Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İSTİKÂMET
Doğruluk demek olan istikâmet; ehl-i hakîkatça, itikatta, amelde, yemede, içmede, hâlde, sözde ve bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır ki, (Fussîlet, 41/30) âyeti de, işte bu, Allah’ın rubûbiyetini itiraf ve birliğini tasdik edip, iman, amel ve muâmelelerinde peygamberlerin yürüdüğü şehrahta yürüyenleri, ötelerde saf saf meleklerin karşılayıp, korku ve tasanın kol gezdiği o ürpertici vasatta onları müjdelerle coşturacaklarını haber veriyor.
İstikâmet, tabiat mertebesinde mükellefiyetleri edâya, benlik mertebesinde hakîkat-ı şeriata, ruh mertebesinde marifete, sır mertebesinde de ruh-i şeriata riâyetle yaşanır ve temsil edilir. Bu mertebeleri bihakkın görüp gözetmenin ne kadar güç olduğunu anlatması bakımından, en büyük ruh ve mâ’nâ insanının: “Hûd suresi ve benzerleri iflahımı kesip beni yaşlandırdı” sözü ki†- “ Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 11/112) âyetine işâret buyuruyorlardı- ne mânidardır!
Zâten O’nun, duygu, düşünce ve davranışları da hep istikâmet edâlı değil miydi.? Ve huzur-u ruhefzâlarına kurtuluş ve ebedî saadete eriş beklentileriyle sığınan bir sahâbiye: “ -Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” diyerek, iki cümlelik “cevâmiu’l-kelim” ile, bütün itikâdî ve amelî esasları ihtiva eden istikâmeti hatırlatmıyor muydu?
Hâlinde istikâmet olmayan hak yolcusunun; bütün sa’y u gayreti boşa gideceği gibi heder ettiği zamanından ötürü de her zaman sorgulanması söz konusu olabilir. Yolun başında, neticeye ulaşmak için istikâmet şart ve bir yol azığıdır; sulûkün nihâyetinde ise, Hakkı bilmenin bedeli ve Hakk marifetine ermenin şükrüdür ve bir vâcibtir. İşin başında zikzakların yaşanmaması, yol esnâsında ferdin kendini murâkabesi, nihâyette de yabancı düşünce ve davranışlara bütün bütün kapanması istikâmetin önemli alâmetlerindendir..
"-İstikâmet erlerinden birini bilirim ki, hidâyet köyünün başını tutmuş durur. Bu hüviyet nurlarına canını ısmarlamış ve tabiat kirlerinden pâk olarak ölmüştür” diyen hak dostu ne hoş söyler!
Kul, istikâmetin tâlibi olmalı, keşf u kerâmetin değil; zîrâ istikâmeti isteyen Allah, harikulâdelere dilbeste olan da kuldur. Gönül kaptırdıklarımız mı, yoksa Allah’ın istedikleri mi..?
Bâyezid-i Bistâmî’ye: “Falan kimse suda yürüyor, havada uçuyor” dediklerinde, Hazret: “Balıklar, kurbağalar da suda yüzüyor.. sinekler, kuşlar da havada uçuyor.. görseniz ki bir adam seccadesini suya sermiş yüzüyor veya havada bağdaş kurmuş oturuyor; zinhar iltifat etmeyiniz! Onun hâl ve hareketlerindeki istikâmete ve onların da sünnete uygunluğuna bakınız!” buyurur. Ve bize, hârikalar atmosferinde pervâz etmeyi değil, istikâmeti ve kulluk zemîninde yüzü yerde olmayı salıklar..
İstikâmet, Hakk’a kurbet yolunda üç basamaklı bir merdivenin son basamağıdır. İlk menzil “takvim” dir ki; Hakk yolcusu, bu mertebede İslâm’ın nazarî ve amelî kısımlarında temrinat yapa yapa onu tabiatının bir parçası hâline getirerek bir ölçüde nefsini aşmaya muvaffak olur. İkinci menzil “ikâmet” ve “sükûn” dur ki; sâlik âlem-i emre âit mesâvî -ki riyâ, süm’a, ucub gibi kullukla te’lifi imkânsız yaramaz şeylerdir- bunlardan uzaklaşarak, kalbini şirke ve şirk şâibelerine karşı korumaya alır. Üçüncü menzil, “istikâmet” dir ki, bu makam seyyâha sır kapılarının aralandığı makamdır ve ilâhî vâridâtın kerâmet ve ikram ünvânıyla indiği kutub noktadır. Bu ma’nâdaki istikâmet ehl-i hak arasında bilinegeldiği şekliyle çok defa âdiyattan sıyrılarak, “Yedullah” kuşağında “Kadem-i Sıdk” üzere yaşamaktır ve ilâhî eltâfın sağnak sağnak olduğu bir hârikalar iklimidir. Bu iklimde çiçekler hiç solmaz.. burada yamaçlar kar-kış bilmez.. ve burada hep baharlar tüllenir durur ki “ ” (Cin, 72/16) beyânı da bu temâdi ve ölümsüzlüğü ifade etmektedir. Zîra, âyette ò”Ó‚ÓÍÚÊÓ«å yerine ò«Ó”Ú‚ÓÍÚÊÓ«å buyurulması bu gerçeğe parmak bastığı gibi, òÂÓ«¡Î†/ӜӂΫå nın bol su ma’nâsına gelmesi ve ò«ğ”Ú Ó‚Ó«ÂÔË«å daki ò”å in de talebi tazammun etmesi, burada şu husûsu hatırlatmaktadır: Siz tevhid üzere taleb-i ikâmet, Allah ve Resûlüyle aranızdaki ahitlere riayet ve ilâhî hudutları da koruyup-kolladığınız sürece suyu kesilmez bu çeşme hep akacaktır.
Efendimiz de, bu husûsa temas buyururken: “Kulun kalbi müstakim olmadıkça îmânı müstakim olamaz, lisânı dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz” ferman ederler. Bir başka beyanlarında ise: “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisâna karşı: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork; zîra sen müstakim olursan biz de müstakîm oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz’ derler” diye önemli bir mevzûu ihtarda bulunur.
Son olarak bir can alıcı hatırlatmayı da Es’ad Muhlis Paşa’dan dinleyelim:
“İstikâmette gerektir reviş-i sıdk u sebat
Kademin merkeze koy devrede perkârın ucu.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TEVEKKÜL, TESLİM, TEFVİZ ve SİKA
Allah’a güven ve itimad ile başlayıp, kalben beşerî güç ve kuvvetten teberri kuşağında sürdürülen ve neticede herşeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen itimad-ı tâmmeye ulaşma ile sona eren âlem-i emre ait ahvâl veya rûhanî seyrin mebdeine “tevekkül”, iki adım ötesine “teslim”, bir tur ilerisine “tefviz” ve müntehasına da “sika” denir.
Tevekkül; kalbin Allah’a tam itimad ve güveni, hattâ başka güç kaynakları mülâhazasından rahatsızlık duyması ma’nâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve itimad olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalb kapıları ağyara açık kaldığı sürece de hakiki tevekküle ulaşılamaz.
Tevekkül; sebepler dairesinde arızasız esbaba riayet edip, sonra da Kudreti Sonsuz’un üzerimizdeki tasarrufunu intizardır ki, iki adım ötesi, çok Hakk dostu tarafından “gassalin elindeki meyyit” sözüyle ifadelendirilen teslim mertebesidir. Birkaç kadem ötede de herşeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine herşeyi O’ndan bekleme makamı sayılan tefviz gelir. Tevekkül, bir başlangıç, teslim onun neticesi, tefviz de semeresidir. Bu itibarla da, tefviz hem daha geniş hem de müntehilerin haline daha uygundur. Zira onda, insanın, kendi havl ve kuvvetinden teberri etmenin, -ki teslim mertebesidir- ötesinde ".." ufkuna ulaşıp, o kenz-i mahfiyi her an içinde duyması ve kendi güç, kuvvet ve servetine bedel, olan cennet hazinelerinden istimdadı ve onlara istinadı söz konusudur. Diğer bir ma’nâ da bu, vicdanın kendi özündeki nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın ihtarıyla, aczini, fakrını duyup, hisettikten sonra “Tut beni elimden tut ki, edemem sensiz!” diyerek o biricik güç, irade ve meşiet kaynağına yönelmesidir.
Tevekkül; dünyevî olsun, uhrevî olsun, ferdin kendi maslahatlarına Rabbini vekil kabul etmesi ise; tefviz, bu vekaletin arkasındaki asaleti vicdânî bir şuurla itirafın adıdır.
Tevekkül; Cenâb-ı Hakk ve O’nun nezdindekilere bel bağlayıp itimad etme ve O’ndan başkasına kalbin kapılarını bütün bütün kapamak demektir ki; buna, bedenin ubûdiyete, kalbin de rubûbiyete kilitlenmesi de diyebiliriz. Bu mülâhazayı merhum Şihab:
“ -Her işinde sadece ve sadece Allah’a tevekkül ol -ki O’na tevekkül eden asla kaybetmez- Allah’a güven ve O’na itimad içinde bulun ve senin hakkındaki hüküm ve kazasına da sabret; zira O’ndan beklediğin şeyleri, ancak, yine O’nun ihsanı olarak elde edebilirsin” sözleriyle ifade eder. Zannediyorum, Hz. Ömer Efendimiz de, Ebu Musa el-Eş’arî’ye yazdıkları bir mektuplarında: “Eğer kazaya rıza gösterebilirsen, o bütünüyle hayırdır. Buna gücün yetmezse, dişini sık, sabret” söyleriyle bu hususu hatırlatmak istemişlerdi...
Bir başka zaviyeden tevekkül; hemen herkes için Hakk’a itimad ve güvenmenin adı; teslim, kalbî ve ruhî hayata uyanmışların hali; tefviz ise, esbab ve tedbire takılmamanın ünvanı ki, haslar üstü haslara mahsus bir hal veya makamdır. Tefviz semasında seyahat eden Hakk yolcusu, zâhiren tedbir ve sebeplerle meşgul olsa da, bu iştigal sırf esbab dairesinde bulunmanın gereği ve onun memuriyetinden dolayıdır. Öyle yapmayıp da onları doğrudan doğruya nazara alsa semaların üveyki iken arzın sürüm sürüm sürünen haşereleri haline gelir. Menkıbe kitaplarında bu mülâhazayla alâkalı şu hadiseyi zikrederler: Bir Hakk dostu, sebepler ağında tedbir kıskacında yol aldığı esnada hâtiften şu sesi duyar:
“-Vazgeç tedbir kuruntularından; zira tedbirde helâk vardır. İşleri bize havale eyle, çünkü biz sana senden daha evlayız.” Sebepler dağdağasından sıyrılıp, vasıtalara gönlünde yer vermeme ma’nâsına gelen “tedbiri terk eylemek” halkın içinde Hakk’la münasebetlerini sımsıkı tutabilen koçyiğitlere mahsus bir derinliktir.
Sebeplere tevessül ile beraber onlara te’sir-i hakiki vermeme, derecesine göre hem bir tevekkül -herkes için- hem bir teslimiyet -eşyanın perde arkasına uyananlar için-, hem de bir tefviz ve sikadır -huzur erleri için-.. Allah Rasûlü sallallahü aleyhi ve sellem irade ve cehd u gayreti, tefviz u tevekkül ile iç içe ne hoş ifade buyururlar: -Eğer Cenâb-ı Hakk’a layıkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizi, sabah yuvasından aç ayrılıp, akşam tok olarak dönen kuşların beslendiği gibi rızıklandırırdı.” Bu peygamberâne sözden herkes seviyesine göre birşeyler anlar:
1- Avam, bundan Hz. Mevlana’nın hadis iktibaslı:
“ -Evet, tevekkül her ne kadar rehber ise de, sebeplere riayet de Peygamber sünnetidir. Hz. Peygamber (huzuruna girip de: “Devemi bağlayayım mı, yoksa tevekkül mü edeyim?” diyen bedeviye) yüksek sesle, “Devenin dizine ipini vur, öyle tevekkül eyle!” beyanı çizgisinde herkese açık Allah’a itimad ma’nâsına anlar ki: “ ËÓŸÓ‰ÓȆ«§ğ†·Ó‰ÚÍÓ ÓËÓ„ÒÓ‰ğ†«‰ÚÂÔ ÓËÓ„ğÒ‰ÔËÊÓ -Tevekkül edecekler başkasına değil, sadece ve sadece Allah’a güvenip dayansınlar” (İbrahim, 14/12) ayeti buna işaret eder.
2- Hayatını kalp ve ruhun yamaçlarında sürdürenler ise bundan, kendi havl ve kuvvetlerinden teberri ile Allah’ın havl ve kuvvetine teslim olup, gassalin elinde meyyit haline gelmeyi anlarlar ki: “ -Gerçek mü’minler iseniz Allah’a itimad-ı tâmme içinde bulunun!” (Mâide, 5/23) fermanı bunu ihtar eder.
3- Fenâfillah ve bekâbillah zirvelerinde dolaşanlara gelince, bunlar Hz. İbrahim gibi ateşe atılırken bile deyip, “Cenâb-ı Hakk’ın benim halimi bilmesi, benim birşey istememe ihtiyaç bırakmamıştır” (Zümer, 39/38) tefvizi veya İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, düşman gölgelerinin mağaranın içine düştüğü ve herkese ürperti veren tehditlerinin Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılandığı esnada bile, fevkalâde bir güven ve emniyet içinde: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir!” (Tevbe, 9/40) sözleriyle ifade edilen sikayı anlarlar ki: “ -Kim Allah’a tefviz-i umûr ederse O, ona kâfidir” (Talâk, 65/3) beyanı da bu gerçeği hatırlatır.
Tefviz en yüksek mertebe, sika en âlî makamdır. Bu mertebeyi tutan ve bu makamın hakkını veren, sadece aklıyla, mantığıyla, inançlarıyla değil, bütün zâhir ve bâtın duygularıyla Hakk’ın emir ve iş’arlarında erir ve O’na bir mir’ât-ı mücella olur. Mertebeler üstü bu mertebenin kendine göre bir kısım emareleri de vardır:
1- Tedbiri takdir içinde görüp sükûnet bulmak,
2- İradesini gerçek iradenin gölgesi bilip asla yönelmek,
3- Kahrı, lütfu aynı görüp bütün benliğiyle kazaya rıza göstermek bunlardan bazılarıdır.
Bu ma’nâda tefvizi, Minhac sahibi şöyle resmeder:
“-Ben her işimi Sevgiliye bıraktım; artık o ister beni ihya eder, isterse itlaf.” Bir güzel söz de Enderûnî Vâsıf’-tan:
“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”
Tefvizle alâkalı sözlerin en güzellerinden birini de:
“Hakk şerleri hayreyler,
Sanma ki gayreyler,
Arif anı seyreyler
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler
Sen Hakk’a tevekkül kıl,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve razı ol
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”
matlaıyla başlayan tefviznamesinde İbrahim Hakkı söyler.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HULUK
Huy, tabiat, seciye de diyebileceğimiz huluk; yaratılışın en önemli gayesi, cebrî halkînin gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikatı üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, bütünüyle iyi işler kolaylaşır.
Evet halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibariyle birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrak edilen sûret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı ma’nâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrak olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir ma’nâdır.
Dış yüzü itibariyle bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karekterleri bir gün onları mutlaka ele verir. Cahiliye şairinin şu ârifâne sözü ne mânidardır:
“-Herhangi bir kimsenin gizli bir huyu varsa, varsın o huyunun gizli kalacağını zannededursun, o er-geç ortaya çıkar ve bilinir.”
Bir başka ifadeyle, şekil ve şemâilin aldattığı yerlerde, huy bütün yanılmaları tashih eder ve insanın özündeki gizliliklere tercüman olur. Gerçi, “huluk” dediğimizde akla hemen güzel ahlâk gelmekle beraber, meleke ve rüsûh esasına binaen ve hem hayrın hem de şerrin îtiyâd haline getirilebileceğine nazaran, “ahlâk-ı hasene” ve “ahlâk-ı seyyie” diye, diğer bir taksimden söz edenler olsa da , bizim burada “huluk” sözcüğüyle ifade etmek istediğimiz güzel ahlâktır.
Tasavvufun en sağlam kriteri huluk “iyi huy”dur. Hulukta birkaç kadem önde bulunan tasavvufta da ileride sayılır. Fevkalâde haller, baş döndüren makamlar ve beşer üstü tasarruflar iyi huy zemininin gülü, çiçeği, meyvesi olması itibariyle makbul sayılsa da ahlâk-ı haseneye iktiran etmedikleri zaman hiçbir kıymet ifade etmezler.. ve üzerinde durmaya da değmez.!
Zaten, Hz. Sahib-i Şeriat da; “hangi mü’min îmânı itibariyle daha faziletlidir?” sorusuna: “ -Huyu en güzel olandır” demiyor mu?
Niye olmasın ki, bir kere Allah, en mümtaz kulunu, tesliye, te’min ve senâ makamında, O’nun üzerinde onca nimet ve lütufları varken “ -Herhalde sen, ahlakın -Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibariyle- ihâtası imkansız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin” (Kalem, 68/4) diyerek O’nun bu yüce ahlâkı ve rûhî mezâyâsıyla, yani hilkatinin gayesi, hedefi ve gerçek ma’nâsı sayılan hulukuyla nazara veriyor. İlk insanla başlayıp Işık Çağı’na kadar tekemmül edegelen ve O’nunla noktalanan Kur’ân buudlu hulukuyla..
Esasen, huluk dediğimiz gerçeğin, dinin derinlemesine yaşanması ve Kur’ân’ın arızasız temsil edilmesi ma’nasına geldiğini, Said b. Hişam’ın, Hz. Âişe Validemiz’den, Efendimiz’in ahlâkına dair sorduğu suale, Hz. Âişe’nin: “Kur’ân okumuyor musunuz?”; “okuyoruz” deyince de: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” şeklindeki sözleri de te’yid etmektedir.
Ayrıca, bu mevzuda şeref-nüzûl olan âyette, âyeti teşkil eden kelimelerle bu ahlakın ilâhî, Kur’ân orijinli ve idrak üstü olduğunu hasseten hatırlatmakta ve onun tecelli ve zuhûrunu, muhatab-ı mükerreme mahsus görmenin ötesinde, “huluk” kelimesindeki tefhim tenviniyle, O’nun Kur’ân derinlikli ve lahut enginlikli hulukunun hiçbir ahlâk sistemiyle kabil-i kıyas olmadığına ve bu yüce ahlâkın nâkabil-i idrak bulunduğuna bilhassa işaret etmektedir ki, bu da O’nun gelmiş-geçmiş bütün insanlar arasında eşi-menendi olmayan bir güzeller güzeli huy peygamberi olduğunu gösterir.
Evet O, maddesimâ’nâsı, zarfı-mazrufu, halkı ve huluku itibariyle bütün salihata açık, hayrın her çeşidini elde etmeye namzed ve büyüklüğün her türlüsüne mazhar olabilecek fıtrat, seciye ve melekelerle serfiraz kılınmış; sonra da bu ilk mevhibeleri en iyi şekilde değerlendirerek “a’lâ-i İlliyyîn-i kemalât”a yürümüş; sadece yürümekle de kalmamış; bilasale kendisinde tecelli eden bütün lütufları, bütün akdes ve mukaddes feyizleri: “ -Şânım hakkı için Rasulullah’ta size örneğin en güzeli vardır...” (Ahzâb, 33/21) gerçeğiyle uyanmış o saflardan saf muasırı temiz ruhların elinden tutup, onları da tebaiyetlerine terettüp eden şahikalar üstü şâhikalara çıkarmıştır.
Dilinde:
1- “Îmânı en kamil mü’minler ahlâken de en güzel olanlardır.”
2- “İnsan ibadet u taatla katedemediği mesafeleri ahlâk-ı hasene ile alır.”
3- “Teraziye ilk konulacak şey güzel ahlâktır” gibi pırlanta sözler.. ve elinde insan-ı kâmil olmanın sırlı formülü, arkasına düşenleri hep meleklerin dolaştığı vadilerde dolaştırmıştır.
Hüsn-ü hulukun alametini, kavlî-fiilî kimseye eziyette bulunmama.. kendine eziyet edenleri görmeme, görse de unutma.. ve fenalıklara iyilikle mukabelede bulunma.. cümleleriyle hülasa etmişlerdir ki “ ËÓ«ğÊÒÓ„Ó†‰ÓŸÓ‰È¢†ŒÔ‰Ô‚̆ŸÓÿğÍ ÂÌ ” hakikatıyla serfiraz olan Zat, buna en canlı ve çarpıcı misaldir. O, ne karşısına dikilip “adil ol!” diyene, ne arkasından cübbesini çekip eziyet edene, ne başına toz-toprak saçıp yüzüne hakaret savurana ne de muallâ zevcesine iftira edene gönül koymuştur. Gönül koymak şöyle dursun, hastalandıklarında gidip onları ziyaret etmiş, öldüklerinde cenazelerini teşyide bulunmuştur. Bulunmuştur; zira ahlâk-ı hasene O’nun tabiatının rengi, varlığının da bir buuduydu.
Nice güzel huylu, yumuşak ve hümanist görünenler vardır ki, onların hayatlarında ahlâk-ı hasene ve mülâyemet plastize bir yalan ve hemen kırılacak bir kristal gibidir. Küçük bir öfke, az bir şiddet, hafif bir damara dokundurma, onların gerçek yüzlerini ve hakiki düşüncelerini ortaya çıkarmaya yeter.
Güzel ahlâkla donanmış bir sine, ihtimal cehenneme konsa bile tavrını değiştirmez.. orada da hilm u silm çizgisinde yaşar; zebanilerle hasbihal eder, başına gelenleri geniş bir yürekle karşılar.
Güzel ahlâka açık bir gönül, geniş bir mekâna benzer ki, dünya kadar gâile dolsa da , o yine öfkesini, şiddetini gömebilecek bir yer bulabilir. Huyu kötü, sinesi de dar kimselere gelince, bunlar kargadan bile aptal öyle Kabil’lerdir ki, koskocaman arzda bile, kötü duygularını, hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.
Biz, “Ahlak iledir kemâl-i âdem
Ahlak iledir nizâm-ı âlem”
deyip şimdilik bu faslı da kapatalım...
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TEVÂZU
Tevâzu; yüzü yerde olma ve alçakgönüllülük ma’nâlarına gelir ki, tekebbürün zıddıdır. Onu; insanın Hakk karşısında gerçek yerinin şuurunda olup, ona göre davranması ve halk arasındaki durumunu da bu anlayış zâviyesinden değerlendirip, kendini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul etmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. İster öyle-ister böyle, insan tevâzu ruh ve düşüncesiyle kendini kapının alt eşiği, meskenin sergisi, yolların kaldırım taşı, ırmakların çakılı, başakların samanı kabul etmiş.. ve Alvar İmamı edasıyla: “Herkes yahşi men yaman, herkes buğday men saman” diyebilmişse, o baş, göklerde en yüce kametlerin dahi bûsegâhı demektir. Zaten, Hz. Sadık u Masdûk’a isnad edilen bir hoş sözde de: “ -Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır” demiyor mu? Demek ki, büyük görünmekle büyük olma ve küçük görünmekle küçük olma ma’kûsen mütenasip şeyler...
Bazıları tevâzuu, kendinde zâtî hiçbir kıymet görmeme; bazıları, insanları, insana yakışır saygıyla karşılayıp onlarla muamelesinde mahviyet içinde bulunma; bazıları İlâhî inayetle fevkalâde bir muameleye tâbi tutulmazsa, kendini halkın en şerlisi görme; bazıları da benlik hesabına içinde beliren büyük-küçük her çeşit dahilî kıpırdanışa karşı hemen harekete geçip onu olduğu yerde boğma cehdi ve gayreti şeklinde tarif etmişlerdir ki, herbirinin kendine göre hem bir mahmili, hem de tarz-ı telâkkisi vardır. Ancak, sonuncusu daha çok mukarrabîn ve muhlasîni alâkadar etmektedir.
Halifeler halifesi Hz. Ömer’i (ra) omuzunda kırba, su taşırken gören bir sahabi sorar: “Bu ne hal ey Allah Rasulü’nün halifesi!” Mukarrebliğin mukimi Ömer: “Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti, içimde şöyle böyle birşeyler hissettim -hâşâ ki o, bizim anladığımız ma’nâda bir bulanıklık hissetsin- o hissi kırmak istedim” der. Onun sırtında un taşıması, minberde kendini levmetmesi, levmedenlere ses çıkarmaması hep bu kabil hazm-ı nefisle alâkalı hususlardan olduğu gibi; valiliği döneminde Ebû Hureyre’nin, şuna-buna sırtında odun taşıması; Zeyd b. Sâbit’in kadı olduğu bir dönemde İbn Abbas’ın elini öpmesi; buna mukâbil Tercümânü’l-Kur’ân’ın da onun atının üzengisini tutması; Hz. Hasan’ın, ekmek kırıklarıyla oynayan çocuklarla oturup, onların yediğinden yemesi ve Hz. Ebu Zerr’in başını Bilâl-i Habeşî’nin ayağının altına koyması hep birer mahviyet ve tevâzu örneğidir.
Allah, Kelâm-ı Kadîm’inde, Rasûlullah da sünnet-i mutahharasında tevâzu etrafında o kadar tahşidat yaparlar ki, onları duyup-işitenin, gerçek kulluğun tevâzu ve mahviyet olduğunda şüphesi kalmaz. Kur’ân’ın: “ -Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde alçakgönüllü olmanın örneğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler.. cahiller kendilerine sataşınca da “selâm” der geçerler” beyanı onlardan sımsıcak bir ses; “ -Onlar mü’minlere karşı şefkatli ve mahviyet içindedirler”(Fetih, 48/29) beyanı da onların gönüllerinden kopup gelen ve davranışlarına akseden yumuşak bir nefestir. Hele: “ -Onlar, birbirlerine karşı şefkat ve merhamet timsalidirler.. her zaman onları rükûda iki büklüm ve secdede kıvrım kıvrım bulursun!” (Fetih, 48/29) fermanı ise onlara tasavvurları aşan bir iltifatın ünvanı olmuştur.
İnsanlığın İftihar Tablosu, bu mevzûyla alâkalı şu incileri saçar gönül gözlerimizin önüne:
1- Allah bana, tevâzu ve mahviyet içinde bulunmanızı.. ve kimsenin kimseye karşı fahirlenmemesini emretti.
2- Size ateşin kendine ilişmeyeceği insanı haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve rahat insanlara dokunmaz.
3- Allah için yüzü yerde olanı, Allah yükseltir ha yükseltir; aslında o kendini küçük görmektedir ama, halkın gözünde asıl büyük odur.
4- Allahım, beni benim gözümde küçük göster! ve daha niceleri... Zaten O, hayatını hep bu çizgide geçirmemiş miydi:
a- Çocuklara uğrar, onlara selâm verir;
b- Herhangi biri elinden tutup bir yere götürmek isteyince, tereddüt etmeden kalkıp gider;
c- Ev işlerinde hanımlarına yardım eder;
ç- Herkes bir iş görürken, O da iştirak ederek, onlarla beraber olmaya çalışır;
d- Ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir;
e- Sofraya hizmetçisiyle beraber oturur;
f- Meclisini her zaman fakirlere açık tutar;
g- Dul ve yetimleri görür-gözetir;
h- Hastaları ziyaret eder, cenazelerde hazır bulunur ve kölelerin davetine icabet ederdi..
Allah Rasûlü’nden Hz. Ömer’e, ondan Ömer b. Abdülaziz’e, ondan da dünya kadar evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrabîn ve çağın devâsâ gönül erlerine kadar, binler-yüzbinler hep aynı çizgide: “Büyüklerde büyüklük alâmeti tevâzu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emaresi de kibir ve enaniyettir” demiş, ilk mevhibelerini yitirmemiş olanlara insan-ı kâmil olma yolunu göstermiş ve hep tevâzuu yeğlemişlerdir.
Gerçek tevâzu; Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce, bu tesbiti benliğine mal etmesidir. Bu anlayış tabiatına işlemiş ve bu işleyişle ikinci fıtrata ulaşmış olgun insanlar, halkla münasebetlerinde mütevâzî, mahviyet içinde ve olabildiğince de dengelidirler. Zira, Allah’a karşı yer ve konumunu belirlemiş olanlar, dînî hayatlarında da, halkla münasebetlerinde de, husûsî murakabelerinde de hep muvazene içindedirler.
1- Dine karşı tevâzu ve mahviyet içindedirler; onun ne menkûlüyle ne de ma’kûlüyle hiçbir çelişkileri yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânât-ı neyyiresi, sünnet-i sahiha ve hasene ile sabit olan her hususa karşı teslimiyet ve iz’ân içinde bulunurlar. Rasûlullah tarafından tebliğ edilen, bilhassa temsil edildiği bilinen hiçbir mes’eleye, akla, kıyasa, zevke, siyasete -aslında, dinin ruhunda müstakim akla, sahih kıyasa, selim zevke, şer’i siyasete aykırı hiçbir mevzû yoktur- muhalif görseler bile karşı çıkmazlar.
Bu itibarla, “akıl-nakil çatıştığında, aklı nakle tercih ederiz” sözü tevâzudan nasipsiz bencillerin lakırdısı olduğu gibi, “re’y ve kıyas nasların önünde gelir” düşüncesi bir inhiraf ve sünnet yolunun dışındaki zevkler, keşifler, kerametler de birer istidracdır.
2- Ve yine onlar, tebliğle tanıyıp, temsil ile en küçük farklı alternatiflere bile geçit verilmemesi lâzım geldiğine inanarak, Hz. Şâri’in beyanının dışında herşeye karşı kapanır; zevk ve idraklerine açılan farklı mülâhazaları da:
“-Nice sağlam ve kusursuz sözleri ayıplayanlar vardır ki, kabahat onların sakat idraklerindedir” sözüyle karşılar ve kendi yetersizlikleriyle yorumlarlar.
3- Yine onlar, Kitap ve sünnete muhalif yollarla kurtuluşa erilemeyeceğinin idraki içindedirler.. ve en büyük güç kaynaklarını da Allah’a kullukta ararlar. Zaten, Allah’a kul olanın başkasına kulluk yapması mümkün olmadığı gibi, başkalarına kulluk zilletinden kurtulamayanın da O’na sağlam bir kul olması düşünülemez. Hz. Bediüzzaman bir yerde meâlen ne hoş söyler: “Allah’tan başka hiçbir şeyi O’na kulluk yapacak derecede kendinden yüksek görme!. ve kendini herhangi bir kimseden büyük görecek şekilde de kibre girme!. Zira mahlukat ma’bûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, yaratılmış olmaları itibariyle de birdirler.”
4- Onlar, sa’ylerinin semeresini kendilerinden bilmez ve Allah’ın bir imtihan olarak onlara verdiği kıdemi.. ve kimbilir, hangi mülâhazayla ortaya koydukları sa’y u gayreti başkalarına üstünlük vesilesi saymazlar.. halkın hüsn-ü zan ve teveccühlerine bel bağlamaz ve bedel arayışına girmezler.. sevilip sayılmalarını bir iptilâ kabûl ederek, Allah’ın kendilerine olan lütuflarını etraflarına karşı minnet ve eza vesilesi görüp, Hakk’ın ihsanlarını halka karşı sebeb-i istibdat yapmazlar.
Hâsılı, tevâzu hulûkullah sarayının cümle kapısı olduğu gibi, Hakk’a ve halka yakın olmanın da en birinci vesilesidir. Gül toprakta biter.. insan semâlarda değil, yerde yaratılmıştır. Mü’min, secde ünvanıyla başı ile ayakları aynı noktada birleşince Allah’a en yakın olur.. Hz. Muhammed Mustafa (sav)’e yapılan gökler davetiyesinin başında, tevâzu ve mahviyetinin remzi olarak òŸÓ»ÚœÔÁÔå (İsrâ, 17/1) kelime-i mübeccelesi yazılmıştır.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
FÜTÜVVET
Gençlik ve yiğitlik sözcükleriyle karşılamağa çalıştığımız fütüvvet, örfî ma’nâsı itibariyle, kerem, sehâ, iffet, emanet, vefa, şefkat, ilim, tevâzu ve takvâ gibi gerçekleri özünde toplayan bir ma’nâlar ve dinamikler halitası, Hakk yolcusunun uğradığı makamlardan bir makam, fakr u fenâdan bir renk, velayetten de bir sestir.
Tamamen başkalarına iyilik yapma anlayışına düğümlenip, her türlü eza ve cefa düşüncesine kapanma da diyeceğimiz fütüvveti, bir yerde hüsn-ü hulukun derin bir buudu ve mürüvvetin ayrı bir televvünü saymak da mümkündür.
Delikanlı ma’nâsına gelen “fetâ”dan türetilmiş “fütüvvet”, erbabınca her türlü fenalığa baş kaldırmanın remzi ve ihlaslı ubudiyetin de ünvanı olmuştur. “ -Gerçekten onlar Rabbilerine inanmış yiğitlerdir; biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalplerini irtibatlandırarak metanetleştirdik.. metanetleştirdik de o zaman baş kaldırıp: “Bizim Rabbimiz bütün semâvat ve arzın da Rabbidir, dediler. Biz asla O’ndan başkasına ilâh diyemeyiz. Dersek, o zaman hadden efzun bir yalan söylemiş oluruz” (Kehf, 18/13-14) âyeti bunun beliğ bir tercümanı ve gürül gürül bir beyanıdır. “ -Putları diline dolayan, İbrahim dedikleri bir yiğit işittik” (Enbiyâ, 21/60) fermanı ise, himmeti insanlık, tek başına bir millet sayılan ve ferdiyet üstü bir şahsiyete sahip bulunan gerçek bir fütüvvet erinin tanınıp bilindiği bir daire içindeki ağırlık ve tesirini ifade etmektedir. “ -Onunla beraber iki genç de zindana girmişti” (Yusuf, 12/36) veya “ -Yusuf gençlere: Onların erzak bedellerini yüklerinin içine koyun dedi” (Yusuf, 12/60) gibi yerlerde ise, yiğitlik söz konusu değil, düz bir delikanlılıktan, hatta ayarı düşük bir gençlikten, daha doğrusu emir kulu hizmetçilerden bahsedilmektedir.
Işık Çağı’ndan bu yana birçok kimse fütüvvete dair dünya kadar söz söylemiştir: Kimilerine göre o, fakiri hor görmeme, ganinin ağına düşmeme.. kimilerine göre herkese karşı insaflı olup ama kimseden insaf beklememe.. kimilerine göre ömür boyu nefsinin amansız düşmanı olarak yaşama.. kimilerine göre bu dünyaya ve öteki âleme daha adımını atar atmaz “Ümmetî! Ümmetî!” iniltileriyle yakarışa geçip kendini unutma ölçüsünde arkasında gidenleri düşünme.. kimilerine göre, Ma’bûd-u bilhakk’a yönelmeye mâni bütün putları kırıp, her çeşit bâtıla karşı kıyam etme.. kimilerine göre de, nefsi adına her türlü kötülüğü sineye çekip Allah’a ait hakların söz konusu olduğu yerde de arslanlar gibi kükreme.. kimilerine göre en küçük şahsî kusurları karşısında ömür boyu inleyip durmasına karşılık başkalarının en büyük günahlarını görmemezlikten gelme; hatta başkalarına velayet mertebelerinde yer ararken kendisine sıradan kulluğu bile fazla bulma.. kendinden uzaklaşana yaklaşma yolları arama; eziyet edene ikramda bulunma.. hizmette ön sıralarda, ücret almada gerilerin gerisinde kalabilme gibi vasıflardan ibarettir.
Bu arada, bütün bu vasıfları dört ana esasa ircâ edenler de olmuştur ki, o da Hz. Haydar-ı Kerrar’ın beyanı vechiyle: - Güçlü olduğu yerde affetmek, 2- Hiddet u şiddet anında hilm u silmle muamelede bulunmak, 3- Düşmanları hakkında bile hayırhahlıktan geri kalmamak, 4- İhtiyaç içinde kıvrandığı durumlarda bile “îsâr” ruhuyla hareket edip başkalarını düşünmek şeklinde hülasa edilebilir. Aslında, Hz. İmam’ın hayatı da âdetâ bu esaslarla örülmüş bir dantela gibidir. İbn Mülcem hakkındaki muamelesinden, muharebede yere yıktığı düşmanını affetmesine, sahabeden kendisiyle harbetmiş bir hasmının öldürülmesi karşısında duyduğu teessürden, ömrünü îsâr esaslarına göre yaşadığından dolayı bir kış günü yazlık elbise içinde tir tir titremesine kadar O, her haliyle fütüvvetin temsilcisi kahraman bir fetâ idi ve “ -Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi de kılıç bulunmaz” sözünün tam mâsadakıydı.. O, tertemiz olarak dünyaya gelmiş, nezahet içinde ve yiğitçe yaşamış, dünyanın kirlerine bulaşmadan da Allah’a ulaşmıştı ki, bu haliyle Hz. Musa’nın, fütüvvetle alâkalı sorusuna Cenab-ı Hakk’tan aldığı cevaba tıpatıp uyuyordu. Evet Cenab-ı Hakk, Hz. Kelim’in fütüvvetle alâkalı sualine: “Nefsini benden tertemiz aldığın gibi, yine bana tertemiz iâde etmendir” şeklinde cevap vermişti. Tevhîd ve İslâm düşüncesini kabule müheyyâ olarak yaratılan ruhun; bütün letâifiyle gerçek tevhide yönelmesi nefsânî ve bedenî hazları aşarak kalbin enginliklerine açılması ve memuriyetinin gereği esbaba tevessülün dışında herşeye karşı kapanması, Hakk mülahazasını sarsacak her türlü duygu ve düşünceye daha baştan tavır alması fütüvvetin en bariz emareleri ve insan-ı kâmil olmanın da merdivenleridir. Başta bu aksiyonu göstermeyen, nefis, heva, şeytan, dünyaya meyl ü muhabbet ve nefsânî hazlardan da sıyrılmayan fütüvvet zirvesine ulaşamaz.
Fütüvvet yolu Kafdağı’ndan geçen define,
Bu defineden düz yolda yorulanlara ne!
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
SIDK
Doğru düşünce, doğru söz, doğru davranış ma’nâ-larını ihtiva eden sıdk; Hakk yolcusunun her çeşit yalana karşı kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması, sadâkatin emin bir temsilcisi olması; diğer bir tabirle, duygu, düşünce, söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, şahsî hayatından insanlarla olan muamelesine, hakkı i’lan adına şehâdetinden mizahlarına kadar; hattâ “ -Her zaman doğrularla beraber olun!”(Tevbe, 9/119) fehvâsınca, dost ve arkadaş çevresi itibariyle hep doğruluk aramasıdır ki; hadisin ifadesiyle böyleleri yüce divanda “sıddîk”, aksine tasavvur ve düşüncelerinden davranış ve muamelelerine kadar yalanlarla içli-dışlı yaşayan ve hayatını hilâf-ı vâkiler çizgisinde sürdürenler de o ulu divanda “kezzâb” olarak kaydedilir.
Sıdk, Hakk’a ulaştıran yolların en sağlamı, sâdıklar da bu vuslatın talihli namzetleridir. Sıdk, amelin rûhu ve özü, düşünce istikametinin de en yanıltmaz mihengidir. Sıdkla mü’min münafıkdan, ehl-i cennet de ashâb-ı nâr-dan ayrılır. Sıdk, peygamber olmayanlarda bir peygamberlik sıfatıdır ve bu sıfat sayesinde halâyık ve kapı kulları, sultanlarla aynı nimetleri paylaşırlar. Allah bu dîn-i mübî-nin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu İlâhî mesaja ilk defa “evet” deyip koşanı sıdkıyla tavsif ederek “-Sıdk mesajıyla gelen ve O’nu gönülden tasdik eden...”(Zümer, 39/33) diyerek tebcil buyurmuştur.
Sıdk; ferdin, amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında ve yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile, gizli-açık iç ve dış ayrılığına düşmemesi, düşünce ve davranış mutâbakatını yakalayabilmek için halden hale girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki; Hz. Cüneyd: “Sâdık kimse günde kırk defa halden hale döner durur; mürâî ise, kırk sene ızdırapsız olduğu yerde kalır” der.
Sıdkın en aşağı mertebesi, şahsın iç-dış, gizli-açık her halinin aynı çizgide cereyan etmesidir. Bundan sonra duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde sâdık olma derecesi gelir. Bu itibarla sâdıklar, söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahramanlar; sıddîklar da, hayal, tasavvur, duygu, düşünce hattâ mimiklerine kadar her hal ve tavırları doğruluğa kilitlenmiş Hakk eri babayiğitlerdir.
Sözde, davranışta, azimde, azme vefâda, amelde ve muamelede bütün meleke ve kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirme kâmil bir sadâkat ve aynı zamanda bir peygamberlik vasfıdır ki, Kur’ân-ı Kerim: “ -O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki O sıddîk bir nebiydi” (Meryem, 19/41) diyerek, mutlak zikrin masruf olduğu işte bu zirveyi ihtar etmiştir. Sıdk, Enbiyâ-i İzâmın en önde gelen vasfı, her devirde îmâna ve Kur’ân’a hizmet mesleğinin en güçlü dinamiği olduğu gibi, öteki âlem itibariyle de her mü’min için en sağlam bir kredi kartı ve en geçerli bir itibar senedidir. Allah: “ -Doğru olanlara doğruluklarının fayda verdiği gün bugündür” buyurarak bu önemli hakikate dikkatlerimizi çeker.(Maide, 5/119)
Enbiyâ, asfiyâ ve mukarrabîni zirveler zirvesine ulaştıran ve onlara mânevî terakkilerinde berk ve burak olan sıdk, şeytan ve onun avanesini aşağıların aşağısına sürükleyen de yalandır. Düşünceler ancak sıdkın kanatlarıyla pervaz eder ve değerler ufkuna ulaşabilir.. davranışlar ancak sadâkat zemininde neşv ü nemâ bulur.. yalvarış ve yakarışlar ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktiran etmiş gibi, rahmet arşına ulaşır ve hüsn-ü kabûl görür.. evet sıdk, âdetâ İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Beyazid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara: “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asgar (küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim” der ve ilâve eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak birşey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadâkatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”
Evet, Hz. Adem’in alnında tevbe nûrunu parlatan sıdktır.. dünyanın tûfana gömüldüğü bir dönemde, tufan peygamberine sefîne-i necât olan sıdktır. Alev alev ateşler içinde Hz. Halil’i berd u selâma ulaştıran sıdktır.. evet o, âdiyât içinde emekleyip duran kimseleri hârikulâdeliklere yükselten bir peyk ve varlığın perde arkası kapılarını açan sırlı bir anahtardır. O peykle seyahat eden takılıp yollarda kalmaz, o anahtarı kullananın da yüzüne kapılar kapanmaz. Bu engin mülâhaza, aşıklar sultanı Hz. Mevlânâ tarafından ne hoş terennüm edilir..
“ -Âşığın sıdkı cansızlara da tesir eder; insanın kalbine müessir olması neden tuhaf sayılsın? Hz. Musa’nın sıdkı; dağa, asâya, hattâ o muhteşem deryâya bile tesir etmişti. (Hz. Musa’nın, Tur dağındaki tecelli esnasında asâsının yılan olduğu,(Tâ-Hâ, 20/17-20) Benî İsrâil’i Nil’den geçirirken onu deryâya çalınca, oniki yolun açıldığına işaret ediyor ki,(Şuara, 26/63) bunların hepsi Kur’ân âyetleriyle sabittir). Hz. Ahmed’in sıdkı ise Ay’ın cemâline, hattâ o parlak Güneş’e tesir etmişti.”
Kur’ân, değişik âyetleriyle, gerçek mü’min olmayı, insanın söz ve davranışlarından iç âlemine kadar her hal ve tavrını sıdka göre dizayn etmesine ve sadâkat etrafında örgülemesine bağlamıştır. Ayrıca böyle bir tanzim ve düzenlemeyi de dünyevî mutluluk ve uhrevî saadetin esası saymıştır. İşte Beyân-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:
1- “ -De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..”(İsra, 17/80)
2- “-Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemil) lûtfeyle!” (Şuara, 26/84)
3- “ -İman edenleri Rableri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbâl)le müjdele!”(Yunus 10/2)
4- “ -Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü herşeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında) dırlar..”(Kamer, 54/54-55)
Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk ünvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.
Dünya bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, onlar bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadâkati gözetler, bir müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisan-ı sıdk, kadem-i sıdk ve mak’ad-ı sıdk mülâhazasıyla davranır.. öbür âlem hedefli yaşar ve sürekli bahtlarına tebessümler yağdırırlar.
Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir.. evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sâiklerden de uzak kalması şarttır.
İkinci basamak; dünyada kalmayı ve yaşamayı, sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızasına mazhar olmak için arzu etmektir ki; bunun da bir kısım emareleri vardır: Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında “pes” etmemek, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemek bunlardan sadece birkaçı..
Üçüncü basamak; sıdkın tamamen bir vicdan ma’rifeti haline getirilmesi ve insan tabiatının her hal ve her tavrında sadâkate düğümlenmesidir ki, o da, en büyük mertebe sayılan rıza makamının ifadesi olan şu mübarek sözle ifade edilir: 4 Evet, en büyük sadâkat, Rabbin rubûbiyyetine rızâda, İslâm’ın İlâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidü’l-Enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir. Gerçek insan olmanın yolu da bu çok ağır, çok zor sorumluluğu yüklenmekden geçer. Sözlerimizi bir güzel manzumeyle noktalayalım:
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh;
Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah!
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HAYÂ
Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; sofiye ıstılahında, Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek ma’nâsına gelir. Böyle bir hissin, insan tabiatında bulunan hayâ duygusuna dayanması, şahsı, edep ve saygı mevzuunda daha temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi bulunmayan veya yetiştiği çevre itibariyle onu yitiren şahıslarda hayâ duygusunu geliştirmek zor olsa gerek.
Evet, yukarıdaki işaretlerden de anlaşıldığı gibi hayâyı ikiye ayırmak mümkündür:
1- Fıtrî hayâ ki, buna hayâ-i nefsî de diyebiliriz; insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten alıkor.
2- Îmândan gelen hayâdır ve İslâm dîninin önemli bir derinliğini teşkil eder.
Fıtrî hayâ, İslâm dîninin rûhundaki hayâ ile beslenip gelişince ar ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır. Tek başına kaldığı zaman, bazı ahvâl ve şerâit altında sarsılır, yırtılır, hatta bazan bütün bütün yıkılabilir..
Evet, insan tabiatında bulunan bu sıkılma ve çekinme hissi, “ Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?”(Alak, 96/14) gibi âyetlerle anlatılan îmân şuuruyla.. “ - Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir”(Nisâ, 4/1) misillü beyanlarla ifâde edilen ihsan anlayışıyla beslenmezse uzun ömürlü olamaz. Olamaz, zira hayânın hem var olup gelişmesi hem de devam ve temâdisi îmâna bağlıdır. Bu münâsebeti Hz. Seyyidü’l-Enâm (sav), ashâbından birinin diğerine, hayâyla alâkalı nasihatlarını duyunca: “ - Bırak onu, hayâ îmândan gelir..” Diğer bir ifâdelerinde: “ - Îmân yetmiş şu kadar şûbeden ibârettir, hayâ da îmândan bir şûbedir” buyururlar.
Bu itibarla diyebiliriz ki; fıtrî hayâ, tıpkı insan tabiatında saklı bulunan diğer iyilik nüveleri gibi, insanı insan yapan ma’rifet dinamikleriyle beslendiği ve takviye edildiği ölçüde gelişir, kalbî ve rûhî hayâtın bir buudu hâline gelir ve nefsin pek çok bâlâpervâzâne isteklerine sed çeker ve engeller. Aksine bu duygu îmân ve ma’rifetle geliştirilemez, ihsan şuuruyla takviye edilemez; takviye edilmek şöyle dursun nefsânîlik gayyâlarında açılıp-saçılarak köreltilecek olursa, fert ve toplum plânında insanı insanlığından utandıran yırtıklıklar ve sürtüklükler kaçınılmaz olur. İnsanlığın İftihar Tablosu, hayâ âbidesi aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimiz, bu hususa temas eder ve “ - Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” buyurur. Hayâ ve hayat birbirine bakan kelimelerdir ve bu yakınlıktan, kalbin ancak, îmân ve ma’rifet sağnaklarıyla beslendiğinde hayattar kalabileceği esprisini çıkarmak mümkündür. Evet hayat kendi dinamikleriyle, hayâ da kendi dinamikleriyle var olur ve yaşar.. yoksa her ikisi için de inkıraz kaçınılmazdır.
Hz. Cüneyd’e göre hayâ, Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki maddî-ma’nevî nimetlerini idrâk etmenin yanında eksiklerimizin ve kusurlarımızın endişesini yaşamaktır.
Zünnûn’a göre, sürekli gönüllerimizde olumsuz davranışların dehşetini duymak, duyup yönümüzü bir kere daha kontrol etmektir.
Bir başkasına göre insanın, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık herşeye nigehbân olmasına göre hayatını tanzim edip onun kendisine olan muâmelesini esas alarak yaşamasıdır ki, bir İlâhî eserde bu husus hatırlatılarak şöyle buyurulmaktadır:†“ -İnsanoğlu! Sen Benden hayâ ettiğin sürece insanlara ayıplarını unuttururum.” Bu arada Cenâb-ı Rabbi’l-İzzet’in, Hz. Îsâ’ya: “ -Yâ Îsa evvelâ nefsine nasihatte bulun, o bu nasihati kabul ederse halka va’zet; yoksa benden utan!” şeklindeki sözünü de kaydedebiliriz..
Hayâ mevzuunda daha değişik tasnifler de vardır. Bu cümleden olarak: Affına ferman geleceği âna kadar, Hz. Âdem’in tavırlarından dökülen suçluluk hayâsı.. gece-gündüz ara vermeden Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettikleri halde: “-Sana hakkıyla ibâdet edemedik” diyen meleklerin taksîr hayâsı.. ma’rifet erbâbının onca derinliklerine rağmen: “- Seni hakkıyla bilemedik” sözleriyle solukladıkları iclâl hayâsı.. hayatlarını kendi arzu ve isteklerinden tecerrüd ufkunda seyahatle sürdüren ruh ve kalp insanlarının her zaman duyup hissettikleri heybet hayâsı.. her an kurb içinde bu’d; bu’d içinde de kurb televvünüyle, sonsuz uzaklıklarında sonsuz yakınlığı duyan yakîn insanlarının minnet hayâsı.. Hz. Mahbûb’u sevilmesi gerektiği ölçüde sevememe endişesinden kaynaklanan vefâsızlık hayâsı.. duâ ve talep makamında istediklerini iyi seçememiş olma tedirginliğini taşıyanlarda ihlâsı ihlâl hayâsı.. her zaman ahsen-i takvime mazhariyetlerinin şuurunda olan yüksek ruhların, mazhariyetleriyle te’lif edemedikleri “pes” işler karşısında hissettikleri gayret hayâsı sayılabilir..
Hayâda ilk mertebe, insanın kendisine, Hakk’ın nazarıyla bakmasıyla başlar. Bir insanın, O’nun ölçüleri ve O’nun murâkabesi açısından kendini yakın takibe alması onda temkin derinlikli bir hayâ hâsıl eder ki, böyle bir insan duygu ve düşünceleriyle hep diri sayılır.
İkinci mertebe; kurbet ve maiyyet şuuruyla mebsûten mütenâsiptir ve: “ - Nerde olursanız O sizinle berâberdir”(Hadîd, 57/4) ufkunda seyahat edenlere müyesserdir ki, bu hususla alâkalı Efendiler Efendisi’nin şöyle buyurduğunu naklederler: “ - Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekilerini, midesini ve midesindekilerini kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! Âhireti dileyen dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.”
Üçüncü mertebe; “ - En son durak Rabbindir”(Necm, 53/42) hedefine ulaşma yolunda, rûhî ve kalbî hayâtın şühûd enginliklerinin sezilmesiyle gerçekleşir ve seyr-i rûhânînin kanatları altında sonsuza kadar sürer gider.
Bir insanın gerçek insanlıktan nasîbi, hayâdan hissesi ölçüsündedir. Eğer Hakk yolcusu, menfî-müsbet bütün teşebbüslerinde başını sonsuza çevirip davranışlarını ötelere göre ayarlayamıyor, mahviyet içinde iki büklüm olup edeple yaşayamıyorsa, onun mevcûdiyeti bir bakıma kendisi için ar, başkaları için de bârdır. Bu mülâhazaya binâendir ki:
“ -Hayır hayır Allah’a yemin ederim ki, hayâ sıyrılıp gittiği zaman, ne hayatta ne de dünyada hayır kalır” demişler.
Hayâ, İlâhî bir ahlâk ve bir Allah sırrıdır. Eğer insanlar onun nereye taalluk ettiğini bilselerdi daha temkinli olur ve daha titiz davranırlardı. Bu hususu tenvir edecek şöyle bir vak’a naklederler:
Cenâb-ı Hakk mahşerde hesâba çektiği bir ihtiyara: "-Niçin şu günahları işledin?” diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Erhamürrâhimîn:
-“Öyle ise onu cennete götürün” buyurur. Bu defâ da melekler araya girerek:
-“Yâ Rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz” derler. Allah da onlara:
-“Evet öyledir ama ümmet-i Muhammed’den biri olarak ağaran saçına-sakalına baktım; ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim” fermân eder. Kenz’in rivâyetine göre; Cibrîl bu haberi Efendimiz’e iletince, o şefkat ve hayâ insanının gözleri dolar, ağlar ve şöyle buyurur: “Cenâb-ı Hakk ümmetimin ak sakallılarına azap etmekten hayâ ediyor da ümmetimin ak sakallıları günah işlemekten utanmıyorlar.”
Hâsılı: “-Hayiy, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerindendir. Bunun böyle olduğu hadisle sâbittir. Öyleyse gel, sen de bundan nasîbini al!”
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
ŞÜKÜR
Görülen herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnûniyet ve minnettarlık ma’nâlarına gelen şükür; ıstılahta, insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi yaratılış gâyeleri istikametinde kullanmaya denir ki; kalple, lisanla, îfâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir.
Lisanla şükür; vehmî bütün güç, kuvvet ve ihsan kaynaklarını nefyederek her türlü lütûf ve nimetlerin Allah’tan geldiğini kabul ve itirafla gerçekleşir. Evet, bütün iyilikleri, güzellikleri kısmet eden ve mebde’den müntehâya sebeplerini hazırlayan O olduğu gibi, vakt-i münâsibinde gönderen de yine O’dur. Takdir ve taksim eden, vakti gelince yaratıp semâvî sofralar halinde önümüze seren O olduğu için neticede minnet ve şükran da O’nun hakkıdır. O’nu görmemezlikten gelerek sebeplere takılmak, hatta onlara serfürû edip minnettarlıkta bulunmak, hazırlanıp ayağımızın ucuna kadar getirilen bu sofranın, hazırlanışını ve hazırlayanını nazara almadan, getirip önümüze koyan tablacıyı bahşişlere boğmaya benzer ki: “ - Onlar, dünya hayatının sadece kendilerine bakan dış yüzünü bilirler, ahirete bakan yönünden ise bütün bütün gafildirler.”(Rûm, 30/7) Evet bunlar, sırf sebeplere bakıp ilim ve marifet itibâriyle daha ilerisini göremeyen cahiller, nâkıslar ve nankörlerdir.
Kalple şükür; zâhir ve bâtın bütün nimetleri, bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatın bu anlayışa göre yönlendirilmesi, şekillendirilmesidir.. ve aynı zamanda lisan ve cevârihle yapılan şükrün de esasını teşkil eder ki: “ - O, gizli-açık nimetlerini bol bol size ihsan etmiştir”(Lokman, 31/20) beyânı onun keyfiyet buudlarını; "Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız da saymakla bitiremezsiniz”(İbrahim, 14/34) fermân-ı sübhânîsi de kemmî sonsuzluğuna işaret etmektedir.
Cevârih ile şükre gelince, o, her uzuv ve her latifeyi yaratılış gayesi istikametinde kullanmak ve onlara mahsus kulluk vazifelerini yerine getirmekten ibaret sayılmıştır.
Ayrıca, lisânın şükrünü evrâd u ezkâr, kalbin şükrünü yakîn ve istikamet, cevârihin şükrünü de ibadet u tâat şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. O’nun böyle bütün bir îmân ve ibadete taallukundan ötürüdür ki, O’na îmâ-nın yarısı nazarıyla bakmış, kendi şümûlü içinde sabırla müşterek mütalâa etmişlerdir.
Allah, kelâmında pek çok defa şükrü emretmiş ve onu: ve gibi âyetleriyle emrin ve halkın gayesini göstermiş; göstermiş ve: “ -Eğer şükrederseniz ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir”(İbrahim, 14/7) fermanıyla şükredenlere mükâfat vaadinde, küfrân-ı nimetde bulunanları da cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur. Bundan başka O, kendisine “Şekûr” demiş ve bütün nimetlerin asıl kaynağına ulaşma yolunu da şükre bağlamıştır; bağlamış ve bu mevzuun dolu dizgin şehsuvarlarından Hz. İbrahim’i : “ O’nun nimetlerine karşı şükürle gerilmiş”(Nahl, 16/121) sözüyle; Hz. Nuh’u da: “-Şüphesiz, o, şükürle oturup kalkan sadık bir bende idi” (İsrâ, 17/3) beyanıyla tebcil ve takdir etmiştir. Şükür önemli bir amel ve kıymetli bir sermaye olmasına rağmen “-Kullarımdan şükredenler pek azdır” (Sebe, 34/13) fehvasınca, hakîki ma’nâda âmili fazla olmayan bir ameldir. Gerçi, “-Rabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı!” duygusuyla kıvrım kıvrım kıvrananlar ve bütün ömürlerini şükür kuşağında geçirenler de vardır ama, yine de sayıları oldukça azdır.
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu Şükür Kahramanı, değeri çok yüksek, âmili çok az bu önemli amelin en önde geleniydi. O, oturur-kalkar şükreder ve yanına gelenlere de şükür tavsiyesinde bulunurdu. “ -Allahım! Seni anmam, Sana şükredebilmem ve Sana ibadetlerin en güzeliyle yönelebilmem için bana yardım et.” O’nun sabah akşam dilinden düşürmediği nurlu sözlerindendi.
Şükür, nimete mazhar olanın onu verene karşı iki büklüm olması, sevgi ve alâka ile O’na yönelmesi, bütün mazhariyetlerini itiraf etmesi ise, yukarıdaki peygamber sözü bu hususların en kestirmeden ifadesi sayılır.
Kimi aşa-ekmeğe, evlâd u ıyâle ve barınacağı mekâna; kimi bunlarla beraber varlığa, sıhhate ve afiyete; kimi bir adım daha ileri atarak îmâna, irfana, rûhânî zevklere ve itmi’nâna; kimi de hamd ve minnet şuuruna şükreder. Bu sonuncusuyla insan, acz, fakr ve yetersizliklerini birer sermaye olarak kullanabilir de teşekkür devr-i dâimleri salih dairesi içine girerse, gerçek şâkirînden olur. Bir hadîste ifade buyrulduğu gibi, Dâvud Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’a: “Yâ Rabb! Senin şükrünü nasıl eda edebilirim ki, Sana şükür etmem dahi üzerimde şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!” deyince, Cenâb-ı Hakk: “İşte şimdi tam şükrettin” buyururlar ki, zannediyorum “ - Ey her dilde meşkûr olan Allahım, Sana hakkıyla şükredemedik” sözüyle anlatılmak istenen de budur.
Hakîkî şükür, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağı ve onu verenin takdir edilmesi büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Nimetin bilinmesinden kabûlüne, ondan da Cenâb-ı Hakk’a yönelmeye uzanan çizgide îmân ve İslâm’ın hazırlayıcılığı, Kur’ân’ın belirleyiciliği üzerinde her zaman durulabilir. Evet, Allah’ın üzerimizde olan lütûfları îmânın ışığı altında ve İslâm’ın emirlerini yaşarken daha bir belirginleşir, netleşir, duyulur-hissedilir hâle gelir ve Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verildiği görülür ki; bu da, o ihsan ve lütufları bahşeden Zât’a karşı bizde senâ hislerini coşturur; coşturur ve “ - Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!”(Duhâ, 93/11) gerçeğine uyanarak emrolunduğumuz minnet ve şükran vazifesini rûhumuzun derinliklerinden fışkıran bir heyecanla yerine getiririz.
Aslında her insanda, nimete ve nimet verene karşı perestiş hissi vardır. Ama bu hissin uyarılacağı, uyarılıp yönlendirileceği âna kadar, tıpkı deryâda yaşayan mâhîler gibi başından aşağıya yağan nimetleri ne duyar ne de hisseder. Dahası, onları çevresindeki basit sebeplere bile verebilir.. şayet etrafımızdaki nimetleri görmemeye körlük, sağırlık ve duygusuzluk diyeceksek, mazhar olduğumuz bunca şeyi kör, sağır ve duygusuz sebeplere havâle etmenin de inhiraf olmasında şüphe yoktur. "-İnsanlara karşı şükran ve minnet hissi taşımayan Allah’a da şükretmez” sözleri birinci şıkka bakar ve mutlak şükrün önemini hatırlatır. “ - Sadece bana şükredin ve zinhâr nankörlükte bulunmayın” (Bakara, 2/152); veya “-Yalnız O’na kullukta bulunun ve O’na şükredin” (Ankebût, 29/17) gibi âyetler de ikinci şıkkı nazara verir ve hakîkî tevhîdi ihtar eder.
Ayrıca şükrün esasını teşkil eden hususlar itibâriyle onu şu üç bölüm içinde mütâlaa etmek de mümkündür :
1- Herkes tarafından nimet olduğu kabul edilen, avam-havas, müslim-gayr-i müslim herkesin sevip arzu ettiği nesnelere karşı şükür ki açıktır, üzerinde fazla durmaya değmez.
2- Zâhiren bir kısım sevimsiz şeylere karşı şükür ki, dış yüzü itibâriyle ağır, îfâsı zor ve ancak hadiselerin perde arkasına muttali olanlara Allah’ın lütfûdur ve rıza televvünlüdür.
3- Hayatlarını mahbûbiyet yörüngesinde sürdürenlerin şükrüdür ki, nimetlere hep nimeti veren açısından bakar, O’nun büyüklüğüyle lütûfları, ihsanları duyar ve ömürlerini şuhûdun engin hazları içinde geçirirler.. kullukları ayrı bir zevk zemzemesi, gönül hayatları ayrı bir aşk u şevk tûfânı ve Hakk’la münasebetleri ayrı bir temkin disipliniyle şuhûdun engin hazları içinde.
Böyleleri, sürekli mevcudu bağlama ve mefkudu avlama peşindedirler. Elde ettikleri mukaddes ve akdes feyizlerle her an daha bir renklenip, derinleşip yollarına devam ederken, nazar ağları da her an ayrı ayrı vâridlerle dolar ve taşar..
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
SABIR
Ağrı, acı, tahammülü güç ve katlanması zor hâdise ve vak’alar karşısında dişini sıkıp dayanma ma’nâlarına gelen sabır; açık-kapalı “ -Sabırla yardım isteyiniz.”, (Bakara, 2/45) “-Sabredin ve sabırda yarışın” (Âl-i İmrân, 3/200) âyetlerinde ifade edildiği gibi sabrın aynını emir.. yahut “-Onlara karşı acelecilik etme”, (Ahkaf, 46/35) “ -Onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın.”(Enfâl, 8/15) beyanlarında olduğu gibi onun zıddını yasaklama.. “-Sabredenler, hayatlarını sadakat çizgisinde sürdürenler” (Âl-i İmrân, 3/17) ifadelerinde geçtiği gibi bu vasıflarından dolayı senada bulunma.. “ -Allah sabredenleri sever” (Âl-i İmrân, 3/146) fermanında görüldüğü gibi Allah sevgisine mazhariyetlerini anlatma.. “ -Allah sabredenlerle beraberdir”(Bakara, 2/153) iltifatında müşahede edildiği gibi sabrı yaşayanları maiyet-i İlâhiye ile payelendirme.. “ - Şayet sabredecek olursanız bu sabredenler için işin en hayırlısıdır” (Nahl, 16/126) irşadkâr beyanından anlaşıldığı gibi sabırla mahz-ı hayra erilmesini beyan “ - Elbette o sabredenlere mükafatlarını, yaptıkları işlerin en güzeline göre vereceğiz” (Nahl, 16/96) uhrevî mücazatı nazara veren tesellibahş fermanıyla sabirîn olanları müjdeleme.. “ -Şayet sabr u sebat eder ve itaatsizlikten sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse...”(Âl-i İmrân, 3/125) yardım vaadeden beyanlarıyla sabredenlere İlâhî imdadı hatırlatma gibi, Allah tarafından, değişik yönleriyle sürekli nazara verilen çok önemli bir kalbî ameldir.. ve bir zaviyeden de, diyanetin yarısını şükrün teşkil etmesine karşılık diğer yarısının ünvanıdır.
Bu mülâhazayı pekiştiren Hz. Ruh-i Seyyidi’l-En-am’dan şeref-südur olmuş: “ -Mü’minin durumu şayan-ı takdirdir; niye olmasınki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neş’e ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur” sözü ne manidardır.
Sabır; sabredilen hususlar itibariyle aşağıdaki bölümlere ayrılır!
1- Allah’a kulluğun zorluklarına katlanma ma’nâsına ibadet u taate karşı sabır..
2- Günah yolunun nefse hoş gelmesine mukabil masiyet duygusuna karşı sabır..
3- Hakk’ın kaza ve kaderine rıza göstermeyi de ihtiva eden semavî ve arzî belalara karşı sabır..
4- Dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden çizgiyi korumada sabır..
5- Zaman ve vakit isteyen işlerde, zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır..
Bunlardan bazıları kulun iradesiyle alâkalı olsa da, bazılarında asla insanın dahli söz konusu değildir...
Sabır; kendi keyfiyeti ve tahakkuk itibariyle de altı kısım içinde mütalâa edilmiştir:
1- Sabr lillah ki; Allah için sabretme ma’nâsına gelir ve sabır mertebelerinin ilkidir.
2- Sabr billah ki; sabrın Allah’tan bilinmesidir ve evvelki mertebeye göre bir kadem daha ileri sayılır.
3- Sabr alallah ki; “Her işte hikmeti vardır” deyip, Hakk’ın celâlî ve cemâlî tecellileri karşısında aceleciliğe girmeme sabrıdır.
4- Sabr fillah ki; Allah yolunda kahr u lütfu bir bilme sabrıdır.. ve evvelkilere göre hem ağırlığı hem de derece farkı vardır.
5- Sabr maallah ki; maiyet ve kurbiyet-i İlâhiyeye dair hususiyetleri itibariyle bulunduğu makamın esrarına riayetle beraber Hakk’la beraber olabilme sabrıdır.
6- Sabr anillah ki; vuslata karşı dişini sıkıp dayanma azmidir ve hakikat aşıklarının sabrıdır.
Bunlardan başka bazıları, sabrı, başa gelen şeyler karşısında edebini bozmamak.. bazıları, iyi-kötü hâdiseleri tefrik etmemek.. bazıları, kendine rağmen yaşamak.. bazıları, kahr u lütfu aynı ruh haletiyle karşılamak.. bazıları, Kitap ve sünnetle gelen mesajları cennet davetiyesi gibi kabul etmek.. bazıları, Sevgili uğrunda can-canan herşeyi feda edebilmek şeklinde ifade etmişlerdir ki; hepsinin kendine göre bir mahmilinin bulunduğu söylenebilir.
Ayrıca sabredilecek herhangi bir mes’ele karşısında dişini sıkıp dayanana “sâbir”; sabretmeyi tabiatiyle bütünleştirmiş olana “mustabir”; sabır mevzuunda tam bir vicdan rahatlığına ermiş bulunana “mutasabbir”; bu hususta hiç zorlanma hissetmeyene “sabûr”; herkesin sabrettiği şeylerden daha ağırlarını göğüsleyebilecek babayiğite de “sabbâr” denir.
Bu arada işarî tefsirciler de, sabrı, Kur’ân-ı Kerim’in bazı âyetleriyle irtibatlandırarak şu kabil yorumlarda bulunmuşlardır: (Âl-i İmran, 3/200) âyetinde ile insan nefsinin taate karşı sabrı, kelimesiyle maruz kalınan şeyler karşısında dayanılması, sözüyle de Allah’a karşı aşk u iştiyakın devam ettirilmesi.. veya ile sabr fillah, ile sabr billah, ile de sabr maallah.. yahut ifadesiyle nimetlere karşı duygu, düşünce istikameti, ile zorluk ve sıkıntılara katlanma azmi, ile de herşeye rağmen Allah’la münasebetin devam ettirilmesi kastedilmiştir.
Erbab-ı Hakikatçe sabra bir diğer yaklaşım ise; iyi-kötü herşeyin Cenab-ı Hakk’tan bilinip, aklın zahirî nazarında iyi olanlara şükürle, nahoş görünen şeylere karşı da rıza ile mukabelede bulunma şeklindedir. Ancak insanın, altından kalkamayacağı musibetler, zor eda edeceği mükellefiyetler ve çoklarının yuvarlanıp içine düştüğü günahlara girme endişesiyle halini Allah’a arzetmesi, o çok ağır sorumlulukları için O’ndan yardım istemesi ve günahlardan korkup O’nun sıyanetine sığınması da kat’iyen şikayet değildir. Şikayet olması şöyle dursun, böyle bir tavır çok defa şahsın niyet ve düşüncesine göre tazarru, niyaz, tevekkül ve teslimiyet bile sayılabilir.
Hz. Eyyub’un: “ -Rabbim gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” (Enbiyâ, 21/83) şeklindeki sızlanışı.. ve Hz. Yakub’un: “ - Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum” (Yusuf, 16/86) mahiyetindeki iniltisi isti’taf buudlu böyle bir tazarru ve niyazdır. Zaten Cenâb-ı Hakk da Hz. Eyyub için: “ -Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, O ne güzel kuldur! Zira O hep evvab ve yüzü Allah kapısındadır” (Sâd, 38/44) diyerek onun tevekkül ve teslimiyet derinlikli sözlerini sabır içinde aynı şükür kabul etmiyor mu?
Başta büyük peygamberler olmak üzere, bütün enbiyâ, asfiyâ ve evliyâ sabrın her çeşidini temsilin yanında, Hakk’la sımsıkı irtibatlı oldukları halde, halkın içinde dişlerini sıkıp “sabr anillah” yaşamaları, onların en mümeyyiz vasıflarıdır ve erişilmezliklerinin emaresidir. Zaten İnsanlığın İftihar Tablosu ve peygamberlik semasının güneşi Efendiler Efendisi de: “ -Belanın en zorlusuna maruz peygamberlerdir; sonra da derecesine göre diğer makbul insanlar”3 buyurmuyor mu?
Sabır; hem zirve insanların hali hem de zirveleşme yolunda olanların güç kaynağıdır. Zirvelere ulaşmış kimseler, o makamın gereği olarak, sabrın her çeşidini hem de en iyi şekilde temsil ederek mazhariyetlerinin bedelini ödemeye çalışırlar; haklarında zirvelere ulaşma takdiri yapılmış kimseler de çeke çeke, katlana katlana, başkalarının bin türlü ibadetle ulaştıkları şahikalara sabır dinamizmiyle ulaşırlar. Bir hadîste: “Cenab-ı Hakk, kuluna, ameliyle ulaşması zor bir makam takdir buyurmuşsa ibadet u taatıyla o zirveye ulaşması imkânsız görünen o kimseyi nefsi ve ailesi itibariyle müptela kılar.. sonra da o iptilaya karşılık ona sabır verir; derken, kulunu yükseltip o menzile erdirir” buyrulur.
Bu açıdan denebilir ki; bela, mükellefiyetin ağırlığı ve masiyetin baskısı, potansiyel birer rahmet olduğu gibi, bunlar karşısında gerekli tavrı almak da bu rahmetin özü sayılabilir. Bu özün özü ve esası da, ne bu ağır yükten ne de ona katlanma keyfiyetinden kimsenin haberdar olmamasıdır.. bu hususla alâkalı ne hoş söyler Fuzûlî :
Aşıkım dersin belâyı aşktan âh eyleme
Âh edip ağyarı âhından âgâh eyleme.!
Evet, insan yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir.
Bu ölçüler içindeki bir sabır mülâhazasını Hz. Mevlâna, Mesnevi’sinde şöyle özetler:
Bir buğdayın, insana gıda ve kuvvet, onun dizlerine derman, gözlerine nur ve yaşamasına esas olabilmesi için, onun toprağın bağrına gömülmesi, toprakla mücadele ede ede filizlenip gelişmesi, sonra biçilip harmanda dövülmesi, samandan ayrılıp değirmende öğütülmesi, teknelerde yoğrulup hamur haline getirilmesi, fırınlara atılıp ateşte pişirilmesi, sonra dişlerle bir kere daha parçalanıp mideye gönderilmesi şart ve zaruridir.
Bunun gibi, insanın insanlığa yükselip bir işe yarar hale gelmesi için de, onun çeşitli imbiklerden geçirilerek defaatla elenmesi, elenip özünü bulması elzemdir. Yoksa, insânî kabiliyetlerle mücehhez olduğu halde hedefe ulaşamayıp yollarda kalabilir.
“- Kul bela çekici olunca, öd ağacı da yanıcı olunca iyi olur” (Mecmuatü’l-Maarif) demişlerdir ki gayet latiftir.!
Her çeşidiyle sabır kullukta bir zirvedir. Bu zirvenin zirvesi de rızadır.. ve zannediyorum Allah katında rıza mertebesinden daha yüksek bir paye de yoktur.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
RIZA
Rıza; insan kalbinin, başa gelen hadiselerle sarsılmaması ve kaderin tecellileri karşısında huzur duyması.. ve diğer bir yaklaşımla başkalarının üzülüp müteessir oldukları, şaşırıp dehşete düştükleri olaylar karşısında gönül mekanizmasının sükûn ve itmi’nân içinde olmasıdır. Bu konuda diğer bir enfes yorum da şöyledir: Rıza, Allah’ın kaza, takdir ve muâmelelerinin, nefislerimize bakan yanlarıyla, acılık, sertlik ve anlaşılmazlıklarına katlanıp herşeyi gönül hoşnutluğuyla karşılamak demektir.
Rıza yolu, başlangıç itibariyle irâdî olsa da sevdiklerine Hakk’ın bir mevhibesi olması itibariyle irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağandır. Bu bakımdan da o, Kur’ân ve sünnette sabır gibi emredilmemiş, bir ma’nâda sadece tavsiye olarak hatırlatılmıştır. Vakıa “Belalara karşı sabretmeyen, kazaya rıza göstermeyen kendisine başka Rabb arasın” meâlinde bir hadis var ise de bu söz, hadis kriterleri açısından hüsn-ü kabul görmemiştir.
Ehlullahtan bir kesim, rızayı, tevekkül ve teslimin nihayetinde bir makam olarak görmüş.. bazıları da, sâlikin diğer halleri gibi, kesbî olmayıp zaman zaman zuhur eden, zaman zaman da kaybolan bir vârid olarak kabul etmişlerdir. İmam Kuşeyrî’nin de içinde bulunduğu diğer bir kısım kimseler ise onu, başlangıç itibariyle irâdî ve kulun kesbine bağlı olduğunu, nihayeti itibariyle de bir tecelli ve halden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.
Efendimiz’den şerefsudûr olan: “ -Allah’ı Rabb, İslâm’ı din, Hz. Muhammed (sav)’i de nebî kabul edip razı olan îmânın zevk-i ma’nevîsini tatmış olur” hadisi mebde’ itibariyle rızanın irâdî ve kulun kesbine bağlı bulunduğuna, nihayetinin de meşîet-i hâssaya ait bir mevhibe olduğuna işaret buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine rıza, O’nu sevmek, O’na karşı saygılı olmak, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnız O’ndan beklemek.. rubûbiyetine rıza, hakkımızdaki takdir ve tedbirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, başlangıcı acı görülen hadiselerde, şokun atlatılacağı âna kadar sükûtu ihtiyar edip acele karar vermemek.. ve kulları hakkındaki tasarruflarında O’na inanıp O’na güvenmek, dolayısıyla da O’nun yaptığı herşeyden hoşnut olmak şeklinde.. nebînin elçiliğine rıza ise, bilâ kayd u şart O’na teslim olup, O’nun hedy u hidâyetini kendi hevâ ve hevesinin önünde tutmak, akıl, mantık ve muhâkemesini O’nun emrine vermek ve kendi zekâsını, O’nun ilâhî vahyi kucaklayan engin fetânetinin aynası haline getirerek, gölgeye değil asla yönelmek mâhiyetinde.. İslâm’dan razı olmak ise, “ Her kim İslâm’ı bırakıp da başka dîn ararsa, o asla kabul olunmaz” (Âl-i İmrân, 3/85) esasından hareketle, dînin, ferdî, ailevî, içtimâî, idârî hayata hayat yapılması şeklinde özetlenebilir.
Bazı zamanlarda ve bazı şerâit altında böyle bir rıza arayışı insanı, halk içinde de olsa, yalnızlığa ve gurbete itebilir. Ne var ki, Allah maiyyetine ermişlerin ve peygamber çizgisini paylaşanların yalnız kalmayacakları ve gurbet yaşamayacakları da bir gerçek.. hayatlarını “üns billâh” atmosferinde sürdürenlerin vahşet ve yalnızlığı olmaz ki.! Böylelerinin yalnızlık ve vahşeti bir yana, muvakkat gurbetleriyle, Hakk’a daha bir yaklaştıklarını, yaklaşıp “üns” esintileriyle coştuklarını ve sonsuzdan gelen meltemleri duyarak gerinip “Allahım gurbetimi arttır, beni, senden uzaklaştıracak şeylerin insafsızlığına terketme ve gönlüme maiyyetini duyur!” dediklerini çok işitmişizdir.
Daha önce de ifade edildiği gibi, rıza, hakikati itibariyle ilâhî bir armağan, sebepleri itibariyle de insan iradesiyle alâkalı bir mazhariyettir. İnsan ancak, îmânının derinliği, amelinin ciddiyeti ve ihsan şuurunun enginliğiyle, tevekkül, teslim, tefvîz fasıllarından geçerek rıza ufkuna ulaşabilir. Rıza, böylesine tahsili güç ve insan iradesiyle elde edilmesi zor olduğundan Cenâb-ı Hakk onu doğrudan doğruya emretmemiş; sadece tavsiyede bulunmuş ve o mertebeye erenleri de tebcillerle, takdirlerle pâyelendirmiştir.
Esbap açısından, rıza mertebesine ulaşma adına; Rabbiyle muâmelelerinde ciddi olmak; talepsiz gelen nimetleri, “tahdis-i nimet” ve şükre vesile olmaları mülâhazasıyla kabullenmek; her türlü mahrumiyeti rıza ve iç rahatlığıyla aşmak; vahşetlerin, yalnızlıkların, kabzların pençesinde kıvranırken bile, derin bir iç inşirâhıyla bütün sorumluluklarını yerine getirmek; Hakk’ın emir ve yasaklarını “şeb-i arûs” davetiyesi gibi kabul etmek misillü bir kısım esaslar söz konusu olsa da, mebde’ itibariyle onun en önemli rüknü duygu, düşünce ve davranışlarıyla ferdin, Allah’a yönelip O’nu duyması, O’nunla doyması, O’nunla oturup-kalkması ve gönlünde her gün lâhûtîliğe ait yeni yeni kurgular geliştirmesidir.
Havf u recâ, insan üzerindeki tesirleri itibariyle dünyevîdirler. Bu iki his, dünyada ümitsizlik ve mutlak emniyete karşı önemli birer misyon eda etseler de, semerelerinin dışında ötede mevcudiyetleri söz konusu değildir. Rıza ve muhabbete gelince, onlar dünya ve ukbâyı kucaklayan enginlikleriyle ötelerde ve ötelerin de ötesinde sürer giderler.
Rıza hem dünyada hem de âhirette çok önemli bir huzur kaynağıdır; ama bu, rızaya ermiş olanların bütün bütün ızdırap ve sıkıntılardan kurtulmuş olmaları ma’nâsına da gelmez. Aksine rıza yollarında dış yüzleri itibariyle dünya kadar sevimsiz ve ürperten şeyler vardır. Ne var ki, rıza kahramanları, o yolda karşılaştıkları zahmetleri aynı rahmet kabul eder.. içtikleri zehirleri tiryâka çevirir.. maruz kaldıkları meşakkatleri de Sevgiliyle alış-veriş ve muâşaka sayarlar.
Aslında, rıza yolu ağır ve sıkıntılı olduğu kadar emin ve kestirmedir de. Bu yol, bazen bir hamlede, bir nefhada Hakk yolcusunu, insânî kemâlâtın tâ zirvelerine ulaştırabilir. Bu, bütün aktivitesiyle mü’min, cepheden cepheye koşarken veya kâinâtı bir kitap gibi süzerken, süzüp her yerde Hakk’ı soluklarken böyle olduğu gibi, imkânsızlıklar ağında, kolu-kanadı kırık inlediği ve niyetleriyle mefkûresinin semâlarında dolaşmaya çalıştığı, hatta evinde, kanepesinin üstünde oturup idealleriyle oynaştığı zamanlarda da böyledir.
Rızanın neticesi, biraz da insanın ümit ve recâ derinlikleriyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) olarak Rabbin hoşnutluğundan esip-gelen büyülü bir sevinç ve sürurdur. Bu, ne kurb mülâhazasının hâsıl ettiği zevk, ne ibadet u taatten duyulan lezzet ne de günahlara karşı verilen savaştan meydana gelen vicdandaki hazdır. Bu, ümit zaviyeli, recâ dalga boylu ve temkin edâlı rûhânî bir halâvettir.. ve doğrudan doğruya O’ndan rıza makamına husûsi bir teveccüh ve bir rahmet esintisidir. Rıza mertebesi bütün mülâhazaların Hakk’a kilitlenmesi makamı olması itibariyle, onu zevklere, lezzetlere, hazlara vesile saymak veya o türlü beklentiler içinde bulunmak, esası duruluk ve safvet olan o makama karşı saygısızlıktır. Aslında, kalp ameli olarak mütâlaa ettiğimiz diğer bütün ahvâl ve makâmât için de aynı şeyleri düşünebiliriz. O’nu sevmek ve her hâlukârda O’nun hoşnutluğunu aramak, başka sebeplerden dolayı değil, yine O’ndan ötürü olmalıdır.
Dünden bugüne, ruh ve kalp dünyasının kahramanları, rıza ile alâkalı, birbirine yakın ve birbirinin tamamlayıcısı pek çok şey söylemişlerdir:
Zünnûn’a göre rıza; olacak şeyler henüz olmadan, ferdin, Hakk’ın ihtiyârını kendi iradesine tercih etmesi; kaza yerine gelip herşey olup bittikten sonra da, “Hayır Allah’ın ihtiyar ettiğindedir” deyip herhangi bir rahatsızlık duymaması; ve musibetlerin pençesinde kıvranırken O’na karşı en âşıkâne duygularla coşmasıdır.
Hz. Zeynelâbidîn’e göre rıza; Hakk erinin, Allah’ın irade ve ihtiyarına muhalif bütün arayışlara karşı kapanıp herhangi bir yabancı dilek ve temennide bulunmamasıdır. Ebû Osman’a göre; Cenâb-ı Hakk’ın bütün celâlî ve cemâlî tecelli ve takdirlerini hoşnutlukla karşılayıp, celâlin aynı cemâl ve cemâlin de aynı rahmet olarak kabul edilmesidir ki Allah Rasûlü’nün “ -Olacak olduktan sonra senin rızanı isterim” nurlu beyânı da buna işaret etse gerek. Evet, Allah’ın hükmü henüz yerine gelmeden O’na karşı rıza, rızaya azimdir; gerçek rıza ise, başa gelen şeylerin şoku yaşanırken dişini sıkıp ona katlanmaktır.
Bu arada, yukardaki mütalâalardan herhangi birine ircâ edeceğimiz ve rızanın ayrı birer buudu sayılan şu küçük mülâhazaların tesbitinde de yarar var. İşte onlardan birkaçı:
1- Rıza, ulûhiyet ve rubûbiyet kaynaklı hiçbir karara karşı rahatsızlık duymamak..
2- Allah’tan gelen herşeyi sevinçle karşılamak..
3- Kader rüzgarları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla göğüslemek..
4- En sarsıcı ve ciğersûz hadiseler karşısında bile kalp balansının ayarını korumak..
5- Allah’ın “levh-i mahfûz-ı hakikat” taki takdirlerini düşünerek başa gelenler karşısında yok yere vurunup dövünmemek..
Rızayla alâkalı bu tâli esaslar içinde mütalâa edebileceğimiz daha başka hususlar olsa da, mevzuu dağıtmamak için bu faslı da noktalamak istiyoruz.
Düz insanların rızası, haklarındaki ilâhî takdir ve tecellilere itiraz etmeme.. marifette derinliklere ulaşmış kimselerin rızası, kaza ve kaderden gelen herşeyi gönül rahatlığıyla karşılama.. kendini aşmış kalp ve ruh insanlarının rızası ise, kendi mülâhaza ve mütalâalarını devreden çıkarıp sadece ve sadece O’nun istek ve teveccühlerini rasat etme şeklinde yorumlanmıştır ki: “ -Ey itmi’nâna ermiş nefis! Dön Rabbine O senden hoşnut sen de O’ndan hoşnut olarak.. dön de gir kullarımın arasına ve ardından da cennetime”(Fecr, 89/27-30) âyeti hemen bu mertebelerin hepsini ihtivâ etmekte ve hepsiyle alâkalı teveccühlere cevap mâhiyetindedir.
Evet, bu âyetten de anlaşıldığı gibi, rıza mertebesine ulaşabilmek, nefsin Allah’a yönelişiyle kayıtlanmıştır. Bu yöneliş bizim, zaman ve mekânla alâkalı durumumuz açısından ve dünyevî-uhrevî buudlarımız itibariyle değil; Hakk’ın zamanları ve mekânları aşan tecelli ve teveccühlerine göre değerlendirilmelidir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, bu yöneliş; dünyada, tevekkül, teslimiyet ve tefvîz televvünlü; vefat esnasında, kalp itmi’nânı ve Rabbiyle karşılıklı hoşnutluk münâsebeti şeklinde; ikinci dirilişten sonra da, sâlih kullar arasında yerini alma ve cennete girme lütuf buudlarıyla tecelli edecektir.
Bir başka zaviyeden umum halk ve düz insanların rıza telakkisi, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetini rıza ile karşılama ve başka arayışlara, başka yönelişlere bütün bütün kapanma ve hayatını “ O herşeyin Rabbiyken, ben Allah’tan başka bir Rabb mi arayacağım?” (En’âm, 6/164) ve “ - De ki: Gökleri ve yeri yaratan, yediren-içiren ve yiyip-içmeye muhtaç olmayan Allah’tan başkasını mı Rabb edineyim?” (En’âm, 6/14) gerçekleri etrafında örgülenme şeklinde yorumlanmıştır ki, böyle bir rıza düşüncesi, aynı zamanda hakiki tevhidi ifade etmesi bakımından her mü’min için mutlaka gereklidir. Bu seviyedeki rıza, Hakk sevgisinin kalbe hâkim olması ve o kalpte âdetâ başka sevgilere yer kalmaması, hatta ağyar adına sevilen şeylerin de O’ndan ötürü sevilmesi ve sevginin de ibadet şekline dönüşmesiyle gerçekleşir.
İkinci derecedeki rıza, marifet erbâbının rızası ve buna “rıza anillâh” da denir ki, Hakk’ın kaza ve kaderini gönül hoşnutluğuyla karşılayıp, kalp ibresinin en az bir zaman içinde, en küçük sapmasına dahi meydan verilmemesi hâli diyebiliriz. Birincinin, rıza adına avamca bir yaklaşım sayılmasına karşılık, bu, marifetle donanmış kalplerin Hakk’la muâmelesi olarak kabul edilmiştir.
Üçüncü derecedeki rızaya gelince o, asfiyânın rızasıdır.. ve Hakk’ın rızasına rıza şeklinde özetlenebilir. Bu makamla şereflendirilen fert, kendi namına öfkelenmez.. kendi namına huzur ve sevinç hissetmez.. kendi duygu, düşünce ve arzularından vazgeçerek, hep Rabbinde fâni olmanın zevk ve lezzetlerini yaşar.
Birinci derecedeki rıza; irâdî olması ve tevhidi ifade etmesi bakımından farz ve aynı zamanda kurbet yolunun da mebdei; ikincisi ise, öncekinin devamı, son mertebenin de esası olması açısından vacip mesâbesinde ve kurbet mülâhazalarıyla dopdolu; üçüncüsüne gelince, o, kesbîlikten daha çok mevhibe televvünlü ve aynı kurbet olan nafileden sayılmıştır.
Ayrıca, bu derecelerden sonuncusunun, ikinci ve birinci dereceleri ihtivâ ettiğini söylemek de mümkündür. Zira, rıza yolunda olma ve rıza mülâhazasıyla yaşama, bir asıl ve esas, bütün bütün rızayla bütünleşme ve rızalaşma da onun neticesi ve semeresidir. Tâbir-i diğerle, ilk iki mertebe Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla alâkalı; üçüncüsü ise, buna terettüp eden sevap, mükâfat, tecelli, vâridât ve mukabeleyle alâkalıdır ki, zannediyorum “ - Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan.. işte bu, Rabbilerinden korkan kimselere ait bir mazhariyettir” (Beyyine, 98/8) âyet-i pürenvârı da bu üç hususa birden işaret etmekte... Aynı gerçeğin bundan daha açık bir ifadesini de “ - Rabbim diye Allah’tan, dînim diye İslâm’dan, peygamberim diye de Hz. Muhammed (sav)’den hoşnut olan îmânın zevk-i ledünnîsini tatmış sayılır”sözleriyle Efendimiz dile getirmektedir.
Aşağıdaki mülâhazalarla, rıza adına duygu ve düşüncenin beslenebileceğini, bu çetin yolun bir kısım sertliklerinin kırılabileceğini, cismânî ve dünyevî tepkilerin de bir ölçüde ta’dîl edilebileceğini düşünüyoruz:
* Hakk’ın takdir ve tecellileri karşısında insan bir figürdür; o, üzerine aldığı rolün şekil ve keyfiyetine karışamaz..
* Başa gelen herşey, şart-ı âdî plânında insanın eğilimlerine göre tesbit edilmiştir. Ve bunu değiştirmeye de Yaratan’dan başka kimsenin gücü yetmez..
* İnsan herşeyiyle Allah’ın mülkü ve kölesidir; köle efendisinin tasarruflarına müdahale edemez..
* Eğer insan, gerçekten Allah’ı seviyorsa, O’ndan gelen gülü de, dikeni de hoş görmelidir.
* İnsan başına gelen şeylerin neticelerini pek kestiremez; oysaki bunların içinde dünya kadar maslahatlar da olabilir. “ - Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız ama, o sizin hakkınızda hayırlıdır.. ve yine olur ki siz birşeyi seversiniz ama, o sizin için şerdir; siz bilmezsiniz herşeyi Allah bilir” fermân-ı sübhânîsiyle bunu tasrih etmektedir.(Bakara, 2/216)
* Müslüman Allah’a teslim olmuş kimse demektir.. bu itibarla da onun Cenâb-ı Hakk’ın icraatına karşı hoşnutsuzluğu söz konusu olamaz.
* Herşeyden evvel mü’min bir hüsn-ü zan insanıdır; insanlara karşı hüsn-ü zanla emredilen birinin Rabbisinin muâmelelerine karşı sû-i zan ifade eden hoşnutsuzluğu nasıl söz konusu olabilir ki.?
* Kaderden gelen hadiseler karşısında, iyi görmek, iyi düşünmek ve hüsn-ü te’vilde bulunmak, herşeye rağmen insanın içini huzur ve inşiraha garkeder.
* Burada, yerine getirme mecburiyetinde olduğumuz sorumluluklar veya maruz kaldığımız hususlar, öteler hesabına şekillenmemiz için birer esas ise, cebrî eğitim ve öğretim gibi, insanın bunları severek yerine getirmesi lazım gelir.
* Kulun, Rabbisinden gelen şeylere karşı rıza göstermesi, Rabbisinin de ondan razı olması demektir.
* Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine karşı rahatsızlık duymak, gam, keder ve dağınıklığa sebebiyet vermesine karşılık, hep rıza yörüngeli yaşamak, hislerin cehennemi içinde bile olsa, cennet televvünlüdür.
* Rızanın gerektirdiği yerlerde sebepleriyle hep onu arama ilâhî te’yidâtın reddedilmeyen davetiyesidir.
* İnsanlara karşı kalp bulanıklığı ve gıll ü gış eğer bir sû-i edepse, bunun, Allah’ın icraatına karşı duyulup hissedilmesini ifadelendirmeye saygımız müsaade etmeyecek ve gücümüz de yetmeyecektir.
* Bir insan için kader ve Hakk’ın tecellilerine rıza en önemli bir saadet vesilesidir. Konuyla alâkalı Hz. Sadık u Masdûk’un “ - Âdemoğlunun en ehemmiyetli saadet kaynaklarından biri hiç şüphesiz Allah’ın kazasına razı olması.. ve onun en önemli tâli’sizliği de Allah’ın takdirlerini öfkeyle karşılamasıdır” şeklindeki mübarek sözleri de bu hususu tenvir etmektedir.
* Bir insanda Allah’ın icraatına karşı hoşnutluk hissi, onun kalbini lâhûtî esintilerle doldurur; hoşnutsuzluk ise, şeytânî vehimlerle.
* Hayatlarını rıza yörüngeli yaşayanlar, ömürlerini âdetâ bir şükür dantelası haline getirirler; hep hoşnutsuzluk homurdanıp duranlar ise, bu nankörlük değirmeniyle, en müsbet, en olumlu işlerini bile ezer, öğütür ve bitirirler...
* Hakk’ın icraatına karşı adem-i rıza ve öfke, şeytanın insana nüfûz yollarının en müessiridir. Böyle bir ruh hâleti içinde bulunup da şeytana yenik düşmeyen az insan vardır.
* Hakk’ın seninle olan muâmelesini gönül rızasıyla karşılaman, seninle gök sâkinlerinin ortak paydasıdır.. ve bu da, şeref olarak sana yeter.
* Razı olan Hüdâ’ya, olmayan da hevâya uymuş demektir.
* Allah’ın, hakkımızdaki hükümlerine razı olmak, O’nun istediklerini, şahsî arzu ve isteklerimizin önüne geçirme ma’nâsına gelir. Bilmem ki, aksi mülâhazaları hatırlatan madalyonun öbür yüzünü ifadeye gerek var mı?
* Bütün ibadet ve tâat rıza meşcereliğinin meyveleri, bütün mâsiyetler de rızadan mahrumiyetin..
* Rıza, insanı, Rabbiyle iç cedelleşmeden kurtarır. Böyle bir cedelleşmenin nasıl bir sû-i edep olduğunu söylemeyi isrâf-ı kelam sayarız..
* Hakk’a karşı rıza duygusu “ - Hakkımdaki her hükmün aynı adâlettir” düsturuna saygı ve inancın ifadesidir..
* Yeryüzünde ilk mâsiyet, şeytanın, kendi hakkındaki takdire rıza göstermemesiyle başlamıştır.
* Bir insan için rızadan daha büyük bir pâye yoktur; eğer olsaydı Allah, cennet ötesi âlemlerde sevdiklerini onunla pâyelendirirdi.. oysaki, ötelerde sonu olmayan en son nimet fehvâsınca Hakk’ın hoşnutluğudur..
* Rıza, dînin temeli sayılan en önemli esaslar üzerine bina edilmiştir. O, tevekküle dayanmakta ve onun hakikati, yakînle kanatlanmakta ve onun özü, muhabbetle ebediyete mazhar olmakta ve onun mâyesi, sadâkatin şahidi, şükrün de fiilî beyânıdır.
* Rıza bir hamlede insanı evc-i kemâlâta çıkaran öyle büyülü bir asansördür ki, ona binebilenler, hedeflerine zamanüstü bir hızla ulaşırlar.
* Muhabbet, ihlas, inâbe, evbe, rıza yamaçlarının çiçekleridirler. Hakk rızasına kilitlenmemiş gönüllerde bu vasıfları aramak ise beyhûdedir.
Zâhirî duygularla îfâ edilen amellerin mükâfatları, kat kat da olsa, kemmiyetin dar kalıplarıyla ifade edildiğinden az sayılır. Rıza ve rıza buudlu kalbî amellerin sevapları ise, kalbin enginliğiyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) ve tasavvurlar üstüdür.
Rıza, Hakk katında en büyük bir mertebedir ve onun en seviyelisi de en büyüklerin ortak vasfıdır. Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dan diğer peygamberlere, onlardan da diğer bütün asfiyâ ve evliyâya uzanan çizgide, ihlas, yakîn, tevekkül, teslimiyet ve tefvîzde finale kalmış devâsâ kametlerin, ona ulaşabilmek için soluk soluğa yarış yaptıkları mübarek bir hedeftir. Bu hedefe ulaşma uğrunda nelere katlanılmış, ne tahammülfersâ şeyler göğüslenmiş ve ne kandan irinden deryâlar geçilmiştir.
İşte rızaya kilitli bir çilekeşin initlileri:
- Ey sevgili senin cevr u cefân devletli olmaktan daha güzeldir. Senin intikamın candan daha sevgilidir. Ben cidden O’nun kahrına da lütfuna da âşığım. Ne gariptir ki ben zıtların âşığıyım. Allah’a kasem olsun ki, bu hâr-ı belâdan bostân-ı safâya gidersem, hep bülbül gibi inleyici olacağım. Gariptir bülbül ağzını açtığında hem hâr hem de gülistan söyler. (Mesnevî)
Bu sahada hoş bir söz de hurûfî şair Nesîmî’den:
Bir cefâkeş aşıkem ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma koy erre Neccâr senden dönmezem
Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar Settâr senden dönmezem.
Evet, rıza makamı, cem u fark üstü bir makamdır ve o makamın solukları da: “(*) - Lûtfun da hoş kahrın da hoş” sözleridir.