Emeğine sağlık güzel kardeşim.
Allah razı olsun :)
Printable View
Emeğine sağlık güzel kardeşim.
Allah razı olsun :)
Sırat Köprüsü geçildiği zaman
Sırat Köprüsü geçildiği zaman,
Bütün engeller aşıldığı zaman,
Mü'min, münafık ayrıldığı zaman,
İşte! o gün, yeni bir gün olacak
Korkular, elemler bittiği zaman,
Gözden akan yaşlar dindiği zaman,
Kulun imtihanı bittiği zaman,
İşte! o gün, başka bir gün olacak
Peygamberler sancak açtığı zaman,
Ümmetim, ümmetim dediği zaman,
Tekbirle yer gök inlediği zaman,
İşte! o gün, yalnız tekbir olacak
Gök sevinip, Arş titrediği zaman,
Melekler kanadın çırptığı zaman,
Allah rahmetini saçtığı zaman,
İşte! o gün, yalnız rahmet olacak
Cennet kapısı açıldığı zaman,
Nûrundan gözler kamaştığı zaman,
Rıdvan karşıdan göründüğü zaman,
İşte! o gün, coşku günü olacak
Rıdvan iltifatlar sunduğu zaman,
Mü'minlere selam verdiği zaman,
Girin diye izin verdiği zaman,
İşte! o gün bayram günü olacak
Önce Peygamberler girdiği zaman,
Ümmetim gelsin dedikleri zaman,
Peşinden ümmetler girdiği zaman,
İşte! o gün, gerçek bayram olacak
Melekler selamlar verdiği zaman,
Mü'minleri karşıladığı zaman,
Hûriler coşup sevindiği zaman,
İşte! o gün, safa günü olacak
Mü'minler Cennet'e girdiği zaman,
Herkes köşküne yerleştiği zaman,
Cennet suları içildiği zaman,
İşte! o gün, âb-ı hayat olacak
Eşler eşini bulduğu zaman,
Eşi olmayan, eşlendiği zaman,
Herkes gönlünce evlendiği zaman,
İşte! o gün, herkes mutlu olacak
Eşler, divana yaslandığı zaman,
Yıllarca sohbete daldığı zaman,
Kadın, erkek tek kalmadığı zaman,
İşte! o gün, herkes mes'ut olacak
Zaman birimleri kalktığı zaman,
Aylar, yıllar unutulduğu zaman,
Gecesiz gündüzler olduğu zaman,
İşte! o gün, hep aydınlık olacak
İklimler hiç değişmediği zaman,
Sürekli baharlar olduğu zaman,
Kar, yağmur, bulut olmadığı zaman,
İşte! o gün, sema açık olacak
Kadın, erkek eşit olduğu zaman,
Her biri genç, zinde olduğu zaman,
Yaşları otuz üç olduğu zaman,
İşte! o gün, herkes özgür olacak
Dileyen yerde yürüdüğü zaman,
Dileyen tahtınla gezdiği zaman,
Dileyen kuş gibi uçtuğu zaman,
İşte! o gün, başka hayat olacak
Ana, baba aranıldığı zaman,
Kardeş, kardeşini bulduğu zaman,
Evlat, akraba buluştuğu zaman,
İşte! o gün, hasretlik son olacak
Ağacın dalı uzandığı zaman,
Meyvemi kopar, ye, dediği zaman,
Vildan'lar Selsebil sunduğu zaman,
İşte! o gün, gerçek piknik olacak
Canın bir şeyler istediği zaman,
Aklına bir şeyler geldiği zaman,
Anında önüne geldiği zaman,
İşte! o gün, her şey hazır olacak
Sınırsız bolluklar olduğu zaman,
Çalışmak gereksiz olduğu zaman,
Para, pul geçersiz olduğu zaman,
İşte! o gün, doğal bolluk olacak
İş, güç, ticaret olmadığı zaman,
Mutfak, bulaşık olmadığı zaman,
Her şey gönüllerce olduğu zaman,
İşte! o gün, gönül tatmin olacak
Çok mutlu evlilik olduğu zaman,
Eşler aşırı seviştiği zaman,
Doğum, gebelik olmadığı zaman,
İşte! o gün, herkes mutlu olacak
Melik, melike olmadığı zaman,
Devlet baskısı olmadığı zaman,
Sınırsız özgürlük olduğu zaman,
İşte! o gün, herkes özgür olacak
Saç ve tırnak uzamadığı zaman,
Kadınlar adet görmediği zaman,
Tuvalet derdi olmadığı zaman,
İşte! o gün, herkes temiz olacak
Öksürük, balgam olmadığı zaman,
Kulak ve burun akmadığı zaman,
Hastalık, doktor olmadığı zaman,
İşte! o gün, herkes sağlam olacak
Suç, ceza kavramı kalktığı zaman,
Günah, sevap unutulduğu zaman,
Namaz, oruç, zekat kalktığı zaman,
İşte! o gün, yalnız zikir olacak
Yüce Mevla izin verdiği zaman,
Yiyin, için kulum dediği zaman,
Sizlerden razıyım dediği zaman,
İşte! o gün, büyük bayram olacak
Gözler ve gönüller doyduğu zaman,
Kulun her dileği olduğu zaman,
Hayaller de tatmin olduğu zaman,
İşte! o gün, herkes tatmin olacak
Nimetler sürekli arttığı zaman,
Mutluluk doruğa erdiği zaman,
Kullar, yeter! Mevlam dediği zaman,
İşte! o gün, sonsuz nimet olacak
Dost ve akraba buluştuğu zaman,
Doyasıya sohbet olduğu zaman,
Eski anılar, anıldığı zaman,
İşte! o gün, dostlar günü olacak
Ebû Bekr, Ömer geldiği zaman,
Sahabeler sohbet ettiği zaman,
Muhammed'i anlattıkları zaman,
İşte! o gün, Ashab günü olacak
Aişe Hümeyra geldiği zaman,
Fatıma Betül nur saçtığı zaman,
Hatice ana konuştuğu zaman,
İşte! o gün, kadın günü olacak
Alimler sohbet ettiği zaman,
Evliyalar feyz saçtığı zaman,
Şehitler, salihler geldiği zaman,
İşte! o gün, canlı sohbet olacak
Evliyalar zikrettiği zaman,
Cüneyd-i Bağdâdî yandığı zaman,
Tüm aşıklar Allah dediği zaman,
İşte! o gün, gerçek zikir olacak
Peygamberimiz göründüğü zaman,
Makam-ı Mahmûd'a çıktığı zaman,
Tüm Peygamberler toplandığı zaman,
İşte! o gün, Cennet tamam olacak
Göremeyen gözler, gördüğü zaman,
İşte! Muhammed denildiği zaman,
Aşıklar murada erdiği zaman,
İşte! o gün, başka feyz olacak
Resulullah sohbet ettiği zaman,
Mü'minler kendinden geçtiği zaman,
Cennet'te tüm yaşam durduğu zaman,
Vallahi Asr-ı Saadet olacak
Allah c.c. razı olsun emeğine sağlık ablam...
Asr-ı Saadet Anıları-1
MÜSLÜMANLIĞIN TEBLİĞİ VE NEŞRİ
Bilindiği gibi tebliğ iyiliği emretmek ve kötülükten menetmektir. Eğer bu görevi yerine getiren bir topluluk yoksa bundan bütün müslümanlar mesuldürler. Ve içinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten meneden bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa ve saadete erenlerdir. (Al-i İmran–104).Unutulmamalıdır ki insanın bu görevi getirmesi için mükemmel bir müslüman olması gerekmez. Kişinin önünde caiz olmayan bir iş yapılıyor da onu engellemeye gücü yetiyorsa o kötülüğü durdurmak o kişi üzerine vaciptir. Dinin tebliğ ve neşri için gayret gösterenlerden Allah(c.c.) razı olsun, idrak ve gayretlerini arttırsın âmin. Biz de bu bölümde asrısaadette meydana gelmiş İslamın tebliğ ve neşri ile ilgili olaylardan bahsetmeye çalışacağız.
Cahiliye devrinden beri Resul-i Ekrem’in dostu ve Ezd-i Şenue kabilesinin lideri olan Dımad b. Sa’lebe, Mekke’ye geldiğinde kendisine Hz. Muhammed’in deli olduğu söylenmişti. Dımad tıpla meşgul olduğu için Hz. Peygamberin yanına koşup onu tedaviye hazır olduğu söyleyince Hz. Peygamber ona şu cevabı vermişti: “Hamd O Allah’a ki, her hamde layıktır. Biz her yardımı ondan dileriz. Onun doğru yola ilettiğini kimse saptıramaz, saptırdığını kimse doğru yola iletemez. Allah’tan başka bir ilah bulunmadığına ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna şehadet ederim.”
Dımad bu sözleri dinledikten sonra birkaç defa daha dinlemek istemiş, sonra da şu cevabı vermişti: “Ben kâhinleri söz söylerken, sihirbazları efsunlarını okurken, şairleri kasidelerini irad ederken dinledim. Fakat bu sözlerin benzerini dinlemedim. Söylediklerin onların bütün sözlerinden daha yücedir. Bu sözler, denizleri coşturacak sözlerdir. Bana elini ver, sana biat edeyim.”
Hz. Peygamber, “Bütün kabilen adına bana biat eder misin?” Dımad bunu kabul etmiş ve bu sayede Dımad’ın bütün kabilesi müslüman olmuştu.
Müslümanlığa düşmanken dost olanların yanında Kur’an’ı tesadüfen dinleyerek kalpleri yumuşayanlar da vardı. Bedir savaşı esirlerinden olan Cübeyr b. Mut’im,
“Resulullah’tan ‘Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yerleri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar bir türlü anlayıp inanmazlar.’ mealindeki ayeti dinledikten sonra kalbimin uçtuğunu hissettim” demiştir.
İslam mürşit ve öğretmenlerinden olan Halid b. Said Sa’na”ya gönderilmişti. İslamı kabul eden ilk kişilerdendir. Habeşistan’a giden Müslümanlardan biri olan Halid’in besmeleyi kâğıt üzerine yazan ilk kişi olduğu da rivayet edilir.
Yine İslam mürşit ve öğretmenlerinden olan Cerir b. Abdullah Beceli de Zü’lkela-i Himyeri’ye gönderilmişti. Cerir, ashabın meşhurlarındandı. Zü’lkela bir zamanlar Himyerilerin yeriydi. Himyeri hanedanına mensup hükümdarlara yüz binlerce adam secde ederdi. Cerir, Zülke’la ahalisini müslümanlaştırmış, halk bu hadiseyi kutlamak için dört bin köleyi azad etmişti.
Kaynaklar:
1-Peygamberimizin Risaleti ve Şahsiyeti- Şibli Numani- Timaş Yayınları-İst–2004
2-Fezâil-i A’mal-Muhammed Zekeriya Kandehlevi-Gülistan Neşriyat- İst-
Hakan Kaypalı
Asr-ı Saadet Anıları-2
HZ.ÖMER’İN YİĞİTLİĞİ
İbn-i Kesir’in El Bidaye ven Nihaye adlı eserinde anlatıldığına göre Hz. Ömer İslamla şereflendiği ilk gün, kendisinden Peygamberimizin katlini bekleyen Kureyş topluluğunun içine gitti. Onlar Kabe’nin çevresinde oturuyorlardı. Müslüman olduğunu izhar edince Mekke ulularından Utbe bin Rebia hınçla onun üzerine atıldı. Utbe daha önce Hz. Ebubekir’i yere yatırmış ve hırpalamıştı. Bu defa da yanı şeyi yapacağını zannediyordu. Ama Hz. Ömer onu kavradı, yere yıktı, üzerine oturdu, dövmeye başladı. Hatta ellerini o melunun gözlerine soktu. Utbe feryad figan ettiyse de arkadaşlarından kimse yardımına seğirtemedi.Ve nihayet acı bir dayaktan sonra Hz. Faruk-u azam onu bıraktı. Müşriklerin de gözü iyiden iyiye yıldı. Allah ondan razı olsun…
YÜCE BİR GAYE
Bilindiği gibi Hz. Ebubekir (RA) döneminde İranla başlayan savaş, Hz. Ömer (RA)devrinde İran Sasani devletinin çöküşüyle sona ermiştir. Meşhur Kadisiye savaşı bu harplerin nihai bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu savaşta İslam ordusunun başkumandanı Sad bin Ebu Vakkas (RA), Rebii bin Amir’i (RA) elçi olarak İran karargahına göndermişti. İran başkomutanı Rüstem, askerlerinin arasında türlü depdebe içinde, altınlar, gümüşler, rahat yastıklar arasında idi. Herkes en şık elbiselerini giymişti. O büyük sahabe ise hiç bunlara iltifat etmeden, kısa boyu, kalın kalkanı ve kaba elbisesi içinde fütursuzca ilerleyip karşısına dikildi. Rüstem Rebii bin Amir’e niçin geldiklerini sorunca, o kahraman insan tarihe altın harflerle geçen şu müthiş cevabı verdi: Biz öyle bir kavimiz ki Allah bizi, dilediğini kula kul olmaktan kendisine kulluğa, dünyanın darlığından bolluğuna ve batıl dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine çıkaralım diye gönderdi.
MUS’AB…
İlk Müslümanlardan Habbab bin Eret der ki: “Sırf Allah rızası için Resulullah ile hicret ettik. İyi işler başardık. İçimizden gidenler oldu. Bunlar kazandıkları sevabı hep ahirete yolladılar. İşte Mus’ab bin Umeyr onlardandır. Uhud savaşında şehit düştü. Kefenleyecek bir şey bulamadılar. Nihayet bir aba bulundu. Başını örtsek ayakları açılıyor, ayağını örtsek başı açık kalıyor. Bunun üzerine Nebi(SAV) şöyle buyurdu: Başının kapatın, ayaklarının üzerine de izhîr otu koyun.
Peygamberimiz abaya sarılmış bu gencin baş ucunda durdu. Gözlerinden yaşlar boşanarak şöyle dedi: “Seni Mekke’de görmüştüm. Senden daha kibarı, senden daha güzel elbise giyeni yoktu. Ne kadar derli toplu idin. Ama şimdi boyuna göre bir kefen bulamıyoruz.”
Mus’ab’ın kardeşi Ubeyd der ki: Resulullah Mus’ab’ın baş ucunda durdu. Musab yüzükoyun yatıyordu, şu ayeti okudu: Mü'minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah'a verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler" (el-Ahzab 33/23)
ABİDLİK MİSKİNLİK DEMEK DEĞİLDİR.
Şifa binti Abdullah, cansız cansız hareket eden, ruh gibi bir takım gençler gördü. Şaşkınlık içinde: Bunlar da kim? diye sordu. “abidler(İbadet edenler) dediler. Kendisi de şu cevabı verdi: Hz. Ömer yürüdüğü zaman süratli yürür, konuştuğu zaman işittirir ve vurduğu zaman da acıttırırdı, asıl abid o idi..
KADI ŞÜREYH VE HZ. ALİ
Meşhur tabiin alimi Şabi anlatıyor: Hz. Ali’nin hilafeti döneminde bir zırhı kayboldu. Bir Hıristiyan’ın yanında buldu. Hıristiyan’ı Kadı Şüreyh’e götürdü. “Bu zırh benimdir, ona satmış veya hibe etmiş değilim dedi. Kadı Şüreyh, Hıristiyan’a: Emir-ül mümininin dediklerine bir itirazın var mı? diye sordu. O da: Zırh benimdir dedi. Kadı, Hz. Ali’ye dönerek; İsbatın var mı? deyince. Hz. Ali gülümsedi ve “isbatım yok” cevabını verdi. Kadı da Hıristiyanın lehine karar verip, zırhı kendisine teslim etti. Hıristiyan adam birkaç adım yürüdü, sonra geri dönerek; Şehadet ederim ki bu hüküm peygamberlere yakışır. Halife beni kadıya götürüyor ve o da bana hak veriyor. Şehadet edertim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın kulu ve resulüdür.Yemin ederim ki zırh halifenindir. Sıffine giderken düşürmüştü.”dedi. Hz. Ali’de gülümseyerek: “Madem ki Müslüman oldun, zırh senin olsun buyurdu
KAYNAKLAR
1-Son Peygamber- Prof. Dr. M. Ebu Zehra- Kitabevi Yayınları- İst-1997- 3. baskı
2-Muhtasar Hayatü’s Sahabe-M. Yusuf Kandehlevi- Ravza Yayınları- İst-2000- 5.baskı
3-İman Ve Hayat-Prof. Dr. Yusuf el-Kardavi- Hilal Yayınları-İst-2003
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları-3
ANBER SEFERİNDEKİ YOKSULLUK HALİ
Bediüzzaman hazretlerinin 19. Mektup’ta şöyle güzel bir tespiti var: “Malûmdur ki, Ceziretü'l-Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için, ahalisi, hususan bidayet-i İslâmdaki Sahabeler, dıyk-ı maişete maruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar oluyorlardı. İşte, bu hikmete binaen, mucizât-ı bâhire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş. Bu harikalar, dâvâ-yı nübüvvete delil ve mucize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma bir ikram-ı İlâhî, bir ihsan-ı Rabbânî, bir ziyafet-i Rahmâniye hükmündedir”
İşte böyle bir misali anlatmak istiyoruz. Ümmetin emini Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretleri hicretin sekizinci senesi, 300 kadar mücahitle Kızıldeniz yöresini teftişle görevlendirilmişti. Yanlarına bir çuval un erzak olarak verilmişti. Mücahitlerin vazifesinin 15 gün kadar uzaması üzerine erzak tükenmişti. Sahabeler yanlarında buluna birkaç deveyi kesmek zorunda kaldılar. Derken, her gün bir hurma ile yetinmeye başladılar. Ama hurma yemek için değil emmek içindi.Cabir(RA); “O hurmanın kıymetini de bitince anladık” der. O da bitince ağaç kabuklarının suda kaynatmaktan ve bununla tegaddi etmekten başka çare kalmadı.
Herkes helak olmaktan korkmaya başladığı, dizde derman, gözde fer kalmadığı bir sırada deniz kıyısında büyük bir balığın-Anber balığı-bir tür balinanın kıyıya vurduğunu gördüler. Çok sevindiler. On sekiz gün o büyük balığı yediler ve Efendimize(ASM) de ikram ettiler.Allah Resulu(SAV) : “Bu Allah’ın size göndermiş olduğu bir rızıktır” buyurmuştu..
HZ.ALİ’NİN BİR KABİR ZİYARETİ
Hz. Ali’nin hizmetkârı Kumeyl anlatır: “Ben bir defa Hz. Ali ile beraber gidiyordum. Ormanlık bir yere varınca o bir kabristana yöneldi. Ve şöyle buyurdu: “Ey kabirde yatanlar, ey harabedekiler, ey yalnızlık ve ıssızlık içinde bekleyenler! Ne var, ne yok, ne haldesiniz?” Sonra şöyle buyurdu: “Bizim size söyleyeceğimiz haber şudur: “Sizden sonra mallarınız paylaştırıldı, çocuklarınız yetim kaldı, hanımlarınız başkalarıyla evlendi. Size olan haberlerimiz bunlardır. Siz de biraz kendinizden bahsedin.” Sonra bana dönerek; “Kumeyl! Eğer konuşmalarına izin verilseydi, “en iyi azık takvadır” derlerdi. Bunu söyleyip ağlamaya başladı ve “Ey Kumeyl! Kabir amellerin sandığıdır. Bu ancak ölüm anında anlaşılır” dedi.
“ONUN YANINDA BİR GÜN OLMAK YETER”
Tarihin meşhur zalimlerinden Haccac bin Yusuf es Sakafi zamanında valilik yapmış bir kimse Ömer bin Abdülzaziz tarafından bir yere vali olarak gönderilmişti. Ama halife, daha sonra bu zatın Haccac’ın adamı olduğunu öğrenince, anında onu görevden aldı. Adam; “Ben Haccac’ın yanında az bir zaman çalıştım” deyince Ömer Bin Abdülaziz şu cevabı vermişti: “Haccac’ın yanında bir gün veya ondan daha az kalman kötü olman için yeterlidir.”
MUSAB BİN UMEYR’İN ANNESİ
Musab bin Umeyr’in annesi Hunnas binti Malik çok fettan bir kadındı. Musab, Müslüman olduğunda yeryüzünde korktuğu yegâne kimse annesiydi. Musab hazretleri Müslümanlığını gizliyor ve gizli gizli sahabe eğitim merkezi Dar-ül Erkam’a gidiyordu. Bir gün bu gidişi fark eden birisi durumu annesine haber verdi. Musab annesi tarafından evin direklerinden birine bağlandı, kapı üzerine kilitlendi. Günler günleri kovaladı..Ve Müslümanların Habeşistan’a göçleri başladığında bir gün annesini ve muhafızını gaflete getirip, yola düşen kardeşlerine katılıverdi…
Habeşistan’dan döndüklerinde annesi onu tekrar hapsetmek istediyse de, Musab’ın kendisinin hapsedilmesine yardımcı olacak herkesi öldüreceğine yemin etmesi üzerine annesi geri adım attı.
Bu sefer annesi onu başka bir yeden vurmak istedi; “İstediğin yere git! Bundan sonra senin annen değilim” dedi. Evlatlıktan ret edilmiş, mirastan mahrum bırakılmıştı. Ama o bütün bunlara rağmen dönmedi ve bilindiği gibi şehid olduğunda ardından bir kefen bile bırakamamıştı..
EN BÜYÜK MUSİBET DİNİ HAYATA GELENDİR
Sahabe-i Kiram’dan Hz. Ebu Talha(RA) bir gün bağında namaz kılıyordu. Bir kuş dikkatini çekti. Ağaçların sıklığı kuşun çıkış yolu bulmasını güçleştiriyor ve hayvan bir o yana bir bu yana uçuşuyordu. Ebu Talha’nın zihni karışmış, kaç rekât kıldığını unutmuş ve huzurun edebini ihlal edilmişti. Namazı bitirdiğinde soluğu Allah Resulü’nün(ASM) huzurunda aldı ve şöyle dedi; “Bu musibet o bağ yüzünden başıma geldi. Bundan dolayı o bağı Allah yoluna veriyorum, siz nereye dilerseniz oraya harcayınız.”
İSAR HASLETİ
İsar, Kur’anın sahabenin şahsiyetinde övdüğü bir haslettir: “Kendileri ihtiyaç içinde bile olsalar kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler.”(Haşr:9) İbn-i Ömer bu konuda şu hatırasını anlatıyor: “Biri, bir sahabeye hediye olarak bir koyun başı verdi. O sahabe; “Benim falan arkadaşımın daha fazla ihtiyacı var, çünkü ailesi kalabalık ve daha fazla muhtaç” diyerek koyun başını ona göndermişti. O da üçüncü kişi hakkında aynı şeyi düşünerek ona göndermiş, kısaca bu şekilde koyun başı yedi evi dolaşarak ilk sahabenin evine geri gelmişti.”
KAYNAKLAR
1-Fezâil-i A’mal- Muhammed Zekeriyya Kandehlevi- Gülistan Neşriyat-İst-
2-Yeryüzü Yıldızları-Halid Muhammed Halid-Beka Yayınları- İst–2005
3- Son Peygamber-Prof. Dr. M. Ebu Zehra- Kitabevi Yayınları- İst–1997
4- Mektubat-Said Nursi- Işık Yayınları-İzmir–2001
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları-4
GÜNAH İŞLEYENE DEĞİL GÜNAHA BUĞZETMEK
Ebu Kılabe naklediyor: Ebu Derda(RA) günah işleyen birisine söven bir topluluğun yanından geçerken onlara: “Eğer siz bu adamın bir kuyuya düştüğünü görseydiniz onu oradan çıkarmaz mıydınız?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca: “Kardeşinize sövmeyin, sizi onun durumuna düşürmekten koruyan Allah’a hamd edin” dedi. Onlar; “Demek sen ona buğz etmiyorsun” dediklerinde,”Ben ameline buğz ediyorum” buyurdu.
GÜZEL BİR KUL MİSALİ
Abdullah bin Zübeyir (RA) İslam Tarihinin iftiharla andığı meşhur kahraman. Haccac-ı Zalim’in ordularınca şehid edilen bu “kahraman-ı âlişan” aksiyon yönü kadar kullukta derinleşmesi de ibret verici. Bir gün Ömer Bin Abdülaziz, Ebu Muleyke’nin oğlundan rica eder; “Bana biraz İbn-i Zübeyir’i anlatsana.” Oda şunları ifade eder: “Yemin ederim ki ben böyle fevkalade bir insan daha görmedim. Namaza başladığında sanki maddi ve dünyevi her şeyden sıyrılırdı. Rüku ederken, secde ederken onu cansız bir duvar sanırdın, ya da bir kenara atılmış bir elbise. Bu esnada öylesine ilgisiz, öylesine duyarsızdı dış dünyaya. Bir keresinde namaz kılarken bir mancınık kurşunu tam çenesinin dibinden geçmişti de, kılı bile kıpırdamamıştı. Ne kıraatini kesmiş, ne de hızlandırmıştı. Duymamıştı sanki.”
ŞAŞIRTAN KAHRAMANLIK
Gabe , Medine –i Münevvere’den dört beş mil uzakta bir yerleşim yeriydi. Rasulullah(sallallahu aleyhi vesellem)’ın develeri orada otlardı. Abdurrahman Bin Fezari bir grup kafirle gelip develeri çaldı. Kafirler çobanı öldürerek develeri alıp gittiler. Soyguncular atlı ve silahlı idiler. Seleme Bin Ekva, Allah’ın hikmeti sabah okunu ve yayını almış, Gabe’ye doğru yayan olarak gidiyordu. Aniden gözü soygunculara ilişti. Çocuktu ama çok hızlı koşardı. Koşmakta olan bir atı yakalardı, fakat ata binmiş biri onu yakalayamazdı. Bir de ok atmada çok meşhurdu. Hz. Seleme bir tepeye çıkıp yüzünü Medine-i Münevvere’ye çevirip soygunu haber verdi. Kendisi de yayını alarak soyguncuların peşinde koştu ve nihayet onlara yetişti..Ok atmaya başladı. Ardı ardına öyle ok atıyordu ki, soyguncular arkalarında büyük bir kalabalığın olduğunu zannediyorlardı.
Develeri ve eşyalarını arkalarında bırakıp kaçıyorlardı. Sonra Uyeyne bin Hısn bir grupla onlara yardım için yetişti. Yalnız olduğunu öğrenip Hz. Seleme’nin peşine düştüler. Bir tepeye tırmanıp “Durun… Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diye sordu. “Söyle sen kimsin” dediler. “Allah‘a yemin ederim ki, sizlerden biri beni yakalamak isterse yakalayamaz, ben sizden birini yakalamak istersem, o benden asla kutulamaz” dedi. Onun çok hızlı koştuğu, hatta bir Arap atının bile onunla yarışamadığı herkesçe biliniyordu.
Onlarla bu şekilde konuşarak Medine’den gelecek yardım için zaman kazanmaya çalışıyordu. Nihayet Medine’ye dikkatlice bakarken atlı bir cemaatin hızla geldiğini gördü. En önde Ahrem Esedi vardı. O, gelir gelmez Abdurrahman Fezari’ye saldırdı. Abdurrahman da ona yöneldi. O, Abdurrahman’ın atına yönelip ayaklarını kesti. At yerde yuvarlanırken Abdurrahman ona doğru saldırdı ve o bu yüzden şehit oldu. Abdurrahman hemen Ahrem Esedi’nin atına bindi. Arkasında Ebu Katade vardı. Derhal Abdurrahman’a karşı hücuma geçti. Abdurrahman, Ebu Katade’nin atının ayaklarını kesti. At yuvarlanıp Ebu Katade attan düşerken bir hamle yapıp Abdurrahman’ı öldürdü. Daha sonra zaten Ahrem Esedi’ye ait olan Abdurrahman’ın atına bindi.
Daha sonra Müslümanlar oraya yetiştiler ancak sağ kalan kafirler kaçmayı başardı. Ebu Seleme Rasulullah’tan onları takip etmek için 100 adamla birlikte takip etme izni istedi. Ancak Rasulullah “onlar kendi topluluklarına ulaştılar” buyurdu. Tarih kitaplarını bir çoğu Ebu Seleme’nin on iki ya da on üç yaşında olduğunu bildirir. On iki, on üç yaşındaki bir gencin atlılardan oluşan bir topluluğu akıllarını başından alacak şekilde kovalaması Allahu Teala’nın sahabeler topluluğuna nasip ettiği o ihlasın bereketiydi…
KAYNAKLAR:
1-Muhtasar Hayatü’s Sahabe-M. Yusuf Kandehlevi- Ravza Yayınları- İst-2000
2-Yeryüzü Yıldızları-Halid Muhammed Halid- Beka Yayınları-İst-2005
3-Fezail-i Amal, Muhammed Zekeriyya Kandehlevi, Gülistan Neşriyat- İst-)
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları-5
“Allah ehlinin hayat hikâyeleri Allah’ın ordularından bir ordudur. Onunla hak yolcularının kalbinde kuvvet meydana gelir.” Cüneydi Bağdadi
VALİ
Selman-ı Farisi(RA), Hz. Ömer(RA) tarafından İran’ın Medain şehrine vali tayin edilmişti. Vali olmuştu ama mütevazı yaşantısında bir değişiklik olmamıştı. Valilik maaşını kabul etmedi. Hurma dallarından imal ettiği şeyleri satarak yaşamını idame ettirdi. Elbisesi ise bir taneydi; Mütevazı bir aba..
Bir gün Şam’dan incir ve hurma yükü getiren bir adam yolda Selman’a rastladı. Adam baktı ki, gelen fakir bir kimse, para karşılığı yükünü Hz. Selman’a taşıtmayı düşündü. Onu tanımadığından böyle bir teklifte bulunmuştu. Hz.Selman teklifi kabul etti. Yolda bir toplulukla karşılaştılar ve selam verdiler. Onlar da; “Selam valiye olsun” diye cevap verdiler. Şamlı adam şaşkınlıkla; “Selam valiye mi olsun? Hangi valiye?” diye içinden geçiriyordu. Şehre varırken bir takım insanların; “Yükünü alalım ey valimiz” diye koşuşturduklarını görünce şaşkınlığı daha da büyüdü. O zaman hatasını anladı ve hemen valinin ellerine sarıldı, bin bir özür ve af diledi. Yükünü üzerinden almak için atıldı Ama Hz. Selman; “Hayır, ta ki evine kadar ulaştıracağım” buyurdu.
BELİĞ BİR HATİP
Abdullah bin Zübeyir(RA) hazretleri, Emevi kralı Yezid’in ceza mahalline gitmesinden sonra hilafetini ilan ederek kısa zamanda adilane bir yönetim kurmuştu. Ama Emeviler bu hilafeti tanımadılar ve Yezid’in terine geçen Abdülmelik bin Mervan adlı ısırıcı melik, ona karşı mücadele başlattı. Sonunda şiddetli çatışmalardan sonra, Hz. Abdullah Mekke’de sıkıştırıldı. Üzerine ünlü Haccac-ı Zalim gönderilmişti. Bu adam’ın zalimliği konusunda Ömer bin Abdülaziz’in şu özü çok şey anlatıyor; “Ümmetin günahını terazinin bir kefesine, Haccac’ın günahını da diğer kefesine koysalar, muhakkak Haccac’ın tarafı daha ağır basar.”
Uzun bir kuşatmanın sonunda Abdullah bin Zübeyr’in etrafı sarıldı. Şehid edilmeden evvel öyle bir kahramanlık gösterdi ki Haccac ve yanındakiler şöyle demekten kendilerini alamadılar; Kadınlar bundan daha erkek ve mert bir çocuk daha doğurmamışlardır.”
Haccac bu şehid-i mağfurun mübarek cesedini bir ağaca astırmış ve günlerce bekletmişti. Annesi, Hz. Ebubekir’in kızı Hz. Esma, oğlunun cesedini gördüğünde şöyle demişti; “Bu hatip bu hutbede daha ne kadar vaaz edecektir” ve 99’undaki bu müthiş kadın Haccac’ın zulmünü yüzüne şöyle savurmuştu: “Sen benim oğlumun dünyasını yıktın. O da senin ahiretini perişan etti.”
BİR DEVLET ADAMININ VİCDAN KONTROLÜ
Ömer bin Abdülaziz’in hilafeti sırasındaki bir durumunu zevcesi Fatıma binti Abdülmelik şöyle anlatıyor: “Bir gün Ömer bin Abdülaziz namaz kılar iken yanına vardım. Gözyaşları sakalının üzerine dökülüyordu. “Yeni bir hadise mi vukua geldi?” dedim. Dedi ki; “Yeryüzünde olan Ümmet-i Muhammed’in durumunu düşündüm. İçlerinde aç ve muhtaç ve sakat ve fakir var, mazlum ve kahra uğramış ve garip ve esir ve yardıma muhtaç nice kimseler bulunuyor. Kıyamet günü Rabbim onları benden soracak, davacım Muhammed sallâllahu aleyhi ve sellem olacak, Kendimi kurtaramazsam halim nereye varacak diye düşünerek ağladım” cevabını verdi.
KAYNAKLAR
1-Fezail-i Âmal- Muhammed Zekeriyya Kandehlevi-Gülistan Neşriyat-İst-
2-Kısas-ı Enbiya-Ahmed Cevdet Paşa- Bedir Yayınları-İst
3-Yeryüzü Yıldızları- Halid Muhammed Halid- Beka Yayınları- İst-2005
4- Aklın Gözyaşları- Vehbi Yıldız- Işık Yayınları- İzmir-2002
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları-6
HİND BİNTİ UTBE’NİN UHUD GÜNÜ SÖYLEDİKLERİ
Ebu Süfyan’ın karısı Hind, Bedir günü büyük üzüntüler yaşamıştı. Babası Utbe, amcası Şeybe, kardeşi Velid, oğlu Hanzala Müslümanlar tarafından öldürülmüştü. Evet, Kureyşlilere Bedir günü büyük bir zarar çatmış ve Mekke matemhaneye dönmüştü. Kureyş kadınları Hind’e gelip, “Bedir’de kaybettiklerine ağlamıyor musun?” diye sormuşlar, ondan; “Hayır” cevabını almışlardı: “Muhammed ve ashabı ağladığımı duyarlar da, onlar ve Hazreclilerin kadınları bizim başımıza gelenlere sevinirler diye ağlamıyorum. Biz Muhammed ile savaşıp ondan ve arkadaşlarından öcümüzü almadan başıma koku ve krem sürmek bana haram olsun.”
Bir ara Cübeyir bin Mutim’in Habeşli kölesi Vahşi’nin yanına gitmiş ve ona şöyle demişti: “Ey Ebu Deseme! Babam Bedir günü öldürüldü. Eğer sen, üç kişiden birini; Muhammed’i veya Hamza bin Abdülmuttalib’i veya Ali bin Ebu Talib’i öldürürsen hürsün. Çünkü ben Kureyş kavmi içinde bunlardan başkasını babama denk görmüyorum.”
Ve nihayet Uhud günü muradına ermiş, aslanlar aslanı, efendimiz Hamza şehid olmuştu. Olmuştu ama Hind’in hıncı geçmek bilmiyordu. Nitekim şehidler efendisinin ciğerini yemeye bile yeltenebilmiş, sonra yüksek bir kayanın üzerine çıkıp müminlere karşı avaz avaz şöyle haykırmıştı:
“Verdik size Bedir’in karşılığını.
Harp üstüne harp çetin de olsa,
Tahammülüm yoktu, babam Utbe’ye yapılana.
Ne kardeşime ve amcasına ne de ilk göz ağrıma.
Nefsime şifa verdim;
Yerime getirdim adağımı, nezrimi
Ve Vahşi giderdi içimde sakladığım kini.”
Peki, sonra ne oldu? Mekke fethine kadar İslam düşmanlığı yapan bu kadının kalbindeki buzlar, fetih günü, o kadar kötülük yaptığı insanın(ASM) tatlı bir tebessümle: “Hoş geldin” deyivermesi üzerine birden eriyiverdi. Hind duygulanmış ve şöyle demişti: “Vallahi Ya Resulullah! Dün yeryüzünde senin çadırındakiler kadar zillete ve hakarete uğramasını özlediğim bir çadır yoktu. Bugün ise, yeryüzünde senin çadırındakiler kadar izzet ve şerefe ermesini özlediğim bir çadır halkı yoktur.”
Hind o gün İslam ile şereflendi, İslam’ı güzel yaşadı, kocası ile Yermük muharebesinde bulundu ve Hz. Osman’ın hilafetinin son yıllarında vefat etti.
HZ. HAMZA HAKKINDA AZ BİLDİKLERİMİZ
Hz. Hamza’nın Peygamber Efendimizden yaş itibarıyla ne kadar büyük olduğu ihtilaflı. Bazı tarihçiler iki yaş olduğunu, bazıları ise üç ay olduğunu ileri sürmekteler. Aynı zamanda amca ve yeğen hem Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe’den hem de Halime-i Sadiye’den süt emdikleri için çift taraflı sütkardeş. Üçüncü olarak, Abdülmuttalib’in vefatında onun da bakımını Ebu Talip üstlendiği için Efendimizle(ASM) beraber büyümüşler. Mekke’nin en iyi avcısı olan bu kahraman insanın künyeleri Ebu Umara ve Ebu Ya’la idi. Cahiliye döneminde bile çok temiz bir insandı. Merhametinden ötürü kızların öldürülmesine karşı çıkar, hırsızlığa düşman ve misafirperverliği ile ünlü idi...
Rivayete göre, Ebu Lehep ve birkaç yardımcısı Resul-i Ekrem’in(ASM) evinin önüne ve geçeceği yollara dikenli çalılar ve pislikler atarlardı. Bunu duyan Hz. Hamza, Efendimizin(SAV) kapısının önünde nöbet tutmaya başladı. Bir gün Ebu Leheb’i sırtında içi pislikle dolu torbayı taşırken gördü. Hemen yerinden fırlayıp onu yakaladı ve torbayı başından aşağıya devirerek ona hak ettiği cezayı verdi.
Bedir’de düşmanın kaybının yarısı onun elinden olmuştu. Vahşi onu anlatırken; “Rengi esmer develer gibi gri idi. Kılıcıyla insanları öyle bir kırıyordu ki, hiç kimse onun önünde duramıyordu” demiştir. Haris Et Teymi diyor ki; “Bedir’de Hz. Hamza kendisini deve kuşu tüyleri ile nişanlamıştı. Müşriklerden biri(Ümeyye bin Halef): “ Şu demirlere bürünüp, safları yırtan, devekuşu tüyleri ile nişanlı olan kahraman kimdir?” deyince, “Hamza’dır” dediler. Bunun üzerine o; “Ah” dedi “bizim başımıza bu felaketi getiren ve bizi bu hale koyan odur” dedi.
HZ. HAMZA’NIN ARDINDAN…
Hz. Hamza’nın şehadeti Allah Resulüne çok dokunmuştu. Hele onun mübarek vücuduna yapılan eziyeti görünce hıçkırıklara boğulmuştu ki, Nebiyyi Zişan’ın(SAV) başka birine bu kadar ağladığı varid değildir. Şöyle buyurmuştu gözyaşları içinde: “Bunun kadar acı bir başka musibet yaşamayacağım ebedi olarak.” Sonra şöyle ekledi: ”Bundan daha öfkeli bir hal yaşamamıştım.”
Müslümanlar da o yerde ve gökte Allah’ın aslanı yazılan mübarek insan hakkında birçok mersiye yazmışlardır. Resulullah’ın(SAV) meşhur şairi Hassan bin Sabit uzun bir kasidesinde şöyle der:
“Bırak kalıntısı bile yok olmuş evi,
Ağla Hamza’ya ki, kerem sahibi.
Atıyla yekvücut olmuş, gemleyip bindiğinde
Yiğit ve bahadır, ormanda arslan sanki.
Haşim neslinin doruğunda bir kılıç ki,
Hakkın dışında hiç didişmemiş, batıl uğrunda.”
Diğer ünlü bir şair, Abdullah bin Revaha da şöyle diyordu:
Gözlerim yaş döküyor, hakkı da dökmek.
Artık fayda etmez ne ağlamak ne feryadı figan
Seherlerde Allah Arslanına..
“Öldürülen adamınız Hamza mıydı?” dediler.
Öyleyse tüm Müslümanların bu afet.
Ve Peygamber de gördü böyle bir musibet.
Ey Ebu Yâlâ! Direklerin vardı, yıkıldı.
Şan sahibiydin, iyilikseverdin, gözetirdin akrabayı”
Kız kardeşi Safiye de şöyle seslenmişti onun ardından:
“Arşın sahibi, gerçek İlah onu çağırdı,
Sevinç içinde cennette yaşamaya.
Umduğumuz huzur günü işte buydu,
En güzel sonuç olarak Hamza’ya
Unutmayacağım seni yemin olsun Allah’a
Ağlamaklı ve hüzünlü estikçe Sâbâ yeli”
Son olarak bütün mersiye ve kasidelerin ötesinde Hz. Resulullah’ın fermanını nakledelim amcası hakkında:
“Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Sen bildiğim kadarıyla akrabalık bağlarını sağlam tutan ve çok hayır yapan biriydin.”
KAYNAKLAR
1-Yeryüzü Yıldızları-Halid Muhammed Halid- terc: Abdülkerim Akbaba-Beka Yayınları-İst–2003
2-Hanım Sahabilerin Hayatı-Hasan Kaluç- Kahraman Yayınları-İst–2005
3-Seçkin Sahabilerin Hayatı- Hasan Kaluç- Kahraman Yayınları-İst–2005
4-Efendimiz–1-Reşit Haylamaz- Işık Yayınları- İst–2006
5-Muhtasar Hayatü’s Sahabe-M. Yusuf Kandehlevi- Ravza Yayınları- İst–2000
6-Kısas-ı Enbiya- Ahmed Cevdet Paşa- Bedir Yayınevi- İst
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları-7
TEBLİĞDE ZAMANLAMA
Tebliğ bir farz, tebliğde usul ve zamanlama da, onun olmazsa olmaz iki vasfıdır. Neyi, kime, hangi zamanda, nasıl, ne ölçüde söyleyeceğini bilmeyen tebliğde muvaffak olmaz. İşte Asr-ı Saadetten bir misal..
Abdullah İbni Mes'ud(r.a.) her perşembe günü halka öğüt verir, va'z u nasihatte bulunurdu. Biri ona; -Ey Ebâ Abdurrahman, bize her gün nasihatte bulunmanı ne kadar isterdim, bir bilsen? dedi. O da şu karşılığı verdi:
-Size bıkkınlık vermek istemeyişim beni bundan alıkoyuyor. Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem, bize bıkkınlık vereceği endişesiyle, öğüt konusunda nasıl bizim durumumuzu kolluyor idiyse, ben de sizin uygun zamanınızı gözetiyorum."
“SAÇININ BİR TELİNE ”
Bilindiği gibi Resul-i Ekrem zamanında yaşadığı halde onunla görüşmesi nasip olamayan zatlara muhadram denir ki en bilinenleri “Yemen ellerinin Veysel Karani(Üveys el Karni)si ile Habeş Necaşisi Ashama’dır. Yakın zamanda muhadramlarla alakalı bir doktora çalışması da basıldı Kaynak Yayınlarınca.
Allah Resulü ile aynı zaman diliminde yaşayıp da onu görememek ne kadar büyük bir hicran. Tarife gelmez bu hicranı yaşayanlardan biri de büyük tabiîlerden fakih ve muhaddis Abide b. Amr es-Selmanî' dir (ö. 72/691). Aslen Yemen'li olan Abide, Efendimiz'in vefatından iki yıl kadar önce, Mekke fethi sıralarında müslüman oldu, fakat içinde bulunduğu şartlar sebebiyle Medine'ye gelip de Efendimiz’i göremedi. Ancak Hz. Ömer devrinde Küfe'ye gelip yerleşti ve birçok fütuhata katıldı. Fıkıh dediğimiz İslam Hukuku'nda öylesine büyük bir şöhret kazandı ki, Küfe’nin meşhur dört fakihinin en üstünü olarak o gösterildi. Devrinin en büyük kadılarından biri olan Kadı Şüreyh bile içinden çıkamadığı meseleleri gelip ona danışırdı.
Bir gün Enes İbni Malik'in azatlı kölesi, meşhur fıkıh âlimi Muhammed İbni Sirin ile Efendimiz'e dair sohbet ediyorlardı. İbni Sirin, efendisi Enes İbni Malik sayesinde Resûlullah'ın bir tel saçına sahip olduğunu söyledi. Böyle bir devleti elden kaçıran Abide es-Selmanî üzüntüsünü şöyle dile getirdi:
— Resûlullah’ın bir tel saçına sahip olmayı, yeryüzünün bütün altın ve gümüşlerine sahip olmaya tercih ederdim.
NECAŞİNİN KABRİNDEN YÜKSELEN NUR
Muhadramlardan bahis açılmışken, Habeş Necaşisi Ashama bin Erma’dan( bazı rivayetlerde Ashama bin Ebcar, bazılarında Ashama bin Bahir’dir. Adının Masheme olduğu da söylenmiştir.) bahsetmek yerinde olur. O ne bahtiyar bir insanmış ki, mele-i ala sakinlerinin matmah-ı nazarı bir kudsiler topluluğuna kucak açtı, sahip çıktı, onların getirdiği Hak dine teslim oldu ve “Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir" dedi.
Onun Hz. Cafer’le görüşmesini, cin fikirli Amr bin As’ın bütün gayretlerine rağmen Müslümanlara sahip çıkmasını biliyoruz. Beyhakî'nin rivayetine göre Amr b. As, elçi olarak gittiği Habeşistan'dan Mekke'ye geri dönünce evinde oturdu ve Kureyş müşriklerin yanına gitmedi. Onlar da: "Buna ne olmuş ki dışarı çıkmıyor?" diye sorunca Amr, şu cevabı verdi: "Necaşi, adamınızın peygamber olduğuna inanıyor."
Müslümanlar onun ülkesinde güven içinde yaşadılar. Sonunda İslam devleti ser verip gelişince, Habeş muhacirleri de geri dönmek için Necaşiden izin istediler.
Cafer (r.a.) Habeşistan dönüşü ile ilgili olarak diyor ki:
“Rasûlullah (s.a.v.), Medine'ye hicret edip güç kazanınca Necaşi'ye:
- Peygamberimiz Medine'ye hicret etmiş ve güç kazanmıştır. Bize baskı ve eza yaptıklarını söylediğimiz kimselerde ölmüşlerdir. Artık
Peygamberimiz’in yanına dönmemize müsaade et, dedik.
O da bize:
- Peki, dedi. Azık ve binekler vererek bizi yolcu etti. Bana da:
- Size yaptığım hizmeti Resûlullah’a anlat. Bu da benim adamımdır, sizinle beraber gönderiyorum. Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve sizin adamınız da Allah'ın peygamberidir. Ona söyle, bana Allah'tan mağfiret dilesin, dedi.
Bundan sonra biz yola çıkıp Medine'ye geldik. Peygamber, beni karşılayıp kucakladı ve:
- Bilmiyorum, Hayber'in fethine mi yoksa Cafer'in gelmesine mi sevinelim, dedi.
Çünkü o sırada Hayber fethedilmişti. Peygamber oturduktan sonra Necaşi'nin bizimle beraber gönderdiği adam ona:
- Bu, amcan oğlu Cafer'dir. Ona hükümdarımızın kendisine yaptığı hizmeti sor, dedi.
Ben de:
- Evet vallahi, bize şöyle yaptı, böyle yaptı ve yolcu ederken bize binek ve azık verdi. Ayrıca Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve senin de Allah'ın Rasûlü olduğuna şahadet getirdi. Bana da: “Adamına söyle, bana Allah'tan mağfiret dilesin.» dedi, dedim.
Bunun üzerine Peygamber kalkıp abdest aldı. Sonra üç defa:
- Allah'ım, Necaşi'ye mağfiret eyle, dedi. Orada hazır bulunan Müslümanlar daâmin dediler. Ben de Necaşi'nin elçisine:
- İşte gördün. Habeşistan'a döndüğün zaman bunları Necaşi'ye anlat, dedim.
Hicretin 9. senesi Necaşi dar-ı bekaya irtihal etti. O iyiliklerin karşılığında ne büyük payelere erdi. İşte bunlardan Hadis kitaplarında geçen bazıları:
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Necaşi rahimehullah’ın vefatını, ölümünün aynı gününde haber verdi. Ashabıyla musallaya gitti, orada saf bağlatıp dört tekbir getirerek namaz kıldırdı.” Kütüb-ü Sitte Muhtasarı: hn:3033
Sahiheyn ve Nesâi’de gelen bir diğer rivâyette şöyle denir: “(Resulullah aleyhissalâtu vesselam) Necâşi’nin ölüm haberini öldüğü günde haber verdi ve:
“Kardeşiniz için (Allah’tan) mağfiret taleb edin” dedi ve başka bir şey söylemedi. Kütüb-ü Sitte Muhtasarı: hn:3034
Ve anamız, Hz. Aişe’nin bir ifadesi:
“Necaşi rahimehullah öldüğü zaman biz onun kabrinin üzerinde uzun müddet bir nur görüldüğünü konuşurduk. Ebu Davud, Cihad 29, (2523).
Kaynaklar
1-Kütüb-ü Sitte Muhtasarı- terc: İbrahim Canan- Akçağ Yayınları
2-El Bidaye ven Nihaye- İbn-i Kesir- Çağrı Yayınları
3- Sahabe Hayatından Tablolar-Dr. Abdurrahman Re’fet el-Bâşâ, Uysal Kitabevi
4-Altınoluk Dergisi- Sayı:107
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–8
“Ömer Bin Abdülaziz’i seven ve O’nun iyiliklerinden bahsedip de, bu iyilikleri yaymak için çalışan birini gördün mü, bil ki bu işin sonunda bir hayır vardır inşallah.” Ahmed Bin Hanbel
ÖMER BİN ABDÜLAZİZLER BÖYLE KAYNAKLARDAN YETİŞİR
Tarihen sabittir ki, büyük insanları büyük anneler yetiştirir. Kendisinden sonra asırların bir benzerini göstermeye zorlandığı baş yücelerden Ömer Bin Abdülaziz için de bu durum geçerlidir. Onun nasıl temiz bir kaynaktan beslendiğine dair tarihler bize şu hadiseyi haber vermekteler:
Hz. Ömer bin Hattap (R.A) hilafeti döneminde, bir gün sabaha karşı Medine sokaklarında dolaşırken, evin birinden bir anne ve kızın tartışmalarını duyar. Halife hazretleri kapı önünde durur ve dinler. Anne, kızına; “Şu süte biraz su karıştır” demesi üzerine, kız annesine; “Müminlerin emiri süte su karıştırmayı yasakladı” diye cevap verir. Annesi; “O şimdi nereden duyacak?” deyince, kız; “Görünüşte ona itaat edip, arkasından ona isyan mı edelim? Ömer’in kendisi görmese, onun Rabbi görüyor” der.
Hz. Ömer, o evi iyice beller ve eve döndüğünde oğlu Asım’a bu evi tarif eder. Sonra, şayet bu kız kimse değilse, onunla evlenmesini, belki ondan hayırlı bir evladının olacağını tavsiye eder. İşte bu evlilikten Ömer Bin Abdülaziz’in annesi Ümmü Asım doğar.
Ümmetin mulhemunundan(ilhama mazhar kılınanlarından) olan Hz. Ömer şöyle diyerek bu torununu müjdelemişti; “Benim evladımdan, yüzünde bir işaret(bir yara izi) olan birisi bu işi(Hilafeti) yüklenecek ve yeryüzünü adaletiyle dolduracak.”
ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’İN ALLAH KORKUSU
Ömer Bin Abdülaziz, hocaları tarafından çok iyi yetiştirilmiş ve küçük yaşta kalbine Allah mehafeti yerleşmiş bir kutlu idi. Hatta mürebbilerinden Salih İbni Keysan onun için şöyle demişti; “Kalbinde Allah korkusunun bu kadar yerleştiğini gördüğüm kimse yoktur.”
Hanımı Fatıma şöyle demiştir; “Ömer kadar namaz kılan ve bol oruç tutanı görmedim. Onun kadar Rabbinden ayrı durmaktan hasret duyanı da görmedim.”
PEYGAMBERİN NAMAZINA EN ÇOK BENZEYEN NAMAZ
Ömer Bin Abdülaziz, Efendimizin hizmetkârı Enes bin Malik’e(RA) yetişmiş ve ondan çok istifade etmişti. Hz. Enes onun hakkında şöyle demişti; “Arkasında namaz kıldığım bütün yöneticiler arasında namazı Hz. Peygamberin(SAV) namazına benzeyen tek kişi varsa, o da şu genç adamdır.” Gerçekten de o, tadil-i erkâna tam olarak uyardı. Hatta sahih bir rivayete göre rüku ve secdesinde tespihleri on defa söylerdi..
ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’DE ÖLÜM TEFEKKÜRÜ
Ömer Bin Abdülaziz, ölümü en çok hatırlayanlardandı. Bir gün bir dostuna şöyle demişti; “Dün geceyi hep uyanık geçirdim” Adam; “Neden ey emirel müminin?” diye sorunca, şöyle cevap verdi; “Kabir ve içinde yatanı düşünüp durdum da ondan. Ölen kimseyi ölümden üç gün sonra kabrinde görsen ve başına gelenleri bir bilsen yanına yaklaşmakta ürperirdin. Bu kişi dünyada sevdiğin ve bol bol sohbet ettiğin bir kişi bile olsa, ondan kaçardın. Rahat bir ev ve güzel bir mesken iken, onun yerinde yıkık ve harabe olmuş, her tarafından içeri rüzgâr giren, güzelliğini yitirmiş, viraneye dönmüş bir mezbelelik görürdün.”
Bir gün bir kabir ziyaretinde ağlayarak şöyle buyurmuştu; “Şu toprağın bana ne dediğini biliyor musunuz? Der ki; “Ey Ömer! Dostlarına ne yaptığımı biliyor musun? Önce kefenlerini yırtıp, parçaladım, etlerini yedim, gözlerini oydum, yanaklarını kemirdim, ellerini bileklerinden, bileklerini kollarından, kollarını omuzlarından, omuzlarını vücutlarından ayaklarını bacaklarından, bacaklarını baldırlarından, baldırlarını kalça kemiklerinden ayırıp parça parça ettim.” Kalkıp ayrılmak istediğimde, toprak bana şöyle dedi; “Sana ebediyen parçalanmayacak bir kefen söyleyeyim mi?”
“Nedir, nasıl bir şeydir?” dedim.
“Allah’tan korkup, salih amel işlemendir dedi.”
ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’İN GÖRDÜĞÜ SADIK BİR RÜYA
Ömer hazretleri, vefatından kısa bir zaman evvel enteresan bir rüya görmüş ve onu hanımına şöyle anlatmıştı: “Kendimi yemyeşil bir yerde gördüm. O yeşil yerin ortasında zümrütten bir köşk vardı. Sanki orada bütün insanlar toplanmış gibiydi. Bir müddet bekledik, sonra o köşkten biri çıkıp;
-Nerede Abdullah oğlu Muhammed!(SAV) diye seslendi. Resulullah çıkıp o köşke girdi. Bir müddet sonra, sırayla Raşid halifeler çağrıldı. Sonra aynı adam çıkıp; “Ömer Bin Abdülaziz nerde?” diye seslendi. Ben de hemen o köşke girdim. İçeride Hz. Peygamber(SAV) oturmuş, Ebubekir sağında, Ömer solunda, Osman ve Ali önünde oturuyordu. Ben de girdim, dedem Ömer İbnül Hattap’ın yanında bana yer gösterildi. Oturdum.. Resulullah ile dedem İbn el Hattab arasında yüzü son derece güzel bir genç oturuyordu. Ömer’e sordum; “O, İsa İbn Meryem(as)’dir dedi.
Sonra bir müddet oturduk. Tek tek çıktılar, sıra bana gelince ben de çıktım ve Rabbim beni sorguya çekti. Bir çekirdeğin çukurcuğu, incecik bir iplik ve ufak taneler için dahi sorguya çekildim, kurtulamayacağım zannettim. Nihayet; “sevap işledin, tuttuğun yoluna devam et” dediler.
Yürüdüm, yol üzerinde bırakılmış bir leş gördüm. İnsanlar onu lanetlemişlerdi. Leşi ayağımla tekmeledim ve yanımdakilere; “bu kimdir” diye sordum. Bana dediler ki; “Bu leş Haccac bin Yusuf’tur.* Onu bir defa daha tekmeledim ve;
-Allah sana ne yaptı ey Haccac? Diye sordum?
-Vallahi öldürdüğüm her kişi için birer sefer öldürüldüm. Said Bin Cübeyir(**) için ise yetmiş sefer öldürüldüm. Her seferinde de ateşten bir kılıç ile öldürülüyordum.
-Peki sonunda ne oldu, burada ne bekliyorsun diye Haccac’a sordum
-Allah’ın vahdaniyetine inanan ve Muhammed’i Resul kabul eden herkes gibi ben de burada beklemekteyim.”
Dipnotlar
* Yüz bin adamı öldürmekle meşhur, Emevi valisi Haccac-ı Zalim..
**Said bin Cübeyr, tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerindeki ihatası kadar cesaret ve celadeti ile de İslam tarihine imza atmış bir tabiin âlimi. Emevilere karşı bir kıyamı desteklediği gerekçesi ile Haccac tarafından şehid edildi. Rahimehullah..
KAYNAKLAR
1-Ömer Bin Abdülaziz- Doç. Dr. Ahmed Ağırakça- Buruc Yayınları- İst–1995
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–9
HZ.ALİ’NİN DİLİNDEN ASHAB-I KİRAM EFENDİLERİMİZ
İbn Ebu Dünya, Ebu Erake'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ali ile birlikte sabah namazını kıldım. Sağına döndüğünde biraz durdu. Üzerinde bir hüzün var gibiydi. Güneş doğup mescidin duvarından bir mızrak boyu kadar yükseldiğinde iki rekât namaz kıldı.
Sonra ellerini çevirip şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki ben Muhammed (s.a.v.)'in ashabını gördüm. Ama bugün onları andıran hiçbir şey göremiyorum. Onlar fazlaca secdeye vardıklarından yüzleri ve alınları tozlanmış olarak sabahlarlardı. Tıpkı kendisine taziyette bulunulan kimse gibi üzgün dururlardı. Gecelerini Allah'a secde edip kıyamda durarak ve Allah'ın kitabını okuyarak geçirirlerdi. Ayakları ve alınları fazlaca namaz kılmaktan yorulur ve gecelerini öylece geçirirlerdi. Sabah olduğunda da Allah'ı zikrederler ve rüzgârlı bir günde ağaçların yan yatışı gibi yatarlardı. Gözlerinden yaşlar boşanır, öyle ki elbiseleri ıslanırdı. Allah'a yemin ederim ki bugünkü halk geceyi gafletle geçiriyor."(İbn-i Kesir- El Bidaye)
SAAD BİN EBU VAKKAS’IN GÖZYAŞLARI
Aşere-i mübeşşereden Saad bin Ebu Vakkas hazretleri, dört halife devrinden sonra hakkın zayi edildiği dönemlere erişmiş ve şöyle demişti: “Hayatımda üç gün ağladım; Bunlardan biri Resul-i Ekrem’in irtihal ettiği gündü. İkincisi Osman’ın katlolunduğu gündü. Şimdi de Hakka ağlıyorum.”
“DÜNYA SANA DOKUNAMADI”
Hz. Ömer Şam’a gittiği zaman kendisini karşılayan umeraya; “Kardeşim nerde?” diye sormuştu. Kimi kastettiğini sorduklarında “Ebu Ubeyde” cevabını verdi. “Şimdi geliyor” dediler. Nihayet iki büyük insan karşılaşıp kucaklaştılar. Hz. Ömer; “Haydi senin evine gidelim” deyince Ebu Ubeyde; “benim evimde ne yapacaksın? Beni mi görmeye geldin evimi mi?” diye latife etti, sonra beraber gittiler.
Hz Ömer, Ebu Ubeyde’nin evinde bir şey göremeyince, ona ‘Nerede senin eşyan, burada bir kaç kırba gibi şeylerden başka bir şey yok mu?’ demiş. Ebu Ubeyde bir zembil getirerek bir kaç lokma çıkarınca Koca halife ağlamaya başlamış ve “Ebu Ubeyde! Dünya herkesi değiştirdi yalnız seni değiştiremedi” demişti.
İBADETTE İTİDAL
Efendimiz(ASM) sırat-ı müstakim’in, denge yolunun ete kemiğe bürünmüş hali demektir. Onun hayatının hiçbir devresinde ifrat ve tefrite rastlanamaz. İbadetten başka hiçbir şey düşünmeyen Abdullah bin Amr bin As(RA)’ı itidale davet ederken de bu hususu görüyoruz: “Her âbidin, ibadet için hamleler duyduğu zamanlar vardır. Fakat bu hamleyi bir fütur takip eder. O zaman insan ya sünnete doğru gider, yahut bidate. Fütur anında sünnete giden hidayete ermiş olur. Fakat başka bir yola giden helak olur.”
KAYNAK
1-Asr-ı Saadet-Şah Muinniddin Ahmed Nedevi, Said Sahip Ansari-Sebilürreşad Neşriyat Bürosu-İst-1969
2-El Bidaye ven Nihaye- İbn-i Kesir- Çağrı Yayınları
3- Sahabe Hayatından Tablolar-Dr. Abdurrahman Re’fet el-Bâşâ, Uysal Kitabevi
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–10
FETHİN GECİKME SEBEBİ
Hz. Ömer’in(RA) devrinde, İslam orduları Mısır’da bir şehri kuşatmışlar, muhasara bir ay devam etmesine rağmen nusret-i ilahi gerçekleşememişti. Emirel müminin Hz. Ömer(RA) bunu haber aldı ve çok üzüldü. Fethin gecikme sebebinin, kalplerdeki bir hastalıktan olduğu teşhisine vardı ve kumandan Amr bin As’a şu mealde bir mektup yazdı:
“Anlaşıldığına göre sizin gönlünüzde Mısır’ın büyük ve kıymetli mallarına tama’lanmak belirmiş, ihlâsınız da azalmıştır. Fethin gecikme sebebi işte budur. Cuma günü, Cuma namazını kıldıktan sonra, bu gibi düşüncelerinizden dolayı tevbe edip, yardımcı olması için Allahu zül celal’e dua edin ve hep birden hücuma geçin.”
Halife’nin dediğine eksiksiz uyuldu ve fetih de müyesser oldu..
MÜMİNİN EN ÖNEMLİ İŞİ
İslam’a hizmet etmek niyetinde olanlara çok önemli bir hatırlatmayı yine Hz. Ömer’den(RA) nakledelim. Hilafeti esnasında Hz. Ömer bütün vali ve idarecilere şu fermanı göndermişti: “Bence, sizin bütün işleriniz içinde en ehemmiyetlisi namazdır. Her kim namazı geçirir, ihmal ederse o, diğer işlerini de daha fazla geçiren ve ihmal eden kimse demektir.”
ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’İN MUHASEBESİ
Bu nakledeceğimiz hadiseyi bir kitaptan değil, Hüseyin Bayraktar Hocaefendi ile yaptığımız ve kasete aldığımız sohbetten nakledeceğiz. Şöyle diyor hocamız: “ Irak’ta Terbiyetül İslam adlı bir mecmua var. Muharrir heyeti çok büyük ulemadan oluşan bir heyet. O dergide şöyle bir hadise okudum; “Hz. Ömer(RA) vefat ettikten sonra, Abdullah bin Ömer(RA) babasını uzun süre rüyada görmemiş. Bir gün çok yalvarıyor, tazarru ediyor; “Ya Rab! Ne olur, babamın halini bir görsem.”
Nihayet gece bakıyor ki, Hz Ömer bir yerde, mübarek alnındaki teri siliyor. İbn-i Ömer; “Babacığım, halin nasıl?” diyor. Hz. Ömer buyuruyor ki; “Oğlum! Cenab-ı Hak beytülmale ait develerin yularından bile soruyor. Onların su içme yerlerinden bile bana hesap soruyor. “onların su içmelerinin karşılanması için tedbir aldın mı?” diye soruyor. “Fe keyfe nas?(İnsanların durumu nasıl olacak?)
İbn-i Ömer uyanınca bu rüyayı yazıyor, kayda alıyor. Sonra, Ömer bin Abdülaziz halife olunca, o kayda vakıf oluyor. O kaydı görünce ellerini dizlerine vuruyor, sonra başını elleri arasına alıyor ve “Vay! Sana ya Ömer bin Abdülaziz! Takiyyü’t Tahir(Tertemiz takva sahibi) olan Ömer böyle hesaba çekilirse, senin gibi mütref olan(yani nimetler içinde yüzen) bir insanın hali ne olur?” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor.”
EFENDİMİZİN(SAV) BİR İNCELİĞİ
Siyer kitaplarında, Resulullah’ın ashabı ile adab-ı muaşereti insanı öyle mest ediyor ki. Son gördüğüm böyle bir tatlı hadiseyi nakledeyim; “Mikdad(RA) diyor ki; “Biz üç arkadaş Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellemin huzurunda misafir bulunuyorduk. Yatsıdan sonra, gitmek veya yatmayı düşünüyorduk ki, Resulullah Sallallahu aleyhi ve selem biraz geç teşrif etti. Selam verdikten sonra cemaate gülümseyerek; “Gitmek isteyenler gürültü etmeden gitsinler, uyumak isteyenler de gözlerini açmadan, sessizce uyusunlar” buyurdular.
Kaynak :
1- Hayatü’l Müslimin- Eşref Ali Tehanevi- terc: Ali Genceli- Konya İslami Neşriyat-İrfan Matbaası- İst–1977
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–11
“Bu ümmetin sonunu, ancak bu ümmetin başını ıslah eden şey ıslah edip düzeltir.”Malik Bin Enes(RA)
Medine imamı Malik bin Enes hazretlerinin bu sözü ne çok şeyi hatıra getiriyor..Mekke dönemi ayetlerinin imani konuları ihtiva etmesi ile helaket devrinin insanın devamlı iman-ı tahkikiye vurgu yapması, “benim mesleğim sahabe mesleği” demesi..Garipler hadisinde ilklerin ıslah tarafını tutması ile onları andıracak ikinci gariplerin de ıslahı esas almalarını.. “Bir gün her şeyi yapan sahabedir, sahabe olamayan bir topluluğun yapacağı bir şey yoktur” sözünü..Evet, her şey Müslüman kumaşının kalitesinde bitiyor.. Bu girişten sonra birkaç hatıraya yer verelim.
HZ. ALİ’NİN ŞEHADET HABERİNE KARŞI METANETİ
Hz. Ali efendimiz Uhud’da 16 kılıç darbesi almıştı. Şehidik şerefine ulaşamadığına üzülüyordu. Bundan dolayı üzüntülü görünen Haydar-ı Kerrar’a Resul-i Zişan(SAV); “Ya Ali! Şehadet senin arkandadır. Bunlar kan ile boyandığı zaman nasıl sabredeceksin?” buyurarak mübarek elleriyle onun başını ve sakalını okşamıştı. Hz. Ali de; “Ya Resulullah! Şu buyurduğun hal benim hakkımda tahakkuk edince o, delil, beşaret ve keramet sayılacak şeylerden olmuş olur.”diye cevap vermişti.
Hz. Ali(kv) Irak’a giderken, Abdullah bin Selam ziyaretine gelmiş; “Ya Ali! Irak’a gitme! Korkarım ki orada vücuduna bir kılıç ağzı isabet eder.” Demiş. Hz. Ali de; “Evet.. Kasem ederim ki, bunu bana Resulullah haber vermiştir” diye mukabelede bulunmuştu.
Ebu Esved diyor ki; “Ben o gündeki gibi böyle canını kaybedeceğini haber veren bir muharip görmedim.”
Hz. ALİ’YE SEKARAT ANINDA VERİLEN MÜJDE
Amr İbn-i Zimür el Hemadani diyor ki; “Hz. Ali Kufe’de kılıç darbesini aldıktan sonra huzuruna girdim. Başını bir şey ile sarmıştı. Dedim ki ; “Ya Emirel müminin! Yarayı bana gösterir misin?” Hemen sargıyı açtı. Baktım, “bir şey yok, hafif bir yaradan ibaret” dedim. Hz. Ali; “Evet, sizden ayrılmaktayım” dedi. Kızı Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya başlamıştı. Şehitlerin Efendisi; “Kızım sükût et. Eğer benim gördüğümü göreceksen olsan ağlamazsın” dedi. “Ya Emirel müminin ne görüyorsun?” diye sordum. Buyurdular ki; “İşte bunlar melekler ile nebiler cemaati! İşte bu da Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem; “Ya Ali! Müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun şu hal(ölüm hali), şu içinde bulunduğun halden sana daha hayırlıdır” diye buyuruyor.” Allah şefaatine nail eylesin. Amin..
HZ. ÖMER(RA)’İN NAMAZI
Sahabelerinin namazını anlamak için hakiki sahabe olmalı. Onlardan birinin, Hz. Faruk-u Azam’ın namazıyla alakalı kaynaklar bize şunları naklediyor; Tabiin’in efendisi Hasan-ı Basri(RA) diyor ki; “Hz. Ömer(RA) gece ibadet ettiği sırada, bazen azapla tehdide dair bir ayet okuyunca ağlamaya başlardı. O derecede ki, fazla etkilenmesinden dolayı yere yığılır, hasta olurdu. Ve bu hastalanmasından ötürü insanlar onu ziyaret gelirdi.”
İbn-i Ömer( ra) de muhterem babası hakkında şu şehadette bulunur; “Hz. Ömer bir keresinde sabah namazında o kadar ağladı ki, ben üçüncü safın arkasından onun ağlama sesini duydum.”
Alkame Bin Vakkas aynı duruma bir yatsı namazında şahit olanlardan; “Hz. Ömer yatsı namazında Yusuf Suresini okuyordu. Ben de en son saftaydım. Yusuf(As) anılınca, ben ağıt(ağlama) sesini duydum.”
“ÇOK SECDE YAPARAK BANA YARDIMCI OL”
Sahih-i Müslim’de, Ehl-i Suffe’den olan Ebu Firaz Rabia İbn-i Kuayb el Eslemi(RA)’nin şöyle dediği rivayet edilmekte; “Ben geceleyin Hz. Peygamber(SAV)’in yanında bulunurdum da, abdest ve diğer ihtiyaçlarını göz önünde tutardım. Bir gün bana; “Bir şeyler iste” buyurdu. Ben de; “cennette sizinle birlikte olmak isterim” dedim. “Bundan başka bir isteğin yok mu?” buyurdu. Ben de; “Ben ancak bunu istiyorum” dedim. Resulullah(SAV) de cevaben; “Öyle ise çok secde yaparak bana yardımcı ol” diye ferman ettiler.
BİLAL-İ HABEŞİ’NİN DEĞİŞMEZ BİR AMELİ
Efendimiz(SAV) bir gün, çok sevdiği Bilal-i Habeşi’ye; “Ey Bilal! En çok ümitli olan amelini bana söyle. Çünkü ben senin cennetteki ayak seslerini duydum” buyurdu. Bilal hazretleri de şu cevabı verdiler; “Öyle ümitlenecek hiçbir amel yapmadım. Ama şüphesiz ben, her ne zaman gece ve gündüz bir ara abdest almışsam, o abdestle nasip olduğu kadar mutlaka namaz kılarım.”
Not: Bu namaza tahiyyat-ül vudu deniyor ki, nafile bir namaz olmuş oluyor..
KAYNAKLAR
1-Büyük Tefsir Tarihi–2- Ömer Nasuhi Bilmen- Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları-Ankara–1960
2-Dört Rükun- Ebul Hasan En Nedvi-terc: Yusuf Karaca- Nehir Yayınları- İst-1992
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–12
“Sahabe'nin her biri iman adına öylesine derinlerden derindir ki, onların her birine birer iman kahramanı dense sezadır”(M.F.Dahhak)
GECESİ ZİKİR GÜNDÜZÜ CİHAD VE İRŞAD BİR ORDU
Yeryüzünde hiç beklenmedik bir şekilde zuhur eden ve az bir zaman içinde dünya dengelerini alt üst edip, arzda ağırlığını hissettiren muhteşem Ashab nesli, dostu düşmanı lâl, şeytan ve ordusuna dünyayı dar etmiş, medeni milletlere üstad olmuşlardı.
Onlar dışta fetihlerinden daha büyük oranda içte derinliğe ermiş ayyüzlülerdi. Hasımlarının onları anlatırken kullandıkları ifadelerden bir nebze bunu sezebiliyoruz: “Onlar gecelerini ibadetle, gündüzlerini oruçla geçirirler. Verdikleri sözü mutlaka yerine getirirler, iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarlar. Birbirlerine karşı çok insaflı ve merhametlidirler.”
Bir başkası şunları demekte: “Müslümanlar gündüzleri at üstünde, geceleri ibadettedirler. Bedelini vermeden zimmetlerinde bulunanlardan hiçbir şey almazlar. Selamsız hiçbir yere girmezler; muharebeye tutuştukları milletleri mağlup edinceye kadar savaşırlar.”
Bir başkası şu itirafı yapar: “Müslümanlar gündüzleri süvari, geceleri abid olduklarından hep oklarını yontup, mızraklarını düzeltmekle meşguldürler. Yanınızda oturan birisine bir şey söyleseniz Kur’an ve zikir seslerinden sözünüzü anlayamazdı.”
Ve bir tarihi misal..Müslüman askerleri Medain’de Kisra’nın yüzbin dinar kıymetindeki taç ve tahtını ganimet olarak ele geçirdiklerinde, taç ve taht hiç dokunulmadan doğrudan doğruya kumandana teslim edilmiş, kumandan da derhal Müslümanların halifesine göndermiştir. Hayretini gizleyemeyen halife; “Bu hareketi yapanlar muhakkak emin kişilerdir” demekten kendisini alamamıştır.
ÇOK SEVABLI BİR İŞ: EBELİK
Hz.Ömer hilafeti sırasında çoğu zaman gece vakti şehri gezerek denetler, ihtiyacı olanların yardımına koşardı. Bir keresinde bir meydana uğradı. Orada daha önce görmediği, hayvan kıllarından yapılmış bir çadır gördü. Çadıra yaklaştığında bir adamın üzgün bir şekilde çadırın dışında oturduğunu, içeriden de bir inleme sesi geldiğini farketti. Adama selam verip durumu sorduğunda adam önce söylemek istemedi, fakat Ömer(RA); “Hayır söyle, bu bir acı çekme sesidir” diye onu zorladı. Adam da hanımının doğum sancısı çektiğini ve yanında kimsenin olmadığını haber verdi.
Ok gibi yerinden fırlayan şanlı halife doğru zevcesi Ümm-ü Gülsüm’e koştu ve ona; “Sana çok sevablı bir iş nasip oldu. Doğum için gerekli olan malzemeleri ve ayrıca yağ, tencere, buğday vs. yanına al” dedi. Biraz sonra ikisi de çadırın önünde hazırdılar. Eşi içeri girerken, Hz. Ömer de ateş yaktı, tencereye yağ koyup pişirmeye başladı.
Biraz sonra içeriden Ümm-ü Gülsüm(R.A)’ın sesi işitildi; “Ey müminlerin emiri, dostunuza bir oğlu olduğunu müjdeleyiniz”. Adam “müminlerin emiri” sözünü duyunca çok şaşırdı ve utandı. Hz. Ömer bir yandan doğum yapan annenin yemesi içi tencereyi çadırının kenarına koyarken diğer yandan da adama;
“Telaşlanacak bir şey yok, al sen de ye. Bütün geceyi uykusuz geçirdin” dedi. Bu büyüklük karşısında iyice ezilen muhatabına ayrılırken şöyle buyurdu; “Yarın gel, senin ihtiyaçların temin edilecektir.”
Kaynaklar :
1-Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?-Ebul Hasen en Nedvi-Kitabevi Yayınları-İst-1996
2-Fezâil-i A’mâl-M.Zekeriyya Kandehlevi-Gülistan Neşriyat-İst-
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–13
BENİ BULAMAYACAKSA NİÇİN DEVLETİN BAŞINA GELDİ?
İsmi adalet ile özdeşleşmiş İslam’ın medar-ı iftiharı Hz. Ömer (RA) hakkında nakledeceğimiz bu hatıra, devlet yönetimindeki herkesin derince düşünmesini gerektiren bir olaydır. Seyyidina Hz. Ömer bir gün Medine’ye dönerken, çölde tek başına bir çadır gördü. Çadıra yaklaştığında içinde bir ninenin oturduğunu müşahede etti.
Halife sordu; “Ömer hakkında ne düşünüyorsun?”
Kadın: “Allah Ömer’in müstahakkını versin. Bütün başkanlığı müddetince beş para alamadım”
-Sen böyle uzak ve ayrı yerde yaşıyorken Ömer seni nereden bulsun?’
-Beni bulamayacaksa niçin devletin başına geldi!’
..Koca halife bu sözden o kadar müteessir oldu ki, gözyaşlarına boğuldu…
YERMÜK’TE KAHRAMANLIK SAHNELERİ
Bazı savaşlar vardır ki, tarihte bir dönüm noktası oluşturur. İslam tarihinde Bedir, Hendek, Mute, Yermük, Kadisiyye, Talas savaşları bu çarpışmalardandır.
Biz bunlardan Yermük’teki bazı sahneleri ibret nazarlarına sunmak istiyoruz..O Yermük ki, o zamanın süper gücüne karşı bir avuç kahramanın şehametinin destanı..Yermük, altyapısı Mute ve Tebük’te atılmış bir fetih stratejisinin nihai noktası..Yermük, köhne Roma hakimiyetinin Suriye’den silindiği ve bu topraklarının anahtarının İslam’ın yed-i beyzasına teslim edildiği bir zaferler zaferi. Ve Yermük, büyük harp dâhisinin o zamana kadar görülmemiş taktiklerini denediği ve tabye stratejilerine yeni açılımlar getirdiği bir harp sanatı örneği..
İşte bu harpte can alıp can satan aslanlardan birkaç küçük misal;
*Ebu Cehil’in oğlu Hazret-i İkrime(RA) o gün genel kumandan Hz. Halid’in önünde 400 arkadaşı ile etten bir duvar örmüş ve bu kahramanlar, ölmeye and içmişlerdi. O şöyle diyordu; “Peygambere karşı Müslüman olmadan çarpışan ben, size karşı nasıl geride kalırım.” İhtimal, bu şehid namzedi o vebalin ancak bugün şehid olabilmesi ile temizleneceğini düşünüyor ve gözünü budaktan sakınmadan şehadet arıyordu. Sonunda bu er oğlu erler binlerce Rum’un canını cehenneme ısmarladıktan sonra, sözlerini yerine getirmenin mutluluğu içinde şerbet-i şehadeti nûş ediyorlardı.
*O gün Kabbas bin Eşyem’in elinde onlarca kılıç ve mızrak kırılmış ve o şöyle haykırmıştı; “Harp sahnesinden çekilmektense ölmeyi tercih eden bir adıma kılıncını ödünç olarak verecek kimse var mı?”
*Ebu’l Aver adlı komutan düşman saflarına dalarken askerlerine şöyle diyordu; “Ciddiyet ve atılganlık dünyada insana şeref, ahirette rahmet bahşeder. İkisini de kazanmaya çalışalım.”
*Aşere-i Mübeşşere’den Said bin Zeyd(RA) yorgunluktan bitap düştüğünden bir müddet diz çökerek harbe devam edebilmişti.
*Çok merdane harbeden Yezid bin Ebu Süfyan’a, yanından geçerken babası şu teşvikte bulunmuştu; “Oğlum, her asker bütün kuvvetiyle harb ediyor. Sen ki kumandansın. Hiçbir askerin seni geçmemesine dikkat etmelisin. Yoksa mahcup olursun.”
*Habbâs bin Kay harbin en şiddetli hengamında bir ayağını kaybetmiş, bundan ancak harbin sonuna doğru haberdar olmuş ve kayıp ayağını aramaya başlamıştı..
İRAN FETHİNDEN BAZI SAHNELER
İslam ordusunun Hz. Ebubekir ve Ömer efendilerimiz zamanındaki İran muharebeleri bir çok kahramanlıklarla doludur. Özellikle Kısas-ı Enbiya’nın müellifi Ahmed Cevdet Paşa’nın enfes üslubuyla bu hadiseleri okumak çok zevk vericidir. Şibli Numani’nin Hz. Ömer adlı şaheserinden okumak ise daha çok ayrıntıya inmeye sebebiyet vereceğinden muhakkak tavsiye edilir.(Hz. Ömer ve Devlet İdaresi- Şibli Numani-terc:Yaşar Alp Hikmet Yay.)
Mevlana Şibli, eserinde enteresan bazı detaylar veriyor. İşte bir misal; Kui tarihi bir mevkidir. Burada Hz. İbrahim Nemrud’un emriyle hapsedilmişti. Bu hapishane o zaman kadar yaşamış ve Sa’d bin Ebu Vakkas burayı ziyaret etmişti. Sa’d hazretleri bu ziyaretinde “Biz o günleri insanlar arasında değiştiriyoruz” ayetini okudu..
Kui ile İran payitahtı arasında Behreşir adında bir şehir vardı. Burada İran süvarilerinden bir fırka bulunuyordu ki yaşadıkları müddetçe İran’ın başına hiçbir felaket gelmeyeceğine her gün yemin ederlerdi..
Ehlileştirilen ve Kisra tarafından sevilen bir kaplan burada muhafaza edilirdi. Müslümanlar buraya vardıkları zaman bu kaplanı Müslümanların üzerine saldılar. Fakat bu vahşi kedi, İslam ordularının ileri hat kumandanı olan Haşim tarafından bir kılıç darbesi ile öldürüldü. Hz. Sad, Haşim’in bu cesaretine karşı onun alnından öpmüştü.
Not: Bizim ancak filmlerde gördüğümüz veya çizgi romanlarda okuduğumuz bu gibi sahneler İslam tarihinde kerrat defa yaşanmıştır. Mesela merhum Ömer Muhtar da Sudan’a yaptıkları bir ziyarette önlerine çıkan bir Arslanı tek başına öldürmüş ve herkesi kendisine hayran bırakmıştı. Maalesef biz bu eşsiz tarihten habersiz yaşıyoruz.
Kaynak
1-Asr-ı Saadet-Cilt:4-Ömer Rıza Doğrul- Eser Neşriyat-İst-1978
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–14
“ÖMER’İN OKUDUĞU GİBİ OKU!”
İnsanların farklı ilahi isimlere mazhariyetleri farklı meşreplere ayrılmalarına sebep olur. Ondan dolayıdır ki, eski devirlerde ayrı toplumlara aynı zaman dilimi içinde farkı şeriat ve nebiler gelmiştir. Daha sonra insanlık bir Peygamberden ders alabilecek seviyeyi ihraz ettiğinden tek bir nebi’nin öğretisi yeterli olmuş, hatem-i divan-ı nübüvvet(ASM) ile bu kapı kapanmış, ama yine de ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç devam etmiştir.
Bu bir zenginliktir ve bunu böyle görmek de ilahi kanunlara karşı edebin ifadesidir.
Sahabe-i kiram, bu konuda da bize en güzel örnekleri vermişlerdir. Onlar fıkhi ihtilafları bir zenginlik olarak görmüşler ve bundan dolayı birbirlerine sevgilerinde en ufak bir eksilme söz konusu olmamıştır. Mesela, İ’lam el Muvakkin adlı eserinde İbn Kayyım el Cevziyye, Hz. Ömer ile İbn-i Mesud arasındaki fıkhi ihtilafların sayısının 100’e ulaştığını kaydeder.
Ebu Hanife mektebinin bu iki büyük kaynağı arasındaki bu ihtilaflar onların birbirine sevgisine asla engel olmamıştır. Bu konuda iki misal vermek uygun olur; İbn-i Mesud’a Kur’an dinletmeye giden iki kişiden biri “beni Ömer okutmuştu” deyince, İbn-i Mesud hazretleri birden hıçkırıklara boğuldu. Öyle ağladı ki, gözyaşları oturduğu yeri ıslatmıştı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan şöyle diyordu; “Ömer’in öğrettiği gibi oku! O insanları koruyan güçlü bir kale idi. İnsanlar o kaleye sığınıyor ve kendilerini emniyette hissediyorlardı. Ömer’in vurulmasıyla kalede bir gedik açılmış oldu.”
…Bir gün Hz. Ömer’in bulunduğu bir yerden İbn-i Mesud geçiyordu. Onu gören Hz. Ömer şöyle buyurdu: “İşte ilim ve fıkıh dolu bir kap.”
BİR YAKININ DİLİNDEN HZ.ALİ
Ebu Nuaym ’ın Ebu Salih’ten tahricine göre Darar bin Damrâ el Kinani, Hz. Ali Efendimizin şehadetinden bir müddet sonra Hz. Muaviye’nin bulunduğu şehre gelmişti. Muaviye; “Bana Ali’yi anlat” dedi. Darar;
-Beni mazur görmez misin?”dedi. Muhatabı “hayır” cevabını verince şöyle konuştu: “Eğer mutlaka anlatmam gerekiyorsa anlatayım; Allah’a yemin olsun ki, o uzak görüşlü ve çok güçlü biriydi. Hakkı söyler, adaletle hükmederdi. Onun her tarafından ilim fışkırır, hikmetli sözler dökülürdü. Dünyaya meyletmez, geceyi(gece ibadetini) ve karanlığı sever, Allah için gözyaşı dökerdi. Düşünce ufku genişti. Zaman zaman nefis muhasebesi yapardı. Elbisesinin yerlerde sürünmeyecek kadar kısa olanını tercih eder ve sofrası mütevazı olurdu.
Vallahi içimizden herhangi biri gibi idi. Yanına vardığımızda yaklaşarak bizi karşılar, soru sorduğumuzda bizi cevapsız bırakmazdı. Bize yakınlık göstermesine ve yanımızda olmasına rağmen heybetinden onunla konuşamazdık. Tebessüm ettiğinde inci gibi dişleri görünürdü. Dindarları yüceltir, fakirleri severdi. Güçlü olup batıl yolda olanlar ondan korkar, zayıflar onun adaletten şaşmayacağını bilirlerdi.
Allah’a and olsun ki, onun bazı hallerine şahit oldum. Bir keresinde karanlık çökmüş, yıldızlar parıldarken, bir elinde sakalını tutmuş, mihrapta zehirlenmiş gibi davranıyor, hüzünle ağlıyordu. “Ey Rabbim, Ey Rabbimiz” diye yalvaran o sesi şimdi de duyuyor gibiyim. Dünyaya hitaben şöyle diyordu; “Beni mi gördün? Bana mı sundun kendini? Heyhat, heyhat, benden başkasını kandır! Seni üç talakla boşadım. Ey dünya! Ömrün kısa, sohbetin değersiz, önemin büyük değil! Ah! Ah… Yol karanlık, yolculuk uzun, azık kıt.”
Hz. Muaviye’nin tutamadığı gözyaşları sakalına dökülüyor, koluyla yaşlarını silmeye çalışıyordu. Orada bulunanlar da hıçkırıklara boğulmuşlardı. Muaviye; “Hasan’ın babası işte böyleydi” diyebildi. Sonra Darar’a ; “Üzüntün büyük değil mi?” diye sordu. O da cevaben;“Evinde himayesi altındakilerden biri öldürülen insanın, kesilmeyen gözyaşları, durulmayan hüznü ne kadar büyük ise öyle” deyip oradan ayrıldı.
HZ. ÖMER’İN İDARECİLİK ANLAYIŞI
Nakledeceğimiz şu hadise yıllardır beklediğimiz ve maalesef göremediğimiz ideal devlet adamı için Hz. Ömer’in şahsında ne güzel bir örnektir. Hz. Ömer(RA) İran fethinin anahtarı mesabesinde olan Kadisiyye savaşı başladığı günden itibaren sabah erkenden Medine dışına çıkar ve harp tafsilatını getiren adamları karşılardı.
Yine bir gün, bir habercinin hızla Medine’ye yol aldığını gördü. Hemen karşısına çıkıp harbin durumunu sordu. Adam, tanımadığı bu şahsa devesini durdurmadan birkaç cümle ile zaferin Müslümanlarda olduğunuhaber verip, hızla yoluna devam etti. Tabii Hz. Ömer de peşinden..
Medine’de halkın Hz. Ömer’e hitap ve saygısından adam gerçeği anladı ve çok mahcup oldu. Halife hazretleri ise onu teskin edip harp tafsilatını aldıktan sonra, bütün devlet adamlarının kulaklarına küpe olması gereken şu nutku söyledi; “Müslümanlar! Ben sizi kul köle edinen bir hükümdar değilim. Ben de sizin gibi Allah’ın bir kuluyum. Aramızdaki fark benim bir de riyaset yükünü taşımış olmaklığımdır. Sizi güven ve huzur içinde yaşatacak bir surette hizmet edebilirsem ne mutlu bana. Sizi kapımın önünde bekletmek çok acıdır. Ben size laflarla değil, fiillerle rehber olmak isterim.”
Kaynaklar :
1-İslam’da İhtilaf Usulü-Prof. Dr. Cabir Alevani-Risale Yayınları-İst–1991
2-Asr-ı Saadet-Cilt:4-terc: Ömer Rıza Doğrul-Eser Neşriyat- İst–1978
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–15
HZ. HALİD’İN AZLİ VE SARSILMAYAN DEVLET İDARESİ
Bilindiği gibi, ilk İslam fetih zincirinde vesilelik yönüyle Hz. Halid Bin Velid’in payı çok büyüktür. Hatta bir zaferi sonrası halife Hz. Ebubekir’in söylediği şu söz çok meşhurdur; “Analar Halid gibisini doğurmakta acizdir.”
Bir büyüğümüz onu bir sohbetlerinde şöyle anlatıyor; “Halid'i tanımayan var mı? Onun tarihini destanlaştıranlar “cahiliye döneminde ve İslam döneminde yenilmeyen insan” derler. Bir batılı mütefekkir dünya çapında en büyük kumandanlardan biri olan Hanibal’ı onun kapısına kadar götürür ve derki; “Biz Hanibal’ı Halid'in kapısında kumandanlık dilenirken görüyoruz. En büyük kumandanlar kapısında ancak dilenci olabilirler.” O gerçekten bir erkân-ı harbdi. İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed Mustafa'nın(S.A.V.) rahle-i tedrisinde dersini tamamlayınca ayrı bir derinliğe ulaşmıştı. Ben-i Mahzum'un zengin ailelerindendi. Er Risale’deki bazı kesitler onun nasıl müdebdeb bir hayat yaşadığı konusunda zannediyorum size bir fikir verecektir.”
Biz burada, Hz. Ömer devrinde idarenin nasıl oturduğuna bir misal olarak Hz. Halid’in azline yer vereceğiz. Peşi peşine kazanılan başarılar bazen komutanları devlet idaresine karşı tavır almaya ve kuralları çiğnemeye götürebilir-Afrika, Güney Amerika ve başka bazı ülkelerde ise beceriksiz ordular ve kumandanları asli işleri yerine sivil hayata müdahale ile uğraşırlar o ayrı mesele-örneğin İkinci Dünya Savaşının Pasifiklerde sona ermesinde mühim bir rol oynayan Mc Arthur’un daha sonraları tavırları ve Kore savaşı sırasında fevri hareketleri, en sonunda da ABD başkanı tarafından işten el çektirilmesi gibi..
Yermük zaferinin sonunda Hz. Halid, Halife Hz. Ömer’in emriyle, genel kumandayı Ebu Ubeyde hazretlerine vererek, onun emrinde bir kumandan olarak çalışmaya başlamıştı.
Hicretin 17. senesiydi. Hz. Halid, bir gün bir şaire mükâfat olarak 10 bin dirhem vermişti. Hz. Ömer bunu haber alınca, onun Suriye’deki görevine son verdi.
Hz. Halid’in azledildiği haberini getiren memur, umumi bir toplantıda, şaire verdiği parayı nerden bulduğunu kendisinden sordu. Hz. Ömer memura komutanın hatasını itiraf ederse affedilmesini söylemişti. Fakat Halid(RA) hatasını itiraf yanaşmadı. Bunun üzerine, gelen elçi azledilme alameti olarak Hz. Halid’in başlığını başından çıkarmış, kemerini de boynuna dolamıştı. Muzaffer komutan bu durum karşısında hiç ses çıkarmamıştı.
Humus’a vardığında askerlerine azline dair bir nutuk söylemiş ve şöyle demişti; “Müminlerin emiri beni Suriye’de orduların komutanlığına tayin etmişti. Memleketleri fethettikten sonra beni azletti.”
Daha önce emrinde çalışan bir asker ona şu karşılığı verdi; “Kumandan! Dilinizi tutunuz. Çünkü bu gibi sözler isyan ve ihtilal çıkarabilir.”
Hz. Halid “Evet” dedi. “Bu gibi sözler belki bir şey çıkarabilir. Fakat Ömer yaşadıkça hiç kimse böyle bir şeye cesaret edemez.”
İSLAM’IN GETİRDİĞİ MANEVİ GÜÇ
İslam’ın verdiği manevi moral güç, Sahib-i Kadib(ASM)’ın birbirinden ilginç askeri taktikleri, Kur’an’ın şehadet ve cihada verdiği önem, İslam’ın ordu nizamına getirdiği yenilik ve düzen ile Sadr-ı İslam’da Müslüman ordular yenilmez bir güç haline gelmişlerdi.
Ayrıca, o zamanlar savaş meydanından kaçmak büyük bir utanç vesilesi idi. Mesela Hz. Ömer’in hilafeti döneminde yaşanan Cisr bozgunu sonrası firari damgasını almış olanlar senelerce münzevi yaşamışlar ya evlerinden çıkmamış, ya da ağlayarak, herkesten yüzlerini saklamaya çalışmışlardı. Bunların içinde Medine’de olup, hayata küsenleri bizzat Hz. Ömer efendimiz ziyaret edip, teselli vermeye çalışmış ama onlar bir türlü sükûnet bulamamışlardı.
Ayrıca İslam orduları Fahr-ı Âlem(SAV)in elinde çok ince bir intizama girmişlerdi. Her şey ince ayrıntılarına kadar düşünülmüştü. Mesela İslam ordusunun askeri bir kaidesi, başkumandanın “Allahu Ekber” nidasını yükseltmesidir. Bunu müteakip bütün ordu silahlarını hazırlar, ikinci nidayı beklerdi. İkinci tekbir ile silahlar kınından çekilir, üçüncü avaz ile de hücum başlardı.
İranlılar ile yapılan Büveyh savaşında ikinci tekbir getirildiği sırada Sasaniler hücuma geçince, İslam askerlerinden bazıları da hatlarından çıkmış ve saldırıya geçmişlerdi ki, kumandan olan Hz. Müsenna’nın gür ve hüzünlü sesiyle kendilerine gelebildiler; “Allah rızası için, bu tarz hareketle İslam’ın mukaddes namını kirletmeyiniz!” Bu haykırışı duyan askerler pişmanlıkla saflarına dönmüşlerdi.
Kur’an’ın verdiği moral güç de çok önemlidir. Mesela, Cahiliye döneminde Araplar, İranlıların yenilmez bir kuvvet olduğuna kâni olmuşlardı. Ama İslam bu anlayışı kökünden yıktı; “ "Ey Nebi! Mü'minleri savaşa teşvik et! Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiye galebe çalar. Sizin yüz kişiniz inkâr edenlerden bin kişiyi yener, çünkü onlar, aklı ermeyen bir güruhtur." (Enfâl sûresi, 8/65)
"Nice az topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle çoklara galebe çalmıştır." (Bakara sûresi, 2/249)
Öyle ki, Büveyh savaşının muzaffer kumandanı Müsenna şöyle demişti; “Müslümanlıktan önce İranlılarla müteaddit defa dövüştüm. O zamanlar 100 İranlı 1000 Arap’ı mağlup ederdi. Bugün ise bir Arap, on Acem’den üstündür.”
Kaynaklar
1-Asr-ı Saadet- terc: Ömer Rıza Doğrul Cilt:4- Eser Neşriyat- İst–1978
2-Sonsuz Nur-Cilt–2-M. Fethullah Gülen- Nil Yayınları-İzmir–2005
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–16
HZ. ALİ VE FATIMA’NIN İBRETLİK İFTARLARI
Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz hastalandıklarında, Hz. Ömer'in (R.A.) tavsiyesiyle, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma (R.A.) çocukların iyileşmeleri halinde, üç gün oruç tutmaya nezrettiler. Cenâb-ı Hak, Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimize şifa ihsan etti. O gün için üç günlük yiyecekleri vardı. Akşam üzeri iftar sofrasına oturduklarında kapıya bir yoksul geldi. O günkü iftarlık ekmeklerini O'na sadaka olarak verdiler. İkinci gün de yine iftar vakti bir yetim, üçüncü iftarda ise, bir esir geldi ve iftarlık ekmeklerini onlara vererek üç gün iftarsız oruç tuttular. Bunun üzerine İnsan sûresi 7. ve 8. âyet-i kerîmeleri nazil oldu:
"(Cennetlik olan iyi insanlar o kimselerdir ki, dünyada) adaklarını yerine getirirler ve azabı salgın olan bir günden korkarlar. Yoksula, yetime, esire seve seve yemek yedirirler. (Sonra onlara şöyle derler) size ancak Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir hediye isteriz, ne de bir teşekkür."
ÇOCUĞU VEFAT EDENLERE DENİLECEK ÖRNEK BİR TAZİYENAME
Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) oğlu vefat eden Hz. Muâz’a (r.a.) yazdığı taziye mektubunun bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:
“Senin bu oğlun Allah’ın sana güzel bir hibesi idi. Cenâb-ı Hak onunla bir zaman seni ferahlandırdı, sürûrlandırdı. Sonra onu aldı ve büyük bir sevap verdi. Şu şartla ki sabreder ve o sevabı hesaba katarsan...
Mektubun devamında, "Yâ Muâz, Allah sana hem oğlunun ölmesi, hem de sevaptan mahrum olmak gibi iki musibeti birden vermesin," ifâdesi yer almaktadır.
HZ. ÖMER’İN DEVLET MALINA HASSASİYETİ
Hilâfeti zamanında bir gün Hz. Osman (R.A.), Hz. Ömer'in huzuruna girmiş ve selâm vermişti. O sırada bir mektup yazan Hz. Ömer (R.A.), selâmı almamış, aceleyle mektubu tamamlayıp, mumu söndürerek bir başka mum yakmış ve Hazret-i Osman'ın selâmını bundan sonra almıştı. Bu hale çok hayret eden Hz. Osman (R.A.), sebebini sorunca şu cevabı almıştı: "Sen selâm verdiğinde Müslümanların işlerine ait bir mektup yazıyordum. O sırada yanan mum da Beytü'l-Mal'a aittir. O esnada senin selâmını almadım. Alsaydım, Cenâb-ı Hak, bana bunun hesabını sorardı ve ben ne cevap verirdim. Şu anda yanan mum ise benim şahsıma aittir. Onu yaktım ve selâmını öylece aldım."
SAHABENİN EFENDİMİZE(S.A.V) DÜŞKÜNLÜKLERİ
Peygamber Efendimiz (s.a.v) vefatına yakın günlerde sahabe-i kiramı Mescid-i Saadete toplayarak onlara beliğ bir hutbe irad buyurduktan sonra, cemaate hitaben:
- Ey Müslümanlar! Ben, sizleri hem dünya hem ahiret saadetine davet eden peygamberinizim. Yarın mahşer günü kimsenin hakkı bende kalsın istemem. Her kimin bende alacağı varsa gelsin alsın. Her kimin bende hakkı varsa gelsin hakkını alsın” diye üç defa tekrar ettiler.
Üçüncü tekrardan sonra cemaat içinde Ukkâşe isimli sahabe ayağa kalktı:
“Anam babam sana fedâ olsun, yâ Resulullah! Bir harb dönüşünde benim devem sizin devenize yaklaşmıştı. Ben o sırada deveden inerken sizin kamçınız bana isabet etti. Ben şimdi o kamçının hakkını istiyorum. Bilmiyorum siz kasden mi vurdunuz.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) “Hâşâ yâ Ukkâşe! Allah’ın Resûlü size nasıl kasden vurur?” buyurdular.
Hz. Ukkâşe sükût etti. Peygamber Efendimiz (a.s.m), Hz. Bilâl’i eve göndererek kamçısını getirmesini istedi. Cemaat tam bir merak, sükût ve hüzün içindeydi. Herkes merak ve gözyaşları içinde neticeyi bekliyordu.
Hz. Bilâl kamçıyı getirdi.
O zaman Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı, “Yâ Ukkâşe! Biliyorsun Hz. Resûlullah hasta; mübarek vücudu dayanamazlar. O’nun yerine bana vur!”
“Hayır!” dedi Ukkâşe.
Bu defa Hz. Ömer ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Resulullah’ın yerine benim sırtıma yüz tane kamçı vur.” dedi. O zaman Efendimiz (s.a.v): “Siz oturun, Allah sizin makamınızı yükseltsin!” diye dua buyurdular.
Sonra Hz. Ali ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Benim kalbim buna razı olmaz. Bana vur.” Daha sonra Hz. Hasan ve Hüseyin ayağa kalktılar “Yâ Ukkâşe! Eğer hakkından vazgeçersen sana yüz deve vereceğim.”
Yine “Hayır!” dedi Ukkâşe. Bu sefer Hz. Talha ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Sen razı ol. Sana Medine’deki bağ ve bahçelerimi vereceğim.”
Efendimiz ayağa kalkanların hepsine dua buyurdular. Ukkâşe’ye hitaben “Haydi kısasını yap.” buyurdular. O zaman Hz. Ukkâşe “Ya Resûlullah benim sırtım çıplaktı.” dedi. Efendimizin mübarek sırtını açtılar. Mescid-i Saadetteki bütün sahabeler ağlamaya ve figan etmeye başladılar. Hz. Ukkâşe eğildi. Efendimizin sırtındaki nübüvvet (Peygamberlik) mührünü öptü. “Anam, babam sana fedâ olsun Ya Resulullah! Maksadım sırtınızdaki nübüvvet mührünü öpmekti” diye maksadını beyan ettiler.
Efendimiz bu hadise üzerine “Her kim cennetlik bir şahsın yüzüne bakmak isterse, Ukkâşe’ye baksın.” buyurdular.
ÖRNEK İDARECİ
Hz. Ömer (r.a.)in hilâfeti zamanında oğlu bir suç işlemişti. Durum, Hz. Ömer’e bildirildi. Hak ve adalet güneşi olan, Hz. Ömer, oğlunu muhakeme etti, Durum tahkik edildi ve nihayet hüküm verildi. oğlu suçlu idi. Kısas yapılacaktı. Allah’ın emri ve Kur’an’ın hükmüydü bu…
Hz. Ömer tereddütsüz, hükmü icra edecekti… Sahabelerin gözleri dolu. Kadın ve annelerin gözleri yaşlıydı… Hakk’ın karşısında bütün başlar eğikti.
Kısas tatbik edilip, ceza üçte ikisini geçtikten sonra oğlunun güç ve takatı kesilmişti. Hararetten ve susuzluktan perişan bir vaziyetteydi. Gözleriyle babasını aradı. Şefkat dolu bakışlarla yüzünü babasına çevirdi, perişan ve bitkin bir sesle:
“Baba su.. Bir yudum su… ” dedi
Adaletli Ömer, hak ve hakikatı incitmeyen o büyük insan, oğluna seslendi.
“Oğlum benden su isteme. Cezan bitinceye kadar sana su verilmeyecektir. Eğer sonuna kadar dayanır, ölmezsen; hakkındır, veririz içersin suyunu. Eğer cezan bitmeden ölürsen, gider suyunu cennette inşallah Resulullah’ın yanında içersin. Hz. Resulullah (s.a.v.) sana, Ömer ne yapıyor diye sorar, sen de:
“Ya Resulullah! Ömer, Kur’an’ı okuyor ve tatbik ediyor dersin” …
Kaynaklar :
1-Alevilik Nedir-Mehmed Kırkıncı-Zafer Yayınları
2-Kader Nedir- Mehmed Kırkıncı-Zafer Yayınları
3-Siyasette Ölçü- Mehmed Kırkıncı-Zafer Yayınları
Salih Okur
Allah (c.c) razı olsun. Emeğinize sağlık.
Sağolun çok teşekkür ederim. Rabbim cümlemizden razı olsun inşaAllah...
Asr-ı Saadet Anıları–17
GIYBET HASTALARINA
Gıybet, kalp hastalıkları arasında kendisinden en çok sakınmamız gerekirken en az kurtulabildiklerimizden. Gerçekten “bir meziyettir, iman işidir, yürek işidir. Yiğitliğin emaresidir.” Ondan kaçınmanın zor olduğunu anlatırken bir ehl-i hizmet şöyle der; “Bu daire içinde öyle arkadaşlar tanıyorum ki, zinaya karşı olabildiğine kapalı, yediği-içtiği, giydiği şeylerde harama kilitli, namazları çok mükemmel, fakat gel gör ki gıybetin merkezinde. Hâlbuki gıybet de en azından zina ölçüsünde haram.”
Zaman olarak Asr-ı Saadet sınırları içinde yer almasa da, Ömer Bin Abdülaziz dönemini hususi olarak Asr-ı saadetten saydığımızdan, onun Basra’ya kadı tayin ettiği ve zekâsı ve üstün sezişinin Arap edebiyatında atasözü olduğu İyaz bin Muaviye’nin çok ibretli bir ikazını nefsimize ders olması niyazıyla burada nakletmek istiyoruz.
Süfyan bin Hüseyin diyor ki; Bir gün İyas hazretlerinin meclisinde bir adamı çekiştirdim. İyas bana;
-Sen cihad ve gaza niyetiyle Rum diyarına(Anadolu) gittin mi dedi.
-Gitmedim diye cevap verdim.
-Sind yahut Hind taraflarına cihada azimet ettin mi?
-Oralara da gitmedim, diye mukabele ettim.
-Senin elinden Rum Sind ve Hind ahalisi olan kafirler selamet bulmuşken mümin kardeşin niçin selamet bulmuyor? Bundan sonra bir daha bu şekilde sözler söyleme” diyerek, bana hayatımda unutamayacağım bir ders verdi.
SAHABESİNİN HER SIKINTISINI DÜŞÜNEN BİR NEBİ(ASM)
Asr-ı Saadeti inceledikçe insanın karşısına ne güzel tablolar çıkar. Bunların içinde aşağıda nakledeceğimiz hadise insanın içine ayrı bir inşirah salıyor. Resulullah’ın, babası Uhud’da şehid düşen ve büyük bir ailenin geçimini üstlenen bir sahabesine ne kadar yakın ve içten davrandığını, onu nasıl onore ettiğini göstermesi açısından gerçekten çok enfes bir hadisedir.
Cabir bin Abdullah der ki: «Resulullah (s.a.v.) ile Zâtü'r-Rika seferine çıkmıştık. Benim çok zayıf bir devem vardı. Resulullah’ın ordusu yürüyünce, arkadaşlarım ilerleyip gitti, ben gerilerde kaldım. Arkadan Resulullah (s.a.v.) yetişti. “Ne o Câbir?” diye seslendi. Ben de; “İşte şu deve ile ağır ağır gidiyorum yâ Resulullah, dedim. Bana, “yık şunu” dedi. Yıktım devemi, o da yıktı. Sonra; “ver şu elindeki sopayı” dedi. Verdim. Aldı sopayla hayvanı birkaç tane okşadı. Sonra “bin” dedi, bindim ve yürüdük. Onu Hak nizam ile gönderene yemin olsun ki; benim devem onun devesiyle yarışmaya ve nerdeyse geçmeye başladı.
Ve bu esnada Resulullah ile aramızda şöyle bir muhavere geçti:
Resulullah (s.a.v.): Câbir, bu deveyi bana satsana! dedi.
Ben : Ey Allah'ın Resulü, ne hacet, sana bağışlarım, deyince;
Resulullah (s.a.v.): Hayır, bedeliyle ver, dedi.
Ben : O halde bir fiyat ver yâ Resulullah!...
Resûlullah (s.a.v.): Bir dirheme alırım, buyurdu.
Ben : Hayır yâ Resulullah! O zaman beni aldatmış olursun, dedim.
Resulullah (s.a.v.): Peki iki dirhem olsun.
Ben : Hayır, dedim. Ve Resulullah bana fiyatı sürekli yükseltiyordu. Nihayet bir «Ukiyye»ye vardı. O zaman ben: “Razı mısın yâ Resulullah? Deyince,
Resulullah : Evet, dedi.
Ben : Senin oldu, dedim.
Resulullah (s.a.v.) “aldım” dedi...
Sonra Resulullah sözü değiştirdi:
— Câbir, evlendin mi artık? dedi.
— Evet yâ Resulullah, dedim.
— Dul mu, kız mı? dedi.
— Hayır dul kadın, dedim.
— Bir kız alamadın mı, birbirinizle oynaşırdınız, dedi.
— Biliyorsun yâ Resulullah! Babam Uhud’da öldü. Yedi tane kız çocuğu kaldı. Onları başına toplayacak, onlara bakacak, eğitecek bir kadın almayı uygun buldum.
— İnşallah isabet etmişsindir, buyurdu.
Ve devamla «Biz Sırar'a varınca bir deve yavrusu keseriz. Orada böylece bir günümüz geçer. Aile halkı duysun da, bize evi hazırlar, yastıkları dizerler” gibisine bir şey söyledi. Ben ona: Bizde minder yastık ne gezer? dedim. O da: Olur inşallah. Sen varınca iyi işler yap, dedi.
Câbir der ki: Sırar'a gelince Resulullah (s.a.v.), kesme emri verdi ve deve kesildi. O gün orada kaldık. Akşamleyin de Resulullah ile birlikte Medine'ye girdik.
Yine Câbir devam ediyor: Sabah olunca devenin yularından tutup, götürdüm. Onu Resulullah’ın kapısına çöktürdüm. Ve gidip mescidde Resulullah’ın yanına oturdum. Resulullah (s.a.v.) çıktı, deveyi görünce sordu: Bu nedir? Dediler ki, bu deveyi Câbir getirdi yâ Resulullah!.. Câbir nerede dedi? Ve beni çağırdılar. “Tut devenin yularını yeğenim, o deve senindir” dedi. Bilâl'i de çağırıp ona; “Cabir’le git de, ona ukıyyeyi ver, diye emir verdi. Gittik. Bilâl ile. Parayı verdikten başka, biraz da fazlasını verdi. Vallahi o para bitmek bilmedi ve evimizdeki etkisi belli idi hep..(Buhari-Müslim)
EFENDİMİZİN(SAV) AL-İ BEYT’İ NAMAZ KONUSUNDA TEŞVİKLERİ
Mabîb b. Sinan er-Rumî (R.A.) rivayet ediyor ki, Hz. Fâtıma-i Zehra bir gece henüz süt emmekte olan Hz. Hüseyin'in rahatsız olup ağlaması yüzünden bütün gece uykusuz kalmış, nihayet sabah namazı vaktinde Hz. Hüseyin (R.A.) biraz uyur gibi olunca o da namazı kılmış, başını yastığa koyup dalmıştı. Sabah namazından dönen Peygamber Efendimiz eskiden olduğu gibi Hz. Fâtıma-i Zehra'nın evine uğramış, Fâtıma sabah namazına kalkmadı diye: "Yâ Fâtıma, canım benim, ben Muhammed Mustafa'nın kızıyım diyerek, sakın namazını terk etme. Zira beni Hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki, beş vakit namazını vaktinde kılmadıkça, (yani beynamaz olarak âhirete gidersen) asla Cennet'e gidemezsin" buyurmuşlardı,(Abdullâtif, Meclisül-Envâril-Muhammediyye, s. 26)
İsmail Hakkı Bursevi, Ruhü'l-Beyan tefsirinde der ki: "Ailene-Ehl-i Beyt'ine namazı emret, kendin de ona sebatla devam et." (Taha suresi, 132) ayet-i kerimesi nazil olduktan sonra Peygamber Efendimiz aylarca her gün sabah vakti Hz. Fatıma'nın evine uğrar, "es-salatü, vaktü's-salati" yani "namaz, namaz vakti" diye çağırır ve Hz Fatıma'yı sabah namazına kaldırırdı (et-Tergib ve't-Terhib, c.2, s.3)
Meşarik 'teki bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, Hz. Fatıma-i Zehra’ya hitaben "Ey benim kızım Fatıma-i Zehra, canını Cehennem ateşinden kurtarmaya çalış. Zira ben ahirette -farz ve vacibleri terk ve yasak olan şeyleri işlemeniz sebebiyle azaba sürüklenmenizi Allah dilerse- üzerinize gelecek azab ve cezayı def edip uzaklaştırmaya muktedir değilim. Yine de ben dünyada akrabalığı terk edemem. Onlara ikram ve iyilikte bulunurum. Size nisbetle ben öyle bir kimseye benzerim ki, evlad ve ailesi üzerine gelecek bir düşmanı gördüğü zaman düşmanın saldırısından aile ve çocuklarını korumak için telaşla "kaçınız" veya "Gizleniniz" diye nasıl bağırıp çağırırsa, ben size ancak bu kadar yapabilirim. Artık ötesi size aittir" buyurmuşlardır.
Bu rivayetleri nakleden değerli âlim Mehmed Kırkıncı Hocaefendi haklı olarak şunları yazıyor: “Hz. Peygamber’in hısımlık ve akrabalığına dayanarak, ibadette gevşeklik bile göstermek Al-i Beyt'in kendine caiz olmazken, bazılarının Al-i Beyt'e olan muhabbetlerine güvenerek ibadeti terk etmeleri hangi akıl, hangi delille izah edilebilir, düşünülsün.”
Kaynaklar
1-İslam Dergisi-Cilt–2
2-Fıkhus Siyre-Said Ramazan el Buti- Gonca Yayınevi-İst–1991
3-Alevilik Nedir-Mehmed Kırkıncı-Zafer Yayınları-İst–2007
Salih Okur
Asr-ı Saadet Anıları–18http://www.cevaplar.org/images/yresim/tbn/3175.jpg
ÖRNEK BİR ŞEHİD ANASI
İslam tarihinde şehid anası olma imtiyazını kazanan mübeccel analarımızdan biri de Hansa(R. anha)dır ki, en doğru sözlü(SAV)nün beyanında "örnek İslam kadını" olarak vasıflanmıştır. İranlılarla yapılacak Kadisiye çarpışmasına dört ciğerparesini gönderirken onlara şöyle seslenmişti; "Yavrularım! Yeminle söylüyorum ki, siz bir ana babanın çocuklarısınız. Ben babanıza hiç bir surette ihanet etmedim. Babanız da temiz, asaletli bir insandır. Bunun için savaş meydanında ilk hücumu sizden bekliyor, şecaat ve cesaretinizi göstermenizi bekliyorum. Çünkü bu harp Allah içindir, Resulu içindir. Ya İslam'ın bayrağını Kadisiyye'de dalgalandıracaksınız, ya da sizin şehid haberlerinizi duyacağım."
Kendisi hasta yatağına geri dönerken dört oğlunu böyle yollamıştı. Bir süre sonra oğulların şehadet haberleri ulaştı kendisine. Üzüleceği beklenirken sevinç gözyaşları içinde yatağında etrafındakilere şöyle soruyordu:
-Ben şimdi şehid annesi oldum öyle mi?
-Evet. Hem dört şehid annesi..
-Zafer kimin?
-Müslümanların..
Bu cevap üzerine iyice ferahlayan bu büyük insan, tarihe geçen şu sözleri söyledi: "İslam'ın zaferi için dört oğul feda olsun. Eğer başka evlatlarım da olsaydı, onları da Allah için feda ederdim."
CENNET EHLİNDEN BİR İNSAN
Enes bin Malik (RA) anlatıyor: "Nebi(ASM) ile birlikte oturuyorduk, Ferman etti ki; "Şimdi cennet ehlinden biri gelecek" Ardından Ensar'dan biri çıkageldi. Ertesi gün Resulullah(SAV) aynı şeyi söyledi. Birinci defada olduğu gibi aynı şahıs çıkageldi. Üçüncü gün aynı hadise tekerrür etti. Efendimiz(SAV) kalkıp gittikten sonra Abdullah bin Amr(şiddet-i takva ve ubudiyetiyle meşhurdur) o zatı takip ederek, üç gün kadar kendisini misafir edip edemeyeceğini sordu. O adam da buyur etti.
Abdullah üç gece o adamın evinde kaldığını, fakat adamın gece ibadetine kalkmadığını, ancak yatağında bir taraftan diğer tarafa dönerken Allah'ı zikrettiğini ve tekbir getirdiğini ve nihayet sabah namazına kalktığını anlattı ve şöyle dedi; "Ancak onun hayırdan başka bir şey söylediğini duymadım. Onun amelini neredeyse zayıf bulmuştum. Ona dedim ki; "Ey Allah'ın kulu. Benim burada kalmam için mucbir bir sebebim yoktu. Lakin Resulullah'ın(SAV) üç defa; "şimdi Cennet ehlinden bir adam çıkagelecek" dediğini duydum. Üçünde de sen geldin. Bunun üzerine üç gün yanında kalıp, amelinin ne olduğunu öğrendikten sonra sana uymak istedim. Halbuki büyük bir amelini de görmedim. Seni bu dereceye ulaştıran nedir?" dedim. "Gördüğünden başka bir şey yok" dedi. Ayrılmak üzere yürümeye başlamıştım ki, beni çağırdı ve şöyle dedi; "Gördüğünden başka bir şey yok. Ancak, içimde Müslümanlardan birini aldatmayı düşünmem. Allah'ın birine verdiği iyilikten dolayı da kimseye hased etmem."
ÇOCUĞUN HAKLARI
Bir adam, halife Hz. Ömer'e gelerek, oğlunun serkeşliğinden, ana babasına asi oluşundan şikayette bulundu. Bunun üzerine Ömer efendimiz adamın oğlunu huzura çağırıp ebeveyne itaat hususunda nasihat ve tahşidatta bulundu. Genç, onu dinledikten sonra şu soruyu sordu: "Ey müminlerin emiri! çocuğun ana babası üzerinde hakları yok mudur?" Hz. Ömer "Evet, vardır" dedi. Çocuk, onların ne olduğunu sorunca, hz. Faruk şu cevabı verdi;
1-Evlenirken anasını araştırıp, seçmesi
2-Çocuk doğunca ona güzel bir isim koyması
3-Allah'ın kitabını ona öğretmesi bu haklardandır.
Bunun üzerine o genç dedi ki; "Ya Emire'l müminin! Doğrusu babam bunlardan hiçbirini yerine getirmemiştir. Anama gelince, zenci bir kadındır, aynı zamanda daha önce bir Mecusi'ye aitti. Benim ismimi "Cuâl"(kara böcek) koymuş ve Allah'ın kitabını da bana öğretmemiş, bir harf olsun bana belletmeyi akletmemiştir. Şimdi benden ne saygı ve terbiyesi bekliyor?"
Bu sözler üzerine Hz. Ömer(RA) babaya dönerek şöyle dedi; "Be adam bana gelip oğlunun asiliğinden şikayet ediyorsun. Oysa ondan önce sen ona âsi olmuş, haklarını çiğnemişsin. O sana kötülük yapmadan evvel sen ona kötülük yapmışsın."
Kaynak : Ribat Mecmuası- cilt-1
Salih Okur
Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i bize bir örnek insan olarak göndermiştir Allah Resulü’nün yaşamış olduğu hayatın her karesinden alacağımız pek çok ders var
Bugün yaşadığımız problemleri O’nun örnek hayatından çıkarılabilecek prensiplerle çözmemiz mümkün Bu da Efendimiz’in hayatını bilmemize bağlı Onun için Allah Resulü’nün hayatını okumalı, başta çocuklarımız olmak üzere etrafımızdaki kişilere okutmalıyız Ve tabii ki O’nun hayatını hayatımıza hayat kılmalıyız Allah Resulü’nün hayatında önemli yer tutan hadiselerden hareketle yılları esas alarak sizin için bir kronoloji hazırladık Bu kronoloji sayesinde Efendimiz’in hayatı kare kare gözümüzde canlanacaktır
571
Rebiülevvel ayının 12′nci gecesi (20 Nisan) Efendimiz (sas) dünyayı şereflendirdi
575
Süt annesi Halime Hatun, Allah Resulü’nü annesi Hz Amine’ye teslim etti
577
Efendimiz, Mekke ile Medine arasındaki Ebva Köyü’nde annesini kaybetti Dedesi Abdülmuttalib Efendimizi himayesi altına aldı
579
Abdülmuttalib ahirete göç etti Efendimiz, amcası Ebu Talib’in yanında kalmaya başladı
583
Amcası Ebu Talib’le ticaret maksadıyla Şam’a gitti Burada Rahip Bahîra Allah Resulü’nün beklenen son peygamber olduğunu keşfetti
590
Hilfu’l-Füdul (Faziletliler Antlaşması) cemiyetine iştirak etti
591
Ticarete başladı
596
İkinci kez ticaret maksadıyla Şam’a gitti Üç ay sonra Hz Hatice Validemiz’le evlendi Hz Hatice’den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere sırasıyla, Kasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah adlarında altı çocuğu oldu
605
Kâbe’nin yeniden imarı esnasında kabileler arasında çıkan anlaşmazlığı giderdi
610
Hira’da ilk vahiy tebliğ edildi Kendisine peygamberlik görevi verildi
613
Safa tepesine çıkıp ilk açık tebliğini yaptı Yakın akrabalarına tebliğ için yemekler verdi Müslümanlara işkence yapılmaya başlandı
615
Habeşistan’a ilk hicret yapıldı Mekke’deki şiddete hedef olmaktan kurtulup dinlerini daha iyi yaşayabilmek için dördü hanım, toplam on beş kişilik bir ekip yola koyulduBaşlarında Efendimiz’in damadı Hz Osman vardı Aynı yıl, Hz Hamza ile Hz Ömer Müslüman oldu
616
Habeşistan’a 2 hicret yapıldı On sekizi hanım olmak üzere toplam yüz bir kişi Hz Cafer İbn Ebi Talib önderliğinde Habeşistan’a gitti O dönemde henüz Müslüman olmayan Amr İbn As’ın, Necaşi’yi Müslümanlara sahip çıkmama konusundaki ikna çabaları boşuna çıktı Necaşi Müslüman muhacirlere ülkesinin kapılarını açtı
617
Kureyş ileri gelenlerinden 40 kişi Ebû Cehil’in başkanlığında toplandılar Müslümanlarla alış-veriş yapmamaya, kız alıp vermemeye, görüşüp buluşmamaya, ekonomik ve sosyal her türlü ilişkiyi kesmeye karar verdiler Bu kararı bir ahidnâme şeklinde yazıp mühürlediler ve bir beze sararak Kâbe’nin içine astılar Böylece Müslümanları canlarından bezdirip Hz Peygamber’in kendilerine teslim edileceğini umdular Karara aykırı hiçbir şey yapmayacaklarına dâir yemin ederek karar hükümlerini müsâmahasız uygulamaya başladılar Bu şekilde Müslümanlara karşı üç yıl sürecek sosyal ve ekonomik boykot başladı
619
Boykot sona erdi Efendimiz’in oğlu Kasım, ardından diğer oğlu Abdullah vefat etti Kısa bir süre sonra amcası Ebu Talib öldü Ardından da Hz Hatice validemiz irtihal etti
620
Allah Resulü, Taif’e gitti Orada kötü karşılandı
621
İsra ve Miraç hadiseleri yaşandı Aynı yıl birinci Akabe biatı gerçekleşti Medineli 12 Müslüman Allah Resulü’ne biat etti Akabe Tepesi’nde Hz Peygamber (sas)’le görüşüp Müslüman olan altı kişi, hac mevsimi sonunda Medine’ye döndüler Gördüklerini, yakınlarına ve dostlarına anlatarak, Medine’de Müslümanlığı yaymaya başladılar Bir sene sonra, hac mevsiminde Hz Peygamber (sas) ile görüşmek üzere Medine’den Mekke’ye 10′u Hazrec, 2’si Evs kabilesinden olmak üzere 12 Müslüman geldi Başkanları Zürâre oğlu Es’ad’dı Medine’li 12 Müslüman “Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık ve zinâ yapmayacaklarına, (kız) çocuklarını öldürmeyeceklerine, kimseye iftirâ etmeyeceklerine, Allah ve Peygamber’ine itâatten ayrılmayacaklarına” dâir Peygamberimiz’in elini tutarak bîat ettiler Peygamberimiz, Medine’ye İslam’ı anlatması için Hz Mus’ab b Umeyr’i görevlendirdi
622
İkinci Akabe Biatı yapıldı Müslümanlar ve ardından da Efendimiz, Mekke’den Medine’ye hicret ettiler Mescid-i Nebevi inşa edildi İlk ezan okundu
623
Kıble yönü Cenab-ı Hakk’ın emriyle Kudüs’ten Mescid-i Haram’a çevrildi
624
Mekkeli müşriklerle Bedir Savaşı yapıldı Aynı yıl Beni Kaynuka Yahudileri üzerine gidildi ve onlar, Medine’den çıkarıldı Ramazan orucu farz kılındı İlk bayram namazı kılındıZekat farz oldu Allah Resulü’nün kızı Hz Rukiyye vefat etti Hz Ali ile Hz Fatıma evlendi İlk kurban bayram namazı kılındı 625 Uhud muharebesi yapıldı Mekkeli müşrikler, Mekke dışındaki müşrik kabilelerden 2000 asker topladılar Mekke’den katılanlarla, 700′ü zırhlı, 200′ü atlı olmak üzere, Ebû Süfyan’ın komutasında 3000 kişilik tam tekmil bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler Müslümanların karşısında savaş durumu alan müşrik ordusu, sayıca Müslümanların 4 katından daha fazlaydı Üstelik bunlardan 700′ü zırhlı, 200′ü atlıydı Müslümanların ise 100 zırhı ve sadece 2 atları vardı Uhud Savaşı’nda üç safha yaşandı: İlk safhada Müslümanlar üstün geldiler, müşrikleri bozguna uğrattılarİkinci safhada, kaçan müşrikleri kovalamayı bırakıp, kesin sonuç almadan ganimet toplamaya koyulmaları ve Efendimiz’in yerlerinden ayrılmamalarını emrettiği okçu birliğinin görevlerini terk etmeleri yüzünden, Müslümanlar 70 şehit vererek mağlup duruma düştüler Üçüncü safhada ise, dağılmış olan Müslümanlar, Peygamberimiz’in etrafında toplanıp, karşı hücûma geçerek, düşman hücûmunu durdurdular 627 Hendek Savaşı yapıldı Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla Efendimiz’in Medine etrafında hendekler kazdırması sebebiyle, Hendek savaşı adını alan bu muharebenin bir diğer adı da Ahzab’dır Savaş neticesinde müşrikler mağlup olarak geri çekilmek zorunda kalmışlardı Artık onlar bundan sonra Müslümanlar üzerine yürüme cesaretini kendilerinde bulamayacaklardı Beni Kurayza Yahudileri Peygamber Efendimiz’le olan anlaşmalarına göre Hendek savaşında Medine’yi Müslümanlarla beraber korumak zorundaydılar Fakat bunu yapmadılar Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak harbin en nazik safhasında müşriklerle işbirliğine gittiler Hendek sonra Allah Rasulü ordusuyla Beni Kurayza üzerine yürüdü ve bu tehlikeyi bertaraf etti 628 Kabe ziyareti için yola çıkıldı Mekke’ye elçi olarak Hz Osman gönderildi Hz Osman’ın müşrikler tarafından şehit edildiği haberini alan Efendimiz, sahabilerinden müşriklerle çarpışma mevzuunda biat aldı Bu biata Rıdvan biatı denir Bu haberi alan müşrikler, Hz Osman’ı serbest bıraktılar Müşrikler Müslümanların Kâbe’yi ziyaret etmemeleri konusunda çok kararlıydılarBunun üzerine Efendimiz’e bir heyet gönderip anlaşma imzalamak istediler Allah Rasulü, ilk bakışta Müslümanların aleyhinde gibi görünen ama daha sonra lehine dönen anlaşma maddelerini kabul etti Bu şekilde Mekkeli müşriklerle Hudeybiye barışı imzalandı Maddelerin detayı şöyleydi: Taraflar 10 yıl harp etmeyecekler Müslümanlar bu yıl Mekke’ye girmeyecekler, gelecek sene Kâbe’ye gelebilecekler Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler Müslümanlara iade edilmeyecek, fakat Mekke’den Medine’ye Müslüman dahi olsalar iltica edenler istendiği takdirde geri verilecek Arap kabilelerinden isteyen Peygamberimiz’le, isteyen de Kureyş’le birleşmekte serbest olacak 629 Dönemin hükümdarlarına İslam’a girmeleri için mektup gönderildi Peygamber Efendimiz, İslam’a davet maksadıyla ashabından Dihyetü’l-Kelbi’yi Rum Kayseri Heraklius’a, Amr b Ümeyye ed-Demri’yi Habeş Necaşi Ashame’ye, Abdullah b Huzafe’yi İran Kisra’sı Hüsrev Perviz’e, Hatıb b Ebi Beltaa’yı Mısır Firavun’u Mukavkıs’a, Salit b Amr’ı Yemame valisi Hevze b Ali’ye, Şuca’ b Vehb’i Gassan Meliki Münzir b Haris b Ebi Şimr’e gönderdi Aynı yıl Hayber savaşı yapıldı Hayber’in fethi ile hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler İslam devletine tabi duruma gelmiş sayılıyordu Ayrıca Bizans’la Mute muharebesi de bu yılda yapıldı 630 Mekke fethedildi Kâbe putlardan temizlendi Mekke fethi ile Kureyş’in hemen hemen tamamı İslam’la şereflendi Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Kureyşlilere taraftar bulunan kabileler üzerinde müspet tesirler bırakmış ve onların İslam ve Müslümanlara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alaka duymasına sebep olmuştu Bununla birlikte gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve bu mahrumiyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve Havazin kabileleri bunların başında yer alıyordu Büyük bir ordu hazırladılar ve iki ordu Huneyn’de karşılaştı Huneyn savaşında Müslümanlar galip geldi Bizans üzerine Tebük seferi yapıldı Bizans ordusu giriştikleri savaş hazırlıklarından cesaret edemedikleri için vazgeçtiler ve İslam ordusu karşısına çıkamadılar 632 Efendimiz veda haccını yaptı Rahatsızlandı ve ardından 8 Haziran’da vefat etti
Asr-ı Saadet'den Üç Kelime
Üç Kelime
CEBRAİL (as)’ in, “Sizin dininizi tamamladım” âyetini getirdiği günlerdi. Yeryüzünün Efendisi (asm) belli ki, artık dünyada çok kalmayacaktı. Din tamamlanmıştı.
Yahudi bilginlerinden bir kısmı, Allah’ın bu en güzel ve en son diniyle şereflenmişlerse de, içlerinden bazıları, kalplerindeki kıskançlık karanlığından kurtulamamışlardı. Onlar, her fırsatta bir yalan, bir iftira, bir dedikodu uydurup, Allah’ın “tamamladım” dediği dine; bir eksiklik, (haşa) bir kusur yakıştırıyorlardı.
İçlerinden bir kaçı, bir gün, Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an’ı işaret ederek:
“Bu kitapta, ‘tezderi’ ‘kübbar’ ‘ucâb’ kelimeleri var. Bunlar bugün Arap dilinde terkedilmiş durumdalar. Kimse bilmez ki, ne mânâya gelirler. Bunların yerine, herkesin bildiği kelimeler kullanılsaydı olmaz mıydı?” dediler.
Allah’ın son peygamberi, peygamberlerin sonuncusu, lûtfetti onlara cevap verdi:
“Böyle kuru, delilsiz iddia olmaz. Bu konuda halk içinde yaşlı birisini seçip getirin, konuşalım; onun sözleriyle gerçek ne ise bilelim.”
Yahudî, bilginleri, Mekke ve Medine halkının iyi tanıdığı yaşlı bir gezgin şairi bulup huzur-u şahaneye getirdiler.
Oturdular.
Allah’ın Resûlu, bir süre hiçbir şey buyurmadı. Sonra:
“Ayağa kalk!” dedi.
İhtiyar şair ayağa kalktı.
Sonra “Otur!” dedi Resulallah.
Şair oturdu.
Bu böyle üç kez tekrarlandı.
İhtiyar adam bu duruma bir anlam veremediği gibi çok kızdı:
“Etezderi ya Resulallah, ene min kübbarü’l-Arab hazâ şey’ün ucâb” dedi.
(Allah’ın Peygamberi bana hakaret mi ediyor. Oysa ben Arab’ın ulularındanım.)
Fitneci Yahudi bilginleri, yanlarında getirdikleri yaşlı şairin, tek bir cümlede, itiraz ettikleri üç kelimeyi de kullandığını görünce, hem çok şaşırdılar, hem de Allah’ın Peygamberi’nin onları bu şekilde ilzam etmesine çok hayret ettiler.
…
Bu üç kelimenin kur'an'da kullanıldığı yerler:
"Tezderi" : Hud suresi, ayet, 31
"Kübbâr" : Nuh suresi, ayet, 21
"Ucâb" : Sa'd suresi, ayet, 5
Nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir özü, hulâsadır. Şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve sâfî bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Bunun gibi Fahr-i Kâinat (asm)’ın hayatı dahi kâinatın hayatından süzülmüş hulasatü’l hulâsa (özünün özü) dür. O’nun hayatı kâinatın hayatıdır. Peygamber Efendimiz (asm) kâinatın çekirdeğidir, kâinat onun nûrundan yaratılmıştır, O, kâinatın en son ve en münevver meyvesidir.” Bu ifadeyi anlamak, Peygamber Efendimiz (asm)’ı daha iyi anlamamıza vesile olacaktır.
Kâinata hikmet nazarıyla bakılırsa büyük bir ağaç mânâsında görülür. Âlem-i şehâdet bu ağacın bir şıkkını oluşturur. Unsurlar (toprak, hava, su, ateş) bu ağacın dallarını teşkîl eder. Bitkiler ve ağaçlar, kâinat ağacının yapraklarını teşkîl eder; hayvanat ise kâinat ağacının çiçeklerini oluşturur; insan ise o ağacın meyvesi hükmündedir.
Çekirdek, ağacın plan ve programını içinde saklar. Nasıl ki bir bina çizilen plana göre yapılır. Bunun gibi ağaç da çekirdeğin içindeki plana göre şekillenir.
Cenâb-ı Hakk’ın ağaçlar için câri olan kanunu, büyük kâinat ağacı için de geçerlidir; zira bu Hakîm isminin muktezasıdır. Öyle ise nasıl ki ağaçlar bir çekirdekten yapılıyorsa; kâinat ağacının da bir çekirdeği vardır. İşte o çekirdek Peygamber Efendimiz (asm)’ın nûrudur.
“Büyük bir kâinat, küçük bir insanın cüz’î mâhiyetinden nasıl yaratılır?” diye düşünüp bu muhteşem hakîkati akıldan uzak görmek yanlıştır; zira koca bir çam ağacını buğday tanesi gibi küçük bir çekirdekten yaratan Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı Peygamber Efendimiz (asm)’ın nûrundan niçin yaratmasın veya yaratamasın?
Peygamber Efendimiz (asm) kâinatın çekirdeği olduğuna göre; o çekirdekte hem kâinat ağacının cismânî özellikleri hem de âlemlerin manevî özellikleri ve binlerce âlemin numûneleri vardır.
Kâinat ağacının çekirdeği olduğu gibi meyvesi de olması yine Hakîm isminin gereğidir. Çünkü çekirdek meyvede bulunur, daima çıplak olamaz. İşte o meyve insandır. İnsan meyvesi içinde en seçkini de Zât-ı Muhammediyye (asm)’dır.
Kâinat ağacı tıpkı Tûbâ ağacı gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için meyveden çekirdeğe kadar nûranî bir bağ vardır. Kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur; Efendimiz (asm)’ın zâtında cismini giyerek kâinatın en son meyvesi sûretinde tezâhür etmiştir. Zât-ı Ahmediye (asm), en mükemmel meyvedir ve bütün meyveler onunla kıymet kazanır. Bütün maksatların yerine gelmesi onun vesilesi ile olacağı için en evvel Resûl-i Ekrem Efendimiz’in nûru yaratılmıştır.
Bir şeyin neticesi ve meyvesi önceden düşünülür. Sözgelimi bir fabrika kurulmadan önce o fabrikadan elde edilecek ürün önceden hesap edilip düşünülür. Ürün fabrikanın meyvesi ve neticesidir. Kâinat fabrikasının neticesi de Peygamber Efendimiz (asm)’dir. Demek ki Peygamber Efendimiz (asm) vücut itibariyle en son, manen de en evvel yaratılmıştır.
Nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir özü, hulâsadır. Şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve sâfî bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Bunun gibi Fahr-i Kâinat (asm)’ın hayatı dahi kâinatın hayatından süzülmüş hulasatü’l hulâsa (özünün özü) dür.
O’nun hayatı kâinatın hayatıdır.
Peygamber Efendimiz (asm) kâinatın yaratılış sebebidir. Öyle ise her şeyimizi O’na borçluyuz. Akif merhûmun diliyle:
Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret.
Cenâb-ı Hak bizleri, iki cihanın reisi, iki âlemin iftihar vesîlesi, dünya ve âhiret saadetinin vesîlesi olan Habîb-i Ekrem’ine cennette komşu eylesin, şefaatine mazhar kılsın. Amîn.
Kâinatın zerreleri ve o zerrelerden oluşan cisimler adedince, onların tesbihât ve tahmidâtlarınca Efendimize salât ve selâm olsun.
Demek ki Peygamber Efendimiz (asm) vücut itibariyle en son, manen de en evvel yaratılmıştır.
Hicret, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Hicret, Müslümanları, müşriklerin zulmünden kurtarmış, İslâm'a yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm inkılâbının başlanğıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in halifeliği esnâsında, Hz. Peygamber'in hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16 Temmuz 622 tarihi "Hicri-Kamerî Takvim" için "takvim başı" olarak kabul edilmiştir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Mekke şehrinde doğmuştur. Yüce Allah, O'nu burada peygamber olarak görevlendirmiştir. Görevinin gereği olarak, "(Önce) en yakın akrabalarını uyar." (1) âyet-i kerimesi gereğince, yakınlarından başlamak üzere, insanları İslâm'a davet etmeye başlamıştır. Kendilerini İslâm'a da'vet ettiği kimseler O'nu, el-Emin = güvenilir kişi olarak tanıyorlardı. O'nun dürüstlüğü ve ahlâkî üstünlüğü üzerinde ittifak halinde idiler. Kendisinin Allah tarafından gönderilmiş ve görevlendirilmiş Peygamber olduğunu duyunca, O'na inanmaya ve etrafında toplanmaya başladılar. Müslümanların sayısı günden güne artıyor ve İslâmiyet hızla yayılıyordu. Ancak Mekke'de Kureyş kabilesinin ileri gelenleri bundan endişe duyuyor, toplum üzerindeki hâkimiyetlerini kaybedeceklerinden korktukları için O'na engel olmaya çalışıyorlardı. Bunun için Peygamberimize ve O'na inananlara amansız düşman kesilmişlerdi. Müslümanlara zulmediyor, akıl almaz işkenceler yapıyorlardı. Hz. Peygamber, Mekkelilerin kendisine ve Müslümanlara karşı takındıkları tavır karşısında, hiçbir zaman yılmadı, doğacağına kesinlikle inandığı İslâm güneşine, başka ufuklar aramayı düşündü. Müşriklerin, tahammülü çok ğüç olan bu zulümleri karşısında, Mekke'de Müslümanlar korunamaz hale gemişlerdi. Bu sebeple Müslümanların Medine'ye hicret etmeleri kararlaştırılmıştı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ; "Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi..." (2) diyerek, Müslümanların Medine'ye hicretlerine izin verdi. Böylece Peygamberliğin 13'üncü yılının ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye hicret başlamış oldu.
Kâbe'ye yapılan senelik hac görevi, Arap yarımadasının bütün noktalarından Arapları Mekke'ye getiriyordu. Hz. Peygamber, bu sefer, kendisine sığınma imkânı ve peygamberlik vazifesini yerine getirme izni verecek bir kabile bulup, iknâ etmenin yollarını aradı. Birbiri ardınca, yanlarına gittiği onbeş kabilenin temsilcilerinin hepsi de az çok kaba bir şekilde kendisini geri çevirdiler.
Umudunu hiç kaybetmedi, son olarak yarım düzine kadar Medineli ile karşılaştı. Yahudi ve Hristiyanların komşuları olan bu kişiler, Peygamberler ve ilâhi vahiyler kavramına yabancı değillerdi, üstelik onlar, bu kutsal kitap sahiplerinin, bir Peygamberin, son bir tesellicinin gelmesini beklediklerini de biliyorlardı. O yüzden bu konuda başkalarından önce davranmak fırsatını kaçırmak istemediler, derhal Hz. Muhammed'e inandılar, kendisine Medine'de diğer inananlar bulmaya çalışacakları ve gereken desteği vereceklerine dâir söz verdiler. Ertesi yıl oniki kadar Medineli kendisine bağlılık yemini ettiler ve İslâm'ı öğretecek bir öğretmen-dâvetçi istediler. Bu görevi üzerine alan Mus'ab, bu işte hayli başarılı oldu ve bir sonraki sene Mekke'ye hac sırasında yeni müslüman olmuş, yetmiş üç kişilik bir kafile gönderdi. Bunlar Hz. Peygamberi ve diğer Mekkeli Müslümanları kendi şehirlerine göç etmeye dâvet ettiler, onları koruyacakları ve kendi aile bireyleriymiş gibi bağırlarına basacakları sözü verdiler. Böylece Müslümanların en büyük kısmı gizlice ve küçük gruplar halinde Medine'ye hicret etti, (3) Kısa zamanda, Mekke'li Müslümanların hemen hepsi Medine'ye göç etti. Yanlızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali'yi, Hz. Peygamber Mekke'de alıkoymuştu. Böylece İslâmiyet Medine'de de yayılmaya başladı. Bu durum Kureyş ileri gelenlerini daha da telâşlandırdı. Medine'nin kuvvetli bir İslâm merkezi haline gelmesinin aleyhlerine olacağını anladılar. Konuyu tartışmak ve bir hal çâresi bulmak üzere "Dâru'n - Nedve" denilen yerde toplandılar. Uzun uzun görüştüler ve tartıştılar. Sonunda kendilerine kurtuluş yolunu göstermekten, dünya ve ahirette mutlu olmaları için çaba harcamaktan başka bir şey yapmayan, Peygamberimiz (s.a.s.)'i öldürmeye karar verdiler. Kendilerince çok gizli olarak aldıkları bu karar ve plânlarından Kur'an-ı Kerimde şöyle bahsedilmektedir; "İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek, ya da sürmek için düzen kuruyorlardı. Allah düzen yapanların en iyisidir." (4)
Müşriklerin bu korkunç plânlarını Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz'e haber verdi: "Bu gece, her zaman yatmakta olduğun yatağında yatmayacaksın, evini terk edeceksin..." dedi. Böylece Hz. Peygamber'e hicret için izin verildi. Peygamberimiz Hz. Ali'yi çağırdı: "Ben Medine'ye gidiyorum. Sen bu gece benim yatağımda yat, hırkamı üstüne ört. Müşrikler beni yatıyor sansınlar, onlara bir şey sezdirme. Sabahleyin şu emânetleri sahiplerine ver. Ondan sonra sen de hemen gel" dedi.Ortalık kararınca, Kureyş'in seçme cânileri evin etrafını sardılar. Sabahleyin evinden çıkarken hep birden saldırıp öldüreceklerdi. Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem'in yatağına yattı. Hz. Peygamber eline bir avuç kum alıp evini çeviren müşriklerin üzerine saçtı. Saçılan kum taneleri, cânilerden her birine isâbet etmiş, hepsi de derin bir uykuya dalmışlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) "Yâ-sin " Süresi'nin şu anlamdaki âyetini okuyarak aralarından geçip gitti: "Biz onların önlerine ve arkalarına birer sed çektik, böylece gözlerini perdeledik. Onlar artık elbette görmezler." (5)
Rasûlü Ekrem gece evinden ayrıldıktan sonra Kabe'yi tavaf etti. Sonra doğduğu yerden ayrılış hüznünü ifade eden şu sözleri söyledi. "Ey Mekke! Sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve en bana sevimli yerisin. Eğer çıkmak zorunda bırakılmasaydım senden ayrılmazdım." (6) Ertesi gün öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın emriyle beraber Medine'ye hicret edeceklerini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ebû Bekir'le birlikte Mekke'den çıkıp, Sevr Dağı'na gelerek oradaki mağarada saklandılar. Kureyş'in araması bitinceye kadar, üç gün üç gece mağarada kaldılar. Hz. Peygamber'i ve Ebû Bekir'i arayanlar, iz sürerek nihâyet Sevr'deki mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak sesleri ve konuşmaları içeriden duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, başını kaldırdığı zaman onların ayaklarını görmüş ve heyecanla: "Ya Resûlâllah, eğilip baksalar,bizi görecekler" demişti, bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Korkma, Allah'ın yardımı bizimledir. (7) İki yoldaş ki,üçüncüsü Allah'tır, hiç endişe edilir mi?" buyurdu.(8)
Takipçiler Sevr dağına henüz çıkmadan, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş, bir çift beyaz güvercin yuva yapıp yumurtlamıştı. Bu durumda Kureyşliler, mağaranın içine bakmanın ahmaklık olacağını düşünerek bırakıp gittiler. Resûlüllah'a ilk vahiy Hîra (Nûr) dağındaki mağarada gelmişti. Hiradaki mağara ile Serv'deki mağara arasında geçen müddet, Hz.Peygamberin, Peygamberlik hayatının Mekke devrini teşkil etmişti. Sevr dağındaki mağaradan başlayan hicret ise, Mekke devrinin sonu, Medine devrinin başlanğıcı olmuştur.(9) Hicret yolculuğunda Peygamberimiz, iki önemli takiple karşılaştı. Müdliçoğullarından Surâka, Kureyş'in ilân ettiği mükâfatı ele geçirmek hevesiyle, kendi bölgelerinden geçmiş olan hicret kafilesini tâkibe koyuldu. Atını dörtnala sürerek Resûlûllah'a ve arkadaşlarına yaklaştığı sırada atı sürçüp kapaklandı. Kendisi de yere yuvarlandı. Yeniden atına binip koşturdu. Tam yaklaştığı sırada atının ön ayakları kuma saplandığı için, yine düştü. Atını zorlukla kurtardı. Surâka'nın morali iyice bozulmuştu. Hz. Peygamber'den özür diledi. Yazılı bir emanname alarak geri döndü, diğer takipçileri de "ben aradım, boşuna yorulmayın, bu tarafta yok" diyerek geri çevirdi. Eslemoğullarından Büreyde de, Kureyş'in ilân ettiği mükâfatı alabilmek için Resûlüllah'ı tâkibe başlamıştı. Fakat ilk görüşte yanındakilerle birlikte müslüman oldu. Daha sonra başındaki beyaz sarığı çözerek mızrağının ucuna bağladı; "sizin gibi şanlı bir kafile bayraksız gitmez. İzin verirseniz ilk alemdârınız olayım" diyerek tâ Kubâ Köyü'ne kadar bu şanlı Kâfileye bayraktarlık yaptı. Hz. Peygamber'in yola çıktığı Medine'de duyulmuştu. Bu yüzden Medineliler, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'i karşılamak üzere her sabah şehir dışına çıkıp bekliyorlardı. 12 Rabîulevvel Pazartesi günü yine öğleye kadar beklemişler, sıcak bastırınca ümitlerini kesip dönmüşlerdi. Bu esnâda bir iş için evinin çatısına çıkan bir Yahûdi, bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu gördü ve yüksek sesle:
"İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor "diye haykırdı. Medineliler, bir bayram sevinci içinde yollara döküldüler.Hz. Peygamberi Medine'ye yaya yürüyüşle 1 saat uzaklıkta Kubâ köyünde karşıladılar. Peygamberimiz burada, Amr b. Avf oğulları'nda 14 gece misâfir kaldı. Bu esnâda Kur'an-ı Kerim'de "takvâ üzere yapıldığı" bildirilen Kubâ Mescidini binâ etti ve burada namaz kıldı. (10)
Hz. Peygamber'den 3 gün sonra tek başına yola çıkmış olan Hz. Ali de gündüzleri gizlenip, geceleri yürüyerek, Kubâ'da iken kafileye yetişti. 14 gün sonra, bir Cuma günü Peygamberimiz devesine bindi. Karşılamağa gelenlerle muhteşem bir alay içinde Medine'ye hareket etti. Yolda "Sâlim b. Avfoğulları"na ait "Rânûna Vâdisi"nde öğle vakti oldu. Hz. Peygamber, burada arka arkaya iki hutbe okuyarak ilk cuma namazını kıldırdı. Bu ilk cuma hutbesinde, Sevgili Peygamberimiz, İslâm'ın bazı temel prensiplerine temas ettiği için, burada nakletmeyi faydalı görüyorum; Rasûl-i Ekrem, birinci hutbeye Allah'a hamd ve senâ ederek başladı ve şöyle devam etti:
"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz, fırsat elde iken iyi işlere koşunuz. Allah'ı çok anmak, gizli ve âşikar çok sadaka vermek suretiyle O'nunla aranızdaki bağı kuvvetlendiriniz. Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görürsünüz,kaçırdıklarınızı tekrar elde edersiniz."
Biliniz ki, Cenâb-ı Hak, içinde bulunduğum yılın bu ayında, bugün şu bulunduğum yerde cuma namazını kıyâmete kadar,üzerinize farz kıldı. Hayâtımda veya benden sonra -âdil veya zâlim- bir imamı olduğu halde önemsiz gördüğü veya inkâr ettiği için, kim bu namazı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve hiçbir işine hayır vermesin. Biliniz ki, böylesini, tevbe etmedikçe, ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de herhangi bir iyiliği Allah katında bir değer taşır. Ancak, kim tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. (11)
Ey insanlar, âhiret için azık hazırlayıp önceden gönderin. Hepiniz ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra Rabbiniz -arada tercüman veya perdedâr olmaksızın- bizzat:
-Sana benim peygamberim gelip haber vermedi mi? Ben sana mal vermiş, ihsanda bulunmuştum. Sen bunlardan âhiretin için ne
gönderdin, diye soracaktır. O kimse sağına, soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, orada cehennem'i görecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa, kendini ateşten korumaya gücü yeten, bunu yapsın. Buna gücü yetmeyen, bâri güzel sözle kendini kurtarsın. Çünkü bir iyiliğe 10'dan 700 katına kadar sevap verilir. Allah'ın selâm ve rahmeti üzerinize olsun".
Hz. Peygamber, birinci hutbeyi böylece bitirdikten sonra, ikinci hutbede de şunları söylemiştir:
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, ondan yardım dileriz. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü işlerimizden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidâyet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola koyamaz.
Allah'tan başka ilâh olmadığına şahâdet ederim. O birdir, eşi, ortağı ve benzeri yoktur. Sözlerin en güzeli, Allah Kitabı (Kur'an-ı Kerim) dir. Allah'ın, kalbini Kur'an ile süslediği, küfürden sonra İslâm'a soktuğu, Kur'an-ı, diğer sözlere tercih eden kimse felâh bulup kurtulmuştur.
Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı bütün kalbinizle (can ve gönülden) seviniz. Allah kelâmı Kur'an'dan ve zikrinden
usanmayınız. Allah'ın kelâmına karşı kalbiniz katılaşmasın.
Yalnız Allah'a kulluk edip, ibâdetinizde Ona hiçbir şeyi ortak yapmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız. Yaptığınız iyi şeyleri dilinizle doğrulayınız. Aranızda Allah'ın rahmet ve merhametiyle sevişiniz. Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun"(12)
Cuma namazından sonra Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye hareket etti. Medine, tarihinin en önemli gününü yaşıyordu. Halk,bayram sevinci içinde, Kubâ'dan itibâren yolu, iki taraflı doldurmuştu. Rasûl-i Ekrem'in anne tarafından akrabası olan Neccâroğulları, O'nu karşılamaya gelmişlerdi. Ensâr'ın ileri gelenleri O'na yaklaşarak:Ey Allah'ın Resûlü! İşte evlerimiz, işte mallarımız, işte canlarımız emrinize hazır" dediler. Peygamberimiz, onları taltif ve gönüllerini hoş ederek yoluna devam etti. Tam şehre gireceği sırada kalabalık o dereceyi bulmuştu ki kadınlar, damların üzerine çıkarak şöyle şiir söylüyorlardı:
"Veda tepesinin sırtlarından ay doğdu üstümüze,
Allah'a davet eden bulundukça şükretmek vacip oldu bize."
Küçük kızlar def çalarak şenlik yapıyorlar ve şu şarkıyı terennüm ediyorlardı:
"Biz Neccâr oğullarının kızlarıyız, Ne mutlu bize Muhammed'in komşularıyız."(13)
Medine halkı, Resûlüllah (s.a.s.)'in gelişinden duyduğu sevinci, hiçbir şeyden duymamıştı. Herkes Peygamber Efendimizi, kendi evinde misafir etmek istiyor, "Ey Allah'ın Rasûlü, bize buyurunuz..." diyerek deveyi durdurmak istiyorlardı. Hz. Peygamber ise, kimseyi gücendirmemek için devesini serbest bırakmıştı.
"Siz deveyi kendi haline bırakınız. O memurdur, emrolunduğu yere gider" diyerek dâvet edenlerden izin istiyordu. Nihâyet deve, halen "Mescidü'n-Nebi"nin bulunduğu boş arsada çöktü, Rasûlüllah (s.a.s.) inmedi. Deve kalkarak birkaç adım gittikten sonra geri dönüp ilk çöktüğü yere yeniden çöktü, bir daha kalkmadı. Hz. Peygamber, devenin üzerinden inerek:
"Akrabamızdan en yakın kimin evi?" diyerek etrafındakilere sordu. Hâlid b. Zeyd:
"İşte evim, işte kapısı, buyurunuz Yâ Rasûlâllah..." diyerek, Rasûl-i Ekrem'i dâvet etti. Peygamber Efendimiz böylece Hz.
Halid'in misafiri oldu. Bu misâfirlik, "Mescidü'n-Nebi" nin inşaatı tamamlanıncaya kadar yedi ay devam etti.
Rasûlüllahın hicreti Peygamberliğin 13'üncü yılında, 12 Rabiulevvel de olmuştur. Bu tarih, aynı zamanda Peygamber Efendimizin 53'üncü doğum yıldönümüdür.
Hicretle, 23 yıl süren peygamberlik devrinin 13 yıllık "Mekke Devri" sona ermiş, 10 yıllık "Medine Devri" başlamıştır.(14)
Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye geldiklerinde, burada yaşayan yabancılarla, dayanışma temeli üzerine bir antlaşma imzalamıştı. Bu antlaşma, İslâm Dininin Müslüman olmayan topluluklarla barış içinde yaşamaya ve onlarla dâima iyi ilişkiler içinde olmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Yine Sevgili Peygamberimiz, Mekke'den gelen göçmenlerle Medine'li
Müslümanlar, yani "Muhacirler" ile "Ensar" arasında kardeşlik kurmuştu. Bu kardeşlik esasına göre, Medine'li
Müslümanlar mallarının yarısını göçmen kardeşlerine vermişlerdi ki, tarihte bu dayanışma ve yardımlaşmanın bir benzerini daha göstermek mümkün değildir. Böylece, Medine şehrinde ilk İslâm topluluğu, kardeşlik ve dayanışma temelleri üzerine oluşmaya başlamıştır.Böylece Hicret, ilk Müslümanların, sıkıntılı günlerden kurtulmalarına ve kardeşlik esası üzerine kurulan toplum hayatına kavuşmalarına vesile olmuştur.
Ayrıca İslâmiyet, Mekke şehri hudutları dışına Hicret'le taşmış ve bu güneş, dünyaya Medine ufuklarından yayılmıştır.
Alıntı
İSLAMİYETİN DOĞUŞU VE YAYILIŞI
Hz. Muhammed`in Hayatı ve Peygamberliği Kureyş kabilesinden olan Hz. Muhammed , 571 yılında Mekke`de doğdu. Annesi Amine , babası Abdullah idi. Doğmadan önce babasını , çocuk yaşta annesini kaybetti. Önce dedesi Abdulmuttalip ,sonrada amcası Ebu Talip tarafından himaye edildi. Gençlik yaşlarında ticaretle meşgul oldu ve bu sayede Arabistan `ın birçok yerini tanımaya imkan buldu. Ahlâki ve dürüstlüğünden dolayı kendisine “ Muhammed`ül Emin “ dendi. 25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlendi. 40 yaşında kendisine ilk vahiy geldi.
Hz. Muhammed`e Cebrail adlı melek tarafından gönderilen ilk ayette “ Oku! Yaradan Rabbinin adıyla oku “ denilmekte idi. Hz. Muhammed `e ilk inananlar Hz. Hatice , Hz. Ebubekir , Hz. Ali , Hz. Zeyd ve Hz. Osman `dır. İslamiyeti kabul edenlerin sayısı zamanla arttı. Müşrikler ( putperestler) hemen islamiyete ve Müslümanlara karşı cephe aldılar, onlara baskı uygulamaya başladılar.
**__! İslam`da köle- efendi ayrımı olmadığından Mekke`nin ileri gelenleri mevki ve nüfuslarını yitirmekten endişelendirler.
İslam`da “ tevhid “ inancının Arapların “ atamızın dini “ dedikleri , putperesliği ortadan kaldıracağından kaygılandılar.
Müslümanlara yapılan baskı ve zulüm artınca Hz. Peygamber bazı müslümanların Habeşistan`a göç etmelerine müsaade etti (619).
**__! Habeşistan hükümdarı Hristiyan olup adaletiyle tanınan biri idi.
**__! Bu olay islam tarihinde ilk hicret olayıdır. İki halife halinde yapılmıştır.
İslamiyet , Mekke dışında Kâbe `yi ziyarete gelenler arasında da yayıldı. Müslüman olan Medineliler, Akabe denilen yerde Hz. Peygamber`e bağlılık sözü verdiler. Buna “ I. Akabe Biatı “ denilmişti.
Medineli müslümanlardan daha büyük bir topluluk , 622 senesinde Akabe `de Hz. Peygamber`e bağlılıklarını yenilediler (II. Akabe Biatı). Onu Medine`ye davet ettiler. Bu durum Müslümanların Medine`ye hicretinde etkili olmuştu.
Müşriklerin müslümanlara yaptıkları eziyet artık dayanılmaz hale gelmişti. Kureyş `in ( müşrikler) zulmünden kurtulup dinlerini serbestçe yaşabilmek için Müslümanlar Hz. Peygamber`in izniyle Mekke`de Medine`ye göç ettiler. En son hicret edenler ise, Hz. Peygamber ve yakın arkadaşı Hz. Ebubekir oldu.(622).
İslam tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisi olan Hicret olayı üzerine , Müslümanlar rahat bir nefes aldılar. Hz. Peygamber, Medinelilerle (yahudiler dahil) bir sözleşme yaptı. Tarihe “ Medine Sözleşmesi “ diye geçmiş olan bu bölgede , Hz. Muhammed , Müslümanlar ve Yahudilerin karşılıklı http://www.islamiforum.info/images/smilies/nokta.gifhttp://www.islamiforum.info/images/smilies/nokta.gif ve vazifeleri belirtilmekte idi. Buna göre Yahudiler , din ve ibadetlerinde serbest olacaklar , Medine `ye bir düşman saldırısı olursa müslümanlarla birlikte şehri savunacaklardı.
**__! Hicret , Hz. Ömer zamanında kabul edilen Hicri takvimin başlangıç senesi olmuştur.
Türkler islamiyette girdikten sonra Hicri Takvimi kullanmaya başlamışlardır.
Hz. Peygamber , Medine `de ilk islam Devleti`ni kurdu. Kurduğu devlete “ Medine Site Devleti “ denilmişti.
Hicretin Sonuçları
1_ Müslümanlar Putperest ayakların baskısından kurtulmuştur.
2_İslam inkilâbının başlangıcı olmuştur.
3_Mekkelilerin Müslümanlar üzerindeki baskıları sona ermiş ve islamiyetin yayılması hızlanmıştır. Ensar ile Muhacir kardeş ilan edilmiştir. Hicretin yapıldığı yıl hicri takvimin başlangıcı ilan edildi.
___HZ. PEYGAMBER`İN SAVAŞLARI___
Bedir SAVAŞI (624)
Nedenleri:
1. Müslümanların şam ticaret yolunu tehtid edmeleri
2. Müslümanların Mekke`de yağmalanan mallarına karşılık Suriye`den , Mekke `ye gitmekte olan Ebüsüfyan yönetimindeki Ticaret kervanı ele geçirmek istemeleri.
Sonuçları:
1. Müslümanların ilk savaşı ve ilk zaferi , Şam ticaret yolu kısmen müslümanların eline geçmiştir.
2. Medine`deki Yahudilerin bir kısmı Mekkelilerle iş birliği yaptığı için Hz. Muahmmed tarafından Medine `den çıkarılmıştır.
3. Müslümaların morali ve gücü arttı.
4. Müslümanlar bol miktarda ganimet elde ettiler.
*İslam savaşı hukukunun esasını teşkil eder.
Ganimetlerin beşte biri devlet hazinesi için ayrıldı, kalanı savaşlara taksim edildi. Bu esas, sonraki islam devletlerinde de uygulanmıştır.
Uhud SAVAŞI (625)
Nedenleri:
1.Müşriklerin Bedir mağlubiyetinin intikamını almak.
2.Müslümanların daha fazla güçlenmelerini önlemek ve şam ticaret yolunun emniyetini sağlamak istemeleri bu savaşın sebebidir.
3.Medine`den çıkarılan yahudilerin savaşa teşvik etmesi.
Sonuçları:
1. Mekkelilerin savaşı kazandılar.
2. Hz. Muhammed`e iteatin önemi anlaışdı.
3. Hz. Muhammed yaralandı , müslümanlar mağlup oldular.
**__! Uhud savaşı Müslümanların ilk yenilgisidir. Bu savaştan sonra, Medine Sözleşmesini bozdukları için Beni Nadir Yahudileri Medine`den uzaklaştırmışlardır. Bunlar heybere giderek yerleşmişlerdir.
Hendek SAVAŞI (627)
Nedenleri:
Uhud savaşında umduklarını bulamayan Mekkeliler, Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak için Medine üzerine doğru hareket ettiler. Şehrin savunmasız yönü Selman-ı Farisi adındaki İranlı bir müslümanın teklifi üzerine hendekle çevrildi.
Sonuçları:
1. Savaş müslümanlar tarafından kazanılmıştır.
2. Mekkeliler`in müslümanlar üzerine düzenledikleri son saldırı olmuştur.
3. Bu savaştan sonra mekkeliler savunmaya, Müslümanlar taaruza geçmişlerdir.
Hudeybiye ANTLAŞMASI (628)
Müslümanlar hac yapmak için 1500 kişilik topluluk ile Mekke`ye doğru hareket ettiler. Bunu savaş olarak değerlendiren Mekke ise savaşa hazırlıklı idi. Mekke yakınlarında Hudeybiye denilen yerde iki taraf görüşmeler sonunda antlaşmaya vardılar. ( Zira müslümanların bir barış ortamına ihtiyaçları vardı.) Bunu Hedeybiye Antlaşması denir.(628) Görünüşte Antlaşma maddelerinin bazıları Müslümanların aleyhindedir.
Bunlar:
1. Her iki taraf 10 yıl boyunca birbirleriyle savaş yapmayacak.
2. Bu yıl hac olmayacak , ertesi yıl Müslümanlar hac edebilecek , Mekkeliler hac sırasında 3 gün şehri boşaltacaklardır.
3. Müslümanlarla Mekkelilerin istedikleri kabileler ile ittifak yapabilecekler.
4. Reşid olmadan islamiyeti seçen Mekkeliler Medine`ye alınmayacak , Mekke`ye iade edileceklerdir.
5. Medine`den Mekke`ye geri dönmek isteyenlere Medine İslam Devleti karışmayacak.
6. Hiç kimsenin canına ve malına zarar verilmeyecek himayeleri altında bulunan kabilelere askeri yardım yapılmayacaktır.
Sonuçları:
1. Müslümanların siyasi bir varlık olarak imzaladıkları ilk antlaşmadır.
2. Kureyşliler müslümanların bir güç olarak resmen bu bölge ile tanıdılar.
3. İlk bakışta müslümanların aleyhinde görünüyorsa da daha sonra elihe döndü.
4. Müslümanlar güney sınırlarını güvence altına aldılar.
5. Mekke`nin önde gelen komutan ve siyasi liderlerrri silam dinine girdiler.
6. Her iki tarafın eşit haklara sahip olduğu bu belgeyle ortaya çıktı.
7. Taraflar arasındaki sert düşmanca tavırlar yumuşamış, sosyal ve ticari ilişkiler artmıştır.
8. Hudeybiye , Müslümanların askeri başarılarının en açık bir yazılı belgesi olmuştur.
Hayber`in Fethi (629) –(Hayber Kalesi)
Hayber Yahudileri Mekkelilerle iş birliği yaparak Müslümanlar için devamlı bir tehlike oluşturuyorlardı.Hz. Peygamber bu tehlikeden kurtulmak için hemen harekete geçti ve beraberindeki bin beş yüz Müslümanla Hayber Kalesini Kuşattı.
Hayberliler Hz. Peygamber`in hızlı hareketi nedeniyle kuşatma için hazırlık yapamamışlardı. Bu yüzden daha fazla direnmeden teslim oldular. Sonuçta Hz. Peygamber tarımdan elde ettikleri ürünlerin yarısını vermeleri şartıyla Yahudilere topraklarını geri verdi.(629).
Hz. Peygamber ve Müslüman Hudeybiye`den bir yıl sonra , antlaşmanın tanıdığı hakka dayanarak Kâbe`yi ve Mekke`yi ziyaret ettiler.
Mute SAVAŞI (629)
Nedenleri:
1. Bizans`a bağlı Gassani kralının islam elçisinin öldürmesi
2. Müslümanlardan oluşan bir keşif kolunun pusuya düşürülmesi.
Sonuçları:
1.Her iki tarafta savaşta üstünlük sağlayamadı.
Önemi: Mute savaşı Bizans İmparatorluğu ile Müslümanlar arasında ilk savaştır.
Mekke`nin Fethi (630)
Bir süre sonra Mekkeliler iki kabile arasındaki mücadele taraf tutarak Hudeybiye Antlaşmasına uymadılar. Hz. Peygamber bu durumda , bir sefer için hazırlıklara başladı. Mekke civarındaki dağların arkasında ordugâhını kurduğu zaman on bin kişilik bir kuvveti vardı. Mekkeliler ordugâh kuruluna kadar müslümanların hareketinden haberdar olmamışlardı.
Bu arada Mekke`nin en büyük reisi Ebu Süfyan müslüman keşif birliklerinin eline esir düştü. Hz. Peygamber müslüman olan Ebu Süfyan`ı ertesi günü serbest bıraktı. Bu sırada müslüman ordusu dört yönden Mekke`ye girmeye başladı. Ayrıca Ebu Süfyan , müslüman ordusunun büyüklüğünü anlatarak direnmenin faydasız olduğunu Mekkeliler`e söylemişti. Böylece Mekkeliler savaşmadan müslümanlara itaat ettiler.
Hz. Pegamber şehre girdikten sonra Kâbe`ye gitti ve orada putları kırdırdı. Düşmanları ve eski Hemşerilerine büyük bir alçak gönüllülükle konuşarak “ Hepiniz Hürsünüz “ dedi. Bu sözlerin Mekkeliler üzerinde büyük etkisi oldu. Kendiliklerinden islam dinini kabul ettiler.
Huneyn SAVAŞI ve Taif SEFERİ (630)
Nedeni:
Putperestler, müslümanlara karşı Taiflilerle birleşerek Huneyn denilen yerde toplanmışlardı. Üzerlerine yürüyen İslam ordusuna yenilerek Taif `e sığındılar. Ancak Taif alınamadı. Taifliler 631 yılında müslümanlığı kabul ettiler.
Sonucu:
Hicaz başta olmak üzere Arabistan`ın büyük bir kısmı İslam dinine girdi. Hz. Muhammed müslüman olmayan Araplarla son mücadelesini yapmıştır.
Huneyn Zaferi, Mekke`nin fethini tamamlayıcı bir özellik gösterir.
Tebük SEFERİ (631)
Bir Bizans ordusunun müslümanlar üzerine yürüdüğü haberi duyulunca Hz. Peygamber büyük bir ordu ile Suriye üzerine sefere çıktı. Haberin asılsız olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine geri dönüldü. Bölgedeki bazı kabileler (Gassanilerin büyük bir kısmı) müslüman oldular.
**__! Tebük seferi Arabistan dışına yapılan ilk seferdir. Tebük seferi müslümanların Bizans üzerine sefer yapacak kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir.
Bu sefer Hz. Peygamber`in son seferidir. Veba salgını olduğundan Suriye`ye gidilmekten vazgeçilmiştir. Bu durum tarihte ilk karantina sisteminin uygulanmasıdır.
Veda HACCI ve Veda HUTBESİ
Tebük Sefer`inden sonra Medine`ye dönen Hz. Muhammed ertesi yıl kalabalık bir müslüman topluluğu ile Mekke`ye hac yapmaya gitti. Bu hacca islam tarihinde “ Veda Haccı “ denir. Hz. Muhammed bu hacda haccın nasıl yapılcağını müslümanlara bizzat kendisi göstermiştir.
Hz. Muhammed `in aynı yıl içerisinde vermiş olduğu hudbe`ye de “ Veda Hutbesi “ denir. Bu hudbe`de cahiliye devrinin sona erdiğini, kölelik ve efendilik müessesinin ortadan kalktığını, herkesin eşit olduğunu belirtmiştir. Hz. Muhammed bu Hutbesi`nin sonunda
Kur-an`ı Kerim`in tamamlandığı ve görevinin sona erdiğini bildirerek müslümanlara veda etmiştir.
Veda Haccı`ndan sonra Hz. Muhammed Medine`ye dönmüş rahatsızlıklarının giderek artması üzerine imamlık görevini Hz. Ebubekir`e bırakarak, 8 Haziran 632`de Pazartesi günü vefat etmiştir.
Mezarının ismi Rauza-i Muhtahhara `dır. Vefat eden Hz. Muhammed , Medine`ye defnedildi. İslam tarhinde Hz. Muhammed `in vefatıyla “ Dört Halife Dönemi “ başlamıştır.
DÖRT HALİFE DEVRİ (632-661)
Hz. Muhammed`in vefatından sonra Hz. Ebubekir `le başlayıp , Hz. Ali `ye kadar süren döneme Dört Halife Devri denir. Bu dönemde halifeler seçimle başa geldikleri için bu döneme Cumhuriyet Dönemi denir. Bu dönem İslamiyetin yayılması ,kökleşmesi ve kuvvetlenmesi bakımından önemlidir.
Hz. Ebubekir DÖNEMİ (632-634)
Hz. Peygamber`in ölümü ile ortaya çıkan yalancı peygamberlerin ve zekât vermeyenlerin isyanlarını bastırarak Arap Yarım adasından siyasi birlik sağlanmıştır. Kur-an`ı Kerim kitap haline getirilerek özgün halinin korunması sağlanmıştır.
Halife, komutan ve yüksek dereceli memurlara maaş bağlanmıştır. Arap Yarım Adası dışında ilk kez fetihlere başlanmıştır. İslam ordularının düzenli olarak fetihle görevlendirildikleri ülke Suriye olmuştur. Husamin Zeyd komutasındaki ordu Suriye`ye , Halid Bin Velid komutasındaki ordu Irak`a gönderilmiştir. Müslümanların Güney Filistin`i ele geçirmelerinin üzerine Bizans elli bin kişilik bir orduyu Suriye`ye göndermiştir. Bunun üzerine Halid Bin Velid Suriye`ye gelip İslam ordularının başına geçmiştir. İki ordu Yermük Irmağı kıyılarında savaşmışlar ve müslümanlar Bizans ordusunu Yenilgiye Uğratmışlar.(634).
Yermük Zafer, inin Sonucu:
* Suriye`nin kapıları islam ordularına açılmıştır.
Hz. Ebubekir Yermük Zafer`inden sonra 23 Ağustos 634 `de vefat etmiştir. Aziz dostu Hz. Muhammed `in yanına defnedilmiştir.
Hz. Ömer DÖNEMİ (634-664)
Hz. Ebubekir hastalandığı zaman tavsiyetname hazırlayarak kendinden sonra msülümanlar arasında karışıklık çıkmasını önlemek için Hz. Ömer Halife olmasını istemiştir. Böylece Hz. Ömer hiçbir itiraz meydana gelmeden halife olmuştur.
Hz. Ömer başa geçinci Halid Bin Velid`i ordu komutanlığına alarak, Ebu Hubeyde`yi atamıştır.
İslam ordusu 635 `de Şam`ı (Dimaşk) kuşatmış ve altı ay süren mücadeleden sonra şehri ele geçirmiştir. Suriye `nin fethi tamamlandıktan sonra msülümanlar Kudüs`e ilerlemiştir bunun üzerine Kudüs Bizans`tan yardım istemiş imparator Herakleois deniz yoluyla Kudüs`e yardım göndermiştir. Suriye`deki tüm islam orduları Arm ve As başkanlığında birleşerek Bizans kuvvetleri ile karşılaşmışlardır.
636 yılında yapılan “ Ecnadin “ savaşını müslümanlar kazanmış , ardından Kudüs `ü kuşatmışlardır. Kudüs Patri halifeye teslim olacağını bildirince şehir savaş yapılmadan msülümanların olmuştur.
Irak CEPHESİ
* Köprü Savaşı (634):
İslam orduları Fırat Nehri kenarında İran ordularıyla karşı karşıya gelmiş ve savaşı kaybetmişlerdir. Komutan Ebu Veyde ve pek çok islam askeri şehit olmuştur.
* Kadisiye Savaşı (636):
Irak cephesindeki ordunun başında Sad Bin Ebi Vakkas vardır. Müslümanlar ile Sasaniler Küfe yakınlarında Kadisiye denilen yerde tekrar karşılaşmışlardı. Savaşı islam orduları kazanmıştır.
Sonuçları:
1. Böylece Irak müslümanların eline geçmiş, İran yolu açılmıştır.
2. Bu savaşın ardından Sasaniler`in başkenti Medain şehri ele geçirilmiştir.(632)
* Celula Savaşı (637):
Bu savaş msülümanlar kazanmışlardır. (Sasanilerle yapılmıştır.)
Müslümanlar bu arada Basra ve Kûfe `de yeni askeri üsler kurarak ordularını takviye etmişler ve güçlerini arttırmışlardır.
* Nihavend Savaşı (642):
İranlılar topladıkları kuvvetlerle müslümanlar üzerine tekrar saldırmışlar ve Nihavend de yapılan savaşı msülümanlar kazanmıştır.
Sonuç:
İran ordusu dağılmış ve İran şehirleri tamamen müslümanların eline geçmiştir.
Irak ve Suriye seferlerinden başka İslam orduları
El_Cezire ( Yukarı Mezepotamya ) yönelmişler 639 yılında Urfa , Harran ve Diyarbakır feth edilmiş ve 634-664 yıllarında Azerbaycan , tamamiyle feth edilmiştir.
Önemi:
Nihavend savaşlarıyla , müslümanlar sınır komşusu olmuşlardır.(Karluklar ve Türkişler)
Suriye `nin fethinden sonra Mısır müslümanlar için bir hedef haline gelmişlerdir. Mısır Bizans hakimiyeti altındaydı ve ağır vergiler veriyorlardı. 642 yılında Mısır `ın fethinden sonra Lidye ve Trabulusgarb islam ordularınca feth edildi.
_ Hz. Ömer Döneminde Yapılan Düzenlemeler_
1. İlk kez divan teşkilatı kuruldu.
2. Adli teşkilat kuruldu. Vilayetlere validen ayrı olarak kadılar atandı.
3. Feth edilen ülkelerin yönetim birimlerine ayrılmasıyla büyük iller ortaya çıktı.
4. Irak, Mısır, Suriye , Cünd adı verilen devamlı ordugâh şehirleri kurulmuştur.
5. Hicri takvim hazırlanarak kullanılmaya başlanmış
6. Ekonomik alanda yenilikler yapılmıştır.
7. Askeri amaçlı ikta sistemi uygulanmıştır.
Hz. Ömer son derece sade bir hayat yaşayan adaletli yönetimi ile herkesin güvenini kazanan islam devletlerini sınırlarını Lidya`dan Horasan`a kadar ve Kafkasya`ya kadar genişleten Hz. Ömer 644 yılında İranlı bir köle tarafından hançerlenerek öldürülmüş ve şehit olmuştur.
Hz. Osman DÖNEMİ (656)
Hz. Ömer vefat etmeden önce yerine geçecek halifeyi belirlemek üzere Hz. Muhammed `in eski arkadaşlarından 6 kişiyi görevlendirmişti. Bu arkadaşların yaptıkları görüşmeler sonucu Hz. Osman Halife seçilmiştir.
Hz. Osman fetih hareketlerine devam etmişler. Bu dönemde islam orduları Kafkaslarda Hazarlar ile karşılaşmışlardır. İslam orduları sık sık Torosları aşarak Anadolu içlerine kadar akınlar düzenlemişlerdir.
Bizans`ın eline geçen İskenderiye geri alınmıştır. Anadolu`da islam orduları Kayseri`ye kadar ilerlemişlerdir. Kafkasların bir kısmı ve burada Hazar Türkleriyle savaşılmıştır. Horosan`ı alan islam orduları Ceyhun Nehri`ni geçecek Asya içlerinde ilerlemişlerdir. Böylece Türkler ve müslümanlar arasındaki savaş başlamıştır.
Suriye sahillerinde ilk islam donanması kurulmuştur. Şam valisi Muaviye tarafından kurulmuştur. Muavi`ye Kıbrıs`ı kuşatarak 649 yılında almıştır. İslam tarihindeki ilk karşıklıklar bu dönemde çıkmıştır.
Hz. Osman yumuşak huylu ve iyi niyetliydi. Başta valilikler olmak üzere ordu komutanlıklarına ve önemli görevlerine Ümeyye ailesinden akrabalarına getirmiştir. Bu valilerin idaresinden memnun olmayanlar ve münafıklarında kışkırtması Hz. Osman`a karşı muhalefete başlamışlardır. Yaşlılığından dolayı Hz. Osman kendisine karşı oluşturulan bu muhalefeti bastırmakta güçlük çekiyordu. Bu arada Mısır, Basra ve Kûfe`den 500 kişilik bir grup Medine`ye gelerek ortalığ karıştırdılar. Bundan sonra olayların önüne geçilemedi. Ve Hz. Osman evinde Kur-an`ı Kerim okurken 17 Haziran 656 `da bu grup tarafından şehit edildi. Bu olay daha sonraki yıllarda meydana gelebilecek huzursuzlukların temelini oluşturdu.
Çeşitli şehirlerde Kur-an`ı Kerim ayetlerinin farklı şekillerde okunması üzerine Kur-an`ı Kerim çoğaltılarak ordugâhlara ve öenmli merkezlere gönderilmiştir. Bu Hz. Osman döneminin en önemli olayıdır. Horasan ve Harzem fethedildi.
Hz. Ali DÖNEMİ ( 656-661):
Hz. Osman`ın şehit edilmesinden sonra halifelik Hz. Ali`ye teklif edilmiştir. Hz. Ali önceleri bu teklifi kabul etmediysede ısrarlar karşısında olumlu cevap vermiştir. Hz. Ali döneminde halife olduktan sonra Hz. Aişe , Zübeyr Avvam ve Talha Bin Ubeydullah, Hz. Osman katillerinin derhal cezalandırılmasını istemişlerdir.
Hz. Ali Kûfe`ye gelerek buradan yardım aldı. Basra üzerine yürüdü. Hz. Ali `nin Barış çabaları snuç vermeyince iki taraf arasında savaş başladı.
* Camel Vak`ası (Deve Savaşı 656):
Çatışma , Hz. Aişe `nin devesinin etrafında geçtiği için bu savaşa “ Deve Savaşı “ denmiştir.
Yapılan savaşta Zübeyr ve Talha şehit edilmiştir. Aişe `ye dokunulmamıştır. Savaştan sonra Hz. Ali dönmemiş Kûfe`yi merkez yaparak , Irak `ı kontrolüne almıştır.
Ancak Şam valisi Hz. Ali`nin halifeliğini tanımayarak mucadeleye devam etmiştir. Hz. Osman `ın katillerini cezalandıracağını ilân etmiştir.
* Sıffın Savaşı (657):
Hz. Ali`nin barış teşebbüsleri yine sonuçsuz kalınca iki taraf arasında savaş çıkmıştır. Temmuz 657 `de Fırat Nehri kıyısında Sıffın adı verilen yerde başlayan savaşta Muaviye yenilirken Amr Bin As `ın teklifi üzerine askerler mızraklarının ucuna Kur-an`ı Kerim saifelerini takmış ; “ Aramızda Kur-an`ı Kerim hakem olsun “ demişlerdir. Hz. Ali kendi askerine bunun hile olduğunu söylesede askerler bunu dinlememişlerdir. Bunu üzerine islam tarihinde hakem olayı denilen bir hadise gerçekleşmiştir. Arm Bin As Muaviye`nin , Ebu Musa El-Eşari ise Hz. Ali `nin hakemi olmuştur. İkisi yaptıkları görüşmelerden her iki tarafın halife olmasını yeni bir halife seçilmesini kararlaştırmışlardır. Yinede bu kararlar islam dünyasının bölünmesini engelleyemedi. Hakem olayından sonra islam dünyasından sonra Hz. Ali yanları, Hz. Muaviye yanları ve her ikisini de kabul etmeyen hariciler olarak ayrılmıştır. Hz. Ali tarafına Şîî, Hz. Muaviye tarafına Emevi denirdi.
* Nehrevan Savaşı (659):
Hariciler Hz. Ali`nin üzerine yürümüştür. Halkıda isyana teşvik etmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ali bu olayı Nehrevan savaşıyla dağıtmıştır. Hariciler islam dünyasının bu şekilde dağılmasını Hz. Ali , Hz. Muaviye ve Arm Bin As `ı sorumlu tutarak suikast yapmaya karar vermişlerdir. Hz. Ali şehit edildi, diğer ikisi kurtulmuştur. Böylece dört halife devri kapanmıştır.
_DÖRT HALİFE DEVRİ`NİN GENEL ÖZELLİKLERİ_
· Halifeler seçimle iş başına gelmişlerdir.
· Bu dönemde Arap milliyetçiliği yapılmamıştır.
· Türklerle ilk siyasi ilişkiler bu dönemde başlamıştır.
· İslam Devleti bölgenin en önemli siyasi gücü haline gelmiştir.
· Sistemli bir devlet teşkilatı oluşturulmuştur.
EMEVİLER (661-750)
Hz. Ali `nin şehit edilmesinden sonra islam dünyası, Emevi ailesinden Muaviye`nin eline geçti. Muaviye, Emevi devletini kurduğu sırada ırkta bulunan müslümanlar da Hz. Ali`nin büyük oğlu Hz. Hasan `ı halife seçmişlerdi. Hz. Hasan Muaviye`nin ordu topladığını duyunca, bazı şartlarla halifelikten vazgeçti. Ancak, muaviye sözünde durmadı. Hz. Hasan `ın ölümünden sonra , oğlu Yezid`i veliaht ilân etti. Muaviye devrinde halifelik , babadan oğula geçen bir saltanat haline geldi.
Yezid DÖNEMİ (680-683):
Yezidìn halifeliğine Hz. Hüseyin karşı çıkınca , Hz. Huseyin ve onun çok az sayıdaki taraflarını Kerbelâ `da şehit etti (681).
ÖNEMİ: İslam dünyası , bu olaydan sonra kesin olarak Sunnî ve Şîî mezheplerine ayrılmıştır. Bu devirde Ukbe Bin Nafî , Kuzey Afrika`nın fethini tamamlamıştır.
Abdülmelik DÖNEMİ (685-705):
Emevilerin en parlak dönemidir. Arapça resmi dil ilân edildi. İlk defa Arapça yazılı paralar basıldı.
Velid DÖNEMİ (705-715):
Abdülmelik 705 yılında ölünce yerine oğlu Velid geçti. Bu dönem Emevilerin en parlak ve en hızlı geliştiği dönemdir. Doğuda Türklerle sert mücadeleler sonunda müslümanlar bir yandan Hindistan `a ulaştılar. 771 yılında Tarık Bin Ziyad komutasındaki müslümanlar Avrupa`ya (İspanya yoluyla) geçtiler. İspanya`ya Vizigotlar`ı yenen Tarık , Kuzeye doğru ilerledi ve İspanya fethedildi.
Velid`in 715 `te ölümünden sonra duraklama dönemine giren Emevi Devleti fetih hareketlerine girişemedi. 716 yılındaki İstanbul kuşatması başarırız kaldı. Ömer Bin Abdülaziz döneminde yeniden toparlanıldıysa da bu uzun sürmedi. Bu durgunluğu gidermek için son halifelerden Hişam zamanında İspanya üzerinden Fransa`ya yüründüyse de bu olay bozgunla sonuçlandı.
* Putavya Savaşı (732):
_Nedeni:
Müslümanların Avrupa içi, Hristiyanlığın merkezi olan İtalya`ya doğru ilerleyerek islamiyeti yaymak istemeleri , Avrupalılar`ın da müslümanlara karşı birleşerek onları Fransa`dan atmak istemeleri.
732`de yapılan savaşta başta Franklar olmak üzere , Hristiyan Avrupalılar Emeviler`i bozguna uğrattılar.
_Sonucu:
Müslümanların Batı Avrupa`daki ilerleyişlerinin durmasına hatta gerilemesine neden olmuştur. Müslümanlar buradan daha ileriye gidemediler. İslam Dünyası`nı olmusuz yönde etkileyen ilk büyük savaş Putavya `dır. Zayıflamaya başlayan Emeviler devletinde merkezi otorite de bozulunca 750 yılında Ebu Müslim Horasani komutasındaki Abbasileri temsil eden ordu, Emevilere son verdi.
Emevi Devleti`nin Yıkılış Sebepleri:
· Emeviler Arap olmayan müslümanları “ Mevali “ (azat edilmiş köle) gözüyle görmeleri Emevilere karşı kin ve husumet uyandırmıştır.
· Sonradan müslüman olanlardan cizye vergisi almaya devam etmeleri.
· Emevi fetihlerinin İspanya`da ve Asya`da durulmuş olması.
· Şîî ve Haricilerin devleti zayıflatmak için faaliyetleri.
· Sınırların genişlemiş olması nedeniyle, merkezi idarenin kontrolünün zayıflaması.
· Zevk ve sefanın artmış olması.
_Yıkılışı:
Horasan bölgesinin komutanı Türk asıllı Ebu Müslim isyan ederek Hz. Peygamber`in amcası Abbas`ın soyundan gelen Ebu`l Abbas Abdullah`ı halife etti. Emevi sülalesinden yakalananlar öldürülmüş. Kurtulanlardan , Abdurrahman , İspanya`ya giderek “ Endülüs Emevi Devleti” `ni kurdu (756).
*__! Endülüs Emevi Devleti`nin kurulmasıyla islam dünyasında Abbasi ve Endülüs Emevi Devleti olmak üzere iki siyasi güç ortaya çıktı.
ABBASİLER DEVLETİ DÖNEMİ (750-1258)
Emeviler 750 yılında ortadan kaldırılan Abbasiler İslam Dünyası`na kısa zamanda hakim oldular.
İlk Abbasi halifesi Ebu`l Abbas Abdullah `tır. İslam devletini dağılmaktan kurtarır ve güçlendirir. Daha ilk yılında Çinlilerle Orta Asya`ya hakim olabilmek için Talas Irmağı kenarında büyük bir meydan savaşı yapıldı. Türklerde bu savaşta ilk defa olarak müslüman Araplar`ı destekledikleri için savaşı müslümanlar kazanmıştır.
Talas savaşı Abbasi Devleti`nde olumlu etki yaparak ve devlet bütün İslam Dünyası`nda kabul görecektir. Daha sonra güçlenen Abbasiler Irak`a önem verecekler ve başkenti Bağdat`a taşınacaklardır. Daha sonraları Bağdat büyük bir kültür merkezi haline gelecektir.
786-805 yılları arasında Abbasilerin lideri olan Harun Reşit bu devlete en parlak dönemini yaşatmıştır. Devleti siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerden en iyi dönemini yaşatmıştır. Bizansla mücadele edilmiş ve büyük başarılar sağlanmıştır. Abbasiler Harun Reşid`in oğulları zamanında gücünü devam ettirdi. Emin , Memun ve Mu`tasım dönemlerinde türkler Abbasi ordusunda hizmet ettiler. Üst kademelere kadar yükseldiler. Böylece IX. Yüzyıldan sonra Abbasiler Devleti`nde Türkler etkili rol oynadılar. Yine bu dönemlerde Bizanslılardan korunmak için sınırlarda türklerden oluşan Avasım şehirleri kuruldu.
Asrın ikinci yarısından sonra hakim olduğu sahalara özerklik (muhariyet) tanıdı. Böylece bazı küçük devletçikler çıktı ki bunlar
“ Tavaifül Mulk ” denildi. Bu devletlerden bazıları şunlardır: Tolunoğulları , İhşitler, Tahiroğlulları, İdrisiler, Ağlebiler vb.
Ayrıca 10. asırdan sonra Şîî Fatımiler Kuzey Afrika`da etkili olunca Abbasiler bu asırdan sonra Kuzey Afrika`da varlık gösteremediler.
1055 yılında Tuğrul Bey Bağdat`ı Şîî Büveyh oğlullardan kurtardıktan sonra siyasi gücü eline aldı. Böylece Abbasiler islam dünyasındaki güçlerini Selçuklu Türklerine bıraktılar.
Zayıflamış olan Abbasi Halifeliğine 1258 yılında İlhanlı Moğolları (Hülagu) son verdiler. İslam Dünyası`na Osmanlılar`dan sonra en uzun ömürlü hanedan olan Abbasiler İslam Dünyası`na birçok alanda büyük katkıda bulunmuştur.
_ · Abbasiler`in Genel Özellikleri · _
· İslam tarihinde ilk medreseler, vezirlikler ve anlam da Divan teşkilatı bu dönemde kurulmuştur.
· Sadece Araplar`ı ön planda tutan değil bütün müslümanlara eşit davranab bir devletti.
· Hiçbir zaman Avrupa`ya sahip olmamışlardır. İlk Çağ Yunan, Roma klasikleri Arapçaya tercüme edilmiştir.
· Türklerle yakın ilişkiye girilmiş ve türkler bu dönemde müslüman olmuşlardır.
· Irak önem kazanmıştır.
· Bilim ve tekniğe çok büyük önem verilmiştir. İslam dünyası bu dönemde en önemli kültür merkezlerine sahip olmuştur. Hakim oldukları sahalara özerklikler ( Tava`ifül Mülk ) tanınmıştır.
· Merkezi otorite çok güçlü değildi.
· Sınırların genişlemesi savaş yoluyla değil hoşgörüyle gerçekleşmiştir.
· Moğollar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Böylece sadece Irak değil, Afrika dışında bütün islam dünyası Moğolların tahribatına uğramıştır.
· Bu dönemden sonra islam dünyasında genelde Türkler hakim olmaya başlamışlardı.
ENDÜLÜS EMEVİLER`İ DÖNEMİ (756-149)
Emevilerin 750 yılında yıkılışlarından sonra , Abbasiler`in egemenliğini tanımayan İspanya`daki müslümanların başına yine Emevi Hanedanı`ndan Abdurrahman geçti. Kurtubay`ı başkent yaparak Avrupa müslümanlarını bu devlet temsil etti. Endülüs Emeviler`i daha çok ilme öenm vererek mükemmel ilim ve kültür merkezleri meydana getirdiler.1031 yılında bu devlet çeşitli kollara ayrıldı. Bu dönem 1031`den 1942 yılına kadar sürdü. Bu dönemde “ Tava`ifül Mülk “ devri denir. En etkili devletçilik Beniahmer Devleti`dir. Askeri ve Siyasi gücünü kaybeden Endülüs Emevileri`ne 1492 yılında İspanyol Kastilyalılar son verdi.
ÖZELLİKLERİ:
1. Sanat , Bilim ve Kültür`e en çok önem veren islam devletidir.
2. Sınırları sadece İspanya ile çevrilidir.
3. Avrupa`da Rönesans`a iki eden iki islam devletinden biridir.(diğer Osmanlı).
__DEVLET TEŞKİLATI__
a-) Devlet Başkanı:
1. İslamın siyasi yapısı dini temellere dayanıyordu.
2. Medine`de Hz. Muhammed `e kurtarıcı gibi bakılması onun hem siyasi hemde dini görevleri yürütmeyi üzerine almasına sebep olmuştur.
3. İlk islam devleti Peygamber efendimiz tarafından kurulmuştur.
4. Halifeler dini ve idari vazifelerin dışında bütün yetkileri de kullanıyordu.
5. İlk dört halife seçimle iş başına geldiğinden bunların zamanına CUMHURİYET DEVRİ `de denilir.
b-) Merkezi Teşkilatı:
1. İslam devletinin merkez teşkilatı ilk önceleri son derece basitti.
2. Fetihlerle devlet sınırları genişleyince ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak üzere yeni müesseseler kuruldu.
3. Merkez teşkilatı Abbasiler zamanında mükemmel hale geldi.
4. Asayiş işlerinde sorumlu olmak üzere “ Şurta Teşkilaı “ kuruldu.
5. Binin emir ve yasaklarına uyulmasının sağlanması,çarşı pazarın konrolü ahlaka aykırı hareketlerin önüne geçilmesi “ Hisbe Teşkilatı “ `nın vazifesi idi.
6. Pasta işlerini Divan Berid yönetiyordu. Emeviler zamanında kurulmuştu.
7. Abbasi halifeleri devlet işlerine fazla vakit ayıramadıklarından bunlar adına işleri çekip çevirecek “ vezirlikler “ mühtesiplik gibi görevler ortaya çıkmaya başladı.
ORDU
1. İslamın ilk dönemlerinde ordu gönüllerinden oluşuyordu. Cihad`ı bütün müslümanlar için farz kılınması , onları oloğal asker olarak kabul ediyordu.
2. Sınırların genişlemesi ile asker sevkiyatı güçleşti. Bu yüzden sınır boyları ordugâh şehirler kurulmaya başlandı.
**__! Ordugâh şehirlere önce askerler, sonra onların aileleri yerleşiyordu. Böylece hem sınır muhafazası , hem fetihlerin kolaylaması, hem de İslam`ın yayılması sağlanıyordu.
3. Abbasiler zamanında Türk tesiri ile 10`lu sistem islam ordu teşkilatına girdi.
4. İlk islam donanması ise Hz. Osman zamanında Suriye`de kuruldu.
ADALET
Hicretten sonra adalet işlerine bizzat Hz. Muhammed bakıyordu. Hz. Ömer zamanında devlet sınırları genişleyince her vilayette kadılıkları kuruldu.
DİN VE İNANIŞ
İslam kelimesi , Allah`ın irade ve isteklerine teslim olmak demektir. İslamiyeti kabul edenlere Müslüman denir.
Müslüman ; kendisini , nefsini ve bütün varlığını Allah`a teslim etmiş. Allah `ın birliğine inanmış , bu suretle selamete erişmiş insan demektir. İslam dinin temeli Kur-an`ı Kerim `dir. Kur-an`ı Kerim Allah tarafından Hz. Muhammed `e gönderilen vahiylerin bir araya toplanmasıyla meydana gelmiş ve bu güne kadar da hiç bir değişikliğe uğramamamıştır. Her dinde olduğu gibi islam dininde imana ve ibadete ilişkin esasları vardır.
_İmana ilişkin esaslar: Müslüman olmak için bazı şartlar kabul etmek mecburiyeti vardır. Bunlara imanın şartları denir. Bu şartlar şunlardır:
1. Allah`ın birliğine inanmak
2. Meleklere inanmak
3. Kutsal kitaplara inanmak
4. Peygamberlere inanmak
5. Ahiret gününe inanmak
6. Kader, hayır ve şer herşeyin allah`tan geldiğine ve öldükten sonra yeniden dirilişe inanmak
İbadete ilişkin esasları: Bir müslümanın islam dininin beş temel şartına uyması Allah tarafından farz kılınmıştır. Bu şartlar şunlardır:
1. Kelimeyi şahadet getirmek
2. Günde beş vakit namaz kılmak
3. Yılda bir ay oruç tutmak
4. Zekat vermek
5. Hacca gitmek
SOSYAL ve İKTİSADİ HAYAT
Sosyal Hayat:
İslamiyet bütün müslümanların eşit ve kardeş kabul etmekle birlikte Emeviler zamanında Araplar Kendilerini diğer müslüman milletlerden üstün gördüler devlet yönetiminde bütün önemli görevler ve askerlik Arapların elindeydi. Arap olmayan müslümanlara karşı
“ mevali “ deniyordu. ( İranlılar , Mısırlılar, Berberiler ve Türklerr gibi). Toplumda diğer bir sosyal sınıf “ zımnîler “ (gayri müslimler ) idi. Emevilerin , mevaliyi küçümsemesi , vergi yönünden haksızlıklar yapması , yıkılışlarındaa en önemli sebeplerden biri oldu.
Abbasilerin yönetime gelmesiyle , mevalinin durumu değişti. Müslüman olmak şartıyla her milletten kişiler önemli görevlerle gelmeye başladılar. Önce İranlılar, daha sonra Türkler , Sivil ve askeri görevlere getirildiler.
Ekonomik Hayat:
İslam Devleti`nde ekonomik hayat Abbasiler döneminde gelişme gösterdi. Devletin tüm gelirleri Beytü`l-Mal denilen devlet hazinesinde toplanırdı.Hazinenin başlıca gelir kaynakları şunlardı:
1. Öşür: Müslüman halktan alınan onda bir oranda toprak vergisi.
2. Haraç ve cizye: Müslüman olmayanlardan alınan toprak vergisine “ haraç “ sağlıklı gayri müslim erkeklerden , askerlik görevi karşılığı alınan vergiye de “ cizye “ denir.
3. Zekat ve Sadaka: Zengin müslümanlardan alınan bir vergi olup toplanan zekat ve yoksulluklara dağıtılırdı.
4. Ganimet: Savaşlarda elde edilen ganimetin beşte biri hazineye aitti.
5. Diğer Gelirler: Maden , orman , otlak , tuzla gelirleri , yalancı tüccarlardan alınan vergiler ve yabancı devletlerin gönderikleri vergi ve hediyeler.
Toplanan gelirler orduya , kale yapımlarına , bayındırlık işlerine , fakir , dul , yetim ve hastalara harcanırdı. Vali ve komutanlara , büyük devlet memurlarına maaş yerine arazi verilirdi. Bu kişiler , kendilerine verilen araziden aldıkları öşür ve haraçlarla geçinirlerdi.
İlk altın ve gümüş para Emevi Halifesi Abdülmelik (685-705) zamanında basıldı. Altın paraya “ dinar “ , gümüş paraya “ dirhem “ denirdi. Fetihler sonrasında Irak , Suriye , Mısır , Maveraünnehir`de tarım çok gelişti. Abbasiler döneminde tarımın gelişmesi için sulama faaliyetleri başlatıldı ve bataklıklar kurutuldu. Sulanabilen alanlarda, buğday, arpa, pirinç, en çok yetiştirilen ürünler oldu.
Yazı , Dil ve Edebiyatı
İslamiyet yayılması paralel olarak , Arap alfabesi de yayıldı. Arap harfleri bütün islam ülkelerinde ortak yazıyı oluşturdu. M.Ö IV. Yüzyılda Kuzey Arabistan`da bir devlet kurmuş olan Nabatlıların yazısı , Arap harflerinin doğuşuna yol açtı. Arap Alfabesiyle yazı sağdan sola doğru yazılırdı. Bu alfabede bir çok sesli harf yazılmaz bunların yerine “ hareke “ denilen işaretler kullanılırdı. Harfler , kelimelerin başında , ortasında ve sonunda değişik şekiller alınırdı.
İslamiyetle birlikte Arapça önem kazandı ve fetihler yoluyla geniş alanlara yayıldı. İslam dünyasında ortak dil durumuna geldi. Arapça`nın ortak dil durumuna gelmesinin sebebi; Arapça`nın Kuran dili olması ve ibadetin Arapça ile yapılmasıydı. Emevi Halifesi Abdülmelik zamanında Arapça resmi dil olarak kabul edildi. Arapça zamanla gelişerek , bilim ve kültür dili haline geldi.
İslamiyet öncesi dönemde Araplar arasında şiirin önemli yeri vardı. Emevilerin zamanında Hz. Muhammed`in hayatını anlatan eserler yazılmaya başlandı. Abbasiler zamanında edebiyat alanında felsefi düşünceler yer alırken , Batıdan tercümelerde yapıldı.
BİLİM VE SANAT
Bilim:
İslam dünyasında bilim alanında gelişme , özellikle fen , tıp ve felsefede olmuştur. Bilim alanında gelişme Emeviler döneminde başladı. Bu dönemde İran , Hint , Süryani ve Yunan dillerinden Arapça`ya tercümeler yapıldı. Tercüme faaliyetleri Abbasiler döneminde de devam etti. Yapılan tercümeler daha çok tıp , astronomi , fizik , kimya , matematik ve mantık gibi bilim dallarında yapılıyordu. Abbasi ve Endülüs halifeleri , bilim alanındaki çalışmalara büyük destek verdiler. Bağdat ve Kurtuba şehirleri , dünyanın en büyük bilim merkezleri durumuna geldiler.
a-) İslami Bilimler: Tesfir (Kur-an`ın ayetlerini yorumlamak ve açıklamak) ; kıraat (Kur-an`ın doğru okunmasını mümkün kılan bilim dalı) ; hadi ( Hz. Muhammed`in çeşitli konularda müslümanları aydınlatmak ve Kur-an ayetlerini açıklamak için söylediği sözler) ; fıkıh (İslam hukuku) ; kelam ( İmanın esaslarını ortaya koyan ve bunu delilleriyle savunan bilim dalı).
b-) Aklî Bilimler: Tıp , matematik , kimya , felsefe ve astronomi idi. Müslümanların bu bilim dallarını Arapça`ya yapılan tercümeler sonucu tanıdılar. Abbasi Halifesi Mansur zamanında başlayan tercüme faaliyetleri , Harun Reşid ve Memun zamanlarında büyük gelişme göstermiştir. Bu dönemlerde Yununca , Farsça , Hintçe ve Süryaniceden çok sayıda eşer tercüme edildi.
Eğitim Öğretim
Eğitim ve öğretim konusunda ilk gelişme Abbasiler zamanında başladı. X. Yüzyılda ilk medreseler açıldı. Bu medreselerde tefsir , hadis , fıkıh , kelam gibi islami bilimler okutuldu.
İslam dünyasında ilk büyük medreseyi Türkler kurdu. Alp Arslan`ın emriyle vezir Nizam ül-Mülk tarafından Bağdat`ta kurulan Nizamiye Medresesi dönemin en büyük ve ileri eğitim – öğretim kurumuydu (1067). Nizamiye Medresesinde , İslam bilimlerin yanı sıra matematik, felsefe, dil ve edebiyat gibi dersler de okutulurdu.
Endülüs Emevi devletinde de eğitim ve öğretim de oldukça ileriydi. Kurtuba Medresesi Müslüman öğrencilerin yanı sıra çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen Hristiyan öğrencilerden eğitim gördüğü yerdi. Ayrıca Kahire , Gırnata ve Sevil Şehirlerinde de yüksek medreseler açılmıştı.
Sanat
1. İlk islam eserlerinin mimari özelliği yoktur.
2. Devletin sınırlarının genişlemesi ve başka kültürlerin tesiri ile islam mimarisi ortaya çıkmaya başladı.
3. İslam mimarisi başkent Şam iken Bizans tesirinde kalmıştır. Başkent Bağdat`a taşınınca Bizans tesirinin yerini Eski Doğu ve Sasani tesiri aldı.
4. Samerra şehrinin kurulması ile Türklerin mimaride etkileri görülmeye başladı.
5. Gımata`daki El Hamra sarayı batıdaki islam mimarisinin en güzel örneğidir.
--İslam Medeniyetinin Diğer Medeniyetlere Etkisi--
İslam Medeniyetinin gelişmesi, dünya tarihinin en önemli olaylardan sayılır. İslamiyet , yıllar boyunca görgü ve dini hoşgörü bakımından Hristiyan dünyasına önderlik etmiştir. Bunun yanı sıra edebiyat , tıp , felsefe gibi bilim dallarında da Batı dünyasına öncü olmuştur.
İslamiyeti yaymak amacıyla başlatılan fetihler müslümanları doğuda ve batıda değişik kültür vbe medeniyetlerle karşı karşıya getirdi. Zamanla bu medeniyetlerden etkilenen müslümanlar , kendi inanç ve görüşlerini de katarak islam kültür ve medeniyetini maydana getirdiler Emevilerle başlayan ve Abbasiler döneminde hız kazanan tercüme faaliyetleriyle eski Yunan ve Helenistik dönem eserleri Arapça`ya çevrildi. İslam bilginleri bunlardan yararlanırken , aynı zamanda kendi yorumlarını da katarak, yeni eserler ortaya koydular. Bağdat , Kahire , Şam, Kurtuba , bilim kültür merkezleri durumuna geldi.
**__! İslam medeniyeti bütün müslümanları ortaklaşa oluşturdukları bir medeniyettir.
Geniş ölçüde Bizans ve Sasanilerden etkilenmiştir.
_SONUÇ_
İslam Tarihi ile islam islamiyetin nasıl olduğunu , hangi savaşların ve nasıl olduğunu, neler yaşandığını ve birçok fetihlerin yapıldığını öğrendik.
Ben şu ana kadar mensup olduğum İslam Dini`nin geçmişini (nasıl doğduğunu) kulaktan dolma bilgilerle biliyordum. Okul derslerinde öğrenmiş olduğum bilgiler ve çeşitli kaynaklardan araştırmış olduğum İslam Tarihi`ni çok iyi öğrenmiş oldum.
İslam Dini doğduktan sonra İslam Medeniyeti kuruldu. İslam medeniyetinin ilk kurucusu olan Araplar , İslamiyet öncesi dönemde önemli bir medeniyete sahip değildiler. Arağlar islamiyetin verdiği inanç ve heyecanla bir millet haline gelmişlerdir.
İslam Medeniyeti Türklerin islamiyeti kabul etmelerinden sonra özelliklede Selçuklular ve Osmanlı Devleti döneminde büyük gelişme gösterdi ve geniş alanlara yayıldı.
Kur’an-ı Kerim¸ Maide sûresinin 14. ayetinde teknolojiye işaret etmektedir. Kur’an bu işaretinde¸ teknolojinin Hıristiyan medeniyetine verilmiş bir ceza olduğunu belirtmektedir. Bu ayetlerin bu şekilde tefsiri şüphesiz yenidir. Ayette kullanılan “yesnaun” lâfzı “yamelun”¸ “yefalun” gibi işlemek¸ yapmak değil de sanayi “kelimesiyle” aynı mânâ kökünden gelmiş bulunmakta ve böylece “sanayi toplumuna” açık bir şekilde işaret olunmaktadır.
Demek ki¸ 1400 sene önce indirilmiş ve ebediyen meriyetini muhafaza eden bir ilâhî mesajla karşı karşıyayız. İslâm’ın mesajıdır bu. Teknolojinin ölümcül mesajının sefası da İslâm’ın bu mesajıdır. Nitekim¸ bugün sanayi toplumunun birçok evlâdı¸ İslâm’ı seçmektedir. İslâm’ın mesajı ebedî ve değişmez kaynak olarak ortada durmaktadır. Amma¸ onun hayata geçirilmesi ve insanlığa tebliğ noktasına gelince iş değişmektedir.
Sanayi toplumunun hücumu karşısında bulunan İslâm dünyası¸ kendi mesajını Batı’ya değil çoğu zaman kendisine iletecek güçten mahrum kalmaktadır. Batı’nın kötü bir taklitçisi¸ takipçisi ve müşterisi rolüne mahkûm kalmaktadır. Bugün Batı¸ İslâm’a hâl⸠yedi sekiz yüz sene evvelki İslâm mütefekkirleri kanalıyla yaklaşabilmektedir. Meselâ Mevlâna¸ mesela Muhyiddin-i Arabî… Çağdaş İslâm mütefekkiri bulamamaktadırlar.
Milletlerarası politika sahasında da İslâm dünyası¸ İslâm mesajından çok¸ dünyevî alâkalara itibar etmektedir. Halbuki insanlığa İslâm’ın mesajını verebilmek için bugün İslâm dünyasının çok büyük mâlî imkânları da bulunmaktadır. İslâm dünyası¸ silâhlanmaya sarf ettiği milyarlarca doları¸ dünyanın geri kalmış ülkelerine Kur’an’ın ölçüsü içerisinde dağıtsa¸ insanî gayeler¸ insanî tefekkür yolunda harcasa¸ en kaba mânâsıyla İslâm’ın propagandasını¸ reklâmını yapsa dünyanın havası değişir.
İslâm dünyasının kültür değerlerini batıya tanıtmak için gerekli mâlî kaynakların temin edilmesi hâlinde bütün dünyanın susamış olduğu ahlâkî mânevî değerler sahiplerini¸ bekleyenlerini bulacaktır.
Bunun neticesi olarak da İslâm ve dolayısıyla İslâm dünyası lâyık olduğu itibarı hiç olmazsa ahlâkî¸ fikrî sahada kazanacaktır. Halbuki¸ bir politika isterisine tutulmuş bulunan İslâm ülkeleri¸ değil Batı’ya bir sulh ve selâmet örneği olmak¸ kendi aralarında en pahalı ve inatçı harpleri sürdürmek sûretiyle¸ İslâm hakkında beslenen ümit ve iyi niyetleri yalanlamakla meşgul görünmekteler.
Afganistan’ı Ruslar işgal ederken¸ iki İslâm ülkesi de birbirlerini mahvetmek için senelerdir milyarlarca dolar harcadılar. Hiçbir çağda bir dünyanın¸ kendisinin kötü propagandasını yapmak için böyle milyarlarca dolar ve yüzbinlerce insan feda ettiği görülmemiştir.
Kısaltırsak insanlığın karşısında “faydalı”nın ve “meşru”nun sınırlarını zorlayan bir teknolojiyi ıslah etmek ve onu ahlâkî ve manevî bir istikamete yönlendirmek gibi mühim bir mesele var. Bu derdin üstesinden gelebilmek için de en az bugünün ilim ve teknik seviyesini bulmak ve bugünün manevî ve ahlâkî seviyesini çok aşmak şarttır.
Bugün Doğu’da ve bilhassa Doğu ile Batı arasında bir medeniyet köprüsü olan İslâm’ın rönesansını hazırlayan ilmî faaliyetleri vardır. İslâm’ın tekniğe büyük hizmetleri vardır. Doğunun diğer medeniyetleri böyle değildir. Onlar Batı tekniğini olduğu gibi alacaklar ve hastalanacaklardır. En azından Batı karşısında “şahsiyet” olamayacaklardır. Bir batılı düşünürün çok düşündürücü bir sözü vardır. “Barut¸ pusula ve matbaa ilk defa Çin’de kullanıldı amma¸ donanma İngiltere’de¸ “efkâr-ı umumiye” Avrupa’da doğdu.”
Teknolojiyi geliştirici çalışmalar kadar ve belki de ondan daha fazla “teknoloji”yi yönlendirici¸ meşrutiyetle sınırlandırıcı¸ ahlâkî ile yükseltici¸ manevî ile kanatlandırıcı fikir çalışmaları daha büyük bir ehemmiyet kazanacaktır.
Batı’nın medârı iftiharı olan “efkâr-ı umumiye”sini bile bugün teknoloji şartlandırmaktadır. Halbuki¸ teknolojiyi¸ hadd-î aslî’sine irca edecek ve sadece insanlığın hayrına ve saadetine yönlendirecek bir efkâr-ı umumiye gerekmektedir. Bugün¸ bunu da herhalde “teknoloji” yapacak değildir. Amma bu yeni efkâr-ı umumiyyeyi meydana getirecek potansiyel¸ “teknoloji”yi de sevk ve idare etmiş olacaktır.
Kur’an-ı Kerim’de Maide sûresinin 14. ayeti teknolojinin kaynağı¸ tarlası¸ meyvesi olan sanayin insanlık için ne kadar büyük tehlikeler taşıdığını belirtmiştir. Aynı ışığın altında teknolojik ve teknik araştırmalara girişmek İslâm düşüncesinin borcudur.
Veli mühendisler (teknologlar) yetiştirmek de İslâm medeniyetinin borcudur.
Ergun GÖZE
Tarih İslâm medeniyetinin harikulâde inkişafları ile doludur. İslâm’ın insanlığa getirmiş olduğu bu yenilikler ve insanlık hayrına oluşturduğu bakış açısı zaman ve mekân planında gerçekleşmiş, bununla birlikte ruh, kalp, vicdan ve aklı adeta yeniden şekillendirmiştir. İslâm medeniyeti şayet bütün bunları mezcetmemiş olsaydı, belki İslâm’ın ilk doğduğu bölge olan Arap Yarımadası’nın İslâm öncesi cahiliyye düşünce ve zihniyle yetinecek ve ilkel bir toplum olarak varlığını bir müddet daha sürdürebilecekti. Ama İslâm düşüncesi ile o mükemmel değişiklik ve değişimlerin sağladığı büyük başarılar İslâm kültür ve medeniyetinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İslâm bir din ve bir medeniyet olarak bir taraftan vahyin ışığında bu ilmi verileri zenginleştirip büyük bir izzete kavuşturmak, diğer taraftan da ortaya konan o ürünleri insanlığın hizmetine sunacak şekilde mensupları tarafından geliştirilmiş ve bütün insanlığın yararlanacağı bir medeniyet haline getirilmiştir.
İslâm medeniyetinin en önemli özelliği kendisinden önce hangi alanda olursa olsun yapılmış çalışmaları elinin tersi ile bir tarafa itmeden, ilkel dahi olsa bunları ele almış ve kendisinden önceki medeniyetlerin yaptığı ilerlemeleri ve inkişafları vahyin ışığında ve İslâm inanç ve düşüncesi ile paralellik arz edecek şekilde yeniden yoğurmuş ve bu çalışmalara saygı duyarak geliştirmiştir. Böyle davranması inancının gereği idi. Zira daha evvel gelip geçmiş peygamberlerin kavimleri bu gelişmeleri ortaya koymuşlardı ve İslâm daha önceki peygamberlerin getirmiş olduğu yine vahye dayalı inançların bir devamı olduğundan dolayı bu medeniyetleri ve insanlık hayrına ortaya konmuş her türlü çalışmayı yeniden ele alarak şekillendirmiştir. Kısaca son peygamberin ümmeti, daha önce gelip geçen peygamberlerin medeniyetlerini yeni bir formatla ortaya çıkarmıştır.
Bu çalışmalar Kur’an ve sünnete dayalı ilimlerin yanı sıra sosyal ve fen bilimleri olarak tıp, astronomi, astroloji, matematik, geometri ve diğer bütün alanlarda mükemmel bir noktaya ulaşmıştır. Müslümanlar kendi dönemlerinde, daha önceki çalışmaları binlere katlayacak şekilde yeni inkişaflarla, yeni usullerle bir medeniyeti ortaya çıkarmışlardır. Bu yeni inanç kendisinden önceki bütün medeniyetlere karşı adeta bir dostluk elini uzatarak vahiy çerçevesi içerisinde aklın arayıp mantığın da kabul ettiği hikmeti ihtiva eden bütün verileri benimsemiştir. Çünkü İslâm’a göre “hikmet, mü’minin yitiğidir” Onu bulduğu yerde alır. Müslümanlar işte bu hikmetleri buldukları yerlerde almışlar, ancak ifade ettiğimiz şekilde binlerce kat daha da geliştirmek suretiyle insanlığın hizmetine sunmuşlardır.
İslâm medeniyeti kendisinden evvelki bu çalışmaları reddetmediği gibi, olduğu gibi de kabullenmemiştir. İslâm medeniyeti kendisinden evvelki bilimsel çalışmaları ele alarak kendi metoduna göre ve tevhîd inancı süzgecinden geçirmek sureti ile son derece hassas ve âdil ölçüleri kullanarak, yanlış ve kötü yönlerini atarak insanlığa zarar verebilecek her türlü tortuları ayıklayarak yeniden şekillendirmiştir. İster İslâmi bir görüş olsun, ister tevhîde aykırı olsun, ister daha önceki peygamberlere tabi olan mü’minlerin ortaya koydukları olsun, isterse müşriklerin ve kâfirlerin ortaya koydukları ürünler olsun, beşere mal olmuş olan bütün bu medeniyetlere kucağını açan İslâm medeniyeti bunları ele alırken İslâm’ın ruhuna, tevhîd inancına ve insanlığın tabiatına ve beşerin fıtratına uymayan bütün tortularını iyi bir süzgeçten geçirdikten sonra kendi medeniyetinin sınırlarını belirlemiş ve bütün bu tortuları bu yeni medeniyetin dışında bırakmıştır.
İslâm medeniyetinin bu son derece müşfik, basiretli ve yumuşak anlayışı yalnız kendi çevresinde ve sadece İslâm toplumunda değil, diğer bütün toplumlarda ve medeniyetlerde son derece olumlu karşılanmıştır. Ayrıca İslâm medeniyeti kendinden önceki medeniyetlerden istifade etmek ve onlardan yararlı olan düşünce ve bilimsel çalışmaları alıp geliştirmesi de insanlığın medeniyet kültürünün koruma altına alınmasını sağlamıştır. İslâm medeniyeti bu yaklaşımlarıyla medeniyet tarihinin bir köprüsü vazifesini üstlenmiştir. Kendisinden evvelki medeniyetlere ait bilgi ve düşünce ürünlerini şayet bir tarafa bırakmış olsaydı medeniyet tarihinde bir kopukluk meydana gelirdi. O zaman da insanlığın bu eski düşünce ürünleri ve medeniyetleri unutulacak ve yok olacaktı. İşte İslâm medeniyeti bu yok olmaları engelleyerek onu ele alıp, vahyin çerçevesi içerisinde yeni bir karaktere ve disipline kavuşturmak sureti ile insanlık için büyük bir değer teşkil edecek bir medeniyet oluşturmuştur.
Aynı şekilde Müslümanlar Medine’den çıkıp Endülüs’ten Çin sınırına kadar yerleşmiş oldukları yeni bölgelerde yerli halk ile temasa geçerek onların eskiden sahip oldukları eski Grek ve Pers kültürlerinden yararlanmışlardır. Buradaki yerli halk da ya Müslüman olmuş veya Müslümanlarla birlikte bu yeni medeniyetin ürünlerini ortaya koymuşlardır. Bunlar İslâm inancının oluşturduğu bu yeni fikir ve medeniyet ile karşılaşmış ve Müslümanlardan aldıkları bu yeni dil ve din formu ile İslâm yönetiminin gölgesinde Müslümanlarla eşit şartlarda ortak bir yaşama platformu başlamış ve İslâm devleti bünyesinde mutlu bir yaşama biçimi ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyetinin temel unsurlarından birisi olan Arapça, İslâm’a ister girsin ister kendi eski dininde yaşasın Hind, Pers, Grek, Romen ve Türk milletlerini bir hayli etkilemiş ve bunlar Arapçayı öğrenmeyi bir zaruret kabul etmişlerdir.
İslâm’ın ilk emri olarak İslâm toplumunun vazgeçilmez prensibi haline gelen “okuma” sayesinde İslâm Medeniyeti sürekli gelişmeler göstermiştir. İslâm dini ve medeniyeti ilme, okumaya ve daima ileriye hamle yapmaya verdiği büyük önemden dolayı diğer medeniyetlerden ayrı özellikler taşımaktadır. Allah’ın birliğine inanmanın getirdiği fevkalâde mükemmel toplumsal prensipler ve toplumsal düzenlemeler, kısacası “tevhîd inancının” gölgesinde oluşan İslâm toplum ve medeniyeti kendisine bağlı olan insanları ilkellikten medenîliğe yükseltmiştir.
Tevhîd inancının bir gereği olarak Allah’ın vahdaniyetine inanmanın en basit ve ilk adımı evrendeki her şeye bakıldığında her şeyin Allah’ın varlığına delalet ettiği hususudur. Kur’an’ın birçok âyette tabiattaki bütün olayların gözetilmesini, mevsimlerin, gün ve gecenin nasıl meydana geldiğini, yer ve gökteki bütün cisimlerin hareketlerini, olma ve tekrar yok olmayı, dünyaya gelme ve tekrar ölmeyi, insanların yaşamakta olduğu bütün kişisel ve toplumsal yaşayışı ve hadiseleri, çiçeklerin, ağaçların ve meyvelerin, denizlerin dağların iklimlerin, rüzgârların ve hatta yağmurların ve kainattaki bütün güzelliklerinin düşünülmesini ve bunlardan insanlığın yararına neticeler çıkarılmasını emretmektedir. Bütün bunlardaki her türlü hikmet ve âyetlerin Allah’ın varlığına delalet ettiği gibi insanların da O’na teslim olmalarını gerektirmektedir.
Bu düşünme biçimi ve yaklaşımı İslâm’ın mensuplarına büyük bir motivasyon kazandırmakta ve ilimle uğraşmayı adeta kaçınılmaz bir tutku haline getirmektedir. İşte İslâm inancı gereği olan bir ilmi tutku, toplumun bütün katmanlarındaki herkesi, fakirini, zenginini, en küçük ferdi ile en üst düzeyindeki yöneticiyi teşvik ve sevk etmektedir. İslâm’ın ilmi alanda insanları cesaretlendirmesi büyük kitlelerin ilimle uğraşmalarını sağlamış ve bunu en büyük meşguliyet haline getirmiştir. İnsanlık tarihi İslâm toplumunda olduğu gibi bu kadar çok hızlı bilimsel inkişaflara şahit olmamıştı. İşte bu husus İslâm’a yeni giren kitleler İslâm’ı seçmekle son derece ilkel bir toplum anlayışından hatta taş devri ilmi düzeyinden, ilkel animizm inancından gayet ilmi bir toplum anlayışına ve insan ruh ve bedeninin rahat bulacağı bir ortama kavuşmuştur.
Bugün de Batı toplumu ön yargısız olarak İslam’ı araştırdığı zaman bundaki mükemmelliği görebilmektedir. Batıda bu durum ferd bazında çok görülmüş ve çok kimsenin Müslüman olmasına yol açmıştır. Şayet Avrupa haçlı ruhuyla düşünmeyip ilmi zihinle düşünebilse bugünkü bilimsel inkişaflar ışığında İslam’ı kucaklaması gerekirdi. Ama bilimsel değil de siyasi olarak yaklaşınca İslam’a düşman olmaktadır.
Bütün bu düşmanlığa rağmen İslam herkese merhamet ve şefkat gözüyle yaklaşmakta düşmanının bile içine düştüğü zavallı hâline acımaktadır. Zira İslam medeniyeti imanî, ruhî-ahlâkî ilkeleri öne çıkarırken, adalet ve ihsan, âhiret inancı ve kul hakkına riayet eden değerler üzerinde yükselmiştir. İslam Medeniyeti merhametli, şefkatli, doğru sözlü, mutedil ve dengeli, insaflı ve sevecen, iyiliksever ve paylaşmayı bilen başkalarının haklarını koruyan bir medeniyettir. İslam medeniyeti izzet ve şerefi imanda bulmuş, dürüstlük ve saygıyı ilke kabul etmiştir. Her türlü fuhşiyat ve kötülüğü yasaklamış, bugünkü Batı’nın içine yuvarlandığı ve bir türlü çıkamadığı ahlakî çöküntüden insanlığın nasıl kurtulabileceğinin reçetelerini on beş asır öncesinde tespit etmişti. İnsanlık bu medeniyete tarihte çok şey borçlu olduğu gibi, bugün de çok muhtaçtır.
Prof. Dr. Ahmet AĞIRAKÇA
ALLAH razı olsun.Emeğine sağlık..
Allah Onların şefaatlerini bizlere nail eylesin inş. AMİN...
Ebu Hureyre(r.a.)'den:
"Siz bu söze mi, hayret ediyor, gülüyor da ağlamıyorsunuz"
(Necm, 53/59-60) ayetleri nazil olduğu zaman Suffe Ashabı,
yanakları ıslanıncaya kadar gözyaşı döktüler.
Allah razı olsun kardeş çok önemli paylaşımdı...
Çok duygusal bir paylaşım Allah razı olsun....
DİYARIN SAKİNLERİ, öğrendikleri ilimlerin sadece hamallığını yapmazlar, ilimleri ile amel ederlerdi. Amel ederken de ihlası elden bırakmazlar
Allah razı olsun güzel bir paylaşım...
(SABIR İLE HALKINA TEVEKKÜL VE İLTİCA, ŞÜKÜR İLE REZZAKINDAN SUAL VE DUA)`nın Manasını Gösteren Bir Mesele.
Hifa hatun (ra): Menkıbesi anlatılan fakat hayatı hakkında malumat verilmeyen kadın sahabelerden biridir. Medineli ve ensardan olduğu anlaşılmaktadır. Kabilesi ve doğum tarihi bilinmemektedir. Medine-i Münevvere`de güzelliği ile ün salmış bir kadındı. Bir gün Rasûlullah
(s.a.v) Efendimizin huzuruna gelip şöyle söyledi; "Ya Rasûlullah! Bana beni cennete götürecek bir iş öğret!" Rasûlullah (s.a.v) "Önce birisiyle evlen.Bununla dininin yarısını emniyete alırsın." buyurdu. Ya Rasûlullah! Benim dengim kim olur? "Beni Habeş Necaşisi (kral) istedi, ben onu istemedim.Ubeydullah yüz deve ve başka şeylerde verdi, onu da kabul etmedim. Lakin siz ahirette kurtuluşumun evlilikten geçtiğini buyurdunuz. Siz kimi münasip görürseniz onunla evlenmeye razıyım." dedi. Hifa Hatun`un siz kimi münasip görürseniz razıyım sözünün altında, gönlünden peygamberimizin kendisini müminlerin annelerinden kılacağı ümidi vardı. Lâkin Rasûlullah`ın (s.a.v) böyle
bir niyeti yoktu. Onu gücendirmek de istemiyordu. "Yarın sabah mescide en evvel kim gelirse onunla evlendireceğim." buyurdu. Onunla evlenmek isteyen sahabeleri ümitsizliğe düşürmek istemediğinden böyle bir yol takip etmeyi uygun görmüştü. Ertesi gün hiç biri erken uyanamadı. ALLAH (c.c) onlara uykudayken uyanma imkanı bahşetmedi. Rasûlullah (s.a.v) kimin geleceğini bekleyiverirken aniden Süheyb isimli, fakir, siyah renkli, görünüşü güzel olmayan,uzun boylu, zayıf ve ince yapılı olan sahabe geldi. Hifa Hatun ise, zengin, güzel ve rağbet edilen biriydi. Namazdan sonra Hifa Hatunu çağırdı, durumu bildirdi. O da buna razı oldu. Hiç itiraz etmedi. Rasûlullah (s.a.v) hutbe
okudu, nikahlarını akdetti. "Süheyb, kalk ve bu hanımın için bir şeyler al!" buyurdu. Lakin Süheyb, dünyalığı olmadığını söyleyince Hifa Hatun, kendi servetinden on bin dirhem gümüşlük bir kese getirtti. Onları Süheyb`e verdiler.O da gerekli şeyleri alıverdi. Sonra Rasûlullah (s.a.v) "Ey Süheyb! Hanımının elini tut, onu evine götür!" buyurdu. Bu sefer Süheyb (r.a) dedi ki, Ya Rasûlullah (s.a.v)! benim evim mesciddir. Hangi eve götüreyim?" Süheyb`in bu cevabını işten Hifa Hatun, "Filan yerdeki hazır konağı sana bağışladım. Kalk beni oraya götür." dedi. Onun bu alicenap tavrı ve hareketi Rasûlullah`ın (s.a.v) çok hoşuna gitti de ona dua etti. Sahabe de onun bu hareketini çok takdir ettiler ve onu övdüler. Karı ve koca kalktılar ve birlikte konağa gittiler.Akşam olunca yemeklerini yediler. Rablerine hamd ettiler. Nihayet yatma vakti
gelince, Hifa Hatun "Ey Süheyb! Bil ki, ben sana nimetim, sen bana mihnetsin.Sen bu nimete şükür, ben bu mihnete sabır için, gel bu geceyi ibadet ve taatle geçirelim. Sen şükrediciler, ben sabrediciler sevabına kavuşayım. Çünkü Rasûlullah (s.a.v) 'Cennette yüksek çardak vardır. Bunda yalnız şükredenler ve sabredenler bulunur, buyurdu." dedi. O gece ikisi de taat ve ibadet ile meşgul oldular. Sabah namazını eda için Süheyb mescide geldi. Cebrail a.s onların gerekli hallerini Rasülullah`a (s.a.v) bildirdi. Cennet ve Cemal-i ilahi ile onlara
müjde verdi. Rasülullah (s.a.v) "Ey Süheyb! Geceki halini, senmi anlatırsın, ben mi söyleyeyim?" buyurdu. Süheyb, Ya Rasûlullah (s.a.v) siz söyleyiniz dedi. Rasûlullah (s.a.v) durumlarını, yaptıklarını bildirdi. Ve sonra "Siz cennetliksiniz ve ALLAH-u Teâlâ'yı göreceksiniz" müjdesini verdi. Süheyb sevincinden ve
Cenab-ı Hakk`ın didarı müjdesine kavuşmak şevkinden başını secdeye koydu ve "Ya Rabbi! Eğer beni mağfiret etmişsen, günahlara bulaşmadan ruhumu kabz et! dedi. ALLAH-u Teâlâ, onun ruhunu secdede iken kabz etti. Orada bulunan tüm sahabeler buna ağladılar. Rasulûllah (s.a.v) " Daha şaşılacak şey, Hifa`nın da bu anda ruhunu Hakk`a teslim etmiş olmasıdır." buyurdular. Hakikaten o esnada Hifa Hatun da Hakk`a yürüdüğünden kimsenin şüphesi olmadı. Muhbir-i Sadık Efendimizin her haber verdiği doğruydu. Nitekim bu da
böyle oldu. Sahabe-i Kiram efendilerimiz her ikisininde cenaze işlemlerini yaptıktan sonra ikisinide Cennet-ül Baki`ye yan yana defnettiler. Başları ucuna iki tahta koydular. Tahtalardan birine: "Bu ALLAH-u Teâlâ`nın nimetine şükür edenin kabridir. "Öbürüne de "Bu ALLAH-u Teâlâ`nın mihnetine sabredenin kabridir." kuvvetli bir imana ve tam bir teslimiyete sahip idiler. ALLAH (c.c)
hepsinden razı olsun.
(alıntı.)
Rabbim bizleride sabreden ve şükreden kullarından eylesin inşallah.Emeğinize sağlık abi Allah razı olsun..
kuvvetli bir imana ve tam bir teslimiyete sahip idiler. ALLAH (c.c)
hepsinden razı olsun.
allah c.c razı olsun abi çok güzel paylaşım oldu
evet güzel bir olay tsk ederiz.:)yanılmıyorsam bunu beraber okumustuk :confused:;) tekrar hatırlamıs oldum buarada bana bir hosgeldinizi cok gördünüz ama neysee :mad: