Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
UHDUD ASHABI VE TREN
Daha sonra, bir münasebetle, Ashâb-ı Uhdud’un, hendeklere atılıp, yakılan mü’minler gibi algılandığını, halbuki, tam tersine, mü’minleri hendeklere atıp, işkencelere uğratanlar olduğunu belirttiler. Ardından, “uhdud” kelimesinde trene işaret bulunduğundan bahisle, trene Türkiye’de önceleri şimendifer dendiğini ve şimendiferin, İslâm âleminin istismar ve istilâsında çok önemli bir rolü olduğunu ifade buyurdular. Eskiden, Bengal’e kadar uzanan tren yolu olduğunu, seyahatlerin, sevkiyatların daha çok trenle yapıldığı ve bu sevkiyatın İslâm âleminin esaret altına düşmesinde önemli rol oynadığı izahatında bulundular. Buradan hareketle, çocukluk günlerine ait iki hatırasını naklettiler:
ÇOCUKLUK GÜNLERİNE AİT İKİ HATIRA
6-7 yaşlarındaydım. Tren, köyün hemen yakınından geçerdi. Bir defasında binmek için atladığımda ayağımı boşa atmış olmalıyım ki, yüzüm üstü düştüm. Alnımda bir yara açıldı. Sonra da, Allah rahmet eylesin, Nureddin amcam, “ne işin vardı trenin yanında?” diye, beni bir güzel dövmüştü.
Nûreddin amcamdan dayak yemeğe ramak kaldığım bir olayı daha hatırlıyorum. Yine 6-7 yaşlarımda iken, 5-6 çocuk ellerinde sopalarla etrafımı aldılar. Ben de kendimi, otlardan yapılma kamçıvârî bir şeyle savunuyordum. Fakat onlar daha fazla vurup beni hırpalayınca, amcam bunu görmüş olacak ki, “Sen, nasıl dövülürsün” diye üzerime yürüdü. Ben de kaçtım, sonra araya büyükannem mi girdi, öyle kurtulmuştum. Aile, böyle cedşâhî bir aile idi. Baba-anne, büyükbaba-büyükanne, amca-yenge hep beraber otururduk. 20 yaşımda Edirne’ye geldim. Sonra askere gittim ve Erzurum’a ancak, İskenderun’da askerde iken aldığım hava değişimi münasebetiyle 4 yıl sonra dönebildim. Bu arada, ailem köyden Erzurum’un içine taşınmıştı. Kale yanında, Kadıoğlu Çıkmazı’nda anneme ait bir eve yerleşmişlerdi. Bana gelen mektuplardan aldığım o adrese vardığımda kapıyı annem açtı. 20 yaşımda ayrılmış, 24 yaşımda dönmüştüm. Annem, önce tanıyamadı, yüzüme baktı baktı, sonra, “Sen, o musun, Fethullah mısın?” dedi. Bilâhare o evden de ayrıldık.
Babam, çocuklarının bir zenaat sahibi olmalarını isterdi. İstediği gibi oldu. Kardeşlerim matbaa işine girdiler ve bugün de devam ediyorlar. Hiç biri zengin olmadı. Kendi hallerinde hayatlarını sürdürüyorlar.
ABD’DE YAĞMUR DUASI
15.30 civarında sohbetten kalkıldı. Biraz rahatsız görünüyorlardı. Saat 18.05’de ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra bir çay içimi kadar oturdular. Havanın bir-kaç gündür soğuk ve yağışlı olmasından bahisle, geçen sene yaşanmış bir hatırayı naklettiler:
Geçen sene burada kuraklık vardı. Uzun süre yağmur yağmadı. Arkadaşlara yağmur duasına çıkmalarını söyledim. Kendim gitmedim, neme lâzım, ben çıksam, yağmayabilirdi. Hz. Musa, kavmiyle yağmur duasına çıkar. Yağmur gelmeyince, “Ya Rabbi” der, “duaya çıkmamızı buyurdunuz, çıktık, yağmur gelmedi.” Cenab-ı Allah, “İçinizde mücrim var” der. Hz. Musa (a.s.) kim olduğunu sorunca da, “Ben Settâr’ım. Kullarımın günahlarını örterim, fâş etmem. Hepiniz tevbe edin, böylece o zat da tevbe etmiş olur” buyurur. Bu bakımdan, benim yüzümden yağmur gelmeyebilir diye, ben çıkmadım. Arkadaşlar çıktılar, ilk gün yağmur gelmedi. Kendilerine, “İlk gün hemen gelseydi, bunu kendinizden ve duanızdan bilebilirdiniz. Üç gün duaya devam edin” dedim. Üçüncü gün yağdı. İslâm’ın her şeyi ne kadar güzeldir. Yağmur duası için sahraya çıkılır, kurban kesilir, fakirler doyurulur, tasaddukta bulunulur. Sünnet’te görmedim ama, âdet olarak, elbiseler ters giyilir ve Allah’a büyük bir tevazu ve kulluk duygusu içinde dua edilir.
Daha sonra, 18.45 civarında odasına çekildiler.
***
20.30’da akşam yemeği yendi. Yemek esnasında da hayli rahatsız görünüyorlardı. Yemekten sonra oturmadılar. 22.15 sularında yatsı namazı kılındı. Namazdan sonra, mutadları üzere salona çıktılar. Şekeri 40’a kadar düşmüş. Fazla oturmayıp, yine odasına çekildiler.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
5. GÜN
4.05’te sabah namazına durulmuş. Kameti duymadığımdan, 2. rekata yetişebildim. 4.25’te namaz bitti.
TÜRKİYE’DE VE JAPONYA’DA ORTA ÖĞRETİM
9.30 civarında kahvaltıya oturulmuş. Haberim olmadı. 15 dakika kadar geciktim ve kahvaltıyı mutfakta yaptım. Saat 10.00’da sohbete mülâkî olabildim. Bu esnada, sofradaki bir arkadaşa, “Japonlar acaba Türklerden daha mı zekî, yoksa dünyanın en zekî kavmi Türkler mi? Zenciler, kendilerinin bütün milletlerden zekî olduğunu iddia ederler gerçi” diye lâtifevarî bir soru yönelttiler. Arkadaş, “Japonların, 0-6 yaş grubu çocuklar arasında yaptıkları bir araştırmada Türk çocuklarının daha çok zekî olduğu ortaya çıkmış; fakat orta öğretim çağında eğitim bozukluğu sebebiyle bu zekânın köreldiği neticesine varmışlar” açıklamasında bulundu. Buna mukabeleleri şöyle oldu:
Orta öğretim, Japonlar’da bizden daha iyi değil. Burada ise daha geri. Bizim eğitim sistemimizde düzensizlik ve hafıza hamallığı var. Bizim bütün milletlerden daha önde olmamız lâzım. Fakat tarihimizde eğitim ve ilim hamlelerimizde kesilmeler olmuş. Halbuki, tarih boyu büyük medeniyetler kurmuş bir milletiz. Ruh ve dimağ yönünden çok gelişmiş olmamız lâzım. Yahudilerden geri olmamamız gerekiyor ama, şu anda Yahudiler daha önde görünüyor. Tarihleri, bu tarih boyunca maruz kaldıkları felâketler, yaşadıkları ülkelerde azınlıkta olmaları, dinlerini ırklarına hasretmeleri, sürekli kurtuluş ve hakimiyet peşinde koşmaları, onları zihnen daha çok geliştirmiş. Ülke olarak biz de bugün, pistte bir yer bulmalı ve nereden girmek gerekiyorsa ona oradan girmeliyiz. Yoksa, her şeyi yeni baştan alıp, bugünlere getirmek çok zor olabilir.
ENDÜLÜS’TEN RÖNESANS’A VE GELECEĞİN MEDENİYETİ
– Batı, malûm, Rönesans’ı Endülüs’ten, Sicilya’dan etkilenmelerle gerçekleştiriyor. Fakat, sonunda tamamen kendine ait ve bambaşka kriterler, değerler üzerinde bir medeniyet kuruyor. Bugün böyle bir şey mümkün mü? Bugünkü hâkim sistemin kültürü, o dönemde Endülüs’ün tesirinden çok daha ileride ve daha baskın. Buna zıt, apayrı çizgide bir medeniyet mi oluşacak, yoksa bir aşılama mı olacak?
Toplumların kültürleri, aldıklarını yoğurup şekillendirmede çok önemlidir. İhtiyaçları, karakterleri, inançları, hep kullandıkları malzemeyi şekillendirir ve kendilerine ait yapar. Batı’nın Doğu’dan aldığı malzemeyi kendine maletmesini garipsemem. Onlar, aldıkları her şeyi, faydalandıkları ilim adamlarının isimlerini değiştirmeğe varıncaya kadar kendilerine maletmişler ve “Biz, sizden bir şey almadık” diyorlar. Aldıklarını aldıkları gibi bırakmamışlar. Kendilerine göre yoğurup, şekillendirmişler ve kendilerine ait blokajlar üzerine bina etmişler.
Biz de, aynı şeyi yapabilir miyiz? Bu, çok zor değil. Önemli olan, kendi dinamiklerimizin çok sağlam olması; kendi aslî dokumuzun muhafaza edilmesi, kendi değerlerimizin korunmasıdır. Bunları başardığımız takdirde, buradan aldığımız şeyleri kendi millî blokajımız üzerinde şekillendirir, kendi kalıplarımıza ifrağ edebiliriz.
– Rönesans döneminde, Avrupa’da toprağa göre nüfus fazla, ihtiyaçlar çok idi. Yani, yeni bir medeniyetin oluşması için o günkü şartlar daha müsait bir manzara arz ediyordu. Bugün için ise, yeni bir medeniyet için şartlar bu derece elverişli mi? Farklı dünyalar arasında sanki bir yakınlaşma var gibi görünüyor.
Üçüncü dünya, tek milletten, tek ülkeden ibaret değil. Rönesans dönemindeki farklılığa benzer farklılıklar, sözü edilen ayrı dünyalar arasında yine var. Bugünkü medeniyetin sahibi olan dünya karşısında, bu medeniyetin bedevî sayacağı toplumlar var. Onların şartları, yeni bir medeniyetin teşekkülünü zorlayacaktır. Medeniyet tarihçilerinin tesbitine göre, insanlık tarihinde 30’a yakın medeniyet kurulmuş ve bunların 20’den fazlasını bedevî kavimler kurmuştur. Bugüne kadar gelen-geçen medeniyetler gibi şu andaki medeniyet de çökecektir. Fakat bu çökme birden olmaz. Şu anda, gelişmiş teknoloji ve iyi işleyen bir sistemin sağladığı rantabl bir yürüyüş var gibi. Ama bu durum, insanları sistem körü eder. Böyle bir durumda insanlar, fazla alternatifli düşünemez. Mevcud sistem üzerinde yürürler ve yenilenemezler. Bu faktörler, çöküşü getirir. Diğer dünya ise, bulunduğu durumdan kurtulma adına çok daha alternatifli düşünür; farklı sistemler üretebilir. Bu ise, yeni medeniyetlerin teşekkülü demektir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
GELECEĞİN MEDENİYETİ ADINA İLİMLERDE PATLAMA?
– İlimlerde şu anda yatay bir gelişme görülüyor. Batı’da Newton’la, daha sonra Einstein’la patlamalar olmuş. Hem ilimlere yeni bir menfez, hem de yeni bir medeniyetin teşekkülü açısından, yeni patlamalar beklenebilir mi?
Einstein, birden ortaya çıkmış bir insan değil. Newton’un olduğu gibi, onun da bir öncesi var. Ondan önce Eddington var, Max Planck var, daha başkaları var. Einstein’da, bizde de yerleşmesi gereken bir ilim aşkı, hakikat aşkı ve araştırma aşkı görülüyor. Bu üç aşkın bulunması, gelişme için çok önemlidir. Hakikat bizatihî bir değer kabûl edilip, aşkla, şevkle araştırılmalı. Einstein, kendisini buna vermiş. O, dışarıda hep eski-püskü elbiseler giyermiş. Almanya’da böyle dolaşırken, kendisine “Üstad, bu ne hâl böyle?” diye sorduklarında, “Olsun, beni Almanya’da herkes tanır” demiş. Amerika’ya geldiğinde de aynı kıyafeti taşıyormuş. Aynı soruyu Amerika’da sorduklarında da: “Canım sende! Amerika’da beni kim tanır?” cevabını vermiş. Herkes tanır ile kim tanır, aynı noktada birleşiyor.
Batı, Necip Fazıl’ın tabiriyle, kendi açısından eşya ve hadiseleri hallaç etmiş. Biz de aynısını yapmalı, değerlerimiz zâviyesinden, kendi fikrî, felsefî blokajımız üzerinde, bütün eşya ve hadiseleri hallaç etmeliyiz. Bir zaman çok önde ve ileri olmamıza rağmen, sonraki mağlûbiyetlerimiz sebebiyle hafife alındık; bir şey yapamayacağımıza inandırıldık. Herhangi ilmî veya teknolojik bir gelişme oldu mu, “Bu gâvur işi, bunu ancak gâvurlar yapar” dedik. Oysa ki, Türk öğrencilerinin olimpiyatlardaki başarısı bunun böyle olmadığını gösterdi. Bu duygunun, bu yanlış kabulün yıkılması lâzımdı. Şimdiki ihtiyaçlarımız bize muallimlik yapacak ve gün gelecek Amerika’dan, Japonya’dan, Almanya’dan öğreneceğimizi öğrenecek ve her şeyi kendi kültür kalıplarımıza ifrağ edeceğiz.
Şu anda, Türkiye’de her şey karmakarışık durumda, bir nizamsızlık var. Gerçi bir devletimiz var ama, süper güçler ölçüsünde değil. Öyle olsa da, onu bütün bütün devletsizliğe tercih ediyoruz; etmeliyiz de. Bazı ülkelerde her müsbet gelişmeyi bozan çarpık bir anlayış var. İlimler sahasında olduğu gibi, sosyal meselelerde de günü yakından takip edecek ve bu meseleleri yerli yerine oturtacak dimağlar bekleniyor. Bunun yanısıra, belli bir takvime ve belli bir programa da ihtiyaç var. Dileriz öndekiler, bunları düşünsünler.
***
Saat 11.00 sıralarında sohbet bitti. 12.30 civarında kaldığım odaya teşrifle, bir arkadaşın internet çalışmaları hakkında sorular sordular.
MÜ’MİNE KÜFÜR İSNADI
Saat 13.25 civarında öğle namazına duruldu ve 13.50 civarında da öğle yemeğine oturuldu. Yemek esnasında, yumuşak olmaktan, tahrik edici ve gıptaya sevk edici tutum ve davranışlardan kaçınmak gerektiğinden bahsettiler. Bazı dostlarda kıskançlık damarının fazla etkili olduğunu ve Müslüman olduklarını bildikleri insanlara küfür isnadından kaçınmadıklarını ifade ile, halbuki Efendimiz (s.a.s.)’in, “Bir mü’min bir başka mü’mine küfür isnadında bulunursa, bu iki mü’minden birinin kâfir olacağını” buyurduğunu hatırlattılar. Daha sonra, şunları ilâve ettiler:
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
GIYBET
Gıybet benim gözüme şeytan gibi görünüyor. Hakka hizmet ediyorum, irşadda bulunuyorum diye korkunç gıybet yapılıyor. Bir masada birinin gıybetini yapar ve icabında orada helâlleşebilirsiniz. Fakat medya diliyle yapılan gıybet her tarafa yayılıyor. Hattâ arşivlere de giriyor ve bir defa, bir defa daha neşredilebiliyor. Bu şekliyle de helâlleşmenin imkânsız hale geleceği buudlara ulaşıyor. Sonra, herkese her şeyi anlatamıyorsunuz. Anlatamazsınız da. Hele ahmağa söz anlatmak çok zordur. Mevlânâ, nereden almıştır bilemiyorum ama, Hz. İsa (a.s.) ile ilgili bir menkıbe anlatır. Geçende, bir arkadaş, “Yazdığınız bazı hususların kaynağını kaydedebilir misiniz? Bilhassa Batı’da her iktibasa kaynak soruluyor.” demişti. Ben, mahzen-ı esrâr faresi değilim ki, o şekilde çalışayım. Bildiğimi, hissettiğimi yazarım. Neyse, Mevlânâ da böyle, aldığı yeri belirtmeden kaydediyor: Hz. İsa dağa doğru kaçarmış. Biri, “Niye böyle kaçıyorsun? Sen, ölüleri diriltir, alacalıyı, abraşı iyi edersin” diye sormuş. Hz. İsa cevaben buyurmuş ki: “Evet ben, Allah’ın izniyle ölüleri diriltir, abraşı, alacalıyı iyi ederim. Fakat arkamda bir ahmak var, ondan kaçıyorum. İşte ona hiçbir şey yapamam!”
– Bazılarının idrak ve anlayış ufku çok sınırlı olabiliyor..?
İdrakin, ufkun sınırlı olması, günaha, gıybete mazeret teşkil etmez. İslâm’ın kesin kaideleri var.
MEVCUT SİSTEMİN DEVAMINDA KADERÎ BİR SIR?
– Dün, buradaki sistemin beşerî ve ferdî değerler üzerine oturduğu, dînî değerleri çok hesaba katmamasına rağmen, ayakta durduğundan bahsedilmişti. Bu ayakta durmada, her meseleye küllî bakan Kader’in gelecek adına bir fetvası da olabilir mi? Yani Kader, toprağa düşmüş bazı tohumların yeşermesi adına, bu ayakta durmaya fetva veriyor olabilir mi?
Allah, ister günümüz, isterse gelecek açısından olsun, dengelerin korunması için bazı milletleri ve bazı güçleri kullanır. Ortada mutlak güzellik yoksa, izafî iyilik ve güzellikler öne çıkar. İslâm tarihinin ilk dönemine bile baktığımızda aynı gerçeği görürüz. Efendimiz (s.a.s.) ve ardından, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer dönemlerinde, Hz. Osman’ın ise ilk döneminde mutlak güzellikler hâkimdir. Hz. Osman’ın ikinci döneminde karışıklıklar başlamış, Hz. Ali döneminde bu karışıklıklar zirveye ulaşmıştır. Hz. Osman’ın bu ikinci döneminde izafî güzellikler hâkimdir. Hz. Ali dönemi çok güzeldir, ancak bazılarının çıkardığı fitnelerle toplum her yanıyla sarsılmıştır. Emevîler’de 2.5 yıllık Ömer ibn Abdülaziz ve Abbasîler’de Mehdî dönemleri mutlak güzellikler adına yeni birer hâkimiyet dönemleri olarak görülebilir. Fakat bunların dışında kalan bütün dönemlerde, buna Selçuklu ve onun bağrında yetişmiş bulunan Osmanlı dönemleri de dahildir, yine izafî güzellikler hâkimdir. Amerika’da da şu anda bazı izafî güzellikler var. Her ne maksada matuf olursa olsun, inanca saygı var; ferd ve inanç planında dinin yaşanmasına müsaade var; ferdî haklar ve hürriyetlere hürmet var. Hür teşebbüs ve düşünceyi kabûl var. Sistem bunlar üzerine oturduğu gibi, devamı adına da bunlara muhtaç. Bu bakımdan, şu anda dünya dengesi için, dünyanın batmaması için Allah, bu sistemi koruyor olabilir. Bu, gelecekte başka tekevvünler olmaz demek değildir. Her zaman dünya muvazenesinde bir millet ve bir güç mutlaka bulunacak. Bu güç, şu anda siz olmadığınıza göre Amerika olmazsa, bir başkası olacak. Kader noktasında buna Amerika demek daha çok istihkak sahibi ki, milletler muvazenesinde o hâkim konumda bulunuyor. Bunu demek, Amerikancılık yapmak değildir; benim inancım bellidir. Dünya gelse, karşılığında dünya sultanlığı verilse, bundan zerrece taviz vermem. Fakat, realiteler var, Şeriat-ı tekviniyenin kaideleri var, Kader’in hükmü var. Bu bakımdan, körü körüne bir Amerika düşmanlığı yapmanın da hiçbir manâsı yok.
Osmanlı’nın çöküşü ile, Amerika’nın dünya sahnesine çıkışı aynı dönemlere rastlar. Almanlar, iki defa dünya hakimiyetine oynamış. İngilizler, 2. Dünya Savaşı’nda Almanya karşısında sığınaklar yapmak ve oralara sığınmak mecburiyeti duymuşlar. Japonlar, 20. asrın başında Ruslar’ı yenince, herkesi yenebilecekleri gibi bir hisse kapılmış ve 2. Dünya Savaşı’nda Pearl Arthur’da sâkin duran Amerika donanmasına saldırmışlar. Japonlar, daha sonra bunun tarihî bir hata olduğunu anlamış ve “Uyuyan aslanı uyardık” itirafında bulunmuşlardır. İşlenen bir takım şerleri ve zulümleri ön plana alırsanız, o zaman meseleye bu zâviyeden, “Allah, zâlimi zâlime musallat eder, sonra da döner, o zâlimden intikam alır” sözü çerçevesinde de yaklaşabilirsiniz.
Dünyada ABD’nin bırakacağı boşluğu dolduracak, mutlak güzellik ve adalet-i mahza adına devir-teslime hazır bir durum var mı? Ülke olarak, dünyada bizim yerimiz neresi? Bütün bunları nazara almadan, ne söylenecek sözün, ne yapılacak bir işin müsbet bir değeri olmaz.
Sebeplere riayet ve İlâhî İrade’ye muhalefetten kaçınma
Evet, Allah’ın Meşietine vabeste hususlarda sabırsızlık göstermemek lâzım. İrade, insanın en önemli yanı, onu insan yapan gerçek husûsiyetidir ama, onun için bazen de bir dezavantaj olur. İrademizi Allah’ın iradesine teslim etsek, O’nun kâinat için, hayat için koyduğu kuralları çok iyi bilip, onlara hakkıyla riayet etsek, karışıp karıştırmasak, her şey çok daha iyi yürür. Eko sistem, insan eli değmeden nasıl aslî dengesi içinde yürüyor ve insanın yersiz müdahaleleriyle bozuluyorsa, içtimaî sistem de aynen öyle yürür. Helâl yolda kullanıldığında tenâsül adına hayırlı bir fonksiyon yüklenen şehvet, suiistimal edildiğinde nasıl insanı insanlıktan çıkarıyor ve en büyük günahlara meşcerelik yapıyorsa, bunun gibi, irade de, yerinde kullanılmadığı, yanlış yerde kullanıldığı, İlâhî İrade’ye muhalefet ettiği zaman, insanın başına belâlar açar.
İrade ve sebepler, Allah’ın fiillerimizi yaratmasında, çok küçük ve çok ince de olsa, bir esastır. Bunu yerli yerine kullandığımızda, İlâhî İrade’ye, Allah’ın rızasına râm olduğumuzda, O bize farkında olmadığımız öyle kapılar açar ki, biraz tefahhus ve tecessüs içinde olur, hayatımızı duyarak yaşarsak, bunun farkına varırız. Çokları insanın ledünniyatıyla meşgul olmuş, onun iç dünyasını araştırmıştır. Fakat biri var ki, bu sahaya çok daha iyi girmiş, çok derinlere inmiş. İnsanın diğer duyularına ilâveten, keşfettiği sâika ve şâika adlı iki histen daha bahsetmektedir. Ortada hiç sebep yokken içinizden bir şey yapmaya şevk duyar, bir yola, bir yöne sevk edildiğinizi hissedersiniz. İşte bu, O’na teslimiyetinize O’nun bir ihsanıdır. Size öyle ihsanlarda bulunur, sizi öyle işlere sevk eder ki, yaptıklarınızı yapmaya dâhîler muvaffak olamaz. Fakat burada bir diğer önemli şart daha var ki, her yaptığınızı Allah’ın ahkâmına uygunluk içinde yapacak, en doğru bildiğiniz kararlarınızı ve uygulamalarınızı bile günde birkaç defa test edecek, bu konuda büyükler ne demiş, vicdanınız ne diyor, onları dinleyecek ve talebinizde ciddî olacaksınız. O zaman, “men talebe ve cedde, vecede – Talep edip, talebinin gereğini ciddiyetle yerine getiren, talep ettiğine ulaşır ” sırrınca, ummadığınız, düşünemediğiniz ufuk ve hedeflere sevk edildiğinizi görürsünüz.
***
Daha sonra, ihtimal gerekli bir ders adına, konuyu biraz değiştirerek, buyurdular:
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
DİNİ ÖNCE KENDİMİZE ANLATMA VE İSTİŞARE
Muhatabımız kimse değil, fakat herkes. Dini anlatırken, önce bizim yaşamamız gereken kaideler bütünü olarak kendimize anlatmalıyız. İsteyen de, alacağını alır. Her adımda O’nun elini görmemiz lâzım. Ne var ki biz, kendimizi asla suçlu görmeyiz. 50 defa çamura batsak, “çamura düştük” demeyiz de, “üzerimize çamur sıçradı” deriz. Ne işin var çamurun içinde?
Osman Yüksel anlatmıştı. Üstad Necip Fazıl, elinde çanta koşa koşa istasyona gidiyor. Fakat tam varırken, tren hareket ediyor. “Üstad” diyor Osman Yüksel, “Ne o, treni mi kaçırdın?” Üstad, kendi kabiliyetinin farkında biri. Yenilgiyi hazmedemez; “Ne kaçırması? Kovdum gitti!” diyor. Necip Fâzıl gibi, Sezai bey de kendinin, üstün yanlarının farkındadır. Ama, dâhî olmaktansa, orta zekâlı olup, meşverete, dayanışmaya önem vermek, bence çok daha mühimdir. Evet, başkalarının düşüncelerine müracaat edenler, dâhîlerden daha başarılı olurlar.
İnsan, kendisinin farkında olsa da, güneşe ayna olmaya bakmalıdır. Ay güneşe ayna olmasa idi, ışık verebilir miydi? Görmez misiniz Tahirî Mutlu’yu, Hasan Feyzi’yi, Hoca Sabri’yi, Hulûsî Efendi’yi? Bunlar ne engin ruhlardır! Ne derin mehâbettir o öyle! Öyle bir dünya-ukbâ muvazenesi kurmuşlar ve o kadar derin bir inanç, teslimiyet ve tevekkül içindedirler ki, onları Sahabîlerin izdüşümleri sanırsınız. Onların, günümüzdeki iz düşümleri. Allah’ı anlatma, daima birinci işleri olmuş. Bütün dünyanın karşılarında durduğu bir dönemde bile, ümitlerini hiç yitirmemişler; Allah’a güvenlerinde asla sarsıntı yaşamamışlar. Bence şimdi de ye’se gerek yok. Şer, şerliğini, şirret şirretliğini hep yapmış. Dolaştığı yerlerde meleklerin başına gül saçtığı insana nâdânlar kum atıyor, çakıl atıyor, yoluna diken döküyorlardı. Siz, insanların gönlüne talip olmuşsunuz. Gönüllere Allah’ın sevgisini aşılayacak, O’nu gönüllere duyuracak, hep bu yolda koşup duracaksınız. Dökülenler de olacak. İş büyük, gönüller sultanlığı. Önemli olan, yapılması gerekeni yapıp, neticeyi hiç düşünmemek, yarın ne olacak diye hiç hesap etmemek ve O’nun işine karışmamak…
Yine bir ders mâhiyetinde, “Bu kadar baş ağrıttığım yeter. Sabrınıza teşekkür ederim” diyerek kalktılar.
ZAMANIN HAREKETİ
Saat 18.15 civarında ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra bir çay içimi oturdular. Bu arada, duvarda asılı bulunan ve dünyanın hareketlerine göre gece, gündüzün hareketlerini gösteren tabloya bakarak, şunları söylediler:
Bir süre sonra burada geceye girilirken, Türkiye gündüze giriyor olacak. Işık bölgesi, devamlı değişiyor. Işıklı alanları gösteren açı bazen tersine dönüyor. Bu, içtimai hayatta da böyledir. Bugün bir taraf aydınlık, yarın başka bir taraf.” Daha sonra da, “Gece ve gündüzü iki âyet kıldık. Gecenin ayetini silip gündüzün ayetini ise aydınlık kıldık ki, Rabbinizin fazlından talep edesiniz ve yılların adediyle hesabı bilesiniz diye. Her şeyi, böyle gerektiği şekilde açıkladık” (17:12) âyetini okudular.
***
Saat 20.30’da akşam namazına duruldu ve 20.50’de yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, bir-kaç soru-cevap şeklinde sohbet oldu:
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
MÜSLÜMANLIĞIN JAPONYA’DA ŞANSI
–Japonya’yı nasıl buluyorsunuz? Müslümanlığın Japonya’da şansını nasıl görüyorsunuz?
Japonya, tıpkı karınca toplumu gibi bir iş ve çalışma toplumu. İş, eğlenme, evle meşguliyet, kamp hayatı, seyahat.. evet, işte bunca meşguliyet içinde bir yol bulup İslâm’ı anlatmak zor olsa gerek. Zira, müslüman olmak da bazı mükellefiyetler getiriyor. Buna göre müslüman Japonlar, hayat standardında az bir değişiklik yapabilir; mesela günde 5 vakit namaz var ve bu bir zaman ister. Ancak İslâm’ı, onun ruhundaki kolaylık ve yaşanabilirliği öne çıkararak sunabilirsek ve yine İslâm’ın iş ahlâkını, ilim ahlâkını iyi anlatabilir ve iyi temsil edebilirsek, belli ölçüde de olsa bir muvaffakiyet elde edilebilir.
Ne var ki, bütün mesele dönüp-dolaşıp gelip temsile ve örnek müslüman olmaya dayanacaktır. Müsamahası, iç enginliği, insanlara bakışı, davranışları ve samimiyetiyle iyi örnek bir müslüman olmaya...
Bu arada, bir arkadaş Fasıldan Fasıla kitabının 2. cildini getirdi; Hocaefendi de, oradan daha önce sorulmuş aynı soruya verdikleri cevabı okudular.
HÂDİSELERDEKİ İLÂHÎ HİKMETLER
– Uhud savaşı münasebetiyle gelen, “O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz.” diye başlayan âyette, önemli tarihî hâdiselerin, iman edenleri ortaya çıkarmak, Allah’ın şehidler veya şâhidler edinmesi ve müminleri temizleyip, kâfirleri mahvetmek” şeklinde üç hikmet beyan buyuruluyor. Bütün hâdiselerde bu üç hikmeti mi aramak lazım?
Daha başka hikmetler de olabilir.. bu tür hâdiseler âdeta birer arınma kurnasıdırlar ve mü’minler onlarla temizlenirler; temizlenirler ve temiz, kirliden; samimî mü’min de münafıktan ayrılır.
Allah, herkese inancının, samimiyetinin derecesini ve müslümanlığının keyfiyetini gösterir. Allah’ın imtihanları, bize ne olduğumuzu bildirmek içindir; bilme-bildirme, meçhul bir şeyi ortaya çıkarmak için olur; Allah için meçhul hiçbir şey yoktur. O bakımdan, bu âyette olduğu gibi, Kur’an’da “Allah bilmek diliyor” şeklinde geçen ifadeleri, “Allah, size bildirmek istiyor, göstermek istiyor” şeklinde anlamak daha uygun olur zannediyorum.
Bu âyetlerin arkasında, küçük bir serzeniş de var; “Allah, içinizden cihad edenleri ve gerçek sabır sahiplerini ortaya çıkarmadıkça Cennet’e girivereceğinizi mi sanmıştınız?” Sonraki iki âyette de yine böyle bir serzenişten söz edilebilir. “Önceden, onunla karşılaşmadan ölümü temenni ediyordunuz; şimdi o karşınızda fakat sadece bakıyorsunuz. Muhammed (sallâllahu aleyhi ve-sellem) bir rasuldür. Ondan önce de rasuller geldi, geçti. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz?” Seçilen kelimeler, düşündürücüdür. Bunlardan biri de, topuklar üzerinde gerisin geriye dönme kelimesidir.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ŞEHİD VE HAKK’A ŞAHİDLİK
–Kur’an-ı Kerim’in değişik âyetlerinde şehidlerden bahsedilir. Burada söz konusu âyetteki şehadet, bu cinsten bir şehadet midir? Yoksa onu şehidler şeklinde mi anlamak lazım?
Âhiret’te Efendimiz (sallâllahu aleyhi vesellem) bütün ümmetler için şahidlik yapacak. Bir hadis-i şerifte de buyurulduğu gibi, Âhiret’te Hz. Nuh aleyhisselâm gerekli tebliği yaptığına Ümmet-i Muhammed’i şahid gösterecek. “Onların kitabında, gerekli tebliği yaptığım yazılı” diyecek. Evet, Ümmet-i Muhammed, bu yönüyle bütün ümmetler üzerinde şahiddir. Ayrıca, şahidlik başka gerçekler için de yapılır. Hakk’a şahidlik bunlardan biridir. Allah’ın birliğine bizzat Allah, melekler ve ilim sahipleri şahidlik eder. Doğrunun şahidleri, adaleti yerine getiren şahidler... bütün bunlar, Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen şahidliklerdir. Şehîd de, uğrunda canını, malını feda ettiği ve kanını akıttığı davanın hakkaniyetine şahiddir. Bu bakımdan, onunki de bir çeşit şehadettir. Hz. Hamza ve emsalinin şehadetlerini düşününüz...
Fazlurrahman gibi bazıları, Kur’an’ın tarihselliğinen bahsediyorlar. Bunu, onların anladığından farklı anlamak da mümkün. Yani, Kur’an âyetlerini anlama, âyetin indiği şartları, konjonktürü iyi bilmekle olur ki, bu, zor da olsa önemlidir. Şayet konjonktür bilinmezse, âyetleri gerektiği şekilde anlamak zorlaşır.
28 ŞUBAT VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ
–28 Şubat, ülkenin daha iyi bir noktaya gelmesi adına Türkiye’de bazı süreçleri geciktirdi mi?
Geciktirmedi; aksine hızlandırdı. Hattâ 28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı. Ben, Türkiye’nin de dünyanın da geleceği hakkında çok ümitliyim. Ancak, hepimize biraz daha fedakârlık düşmektedir. Her şeyden evvel, muamelelerimizin müslümanca olması çok önemlidir. Bir insan, çok iyi namaz kılabilir; siz de, ibadetlerine bakarak onun hakkında iyi bir kanaate sahip olabilirsiniz. Ancak o kimse, muamelelerinde aynı derecede dikkat etmiyor ve çarşıda-pazarda muameleleri de müslümanca değilse, o insan, inandırıcı değildir. Zira din, bir bakıma, temelde helâl-haram gibi muamelelerden ibarettir.
***
Saat 22.00 civarında sohbetten kalkıldı. Bu arada kısa bir süre internetten gazeteleri takip ettiler. 22.30 civarında yatsı namazına duruldu. Namazdan sonra, mutadları üzere salona çıktılar. Son tashihlerini yaptıkları Kırık Mızrap’ın 2. cildinde yer alacak şiirlerinden bazılarını okudular. Yıllarca önce, “Üstad da yazdıklarını talebelerine göndermiş. Kendi yazdıklarını okumak veya dinlemek onlarda nasıl bir tesir meydana getirir?” diye sormuştum. Cevap olarak “müferrah olurlar.” buyurmuştu.
ŞİİR ÜZERİNE
Şiirlerden sonra, şiir üzerine kısa bir sohbet oldu. Fazla sembolizmin ve benzeri tavırların fantezi olduğunu, bazılarının müphemiyette derinlik aradığını, aslında, ifadenin açık, anlaşılır olması gerektiğini, fakat, gelecekte söz, belâğat her zamankinden daha önemli ve tesirli olacağı için her manâya kendine göre ve onu güzel gösterecek bir elbise giydirmek gerektiğini ilave ettiler. Daha sonra da şunları eklediler:
Âkif, çok samimîdir; bir dert ve ızdırap insanıdır. Şiiri çok rahattır; aruzu kullanmada, denebilir ki, üstüne insan yoktur. Şiirini anlamadaki zorluk, kullandığı bazı kelime ve terkiplerden dolayıdır. Hepimiz onu okur, sever, ezberler; sonra gerektiği yerde de okuruz. Necip Fazıl ise, manâda çok derindir; lafızperestlik yapma gereği duymamıştır. Kullandığı kelimeler hiç kulak tırmalamaz. Ritim ve âhenk fevkalâde yerindedir. Yahya Kemal’de de fazla süs olmamasına rağmen, Necip Fazıl, onun şiirleri için “plastize” tabiri kullanırdı.
24.15’de odalarına çekildiler.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
6. GÜN
Saat 4.05’de sabah namazına duruldu ve namazdan 4.30’da kalkıldı.
9.15 civarında kahvaltıya oturuldu. Kahvaltıda sohbet olmadı. Kendileri rahatsızdı. Rahatsızlığını artıran veya doğrudan sebep olan bir takım hadiseler de mevcut olabilir.
13.30 civarında öğle namazı kılındıktan sonra, 14.00’e doğru yemeğe oturuldu. Öğle yemeğinde de sohbet olmadı ve yemekten sonra kalkıldı.
20.30’da durulan akşam namazından sonra 20.50 civarında yemeğe oturuldu. Yemekten sonra, İslâm dünyasının genel manzarasından bahisle, şöyle buyurdular:
HİKMET VE SEBEPLER DAİRESİNDE HAREKET BİÇİMİ
Biz üçüncü sınıf dünya ülkelerinin, geleceğe ait ciddi bir hesabımız, bir stratejimiz yok. Biz, muhtemellerin mahkûmuyuz. Çeçenistan’da ne oldu; o ülke bu savaşa nasıl sürüklendi, kimler sürükledi bilemiyoruz. Şahsen, Maşadov’un böyle bir savaşın çıkmasını arzu ettiğini hiç sanmıyorum. O, dengeli birisi. Ancak olanlar doğru değil. Zira, kuvvetin yaratılmasında da bir hikmet vardır. Biz, dünyada sebepler dairesinde yaşıyoruz. Bu, hikmet ve sebepler dairesinde gerekli tedbirler alınmadan ve sebeplere riayet edilmeden, Allah’ın fevkalâdeden yardımlarına ve harikulâdelere göre strateji vaz’edilemez. Mucizeye ve gelecek İlahi yardıma göre plan, program yapılmaz. Allah, peygamberlerine bile sebeplere göre hareket etmeyi tavsiye eder. Hiçbir müslüman hakkında konuşmayız, konuşulması da doğru değildir. Ancak, gerekli dersleri çıkarma ve bir muhasebede bulunma manâsında bazı şeyler söyleyebiliriz. Merhum Şeyh Şamil hareketi de kuvvet dengesi olmayan bir hareketti. Bunun gibi, Sudan’daki Mehdi hareketi de, sebeplere yeterince riayet edemediğinden mağlûbiyetle sonuçlanmıştı. Evet, İngilizlerin modern silahlarına karşı kılıçla muvaffak olmak mümkün değildi.
Sohbetten sonra, 22.30 civarında yatsı namazı kılındı. Namazı müteakip yine salona çıktılar. Fakat, rahatsızlıklarından dolayı fazla oturamadılar ve odasına çekildiler.
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
7. GÜN
Sabah namazı gittikçe bir-kaç dakika erkene kayıyor. Saat 4.00-4.25 arasında namazı edadan sonra, her zamanki gibi bina, yeniden zahirî planda ve büyük ölçüde sessizliğe gömüldü. Saat 9.30 civarında yapılan kahvaltıdan sonra da, kayda değer bir sohbet olmadı.
***
Saat 11.30 sırasında bir odada oturmuşlar, haberim olmadı. Daha sonra, kendisine hediye olarak gelen gömlek, kazak, fanila, pantolon türü giyecekleri burada kalan birkaç arkadaşa hediye ettiler. Öğleden önce az dışarı çıkıp, bir miktar dolaştım. Öğle namazını müteakip, 14.10 civarında yemeğe oturuldu. Yemekten sonra M. Akif’in Safahat’ından bazı yerleri okudular. Daha sonra, İslâm tarihinde ulemanın şiirle iştigal etmediğinden bahisle, şunları söylediler:
ULEMÂ, ŞİİR VE OSMANLI DÖNEMİNİN FIKHÎ ESERLERİ
İmam Şafiî’, “şiir ulemaya yakışsaydı, Lebid’den daha büyük şairdim” der. Osmanlılarda Bakî ulemadan olup, ömür boyu şeyhülislamlık beklemiştir. Ulema, şiirle iştigali hafif bulmuş ve okuyup, öğrendikleri her şeyi yüksek İslâm telakkisine uygun olarak kullanmıştır. Osmanlı uleması, tasavvufa karşı da kısmen soğuktur. Osmanlılarda bir eksiklik aranacaksa, bunlar gibi şeyler olduğu söylenebilir.
Osmanlılar döneminde yazılmış fıkhî eserler, daha çok ilmihal tarzındadır. Bu cümleden olarak, İbrahim Halebî’nin Mültekâ’sı meşhurdur ve üzerine çok şerh yazılmıştır. Fatih devri ulemasından Molla Hüsrev’in Gurer ve Dürer’i Mültekâ kadar tutulmamıştır. Mültekâ üzerine yazılmış şerhlerden birisi, “Damat Şerhi” diye bilinen Mecmau’l-Enhür’dür.
(Daha önce, bu eserin yazarı hakkında Fasıldan Fasıla’da geçen mühim bir kıssayı okudular:)
Asıl adı Muhammed ibn Süleyman olan bu zat, talebelik yıllarında bir gün gece yarılarına kadar ders çalıştığı esnada bir aralık kapısı çalınır. Gelen bir kızdır. Yolunu kaybettiğini ve yanan başka bir ışık görmediği için, onun kapısını çaldığını beyan eder. Genç talebe, kızı içeri alır. Sabaha kadar dersine çalışmaya da devam eder; ancak bu arada kızın dikkatini çeken bir şey de yapmaktadır: Arada bir parmağını önünde yanan mumun alevine tutmakta ve çekmektedir. Sabah olur, kız evine gider. Bu ev, bir vezir sarayıdır. Kızın anne-babası, geceyi nerede geçirdiğini, başına bir şey gelip gelmediğini sorarlar. Kız, olup biteni anlatır ve bunun üzerine genç talebeyi saraya davet edip, o gece parmağını arada bir neden yanan mumun alevine tutup çektiğini sorarlar. Gencin cevabı ders yüklüdür: “Bir yandan çalışırken, bir yandan da nefsim beni iğvaya yeltendiğinde, parmağımı aleve tutarak, kendisine Cehennem azabını hatırlatıyor ve onu frenliyordum.” Gençten çok hoşlanan vezir, kızını bu gençle evlendirir ve neticede kazanan iffet olur. İşte, Damat Efendi diye meşhur olan bu genç, daha sonra Mültekâ’ya, Damat Şerhi diye tanınan Mecmau’l-Enhür adlı şerhi yazacaktır.
Osmanlı devrinde İmam Birgivî Hazretlerinin de ayrı bir yeri vardır. Zamanının zâhitlerindendir ve Tarîkat-ı Muhammediyye adlı eserine İmam Hâdimî tarafından Berîka adlı bir şerh yazılmıştır.
Osmanlı medreselerinde Arapça, bir ilim dili olarak bütün gramer incelikleriyle çok iyi okutulurdu; fakat aynı derecede pratiği yoktu. Arapça’yı bu şekilde, harflerin özelliklerine varıncaya kadar öğrenmenin bilhassa tefsir açısından önemi inkâr edilemez.
***
Bu arada, seyrek de olsa gelen ziyaretçilerden, Amerika’da bulunan ve fizik üzerine çalışma yapan bir kişi, esir üzerinde bir araştırma yaptığını ve neticede, ileri sürüldüğü gibi, Einstein’ın esirin varlığını reddetmeyip, bilakis Kuantum fiziği açısından onun varlığının zaruriyetinden bahsettiğini söyledi. Bu konuda bazı bilgiler de verdi. Bunun üzerine Hocaefendi, sahası olmamakla birlikte, uzun yıllar önce kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabı hatırlattılar ve Asrın Getirdiği Tereddütler’de yer alan bu cevabın son kısmında, esirin varlığı ile, bir hadis-i şerifte geçen, kâinatın şimdiki halini almaya başlamadan önce altında da üstünde de hava bulunmayan “amâ” kavramı çerçevesinde düşünülebileceğini ifade eden bölümü okudular. Fizikçi müsafir, şu anda bilim çevrelerinde yaratılışla alâkalı olarak “halka” teorisinden bahsedildiğini, bunun da, Muhyiddin ibn Arabî hazretlerinin, sudan önce var olduğunu söylediği halkaya çok benzediğini ilâve etti. Sohbet bu noktada, Cenab-ı Allah’ın İlim ve Vücud sıfatlarına ve vahdet-i vücuda kayınca, Hocaefendi şu açıklamada bulundular:
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
VAHDET-İ VÜCUD, ALLAH’IN ZÂTI VE SIFATLARI
Muhyiddin Arabî’ye ve aynı düşüncede olanlara göre varlığın esası vücuddur. Bunlar, Vücudu, diğer Zatî sıfatlar gibi bir sıfat olmaktan çok, Zât’ın kendisi gibi telakki etmektedirler. Böyle olunca da vücud öne çıkmaktadır. Kendileri istiğrak insanları olduklarından, her şeyi Cenab-ı Allah’ta fânî ve Cenab-ı Allah’ı da gerçek var olarak görmüşlerdir. Yazdıklarını da, istiğrak halindeki müşahedelerine dayamışlardır. Onların fikirlerinin hareket sahası âlem-i misal ve melekûttur. O âlemin hususiyetleri bu âlemden çok farklıdır. Daha önce, bu konulardan anlayan birisi, “neden istiğrak halinde yazdıklarını bu âleme dönünce tashih gereği duymamışlar?” diye sormuştu. Ben de: “Bilemeyiz; belki de onlar için bu âlem gerçek âlem değil, bir görüntüler âlemi ve bir gölgedir. Asıl âlemi, içinde cevelan ettikleri âlem olarak biliyorlarsa, yazdıklarını niye tashih etme gereği duysunlar ki?!” demiştim.
Muhyiddin Arabî ve emsalinin vahdet-i vücudunu bir müşahede, bir istiğrak hâli algılaması olarak düşünmezsek, felsefî vahdet-i vücudculuğa gireriz. Bundan da panteizm ve monizm doğar. Vahdet-i vücud ile panteizm veya monizm arasında tam bir zıtlık vardır. Vahdet-i vücud, Allah hesabına kâinatı inkâr eder. Panteizm ve monizm ise vahdet-i mevcud eksenlidirler; kâinat hesabına Allah’ı inkâr ederler.
İmam Rabbânî Hazretleri, varlığın aslının vücud değil ilim olduğunu söyler. Bu konuda Üstad’ın ne düşündüğünü arkadaşlara sormuştum. Herhalde Üstad’ın yazdıklarına bu zâviyeden bakmadıkları için cevap verememişlerdi. Üstad da, İmam Rabbânî gibi düşünür. İlmî vücudlardan bahseder ve bu ilmî vücudların yaratılmasını, ilim üzerinde İrade ve Kudret’in tecellisi, bu tecelliyi de içinde her şey bir ölçü dahilinde, ama görünmez bir şekilde bulunan bir kâğıda bir ecza sürülüp, kağıttaki görünmezin görünür hale gelmesi misali ile izah eder.
Ehl-i Sünnet, vücudu Zâtî sıfatlardan biri kabul etmiş ve Zât’ın Kendisi olarak görmemiştir. Bu nokta, çok hassas bir noktadır ve üzerinde ceffelkalem konuşulmayacak kadar da nazik bir konudur. Bu sebeple, Vücud, İlim gibi Zatî sıfatlara, “Zatın ne ayrıdır ne de gayrıdır” şeklinde açıklama getirmeye çalışmışlardır. Tabiî bu tür açıklamalar, aslında herhangi bir tehlikeye düşmeden riske girmeme gayesi de taşımaktadır ki, Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve-sellem) bu husustaki, “Allah’ın Zâtı üzerinde değil, eserleri üzerinde düşünün” buyurmasının esprisi de bunda yatmaktadır.
***
Öyle-ikindi arasında, bitirmiş oldukları Kırık Mızrap adlı şiir kitabının 2. cildinin, basıma esas olacak nüshasını getirdiler. Yaptıkları tashihlerde herhangi bir yazım hatası olup olmadığına bir-kaç arkadaşın bakmasını arzu buyurdular. İkindiden sonra iki-üç kişi, onunla meşgul olundu.
15.45 civarında sohbetten kalkıldı. İkindi namazından sonra sohbet olmadı. Akşam yemeğinden sonra kısa süren sohbet, mü’minin güvenilir olması gerektiği üzerinde başladı. Bu noktada, kendilerine şöyle bir soru soruldu:
KASETLİ İFTİRA HADİSESİ VE ABD’DE KALMA
– Malûmunuz, Hz. Yusuf aleyhisselâm zindandan çıkmadan önce, kendisine yapılan iftiranın gerçek mahiyetinin anlaşılması ve güvenilirliğinin tescili için, meselenin kadınlara sorulmasını arzu buyuruyorlar. Geçen yıl zat-ı âlilerinize yapılan iftira –gerçi, Hz. Yusuf’a yapılan iftira gibi değildi ve mü’min için leke olacak hiçbir yanı yoktu– ile bunun arasında bir paralellik kurulup, burada kalmanızda, güvenilirliğinizin tescil edilmesini beklemek gibi bir gaye de olabilir mi?
O, bir ifk hâdisesiydi. Fakat, yazılıp söylenenlere, ileri sürülen iddialara halk inanmadı. O sırada bizzat iftira sahiplerin yaptıkları anketlerde, halkın % 80-85’inin topyekün yapılan o kampanyaya itibar etmediği ortaya çıktı. Belki sadece, yeni tanıştığımız, diyalog deyip, münasebete geçtiğimiz bazı insanlarda ve bir kısım entelektüel çevrelerde muvakkat bir sarsıntı yaşandı. “Şunun-bunun parası hortumlanıyor” diyemediler. Herhangi bir zaaftan bahsedemediler. Hattâ, medyaya da yansıdı; bazı raporlarda, “karakter zaafı olmayan bir insan” itirafında bulundular. Türkiye’yi özlemediğimi söyleyemem. Benim ikamet ettiğim ve bazı hatıralarımın olduğu yere destan yazmış insanım. Arkadaşlar bazen hediye getiriyorlar. Hepsini dağıtıyorum; bazen giymeden, bazen de az giydikten sonra dağıtıyorum. Ancak, gelirken giydiğim kazağımı ve pantolonumu, Türkiye’nin kokusu gitmesin diye yıkamadım bile. Onları öyle tutuyorum. Ben buraya, kendi irademle ve isteyerek gelmedim. Sağlığımı düşünen bir dostun, benden habersiz aldığı bir randevu üzerine geldim. Kalmam mukaddermiş, ben de kadere teslim oldum. Önemli olan, samimiyettir, Allah’la irtibatın korunmasıdır. Eğer çektiğim bu hicran ve hasretler, bilerek ya da bilmeyerek yaptığım bazı hatalardan arındırma fonksiyonu görürse, o da benim için bir nimet.