-
Cevap: Mustafa Sungur
"Şarkın ulema ve evliyalarıyla beraber bulunmuştu"
"Evet, bu zat-ı alişan, fevkalâde kabiliyetleriyle beraber Şarkta zuhur etmiş. Şarkın en mübarek, nurlu, ehl-i kalb, hüşyar, zekâvetli, en derin ve çetin meseleleri çözen ulemâ ve evliyalarının hepsinin duasına nail olarak, teveccühlerini alarak, aynı zamanda bütün oralarda medfun Şeyh Sıbgatullah, Ahmed-i Hani, Abdurrahman-i Taği gibi zevatın da himmetlerine ererek ve gele gele, tâ başta Gavs-ı Azam olarak Âl-i Beytin kudsî imamların ders ve irşadlarına da mazhar olarak, tekemmül ede ede, aynı zamanda gençliğinden beri devam ettiği Cevşenü'l-Kebir gibi kudsî münacatların da feyizli derslerinden istifade ede ede yetişmiş, gelişmiş, tekemmül etmiş.
"Hatta bir mektubunda bu hususa temasla. İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidin (radıyallahu anhüm), hususan Cevşenü'l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve Hazret-i Ali (kerremallahu veche') den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebir'le, daima onlarla manevî irtibatımda, geçmiş hakikatı ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım´ buyuruyor.
"Bunları zikretmekteki maksadım, Hz. Üstadın her yönden ve azamî tecellilere mazhariyetle manevî ve ruhî inkişafını bir derece ifade ile, havsalarımız haricindeki namazdaki büyük huzurun ve Risale-i Nur'un kudsî ve ulvî mazhariyetini nazara vermektir. Elbette ve hiç şüphe yok ki, şimdi başta Anadolu olarak âlemi ihata eden Risale-i Nur'un çekirdeği olan Hz. Üstadın o daireye, Âl-i Resul'e şayeste ve murtabıt mazhariyeti bulunacaktır. Van'da iken, Mecmuatu'l-Ahzab'ı üç cilt olarak ve on beş günde bir devretmesi, evrad yerinde okuması gösteriyor ki, o büyük zevatın umumunun mazhariyetlerini kendinde toplamıştı.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Hayatım bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş"
"Yine bir mektubunda, kendi hayatının çekirdek manâsına işaret ederek, 'Benim hizmetim ve sergüzeşt-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş, inayet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde olmak için Kur'an'dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur risalelerini ihsan etmiş' demektedir.
"Bir risalesinde, 'Madem şu kâinatın her bir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği; ve hayat dahi iki kapıyı birden Vacibü'l- Vücudun vahdaniyyetine açıyor, zerreden tâ şemse kadar, tabakat-ı mevcudat, Zat-ı Zülcelâlin envar-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas edebilirsin. İşte marifetullahta terakkiyat-ı mâneviyenin derecatını ve huzurun meratibini bundan anla ve kıyas et' demektedir.
"İşte zihayat üstünde olan pek çok hatem-i Rabbanîden birtek hatem böyle nurunu gösterse ve onun âyatını şöyle okuttursa, acaba birden bütün o hatemlere bakabilsen, görebilsen, 'Sübhane men ihtefa bişiddeti zuhurihî' demeyecek misin?
"İşte birtek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbanî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen...
"İşte eğer bütün ruy-i zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen...
"Bir zaman kalbime geldi. Niçin Muhyiddin-i Arabi gibi harika zatlar sahabilere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde (Sübhane Rabbiye'l-âlâ) derken, şu kelimenin manâsı inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü...'
"Mektubat risalesinde, 'Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakkın ihsaniyle bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsarı gösteriyor. O âsar, mânâ-yı ubudiyetin esası olan, 'Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergah-ı İlahiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, aciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki, ben iyiyim ve sahib-i kemalim' demektedir.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bir kitap kadar hatıralar"
"Evet muazzez Nur Üstad, ubudiyet makamında daima Cenab-ı Hakka müteveccih bir huşû halinde bulunurdu. Tarihçe-i Hayat'ta neşredilen Kastamonulu Mehmet Feyzi ve Emin Ağabeylerimizin Kastamonu'daki hayatlarına dair kaleme aldığı bir mektubu, Üstadımızın bazı evsaf-ı âliyesini güzelce ifade etmektedir. O mektubu isterdim ki, buraya aynen dercedeyim. Şu anda merhum Mehmet Feyzi Ağabeyimizi yâd ederken, merhum Çaycı Emin'i ve Van'daki talebeleri Ali Çavuş ve merhum hayatta iken Hz. Üstaddan çok hatıralar nakleden merhum Molla Hamid Efendi ve Barla'nın merhum Sıddık Süleyman'ı ve onlardan duyduğum tatlı ve nurlu hatıralar hatırıma geldi. Zihnim şimdi oraya çevrildi. Bir kitap kadar olan bu hatıraları, o zamanlardaki hizmetleri, hareketleri... İnşaallah bunları ileride yazmak kabil olur.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bir öğle vakti namaz kılıyorduk"
"Yine Afyon'da tahliyeden sonra bir öğle vakti Üstadımızla namaz kılarken dışarıda çocukların gürültülerini duyuyordum. Davul çalınıyordu. 'Acaba Üstadımızın namazdaki huzuruna mani olur mu?' diye düşündüm. Çünkü, Hüsrev Ağabeyin, Isparta'da bazen gaz ocağını yakıp onun sesi içerisinde namazını kıldığını görmüştüm. 'Çocukların sesleri dışarıdan geldiği için huzuruma mani oluyor. Onun için yakıyorum' demişti. Bunun için ' Çocukların sesi, acaba Hz. Üstadın da huzuruna mani olur mu?' diye düşünmüştüm. Selamdan sonra Hz. Üstadımız, ben bir şey demeden', Eskiden gürültüler namazıma, huzuruma mani olurdu. Fakat şimdi olmuyor' diye beyanda bulundu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Demek sen Sungur'un babasısın"
"Afyon'da Hz. Üstadımızla birlikte olmakla, hayatımızın en mesut günlerini yaşarken, bir gün pederim (Aydın köylerinde imamdı) Üstadın ziyaretine geldi. Üstadımız, 'Demek sen Sungur'un babasısın' diye ona iltifat gösterdi. Çünkü rahmetli pederim, maddi müzayekalarından, borçlu olduğundan ve benim de kendine öğretmenlik maaşından tam yardım edeceğim sırada ve o ümitle yıllar boyu bekledikten sonra, ona yardım edememem ve sair sebeplerle, gayr-ı memnundu. Ve beni Üstadımıza şikâyete gelmişti. Üstadımız, evvela hizmet-i Nuriyeden ders yaptı, sonra, ana-baba hukukundan bahsetti. Bu zamandaki Risale-i Nur hizmetinin ehemmiyetinden bahsetti ve pederime teselli edici dersler verdi.
"Bundan sonra pederim. İzmir- Aydın havalisinde Üstadımızdan ve Nur'lardan kemal-ı takdir ve tahsinle bahseder oldu. Ve Üstadımıza dost oldu. Hattâ o havalide Nur'un nâşiri oldu. Üstadımızın hayatının son senesinde bir gün, Hüsnü kardeşin peder ve validesinden bir mektup gelmişti. 'Biz Hüsnü'yü Üstada vakfettik' diyorlardı. Üstadımız o mektubu okurken bana dönerek, 'Mutlaka baban da seni bana vakfetmeli' dedi. 'Gerçi validen ve çocukların vakfetmişler. Fakat baban da vakfetmesi lâzım' demişti. Birkaç gün sonra Isparta dağında aynı arzularını tekrar etmişti. Ben de babama bir mektup yazdım 'Hz. Üstadın son seneleridir, seni görmek istiyor' dedim. Bir Çarşamba günü Hz. Üstad beni yalnız başıma Isparta'da nöbetçi koyup diğer kardeşlerle Emirdağ'a hareket ettiler. Ben kuşluk vakti, boyacı Rüştü Ağabeyin dükkânına uğradım, ne var ne yok diye. Bir de baktım, peder gelmiş. Beraber Üstadın evine kadar geldik. O zaman Üstadımıza ait bir teybimiz vardı. Rahmetli babama durumu anlattım. Üstad senden, beni vakfetmeni istiyor diye... Babam teybe Kur'andan bazı ayetler okudu ve sonra, 'Üstadım, Mustafa'yı ebediyyen sana vakfediyorum, hiç bir hakkım yoktur' dedi. Sonra Emirdağ'a gitti. Orada da Üstadı ziyaret etmiş. Sonra Üstadımız döndüğünde, merdivenlerden çıkarken kollarına girdiğimde, 'Cenab-ı Hakka şükür, şimdi babanla sen, aynen Ceylan'la babası Mehmet Çalışkan ve Salahaddin'le babası Nazif gibi oldunuz' diye tebşiratta bulundu. Bütün bunlar, Üstadımızın şefkatini göstermektedir. Ben Üstadımızın bu tasarrufundan babamın âhiretine ait müşfik ve kurtarıcı haletini anlıyorum. Cenab-ı Hak ebediyen razı olsun, âmin...
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstad, beni İzmir'e yolluyor"
"Üstad Hazretleri beni 30 Eylül 1949 günü, mahkememizi müteakip babamla İzmir'e gönderdi. Ben Üstadımdan ayrılmak istemiyordum. Babamla beraber İzmir trenine binip iki istasyon sonra, istasyonun birinden inip kaçmayı tasarlamıştım. Üstadımızla beraber ikindi namazını kılarken, içimden, 'Kat'iyyen ayrılmam' diyordum. Üstadımız namazı ve tesbihatı müteakip geriye dönerek; 'Sen mutlaka gideceksin. Hem İzmir'e uğrayacaksın, hem İstanbul'a uğrayıp Eşref Edip, Mihri Helav, Vecihi gibi dostlarımla görüşeceksin, hizmet var' diye ihtarda bulundu. Ve onlara söylenecek meseleleri tevdi buyurdular. Ve o günün akşamı Afyon'dan ayrıldım. İzmir'e, sonra İstanbul'a uğrayarak memleketime döndüm. İzmir'de o zaman bir züccaciyeciye uğradık. Mustafa Birlik'ten evvel de bir dost vardı. Onu ziyaret ettik. Ahmet Feyzi Ağabeyi ziyaret ettik. Aydın-İzmir havalisinde en çok ismi duyulan Ahmet Feyzi Ağabey idi. Denizli ve Afyon Cezaevlerinde bulunmuştu. Kuvvetli natıkası, irtibatı ve alâkası vardı. Hz. Üstad ona, 'Risale-i Nur'un manevi avukatı' demiştir. Afyon'da okuduğu şaşaalı müdafaası ile heyet-i hâkimenin dikkatini celbetmiş ve hazırladığı Maidetü'l-Kur'an Hazinetü'l-Bürhan adlı eseri ile, bu asırda zuhur eden Risale-i Nur'a işaret eden, âyet ve hadislerden istihraçlar çıkarmıştı. Afyon'da bu kitap üzerinde fazla duruldu. Bir gün hapiste Üstadımız, Ahmet Feyzi Ağabeyin temyize yazdığı lahiyasında bu istihraçlarla fazla meşguliyet yerinde Nur'ların yazı ve dersine ehemmiyet vermesini ihtar etmişti. Buna karşı Ahmet Feyzi Ağabey boyun büküp Hz. Üstada şöyle bir pusula göndermişti. 'Üstadım, bütün dünya seni inkâr edecek, sen de onları teyit ve takviye edeceksin ve illâ bu Ahmet Feyzi, senin son memur-u Rabbani olduğunu bütün dünyaya ilan edeceğim. Talebeniz Ahmet Feyzi Kul' diye yazmıştı.
"Rahmetli, Afyon'dan tahliyeden sonra, İzmir'le Denizli arasında mekik dokurdu. Dünyevî işler perdesi arkasında hizmet-i Nuriyede bulunurdu. Hayatının sonuna kadar derslerle sohbetlerle vakit geçirdi. Bilhassa Ege bölgesinde bir kandil-i Nuranî idi.
"Hazret-i Üstadımızı son ziyaretlerinde, Üstadımız, 'Ben otuz seneden beri o havaliye (Ege bölgesine) baktığımda büyük bir ruhun bana mukabele ettiğini görüyordum. Eğer, kardeşim! Sen orada olmasa idin, benim gitmem lazımdı' diye beyanda bulunmuştu. Buradaki mukabil gelme hadisesi, bana mukabil geliyor, mânâsında olsa gerek...
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Mehdi Peygamber değildir"
"Ahmed Feyzi Ağabeyin mahkemede okuduğu şaşaalı müdafaanamesinden teberrüken bir kaç cümleyi arz etmek isteriz:
"Madem ki devlet laiktir. Bizim dinimize ne karışıyor? Bizim eşrat-ı saat meselelerini öğrenmemiz, dilediğimize Mehdî vs. dememiz onu ne alakadar ediyor? Zât-ı Uluhiyetin alenen inkâr edildiği ve erkân-ı dinin müftehirane tezyif edildiği ve onun yerine faniler teellühe (ilahlaştırmak) edilerek kendilerine (haşa) yaratıcılık isnat edildiği bir devirde, bizim bir insana Mehdî dememiz çok mu büyük bir cürümdür? Mehdî peygamber değildir. Fevkal-beşer de değildir. Dîn-i Celîl-i İslâmı, i'zaz ve i'laya ve neşr-i hidayete memur bir insandır. Fakat, te'yid-i Muhammedîye mazhar bir insandır. Mehdî kelimesi, mervî, mebnî gibi, ism-i mef'uldür. Hidayete nail olmuş manasındadır. Bunda ne gibi fevkaladelik var da tehâşî buyuruluyor. Mehdîyim diye dâvâ eden yok; ortada Menemen'in esrar-keşleri de yok. Ortada, bir hakikat-ı ulyâ, bir Nûr-i kudsî meydandadır. Eğer, Mehdî, insanların hidayetine sebep olan bir insan demek ise, bu kadar evsâf-ı ber-güzîde ile neşr-i hidayet yapan bir insana ve esere Mehdî demek, ne gibi bir tezat ve eblehliği icap ettiriyor...'
"Bu da başka bir müdafaasından örnektir:
"Sayın Savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercuman olamayan kitapları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur'u seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyasız bir din kitabı ve Kur'ân tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahele edemez. Evet, biz, Risale-i Nur müellifinin velayetine ve daima ayn-i hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatımızı sarsmıyor. Ancak, bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nur'ların dersinde hârikulâde ve ekmel tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır. Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin harikalarıyla en münteha mesâil-i ilmiye ve âliyyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?
"Fânî zevahirin âlâyişine edna bir meyl ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen; levs-i fânînin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen; kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen; iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak saburâne, mütehammilâne her nevî mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikata ve envar-ı Kur'âniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden ve memleket ve milletin ıztırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerinin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen, ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayya-yı cehl ve gird-bad-ı inkârdan kurtarmaya, hasbî ve İlahî bir cehd ile çalışan ve savaşan bir fazilet ve Nur âbidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz? Kendisini bu arzedilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feregat ve istiğna ve şâheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmüzec-i kemâl ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya ve iktida edilmeye şâyandır. 'İşte biz Bediüzzaman'a bu gözle bakıyoruz.
"İzmir'de, Hz. Üstadın sağlığında, Abdurahman Cerrahoğlu ve sonra Mustafa Birlik ve arkadaşları büyük hizmetler ve gayretler gösterdiler. İstanbul'da malum şahıslara Üstadımızın selâmlarını, vedialarını takdim ettim. Şimdi doktor olan Safranbolulu Mustafa Ramazanoğlu (Musatafa Oruç) o zaman tıbbiyede okuyordu. Vakıflar yurdunda kalıyordu. İstanbul hizmetinde faal bir rükün idi. Seneler sonra Üstadımız ona yazdığı bir mektubunda, onun İstanbul'daki hizmetini elli senelik bir hizmet gibi kabul ettiğini ifade buyurmuştur.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"İstanbul'da Üstadın eski dostlarıyla görüşüyorum"
"Mihri Helav'dan ve Üstadımızın eski bir dostundan Hz. Üstada ait bazı hatıralar dinlemiştim. Mihri Helav avukat idi ve Üstadımızın Van'daki Horhor medresesindeki talebelerindenmiş... Eşref Bey ise, yeniden hayat bulmuş gibi idi. Uzun bir devreden sonra ve artık din Anadolu'dan ortadan kalkmaya yüz tutmuş bir vaziyet-i elimanede zan olunduğu, ümitsiz, tesellisiz bir hicran haletinde iken, eski bir dostu, hürmetkârı olan Bediüzzaman Said Nursi'nin Anadoluda yeni bir gençlik, bir nesl-i cedid, Nur talebeleri camiası olarak meydana çıkışını, yeni bir ba'su bade'l-mevt telâkki ediyordu.
"Onlar Üstadı, devr-i Meşrutiyyette uzun uzun görmüşler, görüşmüşler, tanışıp sevişmişlerdi. Eski asarı ile Nur Üstadı tanıyorlardı. Büyüklüğüne, muazzam şahsiyetine, fevkalede kabiliyetine, harika dehasına şahit idiler. Lâkin Said-i Meşhurun devr-i Cumhuriyette, müteselsil tazyikler, hapisler ve nefilerden sonra, Risale-i Nur külliyatı adı altında yeni bir eserler serisini ve ona bağlı hâdim Nur talebeleri cemaatını bilmiyorlardı, düşünmüyorlardı, görmemişlerdi. Hatırlarında fevkalâde hürmet ettikleri Eski Said, Bediüzzaman mânâsına ilâveten Yeni Said'in böyle bir cemaat ve eser külliyatı ile yeni âleme zuhurunu, hakikaten fevkal-had, müthiş ve muhteşem bir hadise olarak, hayretle ve şükranla karşıladılar. Ve ümitsizlikten sıyırılıp Said'den ve cemaat-ı Nuriyeden taze bir hayat alarak, hizmete, neşriyata ve mücahede-i mâneviyeye başladılar.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Ankara'da Ahmed Hamdi Akseki'yle bir görüşme"
"İstanbul'dan köye gittikten sonra rahmetli Zübeyir Ağabey ve Çalışkanlar mektupla Üstadımızdan bizi haberdar ediyorlardı. 1950 senesine girdikten sonra içimizde tarifin fevkinde arzu ve heyecanla, Üstadımızın hizmetinde ve yanında bulunmak iştiyakında idik. Kendimize sanki hakim olamıyorduk. Sonra anladık ki, bunlar bir lütf-i İlâhi olarak bir tasarruf-u mânevî imiş. Hadsiz şükür olsun, köyümüzden dört kişi, Reşat Efendi, Şükrü Efendi, Ahmet Efendi ile beraber Üstadımızı ziyarete azmettik. O zamanlar, köylüler, yarım saat kadar yürüyüşle bizi Hacı Hamza denilen yere kadar uğurlarlardı. Her seferinde Safranbolu'ya uğrar, orada Berber Hıfzı Efendi, iki mübarek evlâdı Hüsnü ve Yılmaz'ı, Osman Ustayı görür, oradan Karabük'e gider Mustafa Osman Efendi başta olarak Süleyman'ın babası Rıza Usta, Şevki Efendi, Şaban Efendi, Emin Hoca gibi oradaki mübarek cemaatle görüşür ve onların da selâm ve hürmetlerini alarak Emirdağ'a yollanırdık. Bu gidişimde hiç bir sebep yokken Ankara'da Diyanet Riyasetine uğradım. Reis Ahmed Hamdi Akseki'yi ziyaret ettim. Üstadımızdan sitayişle bahsetti, hürmet ve selâmlarını takdim etti. Ayrıldım, Emirdağ'a geldik. Ne garip tevafuk ki, Hz. Üstad da, Ahmet Hamdi Akseki'ye, biri şahsına ait, biri de müşavere kuruluna verilmek üzere iki takım külliyat hazırlamış, ona götürecek birini bekliyormuş. Hüsrev Ağabeye mektup yazmışlar, onu intizarda imişler. (Bu hususa dair Emirdağ Lâhikası'nın ikinci kısmında tafsilât vardı. )
"Ahmed Hamdi Akseki Külliyatı öperek başına koydular. Kütüphanesine yerleştirdiler. O esnada Ahmed Hamdi Efendi, 'Ben dünyada Abdülmecid (Ünlükül) gibi âlim görmedim. Üstadın ilmi ise zaten kıyasa gelmez, onun ilmî vehbîdir' diye ifadede bulundu. Abdülmecid Efendi, o zaman Ürgüp Müftüsü idi. Ahmed Hamdi Efendi Üstadımızın mektubundan çok mütehassis oldu. Adeta hayat bulmuştu.(Bu mektup, Emirdağ Lâhikası-II de 10' uncu sahifededir.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Benim yanımdaki hizmet gümüş ise, Ankara'daki hizmet altındır"
"O zaman Ankara'da on gün kadar kaldık. Daha önce Üstadımız hapishanede iken, 'Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde okuyan Araçlı Abdullah var, ona verirsin' diye Risale göndermişti. Bu defa gelişimizde onunla beraber kaldım. Yurtları geziyor, talebelerle temaslar kuruyorduk. Yani Cenab-ı Hakka şükür, Nur hizmetini ifa ediyorduk. Kendisi çok mübarek, mûnis bir zattı. Ruhen birbirimize ısınmıştık. On gün sonra ben tekrar Emirdağ'a döndüm. Emirdağ'da yirmi gün kadar Üstadımızın hizmetinde bulunmak nimetine nail oldum. Gündüzleri Üstadımızın evinin bir odasında, geceleri otelde, küçük bir odada kalıyordum. Hz. Üstadımız Afyon hapsinden tahliye olalı dört ay kadar olmuştu. Şubat ayı olmasına rağmen havalar çok iyi geçiyordu. Mübarek üstadımız gündüzleri, cenuba bakan odasının penceresine çıkar, kiremitler üzerinden âfâka bakar, tefekkürde bulunurdu. Yirmi gün kadar hizmetinde kaldıktan sonra, beni tekrar Ankara'ya gönderdi. Yanında hizmetinde kalmayı çok arzuluyordum. Böyle her defasında muazzez Üstad beni Ankara'ya gönderiyordu. Ve defaatle;
"Sungur, benim yanımdaki hizmet gümüş ise, Ankara'daki hizmet altındır' derdi. Zübeyir Ağabeyi ben gelmeden önce İstanbul'a göndermişti. O esnada Zübeyir Ağabeyden Üstadımıza bir mektup geldi. Üstadın yanına gelmeyi çok arzuluyordu. 'Başka türlü yaşayamayacağını, şu mektubu yazarken de gözyaşlarını tutamadığını' yazıyordu. Hakikaten mektup üzerinde yaş damlalarının eseri vardı. Mektubu Üstadımıza okurken bir ara Üstadımıza baktım. Hz. Üstad da gözyaşlarını tutamamış, mübarek gözlerinden damlalar inmişti. Bazıları onu gerçeğin zıddıyla, isnad ve iftiralarla mahkum ederken, böyle fedekâr Zübeyirlerin, huzuruna kabulünü yalvarmaları ve gözyaşlarıyla hizmetine girmek arzusu, İlahi bir tecelli idi ki; bir kaç ay sonra 1950 yılı baharı Zübeyir Ağabey, Üstadımızın hizmetine gelmişti... Ve aynı bahar, bu fakir dahi Emirdağ'a dönmek lütfuna nail olmuştum. Ziya ve Zübeyir ağabeyle beraber, o yaz hizmette kaldık. Mübarek bir zat, atı ile faytonunu Üstadımıza tahsis etmişti. Üstad ona da biraz ücret verirdi. Faytonu Zübeyir Ağabey sürüyordu. Biz de bazen biniyor, bazen de yürüyorduk, Hz. Üstadımızın işaretiyle... Ekseriyetle Keçili köyü civarında bir bağda kalırdık. O zamanlar Üstadımızın yanında iken yediğimiz yemek şöyle hülasa edilebilir: Biz yemeği taşımıyor, yemek bizi taşıyordu. Üstadımız, öğle vakti bazen üzüm, karpuz gibi hediyeleri, mukabilini vererek alır, bize taksim ederdi. O lezzeti ise şimdi bulamıyoruz. 1950 yaz mevsiminde Emirdağ'da Üstadımızla beraber olan hatıraları inşaallah tafsilatiyle yazmak müyesser olur.