilen ve Hz Ebu Bekr'in Şirk diyarı olan Mekkelilerle girdiği bahsi delil göstermiştir Çünkü bahsin kumardan başka bir anlamı yoktur ama Hz Ebu Bekr kazanacağını Allah Rasûlünün haber vermesiyle kesinlikle bilmektedir Durum böyle olunca Imam Azam ve Imam Muhammed'in cumhurun karşısındaki bu görüşlerini alsak dahi, günümüzde müslümanın hiçbir yerde onların görüşüne göre de banka faizi alıp yiyemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz Çünkü faiz sistemi artık değişmiş ve fertlerin yerini müesseseler almıştır Diyelim ki Almanya'da bir müslüman 100 markını bankaya yatırmış ve meselâ yılda: %10 faiz almış, sene sonunda da parası 110 mark olmuş olsun Banka, hali hazırdaki sisteme göre bu sayede bu mevduatın (ankes hesabı ayrıldıktan sonra) yaklaşık 5 katıkredi verebilecek ve daha yüksek, meselâ % 15 faiz uygulayacağından 5x15=75 DM kazanmış olacaktır Yani müslüman Ahmet kendi kazandığı 10 DM karşılığında Alman Hans'a 65 DM Kazandırılmış olacaktır Görüldüğü gibi buna caiz diyen hiçbir Islâm Hukukçusu yoktur Türkiye için durum daha da değişiktir Darül-harp olduğunu söyleyen görüşten hareket etsek dahi, faiz müessesesi dediğimiz gibi bir banka olacaktır ve banka Yahudi Mason'un ve Masonlaşan Türkün olsa bile bir taraftan Ahmet Ağa yatırıp, öbür taraftan Mehmet Ağa almış olacağından, bir yönüyle müslüman faiz vermiş, öbür yönüyle de müslüman, müslümandan faiz almış olacaktır Bu ise hiç caiz görülemez
DÂR-I HARPTE CUMA NAMAZI Son yıllarda, kötü niyetlerinden ötürü böyle davrandıklarına inanmak istemediğimiz bazı kimseler, "dâr-i harp" olduğu gerekçesiyle, Türkiye'de Cuma Namazı kılınamayacağı fikrini yaymakta ve bu fikre taraftar toplamakla Islâm adına:bir başarı elde edeceklerini iddia etmekte ya da sanmaktadırlar
Biz bu çalışmamızda cuma ile ilgili diğer konulara hiç deginmeden, son derece tahsîsî (spesifik) olarak, sırf bu noktaya temas edecek, bu iddianın delilleri üzerinde bazı değerlendirmeler yapıp, önemli bir çeliskiye de temas ederek bir sonuca varmaya çalışacağız
Türkiye'nin "dâr-ı harp" mi, "dâr-ı Islam"mı olduğu konusu, ayrı bir platformun konusudur ama hemen söylenebilecek hükmüyle ihtilâflı bir konudur Fakat biz iddia sahiplerinin kanaatlerini doğru farzedersek, meseleye o açıdan bakılması halinde sonucun ne olacağını irdelemeyi deneyecegiz
Bu kanaate göre; ülkemiz Islam ahkâmıyla idare edilmediği için, "dâr-ı harpt" tir, Allah'ın ahkâmını reddedenler mü'min değildir Mü'min olmayanların, mü'minler üzerinde velâyet hakkı yoktur, yani; "Ulü'1-emr" ancak mü'minlerden olur Cuma namazını ancak "Ulü'1-emr" ya da vekili kıldırabilir Bunun delili Ibn Mâce'de geçen ve "âdil ya da zalim, imamı olduğu halde cumayı terkeden" in cezaya ugrayacağını haber veren hadistir
Sözü edilen hadisin meâli Söyledir: "Muhammmed bAbdillah b Nümeyr, Velîd bBükeyr'den, o da Ebû Cebbâb (Habbâb)'dan, o da Abdullah b Muhammed el-Adevî'den, o da Ali b Zerd'den, o da Saîd b el-Müseyyeb'ten, o da Câbir b Abdillah'tan, Resûlullah (sa) hutbe okurken bize şöyle dedi: "Ey insanlar, bilmiş olun ki, şu yerimde şu günümde, şu ayımda ve bu yıldan itibaren, kıyâmete dek Allah (cc) cumayı sizin üzerinize farz kılmıştır Artık kim onu gerek benim hayatımda, gerek benden sonra -âdil ya da zalim bir imam varken- hafife alarak ya da inkar ederek terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin, işinde bereket kılmasın Dikkat edin! Onun ne namazı vardır, ne zekâtı vardır, ne haccı vardır, ne orucu vardır, ne de bir iyiliği vardır, Tevbe etmedikçe bunların hiç biri ondan kabul edilmez" (Ibn Mâce, el-Ikâme 78,I/343)
Cumanın Mekke döneminde farz kılındığı halde, orada eda edilmeyip, ancak Medine'de kılınması da, hem cumanın bir devlet namazı olduğunu, hem de "Ulü'1-emr" bulunmadan kılınamayacağını gösterir Devletçi görüşlere sahip olan Hanefiler de bunu kabul etmiş ve uygulâya gelmişlerdir Bu devletçi görüşlere sahip olduklarından ötürüdür ki, Islam tarihi boyunca devlet kurabilen görüş hep Hanefi mezhebi olabilmiştir Sütçü Imam'ın cumayı kıldırmayıp, halkı Fransızlara karşı ayaklandırması bunun son ömegidir vs vs
Bunlar, sözünü ettiğimiz iddia,sahiplerinin tutundukları delillerin önemli olanlarıdır Bir paragrafa indirgediğimiz bu özetin elbette bazı cümleleri de doğrudur Ancak biz; işin esasını teskil eden iki temel noktaya: Ilk kılınan cuma namazı meselesine ve işaret edilen hadisin; hadisçilerle yapılan kritiğine değinerek, ikisinin bir arada düşünülmesiyle, karşı fikirde farkedilen bir çeliskiye temas etmek sûretiyle meseleye açıklık getirmiş olacağız kanaatindeyiz Hanefilerin tarihî süre boyunca hep aynı fikirde olmadıklarını da bir kaç nakille görmeye çalışacağızBu konuda daha genış bilgiyi cuma namazı meselesinde daha derin irdeledik cuma namazı meselesine bakarak bulabilirsiniz
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DÂRÜ'L-ISLÂM Islâmî hükümlerin tam anlamıyla uygulandığı ve başında halifenin bulunduğu devlet; Islâm yurduna Dârü'L-Islâm denir
Dâr, lügatte ev, bina, belde, ülke anlamında kullanılır Istılah olarak "dâr", bir idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke anlamında kullanılmaktadır Ancak Islâm hukukçuları bu ülkenin niteliğini belirlerken en önemli etken olarak ülkenin başında bulunan yönetici ile yönetim şeklini göz önünde bulundurmuşlardır
Bir devletteki yönetim ve egemenlik şekli o ülkenin müslüman bir ülke olup olmadığını belirlemektedir Islâmî açıdan bunu incelerken bu noktadan hareket etmek gerekir
Kur'ân-ı Kerim'de dâru'l-Islâm ve dâru'l-harp* tabirleri geçmemektedir Hadislerde ise Dâru'l-harp'te hadler uygulanmaz ve Dâru'l harp'te müslüman ve harbî arasında faiz yoktur şeklinde geçmektedir (Ibn Kudâme, El Muğnî, Riyad 1981, IV, 45-46) Ancak Imam Zeylaî bu hadislerin garib olduklarını kaydetmektedir (Zeylaî, Nesbûr-Raye, III, 343) Dikkat edersek burada yalnız dâru'l harp tabiri kullanılmakta olup, "dâru'l-Islâm" tabiri ise daha sonraları Islâm hukukçuları tarafından, buna karşıt' bir tabir olarak kullanılmıştır
Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz Peygamber (sas) döneminde Islâm'ın uygulandığı Medine için "dâru'l-Islâm" ve diğer yerler için "dâru'l-harp" tabirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir
Islâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez Islâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icab etti
Fâkihler, dâru'l-Islâm'ı tarif ederken;
1) "Islâm hukukunun açıkça uygulandığı ve müslümanların Islâmî hükümleri uygulama imkânını bulabildikleri,"
2) "Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan,"
3) "Müslümanların devlet başkanının yönetimini sürdürdüğü yerlere dâru'l-Islâm; buna mukabıl kâfirlerin devlet başkanlarının emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu yere ise dâru'l-harp demişlerdir" (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavramı, Istanbul 1982, 76)
Islâm ümmetinin vatanı, Allah'ın mülkü olan yeryüzünün tamamıdır:
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" Yeryüzünün sahipleri ise Allah'a inanan müslümanlardır
"Allah sizden, iman edip iyi amel işleyenlere: "Onlardan öncekileri nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir" (diye) va'detti" (en-Nur, 24/55) ve:
"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: -Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık " (el-Enbiyâ, 21/105)
Bu âyetler muvacehesinde Cenâb-ı Hak, yeryüzünün tamamına sahip olma hakkını mü'minlere tanımıştır Ancak bu şekilde yeryüzünün tamamı onlara vatan olabilir Bu hakkıelde etmeyi de Allah, müslümanlara bir görev olarak vermiştir:
"Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın (onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve Şiddet) bulsunlar Biliniz ki, Allah, takva sahipleriyle beraberdir" (et-Tevbe, 9/123)
"Fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar (o müşriklerle) savaşın, eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur" (el-Bakara, 2/191)
Yeryüzünün hâkimiyeti yalnız ve yalnız Allah'a mahsustur
Hiçbir ferd, hiçbir aile, hiçbir hânedan ve hiçbir meclis veya parti ve hâkimiyeti ele geçiremez Bu hâkimiyet Allah'ın dışında bir otoriteye verildiği takdirde mutlaka yeryüzünde fitne başlar Çünkü yeryüzünün hâkimiyetini ele geçiren kişi veya zümre, bu otoriteyi kendi lehlerine ve diğer insanların aleyhlerine kullanacaklardır Böyle bir durumda da fitne ve zulüm kaçınılmazdır Işte yeryüzü hâkimiyeti Allah'a verilmedikçe fitne var demektir Şayet yeryüzünde Allah'ın emirleri uygulanmaya konursa, o zaman fitne kalkmış ve din yalnız Allah'ın olmuştur denebilir İslam'ın yeryüzünde uygulanması adaletin ve emniyetin sağlanması demektir
Cenâb-ı Allah bu konuda bize bir vaatte bulunmuştur Bunun için geleceğe hep ümitle bakıyor ve bunun tahakkukunu bekliyoruz:
"O, Rasûlünü hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki (Allah'a)ortak koşanlar hoşlanmasa da o (hak di)ni bütün din(ler)in üstüne çıkarşın " (et-Tevbe, 9/33)
Işte bu âyete baktığımızda, İslam'ın ve Allah hâkimiyetinin bütün yeryüzünü kuşatacağı ve Islâm şeriatının her tarafta söz sahibi olacağı görülmektedir Işte o zaman yeryüzünün tamamı müslümanların vatanı, yani dâru'l-Islâm olacak ve ancak bununla müslümanlar tam bir güven ve huzur ortamına kavuşabileceklerdir
Bu duruma göre dünya, "dâru'l-Islâm ve dâru'l-harp" diye ikiye ayrılmaktadır Dâru'l-Islâm adını alan yerlerin gerçekten dâru'l-Islam olabilmesi için orada Islâm hukukunun eksiksiz olarak uygulanması gerekmektedir Burada tek ölçü yönetim şeklıdır Islam'ın getirdiği vahiy nizamının bütün hükümleriyle uygulandığı yer dâru'l-Islam'dır Buna göre dâru'l Islâm'da oturan insanlar ister müslüman olsun ister olmasın neticeyi etkilemez Islam devlet başkanının otoriteşinin geçerli olup da Kur'ân hükümlerinin uygulandığı coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, müslüman değil de kitabî olsalar yine orasıdâru'l-Islâm sayılır
Şafiîlere göre ise dâru'l-Islâm, müslümanların ikâmet ettikleri yerler ile müslümanların fethedip gayr-i müslim olan sakınlerinin cizye vererek oturdukları yerlerdir Ayrıca önceleri müslümanların oturdukları, ancak daha sonra kâfirlerin hâkimiyetleri altına giren yerler de dâru'l-Islâm'dır Buna göre, İslam'ın ve müslümanların bir defa ele geçirip bir müddet dahi olsa hâkimiyetlerinde bulundurdukları yerler dâru'l-Islâm'dır Müslümanların hiç bir zaman hâkimiyetlerine girmemiş yerler ise dâru'l-harp'tir (Ö N Bilmen, Hukuk-ı Islamiye Kamusu, III, 369-371)
Bundan maksat, müslümanların elinden çıkıp kâfir yönetimlerin hâkimiyetleri altına alınan ve kâfirler tarafından işgal edilmiş olan yerleri tekrar İslam'ın hâkimiyet alanına almaktır Şafiîler, eskiden müslümanların olan ülkelerin yeniden fethedilmesi hususunda, oraların dâru'l-Islâm olmaktan çıkmadıklarını ve bunların mutlaka tekrar geri alınmaları gerektiğini ifade etmişlerdir
Dâru'l-Islâm'da "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir
" (Yusuf, 12/40), Teşri' hakkıne bir hükümdarın, ne bir âilenin, ne bir zümrenin, ne de bir meclisin elindedir Teşri sadece Allah'ın hakkıdır Vahy-i gayr-i metlûvv olan sünnet de, aynı zamanda bir teşrî'dir Hz Peygamberin uygulamaları da Kur'ânî nâsları açıklayan teşrî'lerdir
Islâm hukukçularının yaptıkları bu tariflere göre bir coğrafyanın siyasî, ekonomik, idarî ve hukuk nizamı Îslâmî esaslara göre düzenlendiği takdirde orasıdâru'l-Islâm'dır Böyle bir yerde yaşama, yürütme ve yargı yetkileri müslümanların elinde olmalı ve herşey Allah'ın emrettiği esaslar dahilinde yürütülmelidir Dâru'l-harp ise, İslam'ın ve müslümanların yaşama, yürütme ve yargı yetkilerinin asla söz konusu edilmediği yerdir
Dâru'l-Islâm'da yaşama: Islâm'a göre kanun koyma yani teşrî (yaşama) yetkisi, yalnız Allah'ın elinde ve insiyatıfindedir Teşri hakkıne bir hükümdara ne bir aileye, ne bir zümreye ne de bir meclise verilemez Teşrî', sadece Allah'ın hakkıdır Bu yaşama hakkının Allah'dan alınıp da O'nun dışında başka bir otoriteye devredildiği bir ülke dâru'l-Islâm olamaz Çünkü böyle bir yerde insanların yönetimini sağlayan en mühim otorite olan teşrî, Allah'dan başkası tarafından gaspedilmiştir Bu sebeple oraşiartık müslümanların hâkimiyeti altında değildir Dolayısıyla orasıdâru'l-Islâm olamaz
Dâru'l-Islâm'da Icra (Yürütme): Bir devlet veya toprak parçasının müslüman bir hükümet tarafından Islâmî esaslara göre yönetilmesi halinde burası dâru'l-Islâm olur Aksi takdirde, bir devlet veya ülke, Islâm'ı, bir din ve bir akide olarak kabul etmeyen hükümetler tarafından gayr-i Islâmî esaslarla yönetilmesi halinde, orasıdâru'l-Islâm olamaz
Dâru'l-Islâm'da Yargı:
Islâm toplumunda insanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıklarda hakem, Allah ve Resûlüdür
"Bir konuda ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Rasûlüne döndürünüz (onu hakem yapınız)" (en-Nisâ, 4/59) Ilâhî emir gereği, müslüman olsun veya olmasın, Islâm devletinin vatandaşları arasında meydana gelen ve yargılamayı gerektiren anlaşmazlıklarda Islâm hukuku uygulanır Vatandaşların gerek birbirleriyle ve gerekse devletle olan ilişkilerinde Islâm hukukuna göre yargılandıkları ve yargılamada yalnız ve yalnız Islam hukukunun geçerli olduğu yer, dâru'l-Islâm'dır
Dâru'l-İslam'ın Dâru'l-Harb'e Dönüşmesi:
Islâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "Islâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde Islâmî devlet olma özelliğini kaybeder Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça Islâm devleti adını alamaz Devletin, Islâm'ın devlet şeklini kabul eden sakınleri olmalı ve sakınlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakınlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır Islâm hukukuna göre bir ülkenin Islâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgalıne uğraması; Islâm devletinin tümünün veya bir bölgeşinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip Islam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur (Bilmen, age, III, 370; Özel, 96-97)
Bu gibi durumlarda Islam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur Bu görüşü ileri süren Imam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; Islâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-Islâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp Islâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur Imam Ahmed b Hanbel ve Imam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler (Özel, age, 9 vd) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıranve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklıdır Bir ülkenin, Islâmî veya gayr-i Islâmî oluşunun tek delili orada İslam'ın mı yoksa küfrün mü otoriteşinin sözkonusu olduğudur
Islâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, Islâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-Islâm olduğuna göre, orada Islâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orasıdâru'l-Islâm'dır Hattâ müslümanlar dâru'l-Islâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile Islam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orasıdâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır Ancak daha evvel dâru'l-Islâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle Islâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orasıdâru'l-Islâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur
Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin Islâm veya küfür ülkesi olması bizzat Islâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orasıdâru'l-Islâm'dır Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orasıdâru'l-harb'tir Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orasıdâru'l-harb'tir
Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orasıkısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, oraşiartık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-Islâm kalacaktır Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-Islâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir Dâru'l-Islâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacipolmuş oluyor Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır
Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoriteşinin olmadığı yere dâru'l-Islâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, Islâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır
Dâru'l-İslam'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, Islâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda Islâm harp hukuku uygulanır Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orasıdâru'l harb'tir Çünkü orada Islâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve Islâmî hükümlere hayat hakkıtanınmamaktadır Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde Islâm'a dönenler özgürdürler Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, Istanbul 1976, 63 vd)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DÂR'ÜL-EMÂN Islâm ordusu tarafından fetholunup, içinde ehl-i zimmet ikamet ettirilen belde Dârü'l-Emân Islâm hükümetinin himayet ve hâkimiyeti altında bulunacağından dârü'l-Islâm*'a mülhaktır (Ö N Bilmen, Hukük-ı Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu III, 334)
Dâr*, Arapça bir kelime olup, ev, mesken, yurt ve vatan gibi anlamlara gelmektedir "eman"* sözcüğü de, "emniyet, güven, korkusuzluk, her türlü endişeden uzak olma manalarını taşır Karşıtı "havf" yani korkudur Korkusuz, endişeden uzak, hayatı, malı ve namusu güven altında olan kimseye "emîn" denilir Bununla birlikte; güvenilir, hıyanetten uzak ve başkasının ona itimat ettiği kimseye de "emîn" denir "Emanet" emân ile aynı köktendir Peygamberlerin sıfatlarından biri olan emanet, her bakımdan güvenilir olma özelliğidir Ayrıca korunmak üzere emîn bir kimseye bırakılan nesneye de isim olmuştur Dârü'l-emân, taarruzdan korunmuş, her türlü tecâvüzden emîn, kişinin kendini güven içinde hissettiği mesken ve sığınılacak yerdir Dârü'l-Islâm'a müsaade ile girmek isteyip kendisine izin verilen şahıslara "müste'men" veya "müste'min" denir Izin istemek (emân dilemek) yahut emâna nail olmak manalarına gelen "isti'mân" kelimesi de emân ile aynı kökten türemiştir
Islâm dini, kendisine müntesib olan fertlerin Rablerine karşı görev ve sorumluluklarını tebliğ ettiği gibi, hem birbirlerine karşı hem de gayr-i müslimlere karşı nasıl davranmaları gerektiğini belirlemiştir Işte dârü'l-emân, müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki ilişkilerin bir bölümünü konu edinen kavramın adıdır
Vaktiyle canilerle borçlular, müstehak oldukları cezalardan kurtulmak için mabedlere, ilâhların heykellerine mezarlara ve mihraplara sığınırlardı Buna işaretle Montesqieu, "Ulûhiyyet, bedbahtların sığınağıdır ve cinayet erbabından daha bedbaht kimse yoktur" demektedir Papazlar da bundan istifade etmişlerdir Bir düşmanın intikamından kurtulmak isteyenler ya kiliselerden birine yahut bir piskoposun evine sığınırlardı Bûralara sığınanları kimse almazdı Çünkü aforoz cezasına uğrardı Kur'ân-ı Kerim, Kâbe'yi kastederek; "Orada apaçık âyetler vardır Ibrahim'in makamı vardır, kim oraya girerse emân (güvenlik) içinde olur" (Âli Imrân, 3/97) buyurmakla burayı emîn bir belde, her türlü kanın dökülmeşinin haram olduğu bir sığınak olarak ilân etmiştir Bu yüzdendir ki, Kâbe harîmine sığınan suçlular yakalanıp yargılanmazlar, idam edilmezler, kendi hallerine bırakılırlardı Müslümanlar da, kendi devletlerini kurmadan önce, Mekke döneminde hicret ettikleri Habeşistan ve Medine, kendileri için birer emân yeri idi
Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan düşman fertlerinden herhangi biri emân istediğinde bu dileği kabûl edilirdi Bu emânla Islâm diyarında güvenliği sağlanmış olur, kendisine hiçbir şekilde tecâvüz edilemez, düşmanca davranılmazdı Cenâb-ı Allah; "Şayet müşriklerden biri senden himaye isterse, Allah'ın sözünü işitinceye kadar ona emân ver, sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır Çünkü onlar cahil bir kavimdir" (et-Tevbe, 9/6) buyurmuştur
Bir "harbî* "ye, çeşitli işaret ve ifadelerle emân verilebilir Meselâ bir kimseye "sana emân verdim", "size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen emâna "sarîh emân"; yazı ile yani bir emân belgesi göndererek ehl-i harbe verilen emâna, "emân bi'l-mukâtebe" denir Şu da var ki, emân belgesini gönderen kimsenin, müslüman, emin ve bunun için gerekli tüm şartları taşıdığının bilinmesi gerekir Bu da, ancak beyyine (delil) ile bilinmedikçe gerçekleşmiş olmaz Müslüman, erkek ve kadın, hür ve köleler emân verebilir Çocuk ve deliler dışında herkes emân verebilir Hz Ali (ra) Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Müslümanların zimmeti birdir ve onların sosyal mevki yönünden en düşüğü dahi buna yetkilidir Onlar, kendilerinden başkasına karşı elbirliktirler" (Buhârî, Ferâiz, 21; Cizye, 10; Müslim, Itk, 20; Ebû Dâvûd, Menâsik, 95)
Ayrıca Buhârî, Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû Tâlib kızı Ümm-ü Hânî'den onun şöyle dediğini haber verirler:
"Ey Allah'ın Rasülü, annemin oğlu Ali, emân verdiğim bir adamı Ibn Hübeyre'yi öldüreceğini söylüyor" dedim Peygamber (sas) "Senin emân verdiğine biz de emân verdik yâ Ümm-ü Hânî"dedi (es-Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, II, 694-695)
Öte yandan, ehl-i harpten bir ülkenin halkı, kendilerine Islâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla müslümanlarla andlaşma yaptıkları zaman, bu sulh* ile can ve mal emniyetine sahip olurlar ve ayrıca bir emân almadan Dârü'l-Islâm'a girebilirler Bunların ülkesine Islâm hukûkunda dârü'l-muvâdiîn denildiği gibi, darül-emân da denilmektedir Bu hususta tariflerde ihtilâf görülmektedir Böyle bir yer için, orada meskûn gayr-ı müslimlerin Islâm devletinin himâyesinde bulundukları manasına Dârü'l-Emân tabiri kullanılabilirse de, es-Serahsî ve Imam Şâfiî'nin ifadelerinden, kendileriyle sulh andlaşması yapılmış olmak suretiyle halkı emân içinde olduğundan dolayı dârü'l-emân denildiği anlaşılmaktadır (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavram, 1984, 140-141) (Ayrıca bk Dârü'l-Islâm, Dârü'l-Harp, Dârü'l Ahd, Emân)
DÂRÜ'L-HARB
Harp ülkesi, küfür ülkesi, savaş alanı İslâm'ın siyasî otoritesnin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır Bu terim, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir Hz Peygamber'in "darü'l harb'te hadler tatbik edilmez" buyurduğu rivayet edilmiştir Bu ibâre Sahihayn'da ve Sünen'lerde geçmemektedir Hanefîler bu hadisi delil kabul ederken, diğer mezhepler delil olarak almamışlardır İleri gelen Hanefi fakihlerden ez-Zeylaî de bunun garib hadis olduğunu belirtir (Nasbu'r Râye, III, 343)
İslâm hukukçuları, ülkeleri, İslâmî hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir Dârü'l harb'te ikamet edenlere genel olarak harbî denir Harbîler, dârü'l-İslâm yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır Kâfir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için müslüman olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darü'l-İslâm'a girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır Darü'l harb'te müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir (Maverdî, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 57 vd; WWHunder, İA, Dârü'l-Harb md)
Dârü'l-harb'te ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan müslümânlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü Dârü'l-İslâm'a hicret etmek istediğinde engellenmezdi İmam-ı Azam'a göre sadece müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu Bir müslüman, Dârü'l-harb'te işlediği suçlarından dolayı cezaya çarptırılamaz Çünkü İslâm devletinin otoritesi oralarda geçerli değildir Dünyada had cezası verilmemesine rağmen, o suçların cezası Allah'a aittir (AbdulKadir Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev A Nuri, İstanbul 1976, I, 520) Ancak bu hususlarda çeşitli ictihadlar vardır Meselâ İmâm Şâfiî'ye göre, "Dârü'l-İslâm'da helâl olan şey Dârü'l-harb'te de helâldır; haram olan orda da haramdır Bir suçun Dârü'l-harb'te işlenmesi cezayı düşürmez" (es-Serahsî, el-Mebsut, IX, 100; İmâm Şâfiî, el-Umm, VII, 322)
İmâm-ı A'zam ise "Dârü'l-harb'te hadler uygulanmaz" hadisine göre amel etmiştir Dârü'l-harb'te bulunan askerlerden biri haddi gerektiren bir suç işlese, Ebu Hanîfe'ye göre oradaki kumandanın haddi uygulama yetkisi olamaz, ancak dârü'l-İslâm'a dönülünce devlet başkanı veya kadı'nın vereceği hüküm geçerli olur İmâm Mâlik ve İmâm Şâfiî ise haddin hemen uygulanabileceğini savunmuşlardır (İbn Kudame, el-Muğnî, IV, 46)
Bir müslümanın Darü'l-harb'te bulduğu define kendisine aittir Ancak İslâm devleti adına Dârü'l-harb'e girmiş bir heyet veya askerî birlik bir define bulacak olursa, bunun humus'u Beytü'l-Mâl'e aittir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, IV, 103)
İslâmî hükümler kesin nass ile sabit ise bunlar hakkında ihtilaf sözkonusu değildir Cumhur-ı fukahâ'ya göre müslümanların dârü'l-harb'te harbîlerle veya kendi aralarında faizle alış-veriş yapmaları haramdır Faiz, kesin nass ile haram kılınmıştır Ebu Hanife ile İmâm Muhammed bu konuda dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz muamelesini caiz görerek Cumhur'dan ayrılırlar Onlara göre, faizi müslümanları almalıdır; ama harbîye faiz verilmesi haramdır (İbn Abidin, Bulak 1272, IV, 188) Bu ictihada rağmen, müslümanların takvaya sarılmaları ve bundan kaçınmaları evlâdır Cumhur, "Dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz yoktur" hadisini delil almaz Onlar, böyle mürsel* ve garib* derecesinde bir hadisle amel edilemeyeceğini söylemişlerdir Harhî'nin malı ancak ganimet yoluyla helâl olup, alış-veriş akidleri yolu ile helâl olmaz (İbn Kudame, IV, 46)
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler, mümin kadınlar muhâcir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin Allah onların imanını daha iyi bilir Fakat sizde mümin kadınlar olduklarına bilgi edinirseniz onları kâfirlere döndürmeyin Bunlar onlara helâl değildir Onlar da bunlara helâl olmazlar" (el-Mümtehine, 60/10) Bu ayetten nikâh akdinin bozulmasında ülke ayrılığı değil de din ayrılığının etkili olduğu anlaşılmaktadır Hanefîlere göre ise, karı veya kocadan birisi dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a müslüman veya zimmî olarak hicret edecek olursa, aralarında nikah ayrılığı sözkonusu olur
İslâm'ın önemli bir ibadeti ve vazgeçilmez bir prensibi olan Cuma namazı konusunda Hanefî fukahası "Cuma namazı ulu'l-emr'in iznine bağlıdır" der İzin, Cuma'nın edasının şartlarından sayılmıştır Ulu'l emr'in bulunmaması halinde Cuma namazı farz değildir Dârü'l-harb'te Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı hususunda diğer mezheplerin görüşü, "Cuma'nın hiçbir surette terkedilemeyeceği" doğrultusundadır Zira bu, Kur'anî bir nass ile sabittir Diğer taraftan hanefîler, ulu'l-emr'in bulunmaması halinde, müslümanların, aralarından birini tayin ederek Cuma kılabileceklerini de söylerler (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4983 vd)
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melekler: "-Ne işte idiniz?" dediler (Bunlar): "-Biz, yeryüzünde aciz Düşürülmüştük"diye cevap verdiler Melekler dediler ki: "-Peki Allah'ın arzı geniş değil miydi ki onda göç edip İslâm'ı rahatça yaşayabileceğini;, bir yere hicret edeydiniz" İşte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir " (en-Nisa, 4/97) Bu ayetten anlaşıldığına göre müslümanın öz yurdu, İslâm'ın yaşandığı ve Allah'ın hükümlerinin hâkim olduğu -dârü'l-İslâm'dır Müslüman, dârü'l harb'te küfrün zulmü ve işkenceleri altında sıkıntılı bir hayat sürüyor, dininin emirlerini yerine getiremiyor, farzlarını ifa edemiyor ve kendisinin veya neslinin küfre girmesi için zorlanıyor ya da zorlanmaktan korkuyorsa böyle bir yerden hicret etmesi farzdır: Bu genel hükme göre Hanefiler hangi durumda olursa olsun, bir müslümanın mutlaka dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a hicret, etmesinin farz olduğunu öne sürerken; Şâfiîler, müslümanın bulunduğu yerde açıkça dinini yaşayabiliyor ve tebliğini yapabiliyorsa orada kalmasının gerektiğini savunmuşlardır (Said Havva, İslâm, I, 309)
Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir dârü'l-İslâm mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse, artık, bulundukları bölgelerde İslâm'ı hâkim kılmak için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli bir görevi olacaktır Çünkü müslümanların İslâm devletini kurmaları, toprakları İslâmîleştirmeleri, zâlim ve kâfir yöneticilerle mücadele etmeleri, yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya kadar gayret sarfetmeleri farz-ı ayndır Bu görüşleri savunan İslâm fukahası, Mekke'de kâfirlerin zulmüne uğrayan müslümanların gidecekleri bir dârü'l-İslâm'ın olmadığını belirtmektedirler Necaşî'nin ülkesi Habeşistan'a veya Medine'ye yapılan hicrette Hz Peygamber'in emri belirleyici olmuştur Bu da müslümanların yaşadıkları bir dârü'l harb'ten daha rahat bir şekilde İslâm'ı yaşayabilecekleri bir başka dârü'l harb'e hicret etmeleri hususunda yol gösterici bir sünnettir Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerden birtakım belirleyici nitelikler tespit etmekle, bir ülkenin nasıl dârü'l-harb olabildiğini ortaya koyabiliriz Ülkenin zalim yöneticileri, mustaz'afları baskı ve zulüm altına alır, gayr-i müslimler her fırsatta müslümanlara eziyet eder, inançları yüzünden yurtlarından Çıkarılırlar ve müslümanların dârü'l-İslâm dışında bir yerde güvenlik içinde bulunmaları sözkonusu olmayıp, düzen onlara rahat vermez ise, o zaman hicret etmek zorundadırlar (en-Nisa, 4/75, 91, 92)
Demek ki İslâm hukukçularının savunduğu gibi, dârü'l-harb'te yaşayan müslümanların orada kalıp mücadele etmeleri, orayı dârü'l-İslâm haline getirmeye çalışmaları gerekmektedir Ancak böyle bir durumda kâfir yönetimin müslümanlara eziyet ve zulümde bulunacağı, onları şehid edeceği ve bunun çok zulümlere neden olacağından hicret yolu daha uygun olmuştur Zaten nasslardan ve tarihi gelişmelerden de bu anlaşılmaktadır
Dârü'l-harb terimi, müslümanlarla savaş halinde olan ülkeye denildiğinden; harb ülkeleri, Allah'ın otoritesi yerine başka otoriteye bağlanıp bu batıl otoritelere itaat ettiklerinden ve her zaman müslümanlara karşı savaş durumunda bulunduklarından dolayı bu adı alırlar İslâm'ın sürekli savaşı temel aldığı şeklinde ileri sürülen yanlış kanaatin aksine, onlar eğer barış istiyorlarsa müslümanlar bazı şartlara bağlı olarak anlaşma yapabilirler Böyle ülkelere, o zaman, anlaşmalı ülke anlamında darü'l-ahd* denilir ki, bu ülkeler harb ülkelerinden ayrı bir hukuka tabi olur İslâm'da zorlama yoktur, ama din yalnız Allah'ın oluncaya kadar cihat vardır Kâfirler emân dilerse, ülkeleri cizye karşılığında dârü'l-İslâm'a dahil edilir ve kendilerine hak ve hürriyetleri verilir İslâm devleti yeryüzünden fitneyi kaldırmak için cihadı temel siyaset yaptığı gibi, barış isteyenlere de şartlarına uydukları müddetçe asla dokunmaz
İmâm Kâsânî, "Dâr'ul İslâm ve küfre izafesinden kasıt, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir Kasıt, emniyet ve korkudur Eğer emniyet mutlak surette müminlere, korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârü'l-İslam'dır Korku mutlak surette müminlere aitse orası da dârü'l küfür'dür Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır" demektedir (İmam Kâsâni, el-Bedâiü's-Sanâyi, Beyrut 1974, VII 131)
Dârü'l-İslâm'ın dârü'l-harb'e dönüşmesi meselesi, ilk müctehidler zamanında teorik plânda tartışılırken; Haçlıların Filistin ve Moğolların diğer İslâm ülkelerini istila etmeleriyle birlikte İslâm fukahası bu meseleyi geniş olarak ele almıştır Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bir İslâm ülkesinde İslâm dışı hükümlerin hâkim olması durumunda oranın darü'l-harb olacağını söylemişlerdi Ebu Hanîfe de, İslâm ülkeşinin dârü'l-harb'e dönüşmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtmişti Bunlar, 1) Ülkede açıkça İslâm dışı kanunların icrası, 2) Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi olmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi, 3) Müslüman ve zimmîlerin can ve mal güvenliğinin kalmaması
Bu hususta İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: İslâm hükümlerinin uygulanmadığı sürece hiçbir yer dârü'l-İslâm'a bitişik de olsa dârü'l-İslâm olmaz İşte Tâif şehri Çok yakın olmakla birlikte darü'l-İslâm olmadı Kızıldeniz sahilinde olan bölgeler de öyle Yemen'e gelince; zaten orada İslâm yayılmış bulunuyordu Yemen'in bütün bölgeleri ise, ancak Hz Peygamber'in vefatından sonra halîfelerinin döneminde İslâm'a sarılmışlardır "Bir ülke, coğrafî bakımdan İslâm ülkesine yakın olmakla ya da halkı arasında İslâm dinini kabul etmiş kimseler vardır diye "dârü'l-İslâm" olarak nitelendirilemez" (İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu Ehli'z zimme, I, 366) İslâm'ın egemen olmadığı her yer -daha önceleri istediği kadar uzun dönemler İslâm'ın egemenliği altında kalmış olsun ve bu egemenliğin maddî ve beşerî belgeleri istediği kadar çok bulunsun- İslâm diyarı olarak nitelendirilemez Olsa olsa buralarda bir zamanlar İslâm egemen olmuştu, şu gördüğümüz maddî eserler ve onların soyundan gelen müslüman ismini taşıyan bu kimseler de onların kalıntılarıdır, denilebilir İmâm A'zam'ın üç şartından yola çıkılarak bugün îçin hiçbir İslâm ülkesinin dâru'l-harb şartlarını taşımadığını savunanlara karşı, bir zamanlar İslâm diyarı olan beldelerin küfür diyarına dönüşüp dönüşmediklerini şöyle sıralamak mümkündür: 1) Bu ülkelerde İslâm ahkâmı değil, beşerî kanunlar ve hükümler yürürlüktedir 2) Dârü'l-harb'e hem siyasal ve ekonomik paktlarla, antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafi olarak bitişik ve iç içedir; 3) Bir zamanlar İslâm diyarı olan bu ülkelerde insanlar, yani hem müslümanlar ve hem de kâfirler İslâm'ın emanı ile mi emindirler; yoksa tâğutların İslâm'ı yaşamayı yasak kılan ve en büyük cürüm sayan kanun ve hükümleriyle mi tehdit altındadırlar? Soru, ayrıca cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır (bk M Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, İstanbul 1988, 67 vd)
İslâm ülkeleri Doğu'dan gelen barbar saldırılarıyla yıkılınca, imamlar şöyle diyordu: "Bugün kâfirlerin elinde bulunan ülkeler İslâm ülkeleridir İdareciler kâfirse de cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir İlletin bir parçası kaldıkça, ona bağlı olan hüküm de kalır Herkes açıkça namaz kılıyor, fetvalar veriliyor Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur Ezan ve cemaatle namaz gibi ibadetler icra edilebildikleri sürece, yönetim kâfirlerde de olsa böyle bir ülke dârü'l-İslâm'dır" İmameyn, kıyasa başvurarak "dârü'l-harb, İslâm ahkâmının icrâsiyle İslâm ülkesi oluyorsa, İslâm ülkesinde küfür hükümlerinin ve küfrün hâkimiyeti ile dârü'l-harp olması lazımdır, demektedir İmameyn'i destekleyen müctehidler, müslümanlar emniyette olsalar da, bunun o ülkenin darü'l-harb olmasını engellemediğini, hâkimiyet ile emniyet kavramlarından önceliği hâkimiyete tanımak gerektiğini söylemişlerdir
İmam Azam Ebu Hanife ise, hükmün bir illetle sabit olması durumunda, illetten bir şey kaldığı müddetçe hükmün de onunla birlikte kalmaya devam edeceğini söylemek istemiştir Onun görüşünü benimseyen fakihler; "İslâm üstündür, ona üstünlük olmaz " şeklindeki hadisi (Buharî, Cenâiz 79) delil almışlar; hâkimiyeti "itibarî" bir tarzda yorumlamışlardır Onlara göre, istila edilmiş bir dârü'l-İslâm'da mal ve can emniyetine sahip müslim ve zimmîler bulunabilir ve o durumda orası dârü'l-harb olmaz Bu görüşe karşı çıkan fukaha ise; istila edilmiş, hâkimiyeti elinden alınmış bir ülkede müslümanların mal ve can emniyetinin var olabilmesini imkansız görmüşlerdir Kuşkusuz, müctehidlerin bu görüşlerine tesir eden tarihi şartlar mevcut olmuştur Ondokuzuncu yüzyıldan sonra meydana gelen dünya ülkeleri konjonktüründe, iki büyük dünya savaşı ardından oluşan dengelerden sonra, İslâm hukukunun bazı içtihatlarının aynen geçerli olması mümkün görülmemektedir Nitekim, Ebu Hanîfe'den bir-iki asır sonra bile bu ictihadlar şöyle değerlendirilmiştir: "Zannediyorum ki, Ebu Hanîfe'nin bu şartı (Dârü'l-harb'e bitişiklik) kendi zamanında müslümanların ehl-i şirkle cihadlarındaki vaki duruma dayanarak söylenmiştir Dârü'l-İslâm ortasında bir ülke halkının irtidad edip de, vatandaş ve sultan tarafından orduların kuşatması olmaksızın orada kendilerini korur halde kalabilmeleri ona imkânsız görünmüştür Ama bu zamanda olanları; halkın cihâda karşı "isteksizliğini" ve geri kalmaları onların işlerini yüklenen idarecilerin fesadını İslâm ve "müslümanlara düşmanlıklarını", cihad ve cihadın gereklerine önem vermemeleri gibi durumları görseydi, böyle bir ülke hakkında Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşünü benimserdi"
İmam Ebu Hanîfe'nin, ictihadında "emân" kavramına yüklediği anlam çok geniştir Ancak itibari olarak bir ülkede İslâmî hükümlerin yaşıyor olması, o hükümlerin kaynağının ve icrasının esas dayanağı olan hakimiyet anlayışını geçersiz kılamaz Müslümanların sadece ibadet bölümünde muhtar kaldıkları, ukubat ve muamelat konularında karşı düşüncenin hukuk kurallarına bağlandıkları bir düzen görüşü, bu hususta laik-demokratik ve aynı zamanda da İslâmî ülke anlayışını çağrıştırmaktadır "Şekk ile yakin zail olmaz" kuralından hareketle, "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır" denilerek, belirli tarihi şartlarda hüküm verilebilse de, aynı ictihadın bugüne uygulanması mümkün görünmemektedir: Aksine; İmameyn, Maliki ve Hanbeli âlimlerinin görüşleri tutarlıdır ve yukarda zikredilen çelişkiyi de ortadan kaldırmaktadır Yani eğer bir dârü'l-harb'te İslâm uygulandığında orası dârü'l-İslâm oluyorsa bunun tersi de geçerlidir Yani bir dârü'l-İslâm'da küfür ahkâmı uygulanıyorsa artık orasının da dârü'l-harb sayılması gerekmektedir Diğer taraftan yeryüzünde istilâ ve işgal altında birçok İslâm ülkesi bulunmaktadır ve böyle ülkelere hâlâ dârü'l-İslâm diyebilen yerli ve yabancı (müsteşrik) hukukçular bulunmaktadır Şu bir gerçektir ki; eğer bir İslâm ülkesinde İslâm ahkâmı yürürlükten kaldırılmışsa, o ülkedeki müslümanların muhayyer bırakılmalarını beklemek en azından saflık olur Yaşananların gösterdiği gerçek şudur: Hangi çağda olursa olsun, eğer ülkelerinde İslâmî hükümlerin tatbik ve kontrolü müslümanların ellerinden alınıp yerine beşerî ahkâm geçirildiyse ve iktidar İslâm'ın dışındaki bir güce verildiyse, artık o ülkede müslümanların rahat etmeleri, yani dinlerini bütün yönleriyle yaşamaları imkânsızdır Yani onlar asla karşı düşünce tarafından rahat bırakılmazlar Ya zulüm görürler, ya yurtlarından çıkarılırlar, yahut kendileri de düzene uyumlulaştırılırlar Oysa İslâm'ın, başka herhangi bir hukuk düzeniyle uyuşması mümkün değildir Bir başka deyimle,
"Siyer" adı altında kurumlaştırılan İslâm devletler hukuku ile, çağdaş devletler hukuku arasında herhangi bir benzetme de yapılamaz Dârü'l harb kavramına bu bağlamda bakmak ve diğer İslâmî kavramlarla birlikte mütâlaa etmek lâzımdır (Ayrıca bk Dârü'l-İslâm)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DARÜ'L-HARB,DARÜ'L-İSLAM'A VE DARÜ'L-İSLAM, DARÜ'L-HARB'E NASIL DÖNÜŞÜR? Hanefi mezhebine göre, darü'l-İslam, darü'l-Harb'e dönüşebilir Yalnız Hanefi alimleri dönüş şartlarında ihtilaf etmişlerdir:
İmameyne göre bir İslam ülkesine küfür düzeni hakim olduğu takdirde darü'l-harbe döner İmam-ı A'zam'a göre, bir İslam ülkesinin darü'l-harbe dönüşmesi için üç şart vardır: üçü bir arada bulunduklarında (Allah korusun) o vasıf ile vasıflanır (darü'l-harbe dönüşür) Bu şartlar şunlardır:
1- darü'l-Harb ile bitişik olması,
2- İçinde İslam ahkamının tatbik edilmemesi,
3- Ahalisinin emniyet ve güvenliklerinin kalmaması
Cuma ve bayram namazlarının hükmü hiç bir mezhebe göre değişmez Yani, mesela: Cuma namazının bir takım şartları vardır o şartları vardır o şartlar oluşduktan sonra, onun farziyeti terettüp eder Yer ister darü'l-İslam olsun, ister darü'l-Harb olsun, hiç faark etmez Şafii mezhebinde cuma böyle olduğu gibi, her şey böyledir Yani hiç bir hüküm değişmez Ama Hanefi mezhebine göre bazı hükümler değişir: bunlar şunlardır:
1- Darü'l-Harpte içki, zina, hırsızlık gibi haddi gerektiren bir günah veya kısası gerektiren bir katil cinayeti işleyen bir kimse, darü'l-İslam'a döndüğünde, Şafii'ye göre ceza ne ise uygulanacaktır Hanefi mezhebinde ise uygulanmayacaktır
2- Bir kimse darü'l-harpte ribevi (faizli) bir akitte bulunsa, İmam-ı Ebu Hanefi ve Muhammed'e göre caizdir İmam-ı Şafii ile Ebu Yusuf'a göre caiz değildir (Beda'iu's Sana'i)
3- Bir kimse müslüman olup darü'l-Harpten çıkarak İslam diyarına hicret ederse, zevcesi orada kaldığı takdirde, Hanefi'ye göre boşanır; Şafii'ye göre ise boşanmaz
4- Bir kimse darü'l-Harpte müslüman olur, mal ve servetini bırakarak İslam diyarına hicret eder; bilahare, müslümanlar darü'l-Harp olan o ülkeyi istila ederek malınıalsalar Hanefi'ye göre malı ganimet olur Şafii'ye göre ise malı ma'sundur; kendisine iade etmeleri gerekir
5- Bir kimse darü'l-Harpte müslüman olur ve orada kalırsa bir müslim bir zimmi tarafından kasden öldürülürse, Şafii'ye göre kısas gerekir, Hanefi mezhebinde ise günahkar da olsa kısas gerekmez
6- Kafirler müslümanlara karşı harp ilan edip mallarını ganimet olarak alsalar; sonra müslümanlar güçlenip o ganimeti tekrar geri elde etseler, Hanefi mezhebine göre dağıtacaktır Şafii'ye göre sahiplerine iade edilecektir (Te'sisu'n Nezar)
DARÜ'L-HARB VEYA DARÜ'L-KÜFÜR OLAN BİR ÜLKEDE BİR MÜSLÜMAN GAYR-I MÜSLİMDEN VEYA BANKALARINDAN FAİZ ALMASI CAİZ MİDİR? İmam-ı A'zam ile İmam Muhammed'e göre müslüman olmayan bir memlekette bulunan bir müslümanın müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasb etmesi caiz olmadığı gibi gayr-i müslimlerin mallarını da çalması veya zayi etmesi caiz değildir Çünkü İslam dini müsamaha ve fazilet dini olduğu için hiyaneti, aldatmayı, gayr-i ahlaki ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır Ancak küfür diyarında yaşayan bir müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur Çünkü onlara göre faiz almak hiyanet sayılmaz, normaldır (el-Fıkhu ala'l-mezahibel arba'a)
Şafii ile Ebu Yusuf'a göre faiz her yerde yasaktır Ne İslam diyarında ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir Alış verişte, ölçüde, tarıda müslümanlara gösterilen mu'ameleyi gayr-i müslimlere de göstermek icab eder (al-Fetva'l-Kübra)
Hatta bir kimse mesela Avrupa'ya giderse, orada devlete veya şahsa ait bir şey bulursa onu sahibine vermeye mecburdur (Hidaye)
Küfür diyarında gayr-i müslimlerden faiz almak caizdir diyen İmam-ı A'zam ile Muhammed'in sözü daha racıhdir Çünkü bir müslüman parasını mesela bir Alman bankasına yatırsa (ki yatırması doğru değildir) onlar, parasını çalıştırıp bol bol kazanacaklar, para sahibi faizini almadığı takdirde cebine hiç bir şey girmeyecek, üstelik de gayr-i müslimlerin istihzalarına ma'ruz kalacaktır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DARÜ'L-İSLAM VE DARÜ'L-HARB NE DEMEKTİR? Yüce İslam dinine göre yer küresi ikiye ayrılır:
1- Darü'l-İslam,
2- Darü'l-harb veya Darü'l-küfr
Darü'l-İslam; müslümanların feth ettikleri veya ahalisi kendi isteğiyle müslüman olmuş olan yerdir Darü'l-harb ise İslam hakimiyyeti altına girmeyen yerdir
Darü'l-İslam'ın darü'l harba dönüp dönmeyeceği hususunda ihtilaf vardır Şaffi mezhebine göre İslam hakimiyyeti altına bir defa giren bir ülke artık hiç bir surette darü'l-harb olamaz Ebedi olarak İslam diyarı kalır(tuhfetü'l-Muhtaç)Buna göre daha önce Endhülüs, Filistin, Rusya'nın bir kısmı ve Çin gibi müslümanların eline geçmiş ve bugün istilaya uğramış olan müslüman toprakları İslam toprağı sayılır Müslümanlar bunları geri almak için çalışmadıklarından dolayı Allah'ın indinde sorumludurlar
Hanefi mezhebine göre ise darü'l-İslam, darü'l-harbe dönüşebilir Şöyle ki: Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre, bir İslam ülkesi içinde İslam ahkamı tatbik edilmezse darü'l-harbe döner İmam-ı A'zam'a göre ise bir İslam ülkesinin darü'l-harbe dönüşebilmesi için üç şartın bir arada bulunması gerekir Bu şartlar şunlardır:
1- Darü'l-harb ile bitişik olması,
2- İçinde İslam ahkamının tatbik edilmemesi,
3- Ahalisinin emniyet ve güvenliklerinin kalmamasıdır (Bedayı' al-Senayı)
Daha önce darü'l-İslam olan bir ülke şayet darü'l-harb ile bitişik olmazsa veya orada İslam ahkamı tatbik edilirse ya da ahalının emniyeti varsa darü'l-İslam olarak devam eder
DÂRU'L-İSLÂM'IN DÂRU'L-HARB'E DÖNÜŞMESİ
İslâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "İslâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde İslâmî devlet olma özelliğini kaybeder Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça İslâm devleti adını alamaz Devletin, İslâm'ın devlet şeklini kabul eden sakinleri olmalı ve sakinlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakinlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır İslâm hukukuna göre bir ülkenin İslâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgaline uğraması; İslâm devletinin tümünün veya bir bölgesinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip İslam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur (Bilmen, age, III, 370; Özel, 96-97)
Bu gibi durumlarda İslam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur Bu görüşü ileri süren İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; İslâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-İslâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp İslâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur İmam Ahmed b Hanbel ve İmam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler (Özel, age, 9 vd) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıran ve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklidir Bir ülkenin, İslâmî veya gayr-i İslâmî oluşunun tek delili orada İslâm'ın mı yoksa küfrün mü otoriteşinin sözkonusu olduğudur
İslâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-İslâm olduğuna göre, orada İslâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orası dâru'l-İslâm'dır Hattâ müslümanlar dâru'l-İslâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile İslam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orası dâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır Ancak daha evvel dâru'l-İslâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle İslâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orası dâru'l-İslâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur
Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin İslâm veya küfür ülkesi olması bizzat İslâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orası dâru'l-İslâm'dır Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orası dâru'l-harb'tir Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orası dâru'l-harb'tir
Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orası kısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, orası artık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-İslâm kalacaktır Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-İslâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir Dâru'l-İslâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacip olmuş oluyor Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır
Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoritesinin olmadığı yere dâru'l-İslâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, İslâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır
Dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, İslâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda İslâm harp hukuku uygulanır Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orası dâru'l harb'tir Çünkü orada İslâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve İslâmî hükümlere hayat hakkı tanınmamaktadır Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde İslâm'a dönenler özgürdürler Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 63 vd)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DAYI, TEYZE, AMCAOĞLU GİBİ AKRABAMIZLA AİLECEK OTURABİLİR MİYİZ? Kadınların süslerini, dolayısıyla süs yerlerini, yani; el, kol, yüz, kulak, saç, boyun ve bacaklarını kime gösterip kime gösteremeyecekleri Kur'ân'ı Kerim Nûr Suresi 31 ayetinde açıklanmıştır Buna göre kadın, sayılan yerleri açıkken dahi ayette adı geçen erkeklerin yanında oturabilir, konuşabilir Mezkûr ayette amca ve dayının sayılmaması dikkat çekicidir Halbuki onların da mahrem oluşu Nisa Suresi 23 ayette zikredilmektedir Diğer yönden kadının zinet yerlerini sayılan kimselere, mahrem (nikahı kendisine ebediyyen haram) oldukları için gösterebildiği de bir gerçektir Öyleyse amca ve dayı da mahremdir ve öyleyse onlara da gösterebildiği de bir gerçektir Cumhurun görüşü budur(Kurtubî, XN/233) Ama yine de bu ayette sayılmamaları anlamlı olmalıdır Müfessirler bunu irdelemiş ve çeşitli şeyler söylemişlerdir Bu konuda en makul olan izah şudur: Ayette sayılan erkeklere kadının zinet yerleririni göstermesi caiz olmakla beraber, bu konuda hepsi eşit değildir Bu yüzden en önce kocası zikredilmiştir ki, ona her yerini gösterebilir Ondan sonra kadınlarının kendi babaları, sonra da kocalarının babaları sayılır ki, bunların ikisi arasında da fark vardır Çünkü insanın fıtratı akraba ve hısım olarak kendine en yakın olana en az cinsel ilgi duyacak şekilde ayarlanmıştır Bu izaha göre amca ve dayı "mahrem" olmakla beraber, sanki mahremlik hududunun sonunda yer almakta ve kadının onların yanında bir derece daha dikkatli olması istenmektedir Buna: "Amca, baba makamında sayıldığından"(Aclûni, Kesfu'1-Hafâda "Amca, babadır (vâlid)" hadisini Sahid b Mansûr'un mürsel olarak zikrettiğini söyler meşhur olan "Amca pederdir (eb)" hadisidir, der N/90 (1770); Yakın anlamda hadisler için bk Müslim, Zekat N; Tirmizî, Menâkib 28; 28; Kurtubî, agy), dayı da amca gibi olduğundan zikredilmelerine gerek kalmamıştır Binanaleyh, zinetini gösterme konusunda babadan farkları yoktur, diye de cevap verilebilir Ama Tabiîn Müfessirlerinden Sa'bî ve Ikrime'nin amca ve dayıyı mahrem saymamaları da birinci görüşü destekler Onlara göre amca ve dayı ayette zikredilmemiştir, çünkü onlar kendi oğulları mesabesindedirler(Kurtubî, agy) Bunu böylece tesbit ettikten sonra bilinmelidir ki, müslümanlardan istenen şey kadınlarının zinetlerini bu ayette sayılanların dışındakilere göstermemeleridir Şimdi sorunuza dönersek; amcaoğlu kadın için mahrem sayılmadığından zinetlerini onun yanında açamayacağı anlaşılır Ama zinetlerini, dolayısı ile zinet yerlerini, ayet ve hadislerin istediği ölçüler içerisinde ve özellikle de el-Ahzâb 59 (cilbâb ayeti) gereği kapadıktan sonra, kadınların, erkeklerin yanında, halvet de değillerse, oturamayacaklarını söyleyen bir nas yoktur Ama bu yine de kötü duygulara sebep olmuyorsa kaydına bağlanmış, heryönüyle cazip ve latîf bir varlık olan kadında, koku, teberrüc (süs) vb bulunmaması şartıyla caiz görülmüştür Bunların yanında ayetle tesbit edilen çok önemli bir nokta da, kadının sesiyle dahi dikkat çekecek tavır almasının, nazu-nesve ile, kadınsı kadınsı, kırıla-döküle konuşmasının dahi mahremi olmayanlar yanında haram olmasıdır Çünkü böyle bir ses hasta kalpleri tahrik edebilir (el-Ahzâb 32) Bütün bunlara riayet edildikten sonra kadının, yanında yakınları varken, yabancılarla aynı sofrada yemek dahi yiyebileceğine fetva verilmiştir Ancak buna gerek olup olmadığı ayrı bir konu olduğu gibi, takvaya uygun olan da elbette, tabiîliği aşmayan "haremlik—selamlık" uygulamasıdır, denebilir
DEDİ-KODU Gıybet diye bilinen kötü huyun Türkçe'deki karşılığıdır Bir insanın bazı kusurlarını ele alarak kötülemektir Bir adamın arkasından işittiği zaman hoşlanmayacağı şeyleri söylemektir Bu haram bir davranış olup ahlâk dışı bir harekettir
Dedi-kodu, başkalarında kusur arama alışkanlığının sonucudur Bazıları kendi kusurlarını görüp düzeltecekleri yerde, başkalarının eksiklerini araştırıp etrafa yaymaya çalışırlar Bu davranışın kötülüğünden söz edilince, yalan söylemediklerini ifade ederek kendilerini savunurlar Aslında gıybet eden, yalancı değildir Zaten yalan söyleseydi, yaptığı iş, dedi-kodu değil, iftira olurdu (el-Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhib, Mısır 1962, V, 157)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DEF ÇALMAK
Def; kadınların düğün ve bayram gibi sevinç günlerinde, toplu bulundukları sırada çaldıkları, yuvarlak kasnağa gerilmiş deriden ibaret bir eğlence âletidir
İslâm'ın evrensel mesajı, insan hayatının bütün devrelerini kapsar Doğum öncesi, çocukluk, gençlik, evlenme, aile yuvası içinde sevinçli veya üzüntülü bütün yaşama devreleri hakkında İslâm'ın öğretimi vardır Üzüntülü ve kara günlerde kadere teslimiyetle teselli olan müslüman, sevinç günlerinde de bunun tezâhürü olan nezih eğlentiye meyillidir İnsan hayatında sevincin sembolü olan iki vakit önemlidir: Evlenme merasimi ve bayramlar Sahabe devrinde de bu iki sevinç zamanında önceki alışkanlıkların görüntüsü olarak def çalınması üzerine, konuyla ilgili hadîsler vârid olmuştur:
"Nikâhı ilân edin Onu mescidlerde kıyın ve onun üzerine defler çalınız" (Tirmizî, Nikah, 6)
Hz Âişe, Es'ad b Zürâre (ö 1/622)'nin yetim kalmış kızı Fâriga'yı himayesine alıp büyütmüştü Büyüdüğünde onu Ensar'dan Nebît b Câbir ile evlendirdi Gelini, koca evine götürenler arasında bulunan Hz Âişe şöyle der: "Döndüğümüzde Rasûlullah (sas) bize şöyle dedi: Ya Âişe damad* evine gidince neler konuştunuz? Âişe dedi: Selam verdik ve evliliğin hayırlı olmasını diledik Allah Rasûlü buyurdu: Ya Âişe, sizin çalgınız yok mu? Ensar, çalgıdan cidden hoşlanır" Başka bir rivâyette:
"Def çalacak, şarkı söyleyecek bir câriye gönderdiniz mi?" buyurdu Hz Âişe, "Ey Allah'ın Rasûlü o ne söyleyecek?" dedi Hz Peygamber: "Size geldik, size geldik Bize selâm verin, biz de size selam verelim " desin " buyurdu (et-Tâc, II, 275)
Rubeyye binti Muavviz'den şöyle dediği nakledilmiştir: Düğünümüz olduğu sabah, Hz Peygamber (sas) evimize teşrif etmişti O sırada küçük kız çocukları deflerini çalıyorlar ve Bedir harbinde şehit düşen atalarımızı dile getiriyorlardı Onlardan biri,
"Aramızda yarını bilen Peygamber vardır, susalım" deyince, Allah Rasûlü, ona şöyle buyurdu: "Bu gibi sözler söyleme Daha önce söylediklerine devam et" (Tirmizi, Şerhi Tuhfetü'l-Ahvezî, Kahire 1967, IV, 211-212)
Başka bir hadiste, "Helâl ile haramın arasını def ve ses ayırır" (Tirmizî, Nikâh, 6; Nesâi, Nikâh, 72; İbn Mâce, Nikâh, 20: Ahmed b Hanbel, III, 418) buyurulur
Diğer yandan bayram günü şarkı söyleyen câriyelere Hz Peygamber (sas)'le birlikte bulunan Hz Ebû Bekir (ra)'in: Mescid-i Nebevî'de mızrak oyunu oynayan Habeşlilere de Hz Ömer'in engel olmaya kalkışması üzerine, Hz Peygamber (sas) buna gerek olmadığını bildirmiş ve kendisi de mesciddeki Habeşlileri seyretmiştir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, III, 203, 204) Kız çocuklarının defle şarkı söylemesi Kurban Bayramı günlerinde olmuş ve Allah Rasûlü, Ebu Bekir'e: "Ey Ebû Bekir, her kavmin bayramı vardır Bu da bizim bayramımızdır Onları bırak" demiştir (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, III, 151-157)
Yukarıda zikredilen hadisler ve benzerleri, müslümanların sevinç günlerini, bazı meşrû müzik aletleri ve müstehcen olmayan türkü ve şarkılarla kutlayabileceklerini gösterir Ancak bu, nefsi tahrik eden ve beraberinde içki gibi meşru olmayan şeyleri getiren bir tarzda olmamalıdır Ayrıca, çalınacak defler, zilsiz olmalıdır
BİR KİMSE EVİNİ MESELA BİR MİLYON LİRAYA SATAR VE PARASINI ALMADAN ÖNCE YÜZDE YİRMİ NİSBETİNDE PARADA DEVELÜASYON OLURSA BU ALIŞVERİŞİN DURUMU NASIL OLUR? Bir ülkede altın ve gümüş değil, kağıt veya tunç para tedavülde bulunursa onunla alışveriş yapmak tabidir Fakat soruda zikredilen durum vaki olursa yani birisi mesela evini bir milyon liraya satar ve parasını almadan evvel yüzde yirmi nisbetinde develüasyon olursa İmam-ı A''am'' göre her ne kadar bedel değer kaybedip, bir milyon, sekizyüzbin hükmüne iniyorsa da alışveriş sahihtir ve satıcı bir milyondan başka bir şey de hak etmez Şafii mezhebi de böyledir (al-Havi) Ebu Yusuf'a göre ise, alışveriş vaki olduğu günde bir milyon liranın değeri ne ise evi satan da o kadar hak eder, müfta bih bu kavldir (Resail İbn Abidin) Ama misalimizde para yürürlükten kaldırırlırsa İmam-ı A'zam'a göre alışveriş batıl olur İmameyn'e göre batıl olmaz Ama Ebu Yusuf'e göre alış-veriş vaki olduğu gündeki kıymetine ise onu hak eder Muhammed' göre, yürürlükten kaldırdığı günün son anında değeri ne ise onu hak eder (İbn Abidin)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DEYYÛS" NEYE DENİR ? Deyyûs Arapça bir kelime olup, karısının ve yakınlarının namuslarına halel getirecek davranışlarına karşı gayret (kıskanma) duymayan, onların irzlarm sakınmayan kimse demektir Bu kelimenin Süryânice'den Arapçaya geçtiği de söylenmiştir(Ibnü'I-Esîr, en Nihâye N/47) Türk Dil Kurumunun sözlügünde; "Karısının veya kendisine çok yakın bir kadının iffetsizliğine gözyuman kimse" anlamında sövgü sözü, diye tanımlanır Devellioğlu; karısının namussuzluğuna gözyuman ve katlanan kimse, kurumsak, diye anlatır Kâmus'a göre: "Bî-gayret'u namus, kaltaban ve kurumsağa denûr"Lisânül'arap'ta; kelimenin aslının yumuşatma, zelil kılma anlamına geldiği söylendikten sonra "deyyûs"un terim olarak, kendi ehli (karısı ve yakınları) için "kavvâd"lik yapan, yani başkalarının onlarla buluşmasına aracılik eden ve ehlini kıskanmayan kimse olduğu anlatılır: "Deyyûs" ve "deybûs" gözü önünde başka erkeklerin mahremlerinin yanına girdiği kimsedir Bu tavırla o, sanki nefsine bunu yumuşatmış, ikna etmiş ve onu zelil kılmış demektir Yani kelimenin aslıyla irtibatı budur(Ibn Manzûr, Lisânü'1-Arap, "De-ye-se" md) Ne bu kelime, ne de bundan türetilmiş başka bir kelime Kur'ân-ı Kerimde geçmez Hadîslerde ise pek az rastlanır Nesâî ve Ahmed'de geçen bir hadîste şöyle buyrulur: "Üç kimse vardır ki, Kıyâmet günü Allah onların tarafına bakmaz; Anne-Babasına âsî olan çocuk, erkeğe benzemeye çalışan kadın ve deyyûs"(Nesâi, zekât 69; Ahmed N/134) Ibnü'1-Esîr de yukarıda verdiğimiz kaynakta: "Cennet deyyûsa haram kılınmıştır" anlamında bir hadîs nakleder: Aynı hadîs Lisânü'1 Arab'in yine işaret edilen maddesinde de vardır Bu tariflerden sonra "deyyûs" kelimesinin "kavvâd" ile es anlamlı olarak, çok ağır bir manaya gelen büyük bir hakaret sözü olduğu, ehlini bizzat namussuzluga iten veya gitmelerine göz yuman anlamı taşıdığı anlaşılmış oldu Binaenaleyh, karısını, kızınıkapatmayan, eğer bunu bizzat isteyerek yapıyorsa, günah işliyor olmakla beraber, deyyûs değildir Bu ayrı bir günahtır, deyyûsluk ise ayrı bir şeydir Karısını, kızınıaçmakla beraber, deyyûsluk yapmayan birisine deyûs ya da kavvâd diyen, Islâm ceza hukukuna göre ta'zir cezasıyla, belki de "hadd-i kazıf" ile cezalandırilir
DİLENCİYE PARA VERME: Öncelikle dilenme ‚Islâm nazarında çok kötü bir kazanç yoludur Rasûlüllah Efendimiz (sav): "Kişi ister, ister nihayet kıyamet gününe yüzünde bir parçacık et yokken gelir", "Ihtiyacı yokken dilenen, ateş topluyor demektir"(E1-Hindî, VI/495; Ibn Hacer, Bulug'1-Meram, (Serhi) N/144) buyururlar Kur'ân-ı Kerim; iffetlerinden ötürü ihtiyaçsız sanılan, insanlardan israrla istemeyen fukarayı över ve verilecek olanların onlar olduğunu bildirir (K Bakara (2) 273) Dilenmenin kötülügü konusunda ayrıca çok ve açık hadisler mevcuttur (bk el-Hindî, agk)
Ancak bazı Kur'ân ayetlerine, Rasûlüllah (sav)'in fiiline ve sözlerine baktığımızda dilenene verilmemesini ve onun reddedilmesini değil, aksinin olması gerektiğini görürüz: Kur'ân'da iyıliğe (birre) ulaşma yolları sayılırken, akraba, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarla beraber dilenenlere de malı gönül hoşnutlugu ile vermekten söz edilir (K Bakara (2) 177) Aynı ayette arkasından zekât da zikredildiğine göre, onlara verilen zekâtın dışında bir verme olacaktır Ayrıca iki ayette daha takva ehli ve cennet ikramına lâyık insanların özellikleri sayılırken "onlar ki, mallarında dilencinin ve mahrumun bir hakkıvardır" ifadesi kullanılır (bk K Zâriyât, (51) 19; Me'câric, (70) 25) Demek ki, hakikaten mahrum olana da, mahrum olup olmadığı bilinmeyen dilenciye de vermek gerekir
Ayrıca Kur'ân'da: "Isteyeni (dilenciyi) de azarlama" diye bir ayet daha vardır (K Duhâ 10) Gerçi bunu "dilenen" değil de "soran", yani dini öğrenmek için soru soran şeklinde anlayanlar da olmuştur (bk Kurtubî XX/101)
Ama ilk akla gelen mânâ dilenendir ve bunda diğer mânâ bulunsa dahi dilenci mânâsını da içermediğine dair hiçbir işaret yoktur
Rasûlüllah Efendimiz fiili hayatı boyunca kendisinden kibarca isteyenlere verdiği gibi, kabaca isteyenleri de boş çevirmemiş ve "bunlar ya çirkin sözlerle benden mal istemek ya da beni cimri göstermek arasında beni muhayyer bıraktılar Ben cimri değilim" buyurarak onlara da vermiştir(bk Müslim, Zekât,127 (Davudoğlu V/479 vd)),
Efendimizin sözlerinden anlaşılan da budur: "Sizden biriniz (kendisinden) dileneni boş çevirmesin ve istediğinde vermemezlik etmesin, hatta kolunda iki altın bilezik görse dahi"(Kurtubî, XX/101), "Eğer miskin (dilenciler) yalan söylemiyor olsalardı, onları boş çeviren iflah olmazdı"(E1-Hindî, VI/362) "Dilenciyi az (da olsa) bir şeyle ya da güzellikle geri çevirin Çünkü insan ve cin olmayan (melek) size uğrayıp Allah (cc)'in bahşettiği nimetler konusunda nasıl davrandığınıza bakıyor olabilirler"(Kurtubi, agek; Benzer hadis için bk el-Hindî, VI/390 (5) E1-Hindî, VI/363) "Kimden Allah (cc) için diye istenir de verirse ona yetmiş hasene yazılır"(5) "Allah (cc) için, deyip dilenen mel'undur, Allah (cc) için diyerek dileneni boş çeviren de melundur, yeterki bir kötülük istemiş olmasın", "Allah (cc) için diye, sadece cennet istenir"(E1-Hindî, VI/502-503) Bu hadislerin sihhat derecelerini tek tek araştırmış değiliz Ancak çok ve aynı anlamda oluşları aksi yönde de bir hadisin bulunmayışı dilencilere de vermenin uygun olduğunu gösterir
Ibrahim b Edhem: "Dilenciler ne iyi adamlardır; ahirete bizim için azık taşıyorlar" demiş Ibrahim en-Nehâi de: "Dilenci ahiretin postacısıdır Kapınıza kadar gelir ve yakınlarınıza bir şey göndermek istiyor musunuz? diye sorar" dermiş (Kurtubî, XX/101)
6 Ancak kişi yollarda oturup herkese el uzatanlara birşey vermek zorunda değildir Bizzat kendisinden dilenen olur ve "Allah (cc) için, Allah (cc) rızası için" diye dilenirse ona az da olsa mutlaka bir şey vermeli ve öyle diyerek dilenmesinin çok kötü olduğunu ona uygun bir dille anlatmalıdır Cami içlerinde dilenenlere ise bir şey vermemesi -Allah'u a'lem- daha uygun olur Çünkü böylece bir bidatin önüne geçmiş olur Ihtiyacı olmadığı halde dilenmeyi bir meslek haline getirdiğini bildiği kişilere de -bizzat kendisinden istemedikçe- vermemesi daha uygundur Ama her halûkârda dilenciyi azarlamamak bir Allah emridir Dilenciye hem verip, hem de onu inciten bir davranışta bulunmaktansa güzel bir sözle onu savmak da Allah (cc) emridir(bk K Bakara (2) 263)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DİLSİZ VE SAĞIR OLAN MÜSLÜMANA NAMAZ VE ORUÇ FARZ MIDIR? Dilsiz ve sağır olan müslüman, akıllı ve bülüğ çağına girmiş ise, mükellef olmanın şartlarını taşıdığı için, diğer ibadetler gibi, namaz ve oruçla da mükelleftir
Ancak dilsizler, namaza kalben niyyet ederek başlarlar Namazın içindeki farzlardan olan kıraat yani Kur'an okumak ise bu halleri özür olduğu için onlara farz değildir
DİNDE ZORLAMA VAR MIDIR? İmam fiili değil, kalbi bir iştir Yani kalb ile Allah'a ve ondan gelene inanıp tasdik etmektedir Binaenaleyh bir kimse kalbiyle tasdik etmeden hayatı boyunca inananlar gibi kelime-i şehadeti getirip Allah'a kulluk ederse mü'min sayılmaz
Bu itibarla müslüman olmayanları zorla İslama getirmek için çalışmak fayda vermeyeceği gibi nifakın ve iki yüzlülüğün çoğalmasına sebeb olacağından fayda yerine zarar verecektir
Ensar'dan, Huseyn'in hıristiyan iki oğlu vardı Bir türlü müslüman olmadılar, bunun üzerine Huseyn nasıl benim bir parçam Cehennemde yansın deyip onları zorla müslümanlaştırmak istedi, bu vesile ile "dinde zorlama yoktur" mealıkindeki ayet-i celile nazil oldu
Tarih boyunca müslümanlar, zimmilerin (İslam hakimiyeti altında yaşayan gayr-i müslimler) namus, can ve mallarını muhafaza etmişler ve onlara dokunmamışlardır Onları inanç ve ibadetlerinde serbest bırakmışlardır Tabii ki kanun dışı ferdi olaylar müstesnadır Yalnız İslam dinini kabul eden kimse dinin icabı yerine getirmeğe mecburdur ve bunun için dinen zor kullanılır Mesela namaz kılmayan kimsenin –Şafii'i mezhebine göre tevbe etmezse- cezası idamdır Hanefi mezhebine göre hapistir Oruç tutmayan kimse her iki mezhebe göre hapsedilir İçki içen kimseye ceza olarak seksen değnek vurulur, görüldüğü gibi İslama göre İslamiyet dairesine girmeden evvel zora baş vurulmaz Fakat İslamiyeti kabul ettikten sonra İslam'ın icabını yerine getirmek için zor kullanılır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DİŞ DOLDURMA Diş doldurma câiz midir? Bunun gusül ve abdeste zararı olmaz mı?
Dişleri güzelleştirmek gibi gereksiz bir maksatla değil de, zaruretten ötürü olursa, çoğunluğun görüşüne göre câizdir Dolgunun üzerine suyun değmesi gusül ve abdest için yeterlidir (245 Vardığımız bu hüküm, bu konuda yaptığımız ve bir başka kitapta yayınlayacağımız uzunca bir araştırmanın sonucudur Daha sonra dikkatimizi çeken fetâvây-i Hindiyye'deki şu ifade de bu sonucu destekler mahiyettedir: "Dişinde kavuk bulunup içerisinde, ya da dişlerinin arasında yemek kalırsa veya burnunda ıslak kir bulunursa, esah görüşe göre guslü olur Ihtiyatli olan kovuktaki yemeği çıkarıp suyu oraya ulaştırmasıdır " I/13)
DİŞ DOLGUSU YAPTIRMAK,DİŞ PROTEZİ KULLANMAK, ALTIN DİŞ YAPTIRMAK CAİZ MİDİR? BUNUN İÇİN HANEFÎ OLANLARIN ŞAFİÎ MEZHEBİNE GEÇMESİ GEREKİR Mİ? Günümüzde ifrata düşülen ve İslam'ın yaşanılmaz gösterilebildiği konulardan biri de bu sözünü ettiğiniz mes'eledir
Konu birden çok yönü olan bir mes'ele olduğu için bazı Islâmî esasları hatırlatmamız gerekir:
1 Cünüp olan insanın (Hanefi Mezhebine göre ağzının içi dahil) bütün bedenini, iğne ucu kadar kuru kalmayacak şekilde yıkaması farzdır
2 Müslüman erkeklerin iktisadî bir mübadele aracı olması dışında altın kullanmaları ittifakla haramdır
Mes'eleye günümüzde öyle ya da böyle fetva verenler bu esasları düşünerek fetva vermektedirler Ancak müctehid imamlarımız dönemlerinde mes'ele, günümüzde olduğundan biraz farklı bir görünümde idi Meselâ önceleri altındişvedişdolgusu yaptırmadan söz edildiğini pek görmüyoruz Çıkan dişi yerine iade etme, bir başka diş kullanma, bunu sabitleştirmek için altın tel kullanma, dişleri altınla birbirine bağlama gibi mes'elelerden sözettiklerini görüyoruz Özet olarak önceleri mes'eleye sadece bu iş için altın kullanmanın cevazı noktasından bakılmış ve bunun gusul için bir problem çıkaracağından hiç sözedilmemiş olduğunu görüyoruz Işte bu noktada bir esası daha hatırlatmalıyız
3 Zaruretler haram olan şeyleri mübah kılar
Ilk fıkıh alimlerimiz bu mes'elede bu esası işletmiş ve Imam Muhammed, bir rivayette de Ebu Yusuf dişlerin altınla bağlanabileceğine cevaz vermişlerdir Diğer üç Imam da onlarla beraberdir Yani bu, cumhurun görüşüdür(Merginânî, hidâye, IV683; Kâsânî, bedâyi', V/(132; Mecmâ'ul'-Enhur, N6536; Dürrü'1-Müntekâ (dâmat kenarında), N/536; Vehbe ez-Zuhaylî, NI/544) Ortada henüz protez olarak altın diş kullanma olmadığından, ondan söz etmemişlerdir Delilleri, Sünen kitaplarımızda mevcut meşhur Arfece hadisidir Bu zatın cahiliyye döneminde Külâb isimli vadide geçen savaşta burnu kesilmiş, bunun üzerine gümüşten bir burun edinmiş, bu, koku yapınca da Rasulüllah Efendimiz (sav) kendisine altından bir burun edinmesini emretmişlerdir(Ebu Dâvûd; Hâtem 7; Tirmizi, Libas 31; Nesâî, Zinet 41; Müsned, IV/242, V/23) Imam Azam Efendimize göre bu sadece Arfece'ye ait bir durumdur Imam Muhammed'e göre ona ait olduğunu gösteren bir delil yoktur, öyleyse gümüş, ya da bir başka maden kullanıldığında, koku yapması veya sihhata zarar vermesi söz konusu ise dişlerini altınla tutturmak herkes için caizdir Bu sadece Hanefi Mezhebinde bulunan bir görüş değildir, diğer mezheplerden bir çok zevata, bu arada Ahmed b Hanbel'e göre de böyledir Selefimizden bir çok kişi de dişlerini altınla bağlamışlardır(Örnek olarak bk Bezlü'1-Mechûd'e Kandehlevi'nin ta'liki, XVN/123)
Alimlerimiz genellikle sözkonusu olaya dayanarak bunun caiz olduğu kararına varmışlardır(Bk Aliyyu'1-Kârî, Mirkât, IV6448; Tuhfetü'I-ahvezî, V/465; Avnü'1-Ma'bûd, XI/293;Hâsiyetü's-Sindî ale'n-Nesâî, VNI/164) Sonraları protez olarak altın diş yapma tekniği gelişince de Arfece'nin yapma burnuna kıyas ederek bunun da caiz olduğu söylenmiştir(Benzü'1-Mechûd, XVN/123) Hattâbî, zaruret bulunduğunda erkeklerin az mikdarda (zaruret miktarınca) altın kullanabilmelerinin mübah olduğu bu olaydan anlaşılır Dişleri altınla bağlama ve altının yerini alacak şeylerin bulunmadığı yerde altın kullanma bunun örneğidir, der(Avnü'1-Ma'bûd, XI/293) Zaten Imam Kerhî dişin altınla bağlanması caizdir, demiş (Kâsânî, age VI6132) ve ihtilaftan söz etmemiştir Imam Muhammed ise bu konuda sadece Imam Azam'ın ayrı görüşte olmasına adeta izah getirir ve der ki: "Dişin gümüşle bağlanması (herkese göre) caizdir Erkeğin altın ve gümüş kullanmasının haramlığı, yüzük dışında, eşittir Öyleyse diş altınla da bağlanabilir"(ay) Bu takdirde Imam Azam'ın haram demesi, mutlak (istisnaları olabilecek genel) anlamda anlaşılmalıdır ve zaruret hali ondan istisna edilir Işin altınla ilgili yönü budur
Diğer yönden, başta da değindiğimiz gibi, önceleri mes'eleye gusülle hiç alaka kurulmamış ve bu açıdan bakılmamıştır Hatta çıkan dişin yerine bağlanmasında ihtilaf edilmiş olsa bile, şer'i usüllerle boğazlanmış bir koyun dişi veya gümüş bir diş edinmekte, ihtilaf yoktur(Fetavâyi kâdihân (Hindiyye ile) NI/413; Hamid Mirzâ, ElFethur-Rahmanâ, lI/227-228) Halbuki, ister koyun dişi olsun ister gümüş diş olsun, çıkan diş yerine koyulduğunda orayı kapatacak ve dibine suyun ulaşmasına engel olacaktır Bu hoş görülmüştür, çünkü Islâm'da sihhat başta gelen nimetlerdendir Tedavî emredilmiştir ve bugün artık ağzın, hastalıklar açısından iç bünye için adeta bir gümrük kapısı görevi yaptığı, dişlerin de bu kapıyı çevreleyen demir teller durumunda bulunduğu, bir çok tehlikeli hastalığa çürük dişlerin sebep olduğu kesin bilinen bir gerçektir Dolgular da zaten altınla yapılmamaktadır Buna göre dişi çürüyen adama dişini hemen çektirmesini, dolgu yaptırmasının caiz olmadığını söylemek cahillik değilse de bir ifrat ve bir cinayettir Bütün fıkıh kitaplarımızın "yara sargısına mesh" bölümlerinde, nasıl yara olursa olsun, açık kalma ya da su değmesinden zarar görecekse sargısının üzerine meshedileceği, yaranın ömür boyu sürmesi halinde meshin de ömür boyu süreceği yazılıdır Hatta ufacık bir yara için, başka imkân yoksa, meselâ bütün bileği saran bir sargı kullanabilir ve sadece yaranın üzerinde değil, sargının diğer taraflarına da mesh edilir Bunun için sargıyı abdestsizken, hatta cünüpken sarmak bile hiç birşeyi değiştirmez Başka hiçbir delil ve içtihat olmasa dahi, sırf bu sargı mes'elesinden diş dolgusuna, ya da kaplamasına intikal edip onun da caiz olduğunu anlamak, müçtehidane yapılmış bir kıyas değil; herkesin anlayabileceği "ifadenin delaletiyle delaleti" kabilindendir
Ancak şunu da ilave etmek gerekir, bu gün sağlık açısından altının yerini alabilecek madenler bulunmuş ise ve kişinin de bunları kullanma imkânı varsa diş rengindeki protezler aynı görevi yapıyorlarsa erkeklerin altın diş kullanmaları yine caiz görülemez Kadınlar ise kullanabilirler Ama bunun bir ihtiyaçtan kaynaklanması, süs için yapılmış olmaması şarttır Çünkü Rasulüllah Efendimiz, "güzellik için dişlerini seyreltenlere (dişte estetik operasyon yaptıranlara) lanet" etmiştir Dolgunun, yani asıl dişin yerini alabilecek bir uygulama bulunamayacağı için dolgu (Allah'u a'lem) her zaman caiz olacaktır
Görüldüğü gibi Hanefi Mezhebinin usulü ne altın dişe ne de dolguya cevaz vermez durumdadır Bir Hanefi de zaruret varsa bunları yapabilir Öyleyse, cumhura göre gusülde ağzı yıkamak farz değildir, bu yüzden dolgu yaptıracak olan abdestte mezhebini değiştirmelidir, demeye de hiç gerek yoktur Ama sadece altın konusunda diğer imamlarla beraber Ebu Hanife'ye de uymak isteyenler altını kullanmayabilirlerse herhalde daha iyi ederler Dolgu ise zaten hepsine göre caizdir Değerli Hocam, Örnek Insan Merhum Doç Dr Ruhî ÖZCAN Bey bizzat sorduğumuzda diş dolgusunun caiz olduğunu söylemişlerdi Değerli Kardeşimiz Ahmet Akın ÇIGMAN Hoca da Ömer nasûhî BILMEN, Erzurumlu Ali Osman BEKTAŞ Hoca (Ruhi Bey kendisi için "Furu'u fıkıhta dünyada yektadır" demişlerdi), Şamlı Alim Abdürrezzak Halebi'nin altın dişe caiz dediklerini bizzat duyduğunu, Ibn Abidîn'in torunu Ebu'1-Yüsr Abidin den aynı fetvayı haber aldığını, Fıkıh Alimi Ilgazli Şeyh Ahmet Efendi den: ‚Taktı iseniz sökün demeyiz, takmadı iseniz takın demeyiz' diye dinlediğini bana anlattı Aziz büyügümüz Lütfi DOĞAN Hoca da eski Erzukum müftüsü Sadık Efendi'nin diş dolgusuna cevaz verdiğini söylediler Ayrıca Izmir'li Ismail Hakkı'nın hem altın dişe, hem de diş dolgusuna cevaz verdiği uzunca araştırmasını Sabîlü'R-Reşâd, Şaban ,1332-12 Haziran 1330/25 Haziran 1913 tarihli nüshasından alarak Muhterem Hayreddin Karaman Bey "İslam'ın Işığında Günümüz meseleleri" adlı eserinde yayınlamış (I/297 vd) ve M Zâhidü'L-Kevserî'nin de aynı görüşte olduğunu bir mektubunun kendilerinden mahfuz fotokopilerinden aktarmıştır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DİŞ TEDÂVISI Diş ve ağız sağlığının önemi her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır Ağız sağlığı vücut sağlığı demektir Vücut sağlığına dikkat etmek gerektiği gibi, diş sağlığına da önem vermek gerekir Nitekim Peygamberimiz, dişleri misvaklamak (fırçalamak) hususunda "Ümmetime (veya insanlara) zor gelmeyeceğini bilseydim her namaz için misvak kullanmayı emrederdim " buyurmaktadır (Buhârî, Cum'a, 8)
Diş takma, doldurma, kaplama ve protez gibi olaylar, ağız sağlığını temin hususunda başvurulan çarelerdir Diş doldurma ve kaplamanın abdest ve gusüle zarar verip vermediği, bu kaplama ve doldurmalarda altın ve gümüş madenlerinin kullanılmasının dinen sakıncalı olup olmadığı konuları, inananların zihinlerini meşgul etmektedir Islâm'ın bu konulardaki hükümlerini araştırıp öğrenmek, müslümanları şüphe ve tereddütlerden uzaklaştırıp kalp huzuruna kavuşturacaktır
Kur'ân-ı Kerim'de dişleri kaplama ve dolgu yaptırma ile ilgili açık bir hüküm yoktur Hadis'te ise Ebû Davud, Tirmizî ve Nesâî'nin zikrettikleri Hz Peygamber'in, Arfece b As'ad'e altından burun yaptırmasını emir buyurmaları geçmektedir
Sahabîlerden Arfece b As'ad (ra)'ın Külâb savaşında burnu kesilmişti Arfece, gümüşten bir burun yaptırdı Aradan biraz zaman geçince burnunda kötü bir koku meydana geldi Bunun üzerine Rasûlullah (sas), ona altından bir burun edinmeyi emir buyurdular (Ebû Davud, Hâtem, 7; Tirmizî Libâs, 31; Nesâî, Zîne, 41)
Sallanan bir dişi gümüş bir telle bağlamak Imam Âzam'a, Ebû Yusuf ve Imam Muhammed'e göre ittifakla caiz olup mekruh değildir Altınla bağlamak ise Imam Âzam Ebu Hanife'ye göre mekruh diğerlerine göre mekruh değildir Gümüş koku yaptığı için altından burun taktırmak ise icma ile caizdir
Imam Âzam, çıkmış olan bir dişi tekrar yerine iade etmeyi mekruh görür Çünkü bu diş ona göre ölünün dişi hükmündedir Bunun yerine gümüş bir diş takılabileceği gibi, besmele ile kesilen bir koyunun dişi de konabilir ve gümüş bir tel ile bağlanabilir Ebû Yusuf, "Ben bunu Imam Âzam'a başka bir yerde sordum Çıkmış bir dişin iade edilmesinde bir sakınca görmedi", diyerek aynı konuda Ebû Hanife'nin ikinci bir görüşünü aktarmaktadır (Ibn Âbidin, V, 231)
Imam Muhammed, Arfece hadisini delil getirerek, dişi altın telle bağlamanın, kaplamanın ve altın diş takmanın caiz olduğunu söylemektedir Imam Ebû Yusuf da çıkan bir dişi yerine iade ederek gümüş veya altın bir tel ile bağlamakta veya onun yerine gümüşten bir diş takılmasında bir sakınca görmez
Buna göre, imamların, gerek abdest ve gusül açısından, gerekse altın ve gümüşün kullanılması bakımından dış doldurma ve kaplamada bir mahzur görmediklerini söyleyebiliriz Araştırmalardan Imam Azam, Imam Ebu Yusuf ve Imam Muhammed'in diş kaplama ve doldurmanın abdest ve gusüle engel olmadığı konusunda fikir birliğine vardıklarını görüyoruz Çünkü bunların üçünün de dişi gümüş tel ile bağlamanın ve gümüş bir diş takmanın caiz olduğu konusunda birleştikleri bilinmektedir Kâsânî'de tadbîb: kaplama kelimesi açıkça zikredilmektedir (Kâsânî, el-Bedâyiu's-Sanayı ; V,132) Gümüş tel ile bağlandığı zaman bu, telin geçtiği yerlere su varıp varmadığı meselesi olduğu gibi, koyun dişi veya gümüş bir diş takıldığı zaman bunların altına su ulaşıp ulaşmaması yine söz konusudur Dişi tel ile bağlama, kaplama veya başka bir dişi takma sebebiyle suyun ağızda ulaşmadığı yerler yüzünden abdest veya gusüle bir halel gelseydi bunu müctehidler mutlaka açıklarlardı Halbuki kaynaklarda böyle bir şey hiç zikredilmemektedir Bir de bu diş kaplama ve doldurma işi, aynı zamanda bir yara üzerine konan beze çebire'ye benzetilmektedir Abdest ve gusülde sargı üzerine mesih caiz olduğu gibi, ağzında kaplamalı veya dolgulu dişi bulunan kimsenin suyu çalkalaması yeterlidir Yoksa kaplama ve dolgu altına su işlemesini temin etmek zor olduğu gibi, çoğu zaman ağız sağlığına zarar da getirebilir Zaten bu konuda imamlar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur Onlar dişi kaplatmaktan bahsetmekte, fakat hiçbirisi, bunun abdest veya gusüle engel olduğundan söz etmemektedir Dişi kaplama gusüle engel olmazsa, doldurmanın da öncelikle engel olamıyacağı açıktır
Imamlar arasında ihtilaf sadece çıkmış olan dişin tekrar yerine iade edilmesi ile, altının kullanılmasındadır Dişi gümüş ile kaplama veya doldurmada herhangi bir görüş ayrılığı yoktur Bu konuda altın kullanılmasını Imam Azam caiz görmez, diğerleri ise bir sakınca yoktur derler
Netice olarak altın veya gümüş ile diş kaplama, doldurma ve protez yaptırmanın ve bunları kullanmanın Islâm açısından hiçbir mahzuru olmadığını söyleyebiliriz Ancak Hanefi imamları adet (ay hali) görmekte olan bir kadının bu müddet içinde kapladığı dişin temiz olmadığını ve dolayısıyla kadının abdestsiz kaldığını ileri sürdüklerini görüyoruz Fakat Imam Şafiî'ye göre ay hali gören bir, kadının dişini yıkayarak kaplatması caizdir
DİŞİ ALTIN VE GÜMÜŞ İLE KAPLAMAK CAİZ MİDİR? Diş, hayatı önem taşıyan bir organdır İslam dini onu korumak için tedbir almamızı emretmiştir Her yemekten sonra ağız ve dişlerimizi yıkamamızı emrettiği gibi misvak kullanmamızı da emretmişitr Peygamber (sav): "Yemeğin bereketi, ondan evvel ve sonra abdest almaktır” buyurur Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor:
"Ümmetim için endişe etmeseydim, her namaz için misvak kullanmayı emir ederdim”Ağız ve dişleri temiz tutup misvaklamanın insan sağlığı için büyük faydaları vardır
Daha önce de beyan ettiğimiz gibi fırça da misvak sayılır Diş buzulursa onu doldurmak veya kaplamak elbetteki vücut ve sağlığın bir gereğidir Gusle de mani değildir Mani olsaydı ne altın, ne gümüş ile bağlamağa ve kaplatmağa müsaade edilmemesi gerekirdi Halbuki gümüş ile bağlatmak veya kaplatmak hususunda muhalefet eden de olmamıştır Bilittifak caizdir Ancak Hanefi mezhebinde altın ile kaplatmak hususunda ihtilaf vardır İmam Muhammed'e göre hem altın, hem gümüş ile bağlatmak ve kaplatmakta beis yoktur İmam-ı A'zam'a göre gümüş ile bağlatmak veya kaplatmak caizdir Fakat altın ile caiz değidir Ebu Yusuf ise bir kavle göre İmam Muhammed ile, diğer bir kavle göre İmam-ı A'zam ile beraberdir Münteka'da kayd edildiğine göre, İmam-ı A'zam da dişin altın ile bağlatılmasında (veya kapplatılmasında) bir sakınca olmadığı görüşündedir
En kuvvetli görüş İmam Muhammed'in görüşüdür Çünkü gümüş ile kaplatılırsa dişin etini bozar ve koku yapar Böyle bir fetva bulunduğuna ve her yerde bununla amel edildiğine göre aksini söyleyip halkı şaşırtmanın manası yoktur Ba husus Şafi'i mezhebinde özellikle zaruret olduktan sonra hiç beis yoktur Amma diş bozulmamış ise yani zaruret olmazsa erkek için altın kullanmak haram olduğundan dişi onunla kaplatmak asla caiz değildir Kulab vakasında Sa'id bin Arfece'nin burnu kesildi Önce gümüşten bir burun edindi Bozulunca Peygamber (sav) altından burun edinmesini emretti
BAZI KİMSELER FAZLA ÇOCUK YAPMAMAK İÇİN TEDBİR ALIP BiRTAKIM ÇARELERE BAŞ VURUYORLAR FAZLA ÇOCUK YAPMAMAK İÇİN TEDBİR ALIP DOĞUM KONTROLÜ YAPMAK CAİZ MİDİR? Doğum kontrolü mes'elesi ülkemizi ve İslam alemini aşan bir meseledir Her yerde ondan söz edilmektedir İslam aleminde münakaşası yapıldığı gibi, hiristiyanlık aleminde de münakaşası yapılmaktadır Asrımızda Mevdudi, Seyyid Kutub, Ahmed al-Şarbasi ve Sa'id al-Buti gibi zevat bu konuyu ele alarak durumu açıklamışlardır (Allah onlardan razı olsun) Bunların bir kısmı Türkçeye tercüme edilmiştir Bunun için bu konuda fazla bir şey söylemek icab etmez Yalnız bazı kimseler bu hususta kanaatimi sordukları için kısa da olsa bir şeyler söylemeye mecbur kaldım Evlenmek, Peygamber (sav)'in sünnetlerinden biridir Onunla ilgili çok hadis varid olmuşturEz cümle şöyle buyuruyor: "Nikah benim sünnetimdir" (İbn Mace) Evlenmenin birçok hikmetleri vardır
1- Fıtratın ihtiyacını karşılamaktır Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Huzur bulasınız diye cinsinizden sizin için eşler yaratması Allah'ın büyük ayetlerinden biridir" (er-Rum)
2- Neslin devamı ve beşeriyeten çoğalmasıdır Peygamber şöyle buyurur: "Evleniniz Çünkü ben sizin çoğalmanızla iftihar ediyorum" (Buhari, Müslim)
3- Şerefi muhafaza edip ahlaksızlığa düşmekten korumaktır Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Ey gençler evlenmeye gücü yeten evlensin Çünkü o, gözü –harama bakmaktan- korur, zinadan da muhafaza eder (Müslim)
Durum böyle olmakla beraber iradesi kuvvetli olup gayr-i meşru hayata yaklaşmayacağını bilen kimsenin evlenmeyebileceği gibi, evlenen kimse de azl gibi bir yol ile çocuk yapmamak için tedbir alabilir Cabir bin Abdullah (ra) dan şöyle rivayet edilmiştir:"Kur'an-ı Kerim nazil olurken biz azl ederdik Bu durum Peygambere (sav) ulaştığı halde bizi men etmedi" (İbn Mace)
Azl'ın manası: meniyi dışarıya akıtmaktır Azl ile ilgili çok hadis vardır Bir kısmı onu hoş görmemiş ise de, kesin olarak yasaklayan bir hüküm de getirmemiştir Bunun için Cumhur-u ulemaya göre, kadının rızasıyla azl mübah kabul edilmiştir Hatta Şafii ulemasının birçokları kadının rızasını almak söz konusu değildir, diyorlar Fakat tamamaıyla tenasül cihazının görevine son vermek için ilaç kullanmak veya ameliyata başvurmak kesinlikle haramdır Bu husus için asla cevaz olmamıştır
Sa'd bin Ebi vakkas'dan rivayet edilmiştir: "Peygamber (sav), Allah'a kulluk etmek maksadıyla daimi surette evlenmeyi terketmek isteyen Osman bin Ma'zun'un dileğini reddettiİzin verseydi biz de kendimizi iğdiş edecektik"
Meni rahimde yerleştikten sonra nutfe ve alaka –kann pıhtısı- halinde iken herhangi bir ilaç ile onu düşürmenin caiz olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır
Hanefi ulemasından meşayıh-i maveraünnehir, Cevahir al-Ahlati ve al-Nehr ile Şafii ulemasından Abu İshak el-Merzedi ve Remli'nin sözünden anlaşıldığına göre ma'zeret olmasa da caizdir (al-Fetava'l-Hindiyye, Şebramilisi) Gazali, İbn Hacer, la-Bahr ve Hanefi mezhebinde racıh kavle göre ma'zeret olmazsa caiz değildir (İbn Abidin)
Ama meşru bir ma'zerete binaen onu aldırtmak veya ilaç ile onu düşürmekte beis yoktur Meşru mazerete birkaç misal:
1- Hamile kadının hastalığını artıracak veya helakine vesile olacak hastalığın bulunması
2- Çevrenin çok bozuk olup, fitne ve fesadın azgın halde olması, yani doğacak çocuğun ahlakını bozacak mahiyette olması,
3- Fakr ve zaruretin hüküm sürmesi, ibn Vehban şöyle diyor: Hamile kadının hamlı alınmadığı takdirde, emzikli çocuğunun sütü bozulup babasının da fakir oluşu yüzünden kendisine süt verecek bir kadın bulamamış olması bir mazerettir (İbn Abidin)
__________________
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DOĞUM KONTROLÜ CAİZ MİDİR? 1 Günümüzde insanlar, fakirlik gibi ekonomik gerekçelerle çocuk sahibi olmaktan alıkonulmak isteniyor Dinimiz açısından biz bu konûya nasıl yaklaşabiliriz?
Önce son cümlenizden başlamama izin verin lütfen Bizim zaten "dinimiz açısından" başka bir açımız yoktur İslamın kapsamlılığını iyi kavrarsak, bu açının herşeye bakılabilecek kadar geniş olduğunu görürüz Aksi, çifte standardın doğmasına sebep olur ki, bunun da ne demek olduğu açıktır Şimdi sorunun esasına gelelim: Ali Efendimizin "batıl için söylenmiş hak bir söz" diye bir ifadesi vardır Yani doğru olan bir hüküm, bâtılı ve yanlışı desteklemek için de söylenmiş olabilir Batı, kendi doğal kaynaklarını bitirmek üzere Yüzyıllardır sömürmekte olduğu doğuya uzanan hortumları, çogalan nüfus sebebiyle kesilme tehlikesiyle karşı karşıya gelince, doğudaki nüfus artışını önlemek istiyor Özellikle Türkiye için bir başka sebep de, yarın Avrupa Topluluğunda temsilcilerin nüfusa göre tesbit edileceği gerçeği Onlar kendi içlerinde nüfusu çoğaltıcı tedbirler alıyor, bir yönden de on milyonlarca insanı bir anda öldürebilecek nükler silâhlar geliştiriyorlar, sonra da "biz gelecekte insanları açlıktan öleceğinden korkuyoruz" diyerek, bizdeki ağızlarıyla nüfus planlaması edebiyatı yaptırıyor ve aç insanımıza prezervatif dağıtıyorlar Bize de "Islâm şöyle demiş, böyle demiş" dedirtilerek buna çanak tutuluyor Tıpkı, plajların haram yönleri söz konusu edilmeden, "denize girmek orucu bozar mı" diye sorulduğu gibi Halbuki, doğum kontrolü câiz olsa dahî, böyle bir durumda: "Islâmda, aslında caîz olan bir şeyi Islâm düşmanları istismar etmeye kalkarlarsa ne yapmak gerekir?" diye sormalıdır Şimdi bu noktayı hep göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki: Islâm fıtrat dinidir Fıtrat, kadını erkeğe, erkeği kadına çeker Birleşmelerinin zorunlu sonucu ise, neslin türemesidir Dolayısıyla tabii ve fitrî bir olguyu genel anlamda engellemek (devlet politikası olarak demek istiyorum) insâni ;ve Islâmî değildir Rızkın kısalacağı korkusunun şeytandan kaynaklandığını, Allah'ın her canlının rızkını vereceğini Kur'ân-ı Kerîm haber verir Bu konuda çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler vardır Işin fert düzeyinde olması ise ayrı bir konudur
2 Doğum kontrol metodlarını ve bunların fıkhî hükûmlerini tek tek ele almadan, genel olarak "çocuk sahibi olmamaya çalışmanın"hükmünü sorabilir miyiz?
Dediğimiz gibi Islâm fıtrat dinidir Bu noktayı her halükârda göz önünde bulundurmak gerekir Fıtrîliğin tabiî sonucu çocukların doğmasıdır ve fıtrata (doğal oluşa) müdahale ise hoş karşılanmamış, ancak "kimse çocuk yapmâyı engelleyici davranışlarda bulunmayacak" diye de tenbih edilmemiş, hatta "azıl"e, hoş görünmese dahi, müsaade edilmiştir Azılde aslolan korunmadır Dolayısıyla bunun su ya da bu yöntemle olması, tıbbî sakınca ve başka haramlar içermedikçe, birşey değiştirmez Yani onlar da azıl gibidirler Ancak bu fertler için söylenebilecek bir olaydır Bir "azîmet" (yani zor olmakla birlikte işin en iyisi, en uygunu) değil, bir "ruhsat" (yani bir tolerans, zayıflara bir izin)tır Korunmanın hiçbir şekli zararsız değildir Bu bile tek başına onun hoş bir şey olmâdığını gösterir Hattâ materyalist bir tıp doktorunun şu ifadeleri ilginçtir "Çocuk olmaması yolunda alınan tedbirlerin hemen hiçbiri tehlikesiz değil gibidir Herhalde bu, çocuk istemeyenlerden tabiatın öç almasıdır" Bu yüzden fıkıhçıların bazıları; meşru bir mazeret olmaksızın korunmanın, yani doğum kontrolününün câiz görülemeyeceği kanaatindedirler Mazeretler arasında da "salt aç kalma endişesi" bulunmamaktadır Ancak dediğimiz gibi, mazeret olmaksızın korunmanın, hoş olmamakla birlikte, câiz olduğunu söyleyenler de vardır
3 Kullanılan metodlardan ikisi de spiral gibi rahim içi âletler ve haplar Bunların zararlı yönlerinin bulunduğunu da düşünürsek, fıkhî hükümleri ne olabilir?
Bunların birer korunma yöntemi olmaları açısından bir önceki soruda söylediklerimizi tekrarlamış olalım Tıbben zararlı oluşları, Islâmi açıdan en azından teşvik edilen ve "lekesiz helâl ve hoş" bir şey olmadıklarını gösterir Çünkü hakkında nas olmayan konularda islâm "âdil tıb"bı hakem sayar Ancak hoş olmasalar dahî, açıkça haram ilan kılınmamışlardır Hatta Ibn Âbidîn: "Kocanın izni ile kadının, rahminin ağzını kapatma hakkıvardır" diye bir ifade nâkleder ki bu, spiralden başka bir şey değildir Ancak bir mazeret olmadan spiral taktırmak için kadın, avretini bir başka kadına dahî gösteremez
4 Azlin hükmü nedir?
Genellikle câiz görülmüştür: Mazeret olmadan câiz olmaz diyenler de vardır Ancak câiz diyenler de bir ruhsat olduğunu, iyi olanın azıl dahi yapmamak olduğunu ve kadının izni olmazsa câiz olmayacağını da kabul ederler
5 Sözünü ettiğiniz mazeretler, ya da doğum kontrolünü câiz kılan haller nelerdir?
Özet olarak söylersek: Kadın emzikli olup yeniden hamile kalmasıyla bebeğine zarar gelecekse, ortam kesinlikle edepli bir çocuğun yetiştirilemeyeceği kadar bozuksa, hamile kalması tıbben sakıncalı görülürse, hattâ Gazâli'ye göre erkek; eşinin formasyonunun ve güzelliğinin bozulmasından endişe ederse, helâl olan korunma yolları uygulayabilir Ama bu sonuncusunu herhalde sadece kadına düşkün ve bu yüzden fitneye düsebilecek erkekler için söylemek gerekir
__________________
DOĞUM KONTROLÜ
Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasî, iktisadî, demografik, tıbbî, ahlâkî, sosyal ve dinî yönleri bulunan bir kavram Aile plânlaması, nüfus plânlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak ondokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa'da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, "gebeliği önleme metodları" üzerinde durmuşlardır Ancak yirminci yüzyılda dînî ve ahlâkî bakış açılarının değişmesi, ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde, doğum kontrol yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; serî ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılması ve alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilâçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur
Çeşitli doğum kontrol yöntemleri gelişip yaygınlaşmadan önce dinlerde "azl" metoduyla gebeliği önleme bilinmekteydi Yahudiler ve hristiyanlar ve sonra da müslümanlar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesinde azl metodunu uyguluyorlardı Doğu dinlerinde de azl metodu uygulanıyordu (Encyclopedia Britannica, "Birth control", III, 705; Moye W Freymann, Encyclopedia Americana, "Birth control", mad, IV/4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Ebu'l-Ala Mevdudi, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967; M Esad Kılıçer, "İslâm'da Aile Planlaması", AÜİF Dergisi XXIV, Ankara 1981, 494 vd; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, 176-178)
İslâm dini, kürtajı kesinlikle cinayet olarak kabul etmiştir Aynı şekilde, insana zarar verici her çeşit tıbbî müdahaleyi, kısırlaştırmayı doğum kontrolünün dışarıdan zorla yaptırılmasını da yasaklamıştır Doğum kontrolü uygulanmasının çeşitli sebepleri vardır:
1 Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu
2 Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırılmasını sağlaması
3 İstenmeyen gebelikler
4 Doğumu mümkün en iyi şartlara ertelemek arzusu
5 Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek
6 Hastalıklar Hastalıkların çocuğa da geçeceği düşüncesi AIDS, Verem vs
7 Cariyenin çocuğu olursa, azad edileceği yani satılamaması düşüncesi (Bu sebep, İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda geçerlidir)
8 Fazla çocuğun, ibadete ve ilme engel olacağı fikri
9 Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsız bulunmaktadır
Çeşitli doğum kontrol yolları ve araçları bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu kesin olarak gebeliği önlememektedir:
1 Azl, yani erkeğin, cinsî ilişkiyi yarıda kesmesi
2 Ritm (takvim) usûlü Bu usulde, kadının doğurgan olmadığı tehlikesiz dönemlerinde cima yapılması gerekmektedir
3 Ağızdan alınan ilaçlar Bunların çeşitli yan etkileri vardır
4 Prezervatif (kondom, kaput) Spermatozoidlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önlemek içindir Aynı zamanda son yıllarda resmen propagandası yapılmış ve çağın en korkunç hastalığı olan AIDS'e karşı en iyi korunma aracı olarak sunulmuştur Ayrıca kadın kondomları da vardır
5 Rahim içine konulan aygıtlar Diyafram, kremler, süpozituarlar, tamponlar, spiraller
6 Kürtaj
7 Kısırlaştırma 8 Lavaj 9 Laparoskopi
Başta azl olmak üzere, bütün bu doğum kontrol araçlarının çeşitli yan tesirleri ve tehlikeleri mevcut bulunmaktadır Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir Bunlar, orgazmı (doyumu) önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, imtizaçsızlığa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır
Bunlar, kadının isteği dışında yapıldığında onun çocuk sahibi olmasını engellemekte ve tatminsizliğe neden olmakta; nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını fuhşa teşvik etmektedir
İslâm dininde "azl" vasıtası ile doğum kontrolü meselesinde dört büyük imam, cevaz yanlısıdırlar Yine de fukaha arasında azl meselesi ihtilâflıdır Çeşitli mezheplerde azl için mekruh, caiz, mübah, helâla yakın mekruh, haram gibi hükümler verilmiştir Kürtaj ve çocuk düşürmek cinayet olarak görülmüş; ancak gebeliğin ilk yüzyirmi günü içerisinde, cenin henüz canlı bir varlık haline gelmeden çocuğun düşürülebileceğini de caiz görmüşlerdir (İbn Âbidin, Terc A Davudoğlu, İstanbul 1983, VI 32 vd; Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İstanbul 1985, 116; Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İstanbul 1982, 67)
Azl (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması), hakkında Kur'ân-ı Kerim'de bir beyan yoktur Hz Peygamber (sas)'den bize gelen rivayetlerde de azl konusunda O'nun açık bir yasaklaması bulunmamaktadır (bk Azl mad) Bu sebeple azli, cumhur, mübah olarak görmüştür Azli mübah görenler onu, zarûrî hallerde caiz bulmuşlardır Azle karşı olan alimler ise, ashabın çoğunluğunun ve bizzat Peygamber'in azle karşı olduğunu, Peygamber'in azl konusunda soru soranlara "isterseniz yapmayın" demesinin yasaklamaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir Kıyas yoluyla bazı ulema da doğum kontrolü için şunları söylemiştir: Gazâlî, "Azl, nikâhı terketmek gibidir" der (Gazâlî, İhyâu Ulûmid-Din, II, 41 vd) Caferiye mezhebi, çocuğun millet ve ana-babanın ortak bir malı olduğunu belirtmiş zarûret sebebiyle doğum kontrolünde azl yolunu câiz görmüştür Dürzîler, ailelerin özellikle fakirlerin az sayıda çocuk sahibi olmalarının iyilik ve takvaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir İbn Kudâme, azlin mekruh olduğunu, onun darü'l-harb'te caiz olacağını belirtir İmam Nevevî de, azli ved'e benzeterek, mekruh olduğunu söyler İbn Hazm da aynı görüştedir Mevdûdi doğum kontrolünün İslâm'la bağdaşmadığını savunur O, doğum kontrolünün ümmet çapında bir hareket olmadığını; birkaç sahabînin bu yola başvurduğunu; büyük çapta bir hareket olsaydı Hz Peygamber (sas)'in bunu yasaklamış olacağını belirterek, ancak zarûrî hallerde, kadının gebe kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki çocuğa zarar vermesi durumu gibi zarûret(erde tedbir alınabileceğini söylemektedir (Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967) O, fakirlikten dolayı ailelerin çocuktan kaçınmalarını suç olarak telâkkî eder Delîl olarak İsrâ Sûresinin "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz Sizi de onları da biz besliyoruz Onları öldürmeniz büyük günahtır "(el-İsrâ, 17/31) âyetini getirir ve En'âm Sûresinin 140 âyetine dayanarak helâli haramlaştırmamak gerektiğini söyler Mevdûdî, doğum kontrolün,ün İslam'ın temel ilkelerine ve özüne aykırı olduğunu, bunun nüfus azalması ve fuhşa teşvik yolu olduğunu da belirtmektedir TC Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin resmi politikasına uydurmak maksadıyla 1960'da başkan Ömer Nasuhi Bilmen'in uygun bulmasıyla "ilkaha mâni tedbir almakta kadının rızası şart olup, zaman gereği çocuğun kötü yetişeceği, harp veya seferde bulunulması ve benzer sebeplerle bu şartın da sâkıt olacağı ve dolayısıyla azlin, bir kısım ashab ve ulemanın kerih görmelerine rağmen, yine bir kısım ashab ve cumhûr-ı ulemaca caiz görüldüğünü" savunmuştur Çeşitli fetvalarda, ulema, zarûret yoksa herhangi bir şekilde gebeliği önlemenin câiz olmadığını, ancak tehlikeli hallerde azlin de, ilaç almanın da caiz olduğunu söylemiştir Ancak hiçbir zaman "devamlı doğum kontrolü"nden yana olunmamıştır Hz Peygamber'in "Azl yapılsa da, yapılmasa da; Allah'ın dilediği her canlının kıyamete kadar dünyaya geleceğini" söylemesini (Buhârî, Nikâh, 42; Müslîm, Nikâh, 1438; Neseî, Nikâh 107/6; Ebû Dâvud, Azil, 2170-2173; Tirmizî, Bâbu Kerâhiyeti'l-Azli, 1138) kaynak olarak alan ve doğum kontrolüne istisnai hallerde cevaz veren İslâm uleması, genel olarak şu delillerle doğum kontrolüne karşı çıkmaktadırlar: Fakirlik korkusu için: Allah, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddîdir Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için gider Aynı şekilde bir erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşması gereklidir Bu, sünnettir ve çocuk, ailenin esas amacıdır Allah, "Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın" buyurur (el-Bakara, 2/223; Ebû'l-Âlâ Mevdûdi, Tefhimû'l-Kur'ân, İstanbul 1986, I, 151) Rızık korkusu, basit bir iddiadır Allah, milyonlarca canlının rızkını vermektedir; O, Hâlik ve Rezzâk'tır İnsan, Allah'ın denge ve düzenine, açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtrî yapıyı, tabiî cinsî yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme nimetini kendine kapamamalıdır Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir Allah'ın yarattığını değiştirenler müslüman olamaz (en-Nisâ, 4/119) Ancak Allah dilediğini kısır kılar (Şûrâ, 42/49-50) Fazla çocuk istenmemesi gerekçesini de İmam Şâfiî şöyle tenkid etmiştir: Allahü Teâlâ'nın Nisâ sûresinde "Aralarında adalet yapamamaktan korkarsanız bir kadınla yetininiz" şeklindeki beyanı, fazla çocuk olup, aile efradınız ve sıkıntınız artmasın anlamındadır
İslâm Peygamberi (sas), ümmetinin çokluğuyla övüneceğini, doğurgan kadınlarla evlenmelerini ve sünnetinden yüz çevirenlerin müslüman olmadıklarını, ümmetine öğütlemiştir (İbn Mâce, I, 592)
Doğum, bebeğin dünyaya gelişi, olağanüstü bir olaydır Âyetlerde buyrulduğu üzere herşey bir ölçüye göredir, ve insan dokuz ay ana karnında ve memede bu evreyi geçirir (Lokman, 31/14)
Hz Peygamber sevdiklerine "mal ve evlad bolluğu" için dua ederdi Amellerde esas Allah rızasıdır Birşey ya helâldir, ya haramdır Evliliğin iki ana hikmeti vardır: fıtraten kadın ve erkek olarak yaratılmış iki karşı cinsin birbirini tatmini ve bu yolla neslin devamı Zaten insanlar her ne yapsalar, "O'nun bilgisi olmadıkça ne meyveler kabuklarından çıkar, ne bir dişi gebe kalır ve ne de doğurur " (Fussilet, 41/47) şeklindeki ilâhî hükümden uzak değildirler İnsanlar kendi kendilerine azab ve zulüm ederler Meni rahme boşaltılsa bile bazen çocuk olmaz; meniyi rahimden kaçırmak isteyenin ise çocuğu olabilir Bu, eninde sonunda Allah'ın kudretinde olan bir olgudur Doğal cinsî yakınlaşmayı bozmayan müslüman, çocuk talep etme niyeti ve eylemi ile ayrıca sevap da kazanmakta; oysa doğum kontrolü yapan, en azından bir sevaptan mahrum olmaktadır Doğum kontrolü yapanlar, fıtrî yapıyı bozmakta, değiştirmekte, iptal etmektedir ki; eğer zarureti yoksa bu, açıkça sünnete karşı gelmek anlamını da taşımaktadır Kaldı ki, Rasûlullah, "Nikâh benim sünnetimdir; kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir Evlenin; zira ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim " (bu hadisi değişik lâfızlarla Buharî, Müslim, Ahmed b Hanbel, Taberani, Hakim ve Beyhaki, İbn Mace kitaplarında yazmışlardır) Evlenme, bir ibadet, bir sünnet olduğuna göre; Şeriata bir bütün olarak bakıldığında, evlenmiş olanların, doğum kontrolü yapmaları bekârlığın bir başka türü, veya sünnete karşı çıkış olarak değerlendirilmektedir İster ana rahmine çocuk düşmesini engellemek, isterse rahimde teşekkül etmiş cenînin yaşamasına mani olmak olsun, her ikisinde de ana amaç, istenmeyen bir gebelik veya istenmeyen bir çocuk ise, bunun çelişik, bir müslümandan zaten beklenmeyecek bir hareket olduğu açıktır
Hz Peygamber, emzikli bir kadının yeniden gebe kalmaması için onunla ilişkiyi ertelemek veya ilişkide kontrol uygulamak konusunda da ümmetini serbest bırakmıştır Gîle, Gayl, Gıyal şeklinde geçen meselede, bugün tıp, memedeki çocuğun sütünün sonraki çocuk için zararlı olduğunu söylemiştir Ancak bu konuda, "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir" (el-Bakara, 2/233) şeklindeki Kur'ân âyetini, iki çocuk arasında iki yıl müddet bırakılmalıdır şeklinde yorumlayanlar da olmuştur Bu çevreler üst üste yapılan doğumlarda gebe annenin çok yıprandığını, kendisini toparlayamadığını; memedeki çocuğa gereken önem verilemeden diğer bir çocuğun ardından gelmesiyle, ek yardım yollarından yararlanmayan çağdaş karıkocadan ibaret olan çekirdek ailenin, ekonomik açıdan da çok zor durumlarda kaldığını; gelir düzeyi düşük bu ailelerde, kadının, "çocuk üretim fabrikası" gibi ardı ardına çocuk doğurmasının başka bir azab olduğunu ileri sürerler Demek ki, her çocuk arasında en az iki yıl bırakılmalıdır Bu mesele her ne kadar erkek ile kadın arasında bir mesele gibi görünüyorsa da; doğum kontrolü, yani çocuk yapmayı önleyici düşünce ve uygulamalar, sosyal adalet, İslâm ülkesi, çocukların bakım ve eğitimi, çevre şartları gibi etkenlerle de yakından ilgilidir
Sonuç olarak, "Allah'ın kaderi olmaksızın cinsî münasebetin çocuğa götürmemesi veya çocuk olması mümkün olmadığına göre, korunma niye?" diye düşünülsün; isterse doğum kontrolü yapan hakkında, "tarlayı sürmekten yüz çevirdi, tohumunu zâyi etti, yaratılışı âtıl bıraktı, sünneti terketti, zürriyetini kuruttu" tarzında hüküm verilsin; veya doğum kontrolü kavramı, çağdaş bir zorunluluk ve dayatma şeklinde algılansın, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir düşüncedir Ama, İslâm'da doğum kontrolü konusu için ictihad gereklidir İsteyen müctehid azl veya başka yöntemlerle doğum kontrolü hakkında caizdir veya değildir gibi ictihad edebilir Bu da aslında İslâm devleti âlimlerinin vereceği karara ve ictihada dayalı bir husustur Çünkü gebeliğin veya doğum kontrolünün sebep ve sonuçlarına katlanacak olan, aile fertleridir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DOĞUMUNUN TEHLİKELİ OLMASI GİBİ BİR DURUMDA ANNE KÜRTAJ YAPTIRABİLİR Mİ? Cenine ruh üflendikten sonra (yüzyirmi gün) kürtaj ya da düşük yapma annenin hayat tehlikesi dışında hiçbir sebeple câiz değildir Hayat tehlikesini de ancak âdil (yani Islâmi her şeyiyle düstûr seçmis ve farz ibadetlerini yapan) bir doktor tesbit edebilir Ruh üfleninceye kadar ise kürtaj ve düşürmenin sebepsiz yere yapılması yine haramdır, ya da bazılarına göre mekruhtur Sebep varken yapılmasm ise bazı âlimler câiz görmüşlerdir Ortamın bozuk olup çocuğun Islâm terbiyesiyle yetiştirilememe ciddi endişesi ve gebeliğin, emzirmekte olan kadının sütüne zarar vermesi bu tür sebeplerden sayılmıştır Doğumun zor olması, hayatî tehlikeye dönüşmedikçe, kürtaj ve düşürme için bir sebep sayılamaz Becerikli ebeler doğumu belli ölçüde kolaylaştırabilirler
__________________
DOLAR FARKI VE FAİZ Dört yıl öncesine kadar Libya'da Çalışan kardeşim, çalıştığı firmadan alacağı olan 5500 doları, uzun mahkemeler sonucu, doların o zamanki fiyatı üzerinden (600TL) Türk Lirası olarak, ,şu anda %30 faiziyle birlikte alıyor Faiziyle beraber Dolar 900 TLna gelmiş oluyor Halbuki şu anda Dolar yaklaşık 1600 TL Aldığıbu fark faiz olur mu?
Anlaşılan kardeşiniz Dolar karşılığı çalışmış, firma da kendisine dolar borçlamıştır Öyleyse alacağı da dolardır Firma eğer mevcut sistemlerin açığından yararlanıp bunu borçlandığı zaman itibariyle Türk Lirasi olarak ödemeye kalkışıyorsa haksızlık ediyor ve borcunun bir kısmını vermiyor demektir O zamanki hesapla mahkemece terettüp ettirilen faiz aslında pozitif (gerçek) bir fazlalık olmadığından faiz sayılmaz, alabilirsiniz Hatta herhangi bir yolla kalan farkı da alabilirsiniz Böyle konularda Hanefi Mezhebindeki fetva Ebu Yusuf'un görüşüne göredir Ona göre borçlu borcunu öderken, borçlandığı (yani borcun zimmetine yüklendigi) gündeki değeri öder(Ibn Abidin, Tenbîhu'r-Rukûd, N/60, 61)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DOMUZ TİCARETİNİN, AVLAYIP SATMANIN HÜKMÜ NEDİR? Domuz eti ve şarap gibi, bize göre mal olmayan, fakat hiristiyanlara göre mal olan şeyleri para karşılığında değil de, mal karşılığında onlara satmak, bâtıl değil, fâsittir Yani haram olan bir davranışta bulunmuş olmakla beraber, karşılığında alınan mala sahip olunur Para karşılığında satmakta, değer verilen taraf para değil, eşya olduğundan, halbuki, bu tür şeylere Islâm değer vermemizi emrettiğinden, parayla satışları bâtıldır, hiçbir sonuç doğurmaz Yani alınan paraya mâlik olunmaz ( Merginânî, Hidaye NI/42; Dürrü'I-Müntekâ N/54; el-Inâye alelHidâye VI/405-406; Zeyla'î, Tebyîn ve Hâsiyesi; Selebî IV/44) Fakat fâsiti câizle karıştırmamak gerekir Yani bir müslümânın, eliyle boğazlamış olsa bile domuz etini satması câiz değildir Halbuki" domuz dışındaki vahşî ve eti yenmeyen hayvanları inek boğazlar gibi boğazlarsa etlerini satabilir( Hindiyye N/115)
_______________
DÖRT MEZHEB'DEN BAŞKA BİR MEZHEBİ TAKLİD ETMEK CAİZ DEĞİLDİR Aslında Kur'an ve sünnetin terbiyesi altında; bildiğimiz dört müctehid'den başka; Sa'id bin al-Muşeyeb, Ata, Sufyanal-Sevri, Sufyan bin Uyayne, Evza'i ve Davud gibi birçok müctehid yetişmiştir Ama bunların mezhebleri zamanında tedvin edilmediği için yayılma isti'dadı göstermediler Ancak Zeyd bin Ali ile Ca'fer al-Sadık'ın mezhebleri, zamanında tedvin edilmediği halde onların mezhebinde bulunduklarını iddi'a eden Zeydiye ve Ca'feriye fırkaları vardır İbn Salah dört mezheb'den Başka mezhepleri taklid etmenin caiz olmadığına dair icma'ı nakletmiştir
Bu hakk mezheplerden birisini taklid eden kimse hayatı boyunca o mezhebde kalması gerekmez İstediği zaman tamamen veya kısmen başka bir mezhebi taklid edebilir
İbn Hacer şöyle diyor: Bir kimse bir mes'elede tabi olduğu mezhebden başka bir mezhebi taklid ederse o mes'eleye bağlı olan şeylerde de taklıd etmesi gerekir Mesela namazda Hanefi mezhebini taklıd ederse abdest ve gusulde de taklid etmesi lazımdır
İbn Ziyad ise diyor ki: Namaz ayrı, abdest ayrıdır Namazda Hanefi mezhebini taklid eden kimse abdestte de onu taklid etmesi gerekmez Yani abdesti Şafii'ye göre alır, namazı Hanefi'ye göre kılarsa beis yoktur
Ulema'nın çoğu bu dört mezheb'den birisini taklid etmenin lazım olduğunu söylüyor
Bazıları da mu'ayyen bir mezhebe bağlı olmak gerekmez diyor
Herhangi bir mezhebi nazar-ı i'tibara almadan bilen kimseye, bilinmeyen mes'ele sorulabilir Al-'izz bin 'Abdüsselam ve al-Şeref el-Barizi böyle fetva vermişler Gazali de bu kana'attedir Binaenaleyh bir kimse bir mezhebe bağlı kalmadan Allah'a kulluk ederse dinsiz değildir Ancak mu'ayyen bir mezhebe bağlı kalarak Allah'a te'abbud etmek daha iyidir Gerektiği zaman başka mezhebi taklid etmek de caizdir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DÖVİZE ENDEKSLİ TAHVİL Örnek: Dövize Endeksli PTT Tahvilleri
a) 104 milyon DM ve 56 milyon dolar tutarında tahvil ihraç edilmiştir
b) Tahvil sahipleri, Batı Alman Markı'na endeksli tahviller için yıllik %5, ABD, Doları'na endeksli tahviller için yıllik % 8 faiz alacaklardır Ayrıca Dolar ve Mark'ın kur değişmeleri de tahvil gelirlerine aynen yansıyacaktır
c) Tahvil satışları, satış gününde Dolar ve Mark'ın TC Merkez Bankası'nca uygulanan "Efektif Alış Kuru" üzerinden Türk Lirası olarak yapılacaktır
d) Tahviller 6 yıl vadeli olup faiz ödemeleri 6 ayda bir yapılacaktır
e) Anapara ödemesi ise, son yıla ait 12 faiz kupon ödemesi ile birlikte ve 6 yıllık vadenin son gününde TC Merkez Bankası'nca uygulanan "Efektif Alış Kuru" üzerinden "TL"e yapılacaktır
Faizli bir muamelenin Islâm'ca onaylanmayacağı açık Ancak bir müessesenin faizle iş yapıyor olması, onunla kurulacak meşru bir şirkete ortak olunamaz anlamına da gelmez Elverir ki, kurulacak şirket faiz esasına dayalı olmasın ya da daha başka haram unsurlar ihtiva etmesin Herhangi bir şirkete hisse senediyle ortak olma söz konusu olunca Islâm hukuku açısından "Şirket-i Inan" karşımıza çıkar Ya da mürekkep bir şirket çesidiyle karşılaşırız Bunun gerek kurucularında, gerekse işleyişinde aranan şartlar fıkıh kitaplarında detaylıca anlatılır Sizin sorunuz açısından önemli olabilecek şartını belirtmemiz cevap için yeterli olur sanıyorum Bundan sonraki araştırmamızda da daha geniş cevap arayacağız: Ortaklardan birine belirli bir kâr garanti edilmesi caiz değildir Çünkü ticarette kazanmama, hatta kaybetme ihtimalı de vardır Böyle bir şartın bulunması, şirketi batıl ve hükümsüz kılar Kaybetme, kârdan olabileceği gibi sermayeden de olabilir Öyleyse sermayenin garanti edilmesi de akdin batıl olması için yeterlidir Binanaleyh asgari bu şartlara riayet etmeyen bir müessesenin ihraç ettiği tahviller Islâm hukuku açısından su götürür
Sözü edilen PTT tahvillerindeki muamelenin gayr-i Islâmiligi oldukça açıktır sanıyorum Öncelikle ortada ortak olunan hiçbir şey yoktur Bize gösterilen tahvil örneğine göre konuşacak olursak: PTT herhangi bir isletmesini tahvil sahiplerine satıyor değildir Yapılan şey; su anda kâr getiren bir KIT olarak PTT'nin sözü edilmek suretiyle istikraza teşvik ve garanti sağlamadan ibarettir Ayrıca bir taraftan %5 ya da %8 faizden açıkça söz edilmekte, diğer taraftan da tahviller dövize endekslenerek bu faizin pozitif ya da reel bir faiz olduğu vurgulanmakta, zimnen de ana para garanti edilmektedir Eğer dövize ya da bir başka şeye endeksleme söz konusu olmasaydı enflasyon yüzdesi gözönünde bulundurularak bir "negatif faiz" den söz edilir ve hiç olmazsa Ebu Yusuf'un görüşüne istinaden bunun Islâm'a göre faiz olmayacağı söylenebilirdi O takdirde böyle bir ortaklığın anlamsızlığı da ayrı bir konudur Bana öyle geliyor ki, köprü ya da baraj satışlarındaki durumun PTT tahvillerindekinden farkı, sadece onlardaki faizin sabit oranlı olmaması ve köprü ya da barajın kârına endeksli olmasından ibarettir Yine ortada satılan ya da gerçek anlamda ortak olunan bir şey yoktur Bilebildiğim kadarıyla yine ana para -ma belki endekslemeden- garanti edilmektedir Yani olay, orada da burada da bir iç istikrar olayıdır, faiz olayıdır
Ne var ki, kanaatime göre bu tahviller ya da hisse senetlerinin cevazı söz konusu olduğunda bazı alimlerimizi müsbet doğrultuda düşünmeye götüren şey, alternatif teklif bulma zorluğudur Öyle ya, müslüman bu ortamda parasını oraya vermesin, buraya vermesin hatta son zamanlarda bazı ciddi itirazların doğurduğu şüphelerden ötürü faizsiz finans kurumlarına yatırmasın, peki ne yapsın? Enflasyon canavarına mı kaptırsın ve böylece ekonomik hayattan mı silinsin Işte -eğer varsa- cevaza götüren saik bu olmaktadır Öyleyse bu probleme başka çözüm yolları aranmalı ve müslümanlar, en azından şüpheli bir muameleye bulaşmaktan kurtarılmalı deriz Çünkü caizdir, deyivermek bu arayışın da kapısını kapamak anlama gelebilir Yine de biz meselenin hisse senedi yönünü bir sonraki soruya vereceğimiz cevapta biraz daha kurcalayacağız Çünkü tahvil meselesi açıktır ve bir faiz muamelesidir
__________________
DÖVME
İnsan vücudunun muhtelif yerlerine yüze, kola, ele, göğse, derinin iğne vb sivri âletlerle şekle uygun olarak delinip, üzerine mürekkep, çivit vs dökülmek sûretiyle yapılan nişan ve resim hakkında kullanılan bir tabir
Dövme süs olarak yapılırdı Câhiliye Arapları arasında yaygın bir âdetti Bilhassa Arap kadınları dövme hususunda çok ileri gitmişler, vücutlarının birçok kısımlarını nakışlarla doldurmuşlardı Hattâ bazıları vücutlarına, tapındıkları put şekillerini kazımışlardı
Eski Trakyalılarda dövme asalet nişanesi, eski Yunanlılarda da ahlâksızlık damgası sayılırdı Hristiyanlar'da da vücutlarına dövme usulüyle haç resmi kazıtanlar vardı Kudüs'e hacca giden hristiyanlar, kol ve ellerine dövme yaptırırlardı Osmanlılar'da yeniçeriler arasında dövme çok yaygındı (Tecrid-i Sarih Terr, 351, 381)
Eski çağlardan türlü şekillere bürünerek zamanımıza kadar gelen dövme geleneği bugün bile garip şekillerde sürmektedir Cahiliye devirlerine ait ilkel bir süs halinde kalması yirminci yüzyıl mantığına daha çok yakışacak dövme; Mısırlılar'ın mumyası, Asurlular'ın örgü sakalı gibi, tarih yapraklarında birer hatıra gibi kalmamış, garip bir ilgi ile günümüze kadar gelmiştir Dövmecilikte Japonlar oldukça ileridirler Onlar bu işi güzel sanatların bir dalı olarak kabul etmişlerdir
Dövme, domuz yahut balık ödü, is karası, susam yağı gibi ilaçlarla yapılır İşlem sırasında kişi büyük bir ızdırap duyar Büyük boyda dikiş iğneleri yanyana dizilerek bir deste halinde bağlanır Beğenilen resim ve şekil çizilir, sonra bu iğne destesi o şekil üzerine bastırılarak zımbalanır Bu cılk yaranın üstüne renk verici madde sürülüp bezle sarılır Renk maddesi yukarıda saydıklarımızın dışında normal boya veya kara barut olabilir Genellikle barut ve çin mürekkebi kullanılır Dövme iğnelerinin acısı bittikten sonra yaranın acısı başlar İğnelenen yer şişer, iltihap yapar, tıpkı normal bir yara gibi işler ve kabuklanır Bir de cilt altına yabancı bir cisim gömerek yapılan dövme vardır ki, buna en fazla Eskimolar'da, Çukçiler'de Gurdenlandlılar'da ve İtalya'nın bazı bölgelerinde rastlanır
Veşm; hem eziyet, hem de Allah'ın yarattığı güzel sûreti değiştirip bozmak olduğu için çirkin bir harekettir İnsanları bu kötü işe teşvik eden şeytandır Cenâb-ı Hak bu durumu şöyle özetliyor: "Şeytan dedi ki: Elbette senin kullarından belli birtakımı alıp onları saptıracağım Onlara kuruntu kurduracağım, develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim " (en-Nisâ, 4/119) Hz Muhammed (sas) "Allah'u Teâlâ dövme yapan ve yaptırana kaşlarını incelten ve güzellik için dişlerini törpüleyip Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lânet etmiştir " (İbn Hacer el-Heytemî, ez-Zevacir, Mısır 1970, I, 141) demiştir
Bazı âlimler dövme yaptırmayı büyük günahlardan saymışlardır Lânet edilen bir hareketin ne derece kötü olduğu ortadadır Hadis-i şerifte sadece kadınların zikredilmesi, bu hareketin bilhassa kadınlar arasında yaygın olmasından dolayıdır Kadınlar için yasak olunca erkekler için de yasak olacağı tabiidir Yasağın bu derece şiddetli olması özellikle Allah'ın yarattığı tabii güzelliği beğenmeyip bozmaya kalkışmaktan dolayıdır İslâmiyet insan tabiatına en uygun din olduğu için insanların her hal ve hareketlerinden daima tabii olmalarını, sun'i ve sahte hareket ve fiillerden sakınmalarını istemektedir İnsanın şekli fıtrîdir Allah'ın bahşettiği bu tabiî şekil ve güzelliğin üstünde bir güzellik var mıdır? Şayet daha güzel bir şekil olsaydı meselâ Allah dudaklarımızı, kırmızı yaratırdı (Tecrid-i Sarih Trc V, 351-352)
Dövme günümüzde birçok ülkelerde bilhassa Afrika'da yaygın haldedir İnsanın tabii halini bozup zaman zaman çok gülünç ve iğrenç hallere girmesi günümüzde çokça görülmektedir Ruh ve ahlâk güzelliğinin değerini kavrayamayanlar, kendilerini iman, ilim ve edeple süsleyecekleri yerde, çürüyüp toprak olacak fâni vücutlarını süslemekle meşguldürler
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DUA, ZİKİR,NAFİLE TESBİHİ SESLİ OKUMA
Bugün camilerimizde "tesbihat" namazdan sonra ve müezzinin önderliginde topluca yapılmaktadır Bu, sünnete uygun mudur? Peygamberimiz devrinde nasıl yapılırdı? Yine bugün camilerimizde namazdan önce ihlasların okunması sünnete uygun mudur? Bir de müezzinin görevleri hakkında bilgi verir misiniz?
Bütün hadis ve fıkıh kitaplarımızın "Salat" yani namaz bölümlerinde "Namazın arkasından Dua" bahsine bakıldığında şu anda yapılmakta olan duaların hemen hemen hepsinin aslının bulunduğu görülür "Istiğfar" (üç kere), "Allahümme entesselam", "Ayetülkürsî", tesbih, tahmîd, tekbîr, tehlil, elleri kaldırmak ve dua bunların en meşhur olanlarıdır Bizim sözünü ettiğimiz kitaplardan gördüğümüz kadarıyla Resûlüllah Efendimiz namazların arasında cemaate dönmüş ve duada bulunmuşlardır Ancak "tesbihât" müezzin ya da bir başkasının öncülüğünde yapılmamıştır Efendimizin, "Kim namazdan sonra şu kadar tesbih söylerse" şeklindeki hadislerinden şu olmalıdır Bunları herkesin kendi başına, düşünerek ve hatta en iyisi gizlice söylemesi istenmiştir Sonraları Kur'ân diliyle dua vs okumayı beceremeyen yabancıların müslüman olmasıyla alimlerimiz, cemaate öğretme gayesiyle imamın bu tesbihati seslice söylemesinde beis olmadığını söylemişlerdir Ancak bu dua ve tesbihatin her birilerini herkesin söylemesi müstehap olduğundan, günümüzde uygulanan biçimiyle cemaatin sadece tesbihleri okuyup diğerlerini müezzinin söylemesi sünnete uygun değildir Herkes, söyleyebiliyorsa müezzine uymayı gerekli görmeden, söyleyemiyorsa müezzinle beraber ve de düşünerek bu duaları okumalıdır Müezzinin yaptığı sırf bir hatırlatmadır ve bunu aslında imamın yapması daha uygundur Müezzinlerin tesbihattan önce ilave ettikleri "bi kemâli zâtihi" vb sözlerse sünnette aslı olmayan lüzûmsuz ve bid'at sözlerdir Özellikle Ramazan'da bazı Istanbul camilerinde yapıldığı gibi müezzinlerin bir sürü gazel okuyup "ses şovları" yapmaları ve tesbihati koro halinde okumaları, ihlâsı ve duanın ruhunu öldürücü tezahürlerdir Bunda en büyük etken; mevlütçülüge pazar arama sevdası olmalıdır Namazdan önce "ihlas" okumaya gelince: Ihlâs suresi Kur'ân'dan bir parça olmakla pis olmayan her yerde okunabilir Namazdan öncesi de bu yerlerdendir Ancak sanki namazı ikmâl eden ve namazın gereklerinden olarak görülüp, kabul edilirse; yani günümüzde olduğu gibi; okunması sünnete aykırıdır, bid'attır Üstelik bunda sünnet kılanları teşvik kerahati de vardır Ancak "'namazın bir parçası gibi görülmesi" meselesine çok dikkat etmek gerekir Yoksa dediğimiz gibi "ihlâs" okumakta haddi zatında bir beis yoktur Ihlas gibi olan şeyleri de buna kıyas etmek gerekir Bu yüzden Ibn Abidîn: "Herhangi bir mübahın yapılması, cahil halk tarafından sünnet ya da vacipgibi görülecekse onu yapmak mekruh (haram) olur" (Ibn Abidin el-Ukudü'd-dürriyye, N/304) demiştir Bende canlı bir misalini kendi hayatımdan vereyim Erzurum'da ezanların ardından, ezanın bir devamı imiş gibi "Salat-ü selâm" okunur Bendeniz bir defasında muhterem hocamın ders okuttugu Gez camiinde ezan okumak zorunda kalmış ve beceremeyeceğim için de "salât-ü selâm" ı bırakmıştım Namazdan sonra bir zat beni cemaatin içerisinde "Sen bizim dinimizi yıkamazsın! Salât-ü selâmı niçin terk ediyorsun?!" diye azarlamıştı Bu, bu uygulamanın o yörede gerekli görüldüğünün bir delilidir ve Ibn Abidin'e göre terk edilmesi gerekmektedir Müezzinin vazifesine gelince, isminden de anlaşılacağı gibi ezan okumaktan ibarettir Sahih örfün yüklediği görevler de şer'an görev sayılır Mevcut kanunların yüklediği görevleri ise DIB mevzuatindan öğrenmek gerekir (Namazlardan sonraki dua adabı konusunda söylediklerimiz ve daha başka bilgiler için bk Nevevi, el-Ezkar, 57 vd; Tahtavî, 252-260; Fetavây-i Bezzazıyye, VI/378; Heysemî, E1-Fetave'1-hadîsiyye, 53,80,82, 109,115; Fetavây-i Kâdihan, NI/424; En-Namenkânî, E1-Fethnr-Rahmanî I/204 vd; Halebi Kebir, 340 vd; Halebisağir, 236 vd; Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'1-Islâmî, I/800 vd)
__________________
DÜĞÜN ÖNCESİ NİKÂH Zaman zaman olacak buluşmalarda haram bir davranışta bulunmuş olmamak için nişanla beraber dinî nikâh da yaptırmak istiyoruz Bunun hükmü nedir? Ya da tavsiye olunur mu?
Bilindiği gibi Islâm'da nikâh; "evlendim", "kabul et-‚ tim", gibi icab ve kabul ile kolayca oluşan bir akiddir Akid oluştuktan sonra da her türlü hukukî sonucu sabit olur Düğün öncesi nikâha bu açıdan baktığımızda şunları söyleyebiliriz: Öncelikle bu, İslamın ne tavsiye ettiği ne de saf dönemlerinde uyguladığı bir tatbikattır
Böyle bir uygulamaya götüren sebeplerin ekonomik, sosyolojik ve psikolojik yönleri vardır Söz ya da nişanın yapıldığında kızın emsali kadar çeyiz dizememiş olması ile, bunu tamamlamak için süre kazanmak istemesi ekonomik, çeyizi az olanları çevrenin kınamasından çok, çok olanları takdir etmesi sosyal, kızın çeyizde huzur arayıp emsalinden az çeyizle evlenmesi halide aşağılık duyması da psikolojik etkendir
Bu tür bir uygulamanın peşinden getirecegi sonuçlara gelince: Kadın şer'an erkeğin tam anlamıyla karısıdır ve daha önce de söylediğimiz gibi karşılıklı olarak, nikâh akdinden doğacak her türlü hakka sahip ve vazife ile mükelleftirler Erkeğin, yatağına davet etmesi halinde kadının bunu, ebeveyninin izin vermemesi bahânesiyle terketmesi mümkün değildir Aksi halde kocalık hukukuna saygısızlık (nüsûz) etmiş olacaktır Çünkü ebeveyninin bunu artık reddetme yetkisi yoktur Bu akitle birlikte kadının nafakası (yeme-içme, giyme ve mesken) erkeğin omuzlarındadır ve kadının bunu istemek hakkıdır Vermese erkek, hukuku çiğnemiş, verse bir yarara (istimta'a) sahip olmadan vermiş olur Buluşmaları ve çok uzak olmayan ihtimalle zevciyyet ilişkisinde bulunmaları halinde sonuç, çok daha kötü olabilir Kadın şer'an erkeğin nikâhlısıdır Bu durumda azımsanmayacak oranlarda vuku bulan ayrılma ihtimalinde, ayrılma isteği ya da sebebi erkekten ise, bugünkü kanunlara göre kadın hiçbir hak iddia edemeyecek ve bu durum onun, hayatı boyunca sürecek bir maduriyetine sebep olacaktır Islâmî müeyyidelerin bulunmamasından yararlanan (!) erkek ise, bir yönden hukuku çiğnemiş ve büyük bir günah işlemiş olacak, diğer yönden, yaptığı yanına kâr kalacaktır Ayrıca "duhulle" kanunî bir hak halini alan mihrini de, zorlayıcı bir kanun bulunmadığından, kadına vermemekle, onu ikinci bir maduriyete uğratacaktır Aslında imanı tam bir erkek, bu şartlar altında da bunları yapamaz, ancak dinî gayreti bu konulardâ kendisine engel olabilecek erkek henüz çok azdır Ayrılma isteği ya da sebebi kadından gelmişse ve erkek de bunu istemiyorsa, bu defa da yürürlükteki kanunlardan yararlanma yoluna kadın gidecek ve henüz resmen nikâhsız olduklarından, erkekle hayatlarını birleştirmeyi kabul etmeyebilecek ve bir yönüyle bu defa da erkek gadre ugrayacak; diğer yönüyle de kadın cezalandırma yoluna gidecek, onu boşamayacak ve kadın buna rağmen başkası ile evlenmesi halinde, şer'an ömür boyu zina hayatı yaşamış olacaktır Konunun bir başka yönü: Bu uygulama ile; belirli gayelere hizmet eden yayın organları ve çevreler tarafından ısrarla propagandası yapılıp teşvik edilen, evlilik öncesi flörte, şer'î bir kılıf uydurulmuş olacaktır
Peki ne yapmak gerekir? Önce bu uygulamanın sebeplerine inilmeli ve bunların Islâmî olmadığı görülmelidir Rasûlullah Efendimiz tarafından "En hayırlı evlilik" diye nitelendirilen, külfeti en az evlilik gündeme getirilmeli ve özellikle doğuda ve hasseten de Erzurum ve çevresinde uygulanan ve damadın artık ömür boyu belini doğrultamamasına sebep olan ağırlıklı düğünlerin gayr-i Islâmî ve ilkel olduğu vurgulanarak anlatılmalıdır Bu, meselenin ekonomik sebebinin çaresidir Bu şekilde, külfetli düğün yapan aileler kınanmak ve kızları için de, damatları için de, veliler için de hayırlı bir iş yapmadıkları takbîh ile kendilerine duyurulmalıdır Bu da sosyolojik sebebin çarelerindendir Müslümanca yaşamak isteyen aileler kızlarını Islâmi kültürle yetiştirmeli ve tam bir şahsiyet kazandırarak onları çeyizi ve mobilyası çok olan hemcinslerine karşı aşağılık duyacak seviyeden kurtarmalı, tığla atılan milyonlarca ilmek ve buna dökülen göz nuru yerine, bu yolda harcanan yüzbinlerce parayla yapabilecekleri ve bu ilmeklere verilen zamanın onda biri ile iki dünyalarına yetecek kadar kültür elde edebilecekleri, yani kitap okuyabilecekleri, kalan zamanlarını da daha hayırlı işlerde kullanabilecekleri kendilerine anlatılmalıdır Oğlan velileri böyle kızlâr aramalı, kız velileri de bu şuur düzeyinde oğlanlar bulmalıdırlar Bu ise, meselenin psikolojik sebebinin çaresidir Ancak çevre faktörünün bunda tesirli olduğu ve köylerde ya da muhafazakâr çevrelerde bu uygulamanın sonuçlarının, böyle olmayan yerlerde ve şehirlerdeki kadar menfi olmayacağı da kabul edilmelidir Her şeye rağmen böyle bir uygulamaya gidiliyorsa, şer'î nîkahla beraber resmî nîkâhın yaptırılması da tavsiye edilebilir Böylece şer'î müeyyidelerin bulunmadığı bir ortamda, şer'î olmayan yollarla da olsa kuvvet dengesi sağlanmış olacaktır Bu marazı belirti için kısmı tesir gösterecek bir çareden daha söz edilebilir Eskiden olduğu gibi evlenemeyecek çiftlere maddi yardım sağlayan vakıflar kurmalı ve evlilik için çeyiz gibi bir problemin kafalarda artık problem olmaktan çıkmasını sağlamâ yoluna gidilmelidir, gidilebilir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DÜĞÜNDE AŞIRIYA KAÇMADAN OYUN OYNAMAK CÂİZ MİDİR? Rasûlullah Efendimiz, nikâhın duyurulması için def çalınmasını öğütlemiştir(Tirmzî, nikâh 6) Sahabeden: "Allah Rasûlü bize düğünde oyuna izin verdi" dedikleri nakledilmiştir(Nasâî, nikâh 80) Muhammed b Hâtip el-Cumahî : Allah Rasûlü (Dügünde) helâlla haramın arasm ayıran şey, def çalmak ve ses çıkarmak (agit dökmek)tir" buyurdu (Tirmizî, nikâh 6; Nesaî, nikâh 72; Ibn Mâdce, nikâh 20; Müsned NI/418) diye rivayet etmiştir Allah Rasûlü düğününde Rubayyi'nin evine gitmiş ve def çalıp türkü söyleyen câriyelere, buna devam etmelerini söylemiştir (Buhârî, nikâh 48) Bir bayram günü Hz Aişe'nin yanında def çalıp türkü söyleyen iki cariyeye"Bırakın, bugün bayramdır" diye müsaade etmiştir
(Müslim, îdeyn 16; Müsned VI/33, 84, 99, 359, 360) Bütün bunları göz önünde bulunduran fıkıhcılar düğünlerde ve bayramlarda, kadınların kendi aralarında, erkeklerin de kendi aralarında, haram sözler söylemeden ve haram şeyler yapmadan def çalıp, türkü söyleyip; oynaya bileceklerini ve eglenebileceklerini söylemişlerdir(195 Bk Aynî XX/135-136; Ibn Âbidîn, Fetâvâ N/298-99; Sevkânî, Neyl VI/210-213 DihIevî, Huccetullah N/192) Ancak; sağ olan bir kadın tasvir, içki ve meyhaneleri övme, müslümanı yerme anlamını taşıyan türküler, yanık nazımlar, (Davudoğlu V/26-36) kadınların da erkekleri tasvir etmesi, kadın kadına, erkek erkeğe de olsa, cinsel duyguları tahrik eden, haramları güzel gösteren sözler ve hareketler, hemcinsine karşı da olsa mahremlik kurallarına riayetsizlik, dans ve oryantal gibi hemcinsine karşı ilgi uyandıran davranışlar haramdır Fakat Rasûlüllah Efendimiz'in şu sözlerini de bu bağlamda göz önünde bulundurmak gerekir: "Üçü hariç, müslümanın her türlü eglencesi haramdır: Hanımıyla oynaşması, atnı eğitmesi ve atış yapması" (197 ibn Âbidîn VI/395; krs Tirmizî, fedailü'I-cihad 11; ibn Mace, cihad 19; Dârimî cihad 14; Müsned IV/144,148) "Melekler atıcılıktan başka hiçbir eğlencede hazır bulunmazlar" (198 ibn Âbidîn, VI/404) "Allah'a tâattan alıkoyan her eğlence batıldır" (199 Buhârî, Isti'zân 52) Bunlar elbette daha önce verdiğimiz hadîslerin geçersiz olduğunu anlatmaz Bunlar genel durumu, diğerleri ise düğün ve bayramlara ait özel durumu anlatırlar
__________________
DÜĞÜNLERDE ERKEKLERİN VE KADINLARIN AYRI AYRI KENDİ ARALARINDA ŞARKILI VE TÜRKÜLÜ OLARAK OYNAMALARI CAİZ MİDİR?
İslam dininde düğün gibi şenlikler için erkeklerin ve kadınların ayrı ayrı olmak şartıyla kendi aralarında İslam'ın yasaklamadığı şarkı, türkü ve şiir söyleyip oynamalarında bir sakınca yoktur Hazreti Aişe (ra) şöyle anlatıyor:
"Benim yanımda iki cariye şarkı söylerken Ebu Bekir (ra) eve girdi "Resulüllah'ın evinde şeytan çalgısı olur mu?" diyerek kızdı Bunun üzerine Allah'ın Resulü buyurdu ki: "Onları bırak, bu günler bayramdır"
Peygamber (sav) bir hadiste de şöyle buyurur:
"Nikahı ilan edip onun için def çalınız"
Başka bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Şiir normal söz gibidir İyisi iyi, çirkini çirkindir" (el-Mühezzeb)
Şarkı tanbur ve du gibi çalgılarla beraber veya fahiş ve gayr-i ahlaki olursa haramdır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DÜGÜNÜN YAPILMASI İÇİN DİNİMİZCE TEŞVİK EDİLEN BELİRLİ BİR AY YA DA GÜN VAR MIDIR, YOKSA BÜTÜN GÜNLER DÜGÜN İÇİN EŞİT MİDİR? Her konuda olduğu gibi bu konuda da müslümanların "en güzel örneği" (üs ve hasene) olan Rasûlüllah'ın (sas) evliliklerine baktığımız zaman, evlenme, ya da düğün veya zifâf(binâ) için bir gün ya da ay gözetilmediğini, işin son derece tabiî seyrine ve şartların elvermesine bırakıldığını, şu gün ya da filân ay yapın, diye bir tavsiyenin bulunmadığını görürüz Meselâ Rasûlüllah Efendimiz (sas); Ümmü'I-Mü'minîn Meymûne vâlidemizle Hicretin yedinci yılında kazâ umresini bitirdiği Zilkâde ayında(Zehebi, siyer N/239) evlendiler Ümmü Seleme vâlidemizle Şevval ayında nikâhlandı ve Şevval ayında zifâfa girdiler(Ibn Mâce, nikâh 53; Ibn Sâd VNI/86-87) Zeyneb bt Huzeyme ile Hicretten otuzbir ay sonra evlendiği, onunla sekizay kadar beraber yaşayıp, evlendikten sekizay sonra ve Rabîul-âhir'in sonunda vefat ettiği rivâyetine(Kaynaklar için bk Ebu'nnur, Menhec 253) bakılırsa" Ramazan'ın başları, ya da daha büyük bir ihtimalle Şaban'ın sonlarında evlenmiş olmaları gerekir Sevde bt Zem'a ile Sevvâl'de evlendikleri rivâyeti vardır(Ebunnûr, age 102) Âise validemizle evliliklerini ondan gelen sahîh rivâyetle bilmekteyiz O diyor ki: "Rasulüllah (sas) benimle Sevval'de nikâhlandı ve yine Sevvâl'de zifafa girdi Artık Rasûlüllah'ın hanımlarından hangisi onun katında benden daha bahtlı olabilir?"(Müslim, nikâh 73; Tirmizî, nikâh l0; Nesâî, nikâh l8, 77; Ibn Mâce, Nikâh 53; Dârimî, nikâh 28; Müsned VI/ 54, 206) Bu ifâdede nikâhın Şevvâl ayında olması faziletli gösteriliyor gibidirHattâ Urve der ki: Âişe, akrabası olan kadınları Şevvâl'de zifâfa girdirmeyi severdi( agy) Ama bu, bunun vâcip, hattâ sünnet olduğunu göstermez Çünkü, görüldüğü üzere, Rasulüllah'ın (sas) başka uygulamaları da vardır O da bunu sırf Rasûlüllah'ın (sas) kendisiyle olan evliliğine uyulmuş olacağı için hoş görüyordu Yoksa -Allahu a'lem- Şevvâlde evlenmek eşler arasında sevgi ve muhabbet doğurur gibi bir inanca sahip olduğundan ötürü değil (Ahmet el-Bennâ, el-Fethurrabbânî XVI/214 ) Bunun bir sebebi de câhiliyyet âdetlerini yıkmış olmak olabilir "Fil-vâkî câhiliyet devrinde Araplar Şevvâl ayında evlenmeyi kerih görürlerdi Bu gün dahî bazı câhiller, iki bayram arasında nikâh olmaz, diyerek bu âdeti yaşatmak isterler Aksine bu hadîs-i şerîf, Şevvâl'de evlenmenin ve Şevvâl'de zifâfa girmenin müstehâp olduğuna delildir"(Davudoğlu, VN/269) Düğün günü ve ziyâfet süresi konusu da aynen böyledir Yani Rasulüllah'tan (sas) filân gün, ya da şu kadar süre düğün yapın, ziyâfet (velîme) verin diye bir şey bilmemekteyiz Kendi evliliklerine baktığımızda da, bu gün münasip değil, filân günü bekleyelim, dediği, ya da evliliği söz konusu olduğunda, bu gün günlerden nedir, diye sorduğu bilinmemektedir Aksine bu bir ihtiyaçsa, ihtiyaçların günlerle ya da aylarla ilgisi yoktur Varolmaları ve varoldukları an önemlidir: Efendimiz'in, Zeynep bt Cahş'la evlendiklerinde bir gün ve bir defa(bk Müslim, nikâh 15 bab) Safiyye bt Huyey ile evlendiklerinde ise üç gün "velîme" verdiği(Buhâri VN/388) rivâyetleri sahihtir Buhârî Rasûlüllah'ın "velîme" için bir, ya da iki gün diye bir şey belirtmediğini söyler( BuhârîIX/198; Ancak zayıf bir hadîste: "Velime birinci gün bir hak ikinci gün bir marûf (iyi bir davranış), üçüncü gün ise gösteriş ve riyâdır' buyurulmuştnr (Ahmed, Ebû Dâvud ve Nesâî'den, Suyûtî el-Câmius-sağîr, Feyz ile, VI/378)) Buna göre dügün süresi de şartlara ve örfe göre değişebilecek bir durumdur
__________________
DUHA NAMAZI
Duha, Arapça bir kelime olarak lûğatte, "güneş isabet etmek, terletmek, kuşluk yemeği yemek" manalarına gelir "Dahvetün" kelimesi günün ilerlemesi, güneşin biraz yükselmesi manasına; duhâ kelimesi ise kuşluk vakti, gün aydınlığı manalarına gelir Bu anlamıyla duhâ, aşağıda sıralayacağımız Kur'ân âyetlerinde de geçmektedir
1- "Yahut kasabaların halkı duha (kuşluk) vakti eğlenirken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?" (el-Â'râf, 7/98)
2- Hz Musa: "Buluşma zamanınız sizin bayram gününüzde insanların toplandığı duha (kuşluk) vaktidir" dedi (Tâhâ, 20/59)
3- "Kuşluk vaktine andolsun " (ed-Duha, 93/1)
4- "Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir duhâ (kuşluk) vakti kalmış olduklarını sanırlar " (en-Naziat, 79/46)
Fıkhî ıstılahta duhâ vakti güneşin doğuşundan takriben iki saat sonra giren zamana denir Bu zaman güneşin batıya meyletmesinden az öncesine kadar devam eder Bu zamana Türkçe'de kuşluk vakti denir İslâm'da işte bu zaman dilimine mahsus mendup olan duhâ (kuşluk) namazı vardır Kur'ân-ı Kerim'de duhâ namazı diye bir namazdan bahsedilmemektedir Bu namaz bazı Hadislerde konu edilmektedir Taberânî Mu'cemü'l-Kebir adlı eserinde Ebu'd-Derdâ yoluyla Peygamber Efendimizin (sas) şöyle dediğini naklediyor: "Kim iki rekât duhâ namazı kılarsa o kimse gafil kimselerden olmaz Kim duhâ namazını dört rekât kılarsa Allah'a ibadet eden kimselerden olur Kim bu namazı altı rekât kılarsa o gün ona duhâ namazı olarak kâfi gelir Kim yine bu namazı sekiz rekât kılarsa, Allah o kimseyi kendisine itaat eden kimselerden kabul eder Ve kim ki bu duhâ namazını oniki rekât kılarsa Allah ona Cennet'te bir köşk yapar " (et-Tahtavî, 321)
Ayrıca yine duhâ namazı konusunda Ummu Hâni'den; "Rasûlullah (sas) Mekke'nin fethi gününde sekiz rekât namaz kıldı Bu namaz duha namazıydı" hadisiyle yine Ebu Hüreyre'den; "Dostum Rasûlullah (sas) bana üç şeyi tavsiye etti; onları ölünceye kadar bırakmam: Her aydan üç gün oruç tutmak, duhâ (kuşluk) namazı kılmak, vitir namazı kılıp da uyumak" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 151) Ve Hz Âişe'den "Rasûlullah (sas) duhâ namazını dört rekât kılar ve dilediği kadar da artırırdı" şeklinde hadisler de varid olmuştur
Duhâ (kuşluk) namazının fıkhî hükümlerine gelince: Bu namazı dört rekât ve daha fazla kılmak menduptur Bu namaz oniki rekâta kadar kılınabilir Ayrıca en azı iki rekat, en fazlası on iki rekât, ortası ve en faziletli olanı sekiz rekâttır, diyen âlimler de vardır Büyük muhaddis Hâkim bu konuda şöyle demiştir "Ben hadis hafızı olan, kuvvetli ilim sahibi hadis imamlarıyla arkadaşlık ettim Onların, bu konudaki haberlerinin sıhhatli olması sebebiyle duhâ namazını dört rekât kıldıklarını gördüm Ben de aynı görüşteyim" (Tahtavî, 321) Öte yandan âlimler duhâ namazını devamlı kılmanın mı, yoksa zaman zaman kılmanın mı faziletli olduğu konusunda değişik görüşler beyan etmişlerse de, tercih edilen görüş, devamlı kılmanın faziletli olduğudur
Duhâ (kuşluk) namazının vaktine gelince; bu vakit güneşin doğuşundan, yaklaşık iki saat sonra başlar ve güneşin semanın ortasından batıya hafif yönelmesinden az önceki zamana kadar devam eder
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
BİR KİMSE BİR DÜKKAN KİRALAR, SONRA KİRALADIĞI DÜKKANI BAŞKASINA DEVRETMEK İSTER BÖYLE BİR MU'AMELE CAİZ MİDİR? Belli bir süre için bir dükkanın kiralanıp, sonra da başkasına devredilmesi iki şart ile caizdir
Birinci şart: Yeni kiracı ilk kiraya veren adam olmayacak Mesela Hasan Efendi dükkanını Ali Efendiye kiraya verdi Ali Efendi kiraladığı dükkanı kiraya vermek isterse Hasan Efendiden başka bir adama vermesi gerekir
İkinci şart: Kiraladığı dükkan için verdiği ücretten fazla bir ücretle kiraya vermeyecek Yalnız altın ile kiraladığı dükkanı başkasına gümüş ile devreder, gümüşün değeri daha fazla tutarsa da caizdir Ev, tarla ve bahçe de dükkan gibidir (El fıkhu alel mezahibil-Erbaa) Yalnız elbise, hayvan ve çadır gibi kullanışı şahıslara göre değişen eşya kiraya verilirse kiracı onu başkasına kiraya veremez Mesela Hasan Efendi atını Ali Efendiye kiraya verirse Ali Efendi onu başkasına kiraya veremez Çünkü ikinci kiracı daha ağır olabilir (El fıkhu ale'l mezahibil-Erbaa)
Şafii mezhebine göre kiracı, kiraladığı şeyi sahibine kiraya verebildiği gibi başkasına da kiraya verebilir Fakat kiralanan şey at ve benzeri bir şey olursa yeni kiracı daha ağır olmayacak, dükkan olursa, onun düzenini bozmayacak, tahrip etmeyecek bir şey için kiralanacaktır (El Mühezzeb)
DÜKKANIMI BANKAYA YA DA İÇKİ SATACAK OLAN MARKETÇİYE KİRAYA VEREBİLİR MİYİM? Mes'elenin maslah'at-i âmme ve insan iradesine ve hürriyetine saygı gibi iki önemli yönü vardır Ebu Hanife tek başına kaldığı bu konuda daha çok hür iradeye, ama bir yönüyle de maslahata ağırlık veriyor gibidir Ona göre:Bir müslüman arabasını ve hayvanını kilise tamiri için zimmîye (hiristiyan ve yahudi azınlığa) kiraya verebilir, kendisi ücretle çalışabilir, bunu ona içki taşımak için de yapabilir Çünkü bu durumda yapacağı işin bizzat kendisi ma'siyet değildir Meselâ taşımaya ücret ma'siyet değildir Bu, ma'siyete sebep de değildir Ma'siyet, içenin ihtiyarı ile oluşur Zira taşımak bazan dökmek ya da sirke yapmak için de olabilir Ama şarap için üzümü sıkmanın bizzat kendisi haramdır Yine Imam Azam'a göre halkının çoğu zimmî olan bölgelerde müslümanın binasını kilise olarak ya da içki satılmak üzere kiraya vermesi de caizdir Çünkü icare (kiralama akdi) evin menfaati üzerine yapılmıştır: Böyle olduğundandır ki, sırf teslimle ücret gerekli olur Bunda bir masiyet yoktur Ma'siyet kiralayanın fiilindedir ve o da kendi fiilinde ihtiyar sahibidir Ama halkının çoğu müslüman olan bölgede bunlar caiz değildir Çünkü böyle olan yerlerde zimmilerin kilise bina etmelerine, açıktan içki satmalarına imkân verilmez: Binasını bankaya kiraya vermek de içki satışına kiraya vermek gibidir(Vehbe, NI/581-82) Ibn Kudâme, Imam Azam'ın bu görüşünü naklederken, halkının çoğu zimmî olan bölge yerine, kırsal kesimi zikreder ve kırsal kesimde caiz olupta diğer yerlerde olmayacağının izahında Ebu Hanife'nin arkadaşları da anlaşamamıştır der ve bu meyanda havra ve kumarhaneyi de zikreder(Ibn Kudâme, E1-Mugriî, V/552)
Imam-ı Azam'ın bu görüşünün Hanefi usûlüne yansımasına bakılırsa bu konuda kırsal kesim, ya da halkının çoğu zimmî olan bölge diye bir ayırım yapmak bile zordur Çünkü bunun usüldeki dayanağı şu esastır: Sebeple hüküm arasındaki illet, ihtiyarı bir fiil olursa bu sebep hakiki sebeptir ve hüküm, yani fiilin sonucu ona nisbet edilmez, hükümle sebep arasındaki illete nisbet edilir Bu yüzden meselâ, hırsıza çalacağı malın yerini gösterenden o mal tazmin edilmez(bk Menâfiu'd-Dekâik, 270; Mir'ât (Izmirî kenarında), N/406-407) Burada "tazmin" bir hükümdür Illeti hırsızlık, sebebi ise malın yerinin gösterilmesidir Hükme, yani tazmine gerekçe olan hırsızlık tamamen en muhtar birisinin fiili olduğundan hüküm sebebe, yani malın yerini göstermeye nisbet edilemez
Diğer iki imamımıza ve üç büyük imama göre binasını kilise, havra, içki dükkanı, kumarhane (banka) vb işler yapmak isteyene kiraya vermesi caiz değildir(Ibn Kudâme, EI-Mugni, V/552) Çünkü bu,ma'siyete yardımdır Allah Rasûlü'de içki konusunda on kişiye lânet etmiştir, biri de taşıyıcısıdır(bk Ebu Davûd, Esribe 2; Müsned, I/316, N/97) Ebu Hanife'nin bu konudaki görüşü kıyasa, Imameynin ki istihsana dayanır Bu türden çoğu yerde itimad istihsanadır
Görüldüğü gibi dükkânını içki satıcıya ya da bankaya kiraya vermek Imam Azam'ın dışındaki cumhûra (fıkıhçı çoğunluğuna) göre mutlak anlamda caiz değildir Imamı Azam'da bunun için bir takım şartlar ileri sürmüştür ki, onun nokta-i nazarına göre de bu gün için buna fetva verilemeyeceği kanaatindeyiz Ihtiyata, cumhurun görüşüne, maslahat-i âmmeye uygun olan ve seddü'z-zerâyi'in gereğide caiz olmamasıdır (Allah'u a'lem)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DÜRZÎ, DÜRZÎLİK
Fatımî halifelerinden el-Hâkim biemrillah el-Mansur b el-Aziz billah (385-411/996-1021)'ın veziri Hamza b Ali'nin kurduğu İslâm dışı bâtıl bir mezhep Dürzî, bu mezhebin görüşlerini benimseyen kişi Propagandacı (dâî)* lerinden birisi olan Nuştekîn ed-Dürzî (ö 410/1019)'nin ismine izafetle anılan Dürzîlik, siyasi-itikadî bir mezheptir Şiîliğin İsmailiye* kolundan doğmuştur
Altıncı Fâtımî halîfesi el-Hâkim, ulûhiyet (tanrılık) dâvâsında bulunarak mektuplara "bismil-Hâkim er-Rahmanir-Rahim" yazdırıyor, hutbede kendi ismi okunduğunda halkı ayağa kaldırıyordu (Mahmud Es'ad, Tarih-i İslâm, 158) Hâkim, etrafa dâîler göndererek kendi sapık görüşlerinin propagandasını yaptırır ve: "hiç kimsenin kendilerine zarar veremeyeceğini, mezhebe bağlı olanların artık dalâlete düşürülmeyeceklerini" söyler Veziri Hamza b Ali de bu mezhebin imamı olur Bu arada el-Hâkim'in daha önceki dâîlerinden Nuştekin ed-Dürzî (Ânuştekin ed-Derezî) kendisinin imam tayin edilmesi için faaliyet gösterir Fakat aşırı fikirleri halkı isyana sevkeder ve 410 yılında öldürülür Halkın reaksiyonu üzerine bir süre ara verilen propaganda faaliyetine Hamza b Ali yeniden başlar ve etrafa dâîler göndererek birçok taraftar toplar el-Hâkim'in 411/1021 yılında el-Mukattam dağında kaybolması Hamza b Ali'nin de inzivaya çekilmesi üzerine Hamza'nın dördüncü vasisi Ali b Ahmed mezhebin başına geçer Fakat el-Hâkim'in yerine halîfe olan Ali b el-Hâkim, Dürzîleri takiple cezalandırır Bunun üzerine faaliyetlerini gizli olarak sürdürürler Daha sonra tekrar açıktan çalışmaya başlayarak Teym vadisi, Sayda, Beyrut ve Şam'da yayılırlar
Dürzîler Haçlı saferlerinde hristiyanlarla işbirliği yaparak müslümanlara karşı savaşmışlardır Günümüzde Lübnan'ın dağlık bölgelerinde, Suriye, Filistin ve Ürdün'de yaşamaktadırlar Lübnan anayaşasına göre özel hakları olan Dürzîlerin Ortadoğu'da siyâsî güçleri olup bugünkü Suriye yönetiminde büyük etkinlikleri vardır (E Ruhi Fığlalı, İtikâdî İslâm Mezhepleri, 169 vd)
Dürzîlik, Kur'ân'da "sırat-ı müstakim"* diye adlandırılan "doğru yol"un dışındaki bâtıl yotlardan birisidir Bu bakımdan "İslâm mezhepleri" içinde sayılmaması gerekir Kur'ân-ı Kerim sırat-ı müstakim'in dışına çıkılmaması gerektiğine dair gayet açık olarak birçok âyette hüküm bildirmiştir: "Îşte benim doğru yolu, m bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!" (el-En âm, 6/153)
Kendilerini gerçek tevhid inancına sahip (Muvahhidun) olarak gören Dürzîlerin Allah hakkında tecessüm (Allah'ı cisim olarak tasvir etme), hulûl (ruhun bir canlıdan başka bir canlıya geçmesi) gibi inançları ve bunların çok karışık yorumları vardır Onlara göre Allah'ın bir gerçek ulûhiyeti (lahut) bir de beşerî tezahürü (nâsut) vardır Allah kendisini beşer idrakine ancak bir insan şeklinde yani el-Hâkim şeklinde göstermiştir Aksi halde insan Allah'ı gerçek ulûhiyetiyle tanımaya güç yetiremezdi el-Hâkim'in Allah'ın beşerî tezâhürü olarak imamet mevkiine oturması ve onun tebliğini üstlenmesi Allah'ın gerçek tevhididir Dürzî inancına göre bu gerçek tevhide ulaşan kişinin ibadet mükellefiyeti ve buna ihtiyacı da yoktur (Fığlalı, age, 174-175)
Görüldüğü gibi bu mezhep mensupları İslâm'ın saf ve temiz tevhid akîdesini, nefs ve hevâlarına tâbi olan akıllarıyla bulandırmışlar, lâyık olmayan sıfatları Allah'a izafe etmişlerdir Halbuki gerçek tevhid* inancına göre: Allah birdir, Sameddir (herşey varlığını ve bekasını O'na borçludur Herşey O'na muhtaçtır O, hiçbir şeye muhtaç değildir Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur) Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (el İhlâs, 112/1-4)
Dürzîliğin, Hamza b Ali tarafından ortaya atılan inanç esasları özetle şöyledir: 1- el-Hâkim bi Emrillah'ı Allah bilmek Onlara göre Hâkim, Hz Muhammed'in şerîatını neshetmiştir 2-Emri tanımak: Bu, yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilen Hamza b Ali'dir 3-Hududu tanımak: Bunlar Hamza ile birlikte beş vezirdir 4-Yedi esası bilmek: Bunlar iptal edilen yedi akîde (Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve velâyet) yerine konan yedi vasiyet (vesâya veya hisâl) dir Bu yedi vasiyet: 1-Sözde doğruluk, 2-İman kardeşlerini koruma ve karşılıklı yardım, 3-Önceki ibadetler ve bâtıl inançların tamamını terk, 4-İblîs'i ve bütün şer güçleri tanımama, 5- Allah olarak Hâkim'in birliğine iman, 6-Ne olursa olsun fiillerine sahip olma, 7-Açık veya gizli onun (Hâkim) ilâhî iradesine teslimiyet ve kabut
Dürzîlere göre âhiret ve âhiretle ilgili Cennet, Cehennem, Arş, Kürsî, hesap, ceza, mükâfat gibi şeyler hep bu dünyadadır
Dînî bakımdan Dürzîler, Akıllılar ve Cahiller olarak ikiye ayrılır Özel kıyafetleri olan akıllıların mezhep esaslarına bağlı olmaları, şehvetlerden kaçınmaları, sigara ve içki içmemeleri, hırsızlık, zina vb kötülükleri yapmamaları gerekir Bunların önderlerine Şeyhu'l-Akl denir Cahillerin dünyevî lezzetleri tatmalarında, refah içinde yaşamalarında bir sakınca yoktur
Misafirperverlik, israftan sakınmak, ahlâkî değerlere önem vermek gibi özellikleri bulunan Dürzîler, "İslâm esaslarını hiçe saydıkları ve iman esaslarını da keyfi olarak tahrif ve tağyir ettikleri için" müslüman sayılmazlar
__________________
DÜŞÜK
1- Organları Belirgin Düşük
İslâm Hukukunda "sakt" kelimesiyle anlatılan düşük sadece organları belirmiş olan düşüktür Ama bütün organların belirmiş olması şart değildir Saç ve tırnak gibi bazı organlarının belirmesi, çocuk sayılması için yeterlidir
Böylece bir kısım organları belirmiş çocuğu düşen kadın, bununla lohusa olur ve normal doğumla ilgili bütün hükümler onun için de geçerli olur Meselâ iddeti sona erer, çocuk düşmeden önce gördüğü kan âdet kanı olmaz
Organları Belirsiz Düşük
Hiçbir organı belli olmayan düşük, çocuk sayılmaz ve bununla çocuğa ait hükümler geçerli olmaz
Böyle bir düşükle gelen kan; nisaba ulaşırsa, yani âdetin en az miktarı olan üç gün sürerse ve öncesinde de bir tam temizlik geçmişse âdet kanıdır Bu iki şartları biz, ya da her ikisi eksikse hastalık kanıdır
Organları Belirgin Olup Olmadığı Bilinmeyen Düşük
Kadın, meselâ tuvalette düşük yaptığı için, organlarının belirgin olup olmadığını bilmemesi halinde; bu düşürme olayı âdet günlerinin başlangıcına rastlamış ve bununla kan devam etmişse: âdet günleri sayısınca namaz ve orucunu kesinkes terkeder Çünkü bu günlerinde ya âdetlidir ya da lohusadır Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre namazlarını şüpheli bir şekilde kılar Çünkü lohusa olma ihtimali de vardır Sonra âdeti kadar süre namazlarını yine kesinlik ifade eder tarzda kılmaz Çünkü yine ya lohusadır veya âdetlidır Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre -kırk günü doldurmuşsa- kesin tarzda kılar, doldurmamışsa dolduracak kadar sürede şüpheli bir şekilde, doldurduktan sonrakileride kesin olarak kılar Sonra bu minval üzere devam eder
Eğer âdet günlerinden sonra böyle bir düşük yapmışsa; bu düşük, temizlik günlerine rastladığı için, temizlik âdeti kadar gün namazını şüpheyle kılar Sonra âdetine rastlayan günlerde kesin olarak bırakır Çünkü ya lohusadır ya da âdetlidır
Bu son iki maddede anlatılan meselede göz önünde bulundurulan şey, şüpheye yer vermemek ve ihtiyatli olanla amel etmektir
Lohusa İle İlgili Hükümler
Daha önce âdetli ile ilgili hükümler verilirken,
"Hem Adetliyi Hem de ,Lohusayı İlgilendirenler" başlığı altında anlatılan sekizmadde burada da var kabul edilip onlara bakılmalıdır Çünkü onlar aynı zamanda lohusaya ait hükümlerdir
Hamile kadınla cinsel ilişki, tibbî bir sakınca tesbit edilinceye kadar serbesttir
Özet Olarak Lohusalık
1 Lohusalık, ağacın meyva vermesi gibi, kadının olğunluğunu, en şerefli görev olan anneliğini ve sağlıklılığını anlatan doğal bir haldir
2 Lohusalığın en azına sınır yoktur, en çoğu ise kırk gündür Buna göre doğumundan bir iki saat sonra kanı kesilen ve kırk gün içerisinde bir daha akmayan kadın temizdir İbadetini yapar, cinsel ilişkide bulunabilir Kırk günden sonra kan aksa da temiz sayılır
3 Doğum yapan kadın birinci doğumunda kaç gün kan görmüşse o, onun lohusalık âdeti olur Ondan sonraki doğumda kırk günü aşacak şekilde kan görürse, hesabını birinci âdetine göre yapar Ancak ikinci doğumda kırk günü aşmamak üzere, birinciden farklı gün kadar kan görürse, bu âdet haline gelmiş ve âdeti değişmiş sayılır
4 Lohusa namaz kılmaz, oruç tutmaz, Kui'ân okumaz, Mushafa dokunmaz, mescide girmez, Kâbe'yi tavaf etmez, cima şeklinde cinsel ilişkide bulunmaz Kılmadığı namazı kaza etmez, ama tutmadığı orucu sonra kaza eder
5 Organları belli düşük de çocuk sayılır ve anne onunla da lohusa olur
6 Organları belli olmayan düşük, âdet ya da hastalık sayılır, lohusa sayılmaz
7 Bir batından birden çok doğumlarda, lohusalık birinci doğumdan itibaren başlar
Modern Tip ve Lohusalık
a) Gebelik ve Lohusalık:
Gebelik yaşı, âdet yaşıyla paralellik gösterir Bir hanımın âdet gördüğü her yaş içerisinde gebe kalma şansı vardır Hattâ âdetten kesildiği halde bir yıl içerisinde yine gebe kalan hanımlara rastlanmaktadır
Gebelik süresi 280 +/-10 gündür Ya da normal âdet gören hanımın son âdet tarihine yedi gün eklenilip, üç ay geriye gidilerek hesap edilir Çıkan tarihten ondört gün önce, ya da sonra olabilir
Örnek:
Son âdet tarihi: Yaklaşık doğum tarihi:
541986 1211987 +/-14 gün
26121986 3101987 +/-14 gün
Daha geç olabileceğini iddia edenler de vardır ama bu geçersizdir Bu hanımlarda geç yumurtlama olmuş ve bunlar geç gebe kalmışlardır
Gebeliğin yedinci aydan önce sonuçlanması düşük olarak değerlendirilir
Doğacak çocuğun cinsiyeti, gebelik süresini etkilemez
Gebe niçin âdet görmez diye sorulabilir: Gebelerdeki homional sistemin çalışması çok farklıdır Bunlarda yumurtlama olmaz Östrojen-progesteron hormonları her siklus esnasında giderek artar ve âdet görürken en düşük seviyeye iner Gebelikte ise bu hormonlar gittikçe artar ve bunlara ek olarak koryonik gonodotropin hormonu salgılanır Uterus'un endometrium dokusu gebeliğin oluşması ve devamı için hazırlanmıştır, fakat dökülmemektedir Bu nedenle âdet görülmezGebelik sırasındaki kanamalar âdet kanaması değildir Düşük tehdidi kanamasıdır Son aylarda olan kanamalar ise esin (plasenta) yerleşme bozukluğunu veya erken ayrılmasını düşündürürBazan gebe kalındıktan bir ay sonra hafif kanamalar olabilir Bu da kesinlikle âdet kanaması değildir Bunu ispatlayan durum ise, kanamadan hemen sonraki ilk onbeş günde yapılan gebelik testinin olumlu olmasıdirGebeliğin kendine özgü psikolojisi ve bu konuda dikkat edilmesi gereken noktalar vardır:Gebeliğin oluşması ile birlikte anne vücudunda organık ve psikolojik birçok değişiklikler olur Bir taraftan anne olmanın mutluluğunu hissederken, diğer taraftan da altına girmis olduğu sorumluluğun dışarıdan göründügü kadar basit olmadığını farkeder
Gebeliğin ilk ve son üç ayı tehlikeli aylardır Anne adayı, hareketlerini dikkatle ayarlamalıdırYine ilk üç ayda birçok gebede bulantı ve kusma görülür Bazan kusmalar kilo kaybettirecek kadar fazla olabilir, Bu devrede kullanılabilecek ilaçların da oldukça sınırlı olması, gebeye yardımı iyice azaltır Bunun dışında halsızlık,başdönmesi, vücudun çeşitli bölgelerinde ağrılar (bas, bel, kemik ve kuyruk sokumu gibi), ayaklara ani kramp girmeleri görülebilir
Gebelerin ve süt veren annelerin beslenmesi oldukça önemlidir Özellikle vitamin, protein ve minerallerden zengin gıda almaları gerekir
Gebeler psikolojik açıdan da oldukça hassas bir devreye girmişlerdir Kısaca pireyi deve yapan bir tutum içerisindedirler Davranışları daha hoşgörü ile karşılanmalı, doğum korkusu, anne olma korkusu ve her türlü korku ve endişelerini giderecek şekilde samimi ve müşfik olmalı, problemlerini sabırla, sükûnetle dinleyip gerekli şekilde yardımcı olmalıdır
Lohusalığa Gelince:
Doğumdan sonra gelen kanın özellikleri konusunda şunlar söylenebilir:
Gebelikten önce rahim altmış-yetmiş gram ağırlığında bir organdır Gebelik sonunda bir kilograma erişir Bu gelişme rahimin endometrium tabakasında da olmaktadır Çünkü buraya bebeğin plasentasi (es) yapışarak bebeğin beslenmesini sağlar Doğumdan sonra es (plasenta) ayrılınca uterus, açılan damarların ağızlarının kapanması için derhal büzülmeye, sıkışmaya başlar İlk kanamalar bu esnada damardan gelen kandır Bazı nedenlerle bu sıkışma olayı olmazsa annenin hayatı ölümle sonuçlanır Uterusun devamlı kazılması ve endometriumun beslenme hadisesinin olmaması nedeniyle; desidua denilen endometrium dökülmeye başlar Bu dökülen doku artıkları fibrin, serum, lenf ve akyuvarlardan oluşmuş yara salgısıdır
Başlangıçta koyu kırmızı renktedir Gün geçtikte rengi açılır Nihayet kirli-beyaz akıntı ile sonuçlanır Lochia dediğimiz akıntının gelmesi kişiden kişiye çok farklıdır Bir-iki haftadan birbuçuk aya kadar devam edebilir
b) Gebe ve Lohusa Ile Cinsel İlişki:
Gebe ile cinsel ilişkide, ilk üç ayda, düşüklere sebebiyet vermemek için, son iki ayda ise erken doğuma veya mikrop kapmaya engel olmak için dikkatli davranmak gerekir Şayet kanama ve sanci gibi şikâyetler oluyorsa kesinlikle münasebette bulunmamalıdır
Doğumdan sonra rahim içerisi tamamen yara haline dönüştügü için lohusa ile ilişki kesinlikle zararlıdır
a) Yaraya kolaylıkla mikrop yerleşebilir, rahim içerisine ve vücuda yayılır
b) Lohusanın genel vücut direnci çok düşmüştür Atılacak yanlış bir adım, annenin ömür boyu sakat kalmasına veya hayatını kaybetmesine sebep olabilir
"Doğum sırasında üreme organları, özellikle rahim ve hazne berelenir, çok defa yırtıklar oluşur Bu sırada kadınla yakınlıkta bulunmak kadını pek fena örseler, mikropların hemen faaliyete geçmesi, bir çok önemli kadın hastalıklarının oluşmasına sebep olur Onun için rahim ufalmadan, kadının üreme organları tabiî halini almadan, kadına kesinlikle yanaşmamalıdır Tolstoy, bu zamanlar kadını rahatsız eden erkeği ayıplıyor: "Bir erkek, gebe bir kadını sevgili diye severken onun bir anne olduğunu unutmamalı Bir kadın hem bir sevgili, hem yorgun bir anne, hem de hasta bir insan olmaya bir anda tahammül edemez" (DrCemal ZÖ)
c) Gebeye ve Lohusaya Tavsiyeler:
Beslenme:
Dengeli ve ölçülü olmalıdır Gebeliğin başından sonuna kadar 10-12 kilo alınmalıdır Bazı besinlere aşırı düşkünlük, bazılarından tiksinti, veya abur-cubur yemek, kişiyi zararlı bir hale itebilir Her gebe kendi alışkanlıkları ve ekonomik durumu ile başlı başına bir program dahilinde yeterli protein, yağ, vitamin, karbonhidrat ve mineral almalı Gebeliğin altıncıayından itibaren tuz azaltılmalı, kalsiyum bakımından zengin gıdalar (süt, yoğurt, peynir gibi) alınmalıdır
İlâç:
İlâç almak, sakıncalıdır Özellikle organların teşekkül devresi olan ilk üç ay çok dikkatli olmalı, gerekli hallerde doktora başvurulmalı ve tavsiyelerine mutlaka uyulmalıdır
Sigara:
Düşük ve erken doğumlara sebep olmakta, zekâ yönünden bebeği olumsuz yönde etkilemektedir Bu yüzden sigara alınmamalı, hattâ sigara içilen bir odada dahi bulunulmamalıdır Zira bu doğacak çocuğun istikbali açısından önemlidir
Çalışma:
Normal bir gebenin günlük yaşantısını değiştirmesi düşünülemez Yalnız ani ve sert hareketlerden kaçınmalı, ağır yük kaldırmamalı, yukarılara doğru uzanmamalı, uzun ve sarsıntılı yolculuklardan kaçınmalıdır
Vücut Bakımı:
Çok soğuk, çok sıcak su ile yıkanmamak ve uzun süre banyoda kalmamak şartı ile banyo yapmalı ve temizliğe dikkat etmelidir Karın bölgesindeki çatlaklara mani olmak için yağlı bir krem veya badem yağı kullanılabilir
Gebelik ve süte hazırlik göğüslerde büyümeye sebep olur Meme başlarındaki direnci artırıp, emzirmede problem çıkmaması açısından meme başlarını sık sık sabunlu su ile yıkayıp meselâ badem yaği sürülebilir Halk arasında yaygın olan alkolle silme alışkanlığı, sertleşmelere ve çatlamalara sebep olacağından tavsiye edilmez
Diş Bakımı:
Çok önemlidir Gebe kalmadan gerekli tedavi yapılmalı, devamlı temiz tutmaya gayret etmelidir İlk ve son üç ayda mümkün olduğu kadar müdahaleye dikkat edilmelidir
Çocuk doğuran annenin çocuğunu bizzat emzirmesi çok önemlidir Bu, çocuk ve anne arasındaki ilişkiyi güçlendirir Emziren anne, vazifesini yapmanın huzuru içerisindedir Anne sütüyle bebeğin hastalıklara karşı dayanıklılıgı sağlanır
Anne sütü, süt çocuklarında gördüğümüz en kötü hastalık olan ishalden korur
Bebek ise, anne kucağında olmanın mutlulugu ve rahatlığı içindedir
En az altı ay sırf anne sütü atmalı, altı aydan sonra ise yaşına kadar süt ve yardımcı mamalar almalıdır
(Bizim bu sayfaları yazdığımız sıralarda TRT'riin 2511987, 7:30 haberlerinde, İzmir Tıp Fakültesi araştırması olarak verilen haberde; kadınlardaki meme kanserinin daha çok (% 19 daha fazla) ilk doğumunu otuz yaşından sonra yapanlarda görüldüğü açıklandı Bu konuda, doğum yapmama ve çocuğunu emzirmeme de başta gelen sebeplerden olarak söylendi)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
DÜŞÜK YAPMA
Kürtaj, ana rahmindeki "cenin"* in herhangi bir dış etkiyle düşmesi Bu, kasıtlı olarak ilaç kullanma vb ile olabileceği gibi, korku, yüksek bir yerden düşme, döğülme, hastalık ile de olur
Tıpta kullanılan "kürtaj" terimi ana rahminin içini kazıyarak oniki haftaya kadar olan gebeliklerin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir
Kürtaj, istenmeyen gebeliği sona erdirmek için kullanılan bir metoddur; İslâm dışı yaşama biçimini benimsemiş toplumların bir ürünüdür Onlara göre kürtajın iki temel sebebi vardır:
1- Gayr-i meşrû gebelikler, 2- Çocuğun beslenmesi, eğitimi gibi ebeveyni sıkıntıya düşüreceği sanılan hususlar
1- İslâm'ı yaşama biçimi olarak benimsemiş bir toplumda zina ve zinaya götüren bütün ilişkiler haramdır Gençlerin zamanı gelince evlendirilmesi, onlara maddî imkân sağlanması toplumun görevi olduğu için, zina ve fuhuş olmaz Gayrîmeşru ilişki sonucu meydana gelen gebelikte çocuğun organları teşekkül ettikten sonra aldırılması haram olur Çünkü çocuk günahsızdır İslâm'a göre bu durumda çocuk aldırmak çözüm değildir Çözüm, zina edenlerin cezasını çekerek tövbe etmeleridir
2- Geleceğe ait düşünceler, vehim ve asılsız endişeden başka bir şey değildir Hiç kimse gelecekte ne olacağını bilemez "Şu kadar yıl sonra ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" şeklindeki faraziyelerin ilmî bir değeri yoktur Bu tarz bir düşünüş İslâm inancına da aykırıdır Çünkü Allah çalışan herkesin rızkını çalışmasına göre verir Kendisine inanan, tevekkül eden, müttakî kulları için de ayrıca kolaylıklar ve geniş rızıklar ihsan eder: "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur Ve çalışması da yakında görülecektir Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir " (en-Necm, 53/39-41)
"Kim Allah'tan korkarsın, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır Kim Allah'a güvenirse O ona yeter Allah emrini yerine getirendir Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur" (Talâk, 65/2-3)
Bir ülkenin hammadde kaynaklarının gelecekte o ülke nüfusuna yetmeyeceği hesabı, materyalist-sömürgeci devletlerin kendi menfaatlerine göre yaptıkları bir hesaptır Adil gelir dağılımının yapıldığı, insanların emeklerinin karşılığını aldığı ve birbirlerini sömürmediği bir toplumda "ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" endişesine yer yoktur
"Aile plânlaması", adıyla emperyalist ülkeler tarafından azgelişmiş ülkelere empoze ve tatbik edilen "nüfus artışının önlenmesi" programı, kürtaja yol açan nedenlerden biridir: Basın-yayın yoluyla yapılan "aile plânlaması" hakkındaki telkinler (propaganda), İslâmî şuurdan yoksun olan genç hanımlar üzerinde etkili olabilmektedir Bu telkinin etkisinde kalan bir kadın, istemediği halde hamile kaldığı çocuğunu ya kürtaj yoluyla aldırmakta veya ilaç kullanarak düşürmektedir
Nüfus artışını önlemek için gerekli ilaç ve malzemenin başta ABD olmak üzere hristiyan Batı ülkeleri tarafından Türkiye'ye parasız (yardım!) olarak verildiği, artık herkes tarafından bilinmektedir Aile plânlaması ile ilgili TV dizileri ve propaganda malzemesi de yabancı kaynaklar tarafından finanse edilmektedir Pathfinder Fund adlı kuruluşun "Türkiye Aile Sağlığı ve Plânlama Vakfı"na sağladığı destekle Türkiye'nin çeşitli bölgelerine nüfus plânlaması maksadıyla klinikler, sağlık ocakları ve sağlık evleri açtığı, basında çıkan haberler arasındadır
İlaç kullanarak, rahimde hilkati tamamlanmış (yaklaşık dört aylık) bir çocuğu düşürmenin veya kürtaj yoluyla böyle bir çocuğu aldırmanın dinimizde hiçbir meşrû mazereti yoktur, haramdır Bu bir cinayet sayılır Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, organları teşekkül etmeden çocuğu aldırmak caizdir: "Emzikli bir kadında, gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocuğun da hayatı tehlikeye düşer; o çocuğun da babası olmazsa, o kadın gebelik yüzyirmi gün olmadan önce, ilaç kullanarak karnındakini düşürebilir Ancak dört ay geçtikten sonra bunu yapamaz" (Fetevâ-i Hindiyye Tercümesi, XII, 126)
İslâm'da geçim korkusundan dolayı çocukların öldürülmesi kesin olarak yasaklanmış, rızık vermenin Allah'a ait olduğu bildirilmiştir: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin Onları da sizi de biz besliyoruz Onları öldürmek büyük günahtır" (el-İsrâ, 17/31)
"De ki: Gelin, Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz Kötülüklerin açığına da kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti" (el-En'âm, 6/151)
Cahiliye döneminde Araplar kız çocuklarını öldürüyorlardı Kur'ân-ı Kerim buna işaret ederek, suçsuz olarak öldürülen bu çocukların hesabının sorulacağını bu cinayetin cezasız kalmayacağını bildirmiştir: "Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günahı yüzünden öldürüldü? diye " (el-Tekvir, 81/8-9) mümtehine sûresi 12 âyette Cenâb-ı Hak, peygamberimize: "Mü'min kadınlardan çocuklarını öldürmemeleri hususunda " ve âyette geçen diğer konularda söz (biat) almasını emretmiştir
Doğan her çocuk rızkını da beraber getirmektedir Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını Allah Teâlâ vermektedir: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın (Allah) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir Bunların hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz)dadır " (Hûd, 11/6)
Abdullah b Mes'ûd (ra) şöyle anlatıyor: "Allah Rasûlü'ne sordum: Hangi günah daha büyüktür?" Şöyle cevap verdi: "Seni yarattığı halde Allah'a denk, ortak ve benzer koşman" Sonra hangisi? (dedim) "Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen " dedi Sonra hangisi? (dedim) "Komşunun karısıyla zina etmen" buyurdu (Buhârî-Müslîm, Celâl Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, IV/83)
Dînimiz insana değer verdiği için ana rahmindeki cenine ait hükümler koymuştur Onun özürsüz olarak, can verildikten sonra düşürülmesini cinayet saymıştır Bunun için bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kimse diyetle cezalandırılmıştır Hz Ömer (ra) zamanında, bir kadın ifadesi alınmak üzere hilâfet makamına çağrılıyor Hamile olan kadın, korkusundan yolda çocuğunu düşürüyor Hz Ömer buna çok üzülüyor ve ne yapılması gerektiğini Şûra üyelerine soruyor Çoğunluk, bunda bir kasıt olmadığını ve bir şey gerekmeyeceğini söylüyor Hz Ömer, Hz Ali (ra) ye: "Sizin görüşünüz nedir?" diye soruyor O da: "Bu arkadaşlarımız kendi görüşlerini söyledilerse herhalde görüşlerinde hata ettiler Yok seni korumak için böyle söyledilerse, iyi nasihatçi olmamış sayılırlar Ana rahminden kopup düşen ve ölen çocuğun diyeti gerekir Çünkü onun ölümüne sen sebep oldun" Hz Ömer bu içtihadı tasvip ederek gereken diyeti ödemiştir
"Düşük cenin, ister annesi öldükten sonra düşsün; ister o hayatta iken düşsün, ister diri düşsün, ister ölü düşsün, uzman hekimler onun işlenen fiil sebebiyle düştüğünü tespit ederlerse, o takdirde cinayet sayılır ve ceza uygulanır"
Cenînin ana rahminden ölü olarak düşmesine sebep olan kimseye beş deve veya bu kıymette para diyet olarak ödettirilir Alınan diyet cenînin vârislerine -miras hukukuna göre- taksim edilir Ceninin düşmesine sebep olan kimse -isterse anası olsun- diyete vâris olamaz
Kadın, çocuğunu düşürdükten sonra ölürse, çocuk için ayrı bir diyet, kadın için hata ile öldürülmüşse ayrı bir diyet gerekir Kasden öldürülmüş ise kısas gerekir
Cenin diri olarak düşer ve yaşarsa caniye tazir cezası gerekir
Müslümanların temelde kürtaj gibi bir problemi yoktur: Onlar "çocuklarını geçindirememek" endişesi taşımazlar Çünkü rızkı veren Allah'tır Çocuğun eğitimine gelince: Müslümanlar bu konuda bütün güçlerini harcar, imkânlarını kullanırsa gerekli İslâmî eğitim müesseselerini kurabilirler; hem sayı hem kalite yönünden kuvvetlenerek Hak-bâtıl mücadelesinde müslümanların zaferini sağlayabilirler Böylece müslümanların güçlenmesini istemedikleri için "aile plânlaması yardımı (!)"nda bulunan hristiyan âlemi de emellerine ulaşamamış olur (Ayr bk Doğum Kontrolü)
__________________
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EDEB MAHALLİ
İslâm hükümlerine göre kadın ve erkeğin örtülmesi zorunlu yerleri Avret mahalli de denir Kur'an buyruğunca her müslüman edeb mahâllini örterek gizlemekle yükümlüdür Bununla birlikte kişinin başkasının edeb mâhalline bakması dâ haramdır İslâm, bu hükümleriyle toplumsal bozuluşun en büyük etkenlerinden birisi olan fuhuşa açılan kapıları kapatmış; insanın, özellikle kadının onurunu güvence altına almıştır
Edeb mahalli, insanın kadın ya da erkek oluşuna, karşısında yeralan insanın niteliğine göre değişir İslâm hukukçularına göre erkeğin edeb mahalli, göbek ile dizkapağı arasıdır Müslüman kadının müslüman kadına karşı edeb mahalli de yine göbek ile dizkapağı arasıdır Kadının erkeğe karşı edeb mahalli, Hanefi, Mâlikî ve İsnaşeriye ekollerine göre yüz ve elleri dışında bütün vücududur Şafii ve Hanbeli ekollerine göre ise kadının bütün vücudu istisnasız edeb mahallidir
Müslüman kadınların köleler ile müslüman olmayan kadınlar karşısındaki durumu da fıkıh ekollerine göre değişiklik göstermektedir Hanefi, Hanbeli ve İsnaaşeriye hukukçularına göre müslüman kadınlar için köleler de diğer yabancı erkekler gibidir Bu nedenle müslüman kadın köleler karşısında da tam tesettüre riayet etmesi gerekir Şafii ve Maliki hukukçularına göre ise kölelerin hanımlarının ziynetlerini görmesinde bir sakınca yoktur Selefe göre müslüman kadın için müslüman olmayan kadınlar da erkekler hükmündedir Buna karşılık er-Râzî gibi bazı bilginler müslüman olmayan kadınlarla müslüman kadınlar arasında bir fark kabul etmemektedirler Mevdûdî gibi bazı çağdaş bilginler ise selefin görüşünü tercih etmektedirler
Edeb mahallinin örtülmesi namazın da temel şartlarındandır Edeb mahalli tam olarak örtülmeden namaz kılınamaz Edeb mahallini örtse de, vücudun içini gösterecek nitelikteki giysiler namazı bozar, Namaz kılınırken herhangi bir nedenle edeb mahallinin dörtte bir bölümünün açılması durumunda namaz bozulur (Konunun ayrıntıları için ayrıca Avret, Tesettür ve Hicab maddelerine bakınız)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EDİLLE-İ ERBAA (DÖRT DELİL)
Dört delil: Kur'ân, Sünnet, İcmâ, Kıyas
Edille, delil kelimesinin çoğuludur Erbaa dört demektir "Dört delil" anlamına gelir Bu tâbir İslam hukukunda fıkhın dayandığı dört ana kaynağı ifade eder Bunlar; Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'tır
1) Kitap: Kur'ân-ı Kerîm'dir Hz Muhammed'e yüce Allah katından Cebrâil (as) vasıtasıyla 22 yıl, 2 ay ve 22 günde nâzil olmuştur Kur'ân, önceki semâvî kitaplar gibi yalnız inanç kitabı değil, hem inanç ve hem de insanlar arası münâsebetleri düzenleyen ve hayatı düzenleyici hükümleri kapsayan bir kitaptır Âyetlerde şöyle buyurulur: "Biz Kitap'ı sana her şeyi beyân için indirdik" (en-Nahl, 16/89) "Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik" (el-En'âm, 6/38) Kur'ân-ı Kerîm Hz Muhammed'e ilk defa tefekkür ve ibadet için gittiği Hıra mağarasında, Ramazan ayının Kadir gecesinde inmeye başlamıştır İlk inen âyetler: "Yaratan Rabbinin adıyla oku O, insanı alâk'tan (kan pıhtısı biçimindeki embriyodan) yarattı Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir İnsana bilmediğini O öğretti " (el-Alâk, 96/1-5) Son âyet ise Vedâ Haccı sırasında Zilhiccenin dokuzuncu günü inmiştir Bu âyet de şudur: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim Üzerinizde olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı verip ondan hoşnut oldum" (el-Mâide, 5/3) İbn Abbâs'a göre, Bakara Sûresinin 281'inci âyeti bundan daha sonra inmiştir
Kur'ân'ın ilk inen âyetlerinde daha çok ahiretle ilgili bilgiler yeralır İnsanlar İslâm'a alıştıktan sonra helâl ve harama dâir âyetler inmiştir Âyetlerin çoğu ya bir soru ya da bir olay üzerine inmiştir Buna "Esbâb-ı nüzûl * (iniş sebebi)" denir Kur'ân nâzil oldukça Hz Peygamber, inen ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırırdı Hangi âyetin nereye yazılacağını söylerdi Âyetlerin tertibinin yazılışı sırasında Vahye dayanıldığında görüş birliği vardır Sûrelerin sıralanışının da Vahye dayandığı kuvvetli bir görüştür
2) Sünnet: Hz Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir "Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazı geçirirse, hatırlayınca kılsın" (Ebû Dâvud, Salât, II; Dârimî, Salât, 26) hadisi sözlü sünnetin; "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın" (Buhâri, Ezan, 18, Edeb, 27, Ahad, I) hadisi fiili sünnetin; su bulamadığı için teyemmümle namaz kılan bir sahabenin, namazdan sonra su bulduğu halde namazını iâde etmemesi ve Hz Peygamber'in onu tasvip etmesi takrîrî sünnetin örnekleridir Fıkıhta Kur'ân'dan sonra ikinci ana kaynağın Sünnet olduğunda görüş birliği vardır Sünnetin delil oluşu âyetlerle sâbittir Bazı âyetler şunlardır:
"Peygamber size neyi verirse onu alın; size neyi yasaklarsa, ondan da uzak durun" (el-Haşr, 59/7)
"Hayır, Rabbına andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp; verdiğin hükme, içlerinde bir sıkıntı duymadan rıza ve teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (en-Nisâ, 4/65) ''Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur'' (en-Nisâ, 4/80) "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sahibi olanlara (ulû'l-emr'e) itâat edin" (en-Nisâ 4/59) ''Allah ve Rasûlü birşeye hükmettiği zaman, iman eden erkek ve kadına artık işlerinde muhayyerlik yoktur" (el-Ahzâb, 33/36)
Sünnet, Hz Peygamber'in Rabbinden aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir Bu konuda âyette: "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun " (el-Mâide, 5/67)
Kur'ân'ı Kerîm Hz Peygamber'in vahiyle konuştuğunu haber vermektedir: "O, kendiliğinden konuşmamaktadır Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir" (en-Necm, âyet, 3-4) Diğer yandan Kur'ân âyetleri, Peygamber'e iman edilmesini açıkça bildirir: ''Allah'a ve okuyup yazması olmayan (ûmmî) Peygamber'e ibâdet edin; o Peygamber de Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmiştir ve Ona itâat edin ki hidâyete eresiniz'' (el-A'raf, 158)
Sünnetin Kur'ân'ı Kerîm karşısında üç fonksiyonu vardır Sünnet Kur'ân'ın müphem ve mücmel olan âyetlerini açıklar; umûmî hükümlerini tahsis eder; nâsih ve mensûh'u bildirir; Kur'ân'da asılları sâbit olan nasslara tamamlayıcı hükümler getirir; Kur'ân'da bulunmayan bir kısım hükümler koyar Kur'ân'daki namaz ve zekât emirlerinin edâ şeklinin sünnetle açıklanması; karısı zinâ eden ve bunu isbat edemeyen erkeğin mulâane yoluna gitmesi halinde evliliğin sonra ereceği hükmü ile ehlî eşeklerin ve yırtıcı kuşların etinin yenmesini yasaklayan hadisler bunun örnekleridir (Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l Fıkh, s113, 114)
3) İcmâ: Sözlük anlamı; ittifak ve görüş birliği demektir Bir terim olarak; Hz Peygamber'den sonraki bir çağda İslâm müctehidlerinin, bir konu üzerinde ittifak edip aynı görüşü paylaşmalarıdır Bu târife göre icmâda şu şartların bulunması gerekir:
a) Müctehid olmayanların ittifakı, dini bir delil sayılmaz Müctehid; delillerden dinî hükümler çıkarma yeteneğine sahip olan kimsedir
b) Müctehidlerin ittifakı, dinî bir meselenin hükmü üzerinde ilk görüş birliği meydana geldiği zaman aranır Daha sonra görüş değiştirmekle icmâ bozulmaz İcmâ için müctehidlerin bir mecliste toplanması şart değildir Bütün dünyadaki İslâm bilginleri bir meselede görüş birliği etmekle icmâ oluşturulmuş olur
c) İcmâ, bir asırdaki bütün müctehidlerin ittifakı olduğundan, bir grup müctehidlerin ittifakı icmâ sayılmaz
d) Dinî yönü bulunmayan konulardaki görüş birliği icmâ sayılmaz Zaten İslâm'da dini ilgilendirmeyen bir mesele olmaz Dünyada meydana gelen her olayın dinî yönü vardır Ve İslâm her konuda hüküm koymuş her meseleye çözüm getirmiştir İşte bu şartlar yerine gelince icmâ bir delil olur Artık müslümanların bu meseleye uymaları gerekir
Ayette; "Kim kendisine hidâyet belli olduktan sonra, Rasûl'e karşı gelir, mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa ona döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız" (en-Nisâ, 4/115) buyurulur
İcmâ'ın bir delil olduğunu ifade eden hadisler de vardır: "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir" (Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 379) "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 8) Hz Ömer'den şöyle nakledilmiştir: "Kim cennetin ortasında olmak yani oraya girmek istiyorsa, cemaatten ayrılmasın; çünkü şeytan boş kalan kimse ile beraber olup iki kişiden uzaktır" (İmam,Şâfii, er-Risâle, s474)
İcmâ; sarih, sükûtî ve meselenin belli bir kısmı üzerinde görüş birliği etmek üzere üçe ayrılır Sarih icmâ; her müctehidin icmâ konusu mesele üzerindeki görüşünü açıkça söylemiş olduğu icmâdır Sükuti icmâ; herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olan bir ilim adamı belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkid eden çıkmazsa buna sükûti icmâ denir
İmam Şafii ve bazı bilginler bunu delil saymaz Meselenin bir kısmı üzerinde icmâ'a gelince; meselâ miras konusunda sahâbiler, ölenin kardeşleriyle birlikte mirasa giren dedeşinin üçte birden az olmamak üzere mirasçı olacağını, kimisi de mirasın tamamen dedeye kalacağını söylemiştir Burada dedenin her iki durumda da miktarı değişmekle birlikte mirasçı olacağı konusunda görüş birliği oluşmuştur (Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, s179)
4) Kıyas: Bir şeyi başka bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak anlamına gelir Bir terim olarak; hakkında âyet ve Hadislerde bir hüküm gelmemiş olan bir meseleyi ortak özelliklerinden dolayı, hakkında hüküm gelmiş olan bir mesele ile karşılaştırmak, onun hükmünü buna da vermek demektir Kur'ân ve hadiste bulunmayan yeni bir olay, Kur'ân ve hadisteki benzerleriyle karşılaştırılır Aralarında ortak benzerlik olunca birinin hükmü diğerine verilir Buna şarap örnek verilebilir Şarap Kur'ân-ı Kerîm'de yasaklanmıştır Ancak daha sonraki dönemlerde rakı, votka, şampanya, viski gibi değişik adlarda içkiler ortaya çıkmıştır Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de isim olarak zikredilmez Şarabın sarhoşluk verdiği için yasaklandığı, üzerinde düşünülünce anlaşılacağı gibi, çeşitli hadisler de bunu belirtmiştir Bu yeni içki çeşitleri de sarhoşluk verir Bu ortak özellikten dolayı şarabın hükmü kıyas yoluyla diğerlerine şamil olur
Kıyasın delil oluşu âyet ve hadislerle sâbittir Ayette; "Ey iman edenler Allah'a itâat edin, Peygamber'e itâat edin ve sizden buyruk sahiplerine itâat edin Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve Peygamber'e havale edin " (en-Nisâ, 4/59) buyurulur Birşeyi Allah'â ve Rasulüne havale etmek, ancak Kur'ân ve Sünnetin işaret ettiği amaçları bilmekle olur Bu da kıyas demektir
Bazı sahâbîler, Ebû Bekir'e bey'at ederken, Peygamber (sas)'in Onu namaz için İmam olarak seçtiğini gözönüne almışlar ve hilâfeti, namaz imamlığına kıyas ederken; ''Peygamber, onu din işimizde İmam tâyin etmiştir Öyleyse biz onu, dünya işimizde niçin İmam tanımayalım'' (es-Serahsı, Usûl, II, 131, 132; İbn Kayyim el-Cevziye, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Kahire, 1325-1326, I, 253)
Kıyas dört rükünden meydana gelir:
a) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup "hüküm kaynağı" adını da alır b) Fer: Bu, hakkında nass bulunmayan meseledir
c) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asl'dan fer'e geçmesi istenilen şeydir
d) Ortak illet: Bu da hem asl hem fer'de bulunan bir vasıftır Kıyasın dayanmış olduğu esası teşkil eder
İlletle hikmet birbirinden farklıdır Hikmet, hükme uygun bir vasıf olup, çoğu hallerde gerçekleşen mazbut ve mahdut olmayan bir şeydir Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre hükümler hikmete değil, illete dayanırlar
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bazan kıyas nass'la çatışabilir Bu Kur'ân ile sünnetin âmm (umûmî) ifadeleri veya haber-i vâhid olduğu zaman meydana gelir Hanefilere göre âmm delâlet bakımından kesindir Kıyas ise nasıl olursa olsun zannîdir Ancak âmm herhangi bir delil ile tahsis edilirse zannı olur Çünkü âmm, tahsis edildikten sonra şâmil olduğu fertlerden bazısına delâlet etmez Bu yüzden Hanefiler, âmm'ın ilk tahsisten sonra artık kıyas ile de tahsis edileceğini söylerler Meselâ; "Bunlardan başkası size helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti, Hz Peygamber'in ittifakla kabul edilen "Kadın, erkek kardeşinin kızı ve bacısının kızı üzerine nikâh edilmez" (Buharı, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37-39) hadisi ile tahsis edilmiştir Bu şekilde bir defa tahsise uğrayan bir âyet, zannı bir delil ile tekrar tahsisi kabul edebilir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EDİLLE-İ ŞER'İYYE (ŞER'İ DELİLLER)
Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma yolları Edille, delil kelimesinin çoğuludur Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir
Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42) Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder
Genel bir sınıflama ile şerî deliller, "Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler Bu deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele", "örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan önceki şeriâtler" gibi delillerdir
Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir
Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20)
Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î" delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51)
Kitap
Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz peygamber (sas)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17) Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir Tedricî olarak indirilmiştir Bir harfini bile inkâr küfürdür Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır Kur'an, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92) Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz" Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir
Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liân'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir Meselâ, Kur'ân'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan bahsedilmektedir Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır
Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e itâat edin Bir şeyde anlasamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ, 4/59)
Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın hakkıyla bilinmesi demektir Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler Amm zannederek hâs ile delil getirdiler Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler Sözün başını ve sonunu düşünmediler Onu kaynak edinip yollarını bilemediler Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev: İ Sarmış, İstanbul 1981, 176)
Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35)
Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da denilir Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre", "Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar
Kur'ân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir Yalnızca bir kanun kitabı değildir Üslûbu mu'cizdir Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir
Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır
Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı Hz Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi Hz Osman bu Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı
Sünnet
Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir Istılahta ise, Hz Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır Hz Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80) Hz Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir
Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir
Fiilî sünnet ise, Hz Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir Hz Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir
Takriri sünnet, Hz Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182) Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi
Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir
İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz Peygamber'in açıklamasıdır Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz Peygamber'in uygulamaya koymasıdır Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur Bir kısım müctehid Hz Peygamber'in bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s91-92) Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b Hanbel, V, 53)
Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk Hadis) Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır Bunlar reddedilemezler Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63) Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14) Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78 âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80) Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir Fakat makru' (okunmuş)dur Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: " Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s83)
Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır
Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır
Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir Bunlar asl'dır
Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir "Ameller niyetlere göredir" gibi Bunları reddetmek fâsıklıktır
Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir Bunun inkârı bid'at'tır
Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:
Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113) İmam Şâfii ise, (ö204/819) sünneti yalnızca Hz Peygamber'in sünneti olarak alır Sahâbenin sünneti, Hz Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır İmam Şâfii de bu görüştedir Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır Rivâyetlere göre Cebrail (as) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34) Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz Peygamber'e öğretiyordu Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi Ehli sünnet, Şia'nın Hz Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür
Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır Katâde, İbn İshak'ı överken Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn)
Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir
İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89) Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s124) Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır
İcmâ '
İcmâ' lügatte, bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir Istılahta ise, Hz Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır Bu itibarla, halk tabakasının, şer'î bir konudaki ittifak ya da ihtilâfları mûteber değildir (Mehmet Şener, İslâm Hukukunda Örf, s34-35)
İcmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir müessese ve Kur'ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı kaynağı olarak kabul edilmektedir Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız Ve cehenneme sokarız Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çoğunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalâlet) birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 18) meâlindeki hadistir
İcmâ herhangi bir konuda gerçekleşmişse bu icmâ'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir İslâm hukukçularının, şer'î bir dayanak olmaksızın keyfî bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine varmaları düşünülemez Bu sebepledir ki, sonraki İslâm hukukçuları, bir konudaki icmâ'ı öğrenmek istediklerinde, o icmâ'ın delilini değil, böyle bir icmâ'ın var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar Diğer bir ifadeyle, icmâ'ın şer'î bir delile dayanması gerekli olmakla beraber, bu delilin icmâ' ile birlikte nakledilmesi ve bilinmesi, icmâ'ın mûteberlik şartı değildir
İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çeşittir Sözlü icmâ' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği etmeleriyle meydana gelir Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir
Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s29-41) Sonuç olarak söylemek gerekirse; icmâ'ın, kolektif bir ictihad olarak değerlendirilmesi mümkün ise de, İslâm hukukçuları genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icmâ'a da uygulamaya pek yanaşmamışlardır Başka bir deyişle, herhangi bir konuda icmâ'a varsa, aynı konuda ikinci bir icmâ'a imkân tanımamışlardır Bununla birlikte, Sahâbe icmâ'ının da hemen tamamını teşkil eden ibadet yönü ağır basan dinî meselelerde bu görüş kabul edilse bile, özellikle muâmelât hukuku sahasında ikinci bir icmâ'a imkân tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur Molla Hüsrev, "Bir asırda müctehid olan bütün fukahânın ittifakı esastır" der Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhâlefet etse icmâ' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev, Miratü'1-Usûl fî Şerhi Mirkatü'l-Usûl, İstanbul 1307, 1I, s50)
İcmâ', naklî ve tabii bir kaynaktır Rasûlullah'ın vefâtından sonra ümmet, işlerini Kur'ân'ın koyduğu kurala göre "şûrâ ile" yürüttü, dalâlet üzerinde olmadılar İcmâ', sarih, sukûtî ve iki görüşün varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması şeklinde ortaya çıkmaktadır Sarih icmâ' bağlayıcıdır; amel etmek, hükmünü icrâ etmek zorunludur Sukûtî icmâ'da bağlayıcılık kesin değildir Üçüncü icmâ' şekli câiz değildir
İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler İbrahim b Yesar en-Nazzâm (ö331) icmâ'ın huccet olmasını reddeder Üzerinde icmâ' edilen hüküm kâfi bir delile dayanırsa, delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip olmaları sebebiyle icmâ' gerçekleşmez demiştir (Suphi es-Sâlih, age 182)
Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler, diğer icmâ'ları reddederler
Kıyas
Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83) buyurulur
Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, age, s67; İ Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s21) İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b Amr'dan rivâyet etmişlerdir)
Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır (Şâfii, Risâle, s66) Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, age, s19)
İslâm hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir
Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir
Kıyas aklı bir kaynaktır Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır Vahiy asrında (h 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş, kıyası Hz Ömer delillere katmıştır Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir Kıyasla varılan hükümler zann-ı gâlib ifade eder
Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır Hz Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir Ebû Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir
Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin (öl h 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şerîatın tedvini gerekmişti İlk fıkıh medresesi Medine'deydi Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Saîd b el-Müseyyeb, Urve b Zübeyr, Kasım b Muhammed, Ebû Bekir b Abdurrahman, Harice b Zeyd, Ubeydullah b Abdullah, Selman b Yesâr ile başlamıştır
Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler II ve III asırlar en parlak ilim asırları oldu Kur'ân ve sünnetin tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî, Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır Şöyle ki:
İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel etmemesi
İmam Mâlik (93-179), Medine halkının ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar Sahâbi sözü içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider
İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder Bu kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz Şâfii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır Ahmed b Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir
İmam Câfer es-Sâdık'a (ö147) göre sünnet, Hz Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivâyetlerini kapsar Masum imamların söz ve fiillerini de delil alır ve sahâbe sözlerine tercih eder Kıyası reddeder ve delil saymaz
Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta, 211) Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s375 vd) Nasslarla çatışmayan örf ve âdet de hukukî teşri'de kullanıldı II asır, tâbiîn devridir Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar Etbau't-tâbiîn ve müçtehid imamlar döneminde (III ve IV yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü delil aldı Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi İstihsan, örf, maslahat vb deliller çıktı Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve âdet'di İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi
mamiyye Kitab, Sünnet, icmâ', akıl kaynaklarıyla fıkhı koydu Ancak edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN
Yükümlülük sahibi olanların yaptıkları işler, fiiller
Ef'âl "fiil", mükellefin de "mükellef" kelimesinin çoğuludur "Teklif" mastarından türetilmiş olan bu kelime "yükümlülük sahibi kişi" anlamındadır Şer'i ıstılahta: "İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir Bu terkip "yükümlülerin fiilleri" diye Türkçeleştirilebilirse de fıkıh ıstılahında "yükümlülerin fiillerinin şer'î hükümleri" anlamında kullanılmıştır
Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsid Bu taksim Hanefi hukukçularına göredir
1 Farz: Sübûtu ve ifâde ettiği anlamı (delâleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasûlünün emrettiği fiiller "farz" adını alır Farzlar, te'vile (başka anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle sâbit olur Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi Bunlarla ilgili hem kesin âyetler vardır, hem de Hz Peygamber (sas)'in tevâtüre varan yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur Farzın hükmü işleyene sevap, terkedene ceza olması; inkâr edenin veya küçümseyenin dinden çıkmasıdır Bu da farzı ayrı ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır Bir kısmının işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekât ile İslâm toprakları saldırıya uğradığında cihada çıkmak gibi
b) Farz-ı Kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur Cihad etmek Kur'ân-ı Kerîm dinlemek, Kur'ân-ı Kerîm ezberlemek, selâm almak, cenaze namazı kılmak gibi Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyenlere âit olur Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkâr olur Bir ibâdetin rükünleri ve şartları kabılinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin sıhhatine engel olur Terk kasten olsun yanlışlıkla olsun hüküm değişmez Kasten terk halinde ayrıca günâha girme vardır Namaz kılarken rükû veya secde etmeyi terketmek gibi
2 Vâcib: Farzla sünnet arasında kalan ve amel bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir Bunları işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir İtikadı açıdan, inanma bakımından farzın hükmü gibi değildir Yani vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz Bir ibâdetin vâciblerinden birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla) terketme hâlinde ise sehiv secdesi gerekir Vâcibin de kifâye olânı vardır Şâban ve Ramazan ayı sonlarında hilâli gözetlemek vacibtir Fakat herkese vâcib değildir Diğer vâcib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak, yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek gibi Vâcib; sübûlu kat'ı ve delâleti zannı olan delille sabit olur Bu delil te'vile uğramış âyet veya hadis şeklinde olabilir Mesela: Kur'ân-ı Kerim'de:
"Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser, 108/2) buyurulur Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhâtabı Hz Peygamberdir Yani bunlar Hz Peygamber için farz hükmünde olur Ancak emrin, diğer müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir Ancak bu emirlerin diğer müslümanların kapsadığı daha kuvvetli görüştür Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmaması yüzünden farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vâcib denir (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, VIII/, 6200 vd)
3 Sünnet: İyi ahlâk, iyi huy Hz Peygamber'in sözleri, fiilleri, işleri ve takrirleri Misvak kullanmak, cemâatle namaz kılmak gibi Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere iki kısma ayrılır
a) Müekked Sünnet: Hz Peygamber (sas)'in devamlı işleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir Terkedilmesinde "itâb" vardır Sabah, öğlen ve akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların sünnet ettirilmesi gibi
b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz Peygamber'in çok defa edâ edip, bazan terkettikleri sünnet Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi Gayr-ı müekked sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir
Usûl bilginleri sünneti ikiye ayırmışlardır
a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin tamamlayıcı olan sünnetleridir Terkeden kınanır Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kılmak gibi
b) Sünnet-i Zevâid: İbâdetlerle ilgili olmayan Hz Peygamber (sas)'in sünnetlerine denir Bunları terkeden kınanmaz Namazın rükünlerini uzatmak ve Hz Peygamber'in yemesi, içmesi, oturması, kalkması gibi fiillerinin taklit edilmesi Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'ın Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21)
Sünnet mutlak olarak kullanıldığında Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini de kapsar Ayrıca farz ve vâcibde olduğu gibi sünnetin kifâyî çeşidi de bulunur Ramazan'ın son on gününde itikaf yapmak ve terâvih namazını cemaatle kılmak gibi Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dır Yani bir kısım müslümanların cemâatle namaz kılması, diğerlerinden sünnet yükümlülüğünü kaldırmaz
Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandırır Kasden terk halinde ceza değil, kınama gerekir
4 Müstehab: Buna mendub da denir Hz Peygamber'in bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir Bazı nâfile namaz ve oruçlar gibi Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır
5 Mübah: Yükümlünün yapıp yapmamakta muhayyer bulunduğu işlerdir Bunun hükmü işlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın bulunmamasıdır Eşyada asıl olan mubahlıktır Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan şeylerin hepsini sizin için yaratmıştır" (el-Bakara, 2/19) Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir Meselâ, haram olan şeylerden yemek içmek mübahtır Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden de yiyip içmek farz olur Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen bunu tazmin eder Bu şekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanır Yemenin namazı ayakta kılacak ve oruç tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır Şişmanlık için yemek mekruh, misafire ikram dışında doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram sayılmıştır Ancak cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir Mübah ve meşrû' eş anlamlıdır
6 Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi istenen şeylere gayr-ı meşrû denir Bunlardan sübût ve delâlet bakımından kesin delille sâbit olanlara "haram"; yalnız sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmış bulunanlara ise "mekruh" denir Harama, mahrem veya mahzur adı da verilir
Haramın hükmü; terkine sevap, islenmesine ceza gerekmesi ve helâl ve mübah sayanın dinden çıkmasıdır İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi olmak gibi
7 Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zannı veya subûtu zannı, delâleti kat'ı delille sâbit olan şeyler mekruh adını alır Mekruhun hükmü amel bakımından haramın hükmü gibidir Terkine sevap, işlenmesine ceza korkusu vardır Mekruhun helâl olduğuna inanan kimse dinden çıkmaz Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan deniz hayvanlarını yemek, cuma saatinde alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek
Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen mekruh"; helâle yakın olanına ise "tenzîhen mekruh" denir Birincisi vâcib karşıtı olarak kullanılır Ebû Hanife ve İmam Ebû Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse de, ona yakındır İmam Muhammed'e göre ise gayr-i meşrû, haram demektir Ancak haramlığına kesin delil bulunmadığı için "Mekruh" tâbirini kullanmıştır Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında kullanıldığı gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır Ebû Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiğini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açıkça ifade etmiştir (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316, s4-12)
Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanılır Meselâ; Başka su varken kedi artığı olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur
8: Müfsîd: Başlanan bir ameli bozan ve ibtal eden kimsedir Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü, bunu özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi, sehven yapmışsa cezanın gerekmemesidir Başlanan bir orucu veya namazı bozmak gibi
Sonuç olarak akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış olduğu fiiller yukarda açıkladığımız sekiz maddeden birisine girer Meselâ; meşru yoldan kazanç elde etmek helâl; rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak mübah (câiz); muhtâca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına kadar süre vermek vâcibdir Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn; başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı kifâye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub; övünmek için öğrenmek mekruhtur Satım akdinin gerektirmediği ve taraflardan yalnız birisinin yararına olân bir şârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir Her insan gücü dâhilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir Gücünün dışındaki işlerle sorumlu tutulmaz (Fakir olana zekât ve hacca gitmenin emredilmesi gibi)
"Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapılması mümkün olmayan zor işlerden sorumlu tutmak Zira "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler" (el-Bakara, 2/286)
İnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluğu yüklenmeye ehliyetli olması lâzımdır Ehliyet kişinin lehine ve aleyhine olan şer'î teklifleri yerine getirmeye salâhiyetli bulunmasıdır
Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" olmak üzere iki kısımdır:
a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanın kendi lehine ve aleyhine âit meşrû hakların gerekliliğine salâhiyet sahibi bulunması (vâris olma hakkını lüzûmuna salâhiyetli bulunması gibi)
b) Edâ Ehliyeti: İnsanın kendisinden şer'ân mûteber olacak şekilde fiillerin meydana gelmesine salâhiyet sahibi olması Bu da, kâmil ehliyet (akıllı ve buluğa ermiş bir insanın sahib olduğu ehliyet; kendisinin nikâh akdini kabulü, alış-veriş, icâre gibi fiilleri meydana getirmeye tam salâhiyetli olması gibi) ve kasır ehliyet (mümeyyiz bir çocuğun veya matuh (bunamış) bir kimsenin yaptığı işlerin bir kısmının sahih ve mûteber, bir kısmının ise mûteber olmaması gibi) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye Kamusu, I, 31)
Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuğu fiiller önem sırasına göre itikat, ibâdât, muâmelât ve ukûbat'tır Bunlar da ayrıca delillerinin sağlamlığı, lâfızlarının delâletinin katiliğine göre kendi içlerinde sıralanır İslâmi bir toplumun imanı ve tâğutî olanı tefrik edebilmesi için yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nın rızasına uygun olarak bilmesi gerekmektedir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EĞLENCE VE CEVAZI Ibadet ve çalışma dışında kalan vakti, faydalı bir işle meşgul olarak geçirmek; ibadet ve çalışmak için yeni güç kazanmâk üzere gönlü dinlendirmek, hoş vâkit geçirmek
Dinimiz gâyesiz ve faydasız vakit geçirmeyi hoş görmemiştir "Boş vakit", değerlendirilmesi gereken en önemli nimetlerden sayılmıştır "Iki nimet vardır ki insanların çoğu bundan gâfildir: Sıhhat ve boş vakit"
Kur'ân-ı Kerîm'de çalışma dışında kalan vaktimizi ibadet ederek değerlendirmemiz tavsiye edilmiştir: "Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır" ; "Evet her güçlükle beraber bir kolaylık vardır"; "O halde (işlerinden) boşaldığın zaman uğraş, (ibadetle meşgul ol) yorul " (el-Inşirâh, 94/5-7)
"Manasız işler" (mâlâyâni) ile meşgul olan kimse dinimizde makbul sayılmaz: "Faydasız şeyleri terketmesi bir kimsenin iyi müslüman olduğunun alâmetlerindendir" (et-Tergib ve't-Terhib, IV/319) Boş vakitler muhakkak dünya ve âhirete faydalı olacak bir işle doldurulmalıdır
Hz Ömer (ra) şöyle derdi: "Ben sizden birisinin ne dünya işi ne de âhiret işiyle meşgul olmaksızın boş vakit geçirmesini hoş karşılamıyorum Herkes devamlı olarak faydalı bir işle uğraşsın; bir işi bitirdiği zaman başka bir işe başlasın"
"Eğlence" kelimesinin Arapça karşılığı olan "lehv"; âhiret amellerinden insanı alıkoyan eğlenceler demektir Kur'ân-ı Kerîm'de dünya hayatının ancak bir oyun ve eğlence (lehv) den ibaret olduğu bildirilmiştir
Âhiret amelleri; âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak, cehennem azâbından bizi koruyacak amellerdir: Helâli-haramı gözetmek, Allah'ın rızasını kazanmak için devamlı gayret içinde olmak; peygamberimizin şefâatine nâil olmak için onun sünnetine uymak; mü'minleri Allah için sevmek, kâfirlere Allah için düşman olmak; müslümanların güçlenmesi, düşmanlarına galip gelmesi için cihad etmek
Bütün bu işler ve müslümanların bugün içinde bulundukları zayıf durum çok çalışmayı gerektirmektedir Bunun için müslümanın boşa geçirecek hiç vakti yoktur
Allah, dünya ve içindekileri kulları için yaratmıştır Mü'min olsun olmasın bütün insanlar dünya nimetlerinden istifade ederler Mü'min olanlar bu nimetlere şükrederek âhiret hayatını da kazanmış olurlar Onun için iki dünya saâdeti mü'minler içindir: "Onlardan kimi de, ‚Rabbimiz bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver; bizi ateş azabından koru ‚ der" (el-Bakara, 2/201) Mü'min olmayanlar nimetin sahibini tanımadıkları için O'na şükretmezler; helâl-haram gözetmezler Onların âhiretten nasipleri yoktur: "Insanlardan kimi, Rabbimiz, bize dünyada ver, der; onun âhirette bir payı yoktur" (el-Bakara, 2/200) Onlara göre: "Bu dünyaya bir defa gelinir, herkes gönlünce yaşamalıdır; yemeli, içmeli, eğlenmeli, gülüp oynamalı zevk ve sefa etmelidir " Bunları Cenâb-ı Hak şöyle tasvir ediyor: "Inkâr edenler ise (dünya hayatından biraz) zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler, (sonunda) yerleri ateştir"
Haram namına birşey tanımayan, dünya hayatını zevk ve eğlenceden ibaret gören bu felsefe (hedonizm, epikürcülük) mensupları herşeyin dünyada biteceğini söylerler: âhirete ve hesaba inanmazlar Onlara göre akıllılık, hayvanî bir hayat sürmektir:
"Iç bâde, güzel sev, var ise akl-ü şuûrun, Dünya var imiş ya yoğ imiş ne umurun"
Islâm herşeye bir ölçü koymuş ve Allah'ın koyduğu sınırlara uymanın insanı mutlu edeceğini bildirmiştir; nefs ve şehvet yolunda gitmenin, geçici zevklere dalmanın akıbeti pişmanlıktır "Kimi vicdâna dokundu kimi cism-ü câne, Zevk nâmına ne yaptımsa peşiman oldum "
Dünya nimetleri, bir bakıma insanı sıkıntıdan kurtarmak, eğlendirmek için yaratılmıştır Fakat bu "eğlenme"nin sınırlarını ve ölçülerini bilmek gerekir
Insan çalışarak dünya nimetlerinden faydalanır; mal ve evlât sahibi olur; "dünya hayatının süsü" olan mal ve çocuklarıyla meşgul olarak vaktini hoşça geçirmeğe çalışır: "Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür; bâki kalacak olan güzel işler ise Rabbinin katında sevapça da, umutça da daha hayırlıdır" (el-Kehf, 18/46)
Allah (cc), yorgunluklarını gidermesi, gönüllerini eğlendirmeleri için kullarına birçok nimetler ihsan etmiştir: "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmedığınız nice şeyler yaratmaktadır" (en-Nahl, 16/8)
Aslında vücudu dinlendiren, gönlü huzura kavuşturan ve ruhları doyuran şey, ihlâslı olarak yapılan ibadettir: "Onlar ki, inanmışlardır ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşur; Iyi bilin ki ancak Allah'ı anmakla kalpler huzura kavuşur" (er-Râd 13/28) Hadis-i şerifte meşrû ve faydalı eğlence olarak dört husus bildirilmiştir; Atıcılık, binicilik, yüzücülük, aile ve çocuklarla eğlenme:
"Allah'ın zikri olmayan herşey ya (faydasız) eğlencedir veya vakti boşa geçirmektir Ancak şu dört şey bunlardan değildir: Insanın (atıcılık için) iki şey arasında yürümesi, atını terbiye etmesi, ehli ile oynaması ve yüzücülüğü öğrenmesi " Hz Ömer (ra), "Çocuklarınıza yüzmeyi, atıcılığı öğretiniz ve onlara sıçrayarak atlara binmeyi emrediniz" demiştir (Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 46)
Eğlence iki kısma ayrılır:
1 Meşrû (yasak olmayan; mübah) eğlenceler;
2 Gayrımeşrû (yasak) eğlenceler
"Eşyada asıl olan mübahlıktır" kuralına göre belirli sayıdaki haramların dışında kalan şeyler mübah (helâl)tır Harama düşme tehlikesi olursa, bazı "mübah"ların terkedilmesi de tavsiye edilmiştir
Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın kulları için helâl kıldığı süs ve eğlencelerin haram olmadığı bildirilmiştir: "Ey Âdemoğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü güzel elbiseler)inizi (üzerinize) alın; yiyin-için, fakat israf etmeyin; Çünkü O, israf edenleri sevmez "; "De ki: ‚Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?' De ki: ‚O, dünya hayatında inananlarındır, kıyâmet günü de yalnız onlarındır ‚ Işte biz bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz" (el-A'raf, 7/31-32)
Meşrû Eğlenceler:
Peygamberimiz (sas)'in tatbikatıyla sâbit olan helâl eğlenceler şunlardır: Koşu, güreş, atıcılık, kılıç-mızrak oyunları, av
1 Koşu: Islâm, insanın beden ve ruh sağlığına faydalı olan spor çeşitlerini helâl kılmıştır Savaşa hazırlık maksadıyla yapılan eğitimler ve harp oyunları mübah olmanın ötesinde birer zarûrettir
Sahâbîler, Peygamberimizin huzurunda koşu müsâbakaları yapardı Peygamberimiz (sas) bizzat Hz Âişe (ra) ile yarışmış; bir defa kendisi yenmiş, bir seferinde de Hz Âişe Peygamberimizi geçmiştir
Peygamberimiz (sas) at yarışı yaptırmış ve galip gelene mükâfat vermiştir Yalnız bu, günümüzde yapıldığı gibi, her iki yarışmacının ortaya para koyup, kazananın hepsini alması şeklinde yapılan at yarışı değildir Bu şekilde yapılan at yarışı kumardır ve yasaklanmıştır Mübah olan at yarışında, mükâfâtı, kazanan yarışmacıya, ya yarışmacıların dışında üçüncü bir şahıs veya bir kurum verir veya yarışmacılardan yalnız birisi verir
2 Güreş: Hz Peygamber (sas), iyi bir pehlivan olan Rükâne ile güreşmiş ve onu yenmiştir
Bedeni eğiterek güçlendirmek ve bu maksatla spor yapmak gereklidır Çünkü nefis müdâfaasında ve Islâm diyarını savunmada, eğitilmiş güçlü bir bedenin hasmına, gâlip gelme şansı büyüktür Islâm, kuvvetli mü'minin, zayıf mü'minden hayırlı olduğunu bildirmiştir
3 Atıcılık: Atıcılık hem meşrû bir eğlence hem de savaşa hazırlık için bir eğitimdir Islâm, müslümanların düşmanları karşısında güçlü olmasına büyük önem ermiştir Kur'ân-ı Kerîm'de, "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın" (el-Enfâl, 8/60) buyurulmuştur Peygamberimiz (sas) burada geçen "kuvvet" sözünü "atmak" olarak tefsir etmiş ve; "Dikkat ediniz! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır kuvvet atmaktır! " (Müslim, Imâre, 167; Ebû Dâvûd, Cihad, 23; Ibn Mâce, Cihad, 19; Ahmed b Hanbel, IV, 157) buyurmuştur Yine, "Atıcılık üzerinde durunuz; çünkü o, hayırlı eğlencelerinizdendir" buyurmuştur
Atıcılığı öğrenmek için güvercin vb hayvanları besleyip hedef olarak kullanmak yasaklanmıştır Abdullah b Ömer (ra) böyle yapan bir topluluk gördüğünde kendilerine, "Peygamber (sas) canlı bir şeyi vasıta yapanları lânetledi" demiştir Horoz döğüştürmek, deve ve boğa güreştirmek de yasaklânmıştır; çünkü bu, eğlence için hayvanlara işkence etmektir Câhiliye Arapları, iki koç veya iki boğayı ölünceye kadar döğüştürürler, kendileri de onları seyrederek gülüşürlerdi"
4 Kılıç-Mızrak Oyunları: Hz Peygamber (sas) Habeşlilerin Mescidi Nebevî'nin önünde kendi millî oyunları olan "şiş oyunu"nu oynamalarına ve Hz Âişe'nin onları seyretmesine müsaade etmiştir Hattâ, "Göreyim sizi ey Erfede oğulları!" diye onları teşvik etmiştir Peygamberimiz (sas) bu oyunlara engel olmak isteyen Hz Ömer (ra)'i de, "Bırak onları ey Ömer!" diye uyarmıştır
Peygamberimizin engin müsâmahalarıyla faydalı bir eğlence olan "kılıç oyunu" mescidde oynanmış, Hz Âişe vâlidemiz de bu oyunu seyretmiştir Hz Âişe (ranha) diyor ki: "Peygamber (sas) kendi örtüsüyle beni örttü ve kendim usanıncaya kadar mescidde oynayan Habeşlileri, eğlenceye meraklı genç bir kızın seyredebileceği kadar seyretmeme müsaade etti"
İslam'ın mübah saydığı eğlencelerin, oyunların hiçbirisinde hasmı yaralamak, ona eziyet vermek yoktur Çünkü insan hürmete lâyıktır Oyuncu, oyunun kurallarına göre gücünü ve zekasını kullanarak hasmını yenmeğe çalışır; bilerek rakibine zarar vermez
5 Avcılık: Avcılık da meşrû olan faydalı eğlencelerdendir Hem spor, hem eğlence; hem de kazanç yoludur Kur'ân'da bildirildiğine göre hacc ve umre için ihrâma girildiğinde av yapılması yasak olur (el-Mâide, 5/95-96) Ayrıca kutsallığından dolayı Mekke'de bulunan hayvanların avlanması yasaktır
Meşru Olmayan Eğlenceler:
1 Kumar ve şans oyunları: Içinde kumar* bulunan her oyun haramdır Kumar ise, oyuncuya mutlak bir şey kazandıran veya kaybettiren oyundur
Kumar olsun olmasın tavla oynamak haramdır: "Tavla oynayan, domuz etine ve kanına elini bulamış gibidir "; "Tavla oynayan, Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş sayılır' (et-Tâc, V/287)
Bazı âlimlere göre kumar karısınııyorsa tavla haram değil mekruh olur
Satrancın haram ve mekruh olduğu hakkında Islâm hukukçularının farklı görüşleri varsa da en doğrusu şu şartlar altında onun mübah olmasıdır:
a) Satranç yüzünden namazın vaktinden sonraya bırakılmaması;
b) Kendisine kumarın karısınıamış olması;
c) Oyuncunun oyun esnasında dilini kötü sözlerden sakındırması
Bu üç şart yerine getirilmezse satranç oyunu haram olur
2 Sinema-Televizyon:Sinema ve televizyon, eğitim ve eğlence aracıdır Iyi yolda kullanılırsa iyidir ve faydalıdır; kötü yolda kullanılırsa zararlıdır ve haramdır
Sinema ve televizyon programlarını seyretmek şu şartlarda mübah olur:
a) Programın Islâm inancına uygun olması; günahı teşvik eden, sapık düşünce ve emperyalist kültürü aşılayan, bâtıl inançlara yer veren filmleri seyretmek haramdır
b) Insanı dinî ve dünyevî görevlerinden alıkoymaması Film yüzünden farz namazlardan birisini geciktirmesi, bakıma muhtaç ebeveyninin hizmetini aksatmasına sebebiyet vermesi halinde haramdır
c) Program seyrederken yabancı (mahrem olmayan) kadınlarla bir arada bulunmak haramdır
3 Musikî-Şarkı-Türkü vb: Haddi aşmadığı ve günaha sürüklemediği takdirde musîkî mübahtır Günümüzde mübah olan musikî çeşidi maalesef çok azdır Bugün yaygın olan; şehveti tahrik eden ve içinde müstehcen ifadelerin yeraldığı müziktir
Bayramlarda, düğünlerde meşrû ölçüler içerisinde eğlenmek Islâmî marşlar söylemek mübahtır Bir düğünde bulunan Hz Âişe (ranha)'ya Peygamberimiz (sas), "Beraberlerinde eğlence türünden ne vardı? Ensâr eğlenceyi severler" buyurmuştur
Hz Âişe (ranha) yakınlarından birisini bir Medine'li müslümanla evlendirdi Hz Peygamber (sas) geldi ve aralarında şu konuşma geçti:
Kızı gönderdiniz mi?
Evet
Beraberlerinde şarkıcı gönderdiniz mi?
Hayır
Medine'li müslümanların bir zevk tarafları vardır Beraberinde (size geldik, size geldik) diyecek birisini gönderseydiniz !
Gönlünce eğlendiği halde bir türlü tatmin olmayan günümüz insanı, yaratılış gayesine uygun olarak boş vakitlerini değerlendirmeli, kendisine faydalı eğlenceler bulmalıdır
İslam'ın hâkim olmadığı ortamlarda müslüman için en güzel zevkli ve meşru eğlence akîdesini öğrenmek ve kitlelere ulaştırmak için uğraşmaktır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İ BEYT
Hz Peygamber (sas)'in ev halkı Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir İslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz Peygamber (sas)'in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır Bu anlamda ehl-i beyt; Hz Peygamber (sas) ve ailesi, Ca'fer, Âkil, Abbâs ve aileleridir Şia'ya göre ise; Hz Peygamber (sas)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz Ali, Hz Hasan ve Hz Hüseyin'dir (Sahih-i Müslim, II 751-752; IV, 1873)
Rasûlullah (sas) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir (Ahmed b Hanbel, Müsned, VI, 323)
Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzâb sûresindeki şu âyette açıklanmıştır: "Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin;Allah'a ve Peygamber'e itâat edin Ey Peygamber'in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister" (el-Ahzâb, 33/33) Rasûlullah (sas)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in hanımları" hitâbı vardır (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân terc İstanbul 1983, IV, 370) Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır İbn Abbâs, Urve b Zübeyr ve İkrime bu âyetteki ehlü'l-beyt lâfzından Hz Peygâmber (sâs)'in hânımlarının kastedildiğini söylemişlerdir
Hz Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir
Enes b Mâlik'in rivâyetine göre: Hz Peygamber (sas), altı ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey ehl-i beyt namaz, namaz" demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü âyetini okumuştur Ebû Ammâr'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur:
''Rasûlullah (sas), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi Her birinin elini kendi eli içine almıştı İçeri girdi ve Hz Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu; Hz Hasan ve Hz Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister ' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar benim ehl-i beytimdir Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır' diye dua etti" Bu hadis, çeşitli muhaddisler (Ahmed b Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim) tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir Hâdişlerde, Rasûlullah (sas)'in eşleri Ümmü Seleme veya Hz Âişe'nin, Hz Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu nakledilmiştir Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (sas)'in hanımları da ev halkındandır Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir Mevdûdî, Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel, İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz Âişe, Hz Enes, Hz Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın Hz Peygamber'in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz Peygamber'in buna ilâveten Hz Ali, Hz Fâtıma, Hz Hasan ve Hz Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır (Mevdûdi, age aynı yer)
Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır Hatta siâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler Sekâleyn hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır (Cemal Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983, 468) Gâdir-i Hum'da Hz Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız" buyurduğu rivâyet edilmiştir Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini yazmaktadır (Ayr bk Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 36; Ebd Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâsik, 84; Hâkim, Müstedrek, III, 109; Ahmed b Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 414)
Hadîsin Müslim'deki Zeyd b Erkam (ö68/687) rivâyeti şöyledir "Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra, 'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız' buyurdu Böylece Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum' (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere tekrarlâmıştır) (Müslim, Fedâilü's-Sâhâbe, 36; Ayrıca bk Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc M Sofuoğlu İstanbul 1970, VII, 311-314) Zeyd b Erkâm, ayrıca Hz Peygamber'in eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir Hz Peygamber (sas)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir: "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına da gerekmez; o insanların kiridir'' (Müslim, Zekât, 167; Ahmed b Hanbel, V, 166) "Biz ehl-i beyt 'iz bize zekât helâl değildir" (Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161) Ebû Hureyre'nin Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b Ali-çocukken- zekât hurmalarından bir hurma aldı Hz Peygamber (sas) atması için 'kaka kaka' dedi Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz ' buyurdu" ifadesi vardır (Buhâri, Zekât, 57, 60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b Hanbel, I, 200)
Müctehidlerin Hz Peygamber'in yakınları ile onlara haram olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır Ebû Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları'dır demektedir Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz Peygamber (sas)'in yakınlarının yabancılardan zekât almalarının haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu savunmuşlardır Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan ve Hz Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini belirtmektedir İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay alamayan ehl-i beyt'in darda kalmamaları için zekât almalarının câiz olduğunu söylemiştir Yûsuf el-Kardâvî buna işaret ederek Âlu Muhammed'in, Hz Peygamber'in yaşadığı dönemdeki yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik'in de böyle anladıklarını belirtmektedir Yine o, Alu Muhammed'in zekât alamazken nâfile sadaka alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha íazla olan nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın tutarlı olmadığını söylemektedir Hz Peygamber'in yakınlarına zekât yasağı koyarken, yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir Bu yasağın kıyâmete kadar devam etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır Üstelik ganimet ve fey gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek olduğunu savunmaktadır (Kardâvî, Fıkhü's-Zekât, Beyrut 1969, II, 732-733)
Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz Peygamber'in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm'da önemli bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına, "Allah bana; 'Ey Peygamber, Sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O 'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun Allah seni insanlardan korur Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez' (el-Maide, 5/67) âyetini indirdi" buyurarak, Cebrâil'in şu emri getirdiğini söylemiştir: "Ali b Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra imamdır Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı Ona muhâlefet eden mel'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir Dinleyiniz ve itâat ediniz Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam edecektir" Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir: "Mâide Sûresinin 67 âyeti Hz, Ali hakkında nâzil olmuştur'' (Mecmau'l-Beyân, III, 223; Dairetü'l-Maarifü'l-İslâmiyye eş-Şiâ, 37; Vahidi, Esbâbu'n-Nüzûl, 115) Bu ibareler, Şiî kaynaklarda bu şekliyle kaydedilmektedir
Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah'ın tebliğ etmesi istenen şey Hz Ali'nin hilâfetidir Hasan el-Basrî'nin (ö110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz Ali'nin velâyeti konusunda Hz Peygamber'e delil olmasını istemiş, o da 'amcasının oğlunu korudu' diye düşünmesinler niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir Hz Peygamber daha sonra "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır" buyurmuştur İbn Teymiyye bu hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından arzuları ve görüşleri doğrultusunda değiştirildiğini kaydetmektedir (bk İbn Teymiyye, Minhacü's-Sünne, Gâdir-i Hum) Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet'ten otuz dokuz, Şiâ'dan sekseniki rivâyet yoluyla gelmiştir Bu kadar çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz Peygamber (sas)'in bunu birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt'in mâsum olduğunu ve Kur'ân'dan ayrılmazlığı anlamını çıkarmış; bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak gerektiğini, çünkü Hz Peygamber'in "iki emanet"ten kasdının bu olduğunu söylemişlerdir Ehl-i beyt, kıyâmete kadar Kur'ân'ın yanındadır (Muhammed Takiy el-Hakim, Usûlü'l-Fıkhi'l-Mukârin, 167) Sünni alimler ise hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar (Bk İbn Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mace, Menasik, 84; Ahmed b Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader, 3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, V, 214, İbnü'l-Esir, Üsdü'l-dâbe, 111, 307)
Ehl-i beyt'in Kerbelâ* katliamından sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur Ali Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır (ö114) Hz Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır'ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö148) ehl-i beyt'in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd'in, Hz Ali'nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, İbrahim'in, Abdullah b el-Hasem'in şahâdetlerini görmüştür Onun zamanında başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt olduklarını öne süren "Dâî" * ler ortaya çıkmış; bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer'i tanrılaştırarak İslâm'dan sapmışlardır
İslâm tarihinde ehl-i beyt'in Hz Ali'den sonra tarihte çeşitli aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı bilinen bir husustur İlmin kapısı olan Hz Ali'ye ashâb arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını savunanlar vardı; ancak onlar mezhep oluşturmamışlardı Ebû Zerr, Mikdât b el-Esved, Câbir b Abdullah, Ubey b Kâb, Ebû'l-Tufeyl, Abbas ve çocukları, Ammâr b Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar arasındadır Daha sonrâları Hz Osman zamanında fitneler başlamış, aşın tarafçılık eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt'e büyük bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı nefretini doğurmuştur Irak'ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur
Hz Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır Hz Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı bizim için Allah'tan korkun Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz Biz ev halkıyız Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, "Ey ehlü'l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister" diye bahsetmiştir"
Şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki İmam şunlardır: Hz Ali, Hz Hasan Hz Hüseyin, Ali Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi Ehl-i beyt'in Hz Ali'den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir
Hz Hasan'ın soyundan: Muhammed en-Nefsü'z-Zekiye (145/763), İbrahim, Hüseyin b Ali (169/785), Muhammed b Tabat (199/814), Muhammed b Süleyman (814), Zeyd b Musa el-Kâzım ve Ali b Muhammed, İbrahim b Musa, el-Hasan b Zeyd (250/864), el-Hüseyin, İsmail b Yûsuf, Muhammed b Zeyd, Ahmed b Muhammed, Hasan b Ali gibi kimseler gelip ehl-i beyt'in liderliğini yapmış Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir
Hz Hüseyin'in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b Musa el-Kazım, Muhammed b Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b Kasım, el-Hasan el-Karkî, Muhsin b Câfer (404) (Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb) Hz Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar Hz Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz Hasan soyundan gelenlere Şerif denilmektedir
Hz Peygamber'in ehl-i beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte Nakîbü'l-Eşrâf denilmiştir Nakîbü'l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur (Ayrıca bk: Ehl-i Sünnet)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İ BİD'AT
Bid'at ehli, hevâ ehli, dalâlet ehli, şüpheler (şubûhât) ehli, tefrika ehli İlim ehline göre bunlar aynı şeyin değişik isimleridir Bunlar Kitap ve Sünnet'e ve Ümmetin, ashabın yolunu ve metodunu izleyen selefinin anlayışına aykırı görüşler ortaya koyan kimselerdir
İslâm dininde bid'at, Allah'ın ve Rasûlünün teşri' buyurmadığı, farz veya müstehap türünden olmayan, bunlarla ilgili olarak hiçbir şekilde emretmediği şeylerdir Ancak şer'î deliller ile bilinen hususlar ise, Allah'ın göndermiş olduğu dinin kapsamı içerisindedir Bu konudaki bir kısım emirlere dair ilim adamlarının farklı görüşleri durumu değiştirmez
Bid'at ehline "hevâ ehli" adı verilmeşinin izahı ile ilgili olarak İmam Ebu İshak İbrahim b Musa eş-Şâtıbî (v 791/1388) şunları söylemektedir: "Ehl-i Bid'at şer'î delilleri onlara ihtiyaç duyulan bir eda ve bu delilleri esas alan bir üslup ve yaklaşım ile ele almadılar Aksine hevalarım şer'î delillerin önüne geçirdiler, kendi görüşlerine itimad edip güvendiler Hatta şer'î delilleri ise bu esaslara göre ele alınıp değerlendirilecek bir mertebede gördüler" (el-İ'tisâm, II, 176)
Hevâ ise insanın sevmek veya nefret etmekten kaynaklanan eğilimleridir
"Sünnet ve hadis ehli dışında bütün fırkalar hadis imamlarından sahih olan bir görüş ile ayrılmış değillerdir Bununla birlikte bunların İslâm dininden hak olan bazı şeylere de sahip olmaları kaçınılmazdır İşte bundan dolayı şüphe sözkonusu olmuştur Yoksa katıksız bir bâtıl hakkında kimsenin şüphesi olmaz Bundan dolayı bid'at ehline "şüphe ehli" denilmiştir Ayrıca Onlar hakkında: "Onlar, hakkı batıla karıştıranlardır" denilmektedir" (Minhacü's Sünne, V, 167)
Dinde tefrikaya düşmek "bir tek fırkayı" fırkalara dönüştürür Onların bu noktaya düşmelerinin sebebi ise hevâlarına uymalarıdır Dinden uzaklaşmalarıyla, hevaları da bölük bölük olmuş ve sonunda dağılmışlardır Bu bakımdan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dinlerini fırka fırka edip gruplara ayrılan kimselerle senin hiçbir ilişkin yoktur" (el-En'âm, 6/ 1 59) Burada yüce Allah, Rasûlünü böyle kimselerden uzak tutmuştur Bunlar da bid'at ve dalâletlere gömülen Allah'ın ve Rasûlünün izin vermediği hususlara dair söz söyleyen kimselerdir
Kişiyi hevâ ehli arasına sokan bid'at ise sünneti bilen ilim adamlarınca meşhur olan görüşe göre Haricilerin, Rafızilerin, Kaderiyenin ve Mürcie'nin bidatleri gibi, kitap ve sünnete aykırı düşen bid'attır Allah Rasulü'nün sünnetini bilen âlimlerce dinden oldukları zaruri olarak bilinen hususlarda tartışmaya girişen bir kimse başkaları bu konuda şüphe etse yahut nefyetse dahi- aslı konularda muhalefet eden kimselerin bid'at sahibi olduğu hüküm üzerinde İslâm'ın ileri gelen âlimleri arasında ittifak vardır Meselâ; sünnet âlimlerince mütevatir olarak kabul edilen Rasûlullah (sas)'ın şefâatine, havzına, kebâir ehlinin ateşten çıkartılacağına dair hadisler ile yine onlarca mütevâtir kabul edilen sıfat ve kadere dair hadisler Cenâb-ı Allah'ın celâl ve azametine yakışır şekilde arşı üzerinde olduğuna dair hadisler ve buna benzer, Rasûlullah'ın sünnetlerini bilen ilim ehlinin ittifak ettikleri esaslar bu türdendir Hz Peygamber (sas)'den gelen ilmi bilen ilim adamlarının mütevâtir kabul edilen şuf'aya dair hüküm, davalıya yemin ettirmek, muhsan zâninin recm edilmesi, hırsızlıkta nisabın muteber kabul edilmesi gibi hususlar bu türdendir İşte bundan dolayı İslâm'ın önde gelen âlimleri bu gibi aslı meselelerde sünnet âlimlerine muhalefet edenlerin bid'atçi olacakları üzerinde ittifak etmişlerdir
Kişi, bid'at sahibi olan bir kimsenin bid'atini bizzat görür veya işitirse yahut da o kişinin bu bid'ate sahip olduğu yaygınlık kazanacak olursa bid'at ehlinden olmakla nitelendirilir ve cerh edilir Bu konuda görüş ayrılığı yoktur Bütün müslümanlar günümüzde de geçmiş asırlardan bu yana da Ömer b Abdülaziz, Hasan-ı Basri vb ilim ve din ehli ancak yaygınlık kazanması ile bilinebilecek hususlar ile bid'at sahibini cerhetmişlerdir Aynı şekilde Haccac b Yusuf ve Gaylan el-Kaderi ile benzeri zulüm ve bid'at sahipleri hakkında haberlerin yaygınlık kazanmasından başka bir şekilde bilinemeyecek durumlarda da bid'at sahibi olduklarına şehâdet edilir Bu konudaki delil ise Enes b Mâlik (ra)'ın yaptığı şu rivayettir:
"Bir seferinde Rasûlullah (sas)'ın yanından bir cenaze götürüldü Yanında bulunanlar ondan hayırla söz etti Peygamber: 'Vacib oldu' dedi Daha sonra bir başka cenaze geçirildi Ondan kötülükle söz edildi Peygamber: 'Vacip oldu' dedi yine Bu sefer Ömer b Hattab: 'Vacib olan nedir?' diye sorunca Hz Peygamber: "Siz daha önce geçen hakkında güzel konuştunuz, iyilikle söz ettiniz o bakımdan cennet onun için vacip oldu Ötekinden kötülükle söz ettiniz, ona da cehennem vacip oldu Sizler Allah'ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz " (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)
Onun şahitliğinin veya velâyetinin reddedilmesi için fâsık olduğunu ortaya koymak böyledir Şayet maksat onun kötülüğünden sakınmak için uyarmak ise bundan daha da aşağı deliller ile yetinilir
Bid'atin mahzurlarına ve hoşa gitmeyen yanlarına dair söylenmiş sözlerin bir kısmını İmam Şâtibî şöylece dile getirmektedir:
"Bid'at ile birlikte namaz, oruç, sadaka vb Allah'a yaklaştırıcı hiçbir ibadet kabul edilmez Bid'at sahibi ile birlikte oturup kalkan kimseden Allah'ın koruması kalkar ve o kişi kendi haline bırakılır Bid'at sahibinin yanına giden ona saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olur İslâm'ın aslını bozacak davranış ve anlayışta olan bid'at sahibi kimse lânetlik kabul edilir Bid'at sahibinin ibadeti kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz Düşmanlığın ve karşılıklı kinin kaynağı bid'at sahibidir Bid'at, Muhammed (sas)'in şefâatine engeldir Her bir bid'at bir sünneti ortadan kaldırır, o bid'at gereğince amel edenlerin günahı kadar da bid'atleri ortaya koyana da yazılı! Bid'at sahibine Allah gazab eder, onu zelil kılar Rasûlullah (sas)'in havzından uzaklaştırılır Dinden çıkan kâfirler arasında sayılacağından ve dünya hayatından ayrılırken, âkıbetinin kötü olacağından, âhirette yüzünün kararacağından ve cehennem ateşiyle azab göreceğinden korkulur Allah Rasûlü, bid'atçiden beri ve uzaktır Müslümanlar da ondan uzaklaşmıştır Dünya hayatındaki fitneden başka ahiret azabının da artacağından korkulur" (Şâtibî el-İ'tisâm, I, 106-107)
Bid'at sahibi kimselere uygulanacak ceza herhangi bir şekilde artırılması veya eksiltilmesi sözkonusu olmayacak şekilde tesbit edilmiş değildir Bu konuda müctehidler nass ile belirtilen bir takım bid'atler hakkındaki rivayetlerden hareketle görüşlerine göre bazı hükümler ortaya koymuştur Meselâ Haricilerin, öldürüleceğine dair haberler ile Ömer b el-Hattâb (ra)'ın Sâbi el-Irâkî hakkında söylediği rivayet edilen sözler bunlardandır Müctehidlerin bu konuda bazı görüşleri vardır
Bid'at sahibi irşâd edilir, öğretilir ve görüşlerine karşı deliller ortaya konulur Onunla konuşulmaz, selâm verilmez Beldesinden sürgün edilir Hallâc'ın öldürülmeden önce senelerce hapse atıldığı gibi hapse atılır Sakınmalarını sağlamak maksadıyla bid'atleri ilân edilir, yayılır Onlarla savaşılır Tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülür Genel olarak cerhedilir ve şehâdetleri rivayetleri herhangi bir şekilde kabul edilmez bu konuda etraflı görüşler vardır Hastalandıkları takdirde ziyaretlerine gidilmez Cenazelerinde bulunulmaz Ömer b el-Hattâb'ın Sabiğ'i vurduğu gibi vurulurlar
Delil ile kâfir oldukları ortada olanların tekfir edilmesi Meselâ eğer bid'at, İbâhiyye gibi açık bir küfrü gerektiriyorsa tekfir edilirler Vahdeti vücûd, hulûl ve ittihadı savunanlar da aynı gruba dahildir
Buna göre bizzat bid'atin durumunun farklılığınâ göre verilecek cezalar dâ farklılık arzeder Bu konuda bid'atin dinde fesat çıkartacak kadar büyük olması ile olmamasına dikkat edilir Bid'at sahibinin bunun açıkça ortaya koyup o bid'at ile tanınacak durumda olmasıyla olmaması, bid'atçinin propagandasını yapmasıyla yapmaması, açıktan açığa onu kabul edip uyması ile uymaması bu konuda insanlara karşı ayaklanmasıyla ayaklanmaması, bid'ât ile bilmediğinden dolayı amel edip etmemesi durumları nazarı itibara alınır
Bid'at ehlinin kullandıkları deliller ile bid'atlerin ortaya çıkış şekillerini şöyle özetlemek mümkündür:
1 Senedi oldukça zayıf ve Rasûlullah'a yalandan uydurulan hâdislere güvenmeleri ve bunları delil almaları: Hz Peygamber (sas)'ın cübbesi omuzlarından düşünceye kadar sema edip harekete gelmesini delil göstermeleri buna misaldır
2 Maksat ve mezheplerin uygun olmayan şekilde vârid olmuş olan hadisleri reddedip bunların akla uygun olmadığını ileri sürmeleri, kabır azabını inkâr edenler gibi
3 Allah ve Rasûlünden gelen buyrukları anlamak için gerekli olan Arap dili ilmine sahip olmamakla birlikte Arapça olan Kur'ân ve Sünnet hakkında zan ve tahminlere dayanarak söz söylemeleri ve böylelikle kendi anlayış ve kanaatlerini şerîatın önüne geçerek geçmiş ve ilimde derinlik sahibi olan "Râsihûn"a muhalefet etmeleri
4 Açık nasları bir kenara bırakarak muhkem nassların ışığında ele alınması gereken müteşabih naslara tâbi olmaları ve muhkem olanları da kalplerindeki eğrilik sebebiyle tevile kalkışmaları Meselâ taklid edici lâfızları tetkik etmeden mutlak lâfızları delil almak Tahsis edici lâfızları var mı yok mu düşünmeksizin umûmî lâfızları kabul etmek gibi Sahih hadislerin Kur'ân-ı Kerîm ile çelişki teşkil ettiğini veya bu Hadislerde çelişki olduğunu, akla aykırı olduğunu söylemeleri bid'atlere düşmelerinin sebepleri arasındadır
5 Delilleri yerli yerince kullanmamak Meselâ delilin herhangi bir illet sebebiyle bir hüküm hakkında vârid olmasına rağmen onların bu delili o hüküm hakkında değilmiş gibi ele almaları ve bu hükmün illetinden uzaklaştırarak her iki illetin de bir olduğu vehmini vermek suretiyle başka bir hükme tahvil etmeleri
6 Bid'at ehlinden bazı grupların şer'î açık hükümleri aklın kabul edemeyeceği şekilde tevil edip asıl maksat ve muradın bu olduğunu ileri sürmeleridir ve Arap dilinden anlaşılan manânın kasdedilmediğini söylemeleridir Bu tür şeyleri ise ancak geneliyle, özeliyle şerîatı iptal etmek isteyenler yaparlar Bunlar ise Bâtınî fırkalarından İsmailiye ve Nusayriye ile hulûl görüşlerini kabul edenlerdir
7 İmam ve şeyhlerin ta'ziminde aşırıya giderek onları hak etmedikleri makam ve mevkilere çıkartmak Meselâ filân kişinin Allah'ın en büyük velisi olduğunu ileri sürmeleri, yahut bunların fazilet itibariyle Peygamberle (sas) eşit olduğu, ancak onlara vahiy gelmediğini aradaki tek farkın bu olduğunu ileri sürmeleri, hattâ bazı hurafecilerin şeyhin kimi zaman bizzat tanrı olduğunu söylemeleri bu türdendir Meselâ Hallâc'ın mensupları onun hakkında bu tür iddialarda bulunmuşlardır Bazı Şiî grupların imamları masum kabul etmeleri, sûfilerin şeyhleri hakkındaki görüşleri bu türdendir
8 Âlim ve şeyhleri körü körüne taklit etmek ve bu konuda yine kör bir taassub ile onlara bağlanmak Bunların ileri sürdükleri en büyük delil ise şudur: "Biz, filan salih adamı gördük de, o da bize şunu yapmayın bunu yapın dedi" Hattâ kimileri: "Ben rüyamda peygamberi gördüm, bana şöyle dedi, şunu emretti" diye söyleyip buna dayanarak amel etmesi ve bazı şeyleri terketmesi Bunu yaparken de şeriatla bulunan sınırlardan yüz çevirir Bu ise apaçık bir sapıklıktır
9 Bid'at sebeplerinin en büyüğü olan sünneti iptal etmek: bid'atin başlangıcı zan ve hevâ ile sünneti eleştirmeye kalkışmaktır Zu'l-Huveysira'nın birtakım ganimetleri dağıttığı esnada Peygamber (sas)'in sünnetini tenkid ve ta'n ederek: "Allah'a yemin ederim bu paylaştırmada adalet gözetilmedi ve Allah'ın rızası nerededir de bulunmak istenmedi" (Buhâri, Humûs 19; Müslim, Zekât 140) sözünü söylemesi de bu türdendir Yine İblîs kendi görüş ve havâsını esas alarak Rabbi'nin emrine karşı çıkıp tenkid etmiştir Halbuki aslolan sünneti seniyeye tâbi ve teslim olmaktır Allah'tan gelmiş olan risâlete uymak ve ona teslim olmak işte budur
10 Sünneti, yani şeriâtı ve maksadlarını bilmemek Şeriatın gösterdiği yolu bilmeyen kimse onun yerine bid'atçilerin yolunu izler
I I Ashâb-ı kirâmı ve onlara tâbi olan selef-i sâlihin'i izlemeyi terketmek İmam Ahmed b Hanbel der ki: "Bize göre sünnetin esası Hz Peygamber (sas)'ın ashabının izlediği yola sıkı sıkıya yapışmak demektir"
12 Zındıklık ve ilhad Büyük bid'atin pek çoğunun menşei Râfizîlik bid'ati gibi ilahı sıfatları reddetmek ve bâtıl tasavvufa meyletmek gibi zındıklar olmuştur Velev ki bu bid'atler imân ve İslâm'a bağlı fakat şerîatı bilmediği için ve hevâsına bir dereceye kadar tâbi olduğu için iman ve İslam'a tâbi kimselere intikal etmiş olsun
13 Can ve mallar üzerinde egemen olan yöneticilerin şerîatı Muhammediye'den sapıp uzaklaşmaları Nitekim Ahmesli bir kadının: "Cahiliyyeden sonra yüce Allah'ın bize göndermiş olduğu bu doğru yol üzerinde biz ne kadar süre kalmaya devam edeceğiz?" şeklindeki sorusuna Hz Ebu Bekir: "Sizin yöneticileriniz şeriat üzerinde dosdoğru oldukları sürece" diye cevap vermiştir (Buhâri, Menâkibu'l Ensâr, 26) Ebûbekir es-Sıddık (ra)'ın bu sözleri söylemesinin sebebi şudur: Yöneticiler dosdoğru oldukları sürece insanlar da dosdoğru olurlar Hz Ali (ra)'ın halifeliğinin son dönemlerinde bid'atler zuhur etmeye başlamıştır ki, bu da Haricilik ve Rafızilik bid'atidir Bu bid'atler ise imâmet, hilâfet ve buna bağlı diğer İslâmî hükümlerle ilgilidir
Şunu söyleyebiliriz: İlim ehlinin doğru kabul edilen görüşlerine göre bid'at ehli gruplarını sayı olarak tam olarak tesbit etmek imkânsızdır Ancak bunların en ünlüleri şöyledir:
1 Hâricîler: Bunlar, İmam Ali (ra)'a karşı çıkan ve ayaklananlardır Bunların ayaklanmaları Irak'ta başlamıştır Bid'atleri ise, müslüman olup büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylemek ve ashabı kiramı tân etmek şeklinde ortaya çıktılar Daha sonra pek çok bid'atleri ilave ettiler ve yirmiden fazla fırkaya bölündüler (Ayrıca bk Hariciler, Hariciye mezhebi)
2 Râfîzîler: Bunların bid'atleri ise Hz Peygamber (sas)'ın Hz Ali'nin hilafetini nâss ile tayin ettiğini, Hz Ebu Bekir (ra)'ın ve Hz Ömer'in Allah'ın Rasulünün emrine muhalefet ettiklerini ileri sürmeleridir Daha sonraları bunlardan Hz Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz Osman'ı ve başka ashabı yoluyla rivâyet edilmiş hadisleri de reddederler, Kurân-ı Kerim'in manâlarına aykırı görüşler serdederler, yalan söylemeyi helâl kabul ederler
3 Kaderiye: Bunlar da Allah'ın kadım ilmini kabul etmezler Bunlar, Kaderiyye'nin gulâtı (aşırı) olanlarıdır Avâmı ise Allah'ın kadim ilmini kabul etmekle birlikte, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir derler Ashâb döneminin sonlarında İbn Abbas ile Câbir b Abdullah'ın hayatta olduğu sırada Basra'da ortaya çıkmışlardır
4 Cehmiyye: Cehm b Safvân'a uyan kimselerdir Bunlar yüce Allah'ın sıfatlarını te'villere saparak nefyederler Şanı yüce Allah'ın arsının üzerine yükseldiğini kabul etmezler Onun konuşmasını, her gece dünya semasına nüzulünü vb diğer sıfatlarını ederler Bu görüşler kısmen veya tamamen Kuran ve Sünnetin neye delalet ettiğini bilmemekten dolayı, sünnet ehline mensup bazı kimselere de geçmiş bulunmaktadır Cehmiyye II asrın başlarında Horasan'da ortaya çıkmıştır, imamların pek çoğu onların küfrüne hükmetmiştir
5 Mutezile: Bunlar da Allah'ın sıfatını kabul etmezler, büyük günah işleyenleri ebediyyen cehennemde kabul ederler Hz Peygamber (sas)'ın şefâatini inkâr eder, Allah'ın mahlûkatı üzerinde yükselmesini kabul etmezler Bunlar da Hasan-ı Basrî'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır
6 Mutasavvıflar: Bid'at olarak ortaya çıkmış ve ibadet şekline girmiş çeşitli davranışları dinden ve dinin bir emri olarak kabul eden ve şeyhler hakkında aşırılığa giden kimselerdir Bazıları yüce Allah'ın şeyhe hûlul ettiğini söyleyecek kadar sapıklığa varırlar Onların pek çoğu da vahdet-i vücûda, hulul ve ittihada, yani hâlikin mahluk ile birleşmesine inanırlar Bu icmâ ile küfürdür Onlar ayrıca, nassların te'vilinde Batınilerin yollarını izler Kanaatlerine göre bu gibi şeyler ise arifbillahın bilebileceği şeylerdir Bu taife yalan ve iftira olarak ehli sünnete nisbet edilen taifelerin en kötü olanlarıdır Hasan-ı Basri'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır
7 Mezhebî taassub bid'ati: Bu, zaman itibariyle yukarıdakilerden daha sonra ortaya çıkmıştır Böyle bir bid'at dört imamın vefatından bir süre sonra görülmeye başlandı Bu gibi bid'atçiler dilleriyle imamların masum olduğunu kabul etmemekle birlikte vakıada böyle bir masumiyeti kabul ederler Meselâ, bu bid'ate sahip bir kimse: İmam herhangi bir hadisi bilmeyebilir veya imamların hata edebileceği doğrudur ancak bizim imamımızın hata ettiği sabit olmamıştır derler Hatta müteahhirlerden birisi şöyle der: Bizim mezhebimize aykırı olan her bir hadis ya te'vil yahut mensuhtur Ancak ilim ehli bilirler ki bu bir bid'at ve bir dalalettir
Müslüman olan her kişinin görevi, Kur'ân ve sahîh Nebevî sünnete tâbi olmak, Peygamber (sas)'in ve ashabının izlediği yolu izlemektir Asıl Fırka-i Naciye onların izlediği ve onların izinden gidenlerin gittiği yoldur
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İ DALÂLET
Doğru yoldan, sırat-ı müstakîmden, Hz Peygamber'in sünnet yolundan ayrılmış, bütün İslâm dışı din ve düşünce akımları
Doğru yoldan çıkıp kaybolmak anlamıyla kullanılan dâlle (yalın hali dalâle, dalâl), Kur'ân'da çeşitli kullanımlarla geçmektedir
Dalâlet veya dalâl; doğru yoldan sapma, sapıklık, sapkınlık demektir Dalâl; doğru yoldan bilerek veya bilmeyerek sapmak anlamına da gelir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 135) Gaflet, hayret, gaybûbet, helâk mânâlarına da kullanılır Dâllîn, sapıklar demektir ve Kur'ân buyruklarınâ göre onlar dost edinilmeyecek, Allah'ın gazâbına uğramış azıp-sapmış kişilerdir, dinlerini bölük bölük yapanlardır (el-Fâtiha, 1/5-7; el-Enbiyâ, 9/159) Allâh, cemaatten ayrılmamayı emretmiş, dinde çekişenleri reddetmiştir Hz Peygamber (sas) dinde her yeni şeyin bid'at, her bid'atin de dalâlet olduğunu söylemiştir (İbn Mâce, Mukaddime, 46) Kur'ân'da hak ehli müminlere dalâlet ehli olan kâfirlerin nasıl karşı durdukları birçok âyetlerde anlatılır Hz Peygamber zamanında insanlar mümin, kâfir (müşrik) ve münâfık diye üç ayrı gruptu Müminler ehl-i İslâm, kâfirler ve münâfıklar ehl-i dalâlet olarak tanımlanmıştır Bunlar için Rasûlullah, "Ben onlardan uzağım, onlar da benden " buyurmuştur Bunlar ayrıca "siyah yüz sahipleri" diye tanımlanır (Âlu İmrân, 3/106) Onlar, müteşâbih âyetlere uyarlar (Âlu İmrân, 3/7) Ehl-i Sünnet âlimleri onları ehl-i kitab (Yahudi ve Hristiyanlar), ehl-i İslâm'dan sapan sapık bid'at firkaları (Bâtınîlik, Dürzîlik, Hulûliye, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye, Neccâriye, Müşebbihe, Hàriciye, Keşfiyye, Habıtiyye, Bahâiye vb ) şeklinde târif etmişlerdir
İslâm'da ehl-i dalâlet'in öncüleri; İslam şeriatının ahkâm ve akîdesini zedeleyen sapık yollar ve bid'atlere dalan Cehmiye, Mu'tezile ve filozoflardır Çağdaş dünyada dalâlet ehlinin tarifini belirlemek için Kur'an-ı Kerîm'deki dalâl ifadelerinin anlaşılması gerekmektedir
İman; doğru yola girmek,İslâm'a teslim olmak demektir Küfr ise imanın, ihtidânın karşıtıdır; doğru yoldan çıkıp kaybolmaktır Kur'an-ı Kerîm küfrü bu dalâl anlamında çeşitli kullanımlarla bize göstermektedir: "Doğrusu babamız apaçık bir dalâl içindedir" (Yusuf, 12/8) âyetinde Hz Yâkub'un oğullarının, kardeşleri Yusuf'u kıskanmalarına ilişkin olarak; "Erkek onun aklını basından almış, doğrusu biz kendisini apaçık dalâl içerisinde görüyoruz dediler" (Yusuf, 12/30) âyetinde Mısır hükümdarına karşı şehirli kadınların sözü olarak; doğru yoldan ayrılmak manasını ahlâkı bağlamda kullanarak ele alınmaktadır
Dalâl'ın dinî kullanım alanı ise Kur'an'ın bütün âyetlerinde sık sık vurgulanmaktadır: "her kim yoldan şaşarsa (dâlla) kendi zararına şaşar" (el-İsrâ, 17/15); "Doğrusu O'nun yolundan kimin şaştığını (yadillu) ve kimlerin doğru yolda olduğunu en iyi Rabbin bilir" (el-En'âm, 6/117); "Onlar, huda (irşad)dan mahrumiyet pahasına dalâleti (sapıklığı) ve aftan mahrumiyet pahasına da cezayı satın alanlardır" (el-Bakara, 2/175); "Hayır! Ahirette iman etmeyenler azab ve derin bir dalâl içerisindedirler" (Sebe, 34/8); "Onlar bundan evvel bâriz dalâl içindeydiler" (Âlu İmrân, 3/164); "Onların sürüden farkı yoktur; onlar yollarını daha da çok şaşırmış durumdadırlar" (Furkan, 25/44); "Doğrusu iman etmeyip Allah'ın yoluna engel olanların sapması (dâllu) büyük bir sapmadır" (en-Nisâ, 4/167); "İşte Rablerine iman etmeyenlerin misâli: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârda kalan küllere benzer; elde ettiklerini elde tutamazlar Dalâl'in büyüğü işte budur" (İbrahim, 14/18)
Kâfirler de mü'minleri dalâlde olmakla suçlarlar!: "Ne zaman kendilerine bir uyarıcı gelse, kâfirler ona yalancı demekte ve şunu söylemektedirler: Allah birşeyi indirmemiştir, siz büyük dalâl içindesiniz" (el-Mülk, 67/9) Hz Peygamber ise şöyle cevap verir: "O merhametlidir Biz O'na inanır ve O'na bağlanırız ümitle Siz kimin gerçekten dalâl içerisinde olduğunu az zaman sonra öğreneceksiniz" (Muhammed, 47/29) Her ümmete hak yolu göstermek üzere peygamberler gönderilmiş ve genelde o ümmetlerin ileri gelenleri peygamberlere şöyle demişlerdir: "Doğrusu biz seni apaçık bir dalâl içerisinde görüyoruz" Meselâ Hz Nuh şöyle cevap vermiştir: "Ey milletim, bende dalâlet yok; ancak her bir yaratığın Rabbi olanın elçisiyim" (el-Ârâf, 7/59-61)
Kur'an'da küfrün en karakteristik görünümlerinden biri olarak şirkin, putperestliğin bir dalâl hali olarak zikredildiğini görürüz: "Müşrik, Allah'tan başka kendisine ne zarar verebilecek ne de faydası dokunabilecek olanı anar Bu gerçekten dalâlin derin olanıdır" (el Hacc, 22/12); "İbrahim, babası Azer'e 'Putlara ilahlık mı yakıştırıyorsun? Doğrusu ben seni de senin milletini de açık bir dalâl içersinde görüyorum dedi" (el-Enâm, 6/74)
Küfür, her türlü şekliyle gerçekten dalâldir İşte vahyi yalanlayanlar için inen buyruklar: "O halde seyredin siz saşkınlar (dâllun), kıyâmet gününe yalandır diyenler; cehennemin zakkum ağacından yiyeceksiniz siz" (Vâkıa, 56/52)
Ve onların sonları, acıklı âkıbetleri için şöyle buyurulur: "Her kavimden elçiler yolladık; Allah'a kulluk edin, putlardan uzak durun diye Kimini Allah yola koydu ama onlardan bazıları dalâlete eğilimliydiler Gez, gör, yeryüzünü, bak iftiracıların sonu ne olmuş" (en-Nahl, 16/36)
Kalpleri katılaşanlar hakkında: "Yazıklar olsun kalbi Allah'ın zikredilişine karşı katı olanlara Bunlar açıkça dalâl içerisindedirler" (Zümer, 39/22)
Kötülük haksızlık yapanlar ile zâlimler de dalâlet ehlidir: "Vay haline o masum gündeki toplantıda iman etmeyenlere; kötü işleri isleyenler, bu gün apaçık dalâl içerisindedirler" (Meryem, 19/37-39; Ayr bk Lokman, 31/11)
Şüpheciler, Allah'tan ümit kesenler de aynı yoldadır: "İman edenler son vakitten yana korku içerisinde, onun hakikat olduğunun iyice farkındadırlar Evet, hakikaten o saatten yana kuşkuları bulunanlar derin bir dalâl içindedirler" (Es-Şûra, 42/18); "Rabbinin rahmetinden, yoldan ayrılanlardan (dâllune) başka kim ümit keser ki " (el-Hicr, 15/56)
Dâlla kelimesinin eşanlamlı kullanışları da aynı maksatla doğru yoldan sapanlar için zikredilmektedir: Gâviye, gevâ, gâvi gibi "Cennet müttakîlerin, cehennem ise gâvilerin yanına getirilecektir Orada birbirleriyle çekisip dururken cehennem ateşindeki kafirler, 'Allah'a yemin olsun, muhakkak sizi bütün varlıkların Rabbi ile eşit ilâhlar kılmakla apaçık dalâlde bulunmuşuz Gerçek su ki, bizi yoldan çıkaran günahkârlar oldu' diyecekler" (eş-şuarâ, 26/96-99)
İrşâd olunmak anlamındaki ihtidânın aksi itâatsizlik için: "Adam, ebediyet ağacının meyvesinden yiyerek Rabbine itâatsizlik etti ve yoldan uzaklaştı Ne var ki sonra Rabbi onu seçti, yeniden ona doğru döndü ve onu tekrar yolun doğrusu üzerine koydu" (Tâhâ, 20/121-122) âyetleri örnektir
Zâğâ fiili de yan dönmek, doğru yoldan sapmak anlamındadır: "Sana bazı âyetleri tek anlamlı, bazı âyetleri ise çok anlama gelebilecek o kitabı indirmiş olan O 'dur Kalplerinde zeyğ (sapma eğilimi) olanlar bu şüpheli kısma eğilirler; amaçları ihtilâf çıkarmaktır İlmen ehil olanlar ise şöyle der: 'Biz ona iman ediyoruz; hepsi Rabbimizdendir Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi döndürme" (Âlu İmrân, 3/7-8)
Emihe yahut Emehe fiili, gözleri kapalı ve kafası hangi yola gireceği konusunda tamamıyle karışmış olarak sonu belirsiz yollara düşme diye anlamlandırabileceğimiz, bu dünyada bir o yana bir bu yana giden, doğru istikamete de asla ulaşamayan kâfirlerin halini ifade için kullanılmıştır: "Doğrusu âhirete iman etmeyenlere gelince; biz onlara yaptıkları işleri güzel göstermekteyiz ki, yolların karıştırsınlar" (en-Neml, 27/4)
Kayıtsızlık, dikkatsizlik anlamındaki gaflet de dalâle yakındır: Dalâl'ın dini kullanımdaki anlamının irşâd çizgisinden kopmak olmasına karşılık gafletin manası ona karşı tamamıyle kayıtsız kalmaktır: "Onlar sığır sürüsü gibidirler Hayır, daha da şaşkındırlar Bunlar, aldırışsızlardır" (el-A'raf, 7/179) Kur'an'a muhâtap olmayanları gâfiller olarak niteleyebiliriz: "Biz sana bu Kur'an'ı vahyetmeden önce sen de gâfillerdendin " (Yûsuf, 12/3); "Ey Muhammed bunu sana babalarının uyanmamış olması yüzünden kendileri de gaflete düşmüş olanları uyarmak için Kadir ve Rahîm olan vahyetmektedir" (Yâsin, 36/5-6)
Şu âyette de aldırmazlık, küfr zulüm ve şirk ile yakın alakalıdır: "Hak olan vaad (cehennem azâbı) yaklaştığı zaman, gör kâfîrlerin gözleri nasıl yuvalarından fırlayacak gibi bakar Vay başımıza gelenlere derler; biz, bundan yana vurdumduymaz, gaflet içinde idik; biz zâlimlerdik Doğrusu siz ve Allah'tan başka taptığınız ne varsa hepsi cehennem için yakacaktır şimdi gireceksiniz oraya" (el-Enbiyâ, 21/98)
"Allah, kâfirlere rehberlik etmez O onların kalplerine, kulaklarına, gözlerine mühür vurmuştur Onlar aldırmazlar" (en-Nahl, 16/107-108) "Ey Muhammed onlara o üzücü günün haberini ilet ki, onlar gaflet içinde ve inanmaz iken son karar verilecektir" (Meryem, 19/39)
Hevâ ehli olarak dalâlet: "Ben sizin ahvânıza uyacak değilim Zira o takdirde yolumu şaşırırım ve doğru yolu bulanlardan olmam de" (el-En'âm, 6/56); "Allah'tan bir irşâd olmaksızın kendi hevâsına uyandan daha şaşkın kim olabilir? Doğrusu Allah zâlimleri, doğru yola iletmez" (el-Kasas, 28/50); "Geçmişte yolunu kaybetmiş ve birçok insanı da yoldan çıkarmış, şimdi de düz yoldan kopmuş olanların ehvâma tâbi olma" (el-Maide, 5/77)
İnançsızlara ehl-i ehvâ denilmiştir İmam Eş'arî şöyle der: "Hakîkaten ayrılmış olan Mu'tezilileri ve Kaderîleri kendi ehvâları, önderlerine ve atalarına körü körüne itâate, Kur'an'ı da oldukça rastgele bir biçimde anlamaya itmiştir"
Bütün bu misâllerden ve Kur'an'daki genel anlatım düzeninden dalâlet ehlinin: Küfür hevâ, isyan, nankörlük, iftirâ, yalancılık, büyüklenmek, inançsızlık, Allah'ın elçisine tâbi olmamak, Kur'an'a inanmamak, sünneti terketmek, kalplerini katılaştırmak, şirk koşmak, âhirete inanmamak, hakka karşı aldırışsızlık, müteşâbihlere uymak, inançta şüpheli davranmak, bilgisizce âyetler hakkında tartışmak, haklara tecâvüz etmek, vahiyle alay etmek, haddi asmak, fâsıklık, fâcirlik, zâlimlik, müsriflik, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek gibi özellikleri olduğu anlaşılmaktadır Dalâlet ehli, yani "Kâsitûn'a gelince onlar cehennemin yakıtıdırlar" (el-Cin, 72/14-15) (Ayrıca bk Ehl-i Bid'at, Ehl-i Sünnet)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İ FETRET KİMDİR, BUNLAR HERHANGİ BİR ŞEYLE MÜKELLEF MİDİRLER? Bilindiği gibi peygamberimizden önceki peygamberlerin risaleti umumi değildi Bunun için, kendilerine peygamberlerin risaleti umumi değildi Bunun için, kedilerine peygamber gönderilmiş olan bir kavim ehl-i fetret olduğu gibi; risaleti umumi olan peygamberin gönderilmesinden sonra da tebellüğ etmemiş olan bir kavim veya bir kimse de ehl-i fetrettir Ehl-i fetret'in ibadet ve itaatla mükellef olmadığında ittifak vardır Çünkü ibadetten haberi olmayan ve nasıl ifa edileceğini bilmeyen bir kimse, nasıl onunla mükellef kılınacaktır Ama Allah'a iman etmek ile mükellef olup olmayacağı hususunda ihtilaf vardır Matüridilere göre, kainatta olan her şey Allah'ın varlığına ve birliğine delalaet ittiği veaklen bunu idrak etmek mümkün olduğu için, herkes her yerde ve her zamanda Allah'a iman etmekle mükelleftir Cenab-ı Allah şöyle buyurur:
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır”(al-i imran,189)
Buna göre, cahiliyye devrinde yaşamış (peygamberin annesi ile babası dahil) ve ölmüş veya peygamberin bi'setine yetişmiş fakat iman etmemiş olan kimseler, ehl-i necat sayılmazlar
Eş'arilere göre ise, bunlar ibadet ve itaatla mükellef olmadıkları gibi Allah'a iman etmekle de mükellef değillerdir Çünkü Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İ HADİS VE EHL-İ REY "Ehl" sahip ve taraftar anlamlarına geldiğinden "Ehl-i Hadis" hadis ehli, taraftarı, hadisçi; "Ehl-i rey" de, rey (yani ictihad) taraftan, yanlışı demek olurFıkıh literatüründe ise, insanların problemlerini halledip, dini hükümlerini bildirmede ictihada ve şahsi görüşe başvurmaktan sakınıp, bunda daha çok hadislerle yetinme yolunu tercih eden Islam alimlerine "Ehl-i Hadis"; Hadisi kabul etmekle beraber, insanların problemlerini çözmede daha çok şahsi görüş ve içtihadlarını kullanan Islam alimlerine de "Ehl-i rey" tabiri kullanıla gelmiştir Fıkıh tarihinde Hicaz Mektebi genellikle ehli hadisin temsilcileri, Irak Mektebi de ehl-i reyin temsilcileri olarak görülmüş, birincilerin imamı olarak Imam Malik, ikincilerin imamı olarak da Imam Ebu Hanife kabul edilmiştir Bu genel bir bakış açısıdır Yoksa, az sonra göreceğimiz gibi, Malik, rey ve ictihad kullandığı gibi, Ebu Hanifede hadis kullanmıştır Ayrıca bu mektepleşme onlarla kalmamış, daha sonralara doğru devam etmiştirAma bu ayrılma tabiidir Çünkü insanların karekterleri ile de alakalıdır ve tâ sahabeye dayanır Mesela Mu'az bin Cebel, Kitap ve sünnetle halledemeyeceği problemleri ictihadıyla (Reyi ile) çözeceğini söylediginde Resulullah'tan takdir görmüştürHz Ömer, Ebu Musa el-Eşarı'ye: "Kitap ve Sünnette bulunmayan meselelerde gönlüne (vicdanına ve reyine) kulak ver ve onları benzerlerine kıyasla" diye emir vererek reyin kullanılma yeri ve konularında susmayı ve görüş beyan etmeyi tercih edenler de vardır Bu, işaret ettiğimiz gibi, biraz da kişilerin mizacıyla, mesuliyet ve görev yüklenip yüklenmemeleriyle alakalıdır Mesuliyet yokken görüş beyan etmekten sakınan birisi, mesuliyet yüklenince buna mecbur kalabilir Aslında re'ysiz bir hadisçiliğin ve hadissiz bir reyciliğin olması da düşünülemez Çünkü "Rey" (ictihad) geniş anlamıyla hem nassı anlamayı, hem kıyas yapmayı, hem de nasların öyle ya da böyle delaleti olmayan yeni problemlere şeriatın ruhuna uygun hükümler istinbat etmeyi içine alır Buna göre ehli hadis de re'yin en azından iki ucuyla alâkalı demektir Kala kala bir ucu kalmış olur ki, işte ehli reyi, ehli hadisten ayıranda reyin o bir ucunda ehli hadise göre daha cesur olmaları ve onu öbürlerinden daha çok kullanmış olmalarıdırVakıa Irak Mektebi olarak bilinen ehl-i re'y hadisi diğerlerinden daha az kullanmışlardır Ama bunun makul sebepleri vardır:1 O bölgede her ne hikmetse Ibn Mesud gibi re'ye çokça başvuran sahabe üstadlık etmiş ve oradaki fıkıhçılar bu cesareti onlardan almışlardır2 Irak bölgesi tabii olarak, sünnet malzemesi konusunda Hicaz bölgesinden fakirdir Çünkü sünnetin nâkilleri olan sahabe ve tabiinin çoğu Hicaz bölgesindedir Ama buna rağmen Iraklılar da problemlerini halletmek ve hadislerin bıraktığı boşluğu ictihadla (rey) doldurmak zorunda idiler3 Irak, sapık mezheplerin ve batıl dinlerin çokça bulunduğu ve herkesin kendi görüşünü destekleyen hadisler uydurduğu karışık bir bölgedir Bu yüzden orada hadis çok ince eleklerden geçirilerek alınmış ve bu arada belki de gerçekten Resulullahın sözleri olan hadisler dahi, kesin kanaat oluşmadığı için terkedilmiştir Yoksa sabit sünnetle amel etmekte her iki mektep de ittifak halindedir Kaldı ki, Imam Malik de pek çok hadisi bazı sabit kurallara ve kesin esaslara uymadıkları için kabul etmemiştir4 Irak bölgesinin örfi ve yaşayış biçimi farklı idi Hüküm vermede örfe de itibar etme gereğiorada ictihadın çoğalmasına sebeb oldu5 Re'yi fazla kullanıp bunda maharet kazanmak Iraklıları "Farazi fıkıh" denen bir uygulamaya götürdü ve olmamış meseleleri de olması ihtimaline binaen hükme bağladıklarından re'y ürünü görüşler çogaldı Görüleceği üzere ortaya çıkan sonuç sudur:"Ehli rey ve ehli hadis, hadis yerine reyi kabul edenler çok ya da daha az kullanabilenler demektir Keza ehli hadis de reyi kabul etmeyenler demek değildir Ehli Rey sünnetle halledemedikleri konuları kıyası hafi ya da istihsanla halletme yoluna giderken, ehli hadis de istislah ve Medine ehlinin örfiyle halletmeye çalışmışlardır Isimleri değişik olsa da bu metodlar netice itibari ile reydir ve aynı kapıya çıkarlar Zaten ehli hadisin önderleri olan meşhur yedi Medine fakihinin beşi reycilikleriyle tanınırlarBilahere Ebu Hanife'nin talebeleri olan Imameyn daha çok hadis mütalaa imkanına sahip olmuşlar ve hadisi malzeme olarak daha çok kullanmışlardır Bu arada ehli hadis de -hadisler sabit, olaylar çoğalmakta olduğu için- re'yi daha çok kullanır olmuşlardır Imam Şafii de her iki mektepten etkilendigi için bir bakıma bu iki eğilimin bileşkesi olmuş ve her iki malzemeyi de eşit derecede kullanmıştır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHLÎ HAYVANLAR
Ehlî hayvanlar, ahırda, ağılda ve kümeste beslenen yırtıcı olmayan hayvanlardır; etinden, sütünden Yumurtasından deri ve yününden faydalanılır; yük taşıma, tarla sürme gibi değişik işlerde kullanılır
"Ehlî hayvan" karşılığında "yabânı (vahşî, yırtıcı) hayvan" tâbiri kullanılır Yabânı hayvanlar avlanarak, ehlî hayvanlar ise yetiştirilsek elde edilir
Kur'an-ı Kerîm'in birçok âyetinde ehlî hayvanlardan söz edilmiş, bu hayvanların, Allah'ın insanlara nimeti olduğu hatırlatılarak, şükretmeleri istenmiştir: "Bütün çiftleri yaratan ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar vareden o'dur Onların sırtına binesiniz sonra onlara bindiğiniz zaman Rabbinizin nimetini anasınız ve (şöyle) diyesiniz: 'Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)ın şânı yücedir, yoksa biz bunu (hizmetimize) yanaştıramazdık'' (ez-Zuhruf, 43/12-13)
Hayvanların insanlara "boyun eğdirildiği" ve faydaları Kur'an-ı Kerîm'de şöyle haber veriliyor: "Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık ta kendileri onlara mâlik olmaktadırlar Onları kendilerine boyun eğdirdik İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar Kendileri için onlarda daha birçok faydalar ve içecekler var Hâlâ şükretmiyorlar mı?'' (Yâsîn 36/7 1 -73)
İnsana hizmet için yaratılan, insanın her emrine uyan ehlî hayvanlar bu itâatkâr halleriyle bize şunu anlatmaktadırlar: "Ey insanoğlu, senden güçlü olduğumuz halde Allah bizi senin emrine verdi Onun için sana itâatsizlik etmiyoruz O halde sen de O'nun emrine gir, O'na itaatsizlik etme, şükret! "
Gerçekten de bu hayvanların varlığı, akıl taşıyan ve ahsen-i takvim (en güzel şekil) üzere yaratılan insanın şerefli mevkiini gözler önüne sermektedir; İnsan onlara binip istediği yöne sevk etsek, gideceği yere rahat bir şekilde gitmektedir:
"Biz Âdemoğullarına (güzel biçim mizaç ve aklî kabıliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik; onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık; onları güzel rızklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık'' (el-İsrâ, 17/70)
Her hayvanın ayrı özelliği ve ayrı görevi vardır: "Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı) kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır Allah'ın size verdiği rızıktan yeyin Şeytanın adımlarını izlemeyin (onun peşinden gitmeyin) Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır" (el-El'âm 6/142)
"Allah kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanlar yarattı Onlarda sizin için (sütleri, derileri tüyleri gibi daha birçok) faydalar var Onların üstünde gönüllerinizdeki arzuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız" (el-Mü'min, 40/79-80)
İnsanların işlerini kolaylaştıran maddî faydaları yanında, hayvanların "süs" olma, eğlendirme-dinlendirme gibi mânevî faydaları da vardır: "Ve akşamleyin mera dan getirdiğiniz, sabahleyin mera ya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır (Onların gidiş-gelişleri, size ayrı bir güzellik ve zevk verir) Ağırlıklarınızı öyle (uzak) şehirlere taşırlar ki (onlar olmasa) siz canlarınızın yarısı tüKerimeden oraya varamazdınız Doğrusu Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır" (en-Nahl 16/6-8)
"Ehl-î hayvanlar, koyun ile keçiden, sığır ile mandadan ve at ile deveden ibaret olmak üzere başlıca altı cinstir" (Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, 322) Köpek, kedi, at, eşek gibi hayvanlar da etleri yenmeyen ehlî hayvanlardandır
Dinimizde kurban ve zekât gibi mâlî ibadete konu olan ehlî hayvanlar "en'am" adı verilen deve, sığır-manda, koyun-keçidir Kur'an-ı Kerim'in altına sûresi "En'âm" adını taşımaktadır Bu sûrenin 136 138 ve 139 âyetlerinde Arapların hayvanlara uyguladıkları bazı gelenekler kınanmıştır: Câhiliye Araplarından bazıları, ekinlerinden ve hayvanlarından bir kısmını "şu Allah'ın payı şu da tanrılarımızın payı" diye bölüştürürler; eğer Allah'ın hakkından putun hakkına birşey geçerse onu öyle bırakırlar, putun hakkından Allah için ayrılan tarafa birşey geçerse onu alıp tekrar putun hakkına katarlar ve, "Allah zengindir, bunlar fakirdir" derlerdi
İslâm hukukunda ehlî hayvanlarla ilgili olarak bazı hükümler mevcuttur Bu hükümler şu başlıklar altında toplanabilir:
1) Hayvan haklarına riâyet etmek: Allah'ın yarattığı can taşıyan varlıklara işkence etmek haramdır Peygamberimiz (sas), "Kim bir canlıya işkence ederse ve tevbe etmezse, Allah kıyamet gününde ona aynı şekilde azâb eder" (et-Terğib ve't-Terhib, II, 282) buyurmuştur
Ehlî hayvanların yiyeceklerini, içeceklerini zamanında vermek, tımarlarını yapmak gerekir Hayvanın sahibi onları fazla yoramaz gereksiz yere dövemez Her cinsi, hangi hizmet için yaratılmışsa, o hizmette kullanmalıdır Meselâ sığır hayvanları arabalara koşulmak, tarlalarda çalıştırılmak için yaratılmıştır, bunlara binilemez, sırtlarına yük yükletilemez"
2) Hayvan Kesimi (Zebh) - Kurban Dinimizde hayvanlar; "etleri yenen ve yenmeyenler olmak üzere iki kısma ayrılır Deve, sığır, koyun gibi ehl; hayvanlarla, tavuk, kaz, ördek gibi kümes hayvanlarının eti yenir Ancak bu hayvanların etlerinin helâl olması için; bıçak gibi kesici bir âletle kesilmesi, kesilirken de Allah adının anılması, "Bismillah Allah'u Ekber" denilmesi gerekir Kur'an'da bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Biz o kurbanlık develeri de size Allah'ın (dininin) işaretlerinden yaptık Onlarda sizin için hayır vardır Onlar, ön ayaklarını sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Allah'ın adını anın (da kesin)" (el-Hacc, 22/36)
Allah adını anmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır: "(Kesilirken) üzerine Allah'ın adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin! Çünkü o(nu yemek), yoldan çıkmadır Şeytanlar dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için fısıldar (telkinde bulunur)lar Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de ortak koşanlar (gibi olur)sunuz" (el-En'âm, 6/121)
Temiz ve helâl olan bir hayvana âit yedi şeyi yemek haramdır:
Akan kan (el-Mâide 5/3), tenasül uzvu, husyeler, bez, bevl torbası, öd
Kurban, Allah rızası için ehlî hayvanlardan deve, sığır ve koyunun kesilmesidir Kurban Bayramı günlerinde (Zilhicce'nin 10 11 ve 12 günleri) gücü yeten kimselere kurban kesmek vâcibdir Bir koyun veya keçi yalnız bir kisi için kurban olabilir Bir deve veya sığırı ise bir kişi kesebileceği gibi en çok yedi kişi birlikte de kesebilir Tavuk-horoz gibi kümes hayvanlarından kurban olmaz
Bir kurban, âdâbına uygun olarak şu şekilde kesilir: Hayvan, kesileceği yere eziyet vermeden götürülür; kıbleye karşı yatırılır; ''Bismillah Allahüekber" denilir ve "İnne salâtı ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillahi Rabbilâlemin lâ şerîke leh: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir O'nun ortağı yoktur" (el-En'âm, 161-162) âyeti okunur Fazla acı çekmemesi için keskin bir bıçak ile kesilir, tamamen canı çıktıktan sonra derisi yüzülmeye başlanır "Allah her şeyde güzelliği emreder: Öldürdüğünüz zaman öldürmeyi güzel yapın Kestiğiniz zaman kesmeyi güzel yapın Bıçağınızı keskinleştirin, hayvanı eziyet vermeden güzelce yatırın " Çabalaması sona ermedikçe hayvanın başını koparmayın ve yüzmeyin" (et-Terğib ve't-Terhîb, II, 279)
"Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır Onların karınlarından fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz (en-Nahl, 16/66)
"Allah size, evlerinizden oturulacak bir yer yaptı ve size hayvan derilerinden, göç gününüzde (yolculukta) ve ikamet gününüzde (oturma zamanlarınızda) kolayca kullanacağınız hafif evler (çadırlar, portatif evler) ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (kullanacağınız) giyilecek, döşenecek eşya ve geçimlik (ticaret malı) yaptı " (en-Nahl, 1 6/80)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İ KİTAP
İslâm literatüründe yahudiler ve hristiyanlar için kullanılan bir tâbir, kitab ehli
Kur'ân-ı Kerîm, birçok yerde yahudiler ve hristiyanlardan, ehl-i kitap diye bahseder; Hadislerde de bu tâbir sık sık kullanılmıştır Böylece vahiy yoluyla nâzil olmuş Tevrat, Zebûr ve İncil'e sahip bulunan yahudiler ve hristiyanlar, bu kitaplar tahrif edilmiş olmasına rağmen, müşriklerden ayırdedilmiş ve kendilerine farklı bir statü tanınmıştır
İslâm ahkâmına göre, İslâm idâresini kabul edip bağlandıktan sonra ehl-i kitaba ibadetlerini serbestçe yapabilme hürriyeti tanınır Antlaşma şartlarını tamamen yerine getirmeleri ve âdil ölçülerde kendilerine konan cizyeyi (baş vergisini) ödemeleri hâlinde İslâm idâreşinin himâyesinde olup can ve nal güvenlikleri sağlanır
Bu hususlara muhâlif davranan müslümanlar, büyük bir günâh işlemiş sayılırlar Hz Peygamber ve Râşid Halifeler döneminden itibaren tüm âdil İslâm idârelerinde ehl-i kitaba bu hakların eksiksiz verildiği, antlaşma metinlerine bu hususların hassâsiyetle yazıldığı ve uygulanmasında büyük titizlik gösterildiği, tarihî bir gerçektir Bu hassâsiyet, Peygamber efendimizin, "Bir zımmîye zulmedenin kıyâmet gününde hasmı benim!" hadislerinde en güzel şekliyle ifadesini bulmuştur (Ebû Dâvûd, İmâret, 33; ayrıca bkz Ebû Dâvûd, Cihad 153) Sefere çıkan ordu komutanlarına ve valilere halifeler tarafından verilen tâlimâtlarda, muâhedûn, ehlü'z-zimme veya zimmîler sıfatıyla ehl-i kitabın haklarına riâyet etmeleri, kendilerine ibadet hürriyeti verilmesi ve insânı muâmelede bulunulması sıkı sıkıya emredilmiştir İmâm Ebû Yûsuf'un Kitâbü'l-Harâc'ı, Ebû Ubeyd Kasım b Sellâm'ın Kitâbü'l-Emvâl'ı ve diğer İslâm hukukçularının kaynak eserleri bu tâlimatları ile ehl-i kitaba uygulanacak ahkâm ve verilecek haklar konusunda geniş bilgiler ihtivâ ederler
İlk halifeler döneminde ehl-i kitabın, Arap Yarımadası'ndan sürülüp çıkarılması, Hz Peygamber'in, "Arap Yarımadası'nda iki din birarada bulunmayacaktır" (Muvatta', Medine, 18,19) şeklindeki bir hadisine dayandırılırsa da bunun yanında ehl-i kitabın, antlaşma şartlarına uymamaları ve huzursuzluk çıkarmalarının da bu uygulamaya esas teşkil ettiğini göz önünde bulundurmak gerekir
Hz Peygamber'in, yahudi ve hristiyan olmadıkları halde Hecer ve Bahreyn'deki İranlılardan cizye almış olması, ilk dönemlerde mecûsîlerin de ehl-i kitap adı ile anılmalarına değilse bile, ehl-i kitaba uygulanan ahkâm ile muâmele görmelerine yol açmıştır Ayrıca Arap Yarımadası'nın dışında kalan bölgelerde yahûdilik ve hristiyanlıktan başka dinlere mensup olanların ehl-i kitaba tanınan haklara sahip olup olamayacakları hususu, İslâm âlimlerince farklı şekillerde yorumlanmıştır Bu sebeple İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde Arap Yarımadası'nın dışındaki putperestlerden ve diğer din mensuplarından da cizye* alınıp kendilerine ehl-i kitab gibi muâmele edildiği olmuştur Ancak bu husus, ehl-i kitab tâbirinin zamanla anlam değiştirdiği ve şümûlünün genişletildiği manasına gelmez
Kur'an; yahudi ve hristiyanlar gibi, -sonradan bozulmuş da olsa-, bir hak dine inananların yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır:
"Bugün size temiz ve faydalı şeyler helâl kılındı Kitap verilenlerin yiyecekleri size, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir" (el-Mâide, 5/5)
Bu âyetin manası genel olup, domuz, şarap, içki, ölü hayvan gibi aslı haram olan yiyeceklerin dışında kalanları içine alır
Yahudi ve hristiyanlar dışında kalanlar müşrik hükmünde olup, kestikleri yenmez Yahudi ve hristiyanların kesim şekli kendi dinlerinin kabûl ettiği bir şekilde oluyorsa, böyle kesilen hayvanlar yenir; dinlerinin kabûl etmediği bir kesme ve öldürme şekliyle öldürülmüşse, böyle hayvanların etleri yenilmez
İslâm, müslüman bir erkeğin kâfir veya müşrik bir kadınla evlenmesine izin vermezken, kitap ehlinden olan, yani yahudi veya hristiyan bir kadına evlenmesine izin vermiştir Çünkü bunların dini, aslı bozulmuş olsa da semâvî bir dindir Bu konuda Kur'an'ı Kerim'de şöyle buyurulur:
"Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir Mehirlerini verdiğiniz takdirde, iman eden hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitab verilenlerin hür ve iffetli kadınları, zina etmemek ve gizli dost tutmamak şartıyla size helaldır" (Maide 5/5)
Bu, kitap ehline İslâm'ın bir müsâmahasıdır Kitâbî kadınlarla evlenmek bir ruhsattır, azîmet değildir Yani aslolan, müslüman bir erkeğin kitâbî kadınla evlenmesi değil, evlenebilir olmasıdır Fakat müslüman bir kadın, yahudi ve hristiyan da olsa gayr-i müslim bir erkekle evlenemez, bu haramdır Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, müslüman bir erkek için mümin bir kadın şüphesiz, kitâbî bir kadından daha iyidir Doğacak neslin inanç, terbiye ve yetiştirilmesinde tehlike görülürse kitâbî kadınlarla evlenilmemelidir Müslümanların azınlık durumunda olduğu memleketlerde müslüman nüfusun artması, kitâbî erkeklerle evlenemeyeceklerinden müslüman kızların açıkta kalmaması için, kitâbî kadınlarla evlenebilme hükmünün geçici olarak kısıtlanması da mümkündür
EHLİ KITABIN İŞİNDE ÇALIŞMAK Genel anlamda yani gayrı müslimin müslümanı tahkir ve tezlili sözkonusu olmadığı zaman ve mekanda, müslümanın ücretle herhangi bir zimmiye çalışması caizdir Hz Ali, kuyudan çektigi her kova karşılığında bir hurmaya bir Yahudiye çalışmış, aldığını Rasulüllah (sav)'a getirmiş ve o da bundan yemiştir Ensardan olan bir başka sahabî aynı şekilde çalışmış; aldığını Rasulüllah (sav)'a getirmiş o da bunu inkâr buyurmamıştır (bk Tirniizî, kiyâme 34; Ibni Mâce, ruhûn 6) Çünkü bunda müslümanı küçük düşürücü bir durum yoktur Ama birgün, bir ay vb süreli ve bağlayıcı bir iş akdi ile çalışmasına gelince; bu noktada Islâm hukukçuları farklı görüştedirler Bazılar: Bu sahih olmaz, çünkü bunda kâfirin müslümana hakimiyeti ve onu satın almış gibi küçük düşürmesi sözkonusudur, derler Bazılar da: Sahih olur, çünkü bu kendi iradesi ile bir ücret karşılığında çalışmadır Onun mülkiyetine geçmekten ziyade, kendi zimmetinde çalışmaya benzer Çünkü malik olmak, ona her bakımdan sahip olmak demektir diye düşünürler Ibn Kudame'ye göre bu ikinci görüş daha isabetlidir (Ibn Kudâme, Mugnî, IV/294) Doğrusu da budur Çünkü bir saatlik çalışmada da hakimiyet sözkonusu olabilir Bir aylık, bir yıllık ilh çalışma ile bir anlık çalışma arasında sadece süre farkı vardır
Bu açıdan bugün Avrupa'da ve benzeri yerlerde çalışan müslümanları düşünürsek, çoğunluğu itibari ile oralarda çalışmaları her iki görüşe göre de gayrı sahihtir Çünkü hem belli bir süre bağlayıcı iş akdi imzalamaları, hem de gerek yaptırılan iş, gerekse davranış bakımından tahkir ve ihanete (horlanmaya) uğramaları sözkonusudur Belli bir statü kazanarak bu iki kötü durumdan kurtulanların çalışması ise, birinci görüşe göre yine gayrı sahih, ikinci görüşe göre sahihtir Ama hiç bir surette mekruhluktan kurtulamaz Ayrıca Islâm fıkıhçıları bu hükümlere, müslümanın bir Islâm ülkesindeki zimmîlere çalışması açısından bakarak varmışlardır: Yoksa "küffar diyarına" (darü'lharbe) gitme ve orada ikâmet etme konusunda ayrıca yasaklar vardır
Müslümanın zimmiye, onun özel hizmetinde çalışması caiz değildir Bu, Ahmed b Hanbel'in görüşüdür O, ama ona belirli bir işi yapmak üzere çalışması ise caizdir, der Imam Şafii'nin iki görüşünden biri de budur Onun, özel hizmeti de caizdir, görüşü de vardır Bu konuda Hanbelîlerin izahı şudur: Bu durum, müslümanın kâfire bağımlı (mahpus) olmasını ve şahsiyetinin rencide edilmesini (izlâlini) gerektiren bir akiddir Onun hizmetinde çalışması, ona satılması gibi bir şeydir Ama onun belirli bir işini ücretle yapması caizdir Delilleri ise yukarıda geçen Hz Ali ve Ensarı hadisleridir (Ibn Kudâme, age, V/554)
Yukarıda da işaret edildiği gibi ve aynı delillerden ötürü, Islâm ülkesinde ve küçük düşülme sözkonusu olmadığı durumlarda müslümanın zimmîlere ücretle çalışmasının caiz olduğu konusundâ farklı görüş yoktur (agk) Hatta havra ya da kilise inşa ve tamirinde çalışmasında dahi "beis", yoktur, buradan alacağı ücret helâldir Çünkü amelin bizzat kendisinde bir masiyet bulunmamaktadır (Kâdihan, NI/426; Hindiye, IV/450 (Muhit'ten); Cezirî, NI/125)
Ne var ki çalışabilmesinin caiz ve mümkün olması, bunun iyi bir şey olduğunu da göstermez Zaten "beis yoktur" tabiri fıkıhta, yapılmasa daha iyi olur anlamında kullanılır Bunun içindir ki: "Bir müslüman her gün beş dirhem karşılığında nâkus (çan) çalmak üzere bir hiristiyanla iş anlaşması yapsa, bir dirhem alacağı bir başka iş daha bulsa, Ibrahim b Yusuf diyor ki, nâkus çalması uygun olmaz, rızkını öbüründen aramalıdır" (Kâdihan, NI/404, 426)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İI KİTABIN KESTİĞİ HAYVANLARIN ETİ MÜBAH MIDIR? "Bir müslümanın kestiği hayvanın eti helal olduğu gibi; bir kitabı (hıristiyan veya yahudi ) nin de kestiği hayvanın eti helaldır" Bu husus, kitap, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabittir Buna ilave edilecek pek bir şey yoktur Yalnız, şu hususlara değinmek istiyorum:
1- Kesim işinin dört rüknünden biri olan "kesen" kimse için üç şart gereklidır:
a- Müslüman veya kitabı (yahudi veya hıristiyan)olması,
b- Kesilen hayvan av ise, kesenin ihramda olmaması,
c- Kesenin akıllı olması
Buna göre, makina ile yapılacak kesimin durumu helal mıdır, haram mıdır? Üzerinde durulması gerekir Ahmed el-şerabasi, "Yes'eluneke Ani'd Dini ve'l Hayatı" adlı eserinde, "makina ile yapılan kesimin helal olduğunu" söylüyorsa da, fıkhı dayanağı yoktur, yalnız şahsi görüşüdür Böyle önemli mes'eleler için şahsi görüş bir çözüm getirmez
İslam'ı yaşayan ve bilen İslam ülkelerinin temsilcileri, bu gibi konularda bir araya gelip mes'elelere çözüm getirmek gayesiyle Kur'an, sünnet ve İslam'ın koyduğu kaidelerin ışığı altında fikir teatisinde bulunup (görüş alış-veriş yaparak) işi bir karara bağlamaları gerekkir Her dört hak mezhebin de fıkıh kitapları bu konuda, "kesenin müslüman veya kitabı olmasının gerektiğini" beyan ediyorlar Böyle olmadığı takdirde, kesilen hayvanın eti haramdır
Bu hükme göre, kesilecek hayvanı kesime götüren ceryan şeridi ve kesim ameliyyesini icra eden de ceryanlı makina olursa, "kesenin müslüman veya kitabı olması" şartı nerede kalır?
2- Şafii mezhebine göre, "kitabı olan kimsenin beni İsrail'den olmadığı takdirde uzak dedelerinin İncil'in nesih ve tahrifinden evvel mensup oldukları dine intisab etmiş bulunmalarının bilinmesi şarttır" (el-Minhac (Siracü'l Vehhac'la braber)) Aksi takdirde, onun tarafından (böyle olmayan bir kitabının) kesimi haramdır
Bu durumda, Avrupa hıristiyanlarının dinlerine intisab tarihi belli olmadığı için, Şafii mezhebine göre kestikleri haramdır ve Şafii olan kimsenin onların kestiklerini yemesi caiz değildir
3- Aslen hıristiyan olup sonra komünistleşerek semavi dinleri inkar eden Bulgaristan gibi ülkelerde vaki olan hayvan kesiminin helal olduğunu söylemek mümkün değildir Çünkü kesimi yaptıran, hiçbir dine inanmayan bir idaredir Bu itibarla, komünist ülkelerde yapılan hayvan kesimi ayrı, hür olarak yaşanılan (demakrasi idareli) başka bir kitabı ülkede yapılan hayvan kesimi farklıdır
Ancak bu tür ülkelerde, "İslami kurallara uygun bir şekilde, müslümanlar veya kitabiler tarafından kesim icra edildiğine dair dinsiz bir kimse de olsa haber verirse o takdirde helal olur"
Netice olarak: Ehli kitabın kestikleri hayvanın eti helaldır; Fakat yine de, durum böyle olmakla beraber, "müslüman olan kimse, besmele ile ve müslüman bir el ile kesilen hayvanın etini yemeli ve şüpheli yiyeceklerden kaçınmalıdır"
EHLİ KİTAPLA EVLENMEK Bakara suresi 221 ayetinin bir bölümünün meali şöyle dir: "(Ey mü'minler) müşrik kadınlarla, onlar imana gelmedikçe evlenmeyin Müşrik erkeklere de, onlar imana gelmedikçe (mü'min kadınları) nikahlamayın Onlar sizi cehennem'e çağırırlar" Bazılarına göre Yahudi ve Hiristiyanlar (ehli kitap) müşrik sayılmadığından, bazılarına göre onlar da müşrik olmakla beraber, evlenme konusunda daha sonra gelen Mâide suresi 5 ayeti ile bu ayetin kapsamından (umumundan) çıkarıldıkları için onların kadınları ile evlenmek caizdir ve bunda selefin hemen hemen ittifakı (icma) vardır Hatta Hz Osman, Talha, Huzeyfe gibi, kitabî kadınlarla evlenmiş sahabîler de mevcuttur (bk Cessâs, N/16)
Ancak çocukların terbiyesinde ortaya çıkacak risklerden dolayı bunu da mekruh görenler, harp halinde olunanlarla evlenmenin hiç helâl olmadığını söyleyenler de vardır (bk Cessâs, N/17; Kurtubî, III/67, 69) Mecusî, putperest ve ateistlerin kadınları ile evlenmek ise ittifakla caiz değildir ve sözü geçen Bakara 221 ayeti ile evlenilmesi yasak edilenler arasında bunların bulunduğu konusunda kimsenin şüphesi yok gibidir (bk Cessâs, N/16; Kurtubi, NI/70) Rasûlüllah Efendimiz (sav)'in mecusiler hakkında "Karılarını nikahlamaksızın, boğazladıklarını da yemeksizin onlara ehli kitaba davrandığınız gibi davranın" (Râzî, VI/58; Hadis diğer kaynaklarda sadece " Onlara ehli kitap gibi muamele edin" şeklindedir bk Muvatta, zekât 42; Bâcî, el-Müntekâ, N/173; Beyhakî, S kubra, IX/189; el-Hindî, Kenz, IV/502 (Ibn Ebî Şeybe'den)) buyurması, hem ehli kitabın karılarının alınabileceğini, hem de mecusilerin karılarının alınamayacağını gösterir
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHLİ KİTAPLA YEMEK YEMEK:
Yemek konusunda "ehli kitap", yani Yahudi ve Hiristiyan olan gayrı müslimlerle diğerleri, yani ateistler, mecusiler, putperestler vb gayri müslimler birbirlerinden biraz farklıdırlar: Ehli kitap olan Yahudi ve Hiristiyanların, yenmesi haram olan bir hayvan ya da madde olmadıktan sonra kestikleri ve pişirdikleri yenir Yahudilik ve Hiristiyanlık esaslarına inanmış iseler şu andaki Yahudi ve Hiristiyanlar da ehli kitaptırlar Hatta Mesih ve Uzeyir adına kesmiş olsalar bile kestikleri yenir denmiştir (Kurtubî VI/76; Cessâs, NI/322/6) Bu itibarla günümüzde uluslararası uçak yolculugu yapma durumunda olan müslümanlar, uçağın müslümanlara özel menüsü yoksa, Yahudilere özel menüsünü isteyebilirler Fakat daha ihtiyatli görüş, nasıl kestikleri bilinmiyorsa yenmesini, Mesih adına vb diye kestikleri ve pis olduğu bilinenlerin caiz olmamasıdır Genel olarak yemeklerinin yenmesinin ise mekruh olduğudur (bk Elmalılı, Hindiye, V/347) Ehli kitap olmayan gayrı müslimlerin kestiği yenmez Ama boğazlama gibi olmayıp, dinden dine değişmeyen ekmek; yemek, kızartma, meyve vb şeyleri, eğer başka bir haram madde ihtiva etmiyorlarsa yenir (Kurtubî, VI/77) Ancak bazılar bundan sadece onların peynirlerini-hınzır kursağı ile mayalanmış olması halinde-istisna etmişlerdir (Kurtubî, VI/78)
Kâfirin her türlüsünün yaptığı ya da kullândığı kaplarla, yıkadıktan sonra, altından, gümüşten ve hınzır derisinden de değillerse yemede ve içmede mahzur yoktur Ancak toprak cinsinden olan kaplarını, eğer kullanmışlarsa, takvaya uygun olan kullanmamaktır Çünkü onlar müslümanlarca pis sayılan şeyleri yerler ve içerler Toprak ve çömlek cinsi, kapların çekme özelliği olduğundan içine konan pis şeyleri emmiş olabilirler (agk) Ama bu tür kaplar boş olarak yakılırsa, Allah'u a'lem, temizlenmiş olurlar
EHL-İ SÂLİB Ehl-i Kitâb'tan hiristiyanlar, Haçlılar
Arapça Sâlib kelimesi "haç" (istavroz, çarmıh) demektir Ehl-i sâlîb, Haçlılar için kullanılır Haç, Hristiyanlığın sembolü olan ve Hz Isa (as)'ın gerildiğine inandıkları birbirini dikey kesen iki çizgidir
Mukaddes şehir Kudüs İslam'ın hâkimiyetindeyken onu müslümanlardan almak için Papa'nın teşvikiyle Avrupalı hükümdarların ortak Hıristiyan ordularının askerlerine, elbiselerinin üstüne büyük kırmızı haçlar diktirdiklerinden dolayı "Haçlılar" (Ehl-i Sâlîb, Celibâ, Croises) denilmiş, ve bunların sekizbüyük seferle (H 5-7/M11-13 yüzyıl) Kudüs'e saldırmalarına "Haçlı Seferleri" (Ehl-i Sâlîb Muhârebeleri) adı verilmiştir 1096-1270 yılları arasında 174 yıl süren bu seferler birçok can ve mal kaybına sebep olmuş, ancak sonuçta kutsal topraklar müslümanların elinde kalmıştır Avrupa askerî tarihi açısından başarısız sayılan Haçlı seferlerinde iki büyük din karşılaşmış, savaşlarda Hıristiyan vahşetine karşı Türkler büyük kahramanlıklar göstermişler, Salahaddin Eyyubi büyük bir Islâm mücâhidi olarak tarihe geçmiş, Akkâ savaşı, gemicilik sanatının ilerlemesi, hristiyanların müslümanlardan birçok bilgiyi Avrupa'ya taşımaları gibi sonuçlara yol açmıştır Insanlık tarihinde din savaşlarının en büyüğü olan "Haçlı Seferleri" İslam'ın, ilâ'yı kelimetullah amacıyla, Hristiyanlığın altta iktisadı-sosyal sebepler yatan kutsal savaş adı altındaki saldırısına karşı Islâm topraklarını müdafaasıdır Ehl-i Sâlîb, müslümanların Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen ehl-i kitaba ilişkin âyetlerde açıklandığı şekliyle kendilerine en yakın olan bir tevhid dininin muharref savunucularının din adına yahudileri katletmeye başlamalarıyla ve Kudüs'ü fethetmek gayeleri ile de Islâm'la çarpışması sonucunda yenilmiş, 13 yüzyıldan sonra 20 yüzyıla kadar ehl-i sâlîb ile ehl-i hilal (Islâm) arasında yüzyıllarca savaşlar yapılmıştır
Ehl-i Sâlîb'in, seferler sırasında tüm Anadolu'da vahşet sahnesi bırakmasına rağmen, müslümanlar onlara karşı merhametli olmuştur Bu yüzden birçok "Haçlı askeri" seferlerde müslüman olmuştur Birinci Haçlı seferini düzenleyen keşiş Pierr L'Erminete'nin hıristiyan hacılarına zulmedildiği yalanını söylemesi üzerine Papa II Urbain 488/1095 yılında Fransa'nın Clermont şehrinde din adamları ve komutanları toplamış Hristiyanları Kudüs'ü "kâfirlerden" kurtarmaya çağırmış, yüzbinlerce hristiyan ehl-i sâlîb bu emre uymuştur Papa, her gönüllünün sağl kolu üzerine bir haç asmış ve böylece haç, savaşların sembolü olmuştur Bütün derebeylik Avrupa'sı bu "kutsal savaş" çağrısıyla birleşmiştir Batı Avrupa'da da Islam Hristiyanlık çatışması, Ispanya'da devam etmiştir
Birinci haçlı seferinde ehl-i sâlîb, ayaktakımı çapulculardan oluşan yüzbinlerce inananın zalımce saldırısı ile Kudüs'ü istilâ etmiş, şehirde katliâm yapmışlar ve Kudüs Krallığı'nı kurmuşlardır Haçlı teşkılatı, Saint Şövalyeleri'nin ortaya çıkışı da bu sırada olmuştur Ikinci savaşta müslümanlar galip gelmişler, üçüncüsünde Filistin'in batısını Selahaddin Eyyûbî kurtarmış, dördüncü seferde haçlılar kutsal savaşı amacından saptırarak dünya çıkarları için yapmışlar, hattâ Kudüs'ü bırakıp Kostantiniyye ve Mısır'a yönelmişlerdir
Haçlı seferlerinin dünya tarihinde önemli sonuçları olmuştur Bunlardan, Islâm-Hristiyanlık ilişkileri ile ilgili olanların başında her iki medeniyetin birbirine kültür alış-verişine vesile olması gelir Avrupa'ya müslüman dünya yoluyla birçok mal gittiği gibi, Kur'an-ı, Kerîm Latince'ye tercüme edilmiş Avrupalılar dünyaya açılmış, kilise ve Papalık, derebeylik kurumunda, iktisâdi düzende değişim meydana gelmiştir (Ayrıca bk HAÇLILAR)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İ SÜNNET Hz Peygamber (sas)'in sünnetine ve ashâbının (ra) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk Hz Peygamber (sas)'in sünnetine tâbi olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir
"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır Sünnet; Hz Peygamber (sas)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir Islâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akideşinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir Insanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47) Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u Imrân, 3/137) "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43) Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana Islâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır
Sünnet: Islâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir Islâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz Peygamberin sünnetidir Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmedığınız nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151) Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir
Kur'an farzı, vâcibi tayın etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar Işte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5)
Hz Peygamber (sas), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarınıı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, Ibn Mâce, Mukaddime, 1) Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur Kur'an bize yeterlidir düşünceşiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir Hz Peygamber (sas) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b Hanbel, IV, 131)
Imrân b Husayn (ra), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır" Abdullah b Mesud (ra) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar Abdullah b Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız" (el-Haşr, 59/7; Abdullah b Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s54)
Hz Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir "Içinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5)
Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "Ilk iman eden, en ön safta bulunan muhacırlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu Onlar da Allah'dan razı oldular Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır Işte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100) Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz Hz Peygamber (sas) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1) Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor
Hz Peygamber (sas), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır" Başka bir hadis-i şerifte Hz Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7) Hz Peygamber (sas)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir Hz Peygamber (sas) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir Hz Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez Ihtilâf gördüğünüz zaman size ‚sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (Ibn Mâce Fiten 8) Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakım metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (Ibnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419)
Hz Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir Abdullah b Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (ra)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7) Imâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7) Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir Nitekim Hz Peygamber (sas) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez Allah'ın rahmet eli cemaâtledir Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur
Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47)
Islâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz Hasan (ra)'ın hilafeti Hz Muaviye (ra)'a devretmesi yılında olmuştur Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir Müslümanlar Hz Peygamber (sas) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler Ancak Hz Osman'ın şehid edilmesi (ö35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu Hz Ali ile Hz Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve Islâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere Islâmî nassların mütekabıliyet meselesi tartışmaları başladı Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b Ömer (ra) (74/693); Ibrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve Imam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır Devrının siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk Buhâri, Ahâd, I; Müslim, Imâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,Ibn Mace, Cihad, 40; A b Hanbel, Müsned, I, 94, 409) Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201) Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler
Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (sas)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir Sonraki dönemlerde Islâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, Islâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (Ibn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303) Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir
Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-Istikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b Sirın (ö110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandı (ö373/898)'dir Terim hicrî II asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz Peygamber (sas)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır (Ibn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir
Hz Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır Bütün hepsi cehennemliktir Ancak bir fırka kurtulur O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî Iman, 18; Ibn Mace, Fiten, 17; Ahmed b Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430) Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der Bu hadisi Hz Peygamber (sas)'den on sahabı rivâyet etmiştir Hz Ebû Bekr, Hz Ömer (ranhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s89) Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır Hz Peygamber (sas) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5) Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır Toplam yetmişiki fırKadir (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s40 43) Bid'at; Peygamber (sas)'den naklı meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katıhükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar
Hz Ebû Bekr ve Ömer (ranhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz Hz Ali (ra)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabır azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (Ibn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561) Itikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir Fıkhı bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir Fakat itikadı meselelerde bu hüküm geçerli değildir Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez Ibn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: Itikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklıd etmeksizin her mükellefe inanılması vacipolan meselelerdir Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadım olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmedığının iddia edilmesi gibi (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,) Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir Bid'at ehline benzemek câiz değildir Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklıd etmek uygun değildir (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472)
Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: Ilk çıkışları Hz Ali (ra)'ın hilâfeti dönemindedir
Şehristâni (549/1154) Islâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, age, 1, 15)
Ibn Hazm ise, (ö457/1065),Islâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (Ibn Hazm, el-Fısal, II, 113)
Hz Ali (ra)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli Ibn Sebe'nin tahriki ile, Hz Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır
Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah Ibn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez Ibn Sebe' Yemenli bir yahudidir Islâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri Islâm'a sokmaya çalışmıştır Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa Islâm'a sokan bu şahıstır Şîâ âlimleri de, Ibn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır
Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren Islâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir Hasanü'l-Basrî (110/128) Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır Ehl-i sünnet akîdeşinin esaslarını ortaya koyması yönüyle Imam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler
Islâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal şartların da rolü olmuştur Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur
Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarıh ve sahih akıldır Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir
Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe aklı yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (Izmirli Ismail Hakkı, Yeni Ilmî Kelâm, s97)
Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta Imam Eş'ârî, Imam Mâturîdî olmak üzere, Imam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve Ibn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir
Kısaca ehl-i sünnet:
Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir Meselâ Imam Malık: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "Istivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218) Imam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi
Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm Ilmi, 146)
Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Malıki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler
Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, Imamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Imam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır
Ibni Teymiyye ile Ibnü'l-Kayyim el-Cevazıyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır Islâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler
Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekizzümreden meydana gelmektedir:
1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,
2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,
3- Muhaddisler,
4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,
5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,
6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,
7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,
8- Ehl-i sünnet akîdeşinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s313-318; Bekir Topaloğlu, age, s109-110)
Islâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslam'ın hayata tatbikidir
Itikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur Ümmet-i Muhammed (sas)'in ana özelliği, itidaldır Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "Işte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143)
Câbir b Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "Işte bu, Allah'ın yoludur" Daha sonra o çizginin sağlına ve soluna da çizgiler çizdi "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur Öyleyse ona uyun Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (Ibn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b Hanbel, Müsned, 1/435) Hz Peygamber (sas) burada dinde sağla sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir
Imam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsızlıkle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur Işte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye vs gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT KİMDİR EHL-İ SÜNNET VE'L- CEMAAT OLMAYAN BİR KİMSE MÜSLÜMAN SAYILIR MI? Asr-ı saadette herhangi bir problem ortaya çıktığı zaman ihtilafa yol açmadan kolayca halledilirdi Çünkü Peygamber (sav) en az günde beş defa müslümanlarla bir araya gelip onlarla birlikte karşılaştıkları problemleri gözden geçiriyordu Peygamberi aşan bir mesele ortaya çıktığı zaman hakkında vahy-i ilahi nazıl olup onu açıklıyordu Peygamber (sav), şrtşhal ettiğinde tabii olarak Kur'an-ı Kerim ile Peygamber (sav)'in sünneti her şeyi açıkça belirtmediğinden, birçok meselelerde ihtilaf başgösterdi Bu sebeple ibadet ve hukuk alanında mezhepler oluştuğu gibi inanç sahasında da fırkalar meydana geldi İnanç sahasındaki fırkalar; Mu'tezile, Şia, Havarıç, Neccariye, Müşebbihe, Mürcie, Cebriye ve Ehl-i Sünnet olmak üzere sekiz sınıfa ayrılmıştır
EHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT KİMDİR EHL-İ SÜNNET VE'L- CEMAAT OLMAYAN BİR KİMSE MÜSLÜMAN SAYILIR MI? Asr-ı saadette herhangi bir problem ortaya çıktığı zaman ihtilafa yol açmadan kolayca halledilirdi Çünkü Peygamber (sav) en az günde beş defa müslümanlarla bir araya gelip onlarla birlikte karşılaştıkları problemleri gözden geçiriyordu Peygamberi aşan bir mesele ortaya çıktığı zaman hakkında vahy-i ilahi nazıl olup onu açıklıyordu Peygamber (sav), şrtşhal ettiğinde tabii olarak Kur'an-ı Kerim ile Peygamber (sav)'in sünneti her şeyi açıkça belirtmediğinden, birçok meselelerde ihtilaf başgösterdi Bu sebeple ibadet ve hukuk alanında mezhepler oluştuğu gibi inanç sahasında da fırkalar meydana geldi İnanç sahasındaki fırkalar; Mu'tezile, Şia, Havarıç, Neccariye, Müşebbihe, Mürcie, Cebriye ve Ehl-i Sünnet olmak üzere sekiz sınıfa ayrılmıştır
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHLİ TARİKATIN BİR KISMI DİYOR Kİ: KUR'AN VE SÜNNET TARİKATTAN SÖZ ETMİYOR ÇÜNKÜ O GİZLİCE HAZRET-İ EBUBEKİR, ALİ VE SELMAN-I FARİSİ'YE TEVDİ EDİLMİŞTİR BU SÖZÜN ESASI VAR MIDIR? Tarikat, şeriatın bir dalı olduğuna göre gizli tutulamaz Adı geçen sahabelere gizli bir şeyin tevdi edildiğine dair hiç bir belgeye rastlanmamıştır Ayrıca tasavvuf hayatı bütün sahabelerde mevcut idi Yani Tasavvuf konusu olan zikir, fikir, ihlas, muhabbet, tevazu, zühd, isar, mürakebe ve müşahede ruhu onlarda en yüksek seviyeside idi Kur'an ve sünnet, tasavvuf ve tarikat ismini zikir etmemiştir Şeriatı, fıkıh, kelam, tasavvuf ve ahlak bölümlerine ayırıp her bir bölüme ayrı birer isim vermek sonradan olmuştur Ancak bu, tasavvuf veya fıkhın mevzu'ları Kur'an'da yoktur, manasına gelmez Büyük mutasavvıf Sehl el-Tüsleri tasavvuf hakkında şöyle diyor:
Bizim altı esasımız vardır:
1- Kur'an'a yapışmak,
2- Perygamber sünnet-i seniyyesine ayak uydurmak,
3- Helalı yemek,
4- Kimseye eziyet vermemek,
5- Günahlardan sakınmak,
6- Hukuku eda etmektir
EHL-İ TERTİB
Tertibin sözlük anlamı; tanzim etmek, dizmek, sıralamak ve düzene koymak, tedârik edip hazır hale getirmek, bir şeyi bir yere sâbit ve dâîmî kılmak, mertebelere göre davranmak, hile ve aldatmak
Hedeflenen bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tanzim edilmesi, bir neticeye varmak için sırasına riâyet edilmesi gereken sebepler de, tertibin tanımına girmektedir
Ehl-i tertib, yukarda anılan fiilleri yapan kimselere, yani tertibe riâyet edenlere verilen isimdir Ancak asıl mevzu, bu terimin ıstılâhî yönüdür
Istılah olarak "ehl-i tertîb", farz olan beş vakit namazı, ara vermeden vaktinde ve muntazam olarak kılanlar hakkında kullanılan bir tâbirdir Bu duruma göre, üzerinde beş vakitten az veya en çok beş vakit kaza namazı olan kimse "ehl-i tertîb" sayılır Üzerindeki kaza namazı altı vakti bulan kimse "ehl-i tertîb" olmaktan çıkar
Hanefi mezhebine göre, "ehl-i tertîb" sayılan bir kimsenin, kazaya kalmış namazları arasında ve kazâ namazıyla vakit namazları arasında tertîbe riâyet etmesi gerekir Kaza namazını kılmadan vakit namazını kılması câiz değildir Aynı şekilde öğlenin kazaya kalmış namazını, sabahın kazaya kalmış namazından önce kılması da doğru olmaz
Üzerinde altı vakitten az kazâ namazı bulunan kimse, vaktin farzını edâ ederken bunu hatırlarsa, kılmış olduğu vakit namazı geçici olarak bozulmuş olur İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci vakit namazlarını da bu şekilde, kaza namazlarını hatırladığı halde kılar ve hiç birini iâde etmezse, beşinci vakti kılmakla bütün namazları sahih olur Çünkü namazdaki bozulma mevkûfen -geçici- duruyordu Beşinci vakte kadar böyle mevkûf olarak bulundurulur ve beşinci vaktin farzı kılınırsa hepsi de sahih olmuş olur Beşinci vakti kılmadan kaza namazını kılacak olsa, bundan önce kılmış olduğu dört vakit namazı nâfileye dönüşür, böylece tümünü kazâ etmesi gerekir
Tertib, şu üç husustan dolayı bozulur:
1- Kazaya kalan namazlar beş vakti aşarsa,
2- Vakit, ancak hazır namazı kılacak kadar daralırsa,
3- Vakit namazı edâ edilirken kazâ namazı unutulursa
Üzerindeki kaza namazları sayısını beş veya beşten daha aşağı bir sayıya indiren kimse, bir görüşe göre tekrar "ehl-i tertîb"den sayılır (Merginânî, el-Hidâye, 1 cüz, bâbü kadâi'l-fevâit; Ö Nasuhi Bilmen, Büyüt İslâm İlmihali, Celal Yıldırım, Büyük İlmihal, kaza namazlarında tertib)
-
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
EHVEN-İ ŞER
Ehven, kelime anlamı itibariyle, "daha hafif"; şer ise, hayrın karşıtı olup, "meşru olmayan her türlü iş" demektir Terkip olarak da ehven-i şer, diğerlerine kıyasla zarar ve fenalık bakımından daha hafif olan kötülük anlamında kullanılır
Mecelle'de, "İki şerden, daha hafif olanı (ehven-i şerreyn) ihtiyâr olunur" (Mecelle, md 29) şeklinde bir genel kural bulunmakta olup, bununla anlatılmak istenen şudur: Câiz ve meşrû olmayan iki şeyden birinin işlenilmesi durumunda kalınırsa, bunlar arasında kötülük ve fenalık bakımından daha az ve hafif olanı tercih edilir Çünkü, haram olan bir şeyi işlemek, ancak zarûretten dolayı mübah kılınmaktadır (Mecelle, md 21) Zarûretler de kendi miktarlarınca takdir olunacağına göre (Mecelle, md 22), daha hafif olan dururken, daha ağır ve büyük bir haramı işlemek zarûret sınırını aşmak olur
Aynı içerikte olmak üzere, "İki kötülükle karşı karşıya gelince daha hafif olanı işlenerek, büyüğünün çaresine bakılır" (Mecelle, md 28) ve "Daha şiddetli olan zarar, daha hafif olan zararla izâle olunur" (Mecelle, md 27) şeklinde iki genel kural daha vardır ve bunların her üçü de yaklaşık olarak aynı anlamı ifâde eder
Bu genel kuralı, pekçok alana uygulama imkânı vardır Bu kuralın uygulama örneklerinden biri şöyledir: Bir kimsenin çok değerli bir incisi yere düşüp, bir tavuk tarafından yutulmuşsa, incinin sahibi, tavuğun değerini ödeyerek tavuğu sahibinden satın alır (Mecelle, md 902) Bu durumda tavuğun sahibi, tavuğu satmamazlık edemez Şayet direnecek olursa, fiyatı kendisine ödenerek, tavuk ondan cebren alınır Kural olarak bir kimsenin malını, rızası hilâfına satmak câiz değilse de, burada daha büyük zararı gidermek amacıyla, daha hafif olan zarara katlanılmış ve sözkonusu kural gereğince, mülkiyetin dokunulmazlığı prensibine bir nevî sınırlama getirilmiştir
Diğer bir örnek de şöyledir: Bir kimse, arsasını, şuf'a hakkına sahip olan komşusuna (şefi') teklif etmeden başka birine satarsa, şefi' bu arsayı müşteriden geri alabilir Ancak, müşteri, böyle bir tarzda satın aldığı arsa üzerine, bir ev yaptırmışsa, bu durumda iki ihtimal sözkonusudur Birincisi, ev cebren (telâfisi olmayacak şekilde) yıkılarak arsa, müşterinin elinden alınır ve arsaya ödediği fiyat kendisine iâde edilir İkincisi, şuf'a hakkına sahip olan kişi, arsayı kendisi satın almak istemesi halinde, müşterinin yaptırdığı evin kıymetini de ödemeye icbâr edilir
Birinci ihtimalde müşteri için sözkonusu olan zarar, yaptırdığı evin, kendisine hiçbir karşılık verilmeden yıkılması olup, ağır bir zarardır Çünkü, müşteri, uğradığı zararı hiç kimseden talep edememektedir İkinci ihtimalde ise, zarar, "şuf'a hakkına sahip olan kişi hakkından olup, daha az para ödeyerek çıplak alması mümkün olan bir arsayı, bir de üzerindeki eve para ödeyerek satın alma durumunda kalması şeklindedir
Bu olayda iki taraflı bir zarar sözkonusudur Şu kadar ki, şuf'a hakkına sahip olan kişinin uğrayacağı zarar, karşılığında hiç değilse bir bedel bulunduğu için yani şefi' evin mülkiyetine sahip olduğu için, bu zarar müşterinin telâfisi olmayan zararından daha hafif (ehven) sayılmıştır
Bu ve benzeri prensiplerle, akıl ve mantığın rahatlıkla kabul edebileceği bir sistem dahilinde genelde, hukukî hayata bir esneklik ve istikrar kazandırmasına ve adil bir dengenin kurulmasına çalışılmıştır
EHVEN-İ ŞER" NE DEMEKTİR? Bu ifadenin aslı "ehven-i şerreyn" yani, iki kötünün hafif olanı, şeklindedir Önemli bir fıkıh yani, Islâm hukuku kaidesidir Islâm hukukuna göre hazırlanan "Mecelle" mize; "ehven-i şerreyn ihtiyar olunur" diye geçmiştir ki, başka ihtimal (alternatif) yoksa ve yapmak zorunda olduğumuz şeyler kötü şeylerse en hafifini seçmek mecburiyetindeyiz, demektir (Md29) Aynı zamanda Mecellemizde üç madde daha vardır: Iki fesatla karşılasıldığında hafif olanı yapılır, büyüğünün çaresine bakılır", "Büyük zarar küçük zararla giderilir"; "Genel zararı önlemek için kısmî zarar seçilir" (md 26,27,28) Bugünkü Türkçe ile aktardığımız bu maddeler Islâm hukuku açısından önemli maddelerdir ve bilinmeleri halinde günlük hayatımızda birçok problemimizi hallederler Ancak ifadelerden de anlaşılacağı gibi, iki kötüden hafif olanının yapılabilmesi için, hayır olan ihtimal (alternatıf) bulunmaması ve ikisinden birini mutlaka yapmak zorunda kalması şartları vardır Buna göre; şerlerin yanında bir de hayır varsa veya hayır olmasa bile şerlerin hiç birini yapmadan da olunabiliyorsa şerrin hafif olanı da yapılamaz Meselâ: Yaralı bir adamın, secdeye gidince yarası akıyorsa ima ile oturarak kılar Çünkü secdeyi terketmek namazı abdestsiz kılmaktan daha hafif bir zarardır Bir adamın tavuğu başkasının değerli bir incisini yutsa, incinin sahibi tavuğun parasını verip onu kesebilir, diğeri vermemezlik edemez Hamile bir kadın öldüğünde, çocuğunun canlı olduğu umuluyorsa kadının karnı yarılıp çocuk çıkarılır Etrafa yayılmasından endişe edilen bir yangını söndürmek için gerekirse itfaiye birisinin evini yıkabilir Susuzluktan ölmek üzere olan birisi, şaraptan değil de biradan ölmeyecek kadar içer Millete ve inanca en az zararlı olan partiye rey verir Sünnetten ya da farzdan birinin mutlaka gideceği yerde, kalbi kan aglayarak sünneti bırakır farzı yapar(Daha geniş bilgi için bk Ali Haydar Efendi, dürer I/83 vd; MSıddık el-Burnû el-Veciz 82 vd)