Dünyâdan âhırete îmânlı giden, Cennetde Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyyetsiz ve hiçbirşeye benzetmiyerek ve misâli olmıyarak görecekdir. Buna, mislimânların yetmişüç fırkasından, yalnız Ehl-i sünnet inanmışdır. Diğerleri inkâr etmiş ve cihetsiz ve keyfiyyetsiz olarak görmek olamaz demişlerdir. Hattâ, Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, âhıretde Allahü teâlâyı görmek, (Tecellî-i sûrî)dir. [Ya’nî, kendini değil, sûretini görmekdir diyor.] Başka dürlü görmek olmaz diyor. Birgün üstâdım, Muhyiddîn-i Arabînin şöyle buyurduğunu söyledi: (Mu’tezile fırkası, Allahü teâlâ, aklın ermediği bir görmekle, cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görülecek demeselerdi, başka şeylerin görülmesi gibi, görülecek deselerdi ve Onu görmeği, sûrî bir tecellî olarak bilselerdi, Onu görmeği inkâr etmez, görülemez demezlerdi. Ya’nî cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görüleceğine inanmıyorlar. Sûretin tecellîsinde ise, cihet ve keyfiyyet vardır). Hâlbuki Cennetde Allahü teâlâyı görmeği, sûretin tecellîsi [görünmesidir] demek, Onu görmeği inkâr etmekdir. Her ne kadar oradaki sûretin tecellîsi, dünyâda eşyâ sûretlerinin görünmesi gibi değil ise de, yine Onun kendini görmek değildir. Arabî şi’r tercemesi:
Îmân sâhibleri, Cennetde Allahü teâlâyı keyfiyyetsiz görecekdir.
Bu görmeği anlatmak, mümkin değildir.
[Îmânın dördüncü şartı, Peygamberlere inanmakdır]. Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolu şaşırmış olan insanlara, Onu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksân olduğu için, o büyüklerin da’vet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tâm olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakda şaşırır ve aldanırız. Evet akl, doğruyu iğriden ayırmağa yarıyan bir âletdir. Fekat, tâm olmıyan bir âletdir. O büyüklerin da’veti ile, haber vermeleri ile temâm olmakdadır. Âhıretin azâbı, sevâbı, bu da’vet ve haberden sonra olur.
[Akl göz gibidir. İslâmiyyet de ışık gibidir. Ya’nî, insanın aklı, gözü gibi za’îf yaratılmışdır. Gözümüz karanlıkda göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden istifâde edebilmemiz için güneşi yaratdı. Güneşin ve çeşidli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramaz, tehlükeli cismlerden, yerlerden kaçamaz, fâideli şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veyâ gözü bozuk olan, güneşden fâidelenemez. Fekat, bunların güneşe kabâhat bulmağa hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına ma’neviyyâtı, fâideli, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan fâidelenmemiz için, Peygamberleri, islâmiyyet ışığını yaratdı. Peygamberler “aleyhimüssalâtü vesselâm”, dünyâda ve âhıretde râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlükelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, islâmiyyete uymıyan veyâ aklı az olan kimseler ve milletler Peygamberlerden fâidelenemez. Dünyâda ve âhıretde tehlükelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları, mevkı’, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yolda gitmedikçe, hiçbir ferd, hiçbir insan mes’ûd olamaz. Ne kadar neş’eli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamakdadır. Dünyâda da, âhıretde de râhat ve mes’ûd yaşayanlar ancak, Peygamberlere uyanlardır. Şunu da bilmelidir ki, râhata, se’âdete kavuşmak için, müslimânım demek, müslimân görünmek yetişmez. Müslimânlığı iyi öğrenmek, onu doğru anlamak ve yapmak, ona uymak lâzımdır].
Süâl: Âhıretdeki sonsuz azâb, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” da’vetine bağlı olunca, onların gönderilmesi, âlemlere rahmet nasıl olur?
Cevâb: Onların gönderilmesi, Allahü teâlânın kendini ve sıfatlarını bildirmek içindir. Bu bilgi de, se’âdet-i ebediyyeye, ya’nî dünyâ ve âhıretin sonsuz iyiliklerine sebebdir. Allahü teâlâya karşı, lâyık olan şeyler, uygun olmıyanlardan, bunların haber vermesi ile ayrılmışdır. Zîrâ, bizim kör ve topal olan akllarımız, yok iken var olmuş ve varlıkda kalamayıp yine yok olmakdadır. O hâlde, yokluk bulunmıyan ve ismleri ve sıfatları ve fi’lleri sonsuz var olan, ebedî, hakîkî varlığa uygun olanı anlıyabilir mi ve Ona lâyık olanı bulabilir mi? Münâsib olmıyanları ayırd edebilip söylemekden sakınabilir mi? Hattâ, kendi noksân olduğu için, çok def’a kemâli, noksânsızlığı, noksân sanır ve noksânı, kemâl sanır. Peygamberlerin “aleyhimüssalevatü vetteslîmât”, bunları ayırd etmeleri ve bildirmeleri, bu fakîre göre, bütün ni’metlerin, bütün iyiliklerin üstündedir. Allahü teâlâya uygun olmıyan şeyleri [meselâ yok olmağı], Ona münâsib görenlerden dahâ alçak kim olabilir? Bâtılı hakdan, iğriyi doğrudan ayıran, ibâdete, itâ’ate hakkı olmıyanları, ibâdet edilmesi lâyık ve lâzım olan hakîkî vardan ayıran, o büyüklerin sözleridir. Allahü teâlâ, insanları doğru yola, onların sözleri ile çağırıyor. Kullarını, kendisine yaklaşmak se’âdetine, onların aracılığı ile ulaşdırıyor. Allahü teâlânın beğendiği şeyleri öğrenmek, onlar vâsıtası ile kolaylaşıyor. Bu görünen, bilinen varlıkların yaratanı, mâliki, sâhibi olan Allahü teâlânın, mahlûklarından hangilerini, ne kadar ve nasıl kullanmağa izn verdiği ve hangilerine izn vermediği, onların bildirmesi ile anlaşılıyor. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bu saydığımız ve dahâ bunlar gibi nice fâideleri vardır. O hâlde, o büyüklerin gönderilmesi, elbette rahmetdir, iyilikdir. Fekat, bir kimse, nefs-i emmâresine uyarak ve mel’ûn şeytâna kapılarak [ve dinsizlerin uydurma yazılarına aldanarak], Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” inanmaz ve onların sözlerini bildiren, hakîkî din âlimlerinin, din mütehassıslarının kitâblarını okumaz ve emrlerini yapmaz ise, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ne günâhı olur ve bundan dolayı, niçin rahmet olmazlar?
Süâl: Akl, yaratıldığı şeklde iken, Allahü teâlâya âid şeyleri anlıyacak kadar temâm değil, kusûrlu ise de, belki zemânla ilerliyerek ve temizlenerek Onun ile bizim anlıyamıyacağımız bir münâsebet yapamaz mı? Melek vâsıtası ile Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber gelmeden, bu münâsebetle ve kavuşmakla insanlar aklları ile, sonsuz ve hakîkî varlığa mahsûs şeyleri, doğruca Ondan alamaz mı?
Cevâb: Akl, böyle bir münâsebet elde edebilir. Fekat, akl, dünyâda kaldıkça, bu bedene de bağlı kalır. Bu bağlılıkdan kurtulamaz. Bu iğreti varlıkdan alâkası kesilmez. Vehm, her zemân, aklın etrâfında, hayâl dâimâ yanında bulunur. (Gadab), ya’nî kızgınlık ve (Şehvet), ya’nî nefsin arzûları, hep onunla berâber kalır. Hırs ve menfe’at, onu yalnız bırakmaz. İnsanlığın, lüzûmlu alâmeti olan, şaşırmak ve unutkanlık, ondan hiç ayrılmaz. Bu dünyânın hâssası olan, yanılmak ve iyiyi kötü ile karışdırmak, ondan sıyrılmaz. O hâlde, akla herşeyde, nasıl inanılır? Aklın vereceği karârlar ve emrler, vehmin karışmasından ve hayâlin te’sîrinden kurtulamaz ve unutkanlık tehlükesi ve şaşırmak ihtimâlinden korunamaz. Hâlbuki, bu kusûrların hiçbiri, meleklerde yokdur. Bu pislikler ve kötülükler onlarda bulunmaz. Bunun için, melekler elbette yanılmaz. Meleklere i’timâd olunur. Meleğin getireceği haberlere vehmin karışması, unutkanlık tehlükesi ve şaşırmak ihtimâli yol bulamaz. Ba’zı vaktler, rûh yolu ile gelen ba’zı bilgileri, his uzvları ile bildirmek istediğim zemân, vehm ve hayâl yolundan, doğru olmıyan, ba’zı başlangıcların meydâna çıkdığını ve elimde olmıyarak, rûhdan gelen bilgilere karışdığını ve bunları bildirirken, aralarını ayıramadığımı duyuyorum. Ba’zı vakt de, bunları ayırd etmeği bildiriyorlar. İşte bundan dolayı, rûhânî bilgilere yanlışlık karışarak, hepsinden i’timâd kalkıyor. Şöyle de cevâb verilir ki, aklın ilerlemesi ve temizlenmesi, ancak Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla, ya’nî ahkâm-ı şer’ıyyeyi öğrenip yapmakla olabilir. Bunun için de, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” sözlerini, haberlerini öğrenmek lâzımdır. Onlar haber vermedikce, akl ilerliyemez ve temizlenemez. Ba’zı kâfirlerde ve fâsıklarda görülen, safâ ve parlaklık alâmetleri, kalbin temizliği değil, nefsin parlaklığıdır. Nefsin parlaması da, yolu şaşırtmakdan, zarar ve ziyândan başka birşey ele geçirmez. Ba’zı kâfirlerin ve fâsıkların, nefslerinin parlaklığı zemânında, bilinmiyen ba’zı şeyleri, haber vermelerine, (İstidrâc) denir. Ya’nî, bunları derece derece, yavaş yavaş felâkete, azâba sürüklemek içindir. Allahü teâlâ, hepimizi böyle belâlardan korusun. Peygamberlerin en büyüğü “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve alâ âlihi ve âli küllin” hurmetine, bizi böyle şeylerden korusun!
Demek ki, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri ahkâm-ı şer’ıyye, hep rahmetdir, iyilikdir. Yoksa, bu emrler ve teklîfler, mülhidlerin, zındıkların, [mürtedlerin ve masonların] sandıkları ve söyledikleri gibi, külfet, eziyyet ve işkence değildir ve akla aykırı değildir. Bunların sık sık söyledikleri (kullarına zor ve yorucu şeyler emr edip de bunları yaparsanız Cennete girersiniz demek insâf mıdır, merhamet midir? Birşey emr etmemeli idi. Herkesi, kendi başına bırakıp, istedikleri gibi yiyip içmeli, gezip eğlenmeli, yatıp kalkmalı idi. Merhamet ve iyilik böyle olur) gibi lâfları, ne kadar alçakca ve ne kadar ahmakcadır. Bunlar, hiç de düşünmüyor mu ki, iyilik edenlere, şükr etmek ya’nî, sevindiğini bildirmek, aklın istediği bir şeydir. Ahkâm-ı şer’ıyye, bütün ni’metleri, iyilikleri yaratan, gönderen Allahü teâlâya karşı, şükrün nasıl yapılacağını göstermekdedir. O hâlde, ahkâm-ı şer’ıyye, teklîfât-ı ilâhiyye, aklın istediği birşeydir. Bundan başka, dünyânın, hayâtın düzeni, bu teklîfleri yapmakla olur. Allahü teâlâ, herkesi kendi başına bıraksaydı, kötülükden, karışıklıkdan başka birşey olmazdı. Allahü teâlânın harâm etmesi olmasaydı, nefsleri, keyfleri peşinde koşanlar, başkalarının mallarına, cânlarına, ırzlarına saldırır, fenâlıklar, karışıklıklar hâsıl olur, saldıran da, karşısındakiler de, zarar görür, helâk olurlardı. [Memleketlerin ma’mûrluğu, insanların râhatı, ya’nî medeniyyet olmaz, insanlık, canavarlık şeklini alırdı. Bugün bile, Allahü teâlâyı inkâr eden, islâmiyyeti beğenmiyen, câhilliğin verdiği cesâret ve taşkınlıkla öğünen cem’ıyyetlerin kanûnlarında, Allahü teâlânın emrlerinden çoğunun yer almış olduğu göze çarpıyor. Bütün insanların, din esâslarından uzaklaşdıkca, geçimsizlik, sefâlet, işkence, sıkıntı ile kıvrandıkları görülüyor. Fen âletleri, medenî vâsıtalar, akllara hayret verecek şeklde ilerlediği hâlde, dünyâdaki huzûrsuzluğun, insanlıkdaki sıkıntının azalmadığı, artdığı göze çarpıyor. Allahü teâlâ, insanların se’âdetlerine sebeb olan şeyleri emr etdi. Felâketlerine sebeb olanları yasak etdi. Dinli olsun, dinsiz olsun, bir kimse bilerek veyâ bilmiyerek, bu emr ve yasaklara uyduğu kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Fâideli ilâcı kullanan herkesin derdden kurtulması gibidir. Dinsiz kimselerin ve milletlerin birçok işlerinde muvaffak olduklarını görüyoruz. Kur’ân-ı kerîme uygun olarak çalışdıkları için muvaffak oluyorlar. Fekat âhıretde de, se’âdete kavuşabilmek için Kur’ân-ı kerîme îmân ederek, niyyet ederek uymak lâzımdır.] Bekara sûresinin, (Ey akl sâhibleri, düşününüz! Kâtili öldürünüz diye verdiğim emrde ölüm değil, hayât olduğunu anlarsınız!) meâlindeki, yüzyetmişdokuzuncu âyeti, bu sözümüzün vesîkasıdır. Beyt:
Eğer hâkimin sopası olmasaydı,
Serhoş kâfir, Kâ’be içine kusardı.
Şunu da söyliyelim ki, Allahü teâlâ, herşeyin sebebsiz, şartsız mâliki, hepimizin sâhibidir. Bütün insanlar, Onun mahlûku, kullarıdır. Kullarına verdiği her emri ve herşeyi istediği gibi kullanması, hep yerindedir ve fâidelidir. Bunda, zulm, fesâd olamaz. Me’mûrlar, âmirlere, kullar sâhiblere emrlerin, işlerin sebebini soramaz.
Bütün insanları Cehenneme koyup, sonsuz azâb yapsaydı, kimin birşey söylemeğe hakkı olabilirdi? Çünki kendi yaratdığı, yetişdirdiği mülkünü kullanıyor. Başkası yok ki, onun mülküne tecâvüz olsun ve zulm denilebilsin. Hâlbuki, insanların kullandığı, öğündükleri mallar, mülkler, hakîkatde onların değil, hepsi Onundur. Bizim bunlara el uzatmamız, karışmamız, hakîkatde zulmdür. Allahü teâlâ, bu dünyânın düzeni için ve ba’zı fâidelere yol açması için, bunları bize mülk kılmış ise de, hakîkatde hepsi Onundur. O hâlde, bizim bunları, asl sâhibinin mubâh etdiği, izn verdiği kadar kullanmamız yerinde olur.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafından bizlere haber verdikleri herşey ve her emr doğrudur.
Kâfirlere ve îmân ile gidenlerden âsîlere, mezârda kabr azâbı olduğunu, Muhbir-i sâdık “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” haber vermişdir. Kâfirler ve mü’minler [veyâhud yalnız mü’minler] kabre konulunca, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek gelip süâl soracaklardır. Kabr, dünyâ ile âhıret arasında bir köprü, bir geçid olduğundan, kabr azâbı bir bakımdan dünyâ azâblarına benziyor ki, sonsuz değildir. Bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzer ki, âhıret azâbı cinsindendir. Mü’min sûresinin, (Sabâh, akşam, ateş ile azâb olunurlar) meâlindeki kırkaltıncı âyet-i kerîmesi, kabr azâbını bildiriyor. Kabrdeki ni’metler de, hem dünyâ, hem de âhıret râhatlıklarına benzer.
İyi bir kimse, tâli’li bir insan, kusûrları, günâhları, lutf ve ihsân ile afv olunan ve yüzüne vurulmıyan kimsedir. Eğer günâhı yüzüne vurulursa ve bunun için de, merhamet olunarak, yalnız dünyâ sıkıntıları çekdirilip günâhları, böylece temizlenen kimse de, çok tâli’lidir. Bununla da temizlenmeyip, geri kalan günâhları için, kabr sıkması ve kabr azâbı çekerek günâhları biten, kıyâmet gününe, mahşer meydânına günâhsız olarak götürülen de, ne kadar çok tâli’lidir. Eğer böyle yapmayıp, âhıretde de cezâlandırılırsa, yine insâfdır ve adâletdir. Fekat o gün, günâhlı olan ve mahcûb ve yüzleri kara olan, ne kadar güç durumdadır. Fekat bunlardan, müslimân olanlara yine acınacak, bunlar, sonunda yine merhamete kavuşacak, Cehennem azâbında, sonsuz kalmakdan kurtulacaklardır ki, bu da, ne kadar büyük ni’metdir. Yâ Rabbî! Bize ihsân etdiğin îmân ışığını söndürme, kusûrlarımızı ört! Sen herşeyi yapabilirsin!
[Îmânın beşinci şartı, âhıret gününe inanmakdır]. Kıyâmet günü, elbette vardır. O gün gökler, yıldızlar ve [şu üzerinde yaşadığımız] Erd, dağlar, denizler ve hayvanlar, nebâtlar ve ma’denler, hâsılı herşey, [madde ve kuvvet] yok olacakdır. Gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü, dağlar, toz olup savrulacak. Bu yok oluş, Sûrun ilk işâreti ile olacakdır. İkinci nefhasında, herşey tekrâr yaratılıp, insanlar, mezârdan kalkacak, mahşer yerinde toplanacakdır. Eski Yunan felesofları [ve kendilerine müsbet ilm adamı diyenler], ya’nî herşeyi aklları ile çözmeğe kalkışanlar, gökler ve yıldızlar yok olmaz dedi. [Bunların yok olacağını fen kabûl etmiyor, böyle gelmiş böyle gidecekdir diyerek müşâhede, tedkîk ve tecribeye dayanan, fen bilgisine iftirâ ediyorlar.] Ba’zısının aklı, hiç de işlemediği için, kendilerine müslimân diyor. Ahkâm-ı islâmiyyeden çoğunu da yapıyor. Şuna dahâ çok şaşılır ki, ba’zı müslimânlar, bunların sözüne, kitâblarına inanıp, bunları müslimân, hattâ islâm âlimi, din büyüğü sanıyor. Bunların küfrlerini, kâfir olduklarını söyliyenlere kızıyor. Bu kâfirleri medh ve müdâfe’a ediyorlar. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanmıyor. Bütün Peygamberlerin sözbirliği ile, bildirdiklerini inkâr ediyor. Tevkîr sûresinin, (Güneşin zıyâsı kalmadığı, karardığı ve yıldızlar solduğu zemân) meâlindeki ve İnşikak sûresinin, (Gökler yarıldığı ve Rablerinin emrlerini işitdikleri zemân) ve (Gökler, Allahü teâlânın emrlerini elbette yapar) meâlindeki ve En-Nebe’ sûresinin, (O gün, gökler, elbette yarılır) meâlindeki âyetleri ve bunlar gibi âyet-i kerîmeler çok vardır. Bu kimseler, bilmiyor ki, müslimân olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti söylemek yetişmez. İnanmak lâzım olan şeylerin hepsine inanmak, tasdîk etmek ve küfrden, ya’nî küfre sebeb olan sözlerden ve işlerden uzaklaşmak ve kâfirleri sevmemek, müslimân olmak için şartdır. İnsan, ancak bu sûretle müslimân olur. Bu şart bulunmadıkca müslimânlık olmaz.
Âhıretde, dünyâdaki işlerden süâl ve hesâb vardır. Âhırete mahsûs olan bir terâzî ve Sırât köprüsü denilen bir geçid vardır. Bunları Muhbir-i sâdık “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” haber vermişdir. Peygamberlik ne demek olduğunu bilmiyen ba’zı câhillerin, bunlara inanmaması, bunların yok olmasını göstermez. Var olan şeylere yok demek kıymetsiz, boş söz olur.Peygamberlik makâmı, aklın üstündedir. Peygamberlerin doğru sözlerini, akla uydurmağa çalışmak, Peygamberliğe inanmamak, güvenmemek olur. Âhıret işlerinde, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, akla danışmadan tâbi’ olmak, uymak lâzımdır. Peygamberlik makâmı, aklın hudûdunun, çerçevesinin dışında, üstündedir. Akl, eremediği şeyleri, kendine uymıyor sanır. Akl, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymadıkca, yüksek derecelere çıkamaz, eremez. Uygun olmamak, ya’nî muhâlif olmak başkadır, erememek, anlıyamamak başkadır. Çünki uymamak, ancak anladıkdan sonra olabilir.