-
Cevap: islam tarihi
>>>
Hz. Peygamber (s.a.s)'e risalet görevinin verilmesinden önce araplar, danışmak ve onların fikirlerini almak amacıyla yahudi veya hristiyan olan birisine gider, ondan bazı bilgiler alırlardı. İslâm'ın ortaya çıkışı ve müslümanların Mekke şartlarında İslâm'ı yaşamaya çalışmalarından önce bütün ehl-i kitap yeni bir peygamberin geleceğini biliyor ve onu bekliyorlardı. Hattâ Peygamberimizin amcası Ebu Talip'le yaptığı Şam ticaretinde Rahip Bahira'*nın Ebu Talip'e "O çocuğa dikkat edip üzerine titremesini" öğütlemesini buna delil gösterirler.
Daha Akabe bey'atlarından önce yahudiler, Medine araplarına bir nebinin geleceği ve bu nebiye kendilerinin uyacağını ve böylece Medinelilere karşı üstün bir duruma geçeceklerini söyleyip onları korkuturlardı. Bundan haberdar olan Medineliler Akabe'de Peygamberimiz'e bey'at ederek yahudilerden önce davranmışlardır. Yahudiler Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap olarak Kur'anı getiren Hz. Peygamber'e "saldırmak, hased etmek ve kin gütmekten dolayı düşmanlık yapmaya başladılar. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlünü araplardan seçmişti. Yahudi alimleri, Rasûlüllah'ın zor durumda kalması için çalışırlar, onu olmadık yalanlarla şaşırtmak isterler ve hakkı batıla çevirirlerdi" (İbn Hişam, İslâm Tarihi, Terc. Hasan Ege, İstanbul 1985, I. s. 282; II. s. 187). Çünkü onlar yeni bir peygamberin kendi kavimlerinden çıkacağını ümid ediyorlardı. Gururları yüzünden yalanlayanlardan oldular.
Yahudilerin, Allah'tan gelen peygamber ve kitabını daha önceden bildikleri de bir gerçektir. Fakat bu peygamber ve kitap gelince tavırlarını değiştirdiler. Bu hususta en güvenilir rivayet Ümmül Mü'minin Hz. Safiyye'nindir. Hz. Safiyye'den rivayete göre Hz. Muhammed (s.a.s), Medine'yi şereflendirince babası ve amcası beraberce kendisiyle görüşmeye gittiler ve kendisiyle uzun müddet sohbet ettiler. Babası ve amcası eve dönünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Amca: Bu, gerçekten kitaplarımızda haber verilen peygamber midir?
Baba: Evet, vallahi o aynı peygamberdir.
Amca: Sen buna inanıyor musun?
Baba: Evet.
Amca: O halde, ne yapmak istiyorsun?
Baba: Vallahi, ben yaşadığım müddetçe ona muhalefet edeceğim (İbn Hişam, II. s. 165). Yahudilerin bu peygamberi bekledikleri fakat ona tabi olup onun yolundan gitmek için değil de doğar doğmaz ona bir suikast tertipleyip öldürmek için beklediklerine dair bir takım rivayetler de nakledilir (bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, l. s. 595; İbn Hişam, age, s.116, İbn Sad, Tabakat, 1/1, s.21)
Hz. Peygamber ve müslümanların Medineye hicreti sırasında yahudiler şehrin yarısına hâkim durumdaydılar. Bu hâkimiyet gerek ilmî seviyedeki Bilim Evi (Beytul-Midras), gerekse Nadiroğullarının elinde bulunan hazineler (Kenz) yoluyla her yönden görülen bir gerçeklikti. Buna rağmen yahudiler kendi aralarında sürtüşme halinde idiler. Bu durum onları bazı arap kabileleriyle ittifak yapmaya itmiştir. Bundan dolayı da Nadiroğullarının Evs kabilesinin hakimiyeti altında bulunduğu zikredilmelidir.
Hz. Peygamber tarafından yürürlüğe konulan Medine-şehir-devleti anayasasında dokuz yahudi kabilesinden bahsedilir. Burada yahudilerle karşılıklı haklar ele alınmış ve Medine'yi birlikte savunma kararlaştırılmış; onlardan Hz. Peygamber izin vermeden askeri bir harekete girişmeyeceği ve Medine'ye bir saldırı sözkonusu olduğunda şehrin birlikte savunulacağı sözü alınmıştı (Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s. 34 vd.). Yine araştırmalara göre bu anayasa dünyanın ilk anayasasıdır. Elli iki maddeden oluşan mezkur anayasada 23-35 ve 46. maddeler yahudilerle ilgili olup bu maddeler ayrıca kendi işlerinde alt bölümlere ayrılmıştır (bk. Muhammed Hamidullah, a.g.e., l. s. 211 vd.). Fakat yahudiler tarihen sabit olduğu gibi antlaşmalarına sadık olmadılar. Bu antlaşmaya katılmaktaki gayeleri, kendilerine başka bir yol bulana kadar zaman kazanmaktı. Daha ilk anda bu yeni dinin onların senelerdir övündükleri bir üstünlüklerini ellerinden alacağını hissetmişlerdi.
İslâm'ın Medine'de devletini kurduktan sonra tarihte benzeri görülmemiş tür şekilde yayılma göstererek bölgeyi hakimiyetine alması, müslüman olmayan diğer kabileleri olduğu gibi yahudileri de telâşa düşürdü. Zira onlar İslâm'ın yayılışını geçici görüyorlardı. Bu amaçla Kureyş müşrikleriyle yaptıkları bir çok antlaşmada askerî yönden Kureyş müşrikleri, fikri yönden de yahudiler İslâm'a karşı koyacaklarını taahhüt etmişlerdir. Ancak yahudilerin giriştiği bu tür bir yol bir fayda vermedi. Hattâ İslâm'ın son tevhid dini olduğunu öğrenen bazı yahudiler de müslüman oluyorlardı. Yahudilerin önde gelen âlimlerinden Abdullah b. Selâm bunlar arasındaydı. Bundan sonra yahudiler için tek çıkar yol, İslâm'ı kılıç zoruyla sindirmek, yayılmasını önleyerek ortadan kaldırmaktı.
Bedir savaşında müslümanların üstün gelmesi bütün yahudileri olduğu gibi Nadiroğullarını da kızdırmıştı. Bu savaş onların kinlerini açığa vurmalarını sağladı. Öncelikle Kaynukaoğulları, müslümanlara karşı işledikleri hareketlerden dolayı şehir dışına sürüldüler (bk. Kaynukaoğulları maddesi).
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
Yahudi şair Ka'b b. Eşref yalan teşvikleri ile Mekke müşriklerini yeni bir savaşa sokmaya çalışıyordu. Bunu öğrenen müslümanlar, aralarında Ka'b'ın süt kardeşinin de bulunduğu bir grup olmak üzere Ka'b b. Eşref'i öldürmüş; bu olay üzerine Nadiroğulları Hz. Peygamber (s.a.s) ile bir ittifak antlaşması imzalamışlardı. Ancak bu barış dönemi fazla sürmemiş; Nadiroğullarının diğer müttefiki Benû Amr kabilesinden müslüman olan Amr h. Umeyye iki kişiyi öldürmüştü. Olay şöyle cereyan etti: Necid halkını İslâma davet için Rasûlüllah tarafından gönderilen bütün müslümanları öldüren Amr b. Tufeyl ve Necidlilerin elinden kurtulan tek kişi olan Amr b. Umeyye, Kilâhoğulları kabilesinden iki adamla karşılaştı. Resûlullah onlarla antlaşma yapmıştı. Fakat Amr bunu bilmiyordu. kendisini öldürürler diye korktuğundan, dalgınlıklarından yararlanarak onları öldürdü. Resûlullah da onların diyetini üstlendi. Diyetin ödenmesi müslümanlara ağır geldi. Ödeyemez duruma düştüler. Hz. Peygamber de yahudilerle yaptığı anlaşmaya dayanarak Nadiroğullarından diyet ödeme işine katılmalarını istedi. Nadiroğulları bu teklifi düşüneceklerini söyledi ve mühlet istediler. Ancak kendi aralarında yaptıkları görüşmede Hz. Muhammed'i suikastla öldürmeyi planladılar. Onların yanına giden ve görüşmelerinin sonuçlanmasını bekleyen Resûlullaha, Amr b. Guhâş adlı yahudinin kendisine suikast yapacağı bildirildi.
Bu çirkin olaydan sonra "Ey iman edenler Allahın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir kavim size el uzatmaya kalkışır da, Allah onların ellerini üzerinizden çekmişti” (el-Maide, 5/11) âyeti nazil olmuştur (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 626 vd).
Kaynaklarda anlatılan diğer bir görüşe göre ise; Bedir savaşından sonra Mekke putperestleri, Nadiroğullarına gönderdiği bir mektupla onları Rasûlüllah ile çatışma haline getirmeye kışkırtmışlardı. Diğer taraftan Medine'den çıkarılan Benû Kaynuka yahudilerinin bu hali, zamanla sayıları artan Nadiroğulları (Benü Nadir) yahudilerinin müslümanlara dair birtakım endişeler taşımasına sebep oldu. Bu şart ve durumlar karşısında onlar, hıyânet dolu bir komplonun içine sürüklenmiş oldular. Bir gün Resûlullaha bir haberci göndererek, "Üç müslümanı da yanına alıp gel. Bizden seçilecek Üç alimle karşılaşıp görüş; şayet (bizimkiler size) inanıp kanacak olurlarsa biz de hep birden senin yoluna gireriz" deyip Resûlullah'ı aralarına davet ettiler. Bu üç yahudi (elbiseleri altına) hançerler saklamışlardı. Ancak Benû Nadir (Nadiroğulları) yahudileri arasından bir kadın müslüman Ensâr zümresi arasında oturan erkek kardeşine, Nadirlilerin kalkıştığı bu suikast işini anlatmış ve bu erkek kardeş de Resûlullah Nadirlilerin mahallesine henüz varmadan haberi kendisine yetiştirebilmişti. Bunun üzerine Resûlullah yoldan geri dönmüş ve fakat ertesi sabah erkenden askeri kuvvetlerin başında olduğu halde Nadirlilerin karşısına çıkmış ve gün boyu onların oturdukları mahalleyi kuşatma altında tutmuştu (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 626-28).
Resûlullaha karşı teşebbüs edilen bu tür suikastlar müslümanlara, Nadiroğullarının artık aralarında yeri olmadığı kanaatini verdi. Bu arada Kureyş müşriklerinin müslümanlara karşı bir hazırlık içerisinde bulunduğu duyuldu. Müslümanlar, içeride bulunan ve müşriklerle her an ittifak kurabilecek bir düşmandan emin olmazlarsa durumun daha da vahim sonuçlar doğurabileceğini biliyorlardı. Bunun işin öncelikle yapılması gereken şey, Medinedeki Nadiroğullarını zararsız bir duruma getirmekti.
Hz.Peygamber, Nadiroğullarına yaptığı ilk kuşatmadan hemen sonra Kureyzaoğullarına yaptığı kuşatmayı bırakıp onlarla antlaşma yoluna gidince, vakit kaybetmeksizin tekrar Nadiroğulları üzerine yürüyerek onların eşlerini ve kalelerini kuşatmıştır. Yahudiler müslümanlara karşı bir güçle çıkamadılar. Bu kuşatmada her iki taraftan herhangi bir ölüm olayına rastlanmaz. Kuşatma sonunda yahudiler İslama davet edilmiş, kabul edenler affedilerek serbest bırakılmış, reddedenler ise silahları dışında, diğer bütün menkul mallarını alarak Medine dışına çıkmalarına izin verilmiştir. Bunlardan bir kısmı Filistin'deki Ezri'at şehrine, diğerleri ise Hayber bölgesine yerleştiler (Buhârî, Meğazi, 14, 32; Müslim, Siyer, 20, Cihad, 20; Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 628).
Medine'den sürülmeleri sırasında Benû Nadirler değerli sayılan eşya ve mücevheratlarının yanı sıra beraberlerinde götürmek üzere evlerinin kapılarına varıncaya kadar herşeyi söküp aldılar. Sürülenler, arkalarında çalgıcı ve şarkıcıların kopardığı bir şamata olduğu halde altıyüz develik bir kervan oluşturarak yola çıktılar.
Nadiroğullarının Medine'den sürülmelerinden bir yıl sonra beş kişilik bir heyet, Hicri 5. yılda Medine'nin kuşatılmasına girişecek ve Hendek savaşını çıkaracak olan büyük saldırı ittifakını organize etmiştir (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 629; Ayrıca bk. Kaynukaoğulları, Kureyzaoğulları, Yahudi mad.).
İSLAM TARİHİ
-
Cevap: islam tarihi
KURAYZAOĞULLARI VE ONLARLA SAVAŞ
Kurayzaoğullari Medine'de yaşamış bir Yahudi kabilesidir.
Resûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicret ettiği zaman Yahudiler, küçük nüfus toplulukları halinde Suriye'den güneyde Yemen ve Umman bölgelerine kadar yerleşik halde yaşıyorlardı. Fakat onların en kuvvetli oldukları yer Hayber bölgesiydi. Aynı insan kitlesi Medine (Yesrib)'de de mevcuttu. Ancak anlaşıldığına göre bunlar, daha ziyade bir göz yumma ve müsamaha sayesinde buralarda barınmaktaydılar. Zira Hz. Peygamber'in Medine'de yürürlüğe koyduğu anayasada, insan unsurunu tayin ve tesbit eden maddeler, Yahudileri, meydana gelen konfederasyonun müstakil ve otonom kabile toplulukları değil, Evs veya Hazrec gibi çeşitli Arap kabilelerine mensup, onların himayesine sığınmış insan toplulukları olarak tavsif edip göstermektedir (M. Hamidullah, Rasûlüllah Muhammed, Terc. Salih Tuğ, İstanbul 1973 s.174; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd.).
Bunlar üç ana kümeden ibarettiler: Kaynukalılar, Nadîrliler ve Kurayzalılar. Fakat bunların arasında kan davaları bulunduğundan, ayrıca kendi dost ve müttefikleri arasında da bölünmüşlerdi. Bunlardan Kaynukaoğulları Hazrec'in müttefiki, Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları ise Evs'in müttefiki idiler (İbn Hişam, es-Sıretü'n-Nebeviyye, Nesr. M.es-Sekâ, İ.el-Ebyârî, A.eş-Şiblı, Mısır 1375/ 1955, l, 540).
Evslilerle Hazrecliler arasında savaş olduğu zaman, Kaynukaoğulları, Hazrecle; Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları, Evsle beraber çıkar ve her grup, kardeşlerine karşı, kendi müttefiklerine yardım ederler ve karşılıklı olarak birbirlerinin kanlarını dökerlerdi. Halbuki Tevrat ellerindeydi ve içinde (gerek lehlerinde gerekse aleyhlerinde) ne yazılı olduğunu biliyorlardı. Evs ve Hazrec ise müşriktiler; putlara tapıyorlar, ne Cennet ne Cehennem, ne ölümden sonra dirilme, ne kıyamet, ne kitab, ne helal ne de haram tanıyorlardı (İbn Hişam, a.g.e., II, 540).
Savaş sona erince, biribirlerinden aldıkları esirleri, gûya Tevrat'a uyarak fidye karşılığında serbest bırakıyorlardı. Kaynukalılar; Evslilerin elinde olan esirlerini, fidye vererek serbest bıraktırdıkları gibi, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları da, Hazreclilerin elinde bulunan esirlerini fidye ödeyerek bıraktırırlardı. Müşriklere yardım etmek için döktükleri kanlara ve aralarında öldürülenlere karşılık kısas uygulamazlardı. Cenab-ı Allah, bu tutumlarından dolayı onları şöyle azarlamaktadır:
"Bir zaman sonra siz, o kimseler oldunuz ki, artık birbirinizi öldürmeye aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarmaya, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşmeye başladınız. Eğer onlar size esir olarak getirilirlerse onlar (fidye karşılığında) esirlikten çıkarmak size haram kılınmışken, esir mübadelesi yapıyordunuz" (el-Bakara, 2/85).
Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında genel bir antlaşma ve mukavele yapmıştı. Bu mukavele hükümleri arasında; Yahudilerin de Mü'minlerle bir topluluk teşkil ettikleri kabul olunmakta, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izni olmadıkça kendilerinin herhangi bir askerî harekâtta bulunamayacakları, ne Kureyşlileri ne de onlara yardım edenleri hiçbir şekilde korumayacakları, Medine'ye bir saldırı olduğunda elbirliğiyle müdafaada bulunacakları hükmü yer almakta, bu sırada Medine'de yaşayan Kurayzaoğulları da aynı hükme dahil edilmekteydi.
Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları, aynı müşrik kabîlenin müttefikleri oldukları halde, Nadîroğulları Yahudileri kendilerini, soydaşları Kurayzadan üstün tutarlardı. Bir Kurayzalı, Nadîrden birini öldürecek olsa tam diyet ödemeye mecbur tutulduğu halde; bir Nadûli Kurayzadan birini öldürdüğünde yarım diyet öderdi. Böyle bir dönemde Nadîroğullarından biri bir Kurayzalıyı öldürmüş her iki taraf Peygamberimize müracaat ederek aralarında hüküm vermesini istemişlerdi. Aşağıdaki âyet bunun iizerine nâzil olmuştur:
"Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, istersen onlardan yüz çevir (kendi hallerine bırak). Onlardan yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Şayet aralarında hükmedersen adaletle hükmet" (el-Mâide, 5/42).
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), her iki cemaatı eşit muameleye tabi tutmak suretiyle aradaki imtiyazı kaldırmış, Kurayzalıları, Nadîrlilerin seviyesine yükseltmiştir (İbn Hişam, a.g.e., II, 566).
Ne var ki, Kurayzaoğulları nankörlük ederek, Rasûlüllah ile olan muahadeyi bozan ve O'na karşı savaşa kalkışan Nadîrlilere katıldılar. Peygamberimiz, Nadîroğulları Yahudilerini muhasara ederek yurtlarından sürüp çıkardığı halde Kurayzaoğulları Yahudilerini affetti. Yeni bir muahede ile onları yerlerinde bıraktı (Buhârî, Meğâzî, 14; Müslim, Cihad ve Siyer, 20).
Buna rağmen Kurayzaoğulları Yahudileri sinsi düşmanlıklarını sürdürmüşler; Hendek kuşatması sırasında Nadîroğullarına ait casuslar, onları müşriklerle işbirliği yapmaya tahrik ve teşvik etmiş, onlar da bu propagandaya kapılarak şehrin savunma planlarını boşa çıkaracak şekilde içerden harekete geçmişlerdi. Fakat Cenab-ı Allah, kâfirlerin tuzağını boşa çıkarmış, Müslümanları bunların şerrinden korumuştu (el-Vakidî, el-Meğâzî, Kahire 1367/1948, s.290).
İslâm düşmanları, Hendek muhasarasını kaldırıp gidince Resûlullah (s.a.s), evine gelerek silahlarını çıkarıp yerine koymuş ve yıkanmıştı. Bu arada Cibrîl (a.s.) Peygamber (s.a.s)'e geldi ve:
"Sen silahını çıkarmışsın! Vallahi biz melekler henüz silahlarımızı çıkarmadık. Haydi onlara doğru yola çık ! " dedi. Peygamber: "Nereye?" diye sorunca; Cibrîl, Kurayzaoğulları yurdunu işaret ederek: "İşte şuraya" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s), Kurayzaoğullarına doğru hareket etti (Buhârı, Meğâzî, 32).
Enes İbn Malik der ki; "Resûlullah (s.a.s) Kurayzaoğullarına sefer ettiğinde, Cibril'in melek alayının Ganmaoğulları sokağından geçtikleri sırada yükselen tozunu bugün bile hâla görür gibiyim" (Buhârî, Meğazî, 32; İbn Sa'd, Tabakât, II, 76).
Hz. Peygamber (s.a.s), ordusuyla Kurayzaoğulları yurduna varıp onları kuşatma altına aldı. Kuşatma yirmi beş gece sürdü. Kurayzaoğulları muhasaranın gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden dolayı büyük bir sıkıntıya düştüler; teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar. Resûlullah (s.a.s)'e, kendileri hakkında hüküm vermek ve onun vereceği hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayinini istediler. Peygamber de; "Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seciniz" dedi. Bunun üzerine Sa'd İbn Muaz'ı hakem seçtiler (İbn Hişam, a.g.e., III, 239; Buhârî, Cihad, 32; Taberî, Tarih, Nşr. Muhammed Ebu'l-Fadı İbrahim, Beyrut II, 592).
Resûlullah (s.a.s), bunlar hakkında hüküm vermesini Sa'd İbn Muâz'a havale etti. Sa'd da:
"Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların savaşanları öldürülsün, kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim olunsun" dedi (Buhârî, Cihâd, 32; Taberî, a.g.e., II, 592).
Hz. Peygamber (s.a.s), onları Medine'de bir evde hapsettikten sonra, hendekler kazdırmış ve eli silah tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını da müslümanlar arasında taksim etmiştir (İbn Hişam, a.g.e., III, 240, 244).
Cenab-ı Allah, bu hususu Kur'ân-ı Mubîninde şöyle dile getirir:
"Allah, Kitap ehlinden kâfirleri destekleyenleri kalelerinden indirmiş, kalblerine korku salmıştı; onların kimini öldürüyor kimini de esîr ediyordunuz" (el-Ahzâb, 33/26).
"Yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah her şeye kâdirdir" (el-Ahzâb, 33/27; Ayrıca İbn Hişam; a.g.e., III, 250; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3886).
İSLAM TARİHİ
-
Cevap: islam tarihi
HUDEYBİYE BARIŞI
Hz. Peygamber ve ashabının Kabe'yi ziyaret maksadıyla Mekke'ye gitmek istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan olaylardan sonra müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşma. Allah Rasûlü'nün hicretinin üzerinden mücadeleler ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti. Hem muhacirler, hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı.
Allah'ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında bütün ashabın özlemlerine beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü. Rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu. Rasûlullah'ın ashaba anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine'ye.
Hz. Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe'yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hattâ İslam'ı kabul etmeyen kabileleri bile kendileriyle birlikte hac yapmaya çağırdı.
Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü (13 Mart 628) bin dörtyüz kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti. Niyetinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka savaş silahı almamışlardı. Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve Umre için niyet ettiler. Yanlarında Mekke'de kurban edilmek üzere sabin alman yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu belli olacak biçimde nişanlanmıştı.
Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed'in hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun, Rasûlullah'ın Mekke'ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar. Rasûlullah'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak üzere de Halid bin Velid komutasında ikiyüz atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler.
Bu arada Hz. Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti. Devesi burada kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı. Bunun üzerine çeşitli fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Rasûlü,"Filin Mekke'ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti" diyerek herkesin inmesini emretti.
Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumu anlama ve umreyi gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz. Osman (r.a)'ı Mekke'ye gönderdi. Hz. Osman (r.a) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı. Zira müşrikler, müslümanların Mekke'ye girişini kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı. Bundan dolayı umre hiç mümkün gözükmüyordu.
Bu arada Hz. Osman (r.a)'nın tutuklandığı ve öldürüldüğü haberi yayıldı. Bu haber üzerine peygamber Efendimiz, bütün mü'minlerden "ölüm" üzere bey'at aldı. Ashab-ı Kirâm'ın ölüm için yarışırcasına bey'at etmelerini müşriklerin casusları da görüyorlardı. Bu durumu süratli bir şekilde Mekke'ye bildirdiler.
Sahabenin bey'atını bildiren âyet-i kerime'de şöyle buyurulur:
"Sana bey'at edenler gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir" (el-Feth, 48/10)
ve
"Allah şu mü'minlerden razı olmuştur ki, onlar ağacın altında sana bey'at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir" (el-Fetih, 48/18-19)
âyetleri bu olayı anlatmakta ve Cenab-ı Hakk'ın biat edenlerden razı olduğunu bildirmektedir. Bu âyetlerden dolayı, bu beyata, razılık biatı anlamında "Biatü'r-Rıdvân" ve Hz. Peygamberin altında oturduğu ağaca da razılık ağacı anlamında "Şeceretü'r-Rıdvân" adı verilmiştir. Kısa bir aradan sonra Hz. Osman (r.a)'la ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştır.
Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu. Müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise "Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Kâbe'yi ziyarettir, Umre yapmaktır. Kureyşliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım" diyerek barış öneriyordu.
Allah Rasûlü'nün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar. Amr oğlu Süheyl'i kendileri adına bir anlaşma yapmak üzere gönderdiler.
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını tesbit ettiler. Buna göre;
1-Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı .
2- Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı.
3- Mekke'den birisi müslüman olarak Medine'ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti.
4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı.
Hudeybiye andlaşmasının bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhine idi. Bu nedenle müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu andlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler.
"Sen Allah'ın Rasûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?"
diyen Hz. Ömer'in sözleri, müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilişinden başka bir şey değildi. Fakat şüphesiz Allah ve Rasulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi.
Allah Rasûlünün kurbanlarını kesip başlarını tıraş etmeleri isteği yankısız kaldı. Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi. Sonra mü'minlerin annesi Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve tıraş oldu. Bunun üzerine bütün müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını kesip tıraş oldular.
Hudeybiye'de ondokuz gün kalındıktan sonra Medine'ye doğru yola çıkıldı. Yolda, "Biz sana apaçık bir fetih verdik. Bununla Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak ve sana olan nimetini tamamlayacak ve seni doğru bir yola iletecek. Allah sana şanlı bir zafer verecek" (el-Fetih, 48/1,2) âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi nazil oldu.
Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir "Feth-i Mübin" (apaçık bir fetih) olarak niteliyordu. Gerçekten de bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı. Hudeybiye'yi Hayber gibi, Mekke'nin fethi gibi zaferler izledi.
Hudeybiye andlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi hiç kuşkusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta müslümanları kökten yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı. İşte bu andlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı. Bu durum İslam'ın kabileler arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu.
Andlaşmadan önce müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki yoktu. Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslam'ı rahatça tebliğ etme imkanına kavuştu. Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında İslam'ı kabul edenler hızla arttı. Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, Hudeybiye'den önceki ondokuz yıl boyunca müslüman olanların iki katına ulaşmıştı.
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
Andlaşma maddelerinden müslümanları en çok üzenlerden birisi, Mekke'den kaçan müslümanların iade edilmesi hakkındaki madde idi. Daha andlaşma imzalanır imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in, "Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere uğramıştım. Beni tekrar aynı işkencelere atmak mı istiyorsunuz? Beni yine müşriklere mi teslim edeceksiniz?" çığlıklarına rağmen antlaşma gereğince Kureyş adına andlaşmayı yapan müşrik Amr oğlu Süheyl'e teslim edilmesi, müslümanları gözyaşları içinde bırakmıştı .
Süheyl b. Amr, oğlu Ebû Cendel'i çeke çeke Kureyşlilerin yanına götürdü. Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar (Vâkıdî, Meğâzı, ll, 608'den naklen Asım Köksal, İslâm Tarihi, Vl, 204). Hz. Muhammed (s.a.s), Ebû Cendel'i şu sözleriyle teselli ediyordu: "Ey Ebû Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış yazısı tamamlandı. Sen biraz sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile. şüphesiz Allah, senin ve senin yanında bulunan zayıf mü'minler için bir genişlik ve çıkar yol ihsan edecektir. Biz onlara Allah'ın ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler. Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz" (Asım Köksal, a.g.e, Vl, 204). Hz. Ömer, bu geri çevirmenin dış görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti. Mekke'ye girip, Beytullah'ı ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye Andlaşması gibi aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı .
Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen müslümanlar Mekke Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üçyüze ulaşan müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş'in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Kureyş müşrikleri bu durum karşısında müslümanları Mekke'de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini, gerçekten iman etmiş bir mü'mini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar ve ilgili maddenin andlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselam isteklerini kabul ederek İs'teki müslümanları Medine'ye çağırdı.
Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine müslümanlara zafer kapılarını açan bir "feth-i mübin" olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
İSLAM TARİHİ
-
Cevap: islam tarihi
HAYBER GAZVESİ
Hz. Peygamber'in hicretin 7. yılında fethettiği, Şam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 150 km. kuzeyinde Yahûdilerin oturduğu bir yerleşim merkezi. Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burası aynı zamanda hurma ve tahıl merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardır. Bunlar Nâim, Kamûs, Şık, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (İbn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz. Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karşı müşriklerle ittifak halinde olmaları ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasından dolayı Hudeybiye musalahasından sonra Hayber'i fethetmek üze re hazırlıklara başladı (Vakıdî, Kitabü'l Meğazî, II, 441-442, İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada rağbet edenlerin katılmasını emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yı vekil bıraktı. Eşi Ümmü Seleme'yi yanına alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çıkarken; "Biz buranın hayrını isteriz" buyurmuştur. Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasına karargahım kurdu. Sabaha kadar burada bekledi (İbn Hişâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlıların Hayber'e yardımını engellemek için burada konaklamış bulunuyordu. Hayberliler sabaha kadar, müslümanların gelişinden haberdar olmamışlardı. Sabahleyin kalelerinin kapısını açtıklarında; "Muhammed gelmiş ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes günleri olduğu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (İbn Sa'd, et-Tabakat, II,106). Müslümanların bu muharebede beyaz renkli sancağını da Hz. Ali taşıyordu. Bu gazvede müslümanların kullandıkları parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'ın galip kıldığı müslüman asker öldür öldür' idi (İbn Sa ıt, II,106, İbn Hişâm, III, 347).
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile başladı. Burada Mahmûd b. Mesleme atılan taşla şehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra, Vatîh, Sülâlim, Şık, Netah ve Ketîba kaleleri alındı. Bu kalelerin ele geçirilmesinde şiddetli çarpışmalar oldu. Müslümanlardan yirmi beş kişi şehid olurken, Yahûdilerin kaybı doksan üç kişi oldu. Hayber'in ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardeşi öldürüldü (İbn Sa'd, II, 107).
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldılar. Ancak Hayber halkı esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah da bunu kâbul etti. Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'ın kızı Safiyye de esirler arasında idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin yanına dönmeyi teklif ettiği halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e eş olmayı tercih etti. Hz. Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile evlenmişti. İlk gece, gördüğü bir rüyayı Kinâne'ye anlatmış O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmuştu da, gözü morarmıştı. Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendiği zaman hâlâ bu morluğun izi vardı. Nitekim Rasûlullah'ın bunu sorması üzerine eşi de bu hadiseyi ona anlatmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldı, ancak yutmadan koyunun zehirli olduğunu bildirdi. Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve şöyle dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eğer hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz." Ancak Bişr b. Berâ bundan aldığı lokma ile zehirlenerek vefat etti. Bunun üzerine kadın Bişr'e kısas olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastalığında dahi Hayber'de aldığı bu lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 222).
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarının korunması, çoluk ve çocuklarının serbest bırakılması şartıyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve topraklarını, altın ve gümüşlerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarını teslim etmeyi, hiç bir şey saklamayacaklarını kabul etmek şartıyla Hz. Peygamber ile sulh andlaşması yaptılar. Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabı arasında taksim etmişlerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz toprağı işlemeyi ve hurma yetiştirmeyi biliriz, bizi yerimizde bırak" demeleri üzerine Hz. Peygamber, onları kendi mülklerinde yarıcı olarak çalışmalarına ve orada kalmalarına izin vermiştir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocukları bağışlanmış, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrılması suretiyle onlara bırakılmıştı. Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksızın teslim edilecekti. İşte Kinâne b. Rabi' bu andlaşma hükümlerine uymadığı, iâdesi gereken malları sakladığı ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep olduğu için öldürülmüştür (İbn Hişâm III, 351). Ayrıca yapılan bu andlaşmaya göre Rasûlullah onları Hayber'den istediği zaman çıkaracaktı (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).
Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanına kadar belirlenen usûl ile yancı olarak orada kalmaya devam ettiler. Bu arazilerin gelirlerin toplamak işi ile, Hz. Abdullah b. Ravâha görevlendirilmişti. Ancak Hz. Ömer zamanında aralarında zinânın çoğalması, müslümanlara kârşı iyi davranmamaları, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a suikast girişiminde bulunmaları ve müslümanların Hayber toprağını işletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Şam'a sürülmüşlerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad.) Yahûdilerin Hayber'den çıkarılmalarına Rasûlullah'ın "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacağına dâir" hadisinin de sebep olduğu rivayet edilmektedir (İmâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; İbn Hanbel, Müsned VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çıkardıktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'ın taksim ettiği ashaba ve ailelerine dağıtmıştır.
İSLAM TARİHİ
-
Cevap: islam tarihi
HAZRETİ PEYGAMBERİN ELÇİLERİ
Hudeybiyeden dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilen son peygamber Hazreti peygamber tarafından , islam dinine davet için etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere , Hicretin Yedinci senesi Muharrem ayında altı tane mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre itimat ettiklerinden, gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine ”Muhammed Rasulullah” diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara bastırıldı.Her Mektubu götürmek icin birer elçi seçildi ve gönderildi.
Necaşi, Yani Habeş Sultanı Bahr oğlu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi
Necaşi Amr bin Umeyye ye layık olduğu ikrami yapmış ve gereken hürmeti göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmustur.
Rum Kayseri de Hazreti Muhamme,din (s.a.v) Mektubunu saygılı bir şekilde eline alıp yüzüne sürmüş ve Dihye `ye pek çok hürmet edip bir çok hediyeler vermiştir.
Çünkü Rum Kayseri ile iran Kisrası arasında bir süredir sert çarpışmalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriyeyi almış ve bütün Arabistanı benimsemişti. iranlılar Müşrik olduğundan, bütün Ehl-i Kitabın düşmanı idiler. Rumlar ise Ehli Kitab olan Hiristiyan dininde bulunuyorlardı.iranlıların Rumlara üstün gelmesinden dolayı Kureyş Müşrikleri sevinmişler müslümanlar ise üzülmüşlerdi.
Yemame Hükümdari Hevze`ye Selit Amiri gönderilmişti. Hevze Mektubu alıp okuduğunda eğer Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demiş Peygamberimiz ise "Ya Rabbi sen onun hakkından gel " diyerek dua etti ve kısa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüştür.
Gassan Hükümdarına Şuca Esedı (r.a)gönderilmiş Gassan Hükümdarı Ebu Şimr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve ''İşte ben onun üzerıne ordu gönderiyorum ‘diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca ‘ Memleketi yok olsun’ diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris , küfür üzere ölerek cehennemi boylamıştı.
İran Kisrası Husrev Perhiz’e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev Perhiz Rasulullahın Mektubunu Hiddetlenerek yırtıp attı ve emrindekilere ‘’Şu hicaz tarafında peygamberlik davası güden adamı bana gönderin’’ diye emretmiş fakat çok kısa bir süre sonra oda oğlunun baskınına uğrayıp öbür dünyayı boylamıştır.
İSLAM TARİHİ
-
Cevap: islam tarihi
MUTE SAVAŞI
İslâm devletinin Medine'de kurulmasından sonra Müslümanlarla Rumlar arasında yapılan ilk savaş. Mûte, Şam bölgesine giren Belka yakınlarında bir yerin adıdır. Hz. Peygamber, Ashabtan Hâris b. Umeyr (r.a)'ı Busra (Havran) Emiri Şurahbil b. Amr el-Gassânî'ye İslâm'a davet mektubunu sunmak üzere yollamış, ama bu sahabi Gassanile tarafından şehid edilmişti. Halbuki; "elçiye zeval yoktur" anlayışı gereğince düşman ülkeler bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardı. Hz. Peygamber, ashabına çok düşkündü, onlardan birinin başına bir sıkıntı geldi mi ondan çok rahatsız olurdu. Bu sebeple ashabından birinin küstahça öldürülüşüne seyirci kalamazdı. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun kumandanı Zeyd b: Hârise idi. Şayet bu zât şehid düşerse yerine Cafer b. Ebi Talib, o da şehid düşerse Abdullah b. Revâha geçecekti. Düşman önce İslâm'a davet edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razı olmazsa İslâm elçisini öldüren bu cânilerle savaşılacaktı. Peygamberimiz (s.a.s) orduyu Seniyyetü'l-Veda'ya kadar yürüyüp uğurladı.
Halid b. Velid gibi yüksek askerî bir deha ve üstün strateji bilgisine sahip bir kimse de bu savaşa bir nefer olarak katılmıştır. H.8/M.629 yılında İslâm ordusu Medine'den çıkıp Mûte'ye ulaştığında karşılarında Bizans'ın desteğinde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir ordu bulmuşlardı. İslâm ordusunun kumandanları meseleyi tartıştılar; geri dönmek, Hz. Peygamber'e haberci yollamak hususlarını görüştüler. Ancak savaş görüşü ağır basmış ve iki ordu karşılaşmıştı. Zeyd. b. Hârise (r.a) şehit düşünce, sancağı, Cafer aldı Ca'fer'in sağ eli kesildi; bu sefer sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince sancağı yine bırakmadı; kesik iki elinin kalan kısımlarıyla sıkıştırarak göğsü arasında tuttu. Nihayet o da şehid düştü. Bundan sonra sevgili Peygamberimizin emrine uyularak sancağı, Sahabenin şâirlerinden Abdullah b. Revâha aldı; o da şiirler söyleyerek harbetti ve şehâdet şerbetini içti. İşte bu sırada askerde genel bir çöküntü doğmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin isteği üzerine Hâlid b. Velid kumandayı ve sancağı eline aldı. O gün akşama kadar savaş yapıldıktan sonra Halid, ertesi sabaha kadar sağ kanatta bulunan müslüman askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, arkadakileri öne ve öndekileri arkaya alarak yerlerinde değişiklik yaptı. Böylece düşmana yeni destek kuvvetleri geliyormuş izlenimini vermek istiyordu. Bir yandan da İslâm ordusunu kesin hezimete uğramaktan ve bütünüyle kılıçtan geçirilmekten korumak için yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Hatta ric'atten evvelki bir hücumunda Hâlid, düşmana bir hayli kayıp verdirmiş ve bol ganimet de elde etmişti. İşte bu şekilde İslâm ordusunu Medine'ye sağ-sağlim geri getirdi. Peygamber Efendimiz bu savaşı Medine'de, olduğu gibi görmüş ve her safhasını minberden müslümanlara anlatmıştı. Sıra ile kumandanların şehadetini anlattıktan sonra sıra Hâlid'e gelince "En sonunda sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı " buyurmuş ve bundan sonra Halid b. Velid'e "Seyfullah" lakabı verilmişti. Hâlid b. Velid diyor ki: "Mûte Savaşında elimde dokuz kılıç parçalandı." Bu ifadeden Mûte Savaşının ne kadar şiddetli geçtiğini anlıyoruz.
Bu savaşa katılmış bulunan Abdullah b. Ömer diyor ki: "Mute günü ben Ca'fer'i şehid edilmiş olarak gördüm. Onun vücudunda süngü ve kılıç darbesiyle elli yara saydım. Bu elli yaradan hiç biri arkasında değildi. "Bundan Ca'fer b. Ebu Talib'in ne kadar korkusuzca ve sanki arkasına hiç dönmeden düşmanla savaşmış olduğu anlaşılmaktadır. Ca'fer şehit olduktan sonra "Ca'fer-i Tayyar: Uçan Ca'fer" diye anılmıştır. Allah yolunda kesilen iki koluna karşılık Cenab-ı hak ona iki kanat ihsan etmiştir ki, bu; onun mânen yüce mertebelere eriştirildiğine işarettir denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), bütün ashabını ayırdetmeksizin çok severdi. Bu üç şehid kumandanı ve Habeşistan muhacirlerinden amcasının oğlu Ca'fer'i de çok severdi. Bir süre, şehitlerin ardından ağladı. Bu; sevgi, şefkat, merhametin eseri olan ağlamaktı, yoksa feryat değildi. Nitekim feryat tarzındaki ağlama haberleri kendisine ulaşınca böyle ağlamaktan müslümanları yasakladı. Peygamber Efendimiz şehitlerin ve bu arada amcasının oğlu Ca'fer'in ailesini de teselli etmişti.
İSLAM TARİHİ
-
Cevap: islam tarihi
MEKKENİN FETHİ
Hudeybiye andlaşmasına göre Huzaa kabilesi, Resulullaha,Bekiroğulları kabileside Kureyş kabilesi himayesine girmişdi.
Fakat Bekiroğulları kabilesi ansızın Kureyşlilerden Saffan bin Umeyye,İkrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin Amr, Huveytıb bin Abduluzza, Mükrez oğlu Hafz ve bir kısım kureyşli müşriklerle Huzaa kabilesi üzerine saldırmışlar ve onlardan 23 kişiyi öldürmüşlerdi.
Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr bin Salim Huzai 40 kişilik toplulukla peygamberimize geldiler ve olayı Resulullaha anlattılar. Resulullah Kureyşlilere, ya bu saldırıda öldürülen 23 kişinin diyetinin ödenmesini yada Kureyşlilerin Bekiroğullarının himayesini bırakmasını istedi.
Kureyşli Müşrikler bunları da kabul etmediler.Fakat yinede anlaşmayı bozdukları için içlerini korku bürüdü.
Ve tekrar anlaşma yapmaları için Ebu Süfyan-ı Medineye yolladılar.
Ebu Süfyan Peygamberimizden ve Sahabilerden Eman dilediysede kabul görmedi ve mekkeye eli boş olarak döndü.
Peygamberimiz büyük bir ordu hazırlayarak gizlice Mekke şehrini kuşattı. Aniden basılan Mekkeli Müşrikler neye uğradıklarını şaşırmışlar ve savaş hazırlığını bile yapamamışlardı.
On ikibin kişilik büyük islam ordusu hiç bir büyük olaya karışmadan kolayca Mekke şehrini fethetmişlerdir.
Hicretin sekizinci yılında Resulullah (s.a.s.)'e boyun eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı.
Allah Teâlâ'nın mübarek kıldığı, İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu.
Daha önce bağımsız bir şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da değişmişti.
Mekke, ihtiyaçlarını temin edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi.
Zira, İslâm devleti elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için Mekke'nin ihtiyaç duyduğu her şey İslâm devleti eliyle sağlanıyordu.
Ayrıca eski ticarî faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini yitirmişti.
Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu.
Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu.
Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanların kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir.
İSLAM TARİHİ
-
Cevap: islam tarihi
HUNEYN SAVAŞI
(Şevval, 8. H/630 M.)
Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müşrikleri arasında meydana gelen savaş.
Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den ayrıldığı zaman, nereye gideceğini açıklamamıştı. Rasûlüllah'ın Havazin kabilesi kendi üzerlerine gelebileceği endişesiyle savaş hazırlıkları yapmıştı. Müslümanlar Mekke üzerine yürüyüp orayı fethedince, Havazin kabilesi artık sıranın kendilerine geldiğini anladılar ve savaş hazırlıklarını tamamlayıp kendilerinin saldırmalarının daha uygun olacağını hesapladılar. Rasûlüllah bütün Arabistan'ı tevhid bayrağı altında birleştirmek kararında olduğu için, müslümanlarla müşriklerin er veya geç çatışmaları kaçınılmazdı.
Havazinliler; Taifli Sakifoğulları ve diğer müşrik Arap kabileleri ile ittifak kurarak kısa bir zaman içinde yirmibin kişilik bir ordu hazırlamışlardı. Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savaşın bir ölüm kalım savaşı olduğunun farkında idi. Askerlerinin bütün güçleriyle savaşmasını sağlamak için kabilesinin bütün çocuklarını, kadınlarını ve mallarını birlikte getirmişti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için top yekûn yok olma anlamı taşıyacağını herkese anlatmak istiyordu.
Rasûlüllah (s.a.s), müşrik kabilelerin bu ittifaklarını ve savaş hazırlıklarını haber alır almaz derhal savaş hazırlıklarına başladı. Hazırlıkları süratle tamamladıktan sonra 12.000 kişilik bir orduyla Mekke'den çıktı. İslâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden, beşbini müslüman olan Arap kabilelerinden, ikibini de Mekkelilerden oluşuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli müşrik de onlarla birlikte idi. Müşriklerin başlıca amacı, galibiyet halinde ganimetten pay almak ve müslümanların durumlarını görmekti.
İslâm ordusu muntazam bir yürüyüşle Huneyn civarına geldi. İslâm ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savaşa çıkması müslüman savaşçılar üzerinde son derece büyük bir etki uyandırdı. Hatta içlerinden bazıları işi kibir noktasına kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyeceğini düşündüler. Bunu Rasûlüllah'a açıkça söyleyenler bile oldu. Rasûl aleyhisselam bu sözlerden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa olsun, gurur ve ihmal yüzünden darma dağın olabilirdi. Müslümanları şimdiye kadar zafere ulaştıran sayıları ve kuvvetleri değil, Allah'a olan imanları ve Allah'ın yardımı idi. Bunu unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere neden olmuştu.
Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmişti. Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Tihame bölgesinde birçok inişli çıkışlı, dar geçitleri ve gizli yolları olan geniş bir vâdidir. Mâlik, vadinin doğal durumundan yararlanarak ordusunu pusuya yatırdı.
Rasûlüllah Huneyn civarına gelince bir yoklama yaparak İslâm ordusuna savaş düzeni aldırdı. Öğütler vererek çarpışmaya teşvik etti; sadakat ve bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek dayanırlarsa zafere ulaşacaklarını müjdeledi.
İslâm ordusunun öncü süvârî birliğinin kumandanı Halid b. Velid idi. Ordu Huneyn vadisine doğru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir şekilde, düşmanın pusu kurması ihtimalini hiç hesaplamaksızın düşmanın işgal ettiği tahmin edilen yere doğru ilerledi. Fakat hiç ummadıkları bir anda müthiş bir saldırıya uğradılar. Askerler ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu ani ve amansız saldırı, Halid b. Velid'in komuta ettiği Süleymoğulları atlıları arasında büyük bir bozguna yol açtı. Geriye dönüp hızla kaçmaya başladılar. Korku ve panik bir anda asıl ordu içinde de yayıldı. Ordu şaşkın bir vaziyette kaçışmaya başladı.
Yirmi yıldır çetin mücadelelerle elde edilen parlak sonuç, şimdi, bu sabahın alaca karanlığında bir anda sönüp gidecek miydi? Hayır. Allah, Rasûlünü bırakmaz, dünya yine şirkin karanlığına dönemez, tevhid dini sönmezdi. Ufuktan güneş doğmadan, sabahın alaca karanlığında, İslâm'ın güneşi batamazdı. Yalnız Allah'ın emir buyurduğu üzere sabretmek, dayanmak gerekiyordu.
Rasûlüllah da öyle yaptı. Yanında sadece Hz. Ali, Hz. Abbas, amcası Haris'in oğlu, Ebu Süfyan ve iki oğlu (ki birisi ilk anda şehid olmuştur) Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'ın azadlısı Ümmü Eymen'in oğlu) ve Üsame İbn Zeyd'den oluşan sekiz kişi kalmıştı. Buna rağmen büyük bir kahramanlık ve dayanaklılık örneği göstererek yanında kalan bir avuç müslümanla birlikte savaşa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (s.a.s)'e bir zarar gelmemesi için atının dizgininden tutmuş, çevrelerini saran düşmanı yarmaya çalışıyordu.
Bu arada, bazı Mekkeliler müslümanların dağılışını görünce, sevinç duygularını gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunanı dile getiriyorlardı. Çantasında taşıdığı fal oklarıyla savaşa gelen Ebu Süfyan b. Harb, "artık onların bu bozgunları denize varıncaya kadar sürer. Andolsun ki Havazinliler onları yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin sözde müslüman olan kardeşi Kelede, "Muhammed ile ashabının bozguna uğradıklarım müjdelerim; artık bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da öldürülen Kureyş'in sancaktarı Osman ibn Ebi Talha'nın oğlu Şeybe ise, "Bugün Muhammed'den intikam alıyorum" diye bağırıyor, fırsattan istifade ederek Rasûl aleyhisselâmı öldürmenin yollarım arıyordu.
Savaşın kargaşası içinde Rasûlüllah vadinin sağ tarafına doğru çekildi. Câbir'den yapılan bir rivâyete göre Rasûlüllah (s.a.s) kaçışan müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahım, Ben Muhammed b. Abdullah'ım" diye sesleniyordu. Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildiğine kaçışıyordu. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselâm yanındaki Hz. Abbas'tan müslümanları çağırmasını istedi. Hz. Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey Rıdvan ağacı altında bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır! Nereye gidiyorsunuz?" diye bağırmaya başladı. Bu çağrıyı duyanlar "lebbeyk" diyerek koşup Rasûlüllah'ın çevresinde toplanmaya başladılar.
Rasûlüllah (s.a.s), çevresinde toplanan müslümanları muntazam bir birlik haline getirerek düşmana karşı saldırıya geçti. Çarpışmanın olağanüstü bir şiddet kazandığı sırada "İşte ocak şimdi kızıştı" buyuran Rasûlüllah, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlattı.
Çarpışma şiddetle sürerken Hz. Ali büyük bir fedâkarlık ve teslimiyet örneği göstererek Havazin kabilesinin sancaktarını öldürmeye muvaffak oldu. Bu olay müslümanların savaş güç ve isteklerini bir kat daha artırdı. Savaş öylesine şiddet kazanmıştı ki, düşman bu kesin taarruza karşı koyamayarak hezimete uğradı ve kaçmaya başladı.
Allah'ın yardımı bir kere daha yetişmişti. Allah müslümanları sınamış, bir anlık gafletlerinin sonucunu onlara acı bir şekilde göstermişti. Bu savaştan sonra nazil olan bir âyette bu durum şöyle dile getirilmektedir: "Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanızı döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti" (et-Tevbe, 9/25).
Rasûlüllah (s.a.s) düşmanın kaçmaya başladığını görür görmez derhal takip edilmesini emir buyurdu. Düşman gayet şiddetli bir şekilde takip edilmeyle başlandı. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yanında az bir kuvvet olduğu halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini himaye etmeye çalıştı. Fakat ordu ile birlikte getirdiği kadın ve çocukları savunma başarısını gösteremedi.
Bu savaşta müslümanlar düşmandan çok sayıda esir ve ganimet elde ettiler. Savaşta öldürülmüş olanların miktarı sayıldığında İslâm ordusunun beş şehid, düşman ordusunun ise yetmiş kayıp verdiği anlaşıldı.
Düşman ordusu dağınık biçimde ve değişik yönlerde geri çekildiği için birçok kollara ayrıldı. Bir kısmı Mâlik bin Avf komutasında oldukları halde Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kısmı Batn-ı Nahle'ye, bir kısmı da Evtâs taraflarına gittiler.
Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanları izlemek üzere bir birlik görevlendirdi. Bu birlik düşmana Mekke'nin kuzey doğusunda bulunan Evtâs'a vardı. Aralarında son derece kanlı bir savaş oldu. Hatta savaş sırasında müslüman birliğin komutanı Ebu Amr şehid oldu. Fakat onun yerine geçen kardeşi Ebu Mûsâ el-Eş'arî düşman kesin bir yenilgiye uğrattı.
Rasûlüllah (s.a.s) bu zaferden son derece büyük bir memnunluk duydu. Elde edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savaşçılar arasında taksim etmek üzere bir sahabenin muhafazasına bırakan Taif` kalesine sığınan düşmanı takiben Taif'e doğru hareket etti. Huneyn savaşıyla Arap yarımadasının Şirkten temizlenmesi ve tevhidin hakim kılınması yolunda önemli bir adım daha atılmış oluyordu .
-
Cevap: islam tarihi
TEBÜK SEFERİ
Hz. Peygamber'in Hicretin dokuzuncu yılında, Şam'da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine'den Tebük'e kadar sevkettiği en son ve en güçlü askerî hareket.
Tebük arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam'ın ortasında bir yerin adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu savaş yolculuğunun son ucu burası olduğu için "Tebük Gazası" adı ile anılmıştır. Bu seferde savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu techiz edilmiş, böylece askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır.
Seferin nedeni: Bizans İmparatoru Heraklius'a bir mektup yazan Suriye'li hristiyanlar, Muhammed'in öldüğünü, müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları kendi dinine katmanın tam zamanı bulunduğunu bildirdiler (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 191). Bunun üzerine Heraklius silahlandırdığı kırk bin kişilik askeri bir gücü Kubad'ın komutası altında yola çıkardı. Cüzam, Lahm, Gassân ve Âmile adını taşıyan arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulaştı. Zaten Allah'ın elçisi kuzey sınırından güvende değildi. Böyle bir askerî harekât hazırlığını öğrenince genel seferberlik ilân etti. Allah'ın Resulu diğer gazvelerde genellikle seferin nereye olacağını gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir sefer düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sıcak ve kurak, düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması gerekiyordu. Mekke'den ve diğer arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çıkarılmıştı.
Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu yüzden seferin rastladığı zamana Kur'an-ı Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur'an dilinden alınarak "Gazvetü'l usre (zorluk gazâsı)" adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da "Ceyşü'l-usre (Güçlük ordusu)" denilmiştir (bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı, Ankara 1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkıdî, Meğâzî, III, 991).
Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, ürünün hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa isteksizlik vardı. Ashab-ı kiramın ağır davranması dikkati çekmişti. Bu yüzden Allah'u Teâlâ müminleri şöyle uyardı:
"Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda cihata çıkın, denildiğinde, bazılarınız ağırdan alarak, bulunduğunuz yerden kımıldamak istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti bırakıp, sadeœ dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçici zevki ahiret saadeti yanında pek az ve değersizdir" (et-Tevbe, 9/38). Devamı ayetlerde, eğer bu cihata çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karşılaşacakları, bunun zararının Allah'a değil kendilerine olacağı, Allah'ın Resulune yardım etmeseler bile, Allah'ın O'na yardım edeceğini, nitekim Mekke'den hicret ederken de Resulullah'a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına; "üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah'ın Resulune emniyet ve güven verdiği, şimdi de aynı yardımı yapabileceğini bildirdi (et-Tevbe, 9/39, 40).
İslâm toplumu şu ayetle topluca cihata çağrıldı: "Ey müminler! Güçlünüz zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır" (et-Tevbe, 9/41).
-
Cevap: islam tarihi
SAHABENİN ORDUYA YARDIMLARI:
Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve "Allahım! Sen şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde sana ibadet olunmaz" diyerek yalvarır ve müminleri mallarıyla ve canlarıyla cihata teşvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardım getirmeye başladılar.
Hz. Ömer bu sefere dörtbin dirhem gümüş para (beş dirhem yaklaşık bir koyun bedeli) getirmiş ve Hz. Peygamber'in "Geride ne bıraktın?" sorusuna "malımın yarısını" diye cevap vermiştir (İbn Esîr, Üsdü'l-Gâbe, III, 326-327; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, 2. baskı, İstanbul, t.y., IX, 156, 157).
Hz. Ebû Bekir de dörtbin dirhem getirince, Allah elçisinin "Aile fertleri için ne bıraktın?" sorusuna; "Onlara Allah ve Resulunü bıraktım" diye cevap verince, bunu işiten Hz. Ömer hayır yarışında Ebû Bekir'i geçemeyeceğini belirterek ağlamıştır (Vakıdî, Meğâzî, III, 991; İbnü'l-Esîr a.g.e., III, 327).
Abdurrahman b. Avf da sekizbin dirhem sermayesinin yarısını getirince Allah elçisi; "Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için ayırdığını da bereketlendirsin" (Vâkîdî, Meğâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, X, 197) diye dua etmiştir.
Hz. Osman ise ordunun techizinde en büyük yardımı yapmıştı. O, üçyüz deve, yüz at bağışlamış, ayrıca bin altın lirayı Resulullah'ın kucağına dökünce, Allah elçisi; "Ey Allah'ım! Ben Osman'dan râzıyım, sen de razı ol” diye dua etmiş ve Osman'ın bundan sonra olmuş olacak şeylerden bir sorumluluğunun bulunmayacağını bildirmiştir (bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 75; Vâkıdî, a.g.e., III, 991; İbn Ishak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 161). Ayrıca Hz. Osman'ın birer altın sarfı ile onbin askeri techiz ettiği, su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine kadar sağlanmadık ihtiyaçlarının bırakmadığı nakledilmiştir. (Vâkıdî, Megâzî, III, 991; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşraf, 1, 368).
Malî durumu zayıf olanlar da ellerinden gelen yardımı yapıyorlardı. Hz. Peygamber; "Kim bugün bir sadaka verirse sadakası kıyamet günü Allah katında onun lehine şahitlikte bulunacaktır" buyurunca, bir adam başına sardığı sarığı vermiş, siyah, hor görünüşlü bir yoksul da çok güzel bir deveyi bağışlayıp gitmişti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karşılığında sabaha kadar su çekmiş, bir ölçeğini ev ihtiyacı için ayırmış, bir ölçeğini de orduya bağışlamıştı. Hz. Peygamber onun için de hayır ve bereketle dua etti (Taberî, Tefsir, X, 194, 195).
Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise malı, mülkü, biniti olmadığı için cihata hiçbir katkısı olamayışından çok üzgündü. Gece namazından sonra Allah'a niyazda bulundu, imkânlarının olmayışından yakındı. Ertesi gün sıkılarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta'ı Hz. Peygamber'e getirdi. Bu da sadakalara karıştırıldı. Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve şöyle buyurdu: "Muhammed'in varlığı, kudreti elinde bulunan Allah 'a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların Divan'ına yazıldın" (İbn Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Mısır 1390/1970, III, 4; Vâkıdî, a.g.e., III, 994; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 500).
Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmuyorlardı. Ümmü Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatır: "Hz. Âîşe'nin evinde Resulullah (s.a.s)'ın önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak bir takım kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve savaşta işe yarayabilecek bir takım şeyler bulunuyordu" (Vâkıdî, Meğâzî, III, 991, 992).
Tebük Seferi ve Münafıklar:
Münafıklar müminleri başarıya götürebilecek her önemli işte olduğu gibi gerek Tebük gazvesi hazırlıkları ve gerekse yolculuk sırasında bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar.
Münafıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selül; "Muhammed Roma devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum" diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalışıyordu (Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberlerin Kıssaları ve Halifelerin Tarihleri, İstanbul 1977, I, 206).
Münafıklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadığı halde Tebük seferine katılmamak için Hz. Peygamber'den izin istediler. Allah'ın Resulu seksenden fazla münafığa izin verdi. Kimi münafıklar da ganimet almak için Tebük ordusuna katılmış ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmamışlardır (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, 160 vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkıdî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 9/66).
Orduya özürsüz katılmayan münafıklarla ilgili çeşitli ayetler indi. Bazıları şunlardır: "Onlardan bazısı peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düşmüşlerdir. Şüphesiz cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır" (et-Tevbe, 9/49). "Cihatdan geri kalanlar, Allah'ın Resulune muhalefet ederek oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat etmeyi hoş görmediler. "Bu sıcakta savaşa çıkmayın " dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır". Keşke bilseydiler. Yaptıklarının cezası olarak, artık az gülsünler çok ağlasınlar" (et-Tevbe, 9/81, 82; ayrıca bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 90, 93-96).
YAHUDI SÜVEYLIM 'IN EVININ YAKILMASI:
Münafıklardan bazı kişilerin Yahudi Süheylim'in Casum mevkiindeki evinde toplanıp, Tebük gazasına çıkacak halkı Hz. Peygamber'in etrafından dağıtmak üzere toplandıkları haber alındı.
Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'ı (ö. 36/656) bazı sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini ateşe vererek üzerlerine yıkmasını emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damından atlayınca ayağı kırıldı. İbn Übeyrık ve arkadaşları ise damdan atlayıp kaçtılar (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis, II, 124).
İHMALCILIK YÜZÜNDEN SEFERE KATILMAYAN MÜSLÜMANLAR:
Mümin oldukları halde ihmalcilik yüzünden sefere katılamayanlar da olmuştu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye (r. anhüm) idi.
Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at etmiş, Bedir dışında tüm gazalara katılmıştı. Tebük seferine katılmak için her türlü imkâna sahip olduğu halde sırf ihmalciliği nedeniyle bu gazaya katılamadığını şöyle belirtmiştir: "Hz. Peygamber bu gaza için hazırlanmaya başladılar. Ben de onlarla birlikte yol hazırlığını görmek üzere sabahleyin evden çıkıp dolaşır, hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazırlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti. Sonunda Resulullah ve ashabı birden yola çıkıverdiler" (Vâkıdî, Meğazî, III, 997, 998).
Diğer iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmişler ve sefere katılmamışlardı. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldı ve dünya kendilerine dar geldi. Onların bu sıkıntısı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle açıklanır: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki, Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (et-Tevbe, 9/118).
ÖZÜR NEDENIYLE SEFERE KATILAMAYANLARIN ECRE ORTAK OLUŞU
Ashab-ı kiramdan meşrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katılamayanların, katılan askerlerin kazandığı tüm ecre ortak oldukları hadis-i şerifle sabittir.
Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında şöyle buyurmuştur: "Medine'de bir topluluk kalmıştır ki, biz bir dağ yolunda, bir vadide her yürüyüşümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasıl bizimle birlikte olur?" diye sorunca da; "Onları burada bulunmaktan (hastalık, gücü yetmemek gibi) meşrû özürleri menetmiştir" (Buhârî, Cihâd, 140, Temennî, 9, Menâkıbu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî, Menâkıb, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 300)
-
Cevap: islam tarihi
TEBÜK'E BÜYÜK YOLCULUĞA İMKÂN BULAMAYANLARIN AĞLAYIŞI
Varlıklı sahabelerin yardımı ile ihtiyaçlı gaziler techiz ediliyor, fakat sayı çok fazla olduğu için bu yardım da yetişmiyordu. İslâm tarihinde "ağlayanlar" diye anılan yedi kişi Resulullah (s.a.s)'a gelerek, bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadığını bildirdiler. Hz. Peygamber'in kendilerine binit kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bunlar Salim b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, Irbâd b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Muğaffel ve Ma'kıl b. Yesâr veya Amr b. Gunme (r. anhüm)'dür. Onların bu hali Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilir: "Cihada çıkabilmek için binek vermen için sana geldikleri vakit: "Size verecek bir binit bulamıyorum" dediğinde, savaş araç ve gereçleri bulamadıklarını üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur" (et-Tevbe, 9/92).
Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine İbn Yamin, ikisine Hz. Abbas b. Abdilmuttalib, üçüne de Hz. Osman binit sağlamıştır (İbn İshak, İbn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143).
TEBÜK YOLCULUĞUNUN BAŞLAMASI
Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük gazasını Medîne'den Hicretin 9. yılı Recep ayında perşembe günü çıkmıştı. Çünkü O, cihada perşembe günü çıkmayı severdi. Bu, Resulullah (s.a.s)'ın sonuncu gazası oldu.
Medine'de vekil bırakılan Hz. Ali için münafıkların "Muhammed, Ali'yi onda görüp hoşlanmadığı bir şey için geri bırakmıştır" gibi dedikodular yapması üzerine, Hz. Ali silahlanıp Cürf mevkiinde Hz. Peygamber'e yetişti. Resulullah'ın geliş nedenini sorması üzerine hakkındaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan söylemişlerdir. Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkım ve gerekse senin ev halkın içinde vekilim ol. Sen bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali; "Ey Allah'ın elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye geri döndü" (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 163, İbn Sa'd, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, İbnü'lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 278).
Hz. Peygamber'in komutasındaki onbin kişilik İslâm ordusu Medine'den Tebük'e kadar onsekiz yerde konakladı, ondokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kılınan yerler günümüzde de adlarıyla mescit olarak bilinmektedir. Zülhuşub, Feyfâ, Zülmerve, Rak'a ve Vâdilkurâ mescidleri gibi .
Yolculuk sırasında ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli olaylar vuku buldu. Allah'ın elçisi yol boyunca öğütlerini sürdürdü. Bunlardan bazıları şunlardır:
1) Sekizinci konaklama yeri olan Hicr'da olanlar:
Hicr, Semûd kavminin yaşayıp helâk olduğu yerdir. Salih Peygambere isyan eden bu topluluğu Yüce Allah korkunç bir haykırışla helâk etmişti (bk. el-A'râf, 7/73-9; el-Hicr, 15/80-84; eş-Şuarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; en-Neml, 27/45-53). Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri halde peygamberlerine karşı gelmelerini açıkladı ve bu yerden hızlı geçilmesini emir buyurdu.
Hicr kuyularından alınan suları döktürdü ve bununla hazırlanan ekmek hamurlarının develere yedirilmesini emir buyurdu (Vâkıdî, Megâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asım Köksal, a.g.e., IX, 185 vd.). Böyle hüzünlü bir beldeye neş'eyle girilmesini, Hıcr'da oturan halkla temas etmemelerini emir buyurdu (Vâkıdî, Meğâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, V, 231).
Allah elçisi, Hicr'da gece şiddetli kasırganın kopacağını, bu yüzden kimsenin yanında arkadaşı olmaksızın dışarı çıkmamasını ve develerin dizlerinin bağlanmasını bildirdi. Kasırga çıktı ve uyarıya uymayan iki kişiden birisi nefes darlığına uğradı, diğerini fırtına sürükledi.
Mücahitler Hicr'da sabahlayınca şiddetli susuzlukla karşılaştılar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yağmur duası yapmasını istemesi üzerine, ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden yağmur yağmaya başlamıştı (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 165; Taberî, Tefsîr, XI, 55; Tarih, III, 144). Bunun üzerine daha önce; "Muhammed hak peygamber olsaydı, Musa peygamber'in Allah'tan yağmur istediği ve yağdırdığı gibi, O da yağmur ister ve yağdırırdı" diyerek dedikodu yapan münâfıklar seslerini kesmişlerdi.
Hz. Peygamber'in devesi "Kasvâ"ın kaybolması
Bir konaklama yerinde Resulullah (s.a.s)'in devesi Kasvâ kaybolmuş ve aramalara rağmen bulunamamıştı. Benî Kaynuka Yahudilerinden müslüman olan Zeyd b. Lusayt adlı münafık; "Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" diyerek müminlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s) haber vermesi üzerine devenin bulunduğu yeri ve ipinin bir dala takılı bulunduğunu bildirdi ve "Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir şeyi Allah bana bildirmedikçe bilemem" buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabiler deveyi bulup getirdiler (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 166, 167; Vâkıdî, a.g.e., III, 1010).
Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz. Muhammed'in peygamberliği konusundaki şüphelerinin yok olduğunu söylemiştir (Vâkıdî, Megâzî, III, 1010). Bazıları onun tövbe ettiğini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazı sahabiler de onun tövbe ettiğini kabul etmemişlerdir (İbn İshak, İbn Hişâm, IV, 167;Vâkıdî, a.g.e., III, 1010).
-
Cevap: islam tarihi
Abdurrahman b. Avf'ın imam oluşu
Hicr'le Tebük arasında bir konaklama yerinde tan yeri ağardıktan sonra Allah elçisi ihtiyacını gidermek için uzak bir yere gitmişti. Cemaat güneşin doğmasından korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'ı öne geçirdiler. Hz. Peygamber abdest alıp dönünce Abdurrahman rukû'da idi. Cemaat Resulullah'ın geldiğini anlayınca neredeyse namazı bozacaklardı. Abdurrahman da imamlıktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (s.a.s)'in işareti ile namaza devam etti. Allah elçisi bir rekâtı imamla, bir rekâtı da selãmdan sonra ayağa kalkarak tek başına kıldı. Namaz bitince de; "Güzel yaptınız" buyurdu (Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkıdî, Megâzî, III, 1011).
Abdestte tek yıkama ve mestlere meshetme:
Avf b. Mâlik'ten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir gece süreyle meshedilmesini emir buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 27). Hz. Ömer'in bildirdiğine göre abdest alınırken abdest azaları birer defa yıkanmakla yetinilmiştir (Ahmed b. Hanbel, 1, 23).
Vaktinde kılınamayıp kaza edilen sabah namazı:
Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldırılmamış ve sabah namazı vakti çıkıp güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Resulullah (a.s) Bilâl'e: "Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandır" demedim mi?" buyurdu. Bilâl: "Seni uyutan beni de uyuttu" dedi. Hz. Peygamber o yerden kalkıp biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da farzı kaza etti (Vâkıdî, Megâzî, III, 1015, 1016).
Hz. Peygamber'in Tebük'te ashabı ile istişare etmesi:
Tebük'e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah elçisi ashabı ile istişare etti. Hz. Ömer: "Eğer gitmekle emrolundun ise git" dedi. Hz. Peygamber: "Eğer bu konuda Allah tarafından emrolunmuş bulunsaydım, size danışmazdım" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Resulu orada Rumlar çok fazladır, müslümanlardan tek kişi bile yoktur, senin bu derece yakına gelmen onları korkutmuştur. Uygun bulursanız bu yıl buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki buyruğunu bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri geçmedi (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre; IV, 170; İbn Sa'd, Tabakâl, II, 166; Vâkidî, a.g.e., III, 1019).
Diğer peygamberlere verilmeyip yalnız Hz. Muhammed'e s.a.v verilen beş haslet:
Hz. Peygamber Tebük'te gece namazını (teheccud) çadırının önünde kıldığı bir gece, yanına gelen sahabilerle sohbet ederken şöyle buyurmuştur: "Benden önceki peygamberlerden hiç birisine verilmeyen şu beş şey bana verilmişti:
a- Önceki peygamberler yalnız bir kavme gönderilmişken, ben bütün insanlara gönderildim.
b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik aracı kılındı. Bu yüzden namaz vakti nerede olursa teyemmüm edip namazımı kılarım. Önceki ümmetler ise ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi.
c- Savaş ganimetleri bana helal kılındı. Halbuki önceki peygamberlere helâl kılınmamıştı.
d- Bana şefaat makamı verildi.
e- Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum" (bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; İbn Mâce, Tahâre, 90; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 250, 301, II, 222, 240, 250, 312; Vâkıdî, Megâzî, III, 1021 vd .).
Hz. Peygambere ve ümmetine ayrıcalık sağlayan bu niteliklerin Bizans'a karşı yapılan böyle büyük bir harekât sırasında açıklanması şu noktaları akla getirmektedir.
Çevrede en güçlü olarak bilinen Doğu Roma imparatorluğuna karşı durabilecek bir güce sahip olan İslâm topluluğu, yakında bu yöreleri ele geçirecek ve rum diyarı İslâm'a girecek, böylece arap toplumları dışına çıkan İslâm evrensellik özelliğine kavuşacaktır .
İslâm ordusu yolculuk sırasında günlerce çeşitli yer ve mevkilerde, arz üzerinde farz ve nafile namazları kılmış ve böylece ibadetin yalnız mescidlerde yapılabileceği imajı yerine namaza evrensel bir mescid anlayışı kazandırılmıştır. Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiğinde teyemmümle yetinmenin uygulamaları yapılmıştır.
Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrası elde edilecek ganimetlerin beşte biri beytülmalin, beşte dördü de gazilerin hakkı olmak üzere meşrû kılınmıştır. Bu da savaşlarda ayrı bir teşvik unsurudur (bk. "Ganimet" mad .).
Çevrede bir aylık uzak yerde bulunan düşman o gün için Doğu Roma İmparatorluğu ve bunların başkanı Heraklius olmalıdır. İmparatorun ve askerlerinin kalbine korku düştüğü için Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak üzere yola çıktıkları halde bu cesareti gösterememişlerdir. Güçlü İslâm ordusunun hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar gelmesi, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine çevirmiştir. Böylece düşman için, savaş olmasa bile güç hazırlamayı emreden ayetin hükmü gerçekleşmiştir .
Ayette şöyle buyrulur: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve daha bundan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız" (el-Enfâl, 8/60).
Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Halid b. Velid'i dört yüz atlı ile bir hristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in kralı Ükeydir b. Abdilmelik üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Şam yolu üzerinde Tebük'e yakın, sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid az sayıda bir askerle bilmedikleri bir yörede kralı nasıl bulacaklarını sorunca, Allah elçisi onu "yabanî sığır avlarken bulup yakalayacağını" haber verdi.
Gerçekten Halid ve arkadaşları kaleye yaklaştıkları sırada normal kırsal kesimde az rastlanan bir yaban sığırının kale kapısına yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yukarıdan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvanı görmüşlerdi. Ükeydir silahlanıp birkaç adamı ile birlikte sığırı avlamak üzere kaleden dışarı çıkınca da onu yakaladılar ve elleri bağlı olarak kalenin önüne getirdiler .
Orada Halid'le Ükeydir arasında yapılan anlaşmaya göre, Ükeydir Müslümanlara: İki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz mızrak vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad Hz. Peygamber'e kadar götürülüp haklarında Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra kaleye girilerek belirlenen ganimet malları teslim alındı (bk. Vâkıdî a.g.e., III, 1027, 1034; İbn İshak, İbn Hişam, Sire, IV, 169 vd; İbn Sa'd, Tabakât, II, 62, 166).
-
Cevap: islam tarihi
RİDDE SAVAŞLARI
Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatından sonra dinden dönüp islâm devletine savaş açanların isyanlarının bastırılması için yapılan askerî harekâtlar.
Rasûlüllah (s.a.s)'ın vefat haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki bazı kabileler özellikle zekât ödemeyi reddederek isyan ettiler. Ayrıca Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatı ile ortaya çıkan karışık ortamdan istifade etmek isteyen bazı kimseler de peygamberliklerini itan etmişler ve kendilerine inandırdıkları kalabalıkları peşlerine takarak islâm hükümranlığını tehdit etmeye baslamışlardı. Rasûlüllah (s.a.s)'in sağlığında onun hakimiyetine boyun eğmek zorunda kalarak müslüman olan, ancak imanın kalplerine nüfuz edip yerleşmediği bu bedevî topluluklar, onun vefatıyla cesaretlenmiş ve kalplerinde gizlediklerini açığa çıkarmışlardı. Aslında onların bu durumu bilinmiyor değildi. Zira Allah Teâlâ onlar için bir âyet-i kerimede söyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed! Bedevi ler "iman ettik" derler. Sen onlara şöyle de: "Hayır! iman etmediniz. Siz ancak, müslüman olduk deyin. Çünkü iman henüz kalbinize girmemiştir" (el-Hucurât, 49/ 14).
İrtidat hareketlerinin başlamasıyla baskent Medine her taraftan düşmanlarla kuşatılmış bir duruma geldi. Öte taraftan Yahudi ve Hristiyanlar, ortaya çıkacak fırsatları değerlendirmek için müslümanların durumunu izlemeye başladılar. Tarihçiler müslümanların o zaman içinde bulundukları dehşet verici durumu; "Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri ve azlıkları ve düşmanlarının çokluğu yüzünden sanki şiddetli soğuk, yağmurlu karanlık bir gecede sahrada kaybolmuş koyun sürüsüsün durumunu andırıyordu" (Taberî, Tarih, Beyrut ty, III, 225; Ibnül-Esir, Tarih, Beyrut 1979, II, 333) seklinde ifade etmektedirler. Medine'nin bu şekilde ciddi olarak tehdit altında bulunmasını ileri süren bazı kimseler, Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatından az önce yola çıkan Usame'nin ordusunu bu seferden alıkoyması için Ebu Bekir (r.a)'a müracaat ettiler. İslâm devletinin başına henüz geçmis olan Hz. Ebu Bekir son derece net ve kararlı bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara; Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usame'nin ordusu için Rasulullah (s.a.s)'nin emretmiş olduğu şeyi uygulayacağım" (Taberi, a.g.e., III, 225, 228; Ibnül-Esir, a.g.e., ayni ver) dedi ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi.
İlk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)'in sağlığında Yemen'de ortaya çıkmıştı. Kendisinin peygamber oldugunu iddia eden Esved el-Ansî, topladığı kuvvetlerle önce Necran bölgesini, peşinden de San'ayi, Vali Sehr ile yirmi beş gün savaşarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye gönderdiği Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmiş daha sonra ikisi birlikte Hadramevt'e gitmişlerdi (Taberi, III, 229-230). Ibnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çıkarmış olduğu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamıştı" (Ibnül-Esir, II, 338). Hadramevt'te toplanan müslümanlar endişeli bir şekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s)'in, Yemen bölgesinde bulunan müslümanların tamamına yönelik, Esved'e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı. Veber b. Yuhannis vasıtasıyla gönderilen mektubta; dinin korunmasi, mürtedlere karşı savaşılması, Esved el-Ansî'nin açıkça savaşılarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldırılması ve bu emrin islâm'da sebat eden bölgedeki bütün müslümanlara ulastırılması gibi talimatlar yer almaktaydı. (Taberi, III, 231; Ibnül-Esîr, II, 338).
Rasûlüllah (s.a.s)'in emri San'a'daki müslümanlara ulastığı zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adındaki biri tarafından öldürülmüs ve Kenan bölgesi tekrar Islâm'in hâkimiyetine girmisti. Onun öldürüldüğü haberi Medine'ye Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı. (genis bilgi için bk. Taberî, III, 227 vd.).
-
Cevap: islam tarihi
RİDDE SAVAŞLARI
Peygamber (s.a.s)'in ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktılar, Tay ve Esed kabileleri Tuleyha'ya tabi olarak dinden döndüler. Gatafan ise, Uyeyne b. Hisn'in baskanlığı altında isyan etti. Uyeyne: "Esed ve Gatafandan bir peygamber, bize Kureysten olan bir peygamberden daha sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadır" diyerek, Tuleyha'ya tabi oldu (Ibnül-Esîr, II, 342). Havazinliler ise zekâtlarını ödemeyeceklerini bildirdiler. Her taraftan irtidat haberleri Medine'ye ulastığı zaman Ebu Bekir (r.a), elçiler göndermek suretiyle Islâm'a dönmelerini sağlamaya çalıştı ve Usame'nin ordusunun dönüsünü bekledi. Ancak, Abslar'la, Zubyanlar'ın Medine'ye saldırmaları üzerine bu tehlikeyi yok etmek için faaliyete geçmek zorunda kaldı. Bu arada diğer bir takım kabilelerin elçileri Medine'ye gelerek, namazı kılacaklarını, ancak zekât'ı ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu durumun kabul edilmesini Istediler.
Ebu Bekir (r.a) elçilere; "Zekat olarak vereceğiniz hayvanların, bağlanacakları ipleri vermediğiniz taktirde bile sizinle savaşacağım" seklinde sert bir cevap verdi (Taberi, III, 244). Hz. Ebu Bekir (r.a) tarafından istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüşlerinde, Medine'de bulunan müslümanların azlığını kabilelerine bildirerek Medine'ye yürümek için onları heveslendirdiler. Ebu Bekir (r.a) sayılarının azlığını öğrenen mürtedlerin Medine'ye saldırabileceklerini anladığı için bir takım tedbirler aldı. Yakında olan düşman birliklerinin şehre girişini önlemek için Ali (r.a), Talha (r.a), Zübeyr (r.a) ve ibn Mes'ud (r.a)'i şehre giren yollara yerleştirdi ve herkesin mescidde toplanmasını istedi. Nitekim o, düşüncesinde yanılmamış ve üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmislerdi. Ancak yolları bekleyen birlikler onlarla savaşarak şehre girmelerini engellediler ve durumu Hz. Ebu Bekir'e bildirdiler. Ebu Bekir (r.a) mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onları geri püskürttü ve Zahusa'ya kadar onları takip etti. Burada mürted askerlerin uyguladıklari bir yöntemle müslümanların develeri ürkmüş ve geri dönmüşlerdi. Mürtedler, müslümanların korkarak geri döndükleri zannına kapıldılar ve Zül-Kassa'da toplananlara haber göndererek kendilerine katılmalarını bildirdiler. Öte taraftan Ebu Bekir (r.a), geceyi savaş hazırlığı ile geçirdi ve sabaha yakın, sağ kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin, ortada Suveyd b. Mukarrin şeklinde bir tabya düzeni ile yola çıktı. Merkezinde Ebu Bekir (r.a)'ın bulunduğu ordu yaya olarak (sadece aracı birlikte süvariler vardı) hızlı bir yürüyüş yaptı ve fecirde düşmanın bulunduğu yere geldi. Onlar hiçbir seyden habersiz olarak dururken, müslümanların ani saldırısı karşısında çok sayıda ölü bırakarak kaçmak zorunda kaldılar. Hz. Ebu Bekir, kaçanları Zül-Kassa'ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin'i bir miktar askerle orada bırakarak Medine'ye döndü. irtidat eden Absoğulları ile Zubyanogulları, aldıkları bu yenilginin acısıyla kabileleri içerisindeki müslümanları öldürmeye ve çevrede bulunan diğer müslümanlara saldırmaya başladılar. Bu haber Ebu Bekir (r.a)'a ulaştığı zaman o, müthiş bir sekilde hiddetlendi ve müslümanları çesitli şekillerde öldüren mürted kâfirlerin, öldürdükleri müslümanlara karşılık olarak korkunç bir şekilde öldürüleceklerine dair yemin etti (Taberî, III, 246; Ibnül-Esîr, II, 345).
Bu olaydan sonra, müslümanların moralleri düzeldi ve kabileler içerisinde irtidat eden kimselerin bir bölümü tekrar islâma dönmeye ve yeniden zekat mallarını Medine'ye göndermeye başladılar. İbnül-Esir'in kaydına göre de kırk gün sonra Usame b. Zeyd seferden dönerek Medine'ye geldi. Hz. Ebu Bekir onları sefer yorgunluğunu üzerlerinden atmaları için Medine'de bıraktı ve tertip ettiği kuvvetlerin başına geçerek, Necd yönünde bulunan Zül-Kassa'ya doğru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebu Bekir (r.a)'in bizzat savaşa çıkmasını doğru bulmayan bazı kimseler ona müracaat ederek Medine'de kalmasını istediler. Bu kimseler, eğer Halife Ebu Bekir (r.a)'a bir şey olursa, içinde bulunulan kritik durumun müslümanlar için bir felakete dönüşmesinden endişe ediyorlardı. Ebu Bekir (r.a); müslümanları bizzat koruyacağını söyleyerek bu teklifi reddetti (Taberî, III, 247).
Yolda kendisine katılan komutanlarından Mukarrinoğlu Numan, Abdullah ve Suveyd kardeşlerle birlikte Rebezelilerin toplandığı Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapılan savaşta mağlup olan ve komutanlarını kaybeden Abslar ve Benu Bekr'ler dağılarak suratli bir şekilde bölgeden uzaklaştılar. Günlerce Ebrak'da kalan Ebu Bekir (r.a), Benu Zübyan'ları mağlup etti ve topraklarını ganimet olarak değerlendirerek bu arazileri Benu Zübyan'lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine mürtedlerin çoğunlugu tekrar islâm'a döndü. Ebu Bekir (r.a), itaat altına aldığı bu kimselere karşı Rasûlüllah (s.a.s)'in sünnetine uyarak oldukça yumusak davranmıştır. Öte taraftan, dağılan Abs ve Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha'nın yanına gittiler. Tuleyha, Sumeyra'dan hareket ederek Buzaha'ya yöneldi ve burada karargâh kurdu. Medine'ye dönen Ebu Bekir (r.a) savaş hazırlıklarına girişti ve orduyu on bir kısma ayırarak her birine bir bayrak verip görev sahalarını belirledi. Buna göre, Halid b. Velid, Buzaha'da bulunan yalancı peygamber Tuleyha ile savaşacak, peşinden Butah'da bulunan Malik b. Nuveyre üzerine yürüyecek, ikrime b. Ebi Cehl Müseyleme ile mücadele edecek, Muhâcir b. Ebî Ümeyye, Esved el-Ansî'nin bağlılarına karşı harekete geçecek, peşinden de Kays b. Maksuh ve onu destekleyen diğer Yemenliler'e karşı, Ebnalar'a yardım edecek ve sonra Kindelileri te'dip için Hadramut'a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarına; Amr b. el-As, Kuzâ'aya karşı yürüyecek; Huzeyfe b. Mihsan, Deba halkıyla savaşacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle; Tureyfe b. Haciz, Benî Süleym'i ve onlarla birlikte hareket eden Havazinliler'i itaat altına alacak; Süveyd b. Mukarrin, Yemen'in Tihame bölgesine; Alâ b. el-Hadramî, Bahreyn'e gidecekti. Halife, Surahbil b. Hasane'yi de, ikrime b. Ebî Cehl'in arkasından göndererek, ikrime'nin Yemen'den ayrılıp Kuzâ'alılar üzerine yöneldiği zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi (Taberî, III, 248-249).
-
Cevap: islam tarihi
RİDDE SAVAŞLARI
Ebu Bekir (r.a), orduyu Zül-Kassa'da taksim etti ve görevlendirdigi komutanlar birliklerini alarak görev bölgelerine dogru harekete geçtiler. Hz. Ebu Bekir irtidat eden kabilelere elçilerle, orduların önünden mektuplar göndererek onları Islâm'a dönmeye davet ediyor ve tavırlarının doğuracağı sonuçlar hakkında onları uyarıyordu (Bu belgenin tam metni için bk. Taberi, Tarih, III, 249-251).
Öte tarafta, mürtedlere karşı gönderdiği komutanlara da, düşmanla karşılaşıldığı zaman nasıl hareket etmeleri gerektigi konusunda talimatlar verdi. Bu talimatlar; Allah'dan korkmaları, Allah'in emri dışına çıkanlarla savaşmada gayretli olmaları; savastan önce düşmanın Islâm'a davet edIlmesi; karşı tarafa fayda ve zararlarına olan herseyin açıkça izah edIlmesi; emirlere uyanların açıkladıkları sözlerinin kabul edilerek iyi muamelede bulunulması; ganimetin ser'i kurallara göre taksimi ve müslümanlara her hal ve durumda iyi davranIlması gibi maddeleri içeriyordu.
Halid b. Velid'in Tuleyha meselesini Çözümlemesi
Tuleyha, Beni Esed b. Huzeyme'ye mensup olup, Rasûlüllah (s.a.s)'in son zamanlarında peygamberlik iddiasında bulunmuştu. O, bağlı bulundugu Esedogullarına kendisine Cebrail'in geldiğini söyleyerek bazı tuhaf şeyler uyduruyor ve onlardan kendisine tabi olmalarını istiyordu. Kendisine tabi olanlara namaz kılarken secde etmeyi yasaklıyor ve Allah'ın buna ihtiyacı olmadığını ve, O'nu ayakta zikretmelerini emrediyordu. Ibnül-Esir; "Kabilecilik taassubundan dolayı çok sayıda Arap ona tabi oldu" demektedir (Ibnül-Esir, a.g.e., II, 344). Bu yüzden ona bağlı olanların çoğu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular. Fezare ve Gatafanlılar Taybe'nin güneyinde toplanmış,
Tay kabilesi ise kendi topraklarının sınırda beklemekte idiler. Tuleyha'nın mensup bulundugu Esed ogullari ise Sumeyra'da toplanmıştı. Abs, Sa'lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarında, Ebrek'de beklemekteydiler. Onların bir kısmı burada kalmış, diğer bir kısmı da Zül-Kassa'ya giderek Medine'yi tehdit etmişlerdi. Bizzat halifenin başında bulundugu kuvvetler tarafından, önce Zül-Kassa'da sonra da Abrek'de yenilgiye uğrayan grup Sumeyra'dan ayrılıp, Gatafan ve diğer kabilelerle birleşerek Tay kabilesi arasında bir su kenarı olan Buzaha'da karargah kuran Tuleyha'ya iltihak etti. Bu olay üzerine Tuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavs boylarına adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti. Onların bir bölümü acele olarak onun yanına hareket ettiler; arkada kalanlara da gelmelerini söylediler.
Ebu Bekir (r.a), Halid b. Velid'e Ilk önce Eknaf'da bulunan Taylıların üzerine yürümesi, pesinden Buzaha'da toplananlarla savaşması, sonra da Butah'a yönelmesi talimatını verdi. Halid'den önce, Adiy b. Hatem et-Taî Medine'den kabilesinin yanına giderek onları üzerlerine gelen orduyla korkuttu ve Halife'ye itaate çağırdı. Onlar, bu çağrıya uyarak, Adiy'den kendileri için Halid'den eman almasını ve kendilerine mühlet vermesini Istediler. Onlar, Buzaha'da bulunan kabilenin diğer mensuplarını, Tuleyha'nın öldürmesinden korkuyorlardı. Adiy, durumu Halid'e bildirdi. O da onlara zaman tanıdı. Taylılar, Tuleyha'nın yanında bulunan akrabalarına haber gönderdiler. Onlar da oradan ayrılarak Halid'le birlestiler. Daha sonra Adiy'in tesebbüsü ile Cedileliler de Islâm'a dönüp Halid'e iltihak ettiler.
Tay ve Cedilelilerden bin beşyüz kişinin iltihakıyla daha da güçlenen Halid, Buzaha'ya Tuleyha'nın üzerine yürüdü. Benu Amirliler etraftan, hangi tarafın galip geleceğini gözetlemekte idiler.
Halid b. Velid Tuleyha ile savaşa tutuştu. Tuleyha'nın yanında Uyeyne b. Hisn komutasında yedi yüz kişilik Fezareli asker bulunmaktaydı. Savaşın siddetlendiği bir sırada Uyeyne bir kaç defa Tuleyha'nın yanına gidip kendisine Cebrail'in savaşın sonucu hakkında haber verip vermediğini sordu. Tuleyha sonunda ona;
"Evet geldi ve bana; "bir gün düşmanlarınla karşılaşacaksın. Başlangıçta aleyhinde de olsa sonunda savalı kazanacaksın. Değirmen gibi insan ögüten kanlı bir savaş... Ve işte unutamayacağın bir söz" diye haber getirdi" dedi. Uyeyne ona; "unutamayacağın bir sözmüş..." dedi ve askerlerine; "Ey Fezareliler! Bu adam bir yalancıdır. Savaşı bırakıp geri dönün" emrini verdiğinde adamları ona uydu. Savaşı kaybeden Tuleyha, atına binerek Suriye'ye kaçtı. Sonra da Kelb kabilesinin yanına gitti.
Esed oğulları ve Gatafanlıların tekrar Islâm'a döndüğünü duyduğu zaman o da iman etti. Hz. Ebu Bekir (r.a) vefat edinceye kadar, Kelblilerin arasında yaşamaya devam eden Tuleyha ancak onun vefatından sonra Medine'ye gitmiş ve Ömer (r.a)'a bey'at etmişti. Tuleyha Hz. Ömer döneminde vukubulan Kadisiye ve daha sonraki savaşlarda akıl almaz kahramanlıklar göstermiş ve bu sefer gerçekten iman ettigi islâm için hayatını sürekli tehlikelere atarak hizmet etmekten geri kalmamıştır.
-
Cevap: islam tarihi
HZ. ÖMER'İN HALİFE TAYİN EDİLMESİ
Hz. Ömer (r.a.)'in hilafete gelmesinde, islam cemiyetinde yeni bir tayin veya seçim tarzı görüyoruz. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın halifeliği olayında, ortada birkaç aday vardı ve sonunda Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçildi. Bu bir nevi seçim idi. Hz. Ömer (r.a.) için ise tayin mevzubahistir. Kesin olarak tayin edilmiştir ve iktidara nasıl geldiğinin detaylarım biraz sonra belirteceğiz.
İlk müslümanların ne kadar büyük insanlar olduklarına dair bir hadis-i şerif vardır. Hasta olarak yatan ve öleceğini bilen Hz. Ebu Bekir (r.a.), katibini çağırır, bu katip de Hz. Osman (r.a.)'dır. Hz.Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a «Benim söyleyeceklerimi yaz» diyor ve başlamak için besmele, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salavatlar yazdırmaya başlıyor. Devam ediyor: «Allah'ın kulu olan Ebu Bekir bu dünyadaki son dakikada ve diğer dünyaya intikal edeceği ilk dakikada sizden, asağıdaki hususları istiyor». Bu dünyadaki son dakika ile diğer dünyaya intikal olan ilk dakika, öyle bir andır ki kafirler bile inanır, en kötü insan bile tevbe eder.» Hz. Ebu Bekir (r.a.), bu ifadelerle bu anda yalan söyleyemeyecegini ifade etmek istiyor. Ondan sonra yazdırmaya devamla, «Ben sizin su sahsa biat etmenizi istiyorum...» diyor ve şahsın ismini söyleyemeden bayılıyor. Hz. Ebu Bekir (r.a.) bayıldığı için, Hz. Osman (r. a.) cümleyi tamamlayamıyor. Sonra Hz. Osman (r.a.) cümleyi kendiliğinden tamamlıyor ve boş bırakılan yere «Ömer» adını yazıyor. Birkaç dakika sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) ayılıyor. Muhtemelen Hz; Osman (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın vefat ettiğini sanmıştı. Hz. Osman devlet sekreteri olduğu için halifenin vasiyetnamesini tamamlamış ve onu mühürleyip, halka göstermeyi amaçlamıştı. Ve burada Hz. Osman (r.a.)'ın karakterinin büyüklüğünü görüyoruz. Çünkü o kendi adım yazabilirdi. Fakat Hz. Osman (r.a.), başkasının adım yani Hz. Ömer (r.a.)'ın adını yazmıştır.
Hz. Ebu Bekir (r.a.), uyanınca Hz. Osman (r.a.)'a ne yazdığım sorar. Hz. Osman (r.a.) cümleyi okur:
«Ben ölürsem, Hz. Ömer (r.a.)'e biat edin.» Hz. Ebu . Bekir bundan çok mütehassıs olur ve Hz. Osman (r.a.)'a, «Sen halifenin bütün şartlarım haizsin, kendi adını yazabilirdin, fakat Ömer'in adını yazdın, Allah senden razı olsun» der. Sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) vasiyetnameyi tamamlar ve Hz. Osman (r.a.)'a bunu hilafet mührü ile mühürlemesini söyler, vasiyetname, mühürlenir ve kapatılır.
Bundan sonra emniyet müdürünü çağırırlar. Emniyet müdürü geldiğinde, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ona söyle der: «Bu zarfı al, dışarı çık ve müslümanları çağırarak onlara de ki, bu kapalı zarfla, Ebu Bekir'in vasiyetnamesi ve O'nun yerine geçecek olan halifenin adı yazılıdır. Bu adı yazılı olan halifeye biat edin» Filhakika, bu kağıtta kimin adının yazılı olduğunu emniyet müdürü dahi bilmiyordu. Bunu sadece Halifenin sekreteri olan Hz.Osman (r.a.) biliyordu. Ve bu böyle oldu. Yani emniyet müdürü, Halifenin vasiyetini söyleyince, bütün müslümanlar, seçilen fakat ismi bilinmeyen Halifeye biat ettiler. Çünkü onu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçmisti. Ve o müslümanlar dediler ki: «Madem ki bunu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçti, o kim olursa olsun, o bizim halifemiz olacaktır».
Kaynak: Prof.Dr.Muhammed Hamidullah, islam Müesseleri, Türkçesi: Prof.Dr.ihsan Süreyya SIRMA
-
Cevap: islam tarihi
KUDÜS'ÜN FETHİ
KUDÜS KİMLERE AĞLIYOR
Ahmet Miroğlu
Muaz b. Cebel r.a. rivayet ediyor: Allah Rasulü s.a.v. söyle buyurdu:
“Ey Muaz, Allah benden sonra Aris’ten Fırat’a kadar Sam bölgesini size nasib edecek. Oranın erkekleri, kadınları ve dulları kıyamete kadar sınır bekçisidirler (murabit). Herhangi biriniz Sam sahillerinden birini yahut Beyt-i Makdis’i (Kudüs) seçerse kıyamete dek cihad halindedir.”
EY KILIÇTAN DAHA ZALİM MERHAMET!
Hicretin 14. yılı. Yani miladî 636. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyasını değistirmesinin üstünden koskoca dört yıl geçmis. Hz. Ebu Bekir r.a.’ın vefatından sonra ise iki yıl... Hz. Ömer r.a. hilafete geleli de henüz iki yıl olmuş. islâm orduları, Suriye, ırak, Filistin ve Mısır cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebu Süfyan, aşere-i mübeşşereden Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Allah’ın kılıcı Halid b. Velid r.a. komutasında zaferden zafere koşuyor. Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulaşıyor. Fethedilen topraklarda halk islâm kahramanlarını birer kurtarıcı olarak karşılıyor. Çünkü yıllardır Bizanslı valilerin doymak bilmez iştahlarını doyurmağa çalışmaktan bezmiş, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüğe konan vergilerden yılmış, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde uğradığı haksızlıkların, zulümlerin sona ermesini beklemektedir. Ve beklenen ilâhi yardım gelmiştir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla eşit haklara sahip oluyor. isterse kendi dininde kalıyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapıyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksızlık yapmıyorlar. Canları, malları, haysiyetleri, şeref ve namusları güvence altına alınıyor. Her şey kurallara bağlı. Hiçbir şey rastgele değil. Yıllar sonra bir hırıstıyan rahip-bilim adamı bu durumu şöyle değerlendirecektir: “Ey kılıçtan daha zalim merhamet!..” Rahip, kendi bakış açısından haklıdır. Gerçekten müslümanların adaleti, şefkat ve merhameti, fethedilen topraklardaki ahalinin islâm’a girmesi gibi bir tabii sonuç vermiştir. Rahip, islâm’ın merhametine hayıflanmasın da ne yapsin?!
KUDÜS YOLUNDA İKİ GARİP YOLCU
İki yolcu... Sadece bir binitleri var. Binite sırayla binmek üzere anlaşmışlar. Bir beriki binecek, bir öteki. Hayvanın hakkını da unutmamışlar. Nöbetleşe bindikten sonra hayvanı bir biniş süresi boş yürütecekler. Çünkü onun da dinlenmeye hakkı var. Allah’ın selamı her birinin üzerine olsun, ibrahim, ismail, ishak, Yakup ve Yusuf... Davud, Süleyman, Musa, Harun, isa ve elbette Muhammed Mustafa... ve kim bilir adını bildiğimiz, bilmediğimiz daha nice peygamberin gelip geçtiği, hatta defnedildiği Filistin topraklarında ilya’ya, yani Kudüs’e doğru ilerliyorlar.
Konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla bu iki yolcudan biri efendi, diğeri köle... Fakat efendinin efendiliği, ona kölenin insanlığını, hayvanın hakkını unutturmuyor. Nihayet şehre hakim yüksek bir tepeye ulaşıyorlar. Efendi binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sırasının bittiğini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada el-Cebelü’l-Mükebber (Tekbir Dağı) adını alıyor ve hâlâ bu adla anılmakta. Binme sırası kölede... itiraz ediyor. “Efendim...” diyor, “ne sen in, ne de ben bineyim. Bir şehre girmek üzereyiz. Orada besili, eğerli atlar, altınla süslenmiş arabalar var. Şehre ben binekte, sense benim bindiğim hayvanın yularını tutmuş vaziyette girecek olursak bizi alaya alır, küçümserler. Bu da zaferimize gölge düşürür.” Efendi ısrarlı. “Ama sıra senin...” diyor; “sıra benim olsaydı inmezdim. Sıra seninse senindir. Ben inmeliyim, sen binmelisin.” Köle çaresiz... Hayvana biniyor. Efendisi hayvanın yularından tutuyor. Şehre böyle giriyorlar.
ZULMÜN HAKİMİYETİ BİR ANDIR, ADALETİNKİ KIYAMETE KADAR
Hırıstiyan halk, şehirlerini teslim almaya gelen devlet başkanını karşılamak üzere şam Kapısı’nda toplanmış. Başlarında Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanın üstünde görünce saygılarını sunmak üzere önünde secdeye kapanıyor. Köle, elindeki asa ile onlara dürtüyor “Yazıklar olsun size...” diye haykırıyor, “kaldırın başınızı. Allah’tan başkasına secde edilmez.” Ve halka haber veriyor ki, kendisi köledir, devlet başkanı yuları tutan kimsedir... Patrik Sophronius bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Misafir devlet başkanı üzülüyor. Gönlünü almak, teselli etmek için patriğin yanına gidiyor. “Üzülme. Değmez. Dünya böyledir. Bir güldürür, bir ağlatır.” diyor. Sophronius “Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı zannediyorsun? Tanrı’ya and olsun ki bunun için ağlamıyorum. Sırf sizin hakimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hakimiyeti bir andır. Adaletin hakimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim.” diye cevap veriyor. Burada kendisinden efendi olarak söz edilen şahıs, müminlerin emiri, müslümanların ikinci halifesi Hz. Ömer r.a.’dan başkası değildir.
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a. komutasındaki islâm orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin düşeceğini anlayan patrik bir şartla teslim olabileceklerini belirtmişti. islâm ordularının daha önce fethettikleri yerlerdeki halka verdiği eman üzere teslim olacaklardı. Fakat bu işlemi bizzat emirleriyle gerçekleştirmek istiyorlardı. Ebu Ubeyde r.a., “Emir benim. Buyurun şartları görüşelim.” demişti. Sophronius “Hayır ordu komutanına değil, şehri bizzat devlet başkanınıza teslim edebilirim.” diye ısrar etmişti. Bunu haber alan Hz. Ömer r.a., Medine’de yerine Hz. Ali r.a.’i vekil bırakıp yola çıkmıştı. iste şimdi Kudüs’teydi.
Hz. Ömer r.a., patriği teselli ettikten sonra “Ey Ilyalılar, lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...” diye başlayan bir konuşma yaptı. Sonra Sophronius, Hz. Ömer r.a.’ı Kıyame Kilisesi’ne davet etti. Kiliseyi gezerlerken namaz vakti girdi. Hz. Ömer r.a., patriğe “nerede namaz kılayım?” diye sordu. Rahip, “olduğun yerde.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer r.a.: “Ömer, Kıyame Kilisesi’nde namaz kılmaz. Sonra pesimden gelecek müslümanlar, Ömer namaz kıldı diyerek burada mescit inşa ederler.” diye karşı çıktı. Bir taş atımı uzaklaştı ve abasını yere sererek namaz kıldı. Hakikaten daha sonra müslümanlar onun namaz kıldığı yere bir mescid inşa ettiler. Bu mescid o günden beri hâlâ ayaktadır ve Mescid-i Ömer adıyla anılmaktadır.
Hz. Ömer r.a. namazını kıldıktan sonra Patrik Sophronius’tan kendisine Mescid-i Aksa’nın yerini göstermesini istedi. Mescid’in çöplük haline getirildiğini gören Hz. Ömer r.a., abasını yere serip çöpleri doldurmaya ve götürüp uzaklara dökmeye başladı. Bunu gören müslümanlar da onun gibi yaparak mescidin yerini temizleyip üzerine bir mescit inşa ettiler.
Bu olayı tarihçilerimiz (Taberî, Yakubî, Belazurî, ibnü’l-Esir) yaklaşık böyle anlatırlar. Ama biz 1948 Arap-Israil Savaşı komutanlarından, Askeri Komiser Abdullah et-Tell’in Kudüs’te bir Hiristiyan mabedinde bulduğu eski ve önemli bir Yunanca tarihi yazmadan aktarmayı tercih ettik.
-
Cevap: islam tarihi
Bizans ordusunun Müslüman olan komutanı George
Hz. Peygamber s.a.s'in vefatından sonra, islam Devleti'nin idâresini Hz.Ebû Bekir r.a. yüklendi.
Hz. Peygamber s.a.s'in vefatıyla beraber, islam'ın gerçeklerini anlayamamış olan bir takım Müslümanlar, irtidât ettiler; yâni islam esaslarına inanmadıklarını ilân ettiler. islâm'da mürtedin, yâni dinden çıkanın cezası ölüm olduğundan, Halife Hz.Ebû Bekir r.a., bu insanların üzerine ordular göndererek, onlara gereken cezayı verdi.
Bu arada bir takım Müslümanlar da şöyle dediler:
"Biz islam'in dört şartını kabul ediyoruz: Kelime-i şehâde-ti söyleriz, namaz kılarız, oruç tutarız, hacca gideriz; fakat ze-kât vermeyiz".
İslam'ın dört şartını yerine getirip, sadece bir tek şartını ifâ etmeyeceklerini söyleyen bu Müslümanlar üzerine de, Hz.Ebû Bekir r.a. cihâd ilân etti. Bu, son derece mühim bir karardı: Müslümanlara cihâd ilân etmek!
Hz.Ömer r.a.; o sertliğiyle, şiddetiyle ün salmış olan insan, gelmiş Hz.Ebû Bekir r.a.'a yalvarıyor ve ona şöyle diyor:
"Sen, Resûlullah s.a.s'in, "Ben insanlar lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah' deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim bunu derse malı ve canı emniyette olur, hukuku ve hesabı Allah'a kalır" dediğini duyduğun halde, nasıl Müslümanlara, "zekât vermiyorlar" diye savaş açarsın" (1). Hz.Ebû Bekir r.a. söyle cevap verdi:
"Vallahi, namaz'la zekâtın arasını açanlarla savaşacağım; çünkü zekât malın hakkıdır". Daha sonra Hz.Ömer r.a. şöyle demiştir:
"Vallahi, Allah'ın, Ebu Bekir'in göğsünü ferahlattığını gördüm ve anladım ki, o haklıdır" (2)
Hz.Ebû Bekir r.a., bu kararı aldıktan sonra, Halid b. Velid'i, islam'ın beş şartından herhangi birisini terkedenlerle savaşmaya gönderdi (3). Yâni Hz.Ebû Bekir r.a. islamın beş şartından bir tanesini dahi terk edeni Müslüman saymıyor ve onlara cihâd ilân ediyor. "İslam bir bütündür" diyor; bir kısmı terkedilince, o İslam'dan başka bir şey olur diye kabul ediyor ve islâm'i bu şekilde anlayanlara savaş açıyor.
Halid b. Velid, Esed oğulları ve Gatafân'dan bu gibi insanlarla savaşıp büyük bir kısmını öldürdü; geriye kalanlar da, ya esir oldular veya islam'ın beş şartına harfiyyen uyacaklanm söyleyerek Müslüman oldular. Ve anladılar ki, bu işin şakası yok! Halîfe, islam'ın bir tek şartını terkedeni öldürüyor!..
Halid b. Velid, Medine'ye geri döndükten sonra, Halife Hz.Ebû Bekir r.a. onu ordusuyla beraber kuzey cephesinde bulunan Bizans üzerine gönderdi.
Bizans üzerine sefer
Hz.Peygamber s.a.s., islam'm payidar olması ve insanlığın kurtulmasi için, milâdi 7. yüzyılın iki emperyalist süper gücü olan Bizans ve iran imparatorlukların çökmesi gerektiğine işaret etmiş ve daha hayatta iken, buralara savaş açmıştır. Bizans ve iran: Bugünün Rusya ve Amerika'sı, Avrupa'sı ve Çin'i...
Bizans köyleri, kasabaları, şehirleri, teker teker islâm Devleti'nin egemenliğine giriyor: Halid b. Velid'in elinde teslim oluyorlardı... Resulullah s.a.s'in duası gerçekleşmiş, Halid Allah'ın kılıcı (Seyfullah) olmuştu... Koca Bizans kaleleri, âdeta onun kılıcıyla yerle bir oluyordu. Bunlar hikâye de değildi... Nitekim iki süper devletten Bizans, her gün biraz daha küçülüyor, topraklarını, vatandaşlarını islam adaletine, yâni Allah'ın kanunlarına terkediyordu.
Bu şekilde, tek gayeleri Allah'ın kanunlarını her tarafa hakim kılmaya matuf olan (4) islam ordusu, bugünkü Ürdün sınırları içerisinde bulunan ve o zamanlar Bizans'ın elinde bulunan Yermuk'a varmıştı.
İslam ordusunda, 100'ü Bedir savaşına iştirak etmiş olan (Bedrî) bin kadar sahabî vardi (5).
İki ordu karşılaşıyor
İslam ordusuyla kâfir ordusu karşı karşıya gelmişlerdi. Her iki tarafın ordu komutanları, ordularının savaş düzenine sokuyor, son taktiklerini veriyorlardı.
Her iki ordu bu şekilde karşı karşıya gelince, Bizans ordu komutanı George ordusunun saflarından ayrılarak, her iki ordu arasında durdu ve islam ordu komutanı Halid'i istedi. Halid, yerine Ebû Ubeyde Ibnu'l-Cerrâh'ı bırakarak, atını George'ye doğru sürdü. Her iki komutan birbirlerine o kadar yaklaştılar kı, atlarının boyunları birbirine değiyordu (6).
İki davanın, ideolojinin, dünya görüşünün temsilcileri karşı karşıya gelmişlerdi: Bir yanda islam, öbür yanda Şirk ve Küfr!..
Her iki komutan birbirlerine aman verip konuşmaya başladılar. George şöyle dedi:
- Yâ Halid, bana doğruyu söyle ve yalan söyleme! Çünkü hür olan yalan söylemez. Bana oyun oynamaya da kalkma, çünkü asîl olanlar, Allah rızası için konuşmak isteyene oyun yapmazlar.
Allah'ın sizin Peygamber'e gökten bir kılıç indirdiği ve Peygamber'in de onu sana verdiği, ve o kılıcı üzerlerine çekip savaştığın her kavmi mağlub ettiğin dogru mu? Halid:
- Hayır! dedi. George tekrar sordu:
- O halde, niçin Seyfullah (Allah'ın kılıcı) diye adlandırıldın? Halid şu cevabı verdi:
- Allahu teala bize Peygamberini gönderdi. O bizi islam'a davet etti. Biz ise, ondan nefret edip, ondan uzaklaştık. Sonra bir kısmımız ona inanıp, tabi oldu, bir kısmımız da onu yalanlayıp uzaklaştı. Ben, onu yalanlayıp, ondan uzaklaşan ve onunla savaşanlar arasındaydım. Daha sonra Allah kalplerimize hidayet verdi ve ona inandık. O zaman bana, "Sen, Allah'a başka güçleri ortak koşanlar yâni O'na inandıklarını söyledikleri halde O'nun kanunlarına değil, kendi yaptıkları kanunlara tabi olanlar üzerine çekilmiş olan Allah kılıçlarından bir kılıçsın!" dedi ve muvaffak olmam için dua etti. Böylece bana "Seyfullah" dendi. Ve ben, Allah'ın yanında başka güçler tanıyan, onlara tabi olanlara karşı en şiddetli savaşan Müslümanlardan biriyim. George:
- Doğru söylüyorsun, dedi ve devam etti:
- Yâ Halid, beni neye davet ediyorsun? Halid şöyle dedi:
- Allah dısında, itaat edilecek hiç bir ilâh, yani güç, yâni put, yâni makam, yâni kişi tanımadığına; Muhammedin, O'nun hem kulu, hem de Peygamberi olduğuna inanmak ve bunu herkese karşı açıkca ilân edip şehâdet etmek; Peygamber vasıtasıyla Allah'tan gelen kanunları ikrar edip uymak! George şöyle sordu:
- Peki bu dediklerini kabul etmeyenlere ne yaparsınız? Halid şu cevabı verdi:
- Teslim olurlarsa, onlardan cizye alır, inançlarına karışmayız ve islam Devletine tabi olurlar. George devam etti:
- Cizye vermezlerse? Halid şöyle dedi:
- Onlara savaş açacağımızı söyler ve onlarla savaşırız! George tekrar sordu:
- Bugün dininizi kabul edip size katılanların Allah katında mevkisi ne olur? Halid şu cevabı verdi:
- Allah'ın bize farz kıldığı gibi, mevkisi bizimkiyle aynı olur. Güçlü olanımız, zayıf olanımız; önce Müslüman olanımız; sonra Müslüman olanımız, hepimizin mevkisi birdir. George yine sordu:
- Yâ Halid, bugün sizin dininize girenin sevabı ile sizinki aynıdır, demek mi istiyorsun? Halid:
- Evet, hatta bizden de üstündür! George:
- Nasıl sizinle bir olur ki, siz ondan önce Müslüman oldunuz? Halid:
-Biz bu dine girip, Peygamberimiz s.a.s.'e biat ettiğimizde, o aramızda yaşıyordu. Ona Allah'tan haberler geliyor, o da bize tebliğ ediyordu. Bize öyle deliller gösteriyordu ki, bizim gördüklerimizi görenlerin, duyduklanmızı duyanların Müslüman olup, biat etmeleri tabii bir şeydi. Size gelince; siz bizim gördüklerimizi görmediniz, duyduklanmızı duymadınız ve onda müsahe de ettiğimiz harikalara şahit olmadınız. Onun için, aranızdan, kim samimi bir niyet ve ihlâsla dinimize girse, o bizden üstün olur! George şöyle dedi:
- Billâhi bana doğru söyledin, yalan söylemedin ve beni kendi fikrine çekmek için bir şey söylemedin. Halid:
- Billâhi sana doğru söyledim. Benim, ne senden ve ne de sizden olan hiçbir kimseden korkum yok! Sana söylediklerimin doğru olduğuna da Allah kefildir.
Bizans komutanı Müslüman oldu
Bunun üzerine George,, "doğru söyledin" dedikten sonra, kalkanını ters çevirdi ve Halid'e yaklaşarak, "bana islam'i öğret" dedi.
Halid, George'yi karargâhına götürerek, üzerine bir tulum su döküp guslettirdi. Daha sonra da iki rekât namaz kıldı.
George'nin Müslümanlar tarafına geçmesini hücum sanan Bizans askerleri saldırıya geçti ve savaş başladı.
George Müslüman olmuş, Halid'in yanında, biraz önce komutanı olduğu Bizans ordusuna karşı savaşıyordu. Savaş akşama kadar sürdü ve islam ordusunun zaferiyle son buldu (7).
Savaş meydanında binlerce ölü ve şehit... Müslüman şehitleri ve kâfir ölüleri... Bir değillerdi tabii. Şehitler Allah için; ölüler ise Allah düşmanı, yâni islam nizamına düşmanlar için savaşmıştı. Aynı kefeye konamazdı bunlar! Kâfir ölüsüne nasil şehit, Müslümanla savaşan kâfire nasil gazi denir? Müslüman şehitle, kâfir ölü, Müslüman gazi ile, savaştan sağ kurtulan kâfir askeri aynı ise, niçin savaşıyorlar bunlar?.. dertleri ne bunların?
Elbette ki biri Müslüman, diğeri kâfir; Biri şehit, diğeri ölü; biri gazi diğeri kâfir firarisidir; "Müsrikler hoşlanmasalar da".
Allah'ın, birbirinin zıddı olarak gösterdiği şehitle kâfir ölüsünü, hangi insan hangi hakla bir tutabilir?
Farklı bir şehid
Müslüman şehitleri arasında, bir tanesi vardı ki, farklıydı öbürlerinden. Peygamber'i görmemiş, Kur'an-ı duymamıştı o...
Zekât nedir bilmiyor, Hac 'dan habersizdi o... Ayet okumamış, oruç tutmamıştı o...
Bu farkli şehidin adı George idi. Halid'e bakarak kıldıgı iki rekat namazdan başka namaz kılmadı. Adını bile Müslüman adına çevirmeye fırsatı olmadı. Bir tek şey bildi George: Kendini Allah davasına fedâ etmek...
Buram buram şehadet kokuyordu George. Cennet görevlileri onu cennette ağırlamak için yarışıyorlardı âdetâ...
Allah'ın kılıcı Halid, Müslüman oluşu henüz bir günü doldurmamış olan bu şehide gıpta ile bakıyor, Allah'ın hikmet ve kudreti karşısında, sevinç ve şükür gözyaşları döküyordu.
George, "kâlü belâ"dan beri, Allah davası için şehid olmuş, en güzel insanlar arasına giriyordu... Ne mutlu ona ve onun gibi olanlara!..
Dipnotlar:
(1) Suyûti Tarihul-Hulefa, Misir, 1964, s. 74-75
(2) Ay. es. s.75.
(3) Ay. yer.
(4) Bk. Kuran-i Kerim. Bakara sûresi, 193
(5) Taberi Tarihul-Umemi ve'l-Mulûk, Beyrut, 1962, III. 397
(6) Taberi, a.g.e III. 398.
(7) Savasin ayrintilari için bk. Taberi a.g.e III. 398-401
Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sirma, Tarih suuru, Seha yayinlari
-
Cevap: islam tarihi
Hz. Ömer (r.a.)'ın Askerî Siyaseti
Hz. Ömer (r.a.)’ın devlet başkanlığı ve bu devlet baskanlığı sırasında gerek Müslüman, gerekse gayri müslim olan reayasına uyguladığı adalet, tarihin örnek sahifelerinden birini teşkil etmiştir.
Bütün insanların baş düşmanı olan şeytan, sadece taviz vermeyen Müslümana yaklaşamaz ve ondan çekinir. Şeytanın, bu tavizsiz Müslümanlardan Hz. Ömer'e karşı olan tutumunu, Resulullah (s.a.s.). şöyle anlatıyor:
"Gökte Ömer'e saygı duymayan bir melek ve yerde ondan korkmayan bir şeytan yoktur" (1).
Hz. Ebu Bekir (r.a.), ölmeden önce, onu yerine Halife, yâni Devlet Başkanı olarak seçti.
Hz. Ömer (r.a.), İslâm'ın Devlet Başkanı olunca, devletinin, gerek iç, gerekse dış siyasetinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın izini takibetti. Askerî cihadı, yani îslâm'in şavasla olan tebliğini de, onların bıraktığı yerden devam ettirdi.
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.), daha islâmî tebliğin Mekke dönemindeyken, Müslümanlara şu hedefi gösteriyordu:
"Lâ ilâhe illallah deyin, iran ve Bizans'ın sarayları sizin olacak!" (2).
Yani, Allah dışındaki güçlere, iktidarlara karşı çıkarak islâm'ı kabul edin, insanlığı sömürmekte olan iran ve Bizans devletleri yıkılacaktır!...
Hz. Peygamber (s.a.s.)., İslâmı tebliğin Medine döneminde, bu iki süper devletten Bizans'ın sınırlarını zorlamış, Tebuk seferiyle (3), islâm Devletinin sınırlarını bugünkü Ürdün topraklarına kadar vardırarak, islâm kanunlarının oralarda da hükümfermâ olmasını sağlamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’ın vefâtından sonra, onun cihâdını Hz. Ebu Bekir (r.a.) sürdürdü ve ırak'ın güneyine kadar olan Bizans topraklarının tamamı fethedildi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) vefat ettiğinde, Halid b. Velid komutasındakı orduları, Fihl ve Sam kalelerini zorluyor, insanları islâm'a davet ediyorlardı.
Ordunun sultalaşmaması için Hz. Ömer (r.a.), islâm Devlet Başkanı olur olmaz, bazı mülahazalarla, islâm orduları Başkomutanı olan Halid b. Velid'i değiştirerek, yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı tayin etti.
Hz. Ömer'in, Halid b. Velid'i görevden alması, bazı dedikodulara sebep olduysa da, Devlet Başkanı Hz. Ömer, bu kararından vazgeçmedi ve bu kararında gayet haklıydı.
Hz. Ömer (r.a.), Halid b. Velid'in üstüste kazandığı zaferlerden dolayı, esas görevi devlete hizmet olan ordunun, şımararak sultalaşmasını istemiyordu. Zira böyle bir durumda, islâm'm tatbikatı için varolan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, islâm Devletinin bekası noktai nazarından fevkalade tehlikeli bir husustu. Başka bir deyişle Hz. Ömer (r.a.), islâm kanunlarının harfiyyen ve de tavizsiz uygulanması için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine Ordu Başkomutanının, hattâ Devlet Başkanının şahsî despotizminin yeralmasını istemiyordu. Yoksa, onun Halid b. Velid'i görevden alması, şahsî bir meseleden, ya da Halid'in herhangi bir yolsuzluğundan kaynaklanmıyordu. Nitekim, komutanlıktan azlinin sebebini öğrenmek için başkent Medine'ye giden Halid'e, Hz. Ömer (r.a.), "Yâ Halid, sen benim yanımda çok değerlisin ve seni çok severim'‘ dedikten sonra, Devletin bütün valilerine şu tamimi gönderdi:
"Ben, Halid'i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah'ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah'tan geldiğini bilmelerini istediğim için böyle hareket ettim" (4).
Devlet başkanı Hz. Ömer'in bu hassasiyetini gören Halid b. Velid, Medine'de kalabilme imkânının olmasına rağmen, ordusuna dönerek, Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın maiyetinde cihada devam etti.
"Dünya seni de helâk etmesin"
Hz. Ömer (r.a.), ordu komutanlarının azlinde gösterdiği titizliği, onların tayininde de gösteriyordu. Nitekim Halid'in yerine tayin ettiği yeni komutan Ebu Ubeyde b. Cerrah'a da söyle yazıyordu:
"Ben sana, tek kalıcı şey olan Allah'ın takvasını tavsiye ediyorum ki, ondan başka hiçbir şeyin değeri yoktur. O Allah ki, bizi dalâletten hidâyete, karanlıklardan aydınlığa çıkardı. Seni Halid b. Velid'in ordusuna komutan tayin ettim. Onların hakkı ne ise, ona göre davran! "Ganimet alacagım" düşüncesiyle, Müslümanlan helâke götürme! Araziyi iyice kesfetmeden onlan oraya sevketme! Muhafızsız birlikler gönderme! Müslümanları felâketlere götürmemen için seni uyarıyorum. Allah seni benimle, beni de seninle imtihan edecek. Gözünü ve kalbini dünyadan çevir, dünyaya dalma! Dikkat et ki bu dünya, senden evvelkileri oldugu gibi, seni de helâk etmesin..." (5).
Hz. Ömer (r.a.)’n, normal vatandaşa olduğu kadar, komutan ve askerlerine karşı da bu kadar hassas olmasının tek sebebi, onların hak hukukları hakkında Allah'a vereceği hesabın kendisine yüklemiş olduğu ağır mesuliyetti. Nitekim o, sürekli olarak kendi kendisini muhasebe etmekle meşguldü. Günümüz sosyolog, psikolog ve felsefecilerinin efkârı umumiyyeye empoze etmeye çalışıp, bir türlü ne kendi nefîslerinde, ne de toplumun hiçbir kesiminde uygulayamadıkları meşhur otokritik müessesesi, Müslümanlar tarafından bu şekilde gerçeklestirilmiştir. Bunun başka yolu da yoktur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.). şöyle buyuruyor:
"Hikmetin başı, Allah korkusudur" Baska deyisle, insanlığın ölçüsü, Allah'a ve O'nun kanunlarına olan bağlılıktadır.
Hz. Ömer (r.a.), özel olarak görevlendirdiği postacılar vasıtasıyla, günü gününe ordusundan haber alıyor, âdeta onların yanında savaşıyormuş gibi, ordusunu sevk ve idare ediyordu. Nitekim komutanlarına göndermiş olduğu emirlerde, hergün durumlanın bildirir mektuplar yazmalarını, bu mektuplan postayla Medine'ye göndererek, Devlet merkezini olup bitenden haberdar etmelerini istemiştir (6).
"Hz. Peygamber'in dayısı olman seni yanıltmasın!'
İslâm orduları, Suriye fethinde Bizans ordularıyla çarpışmaya devam ederken; Hz. Ömer (r.a.), iran cephesindeki cihadı da hızlandırdı.
Hz. Ömer (r.a.), iran'ın fethi için, islâm uğruna ilk defa kan döken (7) ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’n cennetle müjdelediği on kişiden biri olan Sa'd b. Ebi Vakkas’ı görevlendirdi.
cephesi Başkomutanlığına tayin edilen Sa'd b. Ebi Vakkas’a da, Devlet Başkanı Hz. Ömer şöyle tavsiye ediyordu:
‘‘Ey Sa’d, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in dayısı ve onun sahabısı olman seni yanıltıp Allah'tan uzaklaştırmasın! Allah, kötülüğü kötülükle değil, iyilikle yok eder. Allah ve insanlar arasında, O’na itaatte başka hiç kimse yoktur. Allah katında bütün insanlar eşittir. Allah onların Rabbi, onlar da O'nun kullarıdırlar. Onlara verilen hayat için, O'nu zikrederek, O'nun kanunlarına tabi olarak, O'na hamdederler. Resulullah (s.a.s.)’den gördüğün gibi hareket et!.." (8.
Hz. Ömer (r.a.), bu tavsiyesiyle, gayelerinin insanlara kötülük yapıp onları öldürmek olmadığını, bilakis, Allah davasını insanlara tebliğ ederek, onları Allah'ın kanunları altında birleştirmek olduğunu vurgulamak istiyordu.
Hz. Ömer (r.a.)’dan son emirleri aldıktan sonra, Sa'd b. Ebi Vakkas iran üzerine yürüdü.
Sa'd'ın komutasında birleşen islâm orduları, kazandıkları Kadisiyye savaşından sonra iran'ı tamamen fethedecekler ve Hz. Ömer (r.a.) vefât etmeden önce iran Müslüman olacaktır.
Hz. Ömer (r.a.), Kadisiyye öncesi, komutanı Sa'd'a gönderdiği mektupta, sadece ona dinî vaazlarda bulunmuyor, en ince teferruatına kadar askerî talimatlarını bildiriyordu. Mektubunun bir bölümünde söyle diyordu Hz. Ömer:
"Durumunuzu aralıksız olarak ve bütün tafsilatıyla bana yaz. Nasil hareket ettiğinizi; sizin düşmana, düşmanın da size olan nisbet ve harekât tarzını öyle yaz ki, mektuplarından âdeta savaşı izleyeyim..!' (9).
Bu talimatlardan sonra, islâm askerinin parolasını bile veriyordu. Hz. Ömer; "Savaş baslayıp, bitene kadar herkes ‘Lâ ve lâ kuvvete illâ billâh' diyecek!.." Müslüman askerinin kolu kılıç sallayarak, dili de Allah'ı zikrederek Rablerine kulluk edecekler. Başka deyişle, biri diğersiz olmaz.
Kadisiyye savaşı arefesinde, iran ordu komutanıyla görüşen ve her savaş öncesi olduğu gibi düşmanı islâm'a davet eden Müslüman elçi, Müslümanların gayesini iranlılara şöyle anlatıyordu:
"Bizim arzumuz dünya değil. Bizim arzu ve isteğimiz Ahirettir. Allah bize bir Peygamber göndererek ona şöyle dedi: Ben su taifeyi, benim kanunlarımla amel etmiyenlere musallet ettim. Bunlar vasitasiyle, benim kanunlarıma karşı gelenlerden intikam alacağım. Bu tâife (yani Müslümanlar), benim kanunlarıma bağlı oldukları sürece onları galib kılarım. Bu hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki zillete, ona bağlanan hiç kimse yoktur ki izzete kavuşmasın."
"Bu dinin esası, Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.s.)’in Onun Peygamberi olduğuna inanıp şehâdet etmek ve Allah katından gelen her şeyi noksansız ikrar etmektir."
"Dinimizin gayesi, insanları kulluktan kurtarıp, onları Allah'a kul etmektir" (10).
Değerlendirme
1. Hz. Ömer (r.a.)’in da siretiyle göstermiş olduğu gibi, islâm inancına göre esas olan, ne devlettir, ne ordu ve ne de Ordu komutanları; değişmez esas olan, islâm'in tavizsiz ve noksansız tatbikatıdır. Onun için Hz. Ömer, çok sevdiği ve gerçekten hayatını islâm'a adamış olan Halid b. Velid’i, yukarıda belirttiğimiz gibi, islâm yararına görevinden alıyor. Kısacası, Hz. Ömer, kim olursa olsun, insanların putlaşmasını istemiyor.
2. Hz. Ömer, komutanlarını, kendi şahsî kaprisleri değil, islâm'ın emirleri dahilinde hareket etmeleri hususunda uyarıyor. Yani islâm'a göre, "her seyi ben bilirim, herkes benim emrimde olacak, emir komutayı ben veririm, kimse bana karışamaz" gibi keyfî davranışlar yasaktır. İslâm neyi gerektiriyorsa o yapılır.
3. Hz. Ömer (r.a.) en küçük rütbeli askerine kadar her tebaasini düşünüyor, onlara en ufak bir hakaretin, haksızlığın yapılmasına müsaade etmiyor. İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan olursa, isterse bu kişi vali, ya da komutan olsun kamçısıyla düzeltir ve de düzeltmiştir.
4. Ganimet almak için cihad yoktur. Cihad, Allah ahkâmını bildirmek içindir. İnsanları, insanlara kul olmaktan kurtarıp, onlan Allah'a kul yapma mücadelesidir cihad!...
5. Kılıcın yanında değil de, Allah'ı devamlı zikrederek kulluğunu ifâ edecek. Yani islâmî kulluk ki, biz buna ibadet diyoruz, bir bütündür. Namazı, oruçtan; cihadı, Hac'dan; Allah'ın hakkını, kul hakkından ayrı düşünmek, kulluğu dinamitlemek demektir.
Dipnotlar:
(1) Suyûtî, Tarihu'l Hulefa, el-Kahira 1964. s. 119.
(2) Bkz. Ihsan Süreyya Sirma Islamî Tebligin Mekke Dönemi ve Iskencesi, 6. Baski, s. 120.
(3) Bkz. A.g.e. s. 211 vd.
(4) Ibnu’l Esîr, el-Kâmilu fi't Târih, Beyrut 1965, S. 535.
(5) Ibn Kesîr, el-Bidaye ve'n Nihaya, Beyrut 1966, S. 19.
(6) Bkz. Taberî, Târihul Umemi ve'l Mutûk, Beyrut, 1962, S. 435.
(7) Bkz. Ibn Hisam, es-Sîretu'n Nebeviyya, el-Kahire, 1955, S. 263.
(8) Vakidî, Fütûhu's Sam, Misir, tarihsiz, I. 68.
(9) Ibn Kesîr, A.g.e. VII. 37.
(10) Ayni eser, VII. 39.
Kaynak: Prof. Ihsan Süreyya Sirma, Tarih suuru, Seha yayinlari, S. 191-196
-
Cevap: islam tarihi
Hz. Ali r.a.'ın hilafet hakkındakı görüşü
Hz.Peygamber (s.a.s.). vefat edince, Müslümanlar kendilerini idâre etmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'ı Devlet Başkanlığına getirdiler.
Bilindiği gibi, Hz.Peygamber (s.a.s.), iki görevi birden üstlenmişti: Birisi, Allah'tan gelen vahyi, yâni ilâhi emirleri insanlara tebliğ etmek; ikincisi, bu vahiy hükümlerine göre, başkanı bulunduğu devleti yönetmekti.
Onun vefatıyla sadece vahiy değil, Peygamberlik de son buldu. Artık Peygamber gelmiyecek, inanan insanlar, son peygamber vasıtasıyla gelen Kur'an'la ve bu son peygamber'in Sünnetiyle kendi yaşamlarına yön verecek, düzenlerini kuracaklardır. Başka deyişle, inanmak isteyen insanlar, yâni Müslümanlar, yaşantılarının her yönünü bu iki kaynağa göre tanzim edecekler, bu iki kaynağa ters düşen hayat kanunlarını tanımayacaklardır.
Bu iki kaynağın özü olan islâm'ı Allahu te'âlâ tek nizam kabul etmiş ve bunun dışında kalan sistemleri tanımayacağını şöyle ferman buyurmuştur:
"Kim islâm'dan başka bir din (top yekün bir hayât nizamı) ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır" (1)
Hz.Peygamber (s.a.s.)ın vefatıyla, kanun değil, kanunun tatbikçisi olan Hz.Muhammed (s.a.s.). Müslümanlar arasından ayrılmıştır. Dolayısıyle, onun ölümünden sonra, Müslümanlar yeni kaynaklara değil; zaten mevcut olan kaynakları tatbik edecek bir insana, bir idâreciye muhtaçtılar. Yâni vakia, kanun boşluğu veya yokluğu değil, lider yokluğuydu; bu lideri bulmak lazımdı ki, bu ihtiyacı da, başlarına "Halife dediğimiz devlet başkanlarını getirerek giderdiler.
Halife seçimi
Hz.Peygamber (s.a.s.). kendi vefatından sonra, Müslümanları yönetmek üzere, sarahaten bir halife seçmek istemediğinden çünkü buna yeteri kadar vakti vardı, halife seçim işi Müslümanların insiyatiflerine bırakılmış; onlar da, Peygamber'lerinin vefatından sonra, kendilerini yönetmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'ı seçip biat' etmişlerdir.
Hz.Ebû Bekir r.a'a biat etmiş olmasına rağmen, daha sonraki senelerde, bazı grublar Hz.Ali r.a'ı ona karşı göstermek istemişler ve maalesef bu şekilde başlatılan ihtilâf asırlarca sürmüş, binlerce Müslümanın ölümüyle neticelenen savaşlara sebebiyet vermiştir. Halbuki bunlar, dava arkadaşı, cihâd ve siper ortaklarıydılar. Bunlar, hayatlarını Allah'a hizmette yarıştırmış olan insanlardı.
İşte, bu konuyu en güzel bir şekilde tahlil ettiğine inandığımız, Hz.Ali r.a'ın bir konusmasıyla açıklamak istiyoruz.
Hz.Osman r.a'ın şehid edilmesiyle başlayan ve islâm tarihinde "el fitnet'ül kübrâ" (en büyük fitne) diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra'ya gitmiş olan Hz.Ali ra'a, ibnu'l Kevva' ve Kays b. ibâd Basra'ya gidişinin sebebini sorup söyle dediler:
Bu konuda Resulullah'ın bana bir ahdi yoktur
"Müslümanların karşı karşıya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelişin, Resulullah (s.a.s.)'in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?" Hz.Ali r.a. şu cevabi verdi:
"Bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahid yoktur. Vallahi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnâd eden ben olmayacağım. Sayet bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer'in onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım (Resulullah (s.a.s.)'in emri olduğu için. Fakat Resulullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastalığı bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiginde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir'e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu. Hanimlarından birisi (2) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, bu görevi Ebû Bekir'den almasını söyleyince kızdı ve "siz kadinlar Hz. Yusufun başını derde sokanlarsınız, Ebû Bekir'i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!" dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alınca, işimize baktık ve Resulullah (s.a.s.)'in dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, islâm'in aslıdır; o dinin emri, dinin direğidir. Biz (bunun için) Ebû Bekir'e biat ettik ve o bu işin ehliydi. içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir'e hakkmi edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadaşının (yâni Ebû Bekir'in) yolunu takib etti, onun gibi hareket etti. Böylece Ömer'e biat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik.
Ömer'e hakkım edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan akrabalığımı, islâm'da önceliğimi ve selefiyyetimi ve bu işe liyâkatımı düşünerek bu konuda başkasının bana tercih edilmeyecegini sandım. Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah işlememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuğuna yasakladı ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı. Heyet toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım. Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse (3) ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra Osman b. Affan'ın elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de işime baktım. Ona itaatim ise, biatımdan önce oldu. Böylece Osman'a biat ettik. Ona hakkını edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim.
Vurulunca, kendi işime baktım. Resulullah (s.a.s.)'in iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn'deki (Mekke ve Medine'deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler. Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Resulullah (s.a.s.)'e olan akrabalığı benimki kadar yakın, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de islâm'daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısıyle ben bu işe ondan (yâni Muaviye'den) daha lâyıktım!" (4)
Değerlendirme
1. Hz. Peygamber (s.a.s.)., hilâfet konusunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali'nin yukarıda buyurduğu gibi, o bu konuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi.
2. Namaz islâm'ın aslıdır. Asılsız, yâni temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir islâm tasavvur edilemez. Hz.
Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in namaz için seçtiği imâmı, yâni devlet başkanı olarak kabul ediyor.
3. Hz. Ali, kendinden önce biat ettiği halifelere kesin bir itaatla bağlıdır.
4. Hz. Ali, Hz. Muaviye'den de kendisine aynı şekilde itaat istiyor ve hilâfete kendisinin lâyık olduğunu söylüyor.
5. Asırlardır Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, Hulefayi raşidin birbirine düşman değillerdir. Öyle olsaydı, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer'i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsüm'ü verir miydi? Allah'ın aslanı olan Hz. Ali'nin korkudan "takiyye" yapıp kızını Hz. Ömer verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.
6. O örnek halifelerin bir tek endişesi vardı: islâm'ın gereği gibi tatbiki!
Dipnotlar:
(1) Kur'ani Kerim, Ali imran suresi, 85
(2) Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Aişe
(3) Abdurrahman b. Avf adaylıktan çekildiği için, ona halifeyi seçme yetkisini sura vermişti
(4) Suyûti, Tarihu'l-Hulefâ, el-Kahire, 1964, s. 177-178
Kaynak: Prof. ihsan Süreyya Sirma, Tarih suuru, Seha yayınları
-
Cevap: islam tarihi
CEMEL VAK'ASI
36/656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âişe taraftarları arasında Basra dolaylarında meydana gelen çatışma.
Üçüncü Raşid halife Hz. Osman (r.a.)'ın şehit edilmesinden sonra üç-beş gün anarşi hüküm sürdü. Hz. Osman'ı şehit eden âsiler ortama hâkimdiler. Bunlar bir an önce, Hz. Osman'ın yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardı. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabı aldılar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onları huzurundan uzaklaştırmıştı. Âsiler hayrete düşmüşler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Devlet başkanı tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafin çok daha fazla alevleneceğini biliyorlardı. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha başka kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halkı Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler. Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'ın bu teklifini reddetmek istediyse de devamlı ısrarlar karşısında bunu kabul etmek zorunda kaldı. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve âsiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onların da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sağladılar. Bu sûretle, hicretin otuzbeşinci yılı yirmibir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edildi.
Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapılacak ilk iş, Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermekti. Bu hususta tahkikata başlanmıştı. Fakat katiller kesin olarak belirlenemediği için, ser'an cürüm sabit olamamıştı. Bu durum karşısında bir sey yapılamazdı. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasını istemişlerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmiş, fakat ikisi de ikna olmamışlardı. Ortam son derece karışıktı. Bu arada Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın şehadeti esnasında giydiği gömlek ile o sırada zevcesi Nâile'nin doğranan parmaklarını alıp şam'a götürdü. Muaviye, bu kanlı gömleği ve kesik parmakları teşhir ederek, herkesin galeyanını kat kat artırmak maksadıyla mescide astı. Diğer taraftan Hz. Osman'ın katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardı. Bunların bir an evvel oradan uzaklaştırılması gerekiyordu.
Hz. Ali'nin karşı karşıya kaldığı zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diğer taraftan Medine'de toplanan âsilerin mühim bir kısmı "Sebeiyye" fırkasına mensuptu. Bu islâm düşmanı grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, islâm'ı içinden yıkmayı hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadı, islâmiyet'in saf, berrak, akıl ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip müslümanlığı çığırından çıkarmak müslümanları türlü türlü gruplara ayırarak birbirleriyle didişmeye ve boğuşmaya sevketmekti. Hz. Osman (r.a.) devrindeki karışıklık, bu müfsidin ifsatları için uygun bir zemin teskil etmişti. Hz. Ali'nin âsileri dağıtmak istemesi ibn Sebe taraftarlarının hoşuna gitmediği için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmişler, diğer Araplar da onlara uymuşlardı.
Bu karışık durum karşısında problemleri artıran ve buhranın vehâmetini doruğuna vardıran bir hareket daha başladı. Hz. Âişe, hac farizasını ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmiş, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'ın şehit edildiği haberini almıştı. Bunun üzerine Medine'ye gidecegi yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianin doğurdugu karışıklıklar, bocalamalar devam ediyordu. Mekkeliler, Hz. Âişe'ye durumu sordukları zaman, Hz. Âişe, Hz. Osman'ın mazlum olarak öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının bütün ufku karartacak şekilde tüttüğünü, mazlum ve şehit Osman'ın kanının heder olmaması gerektiğini, katillerin mutlaka cezaya çarptırılmaları ve şer'i hüküm ve kısas emirlerinin uygulanmasiıın icap ettiğini söylemişti.
Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmişler, Medine'deki durumu Hz. Âişe'ye anlatmışlardı. Bu olaylar Hz. Âişe'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmiş, o da mazlum ve şehid Hz. Osman'ın intikamını almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çağırmıştı.
Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olunca, onlardan evvel ırak'a varmak, ırak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'ın muhalifler eline düşmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını uygun görmüyordu. Hz. Ali, muhâlifler kendisinden önce ırak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çıkmasından endişe ettiğini, ırak'ın nüfuzca keşif ve beytü'l-mâl'ının zengin olmasından ötürü bir müddet orada bulunmanın daha iyi olacağını söylemişti.
Bundan sonra Hz. Ali yola çıkmış, Zukar mevkiine geldiği zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklaştıklarını, Benu Saad kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nın onlara iltihak ettigini haber almıştı. Hz. Ali, Zukar'da kalarak oğlu Hasan'ı Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varınca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karşıladı. Hz. Hasan, mescidde minbere çıkarak Hz. Ali'nin dâvâsını müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi. Bu konuşmasının sonunda kendisinin Basra'dan gideceğini, katılmak isteyenlerin onunla birlikte gelebileceğini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kişilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüş ve hareket esnasında karşılıklı mücadeleler, şiddetli tartışmalar meydana gelmişti.
Hz. Ali, ordusunu bu şekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya doğru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çağırarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasında mücadele ve çatışmanın meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasını tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ile görüşmüş, onları ümmetin birliğini bozmama konusunda ikna etmisti. Hz. Âise ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'ın önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu işin barış ile neticelenecegini söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'in bu başarılarından son derece memnun oldu. Diğer taraftan bu sırada Basralılar Kûfelilerle temas etmiş, iki tarafta da barış ve fitneyi yok etme düşüncesi hakim olmuştu.
Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysoğulları kabilesine uğradı. Bu kabile de ona ittihak etti. Oradan Zaviye'ye vardı. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barışı gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelişi, barışın tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmuş, herkes son derece huzurlu bir sekilde uyumuştu.
ibn Sebe ile yandaşları, herkes uyuduktan sonra Hz. Âişe'nin tarafına hücum etti. iki taraf ta kendilerini karşı hücumuna uğramış gibi görmüşlerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne olduğunu anlamak istiyordu. Diğer taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âişe'yi uyandırmış, Hz. Âişe, devesine binerek çarpışmaların başladığı yere gelmişti. Hz. Ali kendi tarafını savaşmaktan alıkoyuyor, Hz. Âişe kendi tarafını teskin etmeye çalışıyordu. Fakat bir kere ok yaydan fırlamış bulunuyordu. Vuruşmanın en hararetli anında Hz. Ali atını sürerek savaş meydanının ortasına geldi. Hz. Zübeyr'i çağırıp, ona Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasında bir ihtilafin meydana geleceğini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksız olacagını" söylediğini hatırlatmıştı. Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranışı üzerine çatışma meydanından çekilmek istemişti. Onun savaş alanından uzaklaşması üzerine kendisine zehirli bir ok atılmiş ve bu ok Hz. Talha'nın ölümüne neden olmuştu.
Nihayet ortalıkta yalnız Hz. Âişe ile etrafında bulunan bir grup kimse kalmıştı. Çatışmalar şiddetle devam ediyordu. Bütün bu kanların dökülmesine neden olan münafıkların hedefi; bizzat Hz. Âişe idi. Bunlar Hz. Âişe' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardı. Sebeîlerin bu maksadını anlayan Dâbbeoğulları Hz. Âişe'yi son derece büyük fedakârlıklarla korumuşlardı. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeoğulları kabîleleri Hz. Âişe ile beraberdiler. Bunların onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düşürmüştü. Hz. Âişe'nin devesini koruyanlardan biri yere düştükçe bir baskası onun yerini alıyor, o da aynı fedakârlık ve aynı kahramanlık ile dövüşüyordu. Hz. Âişe'nin önünde şehit düşenlerin sayısı yetmise varmişti.
Bu çatışmalara bir son vermek için birisi deveye arkasından saldırarak onu yere yıkmış, bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed, Hz. Ali tarafından koşarak Hz. Âişe'nin korunmasına hizmet etmişti. Hz. Ali de Hz. Âişe'nin yanına gelerek hatırını sormuş, birkaç günlük istirahatten sonra onu, kardeşi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermişti. Hz. Âişe ile beraber Basra'nın ileri gelen ailelerine mensup kırk kadar kadın refakat etmişti. Hz. Âişe Basra'dan ayrılırken, kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin yanlış anlaşılmadan ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev olduğunu belirtti. Hz. Âişe, hicretin otuzaltıncı yılı Recep ayında Medine'ye doğru. hareket etti.
Nihayet Hz. Ali 4 Aralık 656 tarihinde bu problemi de atlattı. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye taşıyarak, şehadetine kadar orada kaldı. (Bu konuda geniş bilgi için bk. ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965, III, 205-263).
Ahmed AGIRAKÇA
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
-
Cevap: islam tarihi
CEMEL VAK'ASI
36/656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âişe taraftarları arasında Basra dolaylarında meydana gelen çatışma.
Üçüncü Raşid halife Hz. Osman (r.a.)'ın şehit edilmesinden sonra üç-beş gün anarşi hüküm sürdü. Hz. Osman'ı şehit eden âsiler ortama hâkimdiler. Bunlar bir an önce, Hz. Osman'ın yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardı. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabı aldılar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onları huzurundan uzaklaştırmıştı. Âsiler hayrete düşmüşler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Devlet başkanı tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafin çok daha fazla alevleneceğini biliyorlardı. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha başka kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halkı Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler. Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'ın bu teklifini reddetmek istediyse de devamlı ısrarlar karşısında bunu kabul etmek zorunda kaldı. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve âsiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onların da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sağladılar. Bu sûretle, hicretin otuzbeşinci yılı yirmibir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edildi.
Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapılacak ilk iş, Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermekti. Bu hususta tahkikata başlanmıştı. Fakat katiller kesin olarak belirlenemediği için, ser'an cürüm sabit olamamıştı. Bu durum karşısında bir sey yapılamazdı. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasını istemişlerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmiş, fakat ikisi de ikna olmamışlardı. Ortam son derece karışıktı. Bu arada Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın şehadeti esnasında giydiği gömlek ile o sırada zevcesi Nâile'nin doğranan parmaklarını alıp şam'a götürdü. Muaviye, bu kanlı gömleği ve kesik parmakları teşhir ederek, herkesin galeyanını kat kat artırmak maksadıyla mescide astı. Diğer taraftan Hz. Osman'ın katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardı. Bunların bir an evvel oradan uzaklaştırılması gerekiyordu.
Hz. Ali'nin karşı karşıya kaldığı zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diğer taraftan Medine'de toplanan âsilerin mühim bir kısmı "Sebeiyye" fırkasına mensuptu. Bu islâm düşmanı grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, islâm'ı içinden yıkmayı hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadı, islâmiyet'in saf, berrak, akıl ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip müslümanlığı çığırından çıkarmak müslümanları türlü türlü gruplara ayırarak birbirleriyle didişmeye ve boğuşmaya sevketmekti. Hz. Osman (r.a.) devrindeki karışıklık, bu müfsidin ifsatları için uygun bir zemin teskil etmişti. Hz. Ali'nin âsileri dağıtmak istemesi ibn Sebe taraftarlarının hoşuna gitmediği için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmişler, diğer Araplar da onlara uymuşlardı.
Bu karışık durum karşısında problemleri artıran ve buhranın vehâmetini doruğuna vardıran bir hareket daha başladı. Hz. Âişe, hac farizasını ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmiş, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'ın şehit edildiği haberini almıştı. Bunun üzerine Medine'ye gidecegi yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianin doğurdugu karışıklıklar, bocalamalar devam ediyordu. Mekkeliler, Hz. Âişe'ye durumu sordukları zaman, Hz. Âişe, Hz. Osman'ın mazlum olarak öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının bütün ufku karartacak şekilde tüttüğünü, mazlum ve şehit Osman'ın kanının heder olmaması gerektiğini, katillerin mutlaka cezaya çarptırılmaları ve şer'i hüküm ve kısas emirlerinin uygulanmasiıın icap ettiğini söylemişti.
Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmişler, Medine'deki durumu Hz. Âişe'ye anlatmışlardı. Bu olaylar Hz. Âişe'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmiş, o da mazlum ve şehid Hz. Osman'ın intikamını almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çağırmıştı.
Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olunca, onlardan evvel ırak'a varmak, ırak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'ın muhalifler eline düşmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını uygun görmüyordu. Hz. Ali, muhâlifler kendisinden önce ırak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çıkmasından endişe ettiğini, ırak'ın nüfuzca keşif ve beytü'l-mâl'ının zengin olmasından ötürü bir müddet orada bulunmanın daha iyi olacağını söylemişti.
Bundan sonra Hz. Ali yola çıkmış, Zukar mevkiine geldiği zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklaştıklarını, Benu Saad kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nın onlara iltihak ettigini haber almıştı. Hz. Ali, Zukar'da kalarak oğlu Hasan'ı Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varınca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karşıladı. Hz. Hasan, mescidde minbere çıkarak Hz. Ali'nin dâvâsını müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi. Bu konuşmasının sonunda kendisinin Basra'dan gideceğini, katılmak isteyenlerin onunla birlikte gelebileceğini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kişilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüş ve hareket esnasında karşılıklı mücadeleler, şiddetli tartışmalar meydana gelmişti.
Hz. Ali, ordusunu bu şekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya doğru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çağırarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasında mücadele ve çatışmanın meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasını tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ile görüşmüş, onları ümmetin birliğini bozmama konusunda ikna etmisti. Hz. Âise ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'ın önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu işin barış ile neticelenecegini söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'in bu başarılarından son derece memnun oldu. Diğer taraftan bu sırada Basralılar Kûfelilerle temas etmiş, iki tarafta da barış ve fitneyi yok etme düşüncesi hakim olmuştu.
Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysoğulları kabilesine uğradı. Bu kabile de ona ittihak etti. Oradan Zaviye'ye vardı. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barışı gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelişi, barışın tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmuş, herkes son derece huzurlu bir sekilde uyumuştu.
ibn Sebe ile yandaşları, herkes uyuduktan sonra Hz. Âişe'nin tarafına hücum etti. iki taraf ta kendilerini karşı hücumuna uğramış gibi görmüşlerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne olduğunu anlamak istiyordu. Diğer taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âişe'yi uyandırmış, Hz. Âişe, devesine binerek çarpışmaların başladığı yere gelmişti. Hz. Ali kendi tarafını savaşmaktan alıkoyuyor, Hz. Âişe kendi tarafını teskin etmeye çalışıyordu. Fakat bir kere ok yaydan fırlamış bulunuyordu. Vuruşmanın en hararetli anında Hz. Ali atını sürerek savaş meydanının ortasına geldi. Hz. Zübeyr'i çağırıp, ona Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasında bir ihtilafin meydana geleceğini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksız olacagını" söylediğini hatırlatmıştı. Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranışı üzerine çatışma meydanından çekilmek istemişti. Onun savaş alanından uzaklaşması üzerine kendisine zehirli bir ok atılmiş ve bu ok Hz. Talha'nın ölümüne neden olmuştu.
Nihayet ortalıkta yalnız Hz. Âişe ile etrafında bulunan bir grup kimse kalmıştı. Çatışmalar şiddetle devam ediyordu. Bütün bu kanların dökülmesine neden olan münafıkların hedefi; bizzat Hz. Âişe idi. Bunlar Hz. Âişe' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardı. Sebeîlerin bu maksadını anlayan Dâbbeoğulları Hz. Âişe'yi son derece büyük fedakârlıklarla korumuşlardı. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeoğulları kabîleleri Hz. Âişe ile beraberdiler. Bunların onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düşürmüştü. Hz. Âişe'nin devesini koruyanlardan biri yere düştükçe bir baskası onun yerini alıyor, o da aynı fedakârlık ve aynı kahramanlık ile dövüşüyordu. Hz. Âişe'nin önünde şehit düşenlerin sayısı yetmise varmişti.
Bu çatışmalara bir son vermek için birisi deveye arkasından saldırarak onu yere yıkmış, bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed, Hz. Ali tarafından koşarak Hz. Âişe'nin korunmasına hizmet etmişti. Hz. Ali de Hz. Âişe'nin yanına gelerek hatırını sormuş, birkaç günlük istirahatten sonra onu, kardeşi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermişti. Hz. Âişe ile beraber Basra'nın ileri gelen ailelerine mensup kırk kadar kadın refakat etmişti. Hz. Âişe Basra'dan ayrılırken, kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin yanlış anlaşılmadan ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev olduğunu belirtti. Hz. Âişe, hicretin otuzaltıncı yılı Recep ayında Medine'ye doğru. hareket etti.
Nihayet Hz. Ali 4 Aralık 656 tarihinde bu problemi de atlattı. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye taşıyarak, şehadetine kadar orada kaldı. (Bu konuda geniş bilgi için bk. ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965, III, 205-263).
Ahmed AGIRAKÇA
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
-
Cevap: islam tarihi
SIFFİN SAVAŞI
Dördüncü Raşid Halife Hz. Ali (r.a) ile ona isyan eden Suriye valisi Muaviye b. Ebu Süfyan arasında M. 657 yılında, fırat'ın sağ kıyısına yakın Rakka'nın doğusunda bulunan Sıffin'da yapılan savaş.
Hz. Ali'nin Cemel vak'asında karşı grubu yenmesinden sonra onun hilafetine muhalif olarak, Suriye bölgesini idare etmekte olan Muaviye ve taraftarları kalmıştı.
Hz. Ali'ye isyan edenler, davalarının, Hz. Osman (r.a)'in intikamını almak olduğunu iddia ediyorlardı. Öte taraftan Hz. Ali'yi, Osman (r.a)'i şehit edenleri korumak ve onları cezalandırmamakla suçluyorlardı.
Halbuki Hz. Ali (r.a), fitne ve kaynasmanin yatıştırılmasından sonra suçluları cezalandıracağını vadetmekteydi.
Cemel vak'asından sonra Kufe'ye yönelen Hz. Ali (r.a), Cerir b. Abdullah el-Bâcelî'yi Muaviye'ye göndererek, muhâcirlerin ve ensârın kendisine bey'at ettiklerini, onun da muhacirler ve ensâr gibi bey'at edip itâatini bildirmesini istedi (Ibnul-Esîr, el-Kamilu't-Tarih, Beyrut 1979, III, 276).
Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir b. Abdullah'ı oyalayarak Amr b. el-As ile istişarede bulundu. Amr ona, Ali (r.a)'dan, Osman (r.a)'ın kanını istemede ısrar etmesini, katilleri derhal cezalandırmayı reddettiği takdirde, Suriye ordusuyla onun üzerine yürümesini söyledi. Cerir b. Abdullah, Hz. Ali'nin yanına dönerek durumu ona bildirdi.
Öte taraftan, Medine'den şam'a götürülen Hz. Osman'ın kanlı gömleği ve hanımı Nâile'nin kesik parmakları Muaviye tarafından caminin minberine asıldı. Askerler onun önünde toplaşarak ağlıyorlardı.
Orada toplananlar Hz. Osman'ın intikamını alıncaya kadar yataklarında uyumayacaklarına ve yıkanmayacaklarına dair yemin ettiler. Suriye ordusu Muaviye'den bol maaş ve bahşişler almaktaydı.
Muaviye bu şekilde orduyu teşvik ve tahrik ettikten sonra, seksen beş bin kişilik bir orduyla şam'dan yola çıktı. Hz. Ali (r.a) ise doksan bin kişiden oluşan ordusuyla Küfe'den Sıffin'e doğru harekete geçti. Muaviye, Fırat kıyısındaki düzlükte karargâh kurmuştu. Hz. Ali'nin ordusunun karargâh kurdugu yer ile nehir arasinda Muaviye'nin askerleri olduğu için ilk geceyi susuz geçirdiler.
Ancak, yapılan bir saldırı ile şam ordusuna bağlı birlikler nehirden uzaklaştırıldı. Ordusu susuz kalan Muaviye, Ali (r.a)'a adam göndererek nehirden su almalaraına izin vermesini istedi. Hz. Ali (r.a) bunun üzerine onların su almalarına engel olmadı. Hz. Ali, Muaviye'ye elçiler göndererek, onu birliğe ve müslümanların topluluğuna girmeye davet ederek isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ancak olumlu bir cevap alamadı. iki ordu birlikleri arasında bazı ufak çarpışmalardan sonra, H. 37 senesi Muharrem ayının sonuna kadar mütâreke yapıldı ve elçiler gidip gelmeye başladı (Ibnul-Esîr, a.g.e., III, 289 vd.).
Ancak bu elçilerin karşılıklı gidip gelmeleri iki grup arasında barış yapılması yolunda bir gelişme sağlamamıştı. Safer ayının ilk günü savaş tekrar başladı.
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
İlk yedi gün iki taraftan birer komutanın mubarezeleri ile geçti. Peşinden Hz. Ali (r.a), orduya toplu saldırı emrini verdi. Savaş bir kaç gün olanca şiddetiyle devam etti. Ammâr b. Yasir' in şehid edilmesine çok üzülen Hz. Ali'nin siddetli bir taarruzu ile şam ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Amr b. el-Âs, Suriyeli askerlere
"Her kimin yanında mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukari kaldirsin"
dedi. Bu emri yerine getiren askerler karşı tarafa,
"Aramızda Allah'ın kitabı hakem olsun"
diye seslendiler.
Amr b. el-Âs'ın hilesi tutmuş, ıraklı askerler:
"Allah'ın kitabına yapılan çağrıya icabet edelim"
demeye başlamışlardı. Amr.b. el-Âs, bu hile ile, şam ordusunu kesin bir mağlubiyetten kurtardığı gibi, karşı tarafın gücünü de kırmıştı.
Hz. Ali (r.a) bir Halife ve bir ordu komutanı olarak bunun bir savaş hilesi olduğunu askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Ali (r.a), onlara şöyle diyordu:
"Bu bir hiledir. Bununla sizin aranıza ayrılık düşürmek ve birliğinizi bozmak istiyorlar".
Ancak, ıraklılar, isteklerinde direttiler ve savaşa devam etmekte olan komutan Ester'e adam gönderip savaşmayı bıraktırmasını istediler.
Hz. Ali Ester'e savaşı bırakması için adam göndermek zorunda kaldı. Ester, gelen adama:
"Şimdi mevziden ayrılacak an değildir. Ben şimdi kesin zafere ulaşacağımı umuyorum, acele etme"
diyerek karşılık verdi. Gönderilen adam Hz. Ali'nin yanına gelmeden, Ester'in savaşan askerleri arasında çalkalanma oldu ve sesler yükseldi. Onlar daha bir şevkle savaşı sürdürüyorlardı.
Bunun üzerine ıraklılar, Ali (r.a)'a:
"Vallahi biz, senin Ester'e bırakması için değil, savaşa devam etmesi için adam gönderdiğini sanıyoruz"
dediler. Hz. Ali'nin gönderdiği ikinci kesin emirle Ester, savaşı bırakmak zorunda kaldı. Hz. Ali (r.a), Es'as b. Kays'ı Muaviye'ye göndererek onun ne düşündüğünü anlamak istedi.
Muaviye ona,
"istedigimiz, aramızda Allah'ın kıtabını hakem kılmaktır. Her iki taraftan birer hakem seçilmesini ve onlardan Allah'ın kitabına uygun bir karar vereceklerine dair ahd alıp tarafların onların vereceği karara uymalarıdır"
dedi. Hz. Ali (r.a)'ın taraftarları bunu memnuniyetle karşıladılar. Şamlılar hakem olarak zeki ve kurnaz bir kimse olan Amr b. el-Âs'ı seçtiler. ıraklılar ise Ebu Musa el-Eşari'yi hakem tayin etmek istediler. Hz. Ali (r.a), Ebu Musa'nın daha önce kendisine muhalefet ettiğini ve halkı kendisinden ayırmağa çalıştığını, dolayısıyla onun hakemligine itimat edilemeyeceğini söylediyse de ıraklılar onun hakem olması konusunda direttiler.
Amr b. el-Âs' ile Ebu Musa el-Eş'ari, 37. yılın Safer ayında Dumetul-Cendel'de bir araya gelerek, karar verirken esas alınacak prensipleri içeren "tahkimnâme"yi kaleme aldılar (Metin için bk. Taberi, Tarih, IV, 2930. Hakemlerin buluşması ve gelişen olaylar için bk. Hakem olayı mad.).
Ömer TELLİOĞLU
-
Cevap: islam tarihi
HAKEM OLAYI
Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarları arasında meydana gelen Sıffin savaşında daha fazla müslüman kanının akıtılmaması amacıyla düşünülen, Hz. Ali'nin Ebû Musa el-Eş'âriyi Hz. Muaviye'nin ise Amr b. el-Âs hakem olarak tayin ettikleri ve adı geçenlerin H. Ramazan 37/M. Subat 657 tarihinde ortak bir karara varmak amacıyla biraraya gelip bu konuda hüküm vermek üzere anlaştıkları olayın adı.
Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nisbeten hafiflediği görülmüş ve müslümanlar çoğunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdi. Hz. Aişe, Zübeyr, Tâlha ve şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin başında geliyorlardı. Bunların Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman'ın öldürülmesi olayının Hz. Ali taraftarlarınca gerçeklestirildiği görüşü rol oynuyordu. Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, hatta zorla, istemediği halde tehdit sonucu halife seçilmiş olduğunu ileri sürülerek kendisine bey'at etmeyenlerin müslümanlar arasına nifak soktuklarını ifade etti. Hattâ daha sonra meydana gelecek olan Cemel vak'asında dahi savaştan eser yokken, gece vakti nifakçıların Hz. Aişe tarafına saldırmaları neticesi savaş çıkmış,
Hz. Ali bu savaşta şehid olan Hz. Zübeyr'e; "Ey Zübeyr, hatırlamıyor musun bir gün Ganemoğulları mahallesinde beraberken Hz. Peygamber (s.a.s)'le karşılaşmıştık. Bize şöyle demişti; "Ey Zübeyr bir gün Ali b. Ebî Talib'le savaşacaksın ve o savaşta sen ona karşı haksız durumda bulunacaksın". Bunun üzerine Hz. Zübeyr, 'Vallahi hatırladım, seninle savaşmayacağım' diyerek savaştan vaz geçmeyi düşünmüş, ancak oğlu Abdullah Onu zorlamıştı (Ibnül-Esîr, el-Kâmil Fit-Tarih, terc. Ahmed Agrakça, III, 284, 349; Ebu'l-Fidâ, el-Muhtasar fî ahbâri'l-Beser, I, 173). Bundan da Hz. Ali'nin bu olayda haklı olduğu ve kendisine beyat edilmesinin gerektiği sonucu çıkmaktadır. Nitekim Hz. Aişe de bu savaştan sonra gerçeği anlayarak Medine'ye evine dönmüştür.
Cemel Vak'asından sonra Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye beyat almak amacıyla göndermiş ve müslümanların Cemel vak'asındaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemiştir. Muaviye, Cerir'i bir süre oyalayarak şam halkının görüşlerine başvurdu. Şamlılar Hz. Osman'ın kanını dökenlerle savaşıncaya kadar uyumayacaklarına ve intikam almaya dair yemin etmiş olduklarını söylediler. Diğer taraftan Muaviye Hz. Osman'ın kanlı gömleğini Dimask'ta mescide asarak halka teşhir etti. Muâviye, danışmanı Amr b. el-Ass ve şam ileri gelenleriyle görüşerek Hz. Ali'ye beyat etmeyeceğini söylemiş ve Cerir b. Abdullah'ı geri göndermişti (ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 254).
Cerir, Hz. Ali'ye gelerek olanları anlattı. Muaviye'nin kendisi aleyhine hazırlık yaptığını hatırlatarak Hz. Ali'yi bu konuda uyardı. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'deki müslümanları ve onlara tabi olanları toplayarak Muaviye üzerine hareket etti. İki ordu Sıffin ovasında karşılaştılar. Hz. Ali, Besir b. Amr el-Ensârî, Saîd b. Kâys el-Hemdâni ve Sebes b. Rabî' et-Temimi'yi göndererek itaat etmesini bildirmelerini söyledi. Ancak Muaviye, itaate yanaşmayarak diretti. Hicri 36 yılı zilhicce ayına kadar savaş öncü birlikler ve mübarezeler şeklinde devam etti (ibnü'l-Esîr, a.g.e, III, 285; Ebu'l Fida, el-Muhtasar, I,175).
Haftalarca karşılıklı elçi gönderme şeklinde geçen olaylar Hz. Ali'nin Muaviye'nin beyat etmeyeceğine kanaat getirerek muharrem ayından sonra hakka şu ilanı yaptırmasıyla son buldu: "Mü'minlerin emiri der ki: Hakk'a dönmeniz ve ona yönelmeniz için sizi teşvik etmek istedim. Size, Allah'ın kitabıyla delil getirdim ve ona davet ettim. Siz ise taşkınlıktan, azgınlıktan vazgeçmediniz. Hakk'a icabet etmediniz. Ben de size aynı şekilde ahdimi bozdum. Zira Allah hâinleri sevmez" (İbnu'l-Esir, a.g.e, III, 298). Bu ilan sonunda Şam halkı emir ve reislerine sığındılar.
Yüzon gün boyunca devam eden bu bekleyiş, safer ayının dördüncü günü başlayan savaşla son bularak Hz. Ali taraftarlarının saldırısıyla alevlenmişti. Ester en-Nehâî'nin başarısı Hz. Ali taraftarlarının Muaviye'nin karargâhına kadar varmalarını sağlamış ve beyat edenleri üstün bir duruma geçirmişti. Bu sırada Ammâr b. Yâsir Şehid düşmüş, bunu Veysel el-Karanî izlemişti. Bunların şehid olduğunu duyan Muaviye'nin baş komutanı Amr b. el-Ass, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Ammâr âsîler tarafından öldürülecek" (Buhârî, Salât 63; Müslim, Fiten 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkib 34) hadisini hatırlayarak savaştan vazgeçmeyi düşündü. Ancak Muaviye'nin baskısıyla vazgeçti ve Muaviye ona sonlarının kötüye gittiğini, Hz. Ali'nin kendilerini öldüreceğini söyleyerek derhal bir şeyler yapıp Ali safındaki müslümanları durdurmasını söyledi: "Haydi bakalım maharetini göster ey ibnü'l-Ass, yoksa mahvolduk demektir" diyerek Amr'ı önledi. Bunun üzerine Amr da Muaviye askerlerine "Ey nâs! Kimin yanında Mushaf varsa mızrağının ucuna takarak havaya kaldırsın" diye hitab etti (Hasan ibrahim Hasan, Târih'ul-Islâmü's-Siyâsî, I, 400).
Amr, bu hareketinin Hz. Ali taraftarları üzerinde büyük bir etki göstereceğini biliyordu ve nitekim öyle oldu. Müslümanlar Kur'ân'a karşı gelemezlerdi. Basra kurrâsından Mis'ar b. Fedeki ile el-Esas b. Kays'ın başkanlığında bir grubun baskısıyla Hz. Ali de savaşı bırakmak zorunda kalmıştı. Hatta tehdit edilerek kendisine şöyle denildi: "Allah'ın kitabına çağrıldığında ona uy, yoksa seni kalabalığa bırakırız veya Osman'a yaptığımız gibi yaparız!..."
Bunun üzerine Hz. Ali "Ey Allah'ın kulları: Hakkınızı almaya ve doğru olan işinizi yapmaya devam edin. Zirâ Mu'âviye, Amr bin-Ass, ibni Ebi Muaye, Habib b. Mesleme, ibni Ebi Seher ve Dahak b. Kays dine ve Kur'ân'a sahip ciddi ve samimi insanlar değillerdir. Ben onları sizden daha iyi bilirim..." Fakat bu tür konuşmaları bir fayda vermedi. Askerler: "Biz Kur'ân'a karşı kendimizi ortaya atıp meydan okuyamayız, Hz. Ali'nin sözlerini kabul edemeyiz" diyerek savaşmaktan vazgeçtiler (Ibnu'l-Esîr a.g.e. 321, 322, Doğuştan günümüze büyük islâm tarihi, II, s. 244; irfan Abdulhamit, islâm'da itikâdî mezhepler ve Akaid esasları, tic. M. Saim Yeprem s., 82).
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
Böylece sulhun akdedilmesi konusunda, Kurrâ ehlinin büyük tesiri olmuştur. Kurrâ ehli, müslümanların arasındaki sorunun çözümünde Kur'ân'ı hakem olarak kabul ve tavsiye ediyorlar, herkesi de bu görüşe göre yönlendirerek Hz. Ali'nin de bu görüşü benimsemesi için ona baskı yapıyorlardı. Sonunda Hz. Ali, Muâviye'ye elçi olarak gönderdiği komutanı Ester'i geri çağırarak; "yazıklar olsun! Ester'e söyleyin geri gelsin. Zira fitne çıktı. Artık harbi bırakmaktan başka çare yok" diyerek sulhe ister istemez razı oldu... Sonra Muaviye'ye Es'as b. Kays'ı göndererek ne istediğini ögrenmesini söyledi. Hz. Muâviye gelen elçiye; "Siz ve biz Allah'ın kitabında emrettiği şeye döneceğiz. Sizden, razı olduğunuz bir kişiyi gönderiniz, biz de bir kişi göndeririz ve bu kişilerin Allah'ın Kitabında olan hükümle karar vermelerine, Kitaptan şaşmamalarına dair onlardan söz alırız. daha sonra da anlaştıkları seye uyarız (Ibnü'l-Esîr a.g.e; 323), diyerek planını açıkladı. Es'as bu teklifi alarak dışarıya çıktı ve bazen bizzat kendisi okumak suretiyle bazen de halka verip okutmak suretiyle ilân etmeye başladı. Nihayet Temim oğullarından bir gruba götürdü. Aralarında Urve b. Üdeyye'nin de bulunduğu bu grup, sözkonusu mektubu okuyunca Urve b. Üdeyye "Allah'ın emri dururken tutup ta başka şahısları mı hakem tayin ediyorsunuz? Oysa Allah'tan başka hiç kimsenin hüküm verme yetkisi yoktur" (La hükme illa lillah) dedi.
Hakemlerin seçimi konusunda Muâviyenin tayin edeceği kişi belli idi ki bu Amr b. el-Âs'dan başkası olamazdı. Ancak Hz. Ali taraftarlarından Es'as ve ona tabi olanlar da "biz Ebû Musa el-Eşâri'ye razıyız" dediler. Bunun üzerine Hz. Ali "siz daha işin başında bana isyan ettiniz, şu an bana karşı gelmeyiniz" diyerek Ebû Musa hakkindaki endişesini açıkladı ve onlara ihtarda bulundu. Hz. Ali'ye göre Ebû Mûsa el-Eş'ârî insanları Muâviye tarafına yönlendirerek kendi sırlarını onlara anlatıyordu Ancak taraftarları Ebû Musa üzerinde direttiler. Hz. Ali de bunların görüşlerine istemeyerek de olsa uymak zorunda kaldı. Hz. Ali'nin bu kanaati ise Hâricilerin ortaya çıkması neticesinde doğrulanmış oluyordu. Onların da yanlış davranışları hem yeni bir sapık fırkanın doğmasına hem de bir çok kimsenin itikadının bozulmasına yol açtı (Taberî III; Ibnü'l-Esir a.g.e 330-331).
İki taraf, arasında hakem tayini ile ilgili sözleşmeyi yazarak bunun kabul ve tasdikini garanti altına aldılar. Sözleşmenin özeti şöyle idi: "Bismillahirrahmanirrahim". Bu, üzerinde Ali b. Ebi Talib ve Muâviye b. Ebi Süfyan'ın anlaştığı bir metindir, Allah'ın hükmüne ve Kitabına göre hareket edeceğiz. Bizi Allah'ın kitabından başkası birleştiremez. Allah'ın Kitabı baştan sona kadar elimizde olduğundan, onun dirilttiğini bir de diriltir; terkettiğini biz de terkederiz. Her türlü hükmünü kabul ederiz. İki hakem; Ebû Musa Abdullah b. Kays el-Es'ârî ve Amr b. el-Âs el-Kureysî, Allah'ın kitabında ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. Allah'ın kitabında bulamadıklarını, bir araya getirici âdil sünnette arayacaklardır. Ali ve Muâviye, Allah'a karşı ahid ve misak içindedirler. Her biri derler ki: "Ben bu sahifedeki şeye razıyım." Abdullah b. Kays el-Es'arî ve Amr b. el-Âs, Allah adına yemin etmişlerdir. Karârı Ramazan ayına ertelemişlerdi. Sonra ikisi, bu sayfada olan şey üzerine: bu husuta zulüm ve saptırmak isteyen ve bu sahifede olan şeyi terkeden kimseye karşı şâhitlerin yardımcı olacaklarına dair şehadetlerini yazarlar. Onbes safer, hicrî 37."
İki hakem yetkilerini gösteren sahifeleri alarak Ramazan 37 H. (M. 657)'de bir araya geldiler. Erzuh'ta Dumetü'l-Cendel'de her iki taraftan dörtyüzer kişilik birer grup hakem kararını almak üzere toplantıya katıldı. İki hakem önce niçin toplandıklarını konuşarak karara vardılar. Bunun amacı halkın arasındaki gerginliği azaltmaktı. Önce Amr söz aldi. "Hz. Osman'ın haksız olarak öldürdüğü fikrine katılıyor musun?". Ebû Musa "evet" diyen Amr, el-isrâ suresi 33. âyette haksız yere insan öldürülemeyeceğini gösteren delilini ileri südü. O halde ey Ebû Musa! Seni Hz. Osman'in velisi Muâviye'ye karşı çıkaran nedir? O Kureyştendir deyince Amr da Hz. Ali'nin Peygamber (s.a.s.)'in soyundan olduğunu ve damadı olarak Muâviyeden önce geldiğine işaret etti. Bu tür çekişmeler uzun bir süre daha devam etti. Onlar sulhün böyle devam edemeyeceğini, hem Hz. Ali hem de Muâviye'ye bey'at edilmemesi gerektiğine inanarak fikir birliğine vardılar. O halde yeni halife müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Şimdi yapilacak iş bu kararlarını müslümanlara bildirmeye gelmişti. Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa minbere çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de Amr'ın görüşü şudur: Hz. Ali ve Muâviye'yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği birisini halife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet görevinden alıyorum" dedi. Sıra Amr'a gelince O da minbere çıktı ve şöyle konuştu; "Şüphesiz Ebû Musa'nın söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye'yi halife tayin ettim" deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın" diyerek orayı terketti. (Ibnü'l-Esîr a.g.e 340).
Ebû Musa bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklaşmak amacıyla Mekke'ye giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine müslümanlar dağılmış, Muâviye kendisini meşru halife ilan ederek islâm tarihinde çift halife dönemi başlamıştır. Bu durum Hz. Hasan'ın elinden halifeliğin alınmasına kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muâviye'yi meşru halife olarak tanımamış, şehîd edilinceye kadar şam hariç bütün müslümanlarca halife olarak kabul edilmiştir.
Naci YENGİN
-
Cevap: islam tarihi
Dâhi Fransız Blaise Pascal
01 Şubat 2006 Çarşamba
Pascal, Eski Yunan’dan sonra geometride en büyük ilerlemeyi sağlayan ünlü Fransız bilim adamıdır. 1625 senesinde Fransa’da Cermont şehrinde doğdu. Matematik alanındaki pek çok çalışma ve buluşunun yanında, fizik alanında da önemli keşifler yapmıştır. Pascal, ahiret inancı olan bir bilim adamıdır. o, Allah’ın, matematikten elementlerin düzenine kadar her şeyin yaratıcısı olduğunu söylemekten çekinmemiştir.
Descartes’ı bile şaşırtır!
Pascal, 12 yaşında geometri çalışmaya başladı. O zamanlarda üçgenin iç açılarının toplamının, iki dik açının toplamına eşit olduğunu bulur. Sonraları babasıyla beraber “Academie Parsienne”deki derslere katılmaya başlar, 16 yaşına geldiğinde burada aktif olarak rol alır ve Prof. Girard Desargues’in bir numaralı yardımcısı ve öğrencisi olur. Bu esnada dil derslerinden arta kalan zamanlarında babasının verdiği kitapları okuyan Pascal, 16 yaşında konikler üzerine bir eser yazmıştır. Bu eserin mükemmelliği karşısında Descartes, eserin Pascal gibi genç biri tarafından yazılmış olduğuna inanmakta güçlük çekmiştir.
Hesap makinesi yaptı!
Bu bilim adamı, 1639 yılında da “Pascal’ın Esrarengiz Altıgeni”yle geometriye katkıda bulunur.
İlk rakamsal hesap makinesini yapan Pascal, bunu gerçekleştirmek için üç yıl çalışır. 1646-1648 yıllarında atmosfer basıncı üzerinde değişik deneyler yapar ve şu sonuca varır: Atmosfer basıncı yükseklikle doğru orantılı olarak düşer ve atmosferin üzerinde bir boşluk vardır.
“Ben ona inanıyorum...”
1653’ten itibaren matematik ve fizik üzerinde çalışarak “sıvıların kararsızlığı” üzerine bir kitapçık yazar, bu kitapçıkta Pascal’ın basınç kanunu açıklanır.
Pascal 39 yaşında 1662 yılında kansere yenik düşerek hayata gözlerini yumarken, son nefesinde şunları söyler:
“Eğer Allah yoksa insan ona inanmakla hiçbir şey kaybetmeyecek, fakat varsa inanmamakla çok şey kaybedecek. Ben ona inanıyorum...”
-
Cevap: islam tarihi
HZ. HASAN’IN HİLAFETİ - MUAVİYE’YE DEVRİNİN ARKA PLANI
Hz. Hasan’ın Hilafete Getirilişi
Hz. Ali ile Hz. Fatıma’ın ilk çocuğu olan Hz. Hasan, Medine’de 625 tarihinde doğdu. Taberistan’ın ve Kuzey Afrika’nın fethinde bulundu. Hz. Osman’ın asiler tarafından kuşatıldığı dönemde, kardeşi Hüseyin ile beraber, onu korumak amacıyla kapısında nöbet beklemesi dışında, babasının hilafetine kadar hiçbir siyasî hadisede yer almadı. Hz. Ali döneminde ise Hz. Aişe’nin ordusuna karşı savaşmak üzere, asker toplamak amacıyla, Kûfe’ye, ünlü sahabi Ammâr b. Yâsir ile beraber gönderildi.[1] Babasının hilafeti döneminde cereyan eden savaşların tamamına iştirak etti.
Hz. Ali’nin vefatından sonra hilafete getirilen Hz. Hasan’ın seçiliş biçimi ile Hz. Ebubekir’in göreve getirilişi arasında bir benzerlik bulunmaktadır. Bir farkla ki Hz. Ebubekir’in hilafete gelişinde Ensarın, Sa’d b. Ubâde’yi halife seçmek amacıyla, daha önce bir takım hazırlıklar yaptığı anlaşılmaktadır.[2] Bu durum sahabenin tamamen hazırlıksız olmadığını, en azından bir kısmının Hz. Peygamberin hastalığı esnasında, onun vefat edeceği gerçekliğine kendisini hazırladığını ortaya koymaktadır.
Hz. Hasan’a gelince; Kûfelilerin Hz. Ali’den sonra kimin halife olacağı hususunda hiçbir hazırlık yapmadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Ali’nin şehit edilmesi ani bir gelişmedir. Kûfeliler bu duruma tamamen hazırlıksız yakalanmışlardır. Ancak Hz. Ali’nin yaralaması ile beraber kimin halife olacağının tartışılmaya başlandığını görmekteyiz. Tartışma Hz. Ali’ye kadar getirilmiş, kendisinden sonra halifelik yapacak bir şahsı tayin etmesi istenmiştir.[3] Hz. Hasan dışında, kaynaklarımız tarafından zikredilmemiş olmasına rağmen, başka adaylar da bulunmuş olmalıdır. Babasının vefatından iki gün sonra kendisine biat edilmiş olması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[4] Ancak Hz. Hasan, bu adaylar arasından sıyrılıp ön plana çıkmıştır. Onun ön plana çıkmasının bir takım nedenleri olmalıdır. Kendisini hilafete taşımada önceki başarılarının rolünün olmadığını biliyoruz. Zira daha önce hilafete gelebilecek kadar büyük bir başarı elde edemediği gibi katıldığı savaşlarda da kayda değer bir varlık gösterememistir. Nitekim hilafeti onun hakki olarak görenler de kendisine böyle bir başarı atfetmemektedirler. Dolayısıyla Hz. Hasan’ı hilafete taşıyan nedenleri başka yerde aramak gerekmektedir.
Şia, Hz. Hasan’ı hilafete taşıyan nedenin ilahî olduğu kanısındadır. Onlara göre Hz. Hasan, babasından sonraki imam olarak Allah tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla Hz. Ali, Allahın bu emrine dayanarak, oğlunu kendisinden sonraki imam olarak açıklamış ve halkın ona biat etmesini emretmiştir. Bu hadiseden sonra da Kûfeliler, Hz. Hasan’a biat etmişlerdir. Şiî müellif Kuleynî, bu olayı anlatırken, şöyle demektedir: “Ali (r.a) hasta olduğu zaman onun yerine namazı oğlu Hasan kıldırdı. İmam Ali kitabını ve sılahını ona vererek onu kendi yerine imam tayin etti ve şöyle dedi: “Yavrum! Allah Resulü benden sonra seni vasi tayin etmem ve kitabım ile sılahımı sana vermemi emretti. Peygamber beni kendisine vasi tayin edip kitabını ve silahını verdiği gibi, benim de seni vasi tayin etmemi ve ömrünün sonlarına doğru bunları kardeşin Hüseyin’e vermeni buyurmamı emretti... ”[5] İsbatu’l-Vasiyye adlı eserde de Hz. Ali’nin on iki oğlunu bir araya toplattığını, kendilerine Hasan ve Hüseyin’i vasi tayin ettiğini söylediğini, bundan sonra da Hz. Hasan’a biat edildiğini aktarmaktadır.[6] İbn A’sem Hz. Ali’nin vefatından sonra Kûfeliler “önce Hasan’ın, arkasından da Hüseyin’in imam olmasını kabul ettiler”[7] demektedir. Ancak Şiî kaynaklar dışından gelen rivayetler Hz. Hasan’ın bu şekilde veliaht olarak atandığına dair yeterli bilgi sunmamaktadır. Aksine tarafsız rivayetlerin büyük bir kısmı Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceğinin sorulduğunu, onun da hiçbir beyanda bulunmadığını aktarmaktadır. Örneğin İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Belâzûrî tarafından aktarılan Cündeb b. Abdullah’ın Hz. Ali’ye geldiği ve oğlu Hasan’ı halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sorduğunu, Hz. Ali’nın de “size emretmeyeceğim gibi sizi bundan da alıkoymam”[8] rivayeti bunlardan sadece birisidir.
Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememiştir. Nitekim kendisine bu talepte bulunanlara Hz. Peygamberi örnek almak istediğini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyeceğini söylemiştir.[9] Bilindiği gibi Hz. Peygamber de kendisinden sonra hiç kimseyi halife tayin etmemiş, ümmeti kendi halifesini tayin hususunda özgür bırakmıştı. Hz. Ebûbekir ve Ömer ise kendilerinden sonraki halifeyi bir şekilde belirlemişlerdi. Hz. Ömer, Hz. Osman’ın halife seçildiği şûrâ’yı belirlerken oğlunu da dahil etmiş, fakat seçilemeyeceğini şart koşmuştu. İste Hz. Ali bu hadiseye de vurgu yaparak Hasan’ı halife olarak belirlemeyeceğini, hilafetine de engel olmayacağını açıklamıştı. Adnan Demircan’ın da belirttiği gibi belki de Hz. Ali, açık bir şekilde dile getirmemiş olsa da, oğlunun halife olmasını istemiştir. En azından oğlunun da diğer insanlar kadar hak sahibi olduğunu düşünmüş olmalıdır.[10] Zaten Abdullah b. Cündeb’in kendisiyle görüşmesinden hemen sonra oğlunu çağırıp nasihatlerde bulunması da halife seçileceğini beklediğini göstermektedir.[11]
>>>
-
Cevap: islam tarihi
Hz. Hasan’ın Hilafete Getirilişi
Hz. Ali ile Hz. Fatıma’ın ilk çocuğu olan Hz. Hasan, Medine’de 625 tarihinde doğdu. Taberistan’ın ve Kuzey Afrika’nın fethinde bulundu. Hz. Osman’ın asiler tarafından kuşatıldığı dönemde, kardeşi Hüseyin ile beraber, onu korumak amacıyla kapısında nöbet beklemesi dışında, babasının hilafetine kadar hiçbir siyasî hadisede yer almadı. Hz. Ali döneminde ise Hz. Aişe’nin ordusuna karşı savaşmak üzere, asker toplamak amacıyla, Kûfe’ye, ünlü sahabi Ammâr b. Yâsir ile beraber gönderildi.[1] Babasının hilafeti döneminde cereyan eden savaşların tamamına iştirak etti.
Hz. Ali’nin vefatından sonra hilafete getirilen Hz. Hasan’ın seçiliş biçimi ile Hz. Ebubekir’in göreve getirilişi arasında bir benzerlik bulunmaktadır. Bir farkla ki Hz. Ebubekir’in hilafete gelişinde Ensarın, Sa’d b. Ubâde’yi halife seçmek amacıyla, daha önce bir takım hazırlıklar yaptığı anlaşılmaktadır.[2] Bu durum sahabenin tamamen hazırlıksız olmadığını, en azından bir kısmının Hz. Peygamberin hastalığı esnasında, onun vefat edeceği gerçekliğine kendisini hazırladığını ortaya koymaktadır.
Hz. Hasan’a gelince; Kûfelilerin Hz. Ali’den sonra kimin halife olacağı hususunda hiçbir hazırlık yapmadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Ali’nin şehit edilmesi ani bir gelişmedir. Kûfeliler bu duruma tamamen hazırlıksız yakalanmışlardır. Ancak Hz. Ali’nin yaralaması ile beraber kimin halife olacağının tartışılmaya başlandığını görmekteyiz. Tartışma Hz. Ali’ye kadar getirilmiş, kendisinden sonra halifelik yapacak bir şahsı tayin etmesi istenmiştir.[3] Hz. Hasan dışında, kaynaklarımız tarafından zikredilmemiş olmasına rağmen, başka adaylar da bulunmuş olmalıdır. Babasının vefatından iki gün sonra kendisine biat edilmiş olması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[4] Ancak Hz. Hasan, bu adaylar arasından sıyrılıp ön plana çıkmıştır. Onun ön plana çıkmasının bir takım nedenleri olmalıdır. Kendisini hilafete taşımada önceki başarılarının rolünün olmadığını biliyoruz. Zira daha önce hilafete gelebilecek kadar büyük bir başarı elde edemediği gibi katıldığı savaşlarda da kayda değer bir varlık gösterememistir. Nitekim hilafeti onun hakki olarak görenler de kendisine böyle bir başarı atfetmemektedirler. Dolayısıyla Hz. Hasan’ı hilafete taşıyan nedenleri başka yerde aramak gerekmektedir.
Şia, Hz. Hasan’ı hilafete taşıyan nedenin ilahî olduğu kanısındadır. Onlara göre Hz. Hasan, babasından sonraki imam olarak Allah tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla Hz. Ali, Allahın bu emrine dayanarak, oğlunu kendisinden sonraki imam olarak açıklamış ve halkın ona biat etmesini emretmiştir. Bu hadiseden sonra da Kûfeliler, Hz. Hasan’a biat etmişlerdir. Şiî müellif Kuleynî, bu olayı anlatırken, şöyle demektedir: “Ali (r.a) hasta olduğu zaman onun yerine namazı oğlu Hasan kıldırdı. İmam Ali kitabını ve sılahını ona vererek onu kendi yerine imam tayin etti ve şöyle dedi: “Yavrum! Allah Resulü benden sonra seni vasi tayin etmem ve kitabım ile sılahımı sana vermemi emretti. Peygamber beni kendisine vasi tayin edip kitabını ve silahını verdiği gibi, benim de seni vasi tayin etmemi ve ömrünün sonlarına doğru bunları kardeşin Hüseyin’e vermeni buyurmamı emretti... ”[5] İsbatu’l-Vasiyye adlı eserde de Hz. Ali’nin on iki oğlunu bir araya toplattığını, kendilerine Hasan ve Hüseyin’i vasi tayin ettiğini söylediğini, bundan sonra da Hz. Hasan’a biat edildiğini aktarmaktadır.[6] İbn A’sem Hz. Ali’nin vefatından sonra Kûfeliler “önce Hasan’ın, arkasından da Hüseyin’in imam olmasını kabul ettiler”[7] demektedir. Ancak Şiî kaynaklar dışından gelen rivayetler Hz. Hasan’ın bu şekilde veliaht olarak atandığına dair yeterli bilgi sunmamaktadır. Aksine tarafsız rivayetlerin büyük bir kısmı Hz. Ali’ye kendisinden sonra kimi halife tayin edeceğinin sorulduğunu, onun da hiçbir beyanda bulunmadığını aktarmaktadır. Örneğin İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Belâzûrî tarafından aktarılan Cündeb b. Abdullah’ın Hz. Ali’ye geldiği ve oğlu Hasan’ı halife seçmek istediklerini, bu konudaki fikrini sorduğunu, Hz. Ali’nın de “size emretmeyeceğim gibi sizi bundan da alıkoymam”[8] rivayeti bunlardan sadece birisidir.
Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ali kendisinden sonraki halifeyi belirlemek istememiştir. Nitekim kendisine bu talepte bulunanlara Hz. Peygamberi örnek almak istediğini ifade ederek hiç kimseyi halife olarak zikretmeyeceğini söylemiştir.[9] Bilindiği gibi Hz. Peygamber de kendisinden sonra hiç kimseyi halife tayin etmemiş, ümmeti kendi halifesini tayin hususunda özgür bırakmıştı. Hz. Ebûbekir ve Ömer ise kendilerinden sonraki halifeyi bir şekilde belirlemişlerdi. Hz. Ömer, Hz. Osman’ın halife seçildiği şûrâ’yı belirlerken oğlunu da dahil etmiş, fakat seçilemeyeceğini şart koşmuştu. İste Hz. Ali bu hadiseye de vurgu yaparak Hasan’ı halife olarak belirlemeyeceğini, hilafetine de engel olmayacağını açıklamıştı. Adnan Demircan’ın da belirttiği gibi belki de Hz. Ali, açık bir şekilde dile getirmemiş olsa da, oğlunun halife olmasını istemiştir. En azından oğlunun da diğer insanlar kadar hak sahibi olduğunu düşünmüş olmalıdır.[10] Zaten Abdullah b. Cündeb’in kendisiyle görüşmesinden hemen sonra oğlunu çağırıp nasihatlerde bulunması da halife seçileceğini beklediğini göstermektedir.[11]
>>>
-
Cevap: islam tarihi
>>>
Hz. Ali’in vefatından iki gün sonra halk yeni halifeyi seçmek üzere Kûfe Cuma mescidinde toplandı.[12] O ana kadar da halifenin kim olacağı hususunda halk arasında bir ittifak bulunmuyordu. Bunu bilen Kays b. Sa’d b. Ubâde el-Ensârî, mescitte bir konuşma yaparak, babasının faziletlerini ve Hz. Hasan’ın meziyetlerini zikretmiş, ona biat etmeleri hususunda Kûfelilere telkinlerde bulunmuş ve hiç zaman kaybetmeden kendisine biat eden ilk kişi olmuştur. Onun biat etmesiyle Kûfeliler de biat etmeye baslamışlardı.[13] Dönemin ileri gelenlerinden biri olarak kabul edilen Kays b. Sa’d b. Ubâde’yi Hz. Hasan’a biat hususunda bu denli acele ettiren neden ise Kûfe’nin yapısında aranmalıdır. Zira Kûfe çok farklı etnik unsurları barındıran bir kent idi.[14] Hilafet tartışmaları ile, bu etnik unsurların karşı karşıya gelebileceği endişesinin Kays’ı acele ettirmiş olması yüksek bir ihtimaldir. Böylece Kays’ın, gerek Kuzey Arapları gerekse de Güney Arapları tarafından kabul edilebilecek birine biat ederek, Kûfelilerin birbirlerine girmesini, bir iç savaşın patlak vermesini engellediğini söylemek mümkündür.
Şiî temayüllü olan isfehanî, Hz. Hasan’a ilk biat edenin Abdullah b. Abbas olduğunu söylemektedir.[15] Ancak Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin Basra valisi idi ve o anda Kûfe’de olmayıp görevinin başında bulunuyordu.[16] Zaten isfehanî Hz. Hasan’a ilk biat eden şahsın Abdullah b. Abbas olduğunu söyledikten sonra Muaviye tarafından Hz. Hasan’ın hakimiyetinde bulunan kentlere casusların gönderildiğini, Kûfe’ye gönderilen casusun Hz. Hasan, Basra’ya gönderilen casusun da Basra valisi Abdullah b. Abbas tarafından yakalanarak idam edildiğini belirtmektedir.[17] Böylece isfehanî de daha önce verdiği bilgiyi yanlışlamakta, Abdullah b. Abbas’ın o tarihte Basra’da olduğunu kabullenmektedir. ibn A’sem’in de Abdullah b. Abbas’in Basra’dan Hz. Hasan’a mektup yazıp, Muaviye ile savaşa devam etmesini tavsiye ettiğini söylemesi de[18] Abdullah’ın, Hz. Hasan’a biat ettiği tarihte Kûfe’de olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Burada üzerinde durulması gereken bir başka husus ise Hz. Hasan’a yapılan biatın şekli ile ilgilidir. Kaynaklar bu konuda birbiri ile çelişen iki ayrı rivayet kümesi zikretmektedirler. Birinci rivayet kümesi Kûfelilerin, Hz. Hasan’a, Muaviye ile savaşması şartı ile biat etmek istediğini ve Hz. Hasan’ın Kur’an ve Sünnet yeter diyerek bunu reddettiğini belirtmektedir.[19] Kaynaklarımızda bunların kimlikleri ile ilgili net bilgiler verilmese de savaş hususunda bu kadar istekli olan bu grubun Haricîler olduğu kanaatindeyiz. Eğer Hz. Hasan’a biat etmiş olanların tamamı, “Muaviye ile savaşmak” şartıyla onun hilafetini tanıyacaklarını ileri sürmüş olsalardı, biraz sonra anlatmaya çalışacağımız süreçte, savaş hususunda bu kadar gevşek davranmaz ve savaşmamak için bu kadar mücadele etmezler, aksine Muaviye ile canla başla savaşırlardı. Oysaki hadiseler Kûfelilerin ne kadar isteksiz olduklarını, savaştan ziyade barışı düşündüklerini ortaya koymaktadır.
Taberî, Kays b. Sa’d b. Ubâde’nin de Muaviye ile savaşmak şartı ile biat etmek istediğini, ancak Hz. Hasan’ın bu şartı kabul etmediğini söylemektedir.[20] Fakat hadiseyi Kûfeli tarihçi Avvâne b. el-Hakem’den (ö.148) den aktaran Belâzûrî, Kays’ın şartlı biat ettiğine dair bir bilgi aktarmamaktadır.[21] Zaten Kays’ın şartlı biat etmek istemesi olayın akışı ile uyumlu değildir.
İkinci rivayet kümesi ise Hz. Hasan’ın barışı sağlamak veya kendisine bir takım çıkarlar elde etmek amacıyla hilafete gelmek istediğini, hilafete seçilirken “barış yaptığı ile barış, savaş yaptığı ile savaş yapmak” şartı ile biat aldığını, [22] böylece hilafeti Muaviye’ye devretmek için hazırlık yaptığını söylemektedir. Nitekim bu rivayetler Hz. Hasan’ın Muaviye ile savaşma niyetinde olmadığını, tek amacının kendisine bir takım çıkarlar sagladiktan sonra hilafeti Muaviye’ye teslim etmek oldugunu belirten Zührî kanalıyla gelmektedir.[23] O bu kurgusunu, söz konusu şahıslar arasında hiçbir hadise meydana gelmemişcesine, Hasan’ın Muaviye’ye yazarak ondan bir takım şeyler talep ettiğini, bunların verilmesi durumunda biat edebileceğini söylediği iddiasi ile tamamlamaktadır.[24]
Zühri Emevî yanlısı bir tarihçidir. Nitekim bu hanedan ile yakın ilişkileri bulunmakta idi. Abdulmelik b. Mervan fetva hususunda ona başvururdu.[25] Emevî halifesi Hisam döneminde ise bu hanedanının neredeyse bir parçası haline gelmiş, onlardan hiç ayrılmamıştır. Bu dönemde halifenin çocuklarının da hocalığını yapmıştır.[26] Dolayısıyla Zührî tarafından aktarılan bu rivayetin Hisam dönemindeki imam Zeyd b. Ali hareketiyle de yakın ilişkisinin bulunma olasılığını göz ardı etmemek gerekir. Bilindiği gibi Hisam b. Abdulmelik’e isyan eden Zeyd b. Ali döneminde de bir takım ekonomik nedenler gündeme gelmiş ve Zeyd b. Ali hadisesi bu ekonomik sorunlardan dolayı patlak vermiş idi.[27] Hz. Hasan’ın hilafeti para karşılığında sattığını söyleyen yukarıdaki rivayetler, aynı zamanda Zeyd b. Ali’yi karalamak için kullanılmış olmalıdır. Böylece bu ailenin öteden beri para düşkünü olduğu, ilkelerinin bulunmadığı ima edilerek, Zeyd b. Ali’yi halkın gözünden düşürme amacıyla ileri sürülmüş olması muhtemeldir. Bu rivayetler aynı zamanda Hz. Hasan’ın böyle bir şart ileri sürdüğünde, biat etmekte olan halkın tereddüt geçirdiğini, Muaviye ile anlaşmak niyetinde olduğundan şüphelendiklerini ve bu tutumunu kınadıklarını aktarmaktadır.[28] Fakat biraz sonra aktaracağımız hadiselerden de açık bir şekilde anlaşılacağı gibi Kûfeliler hiç de bu kanaatde değillerdi. Aksine onlar savaşmayı istemiyorlardı.
Kendisine h. 40 yılının Ramazan ayında biat edilen Hz. Hasan’ın halife olarak ilk icraatı babasının katili olan Abdurrahman b. Mülcem’e kısas uygulaması oldu.[29] Rivayetler Hz. Hasan’ın bu ilk sınavını hiç de iyi vermediğini aktarmaktadır. Zira bu rivayetlerin önemli bir kısmı Abdurrahman b. Mülcem’in işkence ile öldürüldüğü hususunda hemen hemen ittifak halindedir. Bunlardan kimisi ise ibn Mülcem’e müsle yapıldığın, yani önce elleri, sonra ayakları, arkasından kulakları ve burnu kesildikten sonra öldürüldüğünü söylemektedir.[30]
-
Cevap: islam tarihi
SELÇUKLU TARİHİ
ANADOLU BEYLİKLERİNİN KURULMASI
Üzerinde yaşadığımız Anadolu, tarih boyunca çeşitli kavimler tarafından işgal edilmiş ve bu yarşmadada birçok devlet kurulmuştur. Ancak bu devletlerin hiç birisi Anadolu'nun tarihi üzerinde Türkler kadar etkili olamamışlardır. Türklerin Anadolu'yu fethederek islâmlaştırmaları ve burayı vatan yapmaları Türk ve dünya tarihinin en önemli olaylarından biridir.
Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Tuğrul ve Çağrı Bey'lerin idaresinde bulunan Türkmenler, Maveraünnehir'de Karahanlı ve Gazneli devletlerinin şiddetli baskıları altında bulunuyorlardı. Bu kardeşler kendilerine daha elverişli topraklar bulmak için bir keşif seferi yapmaya karar verdiler. Bu düşünce ile Çağrı Bey, üçbin kişilik bir süvari kuvvetiyle batıya, Anadolu'ya doğru hareket etti. Çağrı Bey'in 1015 yılında başlattığı bu ilk keşif seferinden sonra Anadolu'ya yönelik Türk akınları artarak devam etti. Selçuklular 1040 yılında yapılan Dandanakan savaşından sonra bağımsız bir devlet haline gelince, Anadolu gazalarına daha çok önem verdiler ve bu yarımadayı sistemli bir şekilde fethe başladılar.
Tuğrul Bey zamanında kalabalık Türkmen grupları Van ve Erzurum'a kadar ilerlediler. Bu sırada bir başka Oğuz grubu da Diyârbekir yönünde ilerleyerek Meyyafarikîn (Silvan), Mardin ve Cizre'ye kadar ulaştı. Selçuklular 1046'da Gence'de ve 1048'de Hasankale'de Bizanslıları ağır yenilgilere uğrattılar. Tuğrul Bey 1054 yılında Erzurum'a kadar ilerleyerek bu bölgeleri itaat altına aldı. Aynı yıl Malazgirt kalesini de muhasara eden Tuğrul Bey, kışın yaklaşması üzerine buradan ayrılmak zorunda kaldı. Daha sonra burasını ele geçirdiler ve imparator Konstantinos Dukas'ın gönderdiği Bizans kuvvetlerini bozguna ugrattılar.
Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu sultanı olan Alp Arslan, Anadolu'nun fethine daha çok önem verdi. Anı ve Kars'ı fetheden Alp Arslan zamanında Selçuklu emîrlerinden Gümüştegin, Afsin, Ahmetsah ve Salâr-ı Horasan Malatya, Ergani, Ahlat, Siverek, Âmid (Diyârbekir), Meyyafa-rikîn (Silvan), Urfa, Adıyaman, Harran, Nizip ve Antakya taraflarına akınlar yaptılar.
Alp Arslan'ın Bizans imparatoru Romenos Diogenes'in kalabalık ordusuna karşı kazandığı Malazgirt Savaşı (26 Agustos 1071) ise, Anadolu'nun Türkleşmesi ve islâmlaşmasında bir dönüm noktası oldu. Sultan Alp Arslan, islâm aleminde büyük bir sevinç meydana getiren bu sefer ile Anadolu'nun kapılarını Türklere açmış oldu. Nitekim bu tarihten sonra akın akın Anadolu'ya gelen Türk grupları burayı kendilerine ikinci anayurt yaptılar. Alp Arslan Malazgirt zaferinden sonra emîrlerini Anadolu'nun fethi için görevlendirdi. Malazgirt zaferini takiben Anadolu'nun büyük bir bölümü Türklerin eline geçti ve burada irili-ufaklı birçok Türk devleti kurulmaya başladı.
Kaynak: Osmanlı tarihi
-
Cevap: islam tarihi
SALTUKLULAR
1. Saltuklular'ın Kurulusu
Saltuklular, 1071-1202 tarihleri arasında Erzurum, Pasinler, Tercan, ispir, Oltu, Tortum, Micingerd, Bayburt ve civarında hüküm sürmüş bir Türk beyliğidir.
Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'da kurulan ilk Türk beyliği olan Saltuklular'ın başkenti Erzurum idi. İslâm kaynaklarında Kalikala ve Erzenu'r-Rûm şeklinde geçen Erzurum, Hz. Osman zamanında 653 yılında fethedilmiştir. Fetihten sonra Erzurum'u bir üs ve karargâh olarak kullanan müslümanlar, buradan kuzey ve doğu istikâmetinde akınlar düzenlediler. Şehir Abbâsîler'in ilk yıllarında Bizans imparatorluğunun eline geçtiyse de daha sonra geri alınmıştır. Bizans orduları XI. yüzyılda Erzurum'u işgal ederek Azerbaycan'a kadar uzandılar. Aynı yıllarda başlayan Selçuklu akınları ve Türkmen muhacereti sebebiyle Türkler'le Bizanslılar arasında uzun yıllar devam edecek olan çatışmalar başladı.
Çağrı Bey'in 1015-1021 yılları arasında Doğu Anadolu'ya düzenlediği keşif seferinden sonra Arslan Yabgu'ya bağlı Oğuzlar, Gazneli kuvvetlerinin takibi sebebiyle Anadolu'ya girmişler ve ağır kayıplar vermelerine rağmen Azerbaycan'a, Bizans topraklarına ve Diyarbekir yöresine kadar yayılmışlardır. 1038 yılında gerçekleştirilen üçüncü bir akınla da Van Gölü havzasına kadar gelmişlerdir. Yeni iltihaklarla sayıları bir hayli artan Türkmenler, 1044 yılında büyük kitleler hâlinde Doğu Anadolu'ya girdiler. Süratle Vaspuragan civarına gelen bu Türmenler'in hedefi Erzurum'u ele geçirmekti. Bu gelişmeler üzerine Bizans'ın güçlü imparatoru II. Basileios Doğu'daki sınırlarını emniyet altına almak için seferber olmuş ve imparatorluğun sınırlarını Azerbaycan ve Kafkasya'ya kadar genişletmiştir.
Daha sonraki yıllarda aynı siyaseti takip eden imparator Konstantinos IX. Monomakhos, Oğuzlar'a karşı harekete geçerek 1045 sonbaharında Gürcü prensi Liparit komutasında gönderdiği orduyla Seddâdîler'in elindeki Duvin şehrini ele geçirmek istemiştir. Bunun üzerine Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, Kutalmış komutasındaki bir orduyu Bizans kuvvetlerine karşı gönderdi ve Selçuklular'la Bizanslılar arasında ilk ciddî çatışma vuku buldu. Kutalmış, Musul ve Diyarbekir yöresinde Türkmenler'i de yanına alarak 1045 yılında Gürcü ve Rumlar'dan oluşan müttefik Bizans ordusunu bozguna uğrattı. Öte yandan Tuğrul Bey'in yakın adamlarından Emîr Hasan da yirmibin kişiyle Erzurum ve Pasinler ovalarını ele geçirdi. Fakat Bizanslılar bu Selçuklu beyini tâkip ederek Büyük Zap Suyu yakınlarında pusuya düşürüp Hasan Bey ile çok sayıda arkadaşını şehit ettiler.
Hasan Bey'in ölümü, Tuğrul Bey'i çok üzdü ve intikam almak için ibrahim Yınal'ı Bizans'a karşı Anadolu seferine memur etti. İbrahim Yınal Türkistan'dan Nisapur'a gelen yoğun bir Türkmen kitlesini 1047 tarihinde Anadolu'ya sevketti. Ertesi yıl Türkmen kitleleri, Erzurum ve Pasin ovalarında toplanmaya başladı. İnsan dalgaları bir sel gibi ülkenin her tarafını istila etti. Batıda Gümüşhane ve Trabzon, kuzeyde ispir, güneyde Muş ve Ağrı taraflarına kadar yayıldı. Türkler daha sonra Siirt ile Meyyâfârikîn arasındaki Erzen üzerine yürüdüler. Çok çetin geçen savaşlardan sonra halk Kalikala (Erzurum) şehrine sığındı. Kalikala bu tarihten itibaren yakınındaki Erzen şehrinin adını aldı ve Erzen'den tefrik etmek için Erzenu'r-Rum, daha sonra Arz-ı Rum ve nihayet Erzurum olarak anılmaya başlandı.
İbrahim Yınal, Bizans kuvvetlerini takip ederek 18 Eylül 1048 tarihinde Hasankale'de cereyan eden savaşta onları korkunç bir bozguna uğrattı. Başta Liparit olmak üzere pek çok kişi esir alındı. Tuğrul Bey, daha sonra bizzat Malazgirt ve Erzurum üzerine sefer düzenledi. 1055 yılında Türkistan'dan gelen bir Türkmen kitlesi Erzurum ve Bayburt civarını ele geçirdi. 1059 yılında İbrahim Yınal'ın isyanının bastırılmasından sonra Türkler, tekrar büyük kitleler hâlinde aralarında muhtemelen Emîr Saltuk'un da bulunduğu bir grup komutanın emrinde Anadolu'ya akınlara başladılar. Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu tahtına geçen Sultan Alparslan zamanında da Anadolu'ya yapılan akınlar devam etti. Durumun giderek aleyhine geliştiğini gören İmparator Romanos Diogenes, 1070-1071 kışında büyük bir orduyla Anadolu seferine çıkmayı planladı. Maksadı Anadolu'yu Türkler'den kurtarmak, İslâm topraklarını işgal ve Selçuklu devletini ortadan kaldırmaktı.
13 Mart 1071 tarihinde Ayasofya'da yapılan büyük bir törenden sonra yola çıkan imparator, Erzurum'a varınca kuvvetlerinin bir bölümünü Gürcistan'a göndererek arkasını emniyet altına almayı düşündü. İmparatorun Erzurum'a vardığını Meyyafarikîn'de haber alan Sultan Alparslan süratle Erzen ve Bitlis yoluyla Ahlat'a hareket etti. Nihayet Bizans ve Selçuklu kuvvetleri arasında 26 Agustos 1071'de Malazgirt'te meydana gelen savaş bilindiği üzere Selçuklular'ın kesin zaferiyle sonuçlanmış ve imparator esir düsmüştür. Fakat Romanos Diogenes'in tahttan uzaklaştırılarak gözlerine mil çekilmesi ve yeni imparator Mihail Dukas'in Selçuklularla yapılan anlaşmayı tanımadığını ilân etmesi üzerine Sultan Alpaslan, Saltuk, Artuk, Mengücük, Çavlı, Danışmend ve Çavuldur gibi emirlerini Anadolu'ya göndererek fetihlerde bulunmalarını istemiş ve fethedecekleri şehir ve kasabaları kendilerine ikta edeceğini bildirmiştir.
-
Cevap: islam tarihi
Ebu'l-Kasım Saltuk:
Malazgirt zaferinin kazanılmasında önemli rol oynayan komutanlardan biri de Emîr Saltuk idi. Zahireddin Nisâburî ile Resîdüddin'in verdiği bilgilerden Saltuklu hânedanının kurucusu olan Ebu'l-Kasım Saltuk'un Anadolu'nun fethinde çok önemli hizmetlerde bulunduğunu ve zaferden sonra Sultan Alparslan'ın Kars'tan Bayburt'a, Bingöller'den Barkal dağlarına kadar uzanan sahada yer alan Kars, Pasinler, Oltu, Erzurum, Tortum, ispir, Bayburt ve yörelerini veraset yoluyla çocuklarına da intikal etmek üzere ona ikta ettiğini anlıyoruz.
Selçuklu topraklarının sınırlarında yer alan Erzurum'un kendisine ikta edilmiş olması, onun diğer beylerden daha önemli mevkide bulunduğunu göstermektedir. Gürcü kaynaklarında da izzeddin Saltuk'un atalarının Oğuzlar'a ve Selçuklu hükümdarlarına mensup olduğu kayıtlıdır. Saltuklu hanedanının 516 (1123) yılından itibaren Saltukoğulları (Beni Saltuk) adıyla tanındığını görüyoruz. Abbasî halifesi Müstersid Billah'ın, Hille Arap emîri Dübeys b. Sadaka'ya karşı yardım istemesi üzerine Zengî b. Aksungur ve Togan Arslan ile beraber Saltukoğulları da Bagdat'a gitmişti.
Ali b. Ebu'l-Kasım:
Ebu'l-Kasım Saltuk'un ölümü üzerine yerine oğlu Ali geçti. ibnü'l-Esîr, 496 (1102-1103) yılı olaylarını anlatırken Ali b. Ebu'l-Kasım Saltuk'un söz konusu tarihte beyliğin başında bulunduğunu ifade eder. Büyük Selçuklu sultanı Berkyaruk ile kardeşi Gence meliki Muhammed Tapar arasında 8 Cemaziyelâhir 496 (19 Subat 1103) tarihinde Hoy kapısında cereyan eden ve Muhammed Tapar'ın mağlubiyetiyle biten savaştan sonra Muhammed Tapar Erciş'e, oradan da Sökmen el-Kutbî'nin hâkimiyetindeki Ahlat'a çekilmişti. Yanında Sökmen el-Kutbî, Muhammed b. Yağışıyan ve Kızıl Arslan gibi emirler vardı. Erzenu'r-Rum hâkimi Ali de bu sırada Ahlat'a gelerek onlara katıldı ve hep birlikte Sultan Alparslan tarafından Menûçehr'e verilen Ani üzerine yürüdüler.
İki kardeş arasında 497 (1104) yılında yapılan anlaşmaya göre Sepidrud (Kızılören) sınır olacak, Azerbaycan, Kafkasya, Diyarbekir, el-Cezîre, Musul ve Suriye ülkeleri Muhammed Tapar'a verilecekti. Bu anlaşmaya göre sınır boylarındaki beyler, bu arada Saltuklu Ali de Sultan Muhammed Tapar'a tâbi olacaktı. Sultan Muhammed Tapar, 1105 Şubat'ında Meyyafarikîn'e giderken Doğu Anadolu'daki şehirlere hâkim olan Erzenu'r-Rum emîri Ali, Diyarbekir beyi İbrahim b. Yinal, Siirt emîri Kızıl Arslan, Artukoğlu Sökmen, Erzen-Bitlis beyi Hüsameddin Togan Arslan ve Harput emîri Sahruh da ona refakat ediyordu.
Büyük Selçuklular, aralarındakı dâhilî çekişmeler ve Haçlı istilâsıyla meşgul iken Gürcü kralı David Türkler'e karşı saldırıya hazırlanıyordu. 1115 tarihinde Rostof'u aldıktan sonra Çoruh nehri vadisinde ileri harekâta geçti. Ertesi yıl Saltuklular'ın hâkimiyetindeki topraklara girip Pasinler'e kadar geldi ve çok sayıda Türk'ü öldürdü. 1118 yılında da Azerbaycan taraflarına hücuma geçti. Bunun üzerine Artukoğlu ilgazi, Gürcüler'le cihada memur edildi ve 1121 yılında Erzen beyi Toğan Arslan ile Erzurum'a geldi.
Saltuklu Emîr Ali de burada onlara katıldı ve birlikte Tiflis'e hareket ettiler. Fakat Gürcüler karşısında mağlup oldular, Kral David de Tiflis'i zaptetti. Bu arada Menûçehr'in oğlu Ebu'l-Esvar, Ani'yi Gürcüler'e karşı müdafaa edemeyeceğini anlayarak altmişbin dinar karşılığında Saltuklular'a sattı. Fakat şehirdeki hırıstiyan ahali daha erken davranıp Kral David'i durumdan haberdar ederek şehri ona teslim ettiler. Ani'deki cami, kiliseye çevrildi ve daha önce Ahlat'tan götürülerek kubbeye konulmuş olan hilâlin yerine haç dikildi. Böylece Sultan Alparslan'ın 1064'de aldığı Ani, altmış yıl sonra hristiyanların eline geçmiş oldu (1123-1124).
Ziyaeddin Gazi:
Ali'nin ölümünden (muhtemelen 1124) sonra Saltuklu tahtına kardeşi Ziyaeddin Gazi geçti. Kitabelerden anlaşıldığına göre Erzurum'daki Kale Camii ve Tepsi Minare (Saat Kulesi)'yi yaptıran Saltuklu emîri Ziyaeddin Gazi'dir. Fakat hakkında fazla bilgi yoktur. 1 Hakkı Konyalı tarafından okunmuş olan Tepsi Minare kitabesinde onun ünvan ve lâkapları şöyle sıralanmaktadır. "Mevlâna Ziyaeddin Kutbu'l-islâm, Nasîruddevle, Zahîru'l-mille, Semsü'l- (Mülûk) ve'l-Ümerâ inanç Beygu (Yabgu) Alp Tuğrul Bey Ebu'l-Muzaffer Gazi b. Ebi'l-Kasım".
Ziyâeddin Gazi, 1126'da Gürcüler'e karşı düzenlenen sefere katıldığı gibi 1131 yılında da ivani'yi büyük bir bozguna uğrattı. Gürcüler onun zamanında ispir ve Pasinler'i geçerek Oltu'ya kadar gelmişlerdi. Artuklu Temürtaş, Ziyâeddin Gazi'nin kızıyla evlendi ve böylece iki hanedan arasında akrabalık kuruldu.
Ziyâeddin Gazi, Azîmî'ye göre 526 (1131-1132) yılında ölmüştür.
-
Cevap: islam tarihi
II. İzzeddin Saltuk:
Gazi'den sonra beyliğin başında yeğeni II. İzzeddin Saltuk'u görüyoruz (1132-1168). Onun devrinde Ahlatşahlar ve Erzen beyleriyle ittifak yapılmış ve evlilik yoluyla kurulan akrabalıklarla bu ittifaklar takviye edilmiştir. İzzeddin Saltuk kızlarından Sahbânû'yu Ahlat şahı II. Sökmen ile, diğer kızını da Erzen beyi Togan Arslan'ın oğlu Kurti veya Yakup Arslan ile evlendirmiştir.
Ani emîri Fahreddin de onun kızlarından birine talip olmuş, fakat reddedilmişti. Buna içerleyen Fahreddin, ondan intikam almaya karar verdi ve Saltuk'a elçi gönderip: "Ben zayıfladım; Gürcüler'e karşı Ani'yi müdafaa edecek gücüm yoktur. Bu şehri sana teslim edip hizmetine girmek istiyorum" dedi.
Aslında kızını vermediği için ondan intikam almak istiyordu. Bu sebeple Kral Dimitri'ye gizlice haber gönderip onu da ülkesine davet etti. Bu komplo sebebiyle Ani'den baskına uğrayan Saltuklular mağlup ve perişan oldular. Başta İzzeddin Saltuk olmak üzere çok sayıda Türk askeri esir düştü. Ahlat şahı Sökmen ile Artuklu hükümdarı Necmeddin Alpi krala elçiyle yüzbin dinar fidye gönderip Saltuk'u kurtardılar. Bu paranın toplanmasında kızı Sahbânû da önemli rol oynadı. Ülkesine dönen İzzeddin Saltuk da diğer Türk esirlerini kurtarmak için büyük meblağlar ödemek zorunda kaldı.
Bu başarıya rağmen Ani'yı işgal edemeyen Gürcüler, 550 (1155) yılında Fahreddin'i yakalayıp şehri kardeşi Fazlûn'a verdiler. Fakat papazlar, 556 (1161) yılında Fazlûn'u bozguna ugrattılar. Gürcü kralı Giorgi, Seddadîler'in topraklarını yağmaladıktan sonra Ani'yi ele geçirdi. Bu şehirde doğup büyümüş olan Kadı Burhaneddin Anevî bu olayı şöyle anlatır:
"Ben 18 yaşında iken birden bire Gürcü askeri gelip Ani'yi kuşattı ve aldı. Birçok müslüman, kadın-erkek, genç-ihtiyar kılıçtan geçirildi. O zaman ben ve ailem Gürcü Yuvan'a (İvanı) esir olduk. Ben onların dilini ve İncil'ini bildiğim için kurtuldum ve hemen o memleketten uzaklaşarak Anadolu'ya (Rûm'a) geldim".
Gürcüler 556 (1161) yılında Ani'yi işgal edince Ahlat şahı II. Sökmen, İzzeddin Saltuk, Erzen ve Bitlis beyi Devletsah, Mardin ve Artuklu emîri Necmeddin Alpi ve diğer bazı Türk emîrleri Temmuz ayında sefere çıkmaya karar verdiler. Müttefik Türk kuvvetleri, Ağustos 1161 tarihinde Ani'yi kuşattılar. Gürcü kralı Giorgi, bunu haber alınca süratle Ani'ye hareket etti. Savaş başlamak üzereyken İzzeddin Saltuk ordugâhtan ayrıldı.
Rivayete göre İzzeddin Saltuk daha önce Gürcüler'e esir düştüğü zaman bir daha Kral Dimitri ve çocuklarına saldırmayacağına yemin ettiği için ordudan ayrılmıştır. Onun diğer beylerle istişare etmeden gizlice ayrılması yüzünden müslümanlar mağlup ve perişan olmuştur. Pek çok müslüman öldürüldüğü gibi dokuz bin kişi esir düşmüş ve Ahlatşah'ı Sökmen de ancak dört yüz askeriyle geri dönebilmişti. Bu sırada henüz Malazgirt'te bulunan Necmeddin Alpi da mağlubiyeti haber alınca Meyyafarikîn'e hareket etmiştir. Daha sonra o devrin meşhur ve nüfuzlu âlimlerinden Ebû Cafer Muhammed Cemaleddin'i Gürcü kralına gönderip Sökmen'in esir düşen komutan ve askerlerini kurtardı. Kimsesiz fakir esirleri kurtarmak için de beş bin dinar fidye ödedi. Kral, Cemaleddin'in hatırı için bazı esirleri fidyesiz serbest bıraktı.
Gürcüler 557 (1162) yılında da Kars'ı alip Duvin'i istilâ ettiler. Çok sayıda müslümanı öldürüp cami ve evleri yaktıktan sonra Tiflis'e döndüler. Bir süre sonra da Gence'yi kuşatarak müslümanları kılıçtan geçirdiler. Duvin (Dovin)'deki hilâli indirip bir mollanın sırtında Tiflis'e gönderdiler. Otuzbin müslümanı esir aldılar. İbnü'l-Esîr bu olayı şöyle anlatıyor:
"Gürcüler bu yıl (557) Şaban ayında (Temmuz-Ağustos 1162) sayıları otuzbini bulan büyük bir ordu toplayarak İslâm ülkelerine girdiler. Azerbaycan'a bağlı Duvin üzerine yürüyerek şehri zapt ve yağma ettiler. Duvin ve köylerinde onbin kişiyi öldürdüler. Kadın-erkek pek çok kişiyi esir aldılar. Kadınları soyup çırılçıplak ve yalın ayak vaziyette götürdüler. Bu arada cami ve mescitleri de yaktılar. Gürcüler kendi ülkelerine varınca Gürcü kadınları bile müslüman kadınlara yapılanları yadırgadılar ve: "Müslümanları, sizin onların kadınlarına yaptığınız şeylerin aynısını bize yapmaya mecbur ettiniz" dediler ve müslüman kadınları giydirdiler".
Bu olay, İslâm dünyasında büyük yankı uyandırdı. Azerbaycan, el-Cibal ve İsfahan'a hâkim olan Atabeğ İldeniz, Ahlat şahı Sökmen, İzzeddin Saltuk (Ibnü'l-Esîr Saltuk'dan bahsetmez), Meraga emîri İbn Aksungur ve Irak Selçuklu sultanı Arslanşah ile diğer Doğu Anadolu beyleri Nahçıvan'dan Gence'ye geldiler. Ellibini aşkın mücahit doğruca Gürcü topraklarına saldırdılar. 558 yılı Safer ayında (Ocak-Şubat 1163) Gürcü ülkesini yağma edip kadın, erkek ve çocukları esir aldılar. Müslümanlarla Gürcüler arasındaki savaş bir aydan fazla sürdü. Sonunda müslümanlar galip geldi ve çok sayıda Gürcü öldürülüp esir alındı. Kralın ordugâhı ve ağırlıkları yağmalandı.
İbnü'l-Esîr'e göre bu olay şöyle gelişmiştir: "Gürcüler'den biri müslüman olmuş ve İldeniz'e: "Bana asker ver, bildiğim bir yolu takip ederek Gürcüler hiç farkında olmadan arkadan üzerlerine saldırayım" demişti. İldeniz teminat aldıktan sonra onunla beraber bir askerî birlik gönderdi. Gürcüler'in yanına varacağı günü de tespit edip sözleştiler. O gün müslümanlar Gürcüler'le savaşa girdiler. Tam savaştıkları sırada, müslüman olan o Gürcü de İldeniz'in askerleriyle varıp tekbir sesleriyle arkadan Gürcüler'e saldırdı. Bunun üzerine Gürcüler mağlup oldular... Gürcüler sayıca fazlalıklarına güvenerek zaferden emindiler. Fakat Allah onların umutlarını boşa çıkardı. Müslümanlar onları takip edip üç gün üç gece boyunca esir almaya ve öldürmeye devam ettiler. Nihayet galip ve muzaffer olarak döndüler".
Türk beylerinin muzaffer bir şekilde döndükleri o günü bizzat yaşayan tarihçi İbnü'l-Ezrak el-Farikî de bu hâdiseyi şöyle tasvir eder: "Ben bu vak'a günü Bitlis'teydim. Zafer müjdesi gelince Ahlat'a varmıştım. Bu büyük günün serefine üçyüz sığır kesilerek fakirlere dağıtıldı ve bir müddet sonra da Sökmen Ahlat'a döndü. Kendisine görülmemiş bir karşılama töreni yapıldı. Şehir donatıldı".
Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan da İzzeddin Saltuk'un kızına talip olmuş ve gelin nikâhları kıyıldıktan sonra eşyalarıyla birlikte Erzurum'dan Konya'ya gitmek üzere yola çıkarılmıştı. Selçuklular'ın düşmanı olan Danışmendli beyi Yagıbasan bunu haber alınca, gelin alayına saldırmış, gelini yeğeni ve Kayseri meliki olan Zünnun'a götürmüştü. Gelin, II. Kılıç Arslan'la nikâhlı olduğu için İslâm hukukuna göre başkasıyla evlenmesi caiz değildi. Bundan dolayı İslâmiyetten irtidad ettikten ve yeniden müslüman olduktan sonra Zünnun ile evlendirildi. Bu ağır tecavüz karşısında öfkelenen II. Kılıç Arslan, Yagıbasan üzerine yürüdüyse de mağlup oldu (560/1164-1165). Bu olayın 1160 veya 1162 yıllarında vuku bulduğuna dair muhtelif rivayetler vardır.
İzzeddin Saltuk, Receb 563 (Nisan 1168) tarihinde ölmüştür. İzzeddin, âdil ve merhametli bir hükümdardı. Hristiyanlara da iyi muamele ederdi. Bu sebeple onların da sevgi ve saygısını kazanmıştı. Onun devrinde Erzurum'dan başka Bayburt, Micingerd, Avnik, İspir ve Oltu gibi şehir ve kasabalar Saltuklu hâkimiyeti altına girmişti. Hattâ Kars bile bir müddet Saltuklu hâkimiyetine girmiş ve Vezir Firûz, Kars kalesini tamir ettirmişti, İzzeddin Saltuk'a ait tarihsiz bir sikkeden onun Irak Selçuklu Sultanı Mesud b. Muhammed Tapar'ı metbû tanıdığı anlaşılmaktadır.
-
Cevap: islam tarihi
Nâsireddin Muhammed:
İzzeddin Saltuk'un 563 (1168) yılında ölümünden sonra yerine geçen oğlu Nâsireddin Muhammed hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. 585 (1189) tarihli bir sikkede Atabeğ İldeniz'in oğlu Kızıl Arslan ile Irak Selçuklu sultanı Tuğrul'u metbû tanıdığı görülmektedir.
Nâsireddin Muhammed devrinde de Gürcüler Saltuklu iline saldırmaya devam ettiler. Kraliçe Tamara'nın kocası David; Kars, Sürmeli ve ispir'den sonra Erzurum üzerine yürüdü. Nâsireddin iki oğluyla beraber Gürcüler'le savaşa girdi fakat, mağlup olarak şehre kapanmak zorunda kaldı. Ertesi gün bütün şehir halkı birleşip Erzurum'u canla başla savunmak için seferber oldular. David türk halkının cesaretini ve ülkelerini savunma hususundaki azim ve kararlılğını görünce, çevreyi yağmaladıktan sonra geri çekildi (1183-1184).
Erzurum Ulu Camii'ni yaptırmış olan Nâsireddin Muhammed, muhtemelen 587 (1191) tarihinden bir müddet önce ölmüştür.
Nâsireddin Muhammed'in oğlu Muzaffereddin, rivayete göre Gürcü kraliçesi Tamara'ya âşık olmuş ve onunla evlenebilmek için asker, köle ve hizmetçilerinden meydana gelen önemli bir maiyetiyle mücevherat, değerli kumaşlar ve daha bir çok hediye ile Erzurum'dan Gürcistan'a gitmiş ve orada muhteşem bir törenle karşılanarak sarayda misafir edilmiştir. Sarayda Kraliçe Tamara ile aşk hayatı yaşayan Muzaffereddin bir süre sonra ülkesine uğurlanmıştır. Rivayete göre sık sık koca değiştirmekle meşhur olan Tamara David ile evlendikten sonra bu Saltuklu şehzadesini de kızı veya cariyelerinden biriyle evlendirmişti.
Mama Hatun:
Nâsireddin'den sonra Saltuklu tahtında kızkardeşi Mama Hatun'u görüyoruz. Kaynaklar 587 (1191) tarihinde Erzurum'a Mama Hatun'un hâkim olduğunu ifade ederler. Selahaddin Eyyubî'nin yeğeni Takiyyüddin, Ahlatşah'ı Begtimur'a ait olan Malazgirt kalesini kuşatınca Selçuklu hükümdarları gibi azametli ve ihtişamlı olan Saltuklu melikesi Mama Hatun, Ahlat askeriyle akrabaları olan Saltuklular'ın yardımına gitmişti. Muhasara uzun müddet devam etmiş, fakat Takiyyüddin'in ölümü üzerine Eyyubîler hiçbir netice elde edemeden ayrılmışlardır (587/1191).
Mama Hatun'un 597 (1200-1201) yılına kadar Erzurum'u yönettiği anlaşılmaktadır. Çünkü söz konusu tarihte Eyyubî hükümdarı Melik Adil'e haber gönderip meşhur bir şahısla evlenmek istediğini bildirmişti. Melik Âdil de Nablus valisi Fâriseddin Meymûnü'l-Kasrî'ye haber gönderip Mama Hatun ile evlenmesini tavsiye etti. Fâriseddin Mama Hatun ile evlenmek için hazırlık yaptığı sırada onun Saltuklu tahtından uzaklaştırılıp nezaret altına alındığını öğrendi ve dolayısıyla bu evlilik gerçekleşmedi. Güçlü ve ihtiraslı bir kadın olan Mama Hatun, Tercan'da bir kervansaray ve türbe yaptırmıştır.
-
Cevap: islam tarihi
Nâsireddin Muhammed:
İzzeddin Saltuk'un 563 (1168) yılında ölümünden sonra yerine geçen oğlu Nâsireddin Muhammed hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. 585 (1189) tarihli bir sikkede Atabeğ İldeniz'in oğlu Kızıl Arslan ile Irak Selçuklu sultanı Tuğrul'u metbû tanıdığı görülmektedir.
Nâsireddin Muhammed devrinde de Gürcüler Saltuklu iline saldırmaya devam ettiler. Kraliçe Tamara'nın kocası David; Kars, Sürmeli ve ispir'den sonra Erzurum üzerine yürüdü. Nâsireddin iki oğluyla beraber Gürcüler'le savaşa girdi fakat, mağlup olarak şehre kapanmak zorunda kaldı. Ertesi gün bütün şehir halkı birleşip Erzurum'u canla başla savunmak için seferber oldular. David türk halkının cesaretini ve ülkelerini savunma hususundaki azim ve kararlılğını görünce, çevreyi yağmaladıktan sonra geri çekildi (1183-1184).
Erzurum Ulu Camii'ni yaptırmış olan Nâsireddin Muhammed, muhtemelen 587 (1191) tarihinden bir müddet önce ölmüştür.
Nâsireddin Muhammed'in oğlu Muzaffereddin, rivayete göre Gürcü kraliçesi Tamara'ya âşık olmuş ve onunla evlenebilmek için asker, köle ve hizmetçilerinden meydana gelen önemli bir maiyetiyle mücevherat, değerli kumaşlar ve daha bir çok hediye ile Erzurum'dan Gürcistan'a gitmiş ve orada muhteşem bir törenle karşılanarak sarayda misafir edilmiştir. Sarayda Kraliçe Tamara ile aşk hayatı yaşayan Muzaffereddin bir süre sonra ülkesine uğurlanmıştır. Rivayete göre sık sık koca değiştirmekle meşhur olan Tamara David ile evlendikten sonra bu Saltuklu şehzadesini de kızı veya cariyelerinden biriyle evlendirmişti.
Mama Hatun:
Nâsireddin'den sonra Saltuklu tahtında kızkardeşi Mama Hatun'u görüyoruz. Kaynaklar 587 (1191) tarihinde Erzurum'a Mama Hatun'un hâkim olduğunu ifade ederler. Selahaddin Eyyubî'nin yeğeni Takiyyüddin, Ahlatşah'ı Begtimur'a ait olan Malazgirt kalesini kuşatınca Selçuklu hükümdarları gibi azametli ve ihtişamlı olan Saltuklu melikesi Mama Hatun, Ahlat askeriyle akrabaları olan Saltuklular'ın yardımına gitmişti. Muhasara uzun müddet devam etmiş, fakat Takiyyüddin'in ölümü üzerine Eyyubîler hiçbir netice elde edemeden ayrılmışlardır (587/1191).
Mama Hatun'un 597 (1200-1201) yılına kadar Erzurum'u yönettiği anlaşılmaktadır. Çünkü söz konusu tarihte Eyyubî hükümdarı Melik Adil'e haber gönderip meşhur bir şahısla evlenmek istediğini bildirmişti. Melik Âdil de Nablus valisi Fâriseddin Meymûnü'l-Kasrî'ye haber gönderip Mama Hatun ile evlenmesini tavsiye etti. Fâriseddin Mama Hatun ile evlenmek için hazırlık yaptığı sırada onun Saltuklu tahtından uzaklaştırılıp nezaret altına alındığını öğrendi ve dolayısıyla bu evlilik gerçekleşmedi. Güçlü ve ihtiraslı bir kadın olan Mama Hatun, Tercan'da bir kervansaray ve türbe yaptırmıştır.