-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
HER İLMİN BİR BİLENİ VARDIR
Nakşi yolunun büyüklerinden Abdulhâlık Gücdevanî (k.s) (vefat: hicri 617, miladi 1220) gençlik yıllarında hocası Şeyh Sadreddin Efendi’den tefsir dersi alıyordu. Şu ayete geldiler:
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. O haddi aşanları sevmez”50 Hocası ayetin tefsirini bitirince, Abdulhâlık Gücdüvanî, hocasına şunu sordu:
“Efendim! Bu ayette bahsedilen gizli dua ve zikir nasıl yapılır. Eğer insan zikir ve duayı açıkça yapsa insanlar görür ve işitir. Bunda gösteriş tehlikesi var. Eğer bu zikri kendi içinden yapacak olsa onu da şeytan fark eder. Çünkü hadis-i şerifte: “Kan damarları içinde kanın dolaşması gibi, şeytan da insanın içinde dolaşır.”51 Buyruluyor. İnsanlara ve şeytana fark ettirmeden Yüce Allah gizlice nasıl zikredilir?” Hocası soruyu hayranlıkla karşıladı ve:
“Evladım! Bu ledünni, ilahi bir ilimdir. Allahu Teala dilerse seni dostlarından birisi ile buluşturur, o sana bu gizli zikri öğretir.” Dedi. Abdulhalik Gücdüvanî (k.s) o dostu beklemeye başladı. Nihayet Allahu Teala kendisini önce Hz Hızır (a.s) ile ve daha sonra büyük arif Yusuf Hemadanî Hz.leri ile buluşturdu. Hz. Hızır (a.s) kendisine gizli yolla nefy u isbat (La ilahe illallah) zikrini öğretti. Hz. Yusuf Hemadânî (k.s) ise onun manevi terbiyesi ile meşgul oldu. Sonuçta onu insanları irşatla mezun etti.
Meşhur Hoca Ahmed Yesevî (k.s) de Yusuf Hemadanî’nin halifesi ve Abdulhalık Gücdevanî’nin yol arkadaşıdır. Bu iki büyük veli aynı kaynaktan terbiye almışlardır. Tarihte ve günümüzde Türklerin ekseriyeti bu iki koldan gelen manevi feyiz ve terbiye ile tanışmıştır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
ON BİR TEMEL USUL
Abdulhalık Gücdevanî (k.s) ve ondan sonra gelen büyükler, manevi terbiye ve kalbi zikirde tutma usullerini on bir temel prensipte ortaya koymuşlardır. Bu prensipler her Müslüman için hedef ahlaklardır. Bütün hak yolcuları için lazım olan usullerdir. Onlar zikrin meyveleridir, güzel terbiyenin sonuçlarıdır. Zikir ayetlerinin tefsiridir. Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin devamlı zikir hâlinin açıklamasıdır. Halk içinde Hak ile olma sünnetinin her devirde yaşanmasıdır. Her an Yüce Allah ile olmanın ispatıdır. Bu usuller şunlardır:
Vukûf-i Zamanî
Manası, yaşanan her anın farkında olmaktır. Hak yolcusu, her anını kontrol etmelidir. O vakit içinde kendisine gereken en hayırlı amelin ne olduğunu bilmeli ve o ameli yapmalıdır. Vakitlerini bir çeşit zikir ile geçirmeye çalışmalıdır. Nefsinin davranışlarını kontrol etmelidir. Eğer yaptıkları hayırlı ve güzel amelse, buna şükretmelidir. Şükür bir zikirdir. Kötü, çirkin ve haram işlere bulaşmışsa hemen tövbe ve istiğfara sarılmalıdır. İstiğfar da bir zikirdir. Geçmişteki noksanlıklarını gidermek için çalışmalıdır. Ayrıca nefes alıp verirken kalbinin durumuna da bakmalıdır. Nefeslerin zikir ve huzur içinde mi yoksa gaflet içinde mi çıktığına dikkat etmelidir. Arifler buna sahv yani manevi uyanıklık hali derler
Hak yolcusu kendisinin devamlı Yüce Allah’ın nazarı ve kontrolü altında bulunduğunu düşünmelidir. Her an Yüce Allah’a gittiğini, ölüme yaklaştığını bilmelidir. Gafletten uyanmaya çalışmalıdır. Şayet uyanamıyorsa, bir gün muhaka uyanacağını bilmelidir.
Vukûf-i Adedî
Manası, çektiği zikrin farkında olmak, adedi korumaktır. Hak yolcusu zikrin sayısına dikkat etmelidir. Zikri, öğretilen edebe uygun yapmalıdır. Sayıyı korumakla birlikte, asıl olarak kalbin huzuruna dikkat etmelidir. Kalbi zikirde toplamalıdır. Özelikle “La ilahe illallah” zikrini çekerken nefsini ve Yüce Allah’tan başka bütün varlıkları unutmalı, aradan çıkarmalı, zikrin tadına ulaşmaya çalışmalıdır. Zikir esnasında kendini aşarak ilâhî cezbeye ulaşmalıdır. Bu aşk ve cezbe, manevi ilimlerin ilk basamağıdır.
Vukûf-i Kalbî
Manası, kalbi zikirde toplamak ve bütünüyle zikrettiği varlığa bağlanmaktır.
Hak yolcusu, zikir esnasında Yüce Allah ile tam bir huzur hâlini elde etmeye çalışmalıdır. Öyle ki, kalbinde O’ndan başka hiçbir varlığa bir meyil ve muhabbeti kalmamalıdır. Kalbin içinde dolaşan dünyevî fikirlere mâni olmalıdır. Zikrin sırrına ve şuuruna ulaşmalıdır. Devamlı kalbe ve içindeki sevgiliye yönelmelidir. Şah-ı Nakşibend (k.s), kalbi zikirde toplamayı ve zikrini yaptığı Yüce Zat’a bağlamayı, sayıya dikkat etmekten daha önemli ve gerekli görmüştür.
Nazar Ber Kadem
Manası, gözün ayağın üzerinde olmasıdır. Hak yolcusu, yürürken devamlı önüne bakmalıdır. Hep kendi işi ile meşgul olmalıdır. Gözünü haramdan ve kalbini karıştıracak şeylerden korumalıdır. Kendisini ilgilendirmeyen şeylere takılmamalıdır. Gözünü korumayanın gönlü karışık olur, ciddi olmayan kimseden ciddi işler çıkmaz, denmiştir.
Hak yolcusunun gözünde tek hedefi olmalı, kalbini o hedefte toplamalı ve girdiği yolda bütün gayretini kullanmalıdır. Allah’tan gayri şeylere iltifat etmemelidir. Hedefine koşarak giden bir kimsenin devamlı önüne bakması gerekir. Yoksa ayağı sürçer, yere düşer.
Hak yolcusunun sözü ile işi bir olmalıdır. İçinde bulunduğu hâle uygun konuşmalı ve davranmalıdır. Ehli olmadığı, bilmediği, tatmadığı hallerden ve ilimlerden bahsetmemeli, onu kendisine mal etmemelidir. Hâlini ve haddini bilmelidir
İmam Rabbani (k.s) der ki: “Nazar ber kadem, hak yolcusunun gözü ayağını ileri geçmez şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu anlayış vâkıaya aykırıdır. Bundan anlaşılması gereken şudur: Göz devamlı ileri bakmalı, ayak da onu takip etmelidir. Çünkü yüksek makamlara önce göz dikilir, sonra adım atılır. İnsan gözünü yükseklere dikmeli ki, gayetini ona göre kullansın. Aza kanaat eden az kazanır. Uçamayan yaya yürümek zorunda kalır.”
Hak yolcusu kendinden ileri gidenleri örnek almalıdır. Zayıf ve geride kalanlara bakıp hâline şükretmeli, ayrıca onlara şefkat gösterip yardım etmelidir.
Bir de mümin mütevazi olmalı, kibir ve çalım içinde yürümemelidir. Sünnete uymalı, önüne bakmalı, gereksiz bakışları ile kimseyi rahatsız etmemelidir.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Hûş Der Dem
Manası, her nefes alış verişte uyanık bulunmak, gaflette olmamaktır. Hak yolcusu her nefesini Allah ile huzur ve uyanıklık içinde alıp vermelidir. Bütün vakitlerini bir çeşit ibadet ve taat içinde geçirmelidir. Çünkü Allah’ın zikri ve itaati içinde geçen her nefesle kul Yüce Allah’a bağlanmış olur ve böyle nefesler diridir, canlıdır, tatlıdır, feyizlidir. Gafletle çıkan ve isyanda harcanan bütün nefesler ölüdür, feyizsizdir, nursuzdur, tatsızdır. Gaflet anında insan Rabbiyle kalbinin bağını kesmiş olur.
Şah-ı Nakşibend (k.s) der ki: “Bizim terbiye yolumuz, nefeslere varana kadar her anını uyanık geçirme üzerine kurulmuştur. Uyanık sufi, iki nefes arasını bile zikirle geçirir.”
Arifler der ki: Bu çok zor bir iştir. Ancak peşine düşenler ve zâtî zikre geçenler, onun mümkün olduğunu anlarlar. Çünkü bu hâli bizzat yaşarlar.
Hak yolcusu, elindeki ânı iyi değerlendirmelidir. Geçmiş zamanın derdi ve geleceğin endişesi ile eldeki ânını zayi etmemelidir. İşin en doğrusu, sık sık istiğfar etmelidir.
Sefer Der Vatan
Manası, halktan kaçıp Hakk’a gitmektir. Hak yolcusu, devamlı seyir ve sefer halindedir.
O, “Ben Rabbime gidiciyim”52 ayetiyle anlatılan durumda olmalıdır. Gidilecek yer cennettir, aranacak şey ilahi rızadır. Bunun için hak yolcusu kötü huyları terk edip iyi huylarla süslenmelidir. Haramı bırakıp helale koşmalıdır. İsyandan takvaya kaçmalıdır. Bu sefer kalp ile yapılır. Bu yol gönül ile katedilir. Kalp uyanmadan önünü göremez, terbiye görmeden Rabbini tanıyamaz, manevi kirlerden temizlenmeden hakkı müşahede edemez.
Bunun için hakka gitmek isteyen kimse, önce güvenilir bir rehber bulmalıdır. İlk sefer mürşide olmalıdır. Sonra onun terbiye ve nezaretinde kalbin manevi seyri gerçekleştirilmelidir. Mürşid elindeki seyr u sülük ile kalp aynası temizlenir. İlahi sevgi ve feyiz ile kalp kuvvetlenir. Nefsin sıfatları değişir. Böylece insan gösterişten ihlasa, gafletten zikre, zulümden adalete, isyandan itaate adım atar. Buna gerçek hicret denir. Kısaca Yüce Allah’a gitmektir. Tasavvufun hedefi, bu hicreti gerçekleştirmektir.
Bir de Hak yolcusu bir hâlde çakılıp kalmamalıdır. Devamlı hayırlarda yol almalı, güzel ahlakta ilerlemeli, manen terakki etmelidir. Hak yolunda seyir devamlıdır, durmak, usanmak ve oturmak yoktur.
Halvet Der Encümen
Manası, halkın arasında iken Cenab-ı Hakk ile beraber olmaktır. Buna zâhiri halk, bâtını hak ile olmak denir. Hak yolcusunun kalbi ilâhî zikrin tadıyla dopdolu olmalı ve her şeyi zikre vesile etmelidir. Varlıklar kalbe perde yapılmamalı, her şey değerine göre yerine konulmalıdır. Kalp Yüce Rabbini tanıdıktan ve O’nun tecellilerini müşahede ettikten sonra başka hiçbir varlık ile perdelenmez, oyalanmaz, aldanmaz, huzur bulmaz. Zikirle uyanmış ve ilahi nurla cilalanmış bir kalp nereye baksa, kiminle karşılaşsa Yüce Allah’a zikreder. Kalbin bu hâle nasıl ulaştığını İmam Rabbanî (k.s), şöyle belirtir:
“Kalbin Allah’tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması ancak, ehl-i sünnet akidesi üzere hak mezheplerin hükümleriyle amel etmek suretiyle elde edilir. Bu, peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenab-ı Hak ile huzur bulup selîm hâle gelen kalb sahipleri, herhangi bir varlığa nazar ettiklerinde, ilk olarak onları yaratanı hatırlarlar ve eşya ile perdelenmezler. Ne kadar düşünseler, bizzat eşyaya ait bir vücut ve sıfat akıllarına getiremezler. Her şeyde ilâhî tecellileri müşahede ederler. Buna ‘fenâ-i kalbî’ denir. Tarikatta ilk basamak budur ve diğer velayet makamları bunun üzerine gelişir.” İmam Rabbanî, I, 278. Mektup.
Necmüddin Kübra (k.s) der ki: “İki zikir bir yerde bulunmaz. Devamlı eşyayı zikir ve dert eden kimse Allah’ı gerçek olarak zikredemez. Allah’ın zikrine dalan kimse de kalbini eşya ile meşgul etmez. Hz. Peygamber (s.a.v) devamlı Allahu Teala’yı zikrederdi. Peygamberlerin ve velilerin normal işleri de zikir sayılır. Çünkü, onların bütün davranış ve işleri Hak ile olur, hak ölçülere uyar. Zikirden gaye, kalbin Allah ile huzur bulmasıdır.” (Necmüddin Kübra, Tasavvufî Hayat, 58)
Nakşi yolunun piri Şâh-ı Nakşibend (k.s): “Bizim yolumuzun esası ‘halvet der encümen’dir, der ve ekler:
“Tarikatimizin temeli sohbettir. Halktan uzaklaşmakta şöhret, şöhrette afet vardır. Hayır, cemiyete girip insanlara hizmet etmektedir. Bu da ancak sohbetle güzel olur. Ancak, hizmetle sohbet birbirini takviye etmeli ve tamamlamalıdır.»
Allah dostlarının bu ahlakı Kur’an-ı Hakimde:
“Onlar öyle erlerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş kendilerini Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekatı vermekten alıkoymaz.”53 ayetiyle anlatılmaktadır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Yâd Kerd
Manası, zikretmektir. Bununla anlatılmak istenen, murakabe dersine geldikten sonra «La ilahe illallah» zikriyle meşgul olmak, tevhidin manasına ulaşmak, devamlı Yüce Allah’ı hatırda tutmak, kalb ile dilin zikrini birleştirmektir. Hak yolcusunun her an gönlü uyanık olmalıdır. Zikir esnasında kalbi Rabbini murakabe ve müşahede etmelidir. Tam bir uyanıklık içinde “lafza-i celâl” veya “kelime-i tevhid” zikrine devam etmelidir.
Şah-ı Nakşibend (k.s), tevhid zikrinin manasını şöyle açıklar: “La ilâhe” nefiy ifade eder. Bununla, kainatta hiçbir ilah olmadığına işaret edilir. Peşinden «İllallah» ifadesi gelir. Bu ise ispattır. Bununla gerçek ilâhın ve ibadet edilecek tek mabudun ancak Allah olduğu ispat edilir. En son «Muhammedu’r-Rasulullah» denir. Bununla, Yüce Allah’a sevilmek ve O’na karşı sevgimizi göstermek için Hz. Peygamber’e uymaya niyet edilir. Çünkü ona uymadan ne tevhid anlaşılır, ne de Allah muhabbeti tadılır.
Bâz Geşt
Manası, dönüş demektir. Bununla anlatılmak istenen; “Nefy u isbat” yani «La ilahe illallah» zikrini çekerken, nefesi serbest bırakma anında, bütün hayalini şu cümlenin manasında toplamaktır: “İlâhi Ente Maksudî ve Rızake Matlubî” Allahım. Benim bütün maksadım sensin, aradığım ise senin rızandır. Sonra zikirdeki kusurunu görüp Cenab-ı Hakk’a sığınmalı ve istiğfar etmelidir. Her zikredişinde nefsinin hiçliğini ve acziyetini anlamalıdır.
Nigâh Dâşt
Manası, muhafaza etmektir. Hak yolcusu zikir esnasında kalbine sahip olmalıdır. Zikir esnasında nefy u isbâtın manasını düşünmelidir. Kalbini, nefsanî düşünce ve endişelerden korumalıdır. Yüce Allah’tan başka düşünce ve arzuların kalbe girmesine mâni olmalıdır.
Yâd Daşt
Manası, anmak, hiç unutmamak, devamlı zikretmektir. Hak yolcusu her an ve mekanda zevk yoluyla Cenab-ı Hakk ile beraber olmalıdır. İlâhî huzur ve neşeden hiç ayrılmamalıdır. Bütün eşyada ilâhî tecellileri müşahede ile kalbini uyanık tutmalıdır.
Gavs-ı Sâni Hz.leri (k.s) buyurdular ki: “Yüce Allah’ı zikre devam ediniz. Zikir çekerken uyanık olunuz. Allah zikrini kalbinizin içine yerleştiriniz. Zikir kalbe yerleşince, siz istemeseniz de kalp Yüce Allah’ı zikreder. Midenizi düşünün; o, siz istemeseniz de kendi işini görür. Siz uyurken bile işine devam eder. İçine zikir yerleşen kalp de böyledir.”
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
TEVECCÜH/MANEVÎ AMELİYAT
Teveccüh, bir şeye yönelmek ve onunla ciddi olarak ilgilenmek demektir. Burada anlatılan teveccüh, mürşidin müridin hasta kalbine yönelmesi, onun tedavisi ile ilgilenmesidir. Bu bir manevi ameliyattır.
İnsanın kalbi, yaratılışta temiz ve nurani olarak yaratılmıştır. Fakat kalp zamanla işlenen günah kirleriyle kararır, paslanır üzerini zulmet kaplar, kalb katılaşır. Nefis ve şeytandan gelen tahribatla kalb yaralanır. Teveccüh, nurani bir ameliyat olup bu işte ehil ve ehliyetli olan mürşid-i kâmil tarafından gerçekleştirilir.
Bu ameliyata hazırlanma safhası vardır. Teveccüh yapılacağı gün, sabahından itibaren yeme içme yapılmaz. Teveccühe abdestli girilir, adap üzere oturulur. Oturma şekli hatmeden faklıdır. Sıra hâlinde, sırtı sırta vererek oturulur. Her sıra arasında mürşidin geçebileceği kadar bir boşluk bırakılır. Gözler kapanır, 25 estağfirullah çekilir ve manevi doktorun, mürşid-i kâmilin içeri girişi beklenir. Teveccüh bitene kadar gözler açılmaz. Bu hâlde bütün dikkat manen yaralı olan kalbe ve bu yarasını saracak tabibe, yani mürşidine çevrilir.
Mürid, mürşidini Allah tarafından görevlendirilmiş ve manevi cihazlarla donatılmış bir doktor olarak görmelidir. O, Allahu Teala’nın izni ve desteği ile Hz. İsa Aleyhisselam’ın nefesiyle ölüleri dirilttiği gibi, manen ölmüş kalbleri ilahi nur ile tedavi eder. Mürşid-i kâmil Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin varisi olduğu için, onun nazarla kalbleri tedavi hâline de varis olmuştur.
Mürid kalbinin doktoru olan mürşidini aşk ve hasretle bekler. Sesini duyunca sevinir, içi ferahlar, ondan büyük bir tat alır, gönlü hoş olur.
Mürid, mürşidi, silsile-i şerifi okurken üzerine Allahu Teala’nın nurları ve ilahi tecellileri indiğini düşünmelidir. Ayrıca Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin rûhaniyetinin o meclise teşrif ettiğine, Sadat-ı Kiramın himmetlerinin yetiştiğine, hepsinin getirdiği manevi hediye ve ilaçların mürşidin eline teslim edildiğine itikat etmelidir.
Mürşid bu emanetleri kalbi ve gönlüyle hazır ve ehil olanlara verir. Onlara layık olmak için zahiren ve batınen edebe sarılıp mürşide yönelmelidir. Boynunu büküp onlara çok muhtaç bulunduğunu fakat layık da olmadığını, kendisinden başka herkesin maksadına ulaştığını, kendisinin ise nefsinin elinde geri kaldığını, çok garip ve çok aciz olduğunu düşünmelidir.
Teveccühte herkes, ümitle korku arasında olmalıdır. Tek ümidi mürşididir, korkusu ise nefsidir. Mürid, mürşidinin kendisine yönelmesi, hasta nefsiyle ilgilenmesi, ona bir ilaç vermesi için kalbiyle çok yalvarmalıdır. Sadat-ı Kiram’ın himmeti, müridin bu himmeti talep edişindeki iştiyak, samimiyet ve edebine göre gelir.
Mürid, mürşidinin yanına yaklaştığını hissedince büyük bir ikram ve devletle yüz yüze geldiğini düşünmeli, mürşidine olan muhabbet ve hürmeti artmalı, bütün varlığı ve duyguları ile ona yönelmelidir.
Mürşid tam yanına gelip hizasına durunca mürid normal bir şekilde ağzını açmalı ve mürşidin nur ve feyiz yüklü nefeslerini içine üfürmesini beklemelidir. Kalbinin bütün yaraları için en güzel ilaç olan bu nur ve feyzi mürşidi ağzına üflediği zaman, nefesiyle içine çekmelidir. Mürşidi kaç defa nefes verirse, hep aynı niyet ve edeple verilen nefesi içine çekmelidir. Teveccüh bitimine kadar mürid huzur hâlini ve mürşidinden himmet talebini devam ettirmelidir.
Teveccühün sonunda okunan bir sûre veya ayet teveccühün bittiğini gösterir. O zaman 25 defa estağfirullah denir ve gözler açılır.
Teveccühün ne zaman yapılacağını mürşid belirler.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
NEFSİN SIFAT VE MERTEBELERİ
Nefsin bir çok mana ve sıfatları vardır. Nefs, insanın zatı anlamına gelir. Ayrıca, ruh, hayat, can gibi manaları da vardır. Ayrıca, Emir âleminden olup yeri iki kaşın arası olan ve diğer latifelerle birlikte üzerinde zikir çekilen manevî sıfata da nefs denmiştir. İnsanın rûhu olan manevî cevhere “Nefs-i Nâtıka” da denir.
İnsandaki bu nefs, varlık olarak bir tane olmakla birlikte sıfatları itibariyle bir çok ismi vardır. Nefsin bu sıfatları ve isimleri şunlardır:
1-Nefs-i Emmâre: Devamlı kötü işleri emreden nefis demektir. Bu nefsin sıfatı, hep kötü işleri istemektir. Kötü işleri güzel görür, kalbi devamlı o tarafa çeker. Ahiret derdi, ölüm düşüncesi, hesap korkusu, azap kaygısı yoktur. Sadece keyfini, şehvetini, rahatını düşünür. Buna ulaşmak için helal haram diye bir sınır tanımaz; her yolu kullanmak ister. Kur’an-ı Hakim’de:
“Hiç şüphesiz nefis devamlı kötülüğü emreder. Rabbimin acıyıp korudukları müstesna”54 Ayeti, bu sıfattaki nefsi tanıtmaktadır.
Kafirlerin, münafıkların ve devamlı günaha dalan kimselerin nefsi bu sıfattadır. Bunun tedavisi, samimi tövbe ve terbiyedir.
2-Nefs-i Levvâme: Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefis demektir. Tövbe ve terbiye ile bir derece uyanan nefis, bu merhalede kendi işlediği kötülükleri önce zevk alıp yapsa da peşinden pişman olur, kendisini kınar, yapmamak için karar verir. Ancak günah önüne gelince, duramaz, yine içine düşer. Sonra pişman olur. İyilik ile kötülükler arasında bucalar durur. Eğer nefs, ilahi rahmet ve manevî bir feyiz ile desteklenirse, bu halden kurtulur. Kur’an-ı Hakim’de:
“Kıyamet gününe ve devamlı kendini kınayan nefse yemin ederim ki..”55 ayeti, bu sıfattaki nefse işaret etmektedir.
3-Nefs-i Mülhime: İlham, feyiz ve keşfe ulaşan ve hayırda kalbe yoldaş olan nefis demektir. Nefis tövbe ile günahların ağırlığından ve şehvet bağından kurtulup itaate yönelirse, ilham ve feyiz almaya kabiliyet kazanır. Artık, haramdan kaçar, hayırlara koşar. İbadet ve zikirden lezzet alır. Kalbinde ilahi aşk ateşi parlayama başlar. Bu nur ile iyi ve kötüyü seçer. Ancak şeytan kalbine girmeye yol arar. Peşini bırakmaz. Günah ile kandıramazsa, ibadetleri içinde kandırmaya çalışır. Kendini beğendirir, insanları küçük ve değersiz gösterir. İçine azaptan emniyet hissi verir, Haktan koparmaya uğraşır. Bu mertebedeki hak yolcusuna kamil bir mürşid nezaret ve yardım ederse, tehlikelerden kurtulur. Yoksa, gizli yollarla tehlikeli hâllere düşme ihtimali mevcuttur.
4-Nefs-i Mutmainne: Huzur bulmuş, sakin olmuş, rahatlamış, ızdırabı dinmiş, şek ve şüphesi gitmiş nefis demektir. Bu mertebe, Yüce Allah’a dostluk yani velâyet mertebesidir. Bu merhalede nefs, kalple birlikte bütün ilahi emirlere sevgi ile uyar. Şek ve şüphesi kalmaz. Izdıraplardan kurtulur. Manevî tecellilere ulaşır; feyizlenir, tatlanır, artık her işte Yüce Allah’ın rızasını hedefe alır. O’na teslim olur. İtaati süreklidir. Kur’an-ı Hakim’de:
“Ey mutmain olmuş (Allah ile huzur ve sükûna ulaşmış) nefs! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. Gir salih kullarımın arasına; gir cennetime.”56 Ayetiyle anlatılan nefis, Allahu Teala’nın aşkı ve zikri ile mutmain olmuş nefistir. Yine bu ayette aşağıdaki üç makama işaret edilmektedir.
5-Nefs-i Râdiye: Allah’tan razı olan, O’ndan gayri her şeyi gözünden silip atan ve sadece Rabbine nazar eden nefis demektir. Bu sıfata ulaşan nefis, kendi iradesini Yüce Allah’ın iradesine teslim eder. O’nun için sever, O’nun için kızar; O’nun için yaşar. Acı tatlı her şeyde ilahi rızayı arar, edebi korur. Herkese rahmet olur, kimseye sıkıntı vermez. Bütün insanlara şefkat gözüyle bakar.
6-Nefs-i Merdıyye: Yüce Allah’ın kendisinden razı olduğu nefistir. Bu nefis sahibi öyle terbiye olmuştur ki, ne yapsa Allah rızasına uygun olur. Günahları unutur; ilahi aşk denizinde yüzer; her şeyi ile âleme rahmet olur. Ona keşif ve keramet olarak ne verilse, o Allah rızasında başka bir şeye iltifat etmez. Bu makam büyük velilerin, ariflerin, kâmil insanların makamıdır.
7-Nefs-i Kâmile: Kâmil, olgun, tertemiz, sâfi nefis demektir. Bu makamdaki nefis sahipleri, Allahu Teala’nın en seçkin, en has kullarıdır. Onlar, ilahi aşkı ve edebi en üst düzeyde temsil eden kutup insanlardır. Onlar, Allah’ın yeryüzündeki delili ve gerçek peygamber varisidirler. Halkı irşad ile görevlidirler. Bütün güzel ahlakları bünyelerinde toplamışlardır. Gavs, kutup diye anılan zatlar bu makamdadır.
Onlar Yüce Hakkı sever; halk da onları sever. Onlar Allah’tan korkar; halk da onlardan korkar. Onlar Yüce Allah’a hizmet eder; bütün alem de onlara hizmet eder. Onlar, Yüce Allah’tan razıdır; kâfir ve gafiller hâriç, cümle âlem de onlardan razıdır.
İşte tasavvuf terbiyesinin hedefi, bu kamil insanla buluşup kamil insan olmaktır. Bu yola giren ve kamil insanı kendisine rehber eden herkes, derece derece nefsini terbiye edip Yüce Allah’a yakın olur. Ebedi saadeti bulur. Bunun için ne yapılsa, ne kadar emek verilse azdır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Üçüncü Bölüm
MÜRŞİDE KARŞI VAZİFE VE EDEPLER
Her mümin ziyaret için gittiği mürşid-i kâmili, Allah ve Rasulunün bir emaneti olarak görmelidir. Ona karşı yapacağı hürmetin, aslında Allah ve Resûlüne yapılan bir hürmet çeşidi olduğuna inanmalıdır.
Herkes kalbindeki Allah ve Peygamber sevgisini, kendisindeki edeb ve hürmet anlayışını, velilere karşı tavrıyla ölçebilir. Çünkü veli yeryüzünde Allahu Teala’nın şahidi ve hâlifesidir. Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin varisidir. Bir insan kendi zamanında yaşayan kâmil mürşidlere ve Rabbani alimlere ne derece hürmet ve edep gösterebiliyorsa, onun Hz. Peygambere karşı yapabileceği hürmet de ancak o kadardır. Bu bir ölçüdür.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
MÜRŞİDİN MANEVÎ TERBİYEMİZDEKİ YERİ
Kâmil mürşide gitmenin asıl hedefi, kâmil insan olmaktır. Kâmil olmak zordur. Onun için ilk işimiz kâmil ve salih insanlarla beraber bulunmaktır. Allahu Teala ayetinde:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadık kullarımla beraber olun!”57 emrini vermiştir. Demek ki Allah’tan korkmanın en güzel yolu Allahu Teala’nın sadık ve salih dostları ile beraber olmaktır.58 Zahirdeki bu sevgi ve beraberlik sonuçta insanı:
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” 59 hadisinin müjdesine ulaştırır.
Dünyada Allah dostlarını seven, hayatının sonuna kadar peşlerinden giden kimse -inşaallah- ahirette de onlarla beraber olur. Efendimiz’in (s.a.v şu müjdesini duyup da sevinmemek elde değil:
“Bir kimse sevdiği bir topluluğun amelini yapmamış olsa bile kıyamet günü onlarla birlikte mahşer yerine getirilir ve beraberce hesaba çekilir.” 60
Velilerden Ebu Bekir Tilmisani (k.s) demiştir ki:
“Allah’la sohbet ediniz. Eğer buna güç yetiremezseniz, Allah’la sohbet eden ariflerle beraber bulununuz ki, onların bereketi sizi Allah’la beraber olmaya ulaştırsın.”61
Mürşid-i kâmile gitmenin ve ziyaret etmenin en önemli faydası, onun nazarlar altına girmek, kendisiyle aynı meclisi paylaşmak, feyiz ve edebinden nasiplenmek, üzerindeki ilahi nur, heybet ve huşuya bakıp Allahu Teala’yı hatırlamak ve zikretmektir.
Rabbü’lalemin, velileri nurunu yansıtan birer ayna yapmıştır. Güneş nasıl dış dünyamızı aydınlatan, ısıtan, meyveleri tatlandıran ve olgunlaştıran bir sebep yapılmışsa, veliler de gönül dünyamız için manevi nur, feyiz, şuur, tat ve hayat sebebi yapılmıştır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
VELİLERDEN YANSIYAN NUR VE FEYİZ
Resûlullah (s.a.v) Efendimize: “Ey Allah’ın Resûlü! Allah’ın velileri kimlerdir? diye sorulduğunda şu cevabı verdiler:
“Allah’ın velileri görüldüklerinde yüce Allah’ı hatırlatan kimselerdir.”62
Arifler demişlerdir ki: Bir kimsenin veli olduğunun en büyük alameti, yüzünü görenlerin, meclisine ve sohbetine girenlerin Yüce Allah’ı zikretmesi, kalbinin dünyadan soğuması, ahirete yönelip ibadete ısınmasıdır.63
Kâmil mürşidler, kalbi fani sevgi ve sevgililerden çözüp, ebedi sevgiliye Yüce Mevla’ya bağlarlar. Yeter ki mürid, kalbini onların önüne bırakıp teslim etsin.
Büyük veli Hakim et-Tirmizi (k.s), irşadla görevli bir veliyi görmenin kazancını şöyle ifade ediyor:
“Kâmil insanın yüzünde parlayan Allah’ın nuru, Hakkı arayan kimseye Allah’ın yüceliğini hatırlatır. Böyle bir nuru görmek insanı kötü ve çirkin işlerden alıkoyar.”64
İmam Sühreverdi (k.s), velilerdeki nazarın kalbe nasıl ilaç olduğunu şöyle anlatmıştır:
“Salih ve sadık kimselerle her buluşmada müridin edep ve takvası artar. Ehlullahın sözleri gibi, nurlu nazarları da fayda verir. “Nazarı sana fayda vermeyenin, sözü de fayda sağlamaz.” denmiştir. Yani, bir kâmil mürşid müridlerine diliyle anlattığından daha çok, hâli, edebi ve heybetiyle konuşur. Sadık bir mürid, mürşidinin sükutuna, konuşmasına, halkın içindeki hâline, yalnızlıktaki edebine yani bütün hâl ve hareketlerine bakarak istifade eder. İşte bu, kâmil bir insanı görmenin kazancıdır.
Hiç şüphesiz, ilimde yüksek seviyeye ulaşmış, fazilet ve takva sahibi Allah dostlarının nazarlar kalp hastalıklar için en faydalı ilaçtır. Bir kâmil mürşid, sadık bir müride nazar ettiğinde müridin kalbi yumuşar, içine nur akar ve Allahu Teala’nın özel ikramlarını almaya kabiliyet kazanır.
Allahu Teala bazı sevdiği kullarına öyle bir nurani nazar gücü vermiştir ki o, sadık bir müridine yöneldiği ve nazar ettiği zaman ona pek çok manevî hâller kazandırır.65
Gavs-ı Sânî Hz.leri, kamil mürşidlerin nazarının etkisini şu misalle anlatmıştır:
“Sâdât-ı Kiram’ın nazarı kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli bir müddet sonra yavru meydana gelir. Sâdât-ı Kiram’ın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazar ilahî bir nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur. Allahu Teala kudsî bir hadiste dostlarına verdiği bu nur hakkında şöyle buyurmuştur:
“Ben kulumu sevdim mi onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Benden herhangi birşey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himâye ederim.”66 İşte, Sâdât-ı Kiram bu yüce devlete ermiştir. Allahu Teala onlara bu yetkiyi vermiştir.”
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
SOHBETİN FAZİLETİ
Sohbet, birisiyle beraber olmak, onunla aynı meclisi, aynı atmosferi, aynı hâli ve yolu paylaşmak demektir.
Bu beraberlik cisimle ve gönülle olursa, hakiki sohbet olur.
Sahabe-i Kiram (r.anhüm), Allah Resûlü (s.a.v) ile sohbet ve beraberlikleri ile bu fazileti ele geçirmişler, kendilerinden sonra gelen en büyük alim ve arifleri fazilette öne geçmişlerdir. Onlar bu fazileti çok amelleri ve yüksek ilimleri ile değil, alemlere rahmet olan Yüce Peygamberimizin (s.a.v) saadetli sohbet ve nazarlarıyla şereflenerek elde etmişlerdir. Kendilerinde sonra gelenler, ne kadar salih amel yapsalar, ilim elde etseler, onların elde ettiği bu fazileti ele geçiremezler.
Manevi nazar böyledir. Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin ilim ve manevi hallerine varis olan kâmil mürşidler, rabbani alimler ve arifler de, Efendimizin (s.a.v) kalplere nazar etme, feyiz akıtma, onları sevgi ile olgunlaştırma, uyandırma sıfatına derece derece varis olmuşlardır. İşte bu nuru taşıyan zatlar ile aynı meclisi paylaşan, onların sohbet halkasına ve feyiz dairesine girenler de, amelle elde edilemeyen nice feyze, şuura, nura, sevgiye ve kalp uyanıklığına ulaşırlar. Sadatların terbiyesi ve feyiz vermesi daha çok nazarla olmaktadır. Bunun binlerce örneği vardır. Onlar hiç konuşmadan, doğrudan kalbe yönelerek ve oraya ilah feyiz akıtarak insanları tövbeye sevk etmişler, Allah yoluna ısındırmışlar, kötü sıfatlarını değiştirmişler ve onlara pek çok güzel haller kazandırmışlardır.
Bu yolun büyükleri:
“Kâmil müminin ferasetinden sakının; şüphesiz o, Yüce Allah’ın nuru ile bakar.” 67 hadis-i şerifiyle övülen kimselerdir.
Lokman (a.s) oğluna demiştir ki:
“Oğlum! Alimlerle beraber otur, onların meclisinden ayrılma. Şüphesiz Allah, gökten indirdiği yağmurla kuru toprağı canlandırdığı gibi, nur ve hikmetle de ölü kalpleri diriltir.”68
Resûlullah (a.s) buyurmuştur ki:
“Sizin hayırlılarınız, görülmeleri size Allah’ı hatırlatan, sözleri ilminizi çoğaltan, ameli ahirete rağbetinizi artıran kimselerdir.”69
Mürşidin nazarı müride güzel hâller ve edep kazandırır. Bu nazarın müridin kalbindeki hastalığa göre bir etkisi olur. Müridin kalbini ya Allah korkusu veya ilahi muhabbet ile doldurur. Bazen de nazar cezbe hâlinde ortaya çıkar.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
MÜRŞİDDEN ALINACAK GÜZELLİKLER
Kâmil mürşidlerin sadece duasını almak için değil, onlarda bulunan güzel ahlakı almak için yanlarına gitmelidir. Hak yolcusu mürşidinde gördüğü edeb, zikir, taat, tevazu, hürmet, nezaket, insan sevgisi, sabır, kusurları örtmek ve affetmek, yumuşaklık, ikram ve hizmet ahlakından az da olsa almalıdır. Susuz bir kimsenin tatlı bir su kenarına varıp hiç su almadan geri dönmesi ne kadar acıdır.
Veli, kendisini öveni değil, izinden gideni sever. Kendisine verilmiş olan ilahi nur ve edebin herkes tarafından paylaşılmasını ister. Allah dostları talebelerinden hediye değil, Allah’tan haya ve O’na dostluk yapmalarını bekler.
Evliyanın ahlakından bir pay sahibi olmadan onların gerçek tadını alamayız. Mesleğimiz ne olursa olsun, makam olarak hangi hâlde olursak olalım, onlara kalbimizi açmalıyız. Bu büyük velilerle beraber olan kimseye onlardan muhakkak bir güzel hâl bulaşır. Bu güzel hâller, sevgi ve samimiyete göre değişir. Onlarla bulunmaya sabreden kimse, kesinlikle bunun bereketini görür. Bunun için samimiyet, sabır ve mürşidin sohbetine devam gerekir. Bu konuda Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Salih insanlarla beraber bulunan kimse güzel koku satanla beraber olan kimseye benzer. Güzel koku satan kimse kokusundan ona ikram eder. O hiç bir koku almasa bile, onun yanında durduğu sürece ondaki güzel kokuyu teneffüs eder ve koku üzerine siner. Kötülerle bulunmak da körükçü dükkanında oturmak gibidir. Orada bulunan kimse elini hiç kömüre bulaştırmasa bile, oradaki pis havadan bir parça üzerine siner.”70
Bu, ilahi bir kanundur, hep böyle cerayan eder.
Önceki insanlar, kendilerine edep öğretecek ve kalplerini Allah’a çevirecek bir mürşid bulmak için memleket memleket dolaşırlardı. Kalblerinin ilacını bulana kadar manevi doktor ararlardı. Ehlini bulunca da, Allah’a şükreder, sadakatla onun sohbetine girer, elinden tutar, emir ve tavsiyelerine uygun hareket ederlerdi.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
MÜRŞİDLE ÇIKILAN MANEVÎ HİCRET
Mürşid terbiyesi tövbe ile başlar. Tövbe kalple Allah’a dönmek ve manevi bir hicret yapmaktır. Bu hicret isyandan itaate, gafletten zikre, cehâletten ilme, kötü ahlaktan edebe doğru yapılan manevi bir hicrettir. Bu konuda Rasulullah Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki:
“Gerçek muhacir, Allah’ın nehyettiği kötü şeylerden uzaklaşan kimsedir.” 71
“Asıl mücahit, Allah’a itaat hususunda nefsi ile cihad eden kimsedir.” 72
Rasulullah (a.s) Efendimiz, Uhud harbi dönüşünde, etrafındakilere:
”Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurdu. Ashab: “Ey Allah’ın Resûlü, büyük cihad nedir?” diye sorunca, şu cevabı verdiler:
“En büyük cihad, (Allah’ın emirlerini yerine getirmesi için) nefisle yapılan mücahededir.”73 buyurdu.
Efendimiz (s.a.v), insanın en azılı düşmanını şöyle tanıtmışlardır: “Senin en azılı düşmanın, iki kaburga kemiğinin arasında devamlı seninle beraber bulunan nefsindir.”74
Tasavvuf yolu ve kâmil mürşid terbiyesi, kalbin manevi kirlerden temizlenip Allah’a bağlanması, nefsin terbiye edilip sevgi ve edeple ilahi emirlere uyması için gereklidir.
Kâmil mürşide gitmekteki asıl hedef işte bu manevi hicrettir. Allah dostuna ancak Yüce Allah’ın dostluğu için gidilir.
Mürşide ilk gidişle her şey çözülmez. Sabırla devam edilmeli, bir daha bir daha gidilmelidir. Vesveseye düşmemeli, akla gelen kötü düşüncelere de önem vermemelidir.
Şeytan, Allah yoluna çıkan kimseye bütün yollardan ve kollardan hücum eder, onu tövbeden vazgeçirmek ister. Bu işin sonunun olmadığını söyler. Parana yazık der. Kendi başına tövbe yaparsın, sen zaten iyi bir adamsın, mürşide ne hacet, otur evinde zikrini yap, memleketinde Müslümanlığını yaşa, bu zahmete ne gerek var, bu devirde evliya bulunur mu, peygamberden başkasına uyulur mu, hem evliya da senin gibi bir insan değil midir? şeklinde bir sürü vesvese verir, olmadık şeyleri akla getirir. Bunların hepsi şeytanın bir oyunudur; Allah rızasını arayan kimseyi yolundan alıkoymak için birer tuzaktır. Aldırış edilmez, önem verilmezse hiç bir zararı olmaz.
Mesele gerçek mürşidi bulmak ve ona gerçekten teslim olmaktır. Bir arif demiştir ki:
“Ey Yüce Rabbim! Senin işin ne güzeldir! Sen bir kulunu sevmek isteyince onu bir dostuna gönderirsin. Dostuna gönderdiklerini de seversin.”
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Edeb Ya Hu!..
Osmanlı devrinde yaşamış arif ve meşhur şâir Yusuf Nâbî (rah.), 1678 yılında bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber’i ziyaret aşkı Nâbî’yi iyice sardı. Öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere’ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplu Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya’nın beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nâbî’ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:
Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!
Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.
Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha,
Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.
Açıklaması şöyledir: Edebi terketmekten sakın! Zira burası Allahu Teala’nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın makamıdır. Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nâbî’ye dönerek:
-Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nâbî:
-Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sese söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa:
-Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nâbî sustu, yola devam ettiler. Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Rasulullah’ın mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî’nin: “Sakın terk-i edepden...” beytiyle başlayan nâtını okuyorlar. Nâbî ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nâbî, heyacanla:
-Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin:
-Resûl-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!” buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nâbî, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Göz yaşları içinde müezzine tekrar:
-O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin :
-Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
MÜRŞİDİN HUZURUNDAKİ EDEBLER
Herkesin terbiye seviyesi edebiyle anlaşılır. Özellikle kalbi Allahu Teala’nın nazar yeri ve manevi kâbe hükmünde olan kâmil mürşidi ziyaret anında edebe çok dikkat etmelidir. Bu şerefli makamda ve yüksek huzurda gerekli edebleri iyi bilmeliyiz. Bunları kısaca açıklıyoruz:
Abdestli Olmak ve Temiz Giyinmek
Kâmil insanı ziyaret ederken, taşıdıklar ilahi şerefe hürmeten abdest almak gereklidir. Mümkünse gusül abdesti almalıdır.
Bir mürşidin eli zaruret anında abdestsiz olarak öpülebilir, Yoksa, abdest için imkan ve zaman varken lakayt bir şekilde mürşidin elini öpüp geçmek edebe uygun değildir. İhmale dayanan bütün davranışlar müridi ve talebeyi zarara sokar. Edebi hafife almak kalbi dağıtır, faydayı azaltır, feyzi keser. Hâlbuki muhabbet gevşeklik değil, edep ister. Edep zillet değil, izzettir. Müminleri seven sevilir, onlara hürmet eden hürmet görür, tevazu gösteren yücelir, hizmet eden şereflenir.
Bu yolun büyükleri, mürşid ve üstatlarını ziyaret anındaki edeplere çok dikkat ederlerdi. Onları büyük eden de zaten bu edepleriydi.
Büyük veli İmam Kuşeyri (k.s)şöyle der:
“İlk günlerimde, mürşidim Ebu Ali ed-Dakkak’ın (rah.) yanına gittiğimde muhakkak oruçlu olurdum ve gusül abdesti alırdım. Çoğu zaman medresesinin kapısına gelir, Hazretin haşmet ve heybetinden dolayı ‘benim gibi birisi onun yanına giremez!’ düşüncesiyle kapıdan geri dönerdim. Cesaret edip de içeriye girerek medresenin ortasına geldiğimde beni mürşidimin heybeti kaplar ve bundan dolayı irkilirdim. Çoğu zaman vücudum heyecan ve heybetten donuklaşırdı. Öyle ki birisi iğne ile bana dürtecek olsa hissetmezdim. Huzuruna oturunca, derdimi dille ifade etmek zorunda kalmazdım. O, aklımdan geçen konulara tek tek cevap verirdi. Buna çok defa şahit oldum. Ona karşı öyle hürmet hisleriyle doluydum ki, bazen bu zamanda bir peygamber gönderilse idi acaba ona karşı bundan daha fazla hürmet etmeye güç yetirebilir miydim diye düşünürdüm. Mürşidime karşı hep bu hisler içinde kaldım; kendisi vefat edene kadar içimle ve dışımla hiç bir hâline itiraz etmedim.75
Kendisine karşı bu derece hürmet gösterilen büyük veli Ebu Ali ed-Dakkak ise (rah.) şöyle demiştir:
“Ben, mürşidim Nasrabâdî’nin huzuruna her girdiğimde muhakkak bir gusül abdesti alırdım.76
Büyük veli Şeyh Ebu Medyen el-Mağribi (k.s) demiştir ki:
“Manevi terbiyeye girdiğim ilk günlerde, yıkanıp gusül almadan, elbisemi, asâmı ve üzerimde bulunan bütün eşyamı temizlemeden mürşidimin huzuruna girmezdim. Ayrıca, kalbimdeki bütün ilimleri ve zanna dayalı bilgileri bir kenara bırakıp bomboş ve mahzun bir kalple yanına varırdım. Beni kabul ettiğinde ve bana yöneldiğinde, bunu saadet sebebi bildim. Benden yüz çevirdiğinde ve beni kendi hâlime terk ettiğinde, kusuru kendimde gördüm ve nefsimi suçladım.”77
Mürşidin huzuruna temiz bir kıyafetle çıkmalıdır. Zira Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur:
“Allahu Teala temizdir; ancak temiz olanları kabul eder.” 78
“Allah güzeldir; güzelliği sever.” 79
Kirli, paslı, yırtık, dağınık bir kıyafet ile mürşid huzuruna çıkmak edebe uygun değildir. Giyilen elbise eski olabilir, fakat kirli ve pis kokulu olmamalıdır. Mümkünse beyaz elbise tercih edilmelidir. Kaba desenli ve karışık renkli elbiselerden sakınmalıdır. Vücut, saç ve sakal temizliğine özen göstermelidir. Varsa hafif ve güzel koku sürünmelidir. Ağızda soğan, sarımsak ve aşırı sigara kokusu bulunmamalıdır. Bu tür kokusu rahatsız edici maddeleri kullananlar, ibadet ve ziyaret sırsında ağızlarını temizlemeli, mürşidini ve müminleri rahatsız etmemelidir.
Sofi sadeliği sevmeli, içini de dışı gibi temiz, sade ve düzenli yapmalıdır.
Sadat-ı Kiram, müridlerin dışından çok içlerinin ve kalblerinin temiz olmasını isterler. Kalbi kin, haset, gösteriş, kendini beğenme, aşırı dünya muhabbeti ile kirlenmiş kimselerin, dış giysilerini tertemiz etmesini ve görüntü ile yetinmesini ihlas ve mertliğe uygun görmezler. Dışı temiz, içi kirli olmak iki yüzlülüktür ki, mürşidlerin gönlü en fazla bu durumdan rahatsız olur.
Büyük arif Abdulvehhab Şarânî (k.s), bu hususta şu uyarıyı yapıyor:
“Mürşidin huzuruna pejmürde, kirli paslı, dağınık elbise ile girmemelidir. Temiz olmalı ve namaza giriyormuş gibi özen göstermelidir. Bunun için en güzel elbiselerini giyinmeli, bunun yanında iç alemindeki günah kirleri için de istiğfarla meşgul olmalıdır.”80
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Ayağa Kalkmak ve El Öpmek
“Ashab-ı Kiram yaş ve faziletçe büyük olanların elini öpmeyi sünnet olarak görüyorlardı.”81
Anne-babaya, alime, mürşide, salih insanlara ve adil idarecilere hürmet edip ayağa kalkmak müstehaptır. 82
Özellikle kâmil mürşide son derece hürmet göstermelidir. Aslında hürmet edilen şahıs değil ondaki takvadır. Gönül verilen et-kemik değil manadır. Bütün bunların sahibi Yüce Mevla’dır. Cenab-ı Hakk kimi takva ile şereflendirmiş, kendisine izzet vermiş ve muhabbet elbisesini giydirmiş ise o, kâmil bir insandır. Kâmil insan, tam hürriyyetine kavuşmuş gerçek bir sultandır. Ondaki bu muhabbet insanın kalbini çekmekte, ilahi heybet herkesin boynunu bükmektedir. Bu hâl veliliğin işaretidir, ona karşı gösterilen hürmet de müminliğin alametidir, kesinlikle zillet değildir.
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin büyüklere karşı tavrımızı şöyle belirlemiştir:
“Büyüğümüzü (hürmetle) yüceltmeyen, küçüğümüze merhamet göstermeyen, âlimimizin hakkını bilmeyen bizden değildir.”83
Kâmil mürşid, her yönden hürmet ve saygıya layıktır. Çünkü o takvaya ulaşmış bir Allah dostudur ve edep yolunda bir imamdır. Ayrıca müridin terbiyesini üstlenmiş manevi bir babadır. O aynı zamanda helali haramı öğreten bir alimdir. Gece gündüz Allahu Teala’ya ihlasla kulluk eden bir salih insandır. Allah sevgisinde kaybolmuş bir Hakk adamıdır. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin varisidir.
Mürşid içeri girince veya yanımıza gelince ayağa kalkılır. Elini öpmek için durum uygunsa bir izdiham yapmadan edeple yanına yaklaşılır. Oturuyorsa diz çökerek, ayakta ise hafifçe boyun bükerek eli nezaket ve sükunetle bir defa öpülür. Kendisine sırt dönmeden geri geri giderek huzurdan çıkılır.
Mürşid ziyaret edilirken veya kendisiyle konuşulurken, edeb ve heybetten dolay karşısında hafifçe boyun eğilse de, beli kırıp iki büklüm olmaya gerek yoktur. Hele ayağa kapanmak, etek öpmek, cübbeye asılmak, mürşidi yüzüne karşı övmeye kalkmak, yağcılık yapmak gibi hareketlerden kesinlikle sakınmak gerekir.
Kâmil mürşidin derdi müridlerine el öptürmek değil edep öğretmektir. Eğer insandaki kibri ve benliği yok etmek için edepten daha güzel bir şey olsaydı, mürşidler muhakkak onu tercih ederlerdi.
El öperken, bağırıp çağırmaya, yapmacık sevgi gösterisinde bulunmaya gerek yoktur. Ziyaret esnasında Allah dostlarına karşı hasret ve samimi sevgiden dolayı gözden sevinç yaşları gelebilir. Bu durumda hemen sükunetle bir kenara çekilip dua ve istiğfar içinde Allahu Teala’ya şükredilmelidir. Çünkü kalbe atılan bu muhabbet Allahu Teala’nın bir hediyesidir, buna şükür gerekir.
Mürşidlerin en rahatsız olduğu şey, birilerinin yapmacık hareketler ile kendilerine yakınlık göstermesi, hürmet etmesi ve etrafındakilerin dikkatini çekmesidir. Hele mürşide yakın gözüküp hâlkın gözüne girmeye, ona gösterdiği hürmetle milletin rağbetini çekmeye çalışanlar, kâmil mürşidlerin en nefret ettiği kimselerdir.
Bu yol tamamen samimiyet üzere kurulmuştur. Mürid, ibadetlerinde olduğu gibi normal davranışlarında da gösterişten uzak olmalıdır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Sükunet ve Tevazu
Kâmil mürşidi ziyaret anında gereken en önemli edeplerden birisi de, sükunet, sessizlik ve kalp uyanıklığıdır. Mürşidin bulunduğu meclise giren kimse, onun nazarları altına girmiş durumdadır. Bundan sonra var gücüyle edebe sarılıp mürşidin kalbindeki nur ve muhabbete yönelmelidir. Mürşidin huzurundaki bu mühim edepleri, Seyyid İbrahim Fasih (k.s), şöyle açıklamaktadır:
“İlahi feyzin gelişi, mürşidin huzurundaki edepleri korumaya bağlıdır. Bu edepler zahiri ve batıni olmak üzere iki kısımdır. Zahiri edep, müridin vücut azaları ile koruyacağı edeplerdir. Bu edepler şunlardır:
Mürid, mürşidinin huzurunda otururken devamlı onun yüzüne bakmamalıdır. Boynunu bükerek oturmalı, tıpkı sultandan kaçan ve daha sonra yakalanıp huzura getirilen bir kölenin teslim olup ve boyun büktüğü gibi bulunmalıdır. O huzurda daima, huzur, saygı ve hürmet içinde olmaya çalışmalıdır.
Mürid, mürşidin izni olmadan oturmamalı, müsaade edilmeden konuşmaya, kendiliğinden soru sormaya başlamamalıdır. Ancak hatme sırasında içeri giren kime izin almadan oturur.
Mürşidin huzurunda başkalarına iltifat etmemeli, konuşmayı gerektirecek bir zaruret yokken yanındakilerle konuşmaya, hâl-hatır sormaya yönelmemelidir. Mürşidin yanındaki kimseler, ileri seviyedeki kimseler olsa bile, rağbetini sadece mürşide yöneltmelidir.
Mürid mürşide yapılacak bütün hürmet ve saygının aslında Allahu Teala için yapılmış bir sevgi ve tazim olduğunu bilmelidir.
Mürid, mürşidin huzurunda sessiz ve sakin olarak oturmalı, gözlerini kapamalı, feyiz elde edebilmek için kalben Allah’a yalvarmalıdır. Bu esnada istediği feyzin kendisine gelmesi için bir merkez konumunda olan mürşidinin kalbine yönelmelidir.
Mürşidin huzurunda bulunurken dikkat edilecek batınî edeplerin en önemlileri şunlardır:
Mürid, mürşidinin huzurunda bulunurken kalp uyanıklığına çok dikkat etmelidir. Kalbinde yersiz düşünceler ve vesveseler olmamalı, gelirse onlara iltifat etmemelidir. Mürşidini imtihan etme, içinden ona karşı gelme ve itiraz etme gibi düşünceler taşımamalıdır. Bunlar onun mürşidin kalbinden ve gözünden düşmesine sebep olur. Böylece mürşidin teveccüh ve sevgisinden mahrum kalır. Allah’ın veli kullarının nefretini çekecek şeylerden şiddetle sakınmalıdır. Allahu Teala’nın nazar mahalli olan bir gönülden düşmek, gök yüzünden yere düşmekten daha tehlikelidir, denmiştir.
Mürid huzurda kalbini toplayarak feyiz talep etmeli, kalbini mürşidinin kalbine bağlayarak onun yüksek teveccüh ve iltifatını beklemelidir. Güneşin her tarafı kapladığı gibi, mürşidin feyzinin de herkesi içine alacağını bilmelidir.
Mürşid, kendisinden feyiz talep edilmesini bekler. Mürid kendi eksikliğinden dolay mürşidinden bizzat feyiz alamasa da, güzel zannını bozmamalı, itikadını güzel tutmalı, kusurun kendinden kaynaklandığını bilmeli ve sabırla beklemelidir. Bu kadarı bile yeterlidir.
Mürid, mürşidinin başkalarıyla meşgul olmasına bakarak “o şu anda benden habersizdir, benimle ilgilenmiyor, bu durumda ben kendisinden nasıl istifade ederim ve feyiz alabilirim” diye düşünmemelidir. Çünkü, mürşidin zahirde insanlar ile meşgul olması onu Hak’tan uzaklaştırmadığı gibi, aynı anda kalbiyle müridleriyle ilgilenmesine de mani değildir. Kâmil mürşidin ilahi tecellilere ayna olan kalbi yeri ve göğü aynı anda seyredecek bir genişliğe sahiptir.84
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Kalbiyle Mürşide Yönelmek
Mürid, kendisini ölümcül bir hastalığa yakalanmış kabul etmeli ve ilacının mürşidinde olduğunu bilmelidir. Öyle olunca bütün kalp ve ümidiyle yönelmesi gereken tek makam mürşidi olacaktır. Çünkü takdir edilen şifa müride onun vasıtasıyla gelecektir.
Gönlünü bir noktada toplayamayan kimse gerçek manada hiçbir mürşidden istifade edemez
Merhum Seyyid Muhammed Raşid (Rah.) Hz.leri, bir sohbetlerinde kalbi kendi mürşidinde toplamakla ilgili şu olayı nakletmişti:
Gavs-i Hizanî Hz.leri (k.s) bir sofisin yanına alarak mürşidi Seyyid Taha’nın (k.s) ziyaretine gittiler. O zaman Seyyid Taha (k.s) hayatta idi. Hakkari’nin Nehri köyünde ikamet ediyordu. Köye yaklaştıklarında, o gün Seyyid Taha’nın (k.s) teveccüh yapacağını öğrendiler. Gavs-i Hizani (k.s) buna çok sevindi. Seyyid Taha gibi bir zatın teveccühüne gireceğiz ne mutlu bize dedi ve yanındaki sofiye teveccühle ilgili bilgiler verdi, nasıl hareket edileceğini anlattı, peşinden de:
“Sabah bir şey yiyip içme, çünkü teveccühe aç karınla girilir.” dedi. Köye vardılar. Herkes teveccüh için hazırlık yapmaya başlamıştı . Gavs-i Hizani’nin sofisi ise heybesinden bir şeyler çıkarıp yemeye başladı. Bunu gören Gavs-i Hizani (k.s) sofisine:
“Ben sana teveccühe girerken bir şey yenmeyecek demedim mi, sen ne yapıyorsun, sanki inadına yiyorsun!” deyince, sofi:
“Kurban siz teveccühe girenler bir şey yemezler buyurdunuz. Ben teveccühe girmeyeceğim ki bir şey yemeyeyim. Seyyid Taha Hz.leri sizin şeyhinizdir, siz onun teveccühüne girebilirsiniz. Benim şeyhim ise sizsiniz, ben ancak sizin teveccühünüze girerim!” diye cevap verdi. Gavs-i Hizani (k.s) sofisinin bu edep ve ince anlayışından çok memnun kaldı. Daha sonra ben, bu sofisinin isminin Ali Can olduğunu öğrendim.”
Büyük veli İmam Sühreverdi (k.s), mürşid huzurundaki en kazançlı işi şöyle tarif ediyor:
“Mürid, mürşidinin huzurunda ona nazar ederek ondaki nûraniyet içinde kaybolmaya çalışmalı ve Cenab-ı Hakk’ın ona ikram ettiği ilahi ihsanlara gönlünü açmalıdır. Bu onun için her şeyden daha kazançlıdır.”85
Şu ayet-i kerimeler, her mümine, alim ve salihlerin meclisinde nasıl hareket edeceklerini öğretmektedir:
“Ey iman edenler! (Sözünüz ve işinizle) Allah ve Resûlünün önüne geçmeyin. (Size verilen emrin ve öğretilen edebin dışına taşmayın). Allahtan korkun. O, herş eyi işiten ve bilendir.”86
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Onu, birbirinizi çağırır gibi çağırmayın; yoksa hiç haberiniz olmadan hayır amelleriniz boşa gider. Şayet onlar, sen yanlarına çıkana kadar sabretselerdi, kendileri için daha hayırlı olurdu.”87
Arifler bu ayetlerden müridin dikkat edeceği pek çok edep ortaya çıkarmışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Mürid, mürşidi konuşurken ve yürürken izinsiz veya emirsiz önüne geçmemelidir.
Mürid, mürşidinden izinsiz veya işaretsiz söze başlamamalı, mürşidinin tavrına dikkat etmeli, onu konuşmaya zorlamamalıdır.
Mürid, dini ve dünyası ile ilgili ciddi bir iş yaparken mürşidine danışmalıdır. Mürşidle bir konuyu istişare ettikten sonra onun açıkça yapılmasını istediği şeyleri yerine getirmelidir. Çok soru sormanın çok yük getireceğini unutmamalıdır.
Mürşide gerekli gereksiz sık sık soru sormak sakıncalıdır. Verilecek her cevap müridin istediği gibi olmayabilir. Bu durumda soru sorup da aksine gitme ve yanlış yapma tehlikesine girmemelidir. Çok soru sormak her zaman güzel sonuç vermez. Her sorunun bir cevap hakkı olduğu gibi, her cevabın da gereğini yapma görevi vardır. Mürşidine danıştıktan sonra onun verdiği emrin tersine gidenlerin yüzü gülmemiştir. Şu hadis-i şerifin uyarsına dikkat edilmelidir:
“Ben sizi terk ettiğim (size bir şey söylemediğim) müddetçe beni kendi hâlime bırakınız. Size bir şey söylediğim zaman da onu yapınız. Sizden öncekiler ancak peygamberlerine çokça soru sorup verilen cevaba ters hareket etmeleri sebebiyle helak oldular.”88
Mürşidle konuşurken onun duyacağı kadar alçak bir sesle, hürmet ifade eden güzel kelimelerle az ve öz konuşmalıdır.
Mürşide ismi ile değil, güzel bir sıfatı veya meşhur olduğu lakabı ile hitap etmelidir. Efendim, Kurbanım, Gavsım, Seydam, gibi...
Ziyaret veya istişare için en uygun vakit seçilmelidir. Mürşidin ziyaret ve istişare için belirlediği vakitlere dikkat etmelidir. Belirlenen vaktin haricinde kapısına yığılmaktan ve sık sık içeri haber göndermekten çekinmelidir.
Mürid, kendisine zuhur eden manevî halleri muhakkak mürşidine arz etmelidir. Büyükler: “Hâlini mürşidinden gizleyen kimse ona ihanet etmiş olur.” Demişlerdir. Bundan daha tehlikelisi, mürşidinden başkasına hâlini anlatıp ondan medet ummaktır. Şunu bilmek gerekir: Manevî terbiyede müride kendi mürşidinden başka kimseden fayda olmaz, hatta zarar olur.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Vesveseye Önem Vermemek
Bir mürşidi ziyarete giden insan esasında Cenab-ı Hakk’ın rızasına yönelmiştir. Elini mürşide veren mürid, gönlünü Yüce Rabbine vermek istemektedir. Günahlarından pişman olarak mürşidini şahit tutup Allahu Teala’ya yaptığı tövbe ise şeytan ve nefsin tasallutundan kurtulup sırf Yüce Mevla’ya kulluğa söz vermektir. İşte bu güzel niyet ve yöneliş, şeytanı harekete geçirmektedir. Aslında şeytanın yaptığı ve yapacağı tek iş, kalbe vesvese vermektir. Şeytan bu vesvese ile nefse kötü şeyleri güzelleştirir, hayırlı amelleri zor gösterir.
Şeytan hak yoluna yönelen kimsenin önüne çıkıp onu boş şeylerle meşgul edip türlü türlü vesveseler verir. Kalbi olumsuz düşüncelerle meşgul eder. Gönle aslı esası olmayan şüpheler atar ve kaçar. Bu tür vesveselere maruz kalan bir insan, aklına her gelenin hayır ve doğru olduğunu zannederse perişan olur. Vesveseyi ciddiye alan kimsenin kalbinin huzuru kaçar, ibadetinin neşesi bozulur. Bu duruma düşen müridin mürşidine karşı güzel düşüncesi kaybolur.
Bu tür düşüncelerin Hakka ve hayra yönelen her kalbe gelebileceğini ve bunların zaten müminlerde görüleceğini bilmek ve kabul etmek gerekir. Onun için bize hakim olan bu tür duygulara itibar etmemeli ve onlardan korkmamalıdır. Kalbe gelen bu tür kötü düşünceler, akılla haklı bulunmaz, dille savunulmaz ve amel olarak ortaya konulmaz ise müride hiç bir zararı olmaz. Hatta, onların şeytandan olduğu bilinip reddedilerek şerrinden Allah’a sığınmakla sevap bile kazanılır.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, nefis ve şeytandan kaynaklanan kötü düşüncelerin konuşulmadığı ve onlarla amel edilmediği müddetçe affedildiğini müjdelemiştir.89
Ashaptan bazıları Allah Resûlüne (s.a.v) gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü! İçimize öyle kötü düşünceler geliyor ki, gökten düşüp parçalanmak onları söylemekten daha iyidir; bunun sebebi nedir? diye sordular, Efendimiz (s.a.v): “Bu kalbinizdeki imandan kaynaklanıyor.”90 buyurdu.
Kendi Nefsiyle Meşgul Olmak
Şeytan müridi hak yolundan caydırmak ve kalbini kaydırmak için kâmil mürşidin zahirine baktırır, kendi nefsi ve hâliyle kıyas yaptırır ve peşinden de: “O da senin gibi bir insan, seni Allah’a o mu ulaştıracak?” şeklinde bir sürü vesvese verir. Bu tür düşünceler gerçek ilim ve irfanla aydınlanmayan gafil nefsin boş kuruntularıdır.
Terbiye olmanın ve ilerlemenin esası kendini kusurlu ve hasta görmektir. Benim kimseye ihtiyacım yok demek insanı olduğu noktada bırakır.
Gerçek bir mürşidi bulana kadar akıl kullanılmalıdır. İrşat işinde alim, arif ve ehil olmayan kimseden şiddetle kaçılmalıdır. Ancak irşat ve takvası, edeb ve hayası ile kâmil mürşid olduğu güneş gibi açık olan bir arife ulaştıktan sonra, aklı ona itiraz için değil, itaat için kullanmalıdır.
Mütehassıs bir doktorun elinde tedavi gören bir hasta, artık niçin ve nasılı bırakıp kendisine verilen ilacını içmeli, doktorun tavsiyelerine uymalıdır. Akıl bunu gerektirir.
Arifler demişlerdir ki, kendini salih gören kimsenin salihleri ziyaret etmesinin pek faydası olmaz.91
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Kâmil Mürşidi Bulduğuna Sevinmek
Mürid, kâmil bir mürşid bulduğuna her şeyden çok sevinmelidir. İnsana dünya ve ahirette faydası olacak bir dostun nasip olması Allahu Teala’nın en büyük nimetlerinden birisidir. Allah için sevginin sonu Allah’ın rızasıdır. Ahirette, Allah için birbirini seven muttakilerin dışında herkes dünyada nefsi için dost ettiği kimselere düşman olur.
İmam Rabbanî (k.s) Hz.leri demiştir ki:
”Allah dostlarını sevmeyi Cenab-ı Hakk’ın en büyük nimetlerinden birisi saymalıdır. Cenab-ı Hakk’tan bu sevgide samimi olmayı istemelidir. Bu büyüklere bağlılık sebebiyle hasıl olan az bir şey de çok kabul edilmelidir. Zira o, az değildir.”92
Bazen müridin güzel hâli değişir, muhabbeti azalır, feyzi kesilir, amele karşı şevki azalır. Bu durumda sabırla amele ve yola devam etmelidir. Bu hâl münafıklık değildir, belki manevi zayıflıktır. Benzer durumlar Ashab-ı Kiramda da oluyordu. Bir defasında ashaptan bazıları Rasulullah Efendimize (s.a.v) gelerek:
“Biz sizin huzurunuzda iken güzel bir hâlde oluyoruz, sizden ayrılınca farklı bir hâle giriyoruz.
Bu nasıl bir şeydir anlayamadık!” diye hâllerinden şikayet ettiler. Efendimiz (s.a.v):
“Siz bu hâller içinde Peygamberiniz hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu; onlar da:
“Seni gizli ve açık her hâlimizde hak peygamber olarak kabul ediyoruz, bu konuda hiç bir şüphemiz yok.” dediler. Efendimiz (s.a.v):
“Sizin başınıza gelen o hâl nifak değildir.” 93 buyurdu.
Demek ki muhabbet Allah vergisidir. Kalplere dilediği gibi hükmeden Allahu Teala’dır. Müridin muhabbeti azalsa da mürşidine karşı itaat ve edebe devam etmelidir. Kâmil mürşidler müridlerinden samimiyet ve edebi yeterli görürler.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Mürşidden Keramet Beklememek
Bazı müridler, mürşidden keramet beklerler ve onun kâmil bir veli olduğunu ancak bu yolla anlayacaklarını düşünürler. Bu yanlış bir beklentidir. Keramet beklentisi daha çok aklı ve iradesi zayıf insanların işidir. Teslim ve tabi olmak için keramet şart değildir. Mürşidde görülen takva, istikamet, edep ve ilahi cezbe, aklı olanı cezbetmeye yeterlidir.
İnsanları irşat etme görevini dostlarına Allahu Teala vermiştir. Onlara bu görevle birlikte üstün kabiliyetler ve büyük yetkiler de bahşetmiştir. Velisine kullarını gönderen, kalbleri istediği yöne çeviren, dilediğine aşk, istediğine cezbe veren, kulları içinden sevip seçtiği bir dostunu bu işte vesile eden Allahu Teala’dır. O, dostlarının üzerine rahmetini indirir, bu rahmetle ilahi destek gelir ve kalpler Mevla’ya yönelir.
Bir kimsenin veli olduğunun en büyük alameti, kendisini görenin kalbini cezbetmesi ve o kalbi Allah’ın zikrine sevk etmesidir.
Bir insanın kalbinin dünyadan çekilip Allahu Teala’ya yönelmesinden, eşyayı bırakıp Mevla’yı sevmesinden ve kötü bir huyunu terk etmesinden daha büyük bir keramet yoktur.94
Elbette velilerde keramet vardır. Keramete inanmak haktır. Ancak, bir veliyi göstereceği kerameti ile değerlendirmek yanlıştır.
Nakşibendi yolunun ulu velilerinden Hace Ubeydullah Ahrar (k.s) anlatıyor:
“Semerkant’ta beni müthiş bir göz ağrısı tuttu ve kırk gün devam etti. O sırada içime Hace Alaeddin Gücdevani’yi görmek arzusu düştü. Kendisinin büyüklüğünü ve üstün vasıflarını duymuş fakat saadetli yüzünü hiç görmemiştim. Bir gün Buhara’ya gittim ve yolumun üstündeki bir mescide girdim. Mescidin bir köşesinde nur yüzlü bir ihtiyar oturuyordu. Gönlüm bu ihtiyara kapıldı. Huzuruna vardım, üç gün sohbetine katıldım. Üçüncü gün bana bakıp:
“Kaç gündür gelip sohbetimize katılıyorsun, isteğin nedir? Eğer, bu adam şeyhtir kerametini göreyim diye geliyorsan bizde öyle şey arama! Eğer sohbetimizi beğendin de kendinde bir değişiklik hissediyorsan, sana ve bana mubarek olsun. Peşine düşülecek nimet budur.” buyurdu. Bir de anladım ki bu zat, hayali ile yanıp tutuştuğum Hace Alaeddin Gücdevani Hz.leri imiş. Bunu öğrenince öyle sevindim ki, kırk gündür ağrıyan gözlerimin acısı bir anda kesiliverdi.95
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Mürşidden Bir Misafir Gibi İltifat Beklememek
Mürşide gidenlerin bir beklentisi de özel iltifat görmek, mürşidle sohbet ve muhabbet etmek, hususi meclisine girmek ve nazarları altında bol bol feyiz almak düşüncesidir. Bu arzu güzeldir, ancak iş müridin düşündüğü ve beklediği gibi olmayabilir.
Her iltifat hayra alamet değildir. Bir kere, kâmil velinin gerçek iltifatına mazhar olmak ve bu iltifatın hakkını korumak kolay değildir. Bu yolda hiç terlemeden, yolun zahmetini çekmeden, dost için göz yaşı dökmeden karşılık beklemek hak değildir. Arifler, çilesiz sevgi tatlı olmaz demişlerdir.
Büyük veli Seyyid İbrahim Fasih Nakşibendi (k.s) bu hususa şöyle dikkat çekmiştir:
“Mürid, mürşidinin kendisine karşı yönelmesine ve iltifat etmesine aldanmamalı, hatta içinden bu özel muamelenin sona ermesini arzulamalıdır. Yani mürid mürşidinden saygı ve hürmet beklememelidir. Çünkü mürşidin müridine karşı saygılı bir tavır takınması aslında helak edici bir durumun habercisidir. Zira mürşidin bir müride böyle davranması aslında onun sadık olmadığını bilmesinden ileri gelir.
Bir mürşid, bazen müride sert davranıyor ve onun nefsini küçültecek davranışlara giriyorsa bu mürid için bir rahmettir. Çünkü mürşid onu gerçekten terbiyesine almıştır ve kendisiyle ilgilenmektedir. Öyleyse mürid bu duruma sabretmelidir. Herkes ayrı bir imtihan içinde olduğunu unutmasın.96
Gavsu’l-Azam Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni Hz.leri bir sohbetinde şunları anlatmıştır:
“Biz Hazne’de bulunduğumuz sürece Şah-ı Hazne bize hiç iltifat etmezdi. Yanında bir ay kaldığım zaman bile ancak bir kaç kelam ederdi. Ben bu hâle çok üzülürdüm. Bir gün yine bu düşünce ile mahzun bir hâldeydim. O sırada Şah-ı Hazne bize şu sohbeti yaptı :
“Mürşidin zahirdeki iltifatına gönül bağlayan kimsenin maneviyatta nasibi azdır. Müridin teslimiyeti tam olarak gerçekleşip feyiz ve himmet alabilme kabiliyetine sahip olduğu zaman mürşid, o müride zahiren iltifat etmez.” 97
Bir gün, mürşidim ve aynı zamanda kayınpederim olan rahmetli Sultan Muhammed Raşid (k.s) Hz.leri zamanında muhterem babam Seyyid Abdulbaki Hz.lerini üzüntülü gördüm. Kendisi o zaman halifeydi. Üzüntüsünün sebebini sordum, şöyle anlattı:
“Keşke Seyda’nın yanında senin oğlun kadar, Seyda’nın küçük torunları kadar olsaydım, onlar kadar kıymetim olsaydı. Ben dikkat ediyorum Seyda sizin çocuklarınız ile ne kadar ilgileniyor, onları seviyor; oysa benim yüzüme dahi bakmıyor!”
Ben babamın bu sözüne çok üzüldüm. Belki adapsızlıktı ama kendisine:
“Kurban, vallahi insan birisine kızınca, sevmeyince onun semtine dahi uğramak istemiyor, değil kendisini tavuğunu bile göresi gelmiyor. Vallahi Seyda’nın sana kızması mümkün değildir. Kendin de görüyorsun ki senin çocuklarınla, torunlarınla kendi evlatlarından daha fazla ilgileniyor. Eğer seni sevmeseydi mümkün değil böyle yapmazdı” dedim. O zaman muhterem babam şunları söyledi:
“Vallahi gözüm hiçbir şeyi görmüyor; benim imanım Seyda’ya teslimdir. Benim en büyük korkum Seyda’nın benden rahatsız olup incinmesidir. Yoksa ilgi, alaka beklediğimden değil.”
Mürid şunu iyi bilmelidir: Mürşidinin kendisine karşı göstermiş olduğu tavır müride ilaçtır. Mürşid, müridin manevi doktoru olması hasebiyle, onun tedavisini yapacak odur. Onun hangi hastalığına hangi ilacın lazım olduğunu en iyi o bilir ve ona uygun tedavi yapar. Mürid, mürşidi kendisine nasıl davranırsa davransın, nefsi için lazım olanın o olduğunu, hayrının onda bulunduğunu kesin olarak bilmelidir. Mürşid müridin keyfine göre davranırsa, nefsin hastalıkları nasıl tedavi olacaktır. Müridin mürşidinden ilgi, sevgi ve özel iltifat beklemesi bu yolda en büyük adapsızlıktır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Zâhire Değil, Gönle Bakmak
Bazen zayıf bir müridin ayağı ve kalbi kaymasın diye kendisine mürşid tarafından güzel muamele edilir; hâlbuki diğer müridler ondan daha sevimlidir. Bu, mürşidin şefkatinden ve ince siyasetinden kaynaklanmaktadır.
Ashab-ı Kiram’dan Sad b. Ebi Vakkas (r.a) anlatıyor:
“Bir defasında Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, bazı insanlara mal veriyordu. Ben de yanlarında oturuyordum. Orada bulunan muhacirlerden birisine bir şey vermedi. Bana göre onların içinde en faziletli ve ikrama en layık olanı o idi. Böyle düşünerek, Efendimizin (s.a.v) yanına yaklaşıp:
“Ey Allah’ın Resûlü! Şu falancıya niçin bir şey vermiyorsunuz? Vallahi ben onu salih bir mümin olarak görüyorum! dedim. Efendimiz (s.a.v):
“Müslüman desen daha iyi olur! buyurdu. Ben biraz sukut ettim. Sonra dayanamadım tekrar söyledim, ama aynı cevabı aldım. Üçüncü de Allah Rasulü (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Ben bazı insanlara böyle mal ve hediye veriyorum ki, İslam’dan çıkıp yüz üstü cehennemi boylamasınlar. Aslında kendisine bir şey vermediklerim bana, bunlardan daha sevimlidir.” 98
Allah Rasulü (s.a.v) baz insanların imanlarını zayıf buluyordu. Bunun için onlara kalblerini dine ısındıracak ve kendisine bağlayacak davranışlarda bulunuyordu. Kendisine iltifat ve ikram etmediği sahabinin ise imanına güveniyor, onu içten seviyor, fakat kendisine zahiren bir iltifat göstermiyordu. Mürşidler de Hz Peygamber’in (s.a.v) varisi olarak onların usulü üzere müridlerini terbiye ederler.
İmam Sühreverdi’nin (k.s) anlattığı şu hadise de bu konuda güzel bir örnektir.
“Şeyh Abdulkadir Geylanî’ye (k.s), dervişlerinden birisi ziyarete gelince kendisine haber verilirdi. Hazret, hâlvete girdiği yerden gelir, kapıyı açar, selam verir, müridle bir musafaha eder ve kendisiyle hiç oturmadan hâlvethanesine geri dönerdi. Henüz mürid olmayan birisi kendisini ziyarete gelince çıkıp kendisini karşılar, onunla oturur sohbet eder, ikramlarda bulunur, kendisiyle bir hayli ilgilenirdi. Bu durum bazı dervişlere ağır geldi. Hazret bunu haber aldı; sebebini şöyle açıkladı:
“Bizim gerçek dervişlerle bağımız ve bağlantımız kalbdendir. Hem derviş bizdendir, bizim ehlimiz arasındadır. Aramızda yadırganacak bir hâl yoktur. Bunun için onlara karşı muamelemizde bu şekilde kalblerimizin birliği ile yetiniyoruz. Yeni gelen birisi ise, zahiri iltifatlara alışmış birisidir. Ona böyle davranmaz isek kalbine soğukluk gelir ve bizden uzaklaşır. Bu sebeple böyle davranıyoruz.99
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Mürşid-i Kâmilin Gönlüne Girme Yolu
Mürşidin gönlüne girmenin ve kimseyle sıkışmadan onu ziyaret etmenin en güzel yolu, kalp yoludur. Bu yolun nasıl açıldığını Nakşibendi yolunun pirlerinden Şeyh Safi (k.s)şöyle anlatır:
”Ben, ulu arif Hace Ubeydullah Ahrar Hz.lerinin yüksek huzuruna vardığım zaman yirmi iki yaşındaydım. Henüz kendisiyle şereflenmeden Mevlana Cami Hz.leri ile tanıştım ve kendisine bu yola girme isteğimi açtım. Bana:
“Sen gençsin, bu yolda yenisin. Hace Ubeydullah Ahrar Hz.leri ulu bir zattır. Yüksek hâllerinden dolayı müridleriyle fazla meşgul gözükmezler. Sen onun bu durumundan dolay pişman olmayasın. Eğer mutlaka kendisine intisap etmek kararını verdiysen önce git Mevlana Siraceddin Kasım Hz.leri ile görüş, ondan bu işin edebini ve yolunu öğren.” dedi. Ben de:
“Bana bir tavsiye mektubu verin de Mevlana Kasım’a götüreyim, sizden geldiğimi söyleyeyim ki benimle ilgilensin” dedim. Kabul etti. Mektubu Mevlana Kasım Hz.lerine götürüp takdim ettiğimde hemen ayağa kalkıp mektubu öptü ve başı üzerine koydu. Bana pek çok iltifatta bulundu. Sonra beni karşına alıp şöyle dedi:
“Bende bir ilim ve hüner yoktur ki size vereyim. Madem ki bana bu tavsiye mektubu ile geldiniz ve her hâlinizle bir aşk adamı olduğunuzu göstermektesiniz, size bu zamana kadar kimseye açmadığım bazı hususi hâlleri bildireyim:
Hace Ubeydullah Ahrar Hz.leri hâlkın gönlünü ve iç yüzünü okuyacak bir ferasete sahiptir. Ben buna çok defa şahit oldum. Aksine ihtimal bile veremiyorum. Sana düşen vazife şudur: Huzuruna varınca gönlünü tamamen ona ver ve neticeyi bekle. Göreceksin ki mürşidimiz, sultanlar ve idareciler tarafından devamlı ziyaret edilmektedir. Bu yüzden fazlaca vakit harcamış olmaktadır. Kendisinin zâhirî ve bâtınî meşguliyetleri çoktur. Müridleri ile tek tek ilgilenmeye vakitleri ve dereceleri müsait değildir. O hâlde her şey müridin istidat ve gayretine kalmaktadır. Rabıta yoluyla onun gönlüne girmeye çalışmalı ve bu yolla kalben kendisiyle özel görüşme sağlamalısın. Hazretin yanına her taraftan akın akın insan geliyor, fakat bu inceliği bilmediklerinden ve bu işin aslından gafil olduklarından çokları muradına eremeden, hazretin bereket ve feyzinden mahrum olarak geri dönüyorlar.”100
Mürşid güneş gibidir; Allahu Teala’nın kendisine ikram ettiği nur, sevgi, feyiz ve rahmetle herkese yönelmiş durumdadır. Artık o ışıktan nasibini almak müride kalmaktadır. Bunun için mürid kalbini açmalı ve hasretle mürşidten gelecek ilahi nasibini beklemelidir.
Aslında her şey ilahi takdire bağlıdır. Kuluna dilediğini verecek olan Allahu Teala’dır. Mürşid ilahi taksimle belirlenen şeyleri yerine ulaştırmakla görevlidir. Mürid işin kader yönünü bilmekle sorumlu değildir. Ona gereken zahiri edeplere dikkat etmektir. Bir de maneviyat yolunda gayret ve himmetini yükseltmeli, aza kanaat etmemeli, Allahu Teala’dan daha fazla manevi ilim ve güzel ahlak istemelidir. Şu da unutulmasın ki Cenab-ı Hakk her şeyi bir ölçüyle vermekte, hikmetle yaratmaktadır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Uğruna Can Verilecek Yol
Raşahat sahibi Şeyh Sâfi (rah) anlatıyor:
Hâcegan yolunun büyüklerinden Mevlana Hüsameddin Buharî’nin babası Hamidüddin Şaşî (rah) vefat döşeğinde idi. Bu zat büyük alimlerdendi. Şah-ı Nakşibend’le aynı dönemde yaşamıştı. Şah-ı Nakşibend’e büyük hürmet, sevgi ve saygıları vardı. Fakat o kalp doktoruna teslim olup seyru sülük terbiyesi almamıştı. Kendi ilim ve tedbiri ile yetinmişti. Zahiren helal ve harama dikkat etmiş, farzları yapıp, haramlardan kaçınmış, fakat kalbine pek eğilmemişti. Oğlu Hüsameddin Buharî ise Emir Hamza’nın (k.s) irşatta halifesi idi. Emir Hamza da Seyyid Emir Külal’in (k.s) oğludur. Hamidüddin Şaşî vefat anında sıkıntı ve ızdıraba düştü. Oğlu ve dostları baş ucunda idiler. Bir ara oğlu:
-Baba ne haldesin? diye sordu. Babası:
-Benden şu anda kalb-i selim istiyorlar. O da bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum!” dedi. Hüsameddin Buharî babasına:
-Sakin olun, kalbinizi bana bırakın. Selim kalbin ne olduğunu anlayacaksınız!” dedi. Ve derin bir murakabeye daldı. Bir saat kadar öyle kaldı. O anda Cenab-ı Hakk’a yönelip babasını bu ızdırap ve endişeden kurtaracak ilahi rahmet ve sekinet istedi. Orada bulunan diğer müminler de dua ettiler. Gözlerini açtığında, babasının yüzüne bir nur ve huzur inmişti. Kalbi dünyadan ayrılık, yalnızlık ve ölüm endişesinden kurtulup Allah ile huzur bulmuştu. İnen rahmet ve sekinet ile ızdırabı gitmişti. Bu arada gözlerini açtı, bulduğu huzurun sevincini ve kaçırdığı fırsatın hasretini şöyle dile getirdi:
-Oğlum! Allah sana bol mükafat versin. Meğer bize lazım olan iş bütün ömrümüzü bu kalbi elde etme yolunda harcamak imiş. Fakat ne yazık ki ömrümü başka türlü zayi ettim!” dedi.
Ne mutlu bu babaya ki salih evladının dua ve gözyaşı bereketi ile Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu, huzur içinde dünyadan göçtü.” (Şeyh Safi, Raşahat, 45.)
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
MÜRŞİD ZİYARETİNDEN DÖNÜŞ ADABI
Bir mürid, mürşidini ziyarete gittiği zaman ondan izin almadan yanından ayrılmamalıdır. Gelmek irade ile fakat gitmek müsaade iledir. Bir arkadaş ve dostunu ziyarete gidince de bu edebe dikkat etmelidir. Bu konuda Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Sizden biriniz, kardeşini ziyaret edip yanında oturduğu zaman, ondan izin almadan kalkıp gitmesin.”101
Vakti müsait olup, tekkede uzun süre kalmaya niyetli olan kimseler kalmak için izin almalıdır. Hem amelden hem de hizmetten kaçan kimseler, tembelliği tercih ederek böyle yapıyorlarsa, hoş karşılanmazlar. Ziyareti uzun tutan kimseler, eğer bütün vakitlerini ibadet, ilim, zikir, hizmet ve hayırlı bir işle doldurabiliyor iseler, tekkede uzun süre kalmaktan zarar görmezler. Bir mekanın hakkı verilemez ise, oradan hemen ayrılmak gerekir. Ancak kendisine görev verilir ve ondan hizmet istenirse, kalmaya devam eder. Çünkü, Allah için Allah dostlarına hizmet etmek, ibadettir.
Yolculuk yapan kimse konakladığı ve mola verdiği herhangi bir mekandan ayrılırken vakit uygunsa iki rekat namaz kılarak ayrılmalıdır. Bu namaz sünnettir. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, konaklamak için inmiş olduğu her yerden iki rekat namaz kılarak ayrılırdı.”102
Bu edebe Mekke-i Mükerreme’den ve Medine-i Münevvere’den ayrılırken de dikkat etmelidir.
Yoldan gelen kimsenin sıhhat ve afiyet içinde dönüş hakkı ve bir şükür olarak kardeşlerine bir şeyler ikram etmesi, dostlarına ziyafet çekmesi müstehaptır. Resûlullah (s.a.v), Efendimiz Medine’ye geldiklerinde bir deve kurban etmiştir.103
Resûlullah (s.a.v) yoldan geceleyin dönmeyi yasaklamış104 ve:
“Sizden biriniz, seferden döndüğünde haber vermeden, aniden ailesinin yanına gece girmesin.”105 buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, bir yol dönüşünde ailesinin yanına geceleyin (geç vakit) gelmezdi. Gelişini ya sabaha ya da akşamdan önceye rast getirirdi.106 Seferden genelde kuşluk vakti dönerdi.107 Önce mescide uğrayıp iki rekat namaz kılar, biraz oturur, sonra hane-i saadetine teşrif ederdi.108
Şartlarımız uygun olduğu sürece bu edeplere dikkat etmelidir. Bunda büyük bir fazilet ve sünneti ihya sevabı vardır. Ancak, kafilenin ve yolun durumuna göre, gece gündüz dönüş ve iniş saatleri değişebilir.
Mukaddes yerleri ve kâmil velileri ziyaretten maksat Allahu Teala’ya yaklaşmaktır.
Mürid, mürşidini ziyaret edip dönerken niyetini, kalbini, durumunu gözden geçirmelidir. Nasıl bir vaziyette gelip hangi hâlde geri döndüğünü düşünmelidir. Kazancının ne olduğuna bakmalıdır. Samimi olarak ziyaretinin tekrarını istemelidir. Ziyaretten sonra yönü memlekete dönse bile, gönlü mürşidinde ve onda gördüğü güzel hâllerde kalmalıdır. Onu kendisine örnek alıp, biraz daha iyi ve samimi kulluk yapmaya niyetlenmelidir. Mürşidi ile bağını kuvvetlendirecek amellere sarılmalıdır. Onunla arasındaki güzel hukuku geliştirecek hizmetleri aramalıdır. Muhabbetini artıracak edepleri öğrenmeli, mürşidini sevindirecek vazifeleri üstlenmelidir. Döndüğü yerlerde, mürşidinin sadece adını değil, ondaki yüksek ahlakı bir derece olsun yaşayarak yaymaya çalışmalıdır.
Şu gerçek unutulmamalıdır: Hakiki mürid, milletin içinde mürşidi ile övünen kimse değildir. Asıl mürid, mürşidinin kendisiyle Allah’ın huzurunda övündüğü ve sevindiği kimsedir.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
KABİR ZİYARETİ ADABI
Kabir ziyareti, ilim, tefekkür ve kabrin içindekine dua için yapılır. Ancak, ziyaret edilen kimse, bir peygamber veya veli ise, onların ruhlarından manen istifade edilir ve feyiz alınır.
Bir peygamber veya salih insanın kabri ziyaret edilirken abdestli bulunmalıdır. Eğer gusül abdesti alınırsa daha bereketli olur. Ziyaret edilen zatı, sanki hayattaymış gibi hürmet ve edebi muhafaza ederek ziyaret etmek gerekir. Büyükler bu konudaki edepleri şöyle belirtmişlerdir:
Büyüklerden birisinin mezarını ziyaret eden mürid, kalbini her türlü dış alakalardan boşaltmalıdır. İçini dünya endişe ve bağlarından temizleyip kalbini rahatlatmalıdır. Ziyaretini ettiği zatın ruhaniyetini sadece bir nur şeklinde düşünmelidir. Kalbiyle kabirde yatan zata yönelmeli ve kabir sahibinin feyizlerinden bir feyz ve hâllerinden bir hâl zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tutmalıdır.
Mürid, yüce zatları yüksek makamları ziyaret ederken, mürşidini rabıta ederek, onu önüne alarak ve gönlüne koyarak ziyaret ederse, hem kalbi uyanık olur, hem edebi muhafaza edebilir. O zaman gelen feyiz kendisine göre değil, gönlündeki mürşidine göre olur.
Allah dostlarının ruhları “illiyyin” makamında bulunur. Bu makam Cenab-ı Hakk’ın huzurunda kabul görmüş kimselerin ruhlarına tahsis edilmiştir. Bu şerefe ulaşan ruhların üzerine devamlı ilahi nur, feyiz, ve ihsan akmaktadır. Bu sebeple onlar feyz kaynağıdır. O kaynağa kalbini bağlayabilen kimse ondaki feyze ulaşmış olur.
Ziyaretçi, kabre yaklaşıp evvela selam verir. Mezarın ayak ucuna yakın sağ tarafında durur. Ona karşı hayatta nasıl davranması gerekiyorsa aynı edebine muhafaza eder. Bir Fatiha ve on bir ihlas okur. Sevabının bir mislini ziyaret ettiği zata ve diğer müminlere hediye eder. Sonra oturur. Feyz almak için kalbiyle kabirdeki velinin ruhaniyetine yönelir. Kalbinde bir eser doğuncaya kadar bu hâl üzerinde kalır.
Ziyaretçi feyz almaya ve mevta da feyz vermeye kabiliyetli ise muhakkak bir eser zuhur eder. Ziyaret edilen zat, seyr-i sülukundan sonra hâlkın irşadı için geriye döndürülmüş ve irşada mezun kılınmış bir veli ise, meydana gelen nispet eseri yavaş, durgun ve devamlı olur. Eğer mevta, cezbe hâlinde kalmış ve irşat izni verilmemiş velilerden ise, gelen tesir ani, keskin, hızlı, geçici ve çabuk olur.
Ziyaret edilen veli, ziyaretçi müridin mensup olduğu yolun büyüklerinden değilse mürid, “telebbüsî” rabıta içinde, yani mürşidini önüne alıp onun hâl, hareket ve kıyafetine bürülü olarak oturması lazımdır. Böyle yaparak feyz alma işinde mürşidini arada vasıta etmelidir.
Bir velinin kabri ziyaret edilince, veli ziyaretçiyi tanır, selamını alır. Veli kabri üstünde Allah’ı zikretmeye başlayan ziyaretçi ile beraber zikreder. Allah dostları ölümle, bir evden diğerine geçmiş gibidirler. Vefatlarından sonra onlara edilecek hürmet, hayatlarında olduğu gibidir, kendilerine, hayatta gösterilen edebin aynısını göstermek lazımdır.109
Bereket olsun diye elini kabre sürüp eli yüze meshetmek veya kabri öpmek uygun değildir.110 Kabre karşı namaz kılınmaz. Okunan sûre ve ayetlerin sevabı Resûlullah (s.a.v) Efendimizden başlayarak geçmiş büyüklere, kabirdeki zata, varsa etrafındaki mevtalara, vefat eden anne babaya, yakın akrabaya ve diğer müminlere hediye edilir.
Kabrin başında Fatiha ve ihlas sûresi yanında Yasin, ve Mülk sûreleri de okuNâbîlir. İstenirse, Bakara sûresinin ilk beş ayeti (Elif Lam Mim), Ayete’l-Kürsi, Amenerrasûlü, Takasür sûresi ve kolayına gelen başka sûreler okuNâbîlir. En dar zamanda, mevtaya selam verdikten sonra bir Fatiha üç ihlas okuyup bağışlamak yeterlidir.
Büyük zatları ziyaret eden mürid, hayatta olan mürşidine de dua etmelidir. Duanın kabul edileceği kıymetli zaman ve mekanlarda müridin mürşidini dualarına katması, sadakatın ve sadık evlatlığın gereğidir. Bu aynı zamanda duasının kabulü için en güzel bir vesiledir. Efendimiz (s.a.v) kardeşin ve dostların gıyabında yapılan dualara meleklerin amin dediğini ve bu duayı Yüce Mevla’nın hemen kabul ettiğini müjdelemiştir.111
Kabirdeki veliden bizzat bir şey istenmez; o vesile edilerek her şey Allahu Teala’dan istenir. Mesela; ey Allah’ın dostu, beni affet, bozulmuş işlerimi düzelt denmez. Ancak:
“Ya Rabbi, şu kabirde yatan peygamberinin (a.s) veya dostunun hürmetine, ona verdiğin nur ve aşkın şerefine senden affımı diliyorum, şu işimde hayırlı bir sonuç istiyorum” denebilir.
Kabirleri ziyaret Allah rızası için yapılan bir vazifedir. Vefat eden anne ve babanın kabirlerini Cuma günü ziyaret etmek müstehaptır.112
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
HER HÂLDE EDEP
Sahabenin ve salihlerin kabirlerini ziyaret ederken, onları rahatsız edecek hâllerden sakınmalıdır. Erkek kadın birbirine karışmış ve sıkışmış olarak ziyaret edilmez. Böyle durumlarda türbenin içine girmeye veya kabre yakın olmaya kendini zorlamamalıdır. Huzur ve edep içinde biraz uzaktan, hatta türbenin dışından bile selam verilip, ziyaret ve dua yapılabilir.
Edep çiğnenerek ibret ve sevap alınamaz. Bu sükunet ve edeplere özellikle Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, Sahabe-i Kiram’ın ve büyük zatların türbe ve kabirlerini ziyaret ederken dikkat etmelidir. O huzurda kargaşadan çekinmeli, itip kakarak kimseyi rahatsız etmemelidir.
Büyük arif Hace Alaüddin Attar (k.s) kabir ziyaretinin hedefini şöyle belirtmiştir:
“Mürid, büyüklerin mezarların ziyaret ettiğinde, orada yatan büyüğün sıfat ve hâllerinden ne anlamış ve ne sebeple kendisine yönelmiş ise o derecede feyiz alır. Mukaddes ruhlara yönelmek için zahiren uzak olmanın bir zararı yoktur. Ancak asıl iş, kabirde yatan zatın sıfatlarını anlamaktır. Hz. Şah-ı Nakşibend (k.s) şu beyitleri çok söylerdi:
Büyüklerin kabrine bağlanmaktan ne çıkar Onların yaptığını yap, sen de hedefine var.
Allah dostlarının kabirlerini ziyaretten gaye, mezara değil, Cenab-ı Hakka yönelmektir. Oradaki velinin ruhaniyeti Allahu Teala’ya yönelmek için ancak bir vesiledir.113
Kabir ziyareti konusunda, müridin dikkat edeceği başka bir husus da, bir Peygamber (a.s) veya büyük zatın kabrini ziyaret ederken, kalbi toplamak ve istifadeyi çoğaltmak için rabıtaya sarılmaktır. Bu konuya büyükler çok önem veriyorlardı .
Seyyid Sultan Muhammed Raşid Hz.leri (k.s), bir sohbetinde buyurdu ki:
“Mürid, sofi, mürşidinden izinsiz türbe ve merkadlere gidemez, gitmemesi lazımdır.” Sonra bir müddet sustu, biraz sonra: “Rabıtasız gidemez!” buyurdu. İzinsiz gidemez hükmünü, rabıtasız gidemez şeklinde ifade etti. Bunun manası şudur:
Mürid mürşidini rabıta ederek türbe ve merkadleri ziyaret ederse, onun vesile ve bereketiyle büyük menfaat elde eder. Yoksa, kendi nefsi ile yapacağı ziyaretlerden gerçek menfaat göremez. Dikkat edilirse Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri, sohbetinde önce “izinsiz gidemez” buyurdu, sonra bunu değiştirerek “rabıtasız gidemez” buyurdu. Yani bu konuda içtihat yaptı ve hükmü kolaylaştırdı ki ümmet-i Muhammede, sofilere zorluk olmasın. Çünkü, Seyda Hz.leri tasavvufta müçtehid idi. Bu sohbet benim aklımda kalmıştı. Bir gün bu konuyu Gavsımız Seyyid Abdulbaki (k.s) Hz.lerine sordum:
“Kurban, adaba göre sofinin önce mürşidini, sonra büyüklerin türbelerinin bulunduğu merkadi ziyaret etmesi gerekiyor. Oysa, bu gün bazı sofiler, önce merkade gidip ziyaret ediyorlar; buna Gavsımız ne buyururlar.” O zaman Gavsımız:
“Önce merkade gitmelerinde bir sakınca yoktur, gidebilirler.” buyurdu ve peşinden şu sohbeti yaptı:
“Şeyh Abdurrahman Tahi Hz.leri, hâlifesi Şeyh Fethullah Verkanisi ile hacca gitmişlerdi. Hac vazifesini yaptıktan sonra Medine-i Münevvere’ye geldiler. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin Ravzasına yaklaştıklarında, Şeyh Fethullah şeyhinin rabıtasını yapmaya başladı. Şeyh Abdurrahman Tahi Hz.leri ona dönüp:
“Molla Fethullah! Burada da mı Sadatın rabıtasın yapıyorsun?” diye sordu. Şeyh Fethullah:
“Evet Kurban, asıl burada Sadatın rabıtasını yapmam lazımdır. Sadatın rabıtası olmazsa, ben bu perişan hâlimle, hangi yüzle iki Cihanın Efendisinin huzuruna çıkarım. Ben rabıtaya en çok burada muhtacım. dedi.”
Buradan anlaşılıyor ki yüksek makam sahibi büyükleri ziyaret eden bir mürid o makamların edebini, o makamdaki zatların kıymetini ve onlara karşı yapılacak hürmet şeklini çok iyi bilen mürşidini gönlüne ve önüne alırsa, nefsi ile baş başa kalmaz, eli boş dönmez.
Müridin her zaman her yerde ve her işte en önemli sermayesi edeb ve tevazudur. Kendini hiç bilerek mürşidini önüne aldığında, o vesile ile gelecek bereket müridin manevi hâline göre değil, mürşidin manevi derecesine göre olur ve asıl menfaat müride kalır. Bundan, ziyaret edilen zatın noksan olduğu anlaşılmasın. Kusur ve noksanlık ziyaretçi müridin nefsindedir. Mürşid, büyüklerin derece ve kıymetini çok iyi bildiğinden mürid onu bir aracı yapmış, bu vesile ile kalbini toplamış ve kazancını artırmış olur.
Kâmil bir mürşidin sevgisi ve edebi ile kalbi dolu bir mürid, büyük zatlardan birinin kabrine yöneldiğinde, kabirdeki zat onun gönül tahtında oturan büyüğün hatırına müride manen iltifatta bulunur ve onun için Allah’a istiğfar eder. Bu da müride yeter.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
MÜRŞİD-İ KAMİL ALLAH İÇİN SEVİLMELİDİR
Mürşid-i kâmil kendisine verilen bütün manevi nimetleri Allah yolunda, insanların irşadında kullanır. İnsanlar da bir veliyi irşad olmak, kalbini uyandırmak, nefsini ıslah etmek, dinini güzel yaşamak ve böylece Allah’a yaklaşmak için vesile etmeli, ahireti için mürşidden dua ve himmet istemelidir.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
HİMMET, İLAHÎ KADERE BAĞLI BİR RAHMETTİR
Mürşid-i kâmil, ilahi takdire teslim olmayı en büyük amel görür; bunun için ilahi hükme tabi olur. O, bütün faydanın ve zararın, iman ve hidayetin, rahmet ve azabın, tatlının ve acının Yüce Allah’ın kudret elinde olduğunu bilir; devamlı O’na yönelir; O’na güvenir. Asıl veren Allah’tır; kâmil veli, kula verilen rahmet, feyiz ve muhabbet için bir vasıtadır.
Yüce Allah, dünya aleminde rahmetini ve nimetlerini kulları eliyle ulaştırmayı sevmektedir. Bunun için melekleri, peygamberleri, velileri ve diğer sebepleri yaratmıştır.
Himmet bir keramet çeşididir. Yüce Allah’ın dostlarına bir ikramı olan keramet, ilahi kudretin tecellisidir. Yüce Allah, Peygamberlerini (a.s) bir çok mucize ile desteklediği gibi; irşatla görevli velilerini de özel yetkilerle donatıp desteklemiştir.
Keramet haktır, vardır ve vâkidir. Keramet, ikiye ayrılır. Birisi, zâhirî alemdeki maddi işlerde olur. Bunun çeşitleri çoktur. Diğeri, manevî keramettir; mâna aleminde zuhur eder, kalp, gönül ve ruh üzerinde gerçekleşir. Veli için, havada uçmak, ateşi yutmak, bir anda dünyayı gezip dolaşmak gibi maddi kerametler şart değildir. Ancak mânevi kerametin her velide bulunması şarttır.
En büyük manevi keramet, velideki sarsılmaz iman, yakin, ilahi feyiz, aşk, kalplere tasarruf etme, gönülleri Allah’a bağlama, nefsi ıslah edip kötü bir sıfatı iyi ahlaka çevirme ve gece gündüz istikamet üzere hak yolda yürüme kerametidir.
Yüce Allah, kâmil mürşidlere mâna aleminde, ruh ve kalp ikliminde tasarruf etme, gönülleri tesiri altına alma, ilahi nur ve nazarla azgın nefisleri uslandırma ve terbiye etme yetkisi vermiştir. Onlar, mana aleminin sultanlarıdır. Onlardan iman selameti ve gönül safiyeti için himmet ve yardım istemelidir; kalbimizin dirilmesi için feyizleri talep edilmelidir. Nefsimizi terbiye için nurlu nazarları altına girmeye can atmalıdır.
Kâmil mürşidler, Yüce Allah’ın: “Eğer siz Allah’a (yani O’nun dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.”118 Ayetinin sırrına ve müjdesine ulaşmışlardır. Onların üzerinde hiç eksilmeyen bir rahmet, feyiz ve ilahi destek vardır. Onlar bu destekle Yüce Allah’ın dinini yaşamakta ve gönüllere ilahi sevgiyi aşılamaktadırlar. Yoksa bu iş maddi akıl, fikir, para, edebiyat ve temenni ile olacak bir şey değildir.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Her şey O’nun (c.c) elinde
Büyük ariflerden Şeyhu’l-İslam Ahmed Cami Hz.lerinin huzuruna bir Türkmen beyi geldi. Yanında ailesi de vardı. Kadının elinde son derece güzel yüzlü bir çocuk bulunuyordu. Çocuğun iki gözü de kördü. Anne-baba büyük bir ızıdırap içindeydiler. Üzüntü ile Ahmed Cami Hz.lerine yaklaştılar ve:
“Efendim! Bu bizim tek oğlumuz; her şeyi güzel, fakat iki gözü görmüyor. Dünyayı gezdik, pek çok doktora gittik, bir çare bulamadık. Dua edecek bir çok veliye ve ulu kişiye gittik, fakat sonuç alamadık. Bizim malımız çoktur; bu yolda hepsini feda etmeye hazırız. Sizin dualarınızın Allah katında kabul edildiğini işittik; kapınıza geldik. Lütfen şu oğlumuza bir nazar ve dua edeniz de gözleri açılsın; bütün malımızı size hediye edelim. Eğer siz de himmet etmezseniz, biz kendimizi yerden yere vurup helak olacağız. Bizi boş çevirmeyin!” diye yalvarmaya başladılar. Ardından yüksek sesle ağlamaya başladılar. Ulu veli böyle bir istek karşında irkildi. Çünkü kendisinden mucize gibi bir şey isteniyordu. Bunu edebe aykırı buldu ve onlara:
“Bu ne acaib bir istek! Körlerin gözlerini açmak Hz. İsa Peygamberin (a.s) mucizesidir. Ahmed Câmi kim oluyor ki ondan bu işi istiyorsunuz? Dedi ve yavaş yavaş oradan uzaklaştı. O sırada Türkmen Beyi ile hanımı kendilerini yere atıp hıçkırarak ağlamaya başladılar. İşte o Anda Ahmed Câmi Hz.lerinin kalbine ilahi bir varidat ve nur hücum etti; içinde bir ses yankılandı, Hazret kendisini tutamadı, iradesi dışında dilinden:
-Biz yaparız, o değil!” sözleri döküldü.
Yanında bulunanlar bu sözü işittiler. Ahmed Câmi birden geri döndü; çocuğun yanına gitti, iki baş parmağını küçük yavrunun gözlerine dayadı ve: “Allah’ın izniyle aç gözlerini ve gör! diye seslendi.
Ellerini çekti, çocuk ışıl ışıl görmeye başladı. Herkes dehşet içinde kalmıştı. Anne-babası çocuğa sarılıp ağlamaya başladılar ve izin alıp sevinç göz yaşları içinde oradan ayrıldılar. Orada bulunanlar Ahmed Câmi Hz.lerine:
-Efendimiz! Önce: ‘Ahmed kim oluyor ki bu işi yapsın’ dediniz, sonra da: “Biz yaparız, o değil’ buyurdunuz. Bu sözlerin manası ne idi? diye sordular; Hazret şu cevabı verdi:
-İlk söz benim sözümdü ve doğrusu bu idi. Ben tek başıma bu işe güç yetiremezdim. İkinci söz bana ait değildi; o kalbime ilham edildi, sırrıma indirildi. O Rabbime ait bir ilhamdı. Bana:
“Ölüleri İsa mı diriltir, körlerin güzünü İsa mı açar, dilsizlerin dilini İsa mı çözer? Onların hepsini biz yaparız!” dendi. Sonra da:
“Geri dön, biz o çocuğun güzünün açılması için seni vasıta yaptık” buyruldu. Bu mana kalbime öyle tesir etti ki iradem dışında dilimden döküldü. O söz ve iş Cenab-ı Hak’tan geldi; Ahmed’in elinde zuhur etti, nefesinde gözüktü.” (Şeyh Safi, Raşahat, 142-143. (Sadeleştirme)
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Beşinci Bölüm
HİZMETTE EDEP
Hizmet müminin aynasıdır. Hizmet, imanın ve güzel Müslümanlığın ölçüsüdür. Hizmet, Cenab-ı Hakk’ın ahlakının kulda yansımasıdır. Kul rahman ve Rahim olan Rabbini tanıdığı ölçüde O’nun kullarına merhametli, faydalı ve yakın olur. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin tarif buyurduğu gibi, gerçek Müslüman, insanların kendisinden bir zarar görmediği, herkesin ondan rahat ettiği, emin olduğu, fayda gördüğü bir kimsedir. Kendisine güvenilmeyen, insanları sevmeyen ve kimse tarafından da sevilmeyen kimse imanın tadını tadamaz.119
Arifler: “Hizmetteki edep hizmetten daha üstündür.” demişlerdir. Bütün ilahi emirler, ibadetler, hayır ve hizmetler edep öğrenmek içindir. Her işi edep güzelleştirir.
Manevi terbiyenin sonu, halktan kaçmak, işten el etek çekmek değil, halkın arasına dönmek ve hizmet etmektir. Tasavvuf terbiyesinin en büyük hedefi insanı herkese rahmet olacak bir kıvama getirmektir. Öyle bir kimseden Cenab-ı Hak da razı olur, bütün yaratılmışlar da razı olur.
Büyükler sufiyi şöyle tarif ederler:
Sufi, Allah için her şeyini feda eden kimsedir. Sufi, toprak gibidir; herkesi üzerinde taşır. Nasıl ki toprağa bir pislik atılsa, toprak onu içine çeker temizler. Sonra güzel meyve ve çiçek olarak meydana çıkarır. Sufi de böyledir; ona kim nasıl davranırsa davransın ondan sadece güzellik ve hayır ortaya çıkar.
Sufi, güneş gibidir; herkesi aydınlatır, ısıtır, olgunlaştırır. Sufi, Yüce Rabbi ile huzur bulmuştur; herkese huzur verir. Sufi, hak adamıdır; hak söyler, haklıyı sever, hak kimde ise onu över. Sufi, Hakk’a aşıktır: Hak adamı halkla çekişmez, çekişmeyi bilmez.
Allah dostları, alemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin meşrebi üzere hareket etmeyi en büyük gaye edinmişlerdir. Efendimiz (s.a.v) hiçbir ayırım yapmadan bütün insanları muhatap almış ve hepsine rahmet olmuştur. Muhataplarına dost veya düşman diye değil, Allahu Teala’nın kulu gözüyle bakmıştır. Yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmamıştır, hiç kimseyi minnet altına sokmamıştır. Onun en büyük sünneti, başkasının yükünü çekmek, ihtiyaçlarını gidermek ve yüzünü güldürmektir.
İşte bütün hayatını Allah için halka hizmete adayanlar ve bununla Allah rızasını arayanlar, Efendimizin (s.a.v) bu meşrep ve mesleğini iyi tanımalıdır. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bütün insanlığı hizmet hedefi göstermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Bütün halk Allah’ın bir ailesi durumundadır. Bu aile içindeki insanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır.”120
Arifler demişlerdir ki: “Bir kimse bütün halkı kendisi için bir âile ferdi gibi görmedikçe gerçek sufi olamaz.”121
Nakşibendi yolunun piri Şah-ı Nakşibend Hz.leri, bu yolun usul ve meşrebini şöyle tarif etmiştir:
“Bizim usulümüz, halkın içinde Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır. Yolumuz sohbet ve halka hizmet yoludur. Halktan kaçmakta şöhret, şöhrette afet vardır. Hayır, halkın içinde bulunup herkese Allah rızası için hizmet etmektedir.”122
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Hizmetin Kıymeti
Allah rızası için bir hizmetin içinde bulunmak kadar kazançlı bir iş yoktur. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz hizmet ehlini şöyle övmektedir:
“Bir topluluk içinde en büyük sevabı onlara hizmet eden alır.”123
“İnsanların en hayırlısı, diğer insanlara en faydalı olandır.”124
”Sadakaların en faziletlisi, Allah yolunda hizmet etmektir.”125
Kardeşlere yapılan hizmet, nafile ibadetten daha üstündür. Bu konuda şu hadisleri hatırlatmamız yeterlidir:
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bir müminin ihtiyacı için koşmanın faziletini ve şerefini şöyle belirtiyor:
“Bir mümin kardeşimin ihtiyacını görmek için yürümem bana, şu mescidde (Mescid-i Nebide) oturup bir ay itikafa girmekten daha sevimlidir.”126
Hizmetin en büyük kerameti insanı Allahu Teala’nın sevgi ve yardımına mazhar etmesidir. Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
“Bir kul, din kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da onun yardımında olur.”127.
Ashabtan Abdullah İbnu Abbas (r.a), Hz. Peygamber’in (s.a.v) mescidinde itikafa girmişti. Yanına bir adam geldi, selam verdi ve oturdu. İbnu Abbas (r.a) adamın yüzüne baktı, onu biraz kederli gördü:
-Ey falancı! Seni kederli ve üzüntülü görüyorum, bir sıkıntın mı var? Diye sordu. Adam:
-Evet, ey Allah Rasülünün amcasının oğlu. Falancının üzerimde velâ hakkı var, para karşılığında beni hürriyetime kavuşturdu. Fakat şu kabirde yatan Peygamber hakkı için söylüyorum, üstlendiğim borcu ödeyecek gücüm yok” dedi. İbnu Abbas (r.a):
-Ona senin hakkında konuşsam olur mu? Diye sordu. Adam:
-İstersen bir konuş” dedi. İbnu Abbas (r.a) hemen ayakkabılarını giydi, mescitten çıktı. Adam:
-İtikafta olduğunuzu unuttunuz herhalde!” diye hatırlatmada bulundu. İbnu Abbas (r.a):
-Hayır unutmadım. Fakat ben şu kabirde yatan Hz. Peygamber’i (s.a.v) işittim. O aramızdan ayrılalı çok geçmedi. Bu arada İbnu Abbas’ın gözlerinden yaşlar boşandı. Sözüne devam etti: Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Kim bir din kardeşinin ihtiyacını gidermek için yürür ve sıkıntısını giderirse, bu yaptığı onun için on senelik itikaftan daha hayırlıdır. Halbuki, kim Allahu Teala’nın rızası için bir gün itikafa girse Allahu Teala onunla cehennem ateşi arasında üç hendek koyar. Her bir hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.”128
Ashabın büyüklerinden Muaz b. Cebel (r.a) demiştir ki: Allah yolunda cihada giden arkadaşlarımın eşyalarını hazırlamam, yüklerini düzeltmem ve bineklerini çekip çevirmem bana on nafile hacdan daha sevimlidir.”129
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Hizmetin Kıymeti
Ebu Kilabe el-Basri (rah.), şu hadiseyi anlatmıştır:
“Resûlullah (s.a.v), yolculuk yaparken ashabını gruplara ayırıyordu. Bir defasında grubun birisi Efendimiz’in (s.a.v) huzuruna gelerek gruptaki bir şahsı şöyle övmeye başladılar:
“Ey Allah’ın Resûlü! Biz bunun gibisini görmedik. Bir yere indiğimizde hemen namaza koşar; durmadan namaz kılar. Hareket edince tek işi Kur’an okumaktır. Bir de devamlı oruç tutuyor.” dediler. Resûlullah (s.a.v):
“Ona bunları yapma imkanını kim veriyor. O bunları yaparken ihtiyaçlarını kim görüyor?” diye sordu. Arkadaşları:
“Bizler!” diye cevap verdiler. Resûlullah (s.a.v), aynı soruyu bir kere daha sordu. Onlar tekrar:
“Bizler!” diye cevap verince, Efendimiz (s.a.v):
“Bu durumda sizin hepiniz ondan daha hayırlısınız buyurdu.”130
Hace Ubeydullah Ahrar (k.s) hizmetin ibadetler içindeki sevap ve yerini şöyle belirtir:
“Hâcegân yolunda (Nakşibendî terbiye sisteminde) içinde bulunulan vaktin icabı neyse ona göre davranılır. Şahsi zikir ve murakabe, ancak Müslümanlara hizmet edecek bir durum olmadığı zaman yapılır. Gönül almaya vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları nafile ibadetlerle uğraşmanın hizmetten üstün olduğunu zannederler. Halbuki gönül feyzini temin eden şey Allah için başkalarına hizmet etmektir.”131
Ölçü şudur: Hak yolcusu farzların dışında hangi iş ve ibadeti yapacağını kendisi belirlemez. Tercihi mürşidine bırakır. Mürşid ona hangi işi ve nafile ibadeti gerekli görüyorsa onu emreder. İnsan için en hayırlısı ve emniyetlisi odur. Hizmet eden zikir çekmez denemez. Zikir, duruma göre değişik şekillerde yapılabilir. Fakat şunu unutmamak gerekir: Zikir hiç ara verilmeyecek bir ibadettir. Bütün ibadetlerin hedefi devamlı zikir hâlini muhafaza etmektir. Kalbin Yüce Allah ile irtibatını ve uyanıklığını artırmayan bütün hizmetlere şeytan karışmış olabilir. Bu durumda hizmet ehli, niyet ve vaziyetini bir daha kontrol etmelidir. Hizmetteki hedef, hem nefsimize hem de mümin kardeşlerimize fayda vermektir. Asıl fayda, Yüce Allah’a yakınlık sağlayıp dost olmaktır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
İnsanı Hizmet Ölçer
Mürşid, müridin olgunluk seviyesini insanlarla geçimi ve halka hizmeti ile ölçer. Güzel geçim ve hizmet kadar insanın cevherini ortaya koyan hiçbir şey yoktur. İmandan sonra her mümin güzel ahlakı ile ölçülür. Güzel ahlak, Yüce Allah’ın ve halkın haklarını güzel korumaktan ibarettir. Bununla herkesin niyeti, kabiliyeti, aklı, ilmi ve ulaştığı terbiye seviyesi belli olur.
Abdurrahman-ı Tâhî Hz.leri şöyle buyurur: “Nisbet (manevi feyiz ve yardım) hizmete göredir. Hizmetteki ilahi rahmet hiçbir şeyde yoktur. Nakşibendi tarikatında rahmete sebep olacak her türlü amel ve hizmet vardır. İbadet için evine kapanıp halkın hizmetinden kaçan kimse, pek çok hayırdan mahrum kalır. Sadece zikirle yetinmek olmaz. Mal ve can ile Allah yolunda cihat ve gayret etmek gerekir.”132
İnsanın Allah rızası için yaptığı bütün ameller, gayretler, harcamalar hizmetin içine girer. Bunun için hizmetteki edepleri bilmemiz ve korumamız gerekmektedir.
Hizmetin temeli ve ruhu ihlastır. İhlasla yapılan hiçbir işe küçük denmez. Allah rızası için mescitten atılan bir çöp bile hayırdır, hizmettir. İnsan bir hayır yaparken ne yaptığından çok, onu kim için yaptığına bakmalıdır.
Hizmeti kullanıp içimizdeki nefsani hisleri tatmin etmek, insanların rağbetini çekmek, özel çıkarlar sağlamak, baş olma hevesine kapılmak, hizmet edip hürmet beklemek doğru değildir.
Hizmetin Alanı
Hizmette sınır olmaz, yer ve insan seçilmez, cemaat ve millet taassubuna düşülmez. Allahu Teala’nın yarattığı bütün mahlukat hizmette hedeftir. Mümine hizmet gerektiği gibi, mümin olmayan, inkar içinde koşan, haramlara bulaşan insan da hizmete muhtaçtır, ilgiye layıktır. Hizmet, karşımızdakinin ihtiyacını gidermektir.
Hace Ubeydullah Ahrar (k.s) der ki:
“Ben bu yolun feyzini tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi de hizmet yolundan götürdüler. Ben hizmette insan ayırımı yapmadım, hayır umduğum herkese hizmet ettim. Heri’deyken sabahları hamama gider ve Müslümanlara hamamda hizmet ederdim. Hizmette iyi veya kötü, beyaz veya siyah, kuvvetli veya zayıf ayırımı yapmadan herkese hizmet ederdim. Hizmetime karşılık olarak kimse bana bir ücret vermesin diye, işimi bitirir bitirmez hemen hamamdan uzaklaşırdım.”133
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Hizmet Ahlakı
Hizmette ben yoktur, biz vardır. Benlik birlik için feda edilmelidir ki güzel geçim olsun. Hizmetteki kardeşlerimiz ile doğruyu bulmak için konuşuruz, tartışırız, araştırırız, fakat sonuçta bir noktada anlaşırız. Katiyyen fitne ve ayrılığa kapı açamayız. Birbirimize nefis için kızıp küsülü duramayız. Özellikle başımızdaki idareciler ile farklı düşündüğümüz durumlarda ya onları bizim tercih ettiğimiz doğruya ikna etmeliyiz, ya da onların tercih ettiği doğruya ikna olmalıyız. Aksi tavır ve davranışlar ile hizmeti aksatma hakkımız yoktur. Şu örneği iyi düşünelim.
İmam Zühri (rah) nakleder:
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz Şam tarafına Kelb ve Ğassan kabileleri üzerine gördermek üzere iki grup asker hazırladı. Birisinin başına Ebu Ubeyde b Cerrah’ı (r.a), diğerinin başına da Amr b. As’ı (r.a) kumandan yaptı. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer (r.a) Ebu Ubeyde’nin kumandasındaki grupta bulunuyorlardı. Haraket edecekleri sırada Resûlullah (s.a.v) Efendimiz Ebu Ubeyde ile Amr’ı saadetli huzuruna çağırdı ve:
-Siz ikiniz sakın birbirinize karşı gelmeyin! diye tenbihatta bulundu. Yola çıkıldı. Medine’den ayrıldıklarında, Ebu Ubeyde (r.a), Amr b. As’ı (r.a) bir kenara çekti ve:
-Biliyorsun Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bana ve sana: “birbirinize karşı gelmeyin!” diye tenbihatta bulundu. Öyleyse ya sen bana uyacaksın, ya da ben sana uyacağım” dedi. Amr b. As:
-Sen bana uy, idare bende olsun! dedi. Ebu Ubeyde:
-Tamam, ben sana uyacağım, dedi ve Amr b. As iki ordunun da kumandanlığını üstlendi. Bu durum Hz. Ömer’in hoşuna gitmedi. Ebu Ubeyde’ye:
-Sen Nâbiğa’nın oğlu Amr’a mı uyuyorsun? Onu kendine, Ebu Bekir’e ve bizim üzerimize kumandan mı yapıyorsun?, diye söylendi. Ebu Ubeyde (r.a):
-Canım kardeşim! Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bana ve ona: “birbirinize karşı gelmeyin!” diye tenbihatta bulundu. Ona itaat etmeseydim Rasulullah’a (s.a.v) asi olurdum, halk işin içine karışırdı. Fitneden korktum. Vallahi ben Medine’ye dönünceye kadar ona tabi olacağım, dedi.134
Hizmette en önemli fedakarlık işte böyle olur. Hizmet ehli nefsini değil hizmeti düşünür. Hizmet ayağa kalksın diye gerekirse nefsini ayaklar altına serer. Bu yolda Allah için tevazu gösterip alçak gönüllü olan kimselerin başı Arş’a değer. O kimseyi Yüce Allah sever. Bu şeref de ona yeter.
Hizmette kin, intikam, acelecilik, düşmanlık, haset ve ihanet olmaz. Hizmet, ihlas kadar edebe ve sevgiye muhtaçtır. Dili acı, yüzü sert, kalbi katı, gönlü dar olan kimse, hizmet edeyim derken hezimete sebep olur. Kalpleri toplamak yerine dağıtır, ısındırayım derken soğutur ve sevdirmek yerine nefret ettirir.
Hizmet içindeki kardeşler birbirlerine edep içinde şefkat ve merhametle davranmalı, acı sözden, asık yüzden çekinmeli, hizmet arkadaşları için istiğfar ve hayır dua etmelidir. Bir mümin diğer mümin kardeşi için hayır dua ediyor ve Allah’tan onun affedilmesini istiyorsa Allah’ın rahmetini üzerine çekmiş demektir. Hizmette hedef nokta kalplerin kaynaşmasıdır.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, hizmet için yola çıkan kimsede şu niyet ve ahlakların bulunmasını gerekli görmüştür:
1-Allah rızası için yola çıkmak.
2-Başındaki imama ve başkana itaat etmek.
3-Sevdiği malından Allah rızası için kardeşlerine infak ve ikram etmek.
4-Beraber olduğu arkadaşlarıyla iyi geçinmek, onlara yumuşak davranmak.
5-Fitne ve fesattan çekinmek.
Kim böyle yaparsa onun bütün uykusu ve uyanıklığı hayır olur kendisine sevap getirir.
Kim de övünmek, kendini sevdirmek ve gösteriş için yola çıkar, başındaki imamın sözünü dinlemez, insanların arasını açar ve yeryüzünde fesat yayarsa onun elde edeceği hiç bir hayır yoktur.”135
Hak yolu, kardeşini kusuruyla birlikte sevme yoludur. Bu yol, vermeyene verme, gelmeyene gitme yoludur. Bu yol, canla başla hizmet edip sonunda kendi kusuruna istiğfar etme yoludur.
Kendisini başkalarından kıymetli görenin ve bunun için herkesten hizmet bekleyenin Allah katında gübre kadar değeri yoktur. Cenab-ı Hakk’ın katında ve halkın yanında kıymetli olmak isteyen kimse, hizmete talip olmalıdır. İnsana verilen sevgi başkasına merhamet içindir. İkram edilen nimet, cömertlik içindir. Akla verilen feraset adalet içindir. Vücuda verilen kuvvet, Hakk’a ibadet, halka hizmet içindir.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Hizmet Tevazu İster
Hizmette iş ve yer seçilmez, verilen hizmet çeşidi ne olursa olsun onu ihlas ve samimiyetle güç yettiği kadar yerine getirmelidir. Önemli olan Allah rızası için hayırlı bir işin içinde olmaktır. Hayırlı işlerde başkan olmak bir maharet olmadığı gibi, geri hizmetlerde koşan birisi olmak da utanılacak bir şey değildir.
Ben bu işte ancak başkan olurum, gerideki işlere bakmam, ben basit şeylerle uğraşacak adam değilim demek ciddi bir manevi hastalık alametidir.
Gönlü Allah’a bağlı kimsenin hizmette nasıl davranacağını Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle ifade buyurmuştur:
“Müjde olsun o kula ki, bineğini alıp Allah yolunda cihada ve hizmete çıkar. Başı açık, ayakları toz toprak içinde var gücüyle bu yolda koşar. Kendisine ordunun önünde gözcülük verilse onu hakkıyla yapmaya çalışır. Eğer ordunun arkasında geri hizmetleri verilse onu hakkıyla yapmaya çalışır. İleride veya geride hangi iş verilse o işin gereğini yapmakla meşgul olur.”136
Bu hal gerçek hizmet ehlinin ahlakı olmalıdır. Bu gün amir olan yarın memur olabilir. Bir yerde müdürlük yaparken, öbür yerde tuvaletleri yıkamak, yolları temizlemek, sırtında çuval taşımak, soba yakmak, misafirlere hizmet etmek gerekebilir. Allah adamı her iki işi de gönül hoşluğu ile yapar, kimseden utanmaz, yaptığı işi basit ve gereksiz görmez. Amir iken kibre düşmediği gibi, misafirhanede fakirlere hizmet ederken de basit bir iş yaptığını düşünmez. Şu örnekleri bir düşünelim:
Hz. Ebu Bekir (r.a), önceleri ticaretle uğraşıyor, çarşıya inip alış veriş yapıyordu. Ayrıca koyun sürüsü vardı ve zaman zaman onlarla meşgul oluyordu. Bazen mahallesindeki yardıma muhtaç kimselerin koyunlarını sağıyordu. Halife olup kendisine beyat edildiği zaman, daha önce koyunlarını sağdığı bir ailenin kızı:
-Artık bundan sonra koyunlarımız sağılmaz!” diyerek hayıflandı. Kızın sesini işiten Hz. Ebu Bekir (r.a):
-Hayır, vallahi davarlarınızı sağmaya devam edeceğim. Üzerime aldığım bu işin daha önceki ahlakımı değiştirmeyeceğini ümit ediyorum, diye kızı teselli etti ve halife iken de mahallenin koyunlarını sağmaya devam etti. Hatta bazen koyunlarını sağdığı kimselere:
-Nasıl istersiniz, sütü köpüklü mü sağayım, köpüksüz mü olsun? diye sorar, onlar nasıl isterse öyle sağardı. Daha sonra bulunduğu mahalleden Medine’nin merkezine taşındı. Ticaret işiyle halifeliğin beraber yürümediğini görünce, ticareti bıraktı, bütün vaktini Müslümanların hizmet ve idaresine ayırdı. Devlet hazinesinden kendisine ve ailesine yetecek miktar maaş bağladı. Vefat edeceği sırada, elinde biriken bütün malını devlet hazinesine geri teslim etti. Üzerimde Müslümanların mallarından hiçbir şey kalmasın dedi. Bu duruma şahit olan Hz. Ömer (r.a):
-Ebu Bekir peşinden gelenlerin işini zorlaştırdı, onun gibi kim yapabilir, Dedi.137
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Herkes Hayra Muhtaçtır
Hizmet ehli hayra doymaz, yaptıklarım bana yeter diye düşünüp kendisini kenara çekemez. Her hizmetin sonunda sanki bir kusur işlemiş gibi üzülürler, Allah’tan kusurlarının affını isterler, devamlı günahlarına istiğfar ederler.
Hiç kimse benim yaptıklarım bana yeter, başka hayır ve sevaba ihtiyacım yok diye düşünemez. Şu hadiseden ibret alınmalıdır:
Bedir harbinde Ashab-ı Kiramın yeterli bineği yoktu. Üç kişi bir deveye nöbetleşe binerek gidiyorlardı. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin de özel bineği olmadığı için, bir deveye Hz. Ali ve Hz. Ebu Lubabe ile nöbetleşe biniyordu. Efendimiz (s.a.v) kendi sırasında deveye bir müddet bindi, sıra diğerlerine geldi. Onlar:
“Siz bininiz ey Allah’ın Rasülü, biz yürüyelim.” Dediler. Efendimiz (s.a.v):
“Ben Allah’ın vereceği sevaba sizden daha az muhtaç değilim; siz de yürümek için benden daha kuvvetli değilsiniz. Herkes sırasıyla binecek ve yürüyecek.”138 buyurdu.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Hizmette Öncelik Sırası Bilinmelidir
Hizmette öncelik sırasına dikkat etmelidir. Farz bir ibadeti ihmal edip nafile ile uğraşmak hizmet değil hezimettir. Hizmetin hedefi Yüce Mevla’nın rızasına ulaşmaktır. Kulu Allah rızasına ulaştıracak en büyük sebep farz amelleri yapmaktır. İmam Rabbanî Hz.lerinin belirttiği gibi bir farzı yerine getirmek bin sene nafile ibadetle meşgul olmaktan hayırlıdır. Bir farzın içindeki sünneti veya edebi yerine getirmek de farzın dışındaki nafile ibadetlerden hayırlıdır.139
Hizmet ehli önce farz vazifeleri ve hizmetleri yerine getirmeye çalışmalıdır. Hayır ve hizmet yapmaya en yakınlardan başlamalıdır. İnsanlar içinde anne baba hukuku en ön sırayı alır. Anne babayı aç bırakıp mahallenin muhtaçları ile uğraşmak doğru değildir. Cihadın en büyüğü Allahu Teala’ya kulluktan sonra anne baba hukukunu korumaktır. Ancak anne veya baba bir haramı emreder veya bir farzı yapmaktan engellerse o durumda kendilerine itaat edilmez.
Hizmet ehli ailesinin haklarını da dikkate almalıdır. Nefsi yüzünden işini ve eşini ihmal ederek hizmet başarıya ulaşamaz. Ancak hizmetin gerektirdiği fedakarlıktan kimse kaçmamalıdır.
Bir kadın kocasının hak yolundaki hizmetlerini destekler, yardımcı olur ve elinden geldiği kadar ona imkan hazırlarsa, onunla aynı sevabı alır.
Allah yolundaki hizmetlere katılan bir kadın, evli ise kocasının haklarını göz ardı edip nefsinin istediği gibi serbest hareket etmemelidir. Müslüman bir kadının koca ve çocuklarına karşı farz olan vazifelerini yapması zaten dinî bir hizmettir, en büyük hayırdır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Hizmette Başarı Cemaatındır.
Hizmette benlik olmaz. Bütün hayırların kaynağı Allahu Teala’dır. Kuluna iyiliği ikram eden O’dur. Sonra, bir hayrın meydana gelmesi için tek sebep kulun kendisi değildir; bunun için bir çok sebep mevcuttur. Gökte meleklerin, yerde salih müminlerin hayır duaları, sevgi ve himmetleri unutulmamalıdır.
Hizmetteki başarıyı Yüce Allah’tan, kusurları ve noksanlıları ise nefsimizden bilmeliyiz. Bizim hizmeti değil, hizmetin bizi ayakta tuttuğunu ve ancak hizmetin içinde güzel kulluk yapabildiğimizi kabul etmeliyiz. Hizmet Allahu Teala’nın bir emaneti olduğu için; onu taşıyanlar ilahi himayede olurlar. Yüce Allah dinine hizmet edenlere özel olarak yardım edeceğini, onların ayaklarını hak yolda sabit tutacağını müjdelemiştir.140 Kulun imtihanı başarıdan sonra gelir. Her halde tevazu, şükür ve istiğfara sarılmak peygamberlerin ahlakı ve salihlerin şiarıdır.
-
Cevap: Arifler Yolunun Edepleri
Hizmet Sabır ve Cesaret İster
Allah yolunda çekilen çilelerin karşılığı cennet ve ilahi rızadır. Hizmet esnasında önümüze çıkan zorluklar, daha fazla sabır gösterip sevap kazanmamız içindir. Kolay elde edilen şeyler kalıcı olmaz. Hak yolunda koşan bir insanın en büyük hizmeti kendisinedir. Hizmetteki ilk fayda hizmet edene aittir. Bunun için Allah rızası için yola çıkan bir kimse, bu yolda bütün çileleri baştan kabul etmelidir.
Halkın çilesini çekmek bütün peygamberlerin en başta gelen sünnetidir. Onlar, Allah rızası için hayatları boyunca halkın içinde olmuşlar, dertleri ile dertlenmişler, onların zahmet ve yükünü çekmişlerdir. Peygamberlerin sultanı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, yeri Arş-ı A’la ve cennet iken yeryüzündeki insanların arasında zahmet çekmeyi tercih etmişti. Onun insanlar tarafından yerli yersiz rahatsız edildiği gören amcası Abbas (r.a) bir gün Efendimizin huzuruna gelip:
-Ya Rasulellah! Görüyorum ki şu insanlar size çok eziyet veriyorlar, çıkardıkları tozlar zat-ı alinizi rahatsız ediyor. Kendinize yüksekçe özel bir yer yaptırsanız da onlarla oradan konuşsanız! diye üzüntüsünü dile getirdi. Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in cevabı şu oldu:
-Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzuruna kavuşturana kadar onların arasında duracağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbiselerimi çeksinler, bir şey olmaz.”141
Arifler: “canı değerli olanın dini değersiz olur.” demişlerdir. Yani insanlardan, fakirlikten, kınanmaktan, gelecekten korkarak Yüce Allah’a dostluk ve güzel kulluk yapılamaz. Korkunun çaresi korkmamaktır. Çilenin çaresi, sevgilinin hatırına çileyi sevmektir. Maldan ve candan fedakarlık etmeden sevginin tadı nasıl tadılacak ve cennete nasıl adım atılacaktır?
Seyyid Abdulbaki Hz.leri (k.s) sık sık: “Korkmayın, eğer illa korkacaksanız Allah’tan korkun.” diyerek insanlara cesaret vermektedir.