Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
BİR NEFİS TERBİYECİSİ OLARAK FETHULLAH GÜLEN
Sahâbe yolu
Önce şu hususu hemen belirtmemiz gerekiyor ki, Fethullah Gülen, hiçbir zaman, Tasavvufî manâda veya Tasavvuf’a ait bir kavram ve makam olarak mürşidlik, şeyhlik iddiasında bulunmamış, bunun da ötesinde, onun, Tasavvuf mesleğinin tahsil merkezi olan tarikatla herhangi bir alâkası olmamıştır. Ne var ki, İslâm’da nefis terbiyesinin esas olduğunu, fakat bunun için mutlaka, tarihte anıldığı manâ ve muhteva içinde bir tasavvuf yoluna veya tarikata bağlanmanın gerekmediğini kavrayamayanlar, özellikle tarikatların Türkiye’de yasak olmasından hareketle, onu yasalar karşısında mahkûm etmek isteyenler, Gülen’in – ne manâya geliyorsa – ‘tarikatçı’ olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Gülen, tarikatın kendine has kuralları, takip edilmesi gereken hususî bir ruhî tekâmül çizgisi ve bu çizgiyi takip etmenin gereği olarak hususî evrad ve ezkârı (düzenli okunması gereken dua, münacat, yapılması gereken zikir vb.), bir mürşidin vefatından önce kendi yerine tayinde bulunma (istihlâf) yoluyla yürüyen mürşidler silsilesi gibi esasları bulunduğunu, kendisinde ise bunların hiç birinin olmadığını defalarca ifade etmek zorunda kalmıştır (Aksiyon, 6-12 Haziran 1998)
Gülen, bunu söylerken, tasavvufu veya tarikatı şüphesiz mahkûm etmemekte, mahkûm etmek şöyle dursun, reddetmemektedir de. Fakat, gerek onu ‘tarikatçı’ olmakla Türkiye Cumhuriyeti yasaları karşısında suçlu duruma düşürmek isteyenlerin, gerekse bir tarikata intisapla nefislerini terbiye etmeye çalışanların kavrayamadıkları nokta, İslâm’da nefis terbiyesi esas olmakla birlikte, bunun gerçekleşmesi için mutlaka bir tarikata intisabın gerekmediği gerçeğidir. Konuyu daha iyi anlamak için, önceki bölümde, peygamberlerin ve özellikle Peygamber Efendimiz’in fonksiyonları üzerinde dururken mealini aktardığımız âyet-i kerimeyi burada yeniden hatırlamak yerinde olacaktır:
Nitekim, size bizzat içinizden çıkmış bir rasûl gönderdik: size (ken*disine vahyettiğim âyetlerimi ve kâinatta Beni gösteren apaçık delilleri) okuyup açıklıyor; (zihinlerinizi yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerinizi batıl inanç ve günahlardan, hayatlarınızı her türlü kirden arındırarak,) sizi temizliyor; size (kendisine indirmekte olduğum) Kitabı ve Hikmet’i (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, eşya ve hadiselerin manâsını, onların Bana nasıl delil olduğunu) öğretiyor ve size bilmediğiniz ne varsa, hepsini öğretiyor. (Bakara/2: 151)
Âyet-i kerimede açıkça ifade edildiği ve önceki bölümde de üzerinde kısmen durulduğu gibi, peygamberliğin en önemli fonksiyonlarından biri, bir yandan insanların zihinlerini yanlış düşünce ve kabûllerden, hurafelerden arındırırken, bir yandan da, kalplerini günahlardan ve hayatlarını her türlü kirden temizleyip, onları her bakımdan tertemiz hale getirmektir. Söz konusu âyet-i kerimede anılan iki veya üç ana fonksiyon, tarihte her zaman tek bir kişi tarafından temsil edilememiş, bunun yerine fonksiyon ayrışması yaşanmış ve insanların zihinlerini inşa etme fonksiyonunu âlimler, onlara hikmeti, eşya ve hadiselerin perde arkasını ve kaderî sebebini öğretme fonksiyonunu hikmet ehli üstlenirken, onların kalplerini temizleme ve nefislerini terbiye etme vazifesini ise manevî mürşidler yüklenmiştir. Gerçi, tarihte bu üç fonksiyonu birden yerine getirebilen çok büyük ilim ve eğitim üstadları, rehberleri yetişmişse de, artık komple insan yetiştirme işi, bu şekilde, özellikle 16’ncı yüzyıldan itibaren, bazen birbirlerinin zararına da olarak, farklı ekollere kalmış ve bu ekoller, medrese ve tekye çatısı altında görevlerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Ne var ki Fethullah Gülen, temelde bu ayrışmaya taraf olmamakla ve medreseyi nefis terbiyesini, bunun yanısıra ‘tabiî’ ilimleri, tekyeyi de ilmi bir tarafa bırakmakla eleştirmekle beraber, tarihte, fonksiyonlarını gereğince yerine getirdikleri sürece medreseye de, tekyeye de olumlu yaklaşmakta, fakat, bu çalışmada yeri geldiğince belirtildiği üzere, günümüzde, tekyenin aşk, heyecan ve nefis terbiyesini, medresenin en yüksek seviyede ilmini, ‘okul’un fenlerini varlığında toplayan komple insan yetiştirmenin ve komple insan olmanın önemi üzerinde titizlikle durmaktadır. Dolayısıyla o, dar manâda tarihte aldığı kavram çerçevesinde değil, asıl manâ ve muhtevası içinde tasavvufa, nefis terbiyesine İslâm anlayışı içinde en önemli yeri verir. Ne var ki onun bu yanı, İslâm’la alâkasını ön plana çıkarmayan ve onu, özellikle hoşgörü ve diyalog çağrılarını açığa vurduğu 1995 yılından itibaren tanımaya başlayanlar kadar, İslâm’la alâkasını her zaman önde tutmayı tercih eden Müslümanlar tarafından da gerektiğince bilinmemektedir.
Medrese-tekye-okul veya akıl-kalp-ruh ayrışmasına taraftar olmayan ve üçünü bir arada, bütünlük içinde ele alan âlim ve düşünürler, bu meseleyi ‘Sahâbe yolu’ ve ‘büyük evliyanın yolu’ olarak iki kategoriye ircâ ederler. Onlara göre, Sahâbe yolunda akıl, kalp ve ruh birlikte değerlendirilir; hattâ denebilir ki, böyle bir ayrım yapılmaz ve insan komple bir varlık olarak ele alınır. Bu çizgide, riyazet gibi, farz dışı (nafile) ibadetler gibi yollarla nefsin ‘emmâre’, yani insanı sürekli kötülüğe, tutkulara çağıran boyutu öldürülmez; fakat bu boyuta karşı, ölünceye kadar mücadele verilir ve bu mücadeleyle insan, sürekli terakki eder. O, bu mücadelede terakkisinin farkında olmayabilir; ‘keramet’ denilen bir takım olağanüstülükler göstermeyebilir. Zaten bunlar esas değildir; önemli olan, İslâm’ın hükümlerini bütün dış kabûl şartlarıyla ve kalp huzuru, tam dikkat, haşyet ve hudû denilen zihin, kalp ve bütün duygularla Allah’a yönelmişlik ve konsantrasyon içinde yerine getirmek ve bu çizgide istikameti korumaktır. Sözgelimi, namaz için (Hanefîlere göre) 12 şart vardır: hadesten taharet (abdestli veya gerektiğinde gusül abdesti almış olma), necasetten taharet (vücudun ve elbisenin pislikten temiz olması), setr-i avret (erkekler ve kadınlar için örtülmesi gereken yerlerin örtülmesi), istikbal-i kıble (kıbleye dönme), vakit (vaktinde kılma), niyet, iftitah tekbiri (tekbir alarak namaza başlama), kıyam (ayakta durma), kıraet (Fatiha ve Kur’ân’dan bir miktar daha okuma), rükû (rükûya varma, eğilme), sücûd (iki defa secdeye varma), ikinci oturuşta teşehhüd miktarı kalma (namazdan çıkmadan önce tahiyyat okuyacak kadar oturma). Bunların hepsi yerine gelmeden namaz kılınmış olmaz. Bu şartların yanısıra, bir de, ondan gereken feyzi alma adına onun iç (dahilî) şartları diyebileceğimiz huşû, hudû ve bir hadis-i şerifte ‘ihsan’ olarak adlandırılan, Allah’ı görüyormuşçasına ve biz O’nu görmesek de, O’nun bizi gördüğünün şuuru içinde ve onu, insanı bütün kötülüklerden vazgeçirecek bir şekilde ve şuurla kılma vardır. Aynı husus, bütün diğer ibadetler için de geçerlidir.
Aynı şekilde, bütün ibadetlerin başı ihlâstır; yani her ibadeti, sadece Allah için ve karşılığında hiçbir menfaat beklentisine girmeden, O emrettiği için yapmaktır. Ayrıca takva, zühd (dünyaya ve ona ait her şeye kalben bağlanmama), her söz, her davranış, her düşüncede Allah’ın rızasını hedefleme ve O’ndan gelen her şeye razı olma; imanda yakîne, yani tahkikî iman denilen, araştırmaya, aklın, kalbin ve vicdanın kesin kanaat ve bağlanmasına ulaşma, bütün ahlâkî güzellikler ve faziletlerle bezenme gibi, yine dinin temelinde ve hedefinde yer alan hususlar da vardır. İşte bütün bunlar, çok ciddî bir ruh eğitimini veya nefis terbiyesini gerektirir. Fakat bunun için, mutlaka bir tarikatı izlemek şart değildir. Şu kadar ki, en basit bir eğitim ve öğretim nasıl öğretmensiz veya eğitimcisiz gerçekleşmiyorsa, böylesine zor ve insanı gerçek insan yapacak eğitim de, rehbersiz kolay kolay gerçekleşmez. Bundandır ki Kur’ân-ı Kerim, günlük namazlarda – sünnetler dahil – 40 defa okunan Fatiha Sûresi’nde bize, “Bizi Dosdoğru Yol’a ilet” diye dua etmemizi emreder ve ardından bu yolu tarif etmez. Çünkü, onu herkesin anlaması, dinin tamamı diyebileceğimiz bu yolu herkesin kavraması mümkün olmadığından, “Kendilerine nimet verdiklerinin yolu” diyerek, önümüze bir takım rehberler koyar. Bir başka yerde de (Nisâ/4: 69), bu ‘nimet verilenler’in kimler olduklarını açıklar: “peygamberler”, “sıddîklar” (dine sadakatle bağlı, her yaptıkları doğru; yalan, hile, aldatmadan olabildiğince uzak rehberler), “şehidler” (bizim gayb olarak inandığımız gerçekleri âdeta gören, eşyanın ve hadiselerin hakikatına vâkıf, hayatlarıyla İslâm’ın gerçekliğine şâhitlik yapan rehberler) ve/veya “sâlihler” (bütün inanç, söz ve davranışları sapasağlam olup, ıslah gayesi taşıyan, ıslaha yönelik olan; fitne, fesattan son derece uzak rehberler). Dolayısıyla, insanları potansiyel insan olmaktan, gerçek, kâmil insan olmaya çıkarmayı hedefleyen din yolunda, nefis terbiyesi adına rehbersiz yol almak çok zordur. Fakat bu demek değildir ki, bunun için mutlaka ‘tarikat’ veya bir başka ad altında ayrı bir ekol, ayrı bir disiplin gerekir. Hayır! İslâm’ın en iyi yaşandığı Peygamberimiz, sonraki Dört Halife (Sahâbe) ve daha sonraki Tabiûn (Sahâbe’yi takip edenler) ve Tebe-i Tabiîn (Sahâbe’yi takip edenlerden sonra gelenler) döneminde, ruhu ve manâsı ile bulunsa da, ayrı bir disiplin halinde bugünkü şekliyle tasavvuf olmadığı gibi, tarikat da yoktu. Sahâbe yolu, bir tarikat halinde bir araya gelmeyi değil, insanı komple ele alıp, hayatın ve hadiselerin içinde eğitmeyi benimseyen yoldur. İşte Fethullah Gülen de, böyle bir yola taraftardır ve onun şahsiyet ve aksiyonunun en önemli yanını, bu konudaki yol göstermeleri, ışık tutmaları oluşturur.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Ontolojik karakteriyle insan ve nefis terbiyesi veya
ruhta kemale erme aksiyonu
Fethullah Gülen, eğitim gibi, onun bir yanı veya boyutu olan nefis terbiyesine de, önce insan açısından yaklaşır. Ona göre insan, yüksek duygularla donatılmış, fazilete istidatlı, ebediyete tutkun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebediyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur ki, onun yükselip ölüm*süzlüğe ermesi de, mahiyetindeki bu istidatların geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 97).
Tabiî ki insan, böyle birkaç kelimeyle anlaşılacak ve anlatılacak bir varlık değildir. Yine Gülen’e göre o, her şeyiyle anlaşılması güç bir varlıktır. Fark*lılığı, daha dünyaya gelişiyle kendini gösterir. Onun dışında her canlı dünyaya ayak basarken, başka bir âlemde yetiştirilmiş gibi, hayat kanunlarına âşina ve en mükemmel insiyaklarla (dürtü) gelir. O ise, en muhteşem ve mükemmel bir varlık olmasına rağmen, bütün bu insiyaklardan ve hayat için gerekli fonksiyonlardan mahrum olarak karşımıza çıkar. Onun hayvanî varlığının mekanik nizamını aşan her şey, akıl, zihin, irade, hürriyet, his ve iç müşahede sayesinde burada oluşur. İnsan, iç ve dış bütünlüğüne bu suretle kavuşur ve benliğine de ancak bu yolla erer. Yani insan, ancak öğrenme ve inanıp yaşama ile tekâmül eder, mükemmelleşir ve gerçek insan olur (Sızıntı, 6 Temmuz 1979).
Gülen, insan ve manevî eğitimi veya nefis terbiyesi konusunda çeşitli yazı ve sohbetlerinde serdettiği görüşlerine şöyle devam eder: Gerçek insan olma yo*lunda, insana farklı mekanizmalar verilmiştir. Bunlardan biri, onun dünyevî ya*nına bakan nefis mekanizması, diğeri ise, manevî boyutunu oluşturan ve nefis mekanizmasını idare edip, yönlendirmesi gereken vicdan mekanizmasıdır. Nefis mekanizmasını, onun şehvet gibi, öfke gibi duygu veya insiyakları oluşturur. Esasen bunlar ona, hem dünya hayatını devam ettirmesi, hem de, sadece ruhuyla değil, nefsiyle de gerçek ve Cennet’e ehil insan olma yolunda kullanması için verilmiştir. Varlıklar içinde meleklerde böyle bir nefis mekanizması yoktur. On*lara verilen irade, Allah’ın razı olduğu hâl ve davranışların en güzellerini seçme şeklinde tecelli eder ve dolayısıyla onların makamları sabittir; terakki etmezler ve terakki için gerekli mücadelenin, aynı zamanda terakki basamaklarını tır*manmanın zevkini tatmazlar. Buna karşılık insan, nefis mekanizmasını, vicdan mekanizmasının yönlendiriciliğinde hayırlara ve manevî terakkî veya tekâmülüne hizmet edecek hale getirebilir. Eğer o, iradesini başıboş salar ve nefis mekanizmasını oluşturan şehvet, öfke gibi tutkularının emrine verirse, şeytanları da utandıracak bir derekeye, varlıklar hiyerarşisinin en altına düşer. Ferdî ve içtimaî hayatta ortaya çıkan bütün problemlerin asıl sebebi budur. Buna karşılık, eğer o nefis mekanizmasını, onu getiren duygu veya fakülteleri iradesiyle disipline eder, meselâ yeme, içme ve karşı cinse alâka gibi duy*gularını, öfke gibi, başıboş bırakıldığında insanı firavunlaştıracak, bir kâtil, bir cani haline getirecek bir kuvveyi vicdan mekanizmasının yönlendiriciliğinde ve helâl dairede kullanırsa, bu takdirde, nefsi de onun kâmil ve Cennet’e ehil insan olma yolculuğunda kendisi için bir binek haline gelir. Artık o nefis, bu yol*culukta sürekli mertebeler kateder. Tasavvufçuların tasnifiyle, emmârelikten (sürekli kötülüğe ve nefsânî arzulara, tutkulara çağıran nefis olmaktan) kurtularak, basamak basamak levvâme (hata ve günahlarından dolayı devamlı kendi kınayan nefis), mülheme (ilhama, İlâhî yönlendiriciliğe açık nefis), râdiye, mardiyye (Allah’tan, O’nun, hakkındaki her türlü takdirinden razı, hoşnut olan ve Allah’ın da kendisinden razı olduğu nefis) ve sâfiye (bütünüyle saflaşmış, arınmış nefis) gibi mertebelere sıçrayarak, bütünüyle insana yararlı hale gelebilir.
İlk bakışta insan için şer ve zararlı gibi görünen nefis mekanizması, bu şekilde onun terakkisine hizmet ettiği gibi, Cennet nimetlerinden istifadesinde de ayrı bir vasıta olur. İnsan, dünyada nefsinin başıboş arzularına karşı koyup onu sınırladığı, baskı altına aldığı ve terbiye ile gerçek insan olma yolunda terakki basamaklarını tırmandırdığı için, bunun karşılığını Cennet’te Cennet’e ait ve nefsin lezzetleri olan yeme, içme ve karşı cinsle münasebet şeklinde görür. Dünyada bu tür lezzetler, zahmet ve bir takım acılarla, dertlerle, ızdıraplarla karıştırılmış olduğu halde, Cennet’te tamamen safîdir; sürekli yenilenir ve her defasında başka boyutlarda duyulur. İşte, insanın Âhiret’te hem ruh hem bedenle diriltilecek ve Cennet’e de yine hem ruh hem bedenle birlikte girecek olmasının sırrı buradadır. Aksi halde Cennet, sadece ruhî-manevî lezzetler yeri olur ve dolayısıyla hem nimetler açısından eksik kalırdı, hem de, onu hak etmede dünyada belli bir disiplin altına alınan ve zevklerini dilediği gibi yaşamaktan men edilen zevke zulmedilmiş ve onu terbiye etmek de manâsız olurdu.
Bu şekilde, ‘toprak’, yani dünyevî yönüyle ve onu oluşturan nefis meka*nizmasıyla dahi her zaman melekler seviyesine ulaşabilme istidadı taşıyan insanda bir de vicdan mekanizması devreye girince, o, meleklerden daha üstün hale gelir. Zira, yukarıda ifade edildiği gibi, meleklerde zorlanma yoktur. Onların iradesi, Allah’ın razı olduğu hâl ve davranışların en güzellerini seçme şeklinde tecelli eder. Halbuki insan iradesi, iyiyle kötü arasında mutlaka tercih yapmak ve buna göre davranmak, dolayısıyla, sürekli kendisiyle, kendisini kötülüklere ve tutkuları her halükârda tatmine çağıran nefsiyle mücadele etmek konumundadır. “Sorumluluk ölçüsünde nimet, nimet ölçüsünde külfet” kaidesine göre, insanın bu mücadelede sürekli galibiyeti yaşaması, onun meleklerden üstün hale gelmesinin yolu ve sebebidir. Vicdan, kelime olarak “bulmak” manâsına gelir. İnsan, onunla hem kendini, hem de Rabbisini bulur. Onun içindir ki, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazzalî, Mevlâna ve Bediüzzaman gibi İslâm büyüklerinden, birçok Batılı düşünürlere kadar yüzlerce insan, keşif ve sezişleriyle vicdanı ele almış ve onun bu hususiyeti üzerinde ısrarla durmuşlardır. Vicdan, yalan söylemez. Onda bir yardım isteme (nokta-i istimdat), bir de dayanak noktası (nokta-i istinat) vardır. İnsan, bunlarla aslî acziyetini, hiçliğini idrak eder ve bu idrakle, Cenab-ı Hakk’a dayanır ve ne isteyecekse O’ndan ister. Madem ki insanda bir “medet (yardım) isteme” hissi vardır bu his, kendini en fazla insanın bütün bütün çaresiz kaldığı anlarda ortaya koyar; öyleyse, ona medet edecek bir Zat da vardır. Böyle olmasaydı, bu hissin insana verilişi boşuna ve anlamsız olurdu. Halbuki kâinatta boşuna ve anlamsız hiçbir şey yoktur; bilakis, bizdeki her duygunun mutlaka bir karşılığı vardır. Öyleyse vicdandaki dayanma ve yardım (medet) isteme noktalarının da hiç şüphesiz birer karşılığı olacaktır. Ne var ki, hayatında bir kere olsun vicdanını dinlememiş bir insanın bunu duyup sezmesi mümkün değildir. Gerçi şuur da vicdan mekanizmasına ait bir bölümdür ama, zatî değerinin yanında, o da sadece kendi başına bir kıymet demek değildir. İrade, his ve kalple birleşince, o da âdeta tek başına bir vicdan olur.
Hak varlığının hiçbir zaman susmayan bütün şahitleri gibi, vicdan da tek başına hakkı ve hakikati haykıran İlâhî ve semavî bir sadadır. Ama, bu, vicdanın aslî kimliğini koruması şartına bağlıdır. Yoksa, nefis mekanizmasının altında kalıp ezilmiş bir vicdandan aynı neticeleri beklemek elbette ki mümkün değildir. Burada önemli olan bir başka husus ise şudur: Kant, Saf Aklın Kritiği’nde, Allah’ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Demek ki, güzel davranışlar, güzel ameller, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek insanı, mücerret bilgiyle ulaşılmayan noktaya ulaştırır. Evet, mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin yükselttiği seviyeye yükseltmez. Tecrübe ve uygulamadan yoksun, amelden mahrum insanlar, yükler dolusu kitap devirseler de, vicdanlarında duyulması gerekenleri katiyen duyamazlar. Tatbik görmesi gereken ameller ise, bizim için bellidir: O, dinin güzel gördüğü ve “salih amel” diye vasıflandırdığı amellerdir. Vicdan mekanizmasının işlettirilmesi ve ondan semere alınması, “salih amel” kavramının hayata geçirilmesiyle çok yakından irtibatlıdır. (Prizma 1, 74–8)
İşte insanın böyle bir yolda yürüyüp, gerçek insanlığa ulaşmasının adı nefis terbiyesi veya ruhta kemale erme aksiyonudur. Bu aksiyonun çok önemli boyutları, çok önemli unsurları vardır. O, insanın her şeyden önce kendisinin ve yaptıklarının şuurunda olmasını gerektirir. İnsan, kendi kendisine yetmediğini, aslî acizlik ve yoksunluğunu kavradığı; dünyaya niçin kendine sorulmadan, yine kendisinin tercihine bırakılmayan bir anne-babadan, yine kendi tercihi dışında bir renk, fizikî yapı ve karakterde, yine kendisi dışında tesbit edilmiş bir yer ve tarihte gelip, yine kendisine sorulmadan ve yine tamamen kendisi dışında tesbit ve tayini yapılan bir yer ve zamanda dünyadan alınmasının hikmetine uyandığı zamandır ki, bu aksiyonu gerçekleştirme yolunda ilk adımı atmış demektir. Bundan sonra artık o, Yaratıcısını, dünyadaki rehberini bulmak ve dünya yolculuğunda nasıl yürümesi gerektiğini öğrenmek mecburiyeti duyacaktır. Bu duyuşla birlikte, bir taraftan tefekkür, öğrenme, öğrendiğini ilim haline getirme yoluyla, bir yandan da, hayatı şuurla yaşama, her düşünce ve davranışının farkında olma, kendini sürekli kontrol edip sürekli sorgulama, hatalarını hemen idrakle ondan dönme, Allah’ın haram ettiği her şeyden kaçıp, emrettiklerini yerine getirme, tevazu, doğruluk, şükür, sabır, zikir, aşk u şevk gibi vasıtalarla yoluna devam edecektir. Bu, insan için terbiye veya eğitimin en zor yanı, aynı şekilde, dünyadaki mücadelelerinin de yine en zoru olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz buna, “büyük cihad” demiştir (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1).
İşte, Fethullah Gülen, bu çerçevede ele aldığı nefis terbiyeciliğini, her şeyden önce örnek yaşayışı, ortaya koyduğu hayat modeli, şahsiyeti, karakteri; bütün bunları şekillendiren ve onun bakışlarından yüzündeki manâlara, tebessümünden el hareketlerine, yürüyüşüne ve konuşma tarzına kadar, vücut dilinin diğer bütün unsurlarını yönlendiren ve kendisini görenlerin, dinleyenlerin, tanıyanların kalplerine, tasavvuf dilinde ‘feyiz’ denilen bir ışık, bir duygu, bir tesir şeklinde akan Allah’la derin münasebeti; sonra sohbetleri ve yazılarıyla yerine getirir. Onun bu sohbet ve yazıları, Allah’ı gerektiği gibi tanımaktan O’nu sevmeye; namaz, oruç, zekât, hac gibi İslâm’ın şartlarını oluşturan ibadetlerden, takva, ihlâs, ihsan gibi, hem birer fazilet, hâl, hem de ibadetlerin özü olan vasıflara; günahlara ve manevî pörsümelere karşı korunma yollarından, riya, süm’a (kendinden bahsedilmeyi arzulama) kendini beğenme gibi kötü sıfatlardan kurtulma çarelerine ve güzel ahlâkı kazanma yollarına kadar, İslâm’ın tamamını içine alacak bir yelpazede cereyan eder.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
O’nu gör, O’nu bil, O’nu tanı
Fethullah Gülen, gerçek insaniyetin birinci şartı olarak, “O’nu gör, O’nu bil, O’nu tanı” der ve şöyle devam eder:
Ben şahsen, Allah’a karşı vefa hissi, samimiyet ve ihlâsla yapılmayan bir işin semereli olacağına inanmıyorum. Aksine, vefa, samimiyet ve ihlâsla gerçekleştirilebilecek hayırlı amellerin, dünyadaki ordularla elde edilemeyeceğine bütün ruh u canımla katiyen iman ediyorum. Aslında ben, bu ve buna benzer sözleri 15-20 seneden beri – tabiî, pek çok İslâm büyüğü ve İslâm dâhilerini takliden – bu işin hakikatını bütün derinliği ile vicdanımda tam duyamamış da olsam, hep söylüyor ve bu hakikata, her geçen gün çok daha fazla inanıyorum.
Vicdanlar kontrol edilmeli, Allah ile olan ahd ü peymanlar gözden geçirilmeli, Ulûhiyet, Ma’budiyet ve abdiyet (kulluk) konuları tekrar tekrar ele alınmalıdır. Eğer biz kul isek – ki kuluz – lütfedilen bütün bu ihsanları, boynumuza geçirilen bir tasma veya ayağımıza geçirilen bir pranga gibi görmeliyiz. Bu ve buna benzer mülâhazalarla biz gerçek ubudiyeti sergileyebilirsek, bunun karşılığında Rabbim de rahmetini sağnak sağnak üzerimize yağdırmaya devam edecektir.
“Yalnız Bir’i bil, yalnız Bir’i gör, yalnız Bir’i tanı” düşüncesi, bütün davranışlarımızın esası, insanlarla oturup kalkma, onları sevme veya nefret etme... sadece O’ndan ötürü olmalıdır. Ataullah İskenderânî, “O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu? O halde, her şeyde sadece O’nun rızası gözetilerek hareket edilmeli ve Allah’a talip olmanın ötesinde bütün düşüncelere elden geldiğince kapalı kalınmalıdır.
Her zaman çevremizde açılıp kapanan çiçeklere bakıp bayılıyorum ben. Çünkü onlar, sürekli güneşi takip ediyorlar. Açılıp kapanmalarını ona göre ayarlıyorlar. İşte onların bu halleri, kulluk dersi adına bana çok önemli geliyor. O’nun rızasının olduğu yerlerde var, aksi takdirde yok. Ne kadar güzel! İşte bizim varlığımızın en anlamlı buudu da bu; Rabbimizle olan irtibatımızı kavî tutup gerisine karışmama.
Öte yandan, Rabbimizin şu icraatına bakın ki, boyumuza-posumuza bakmadan, gerçek kadr ü kıymetimizi nazara almadan tenezzülen konuşmalarını bizim anlayabileceğimiz seviyede yapmış ve yapıyor.. ve yine tenezzülen,
Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden.
beytinin ifade ettiği gibi, insan kalbine tecelli dalga boyunda inmiş ve “Beni burada gör” demiş. Dolayısıyla insan, hüşyar bir anlayış ve idrak*le azıcık kendi kalbine dönüverse, tasvir, tasavvur ve tahayyüllerin çok çok üstünde, keyfiyetsiz, kemmiyetsiz veraların veraların veraların.... verasında O’nu ter ü taze bulabilir. Zaten böyle bir bulma da, her zaman insanın gayesi olmalıdır. (Fasıldan Fasıla 3, 33–5)
“Bugün insanımızın en büyük derdi, Allah (c.c.) ile olan irtibatının eksikliğidir. O halde, bunu temin edecek her vesileye her gün defalarca müracaat edilmeli ve bizi O’na götürecek yollar sık sık gözden geçirilmelidir; aksi halde, O’ndan uzaklaştıran tekye ve zaviye de olsa mutlaka yıkılıp, altı üstüne getirilmelidir.!” diyen (Fasıldan Fasıla 1, 103) Fethullah Gülen, Allah’la münasebet adına bir ölçü ortaya koyar. Ona göre, insan Rabbisiyle münasebeti adına “ne kaybettiği şeyler karşısında mahzun, ne de kazandığı şeyler karşısında sevinçli” olmalıdır. Zira, kazanmak da, kaybetmek de insan için bir imtihan vesilesidir. Ayrıca hangisinin öteler ötesinde bizim lehimize, ya da aleyhimize olacağını kestiremeyiz. Kim bilir, belki de hüzün ve kederli anlarımız, inşirah zamanlarımıza nisbeten, Âhiret’te daha çok mükâfat almamıza sebep olacaktır. Onun için yaptığımız her şeyin Allah’ın rızasına uygun olup olmadığına bakmak lâzımdır. Bu açıdan bizi, Fatih Sultan Mehmet gibi İstanbul’u fethetmemiz bile değil, Rabbin rızasına ermemiz, O’nun hoşnutluğunu kazanabilecek ameller yapmamız sevindirmelidir. (Fasıldan Fasıla 3, 32–3)
“Şahsen ben, hemen her gün bu türlü mülâhazalarımı hatırlatma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü etrafıma baktığımda görüyorum ki, insanlar başarılardan ya da muvaffakiyet televvünlü hadiselerden dolayı çok seviniyor, inşirah duyuyor ve memnuniyet gamzeden tavırlar içinde bulunuyorlar. Aslında insan bu türlü şeylere sevinebilir; sevinebilir ama, bence bu sevincin keyfiyeti önemlidir. Meselâ bu türlü hadiseler sonunda insan, Cenâb-ı Hakk’a yönelmeli, “minnet sana, şükran sana Allahım” demelidir. Neden? Çünkü o neticeyi yaratan Allah’tır. Kişiyi o yola sevkeden yine Allah’tır.” (Fasıldan Fasıla 3, 32) ikazında bulunan Fethullah Gülen, onun İslâm anlayışını izah etmeye çalışırken de parmak bastığımız üzere, bütün başarıların Allah’a verilmesi konusunda son derece hassastır. Bu konuda o, şöyle der:
Neden hassas olmayayım ki, her türlü muvaffakiyet ve müsbet netice Allah’a aittir. Hiçbir kul, gücü, bilgisi ve imkânları ne ölçüde olursa olsun, Allah muvaffakiyet vermezse, müsbet hiçbir şey yapamaz. İnsanın yapısı hayra değil, günaha ve tahribe yöneliktir. Müsbet netice ve muvaffakiyetlere gelince, bir defa, bunların tahsili için gerekli mekanizmayı kuran Allah’tır. İnsanın yaptığı, bu mekanizmada bir düğmeye dokunmaktan daha fazla değildir. Ona o imkân ve gücü bahşeden, dokunmasına müsaade eden, o dokunmaya sevk eden de Allah’tır. Eğer Allah izin vermemiş, onu öyle bir donanımla dünyaya getirmemiş, o işi yapmaya sevk etmemiş olsa idi, bir düğmeye dokunmak bile olsa, insanın elinden ne gelirdi? Kaldı ki, insanın yeme-içme gibi en basit ve iradesine taallûk eden işlerde bile rolü binde bir bile değildir?
Hiçbir peygamber, “ben yaptım, ben başardım, ben hidayet ettim” dememiştir. “Ben”, firavunların ağzından çıkan sözdür.
Kanatlarını açtığı zaman bütün semayı kaplayan Hz. Cebrail (a.s.) bile asla “ben” demez ve her şeyi Cenab-ı Allah’a verirken, bize ne oluyor da, “ben” deme küstahlığında bulunuyoruz!? (Ünal, 2001, 183–84)
İnsanın Allah ile bu ölçüde münasebetini İslâm’ın özü olarak gören Fethullah Gülen’in, belki de üzerinde en çok ve titizlikle durduğu birinci mesele budur dersek, mübalâğa yapmış olmayız. Pek çok yazısı gibi, pek çok sohbetinde sözü sürekli bu noktaya getiren Gülen, bu noktanın kavranıp, insanın tabiatı haline gelmesini, Müslümanlığın, Müslümanca inanıp, duymanın ve yaşamanın olmazsa olmaz şartı sayar. Ona kulak veren biri, ondan şu sözleri sıklıkla duyacaktır:
Bir kulluk deryasına yelken açtık ki, dalgalar amansız çıktı karşımıza, kenara varmaya koymuyor bizi. İstihdam eden Allah’a binlerce hamd ve sena olsun; olsun da, nâil kılındığımız lütufların zerresini kendimizden bilmeyelim; bilmeyelim ki, O, lütuflarını sonuna kadar devam ettirsin. Bu lütufların bir tanesini, hattâ bir zerresini bile kendimizden bilsek, bilgimize, tedbirimize versek, O, vâridat-ı Sübhaniyesini keser ve “haydi yürüyün bakalım, yürüyebilirseniz” der. Allah korusun, âhir ömrümüzde kendi kendimize bırakıldığımız için hizlana uğrarız. O’ndan diler ve dileniriz, bizi göz açıp kapayacak kadar bile olsa, Allah Rasûlü’nün o mübarek dualarından ayırmasın: “Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, bizi nefsimizle baş başa bırakma!” Her şey O’ndan; ne veriyorsa, aczimize, fakrımıza, zaafımıza merhameten veriyor.
Vasiyetim olsun, elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. İnsan, bir başkasıyla rekabete girebilir, fakat Allah’a karşı rekabet hissi düpedüz saygısızlıktır. O bakımdan, her muvaffakiyet, her güzel iş, Allah’a verilmeli ve, “bunu O yaptı” denmelidir. Yememize, içmemize, hemcinsimize duyduğumuz alâkaya bakınca, hayvandan farklı bir yanımızın olduğunu görüyor muyuz? Hattâ, haram-helâl demeden, açlığımıza-tokluğumuza bakma*dan, başkalarının haklarını da üzerimize geçirerek, öyle yiyip içiyor ve hayvanlar, hemcinslerine karşı üreme adına senede bir alâka duyarken, biz, tamamen nefsanî arzuların pençesinde doymak bilmez bir hırsla yaşıyoruz.
Allah karşısında insanın kendisini zelil, hakir, hor görmesi lâzım. Evliyaullahtan bazıları var ki, münacaatlarında şöyle derler: “Şu hâ*limle, kalbimin şu durumu itibarıyla, iman, İslâm gibi hususiyetler müstesna, kâfirler benden çok iyidir; falan hayvan, filan hayvan benden iyidir.” Evet, insan bir yandan budur; diğer yandan da Allah’ın insan*lığımıza terettüp eden bir kısım lütufları, ihsanları var. Öyle ise, kimse, bu lütuf ve ihsanlara sahip çıkmamalı. Mü’min, her halinde mütevazi olmalı, mahviyet ve hacalet içinde bulunmalı.
Kendisine zerre kadar bile itimat eden insan, İlâhî teveccühleri kaybetmiş demektir. Kimse, nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhireti hususunda emniyette olduğunu sanmamalıdır. Bu manâda mutlak emniyet küfürse, onun en küçüğü de küfre yakınlıktır. Yani, nasıl yeis küfürse, bir insanın âkıbeti ve Âhireti hususunda ameline güvenmesi, Cennet’e gireceğinden emin olması da küfürdür. Böyle bir emniyetin en küçüğünün bulunması da, küfür istikametinde bir adım demektir.
Hataya düşmemek, nefse pirim vermemek, Şeytan’ın sağdan gelmesi karşısında mağlûp olmamak için İslâmî kıstasları bilmek çok önemlidir. Bunlar, herkese göre değişen meseleler değildir; Kur’ân ve Sünnet’in hükümleridir. Bunlar dışında kalan hususlarda, nefse pirim vermeme, onun boynunu kırma adına ne gerekiyorsa yapılabilir. Meselâ, nafile ibadette bulunma; evvâbin kılma, teheccüd kılma, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutma.. nefse zor gele gele bunlar eda edilmelidir. Yine meselâ, bir yerde dinî, millî bir mesele anlatılacak. İçinizden “ben anlatayım” duygusu geçiyorsa, hemen bırakıp başkasına anlattırma.. orada bu meseleyi daha iyi anlatıp, ruhlara daha iyi girecek biri varsa, yine onu tercih etme.. aynı şekilde, konuşurken, nefsin “ne güzel konuşuyorsun!” diye fısıldadığı anda, hemen bir kenara çekilme; çok güzel bir mektup, beliğ bir yazı veya şiir yazdınız, içinizden beğenme geldi, hemen onu yırtıp atma; başkalarının hidayetine vesile olan bir hizmet veriyor, konuşmalar yapıyorsunuz, ama içinize “ucub (kendini beğenme)” geldi, baktınız, çalımlarınıza takılıp gidiyorsunuz, muvakkaten de olsa o hizmete ara verme... İşte, Kur’ân ve Sünnet’in, ruhsat sınıfına da girse, bir hükmüne kimsenin müdahale hakkı olmamasına mukabil, nefsi terbiye adına bunlar yapılabilir ve yapılmalıdır. (a.g.e. 184–88)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Tevhide ulaşmada ibadetlerin yeri
Allah’la münasebete ve her söz, düşünce ve davranışı O’nun hoşnutluğuna bağlamaya, her başarıyı O’na vermeye, kısaca Rab-kul münasebetini çok iyi kavrayıp, benliğe mal etmeye bu derece önem veren ve onu İslâm’ın birinci meselesi olarak gören Fethullah Gülen, bu seviyeye ulaşmada, iman ve ilimle birlikte ibadeti olmazsa olmaz şart kabul eder. Ona göre, Allah’ı bilme, bir yanıyla ibadete bağlı bir seviye işidir. Zat-ı Ulûhiyetin gerektiği şekilde bilinmesi, ancak ibadetle olabilir. O, bu hususla ilgili olarak şu noktalara dikkat çeker:
1. Kalp aynasını sadece bir defa Rabb’e çevirip, O’nun, o andaki tecellisiyle almış olduğumuz zevk-i ruhanî ve imdad-ı Rabbanî ile bir ömür boyu yaşayamayız. O halde, sürekli O’nun tecellilerine açık olmak gerekmektedir.
2. İnsana nasıl çocukken kâfi gelen şeyler yetişkinlikte yeterli olmazsa, bunun gibi, fikrî ve ruhî seviyemize göre Rabb’e karşı sürekli açık olmazsak gelişemeyiz.
3. İbadeti çok geniş olarak ele almak icap eder. Namaz bir ibadet, oruç bir ibadet, hac bir ibadet; öyle ki, Allah’a itaat adına ve İslâm’ın doğru kabul ettiği çizgide yapılan her şey bir ibadettir. (Fasıldan Fasıla 1, 30)
Gülen, bir başka yerde de şu çok önemli hatırlatmada bulunur:
İnsan, kalbindeki imanıyla mü’mindir, kafasındaki malûmat yığınlarıyla değil. Bu sebepledir ki, insan âfâkî veya enfüsî delillerle ulaşabildiği mesafeyi elde ettikten sonra, eğer bunlardan sıyrılamazsa, terakkî adına bir adım bile atamaz. İnsan, bir yerde bunları bütün bütün arkaya atmalı, doğrudan doğruya, Kur’ân’ın aydınlık tayfları altında; kalp ve vicdanının nurlu yolunda yürümelidir ki, aradığı aydınlığa ulaşabilsin. (Fasıldan Fasıla 2, 27)
Fethullah Gülen, ibadetler içinde, onların başı ve dinin direği olması hasebiyle namaza ayrı bir önem verir. Namazın, yukarıda daha önce geçen şartlarından ayrı olarak, bilhassa onun kılınış şekil ve niteliğine sık sık temas eden Fethullah Gülen, “namazda olsun, namaz haricinde olsun, gönlün her teli tıpkı bam teli gibi ses vermeli. Bilhassa da namazda böyle olmalı. Sazların bir tane bam teli var, fakat gönlün her teli bam teli gibi olmalı” der ve şöyle devam eder: “Öyle namaz kılmalı ki, herkesin namazı bir diğerine misal olsun ve secde, doyulmaz bir neşveye, duâlar, insana bıkkınlık vermeyen gıdaya; rükû ayrı bir edaya; kıraat de, dane dane canlı kelimeler armonisine dönüşsün.” (Fasıldan Fasıla 1, 92)
“Namazı dert edinmek lâzımdır. Kıyam, kıraat, rükû, sücûd vs. namazın şekillerinden ibarettir. Oysa asıl olan, muhteva ve ruhtur. Nasıl ki yeme-içme cismaniyetimiz için bir ihtiyaçtır, namaz da manevî hayatımız ve ruhumuz için bir gıdadır. Namaz, fıtratımızın bir gereği haline getirilmelidir. Ruh, gıdasını ancak bu şekilde kılınan bir namazdan alabilir” diyerek, yine aynı noktaya parmak basan Gülen, bu seviyede bir namaz kılabilmek için, şu hususlara dikkat çeker:
Namazları angarya kabilinden kılmamak gerekir. Muhbir-i Sadık (Peygamber Efendimiz), “Namazınızı veda namazı olarak kılın” buyuruyor. Size, “bir vakit namaz kılacak kadar ömrünüz kaldı” deseler, o namazı nasıl özene-bezene kılarsınız. İşte her namazı böyle özene-bezene kılmalısınız. Evet “bu benim son namazım olabilir” mülâ*hazasıyla kılınan namaz veda namazıdır.
Namazda dikkat edilecek bir diğer husus, nasıl vücut geliştirme çalış*malarında kalbi yormamak için fikir dünyasından uzaklaşmak gerek*lidir, öyle de, ruhu geliştirmek için dünyevî düşünceleri devreden çıkarmak, bütünüyle kalp ve ruh insanı haline gelmek şarttır. Tabii, namazın dış şekillerini özenle yerine getirmek ile bu muhteva arasında sıkı bir münasebet olduğu da bir gerçek.
Bir başka husus da, namaz kılarken şartları hesaba katmamalıyız. Aslında şartların insanın namazına tesir edeceği muhakkaktır. Fakat bunu bile bile irademizle bu şartları aşmalı ve kalbi kemal noktasına yönlendirmeliyiz. Feyze, berekete en açık olduğumuz zamanlarda bile sadece O’nu mülâhaza etmeliyiz. Meselâ, Allah’la, aramıza girecek bir cezbe, bizi o anda Arş-ı Rahman’a ulaştıracak bile olsa hemen “Hayır Rabbim, ben bunu istemem, şu namaz kılanlardan birisi gibi olayım, yeter” diyebilmeliyiz.
Son bir husus da, herkesin namazı, içinde bulunduğu mertebe ve dereceye göre farklılık arzeder. Biz kılmış olduğumuz namazı, İmam-ı Rabbani’ye anlatsak, belki bize güler. Burada önemli olan nokta, bizim gibi avam için hakikî namaz mülâhazasını düşünme yolunu açmaktır. Bir zerre iken, kendini deryaya salıverme ve damla iken derya olma... Bunun ötesinde de, Rabbim lûtfederse, şu anda mahiyetini, keyfiyetini dahi bilmediğimiz, ama dedikodusunu, nakilciliğini yaptığımız o mertebelere ulaştırılabileceğimizi yine O’nun rahmetinden bekleye*biliriz. (Fasıldan Fasıla 1, 99-101)
Namazla tevbe ve günahlardan kurtulma arasında içten bir bağ olduğunu belirten Fethullah Gülen, “Namaz, kamil manâda kılınırsa, – birçok hadis-i şerifte de işaret buyurulduğu gibi – günahları siler, temizler. Zira namazda tevbenin şuur haline gelmesi söz konusudur. Yani, insanın namazla bütün*leşmesi ve bu bütünlük içinde Rabbin huzuruna gelmesi onda tevbe adına bir şuur mayalar. Yeter ki, namaz istenen ölçüler çerçevesinde eda edilmiş olsun” der. Ona göre namaz, aslında bizatihî ve yekpare tevbedir. Tevbe namazın bütün rükünlerine öyle sinmiştir ki, onu tevbeden ayrı mütalâa etmek âdeta imkânsızdır. Her tevbe elbet namaz değildir; fakat şuurla kılınmış her namaz, aynı zamanda bir tevbedir.”
Namazın bizatihî tevbe olabilmesi için çok önemli bir noktaya dikkat çeken Fethullah Gülen, bu noktayı şöyle açıklar: “Cenâb-ı Hak, dilerse her namazda günahları affedebilir. Ancak kul, günahının ızdırabını, 24 saat gönlünde duy*malıdır ki, bu, o günahların affına ciddi bir davetiye olsun ve o gün işlenen günahlara mukabil, yine o gün dolu dolu tevbeyle geçsin ve kul, bu tevbenin kabulünü o günün bütün namazlarında arasın; arasın ve bulmaya çalışsın.” (Fasıldan Fasıla 1, 162–63)
Namaz, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu üzere, dinin direği; zekât ise, köprüsüdür. Yani zekât ile, toplum fertleri arasında, üzerinde buluşup el sıkışabilecekleri bir köprü kurulur. Zekât, İslâm toplumunda sınıf oluşumuna, zengin-fakir uçurumu ve kavgasına imkân vermez. Aradaki boşlukları kapar ve toplumda kardeşlik duygularını meydana getirir. Bu bakımdan, Fethullah Gülen, tabiî olarak zekât üzerinde de hassasiyetle durur. Ona göre, zekâtı verilen mal zâhiren eksiliyor gibi görülse de, Allah’ın bereketine mazhariyetle devamlı artmaktadır. Zira bütün kevn ü mekân elinde olan Allah, malının zekâtını veren insana malını artırma yollarını ilham etmektedir ki, bu hükmü aydınlatan pek çok müşahhas misal bulmak mümkündür.
Gülen, “kalpler Allah’ın elindedir. O, istediği ve hikmeti gerektirdiği zaman, kalpleri, emrini yerine getirip zekâtını veren kimselere doğru yöneltir ve o insanın ticaretinde ciddi canlanmalar görülür. Bu Allah’ın, zekâtı verilen mala bahşettiği bereketten başka bir şey değildir” der ve bir âyeti delil olarak zikreder: “Allah (c.c.) yüce beyanında meâlen: “İnsanların malları içinde, artması için verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Fakat Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte onu verenler, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır” (Rûm/30: 39) buyurmak suretiyle, mallarını artırma düşün*cesiyle faize yatıranların, gerçekte maksatlarının aksiyle tokat yediklerini; Allah’ın rızası istikametinde zekât ve sadaka verenlerin ise, daha fazlasıyla berekete nail olduklarını anlatmaktadır.” (Fasıldan Fasıla 2, 286–87)
Zekâtın belli ölçülerde ve bir bakıma ‘resmî’ bir sadaka ve infak (kişinin, bilhassa malından Allah rızası için O’nun yolunda ve başkalarının yararına harcaması) olmasına mukabil, infakta herhangi bir sınır yoktur. Gülen, infakın önemine değinirken Peygamber Efendimiz’i bir “infak kahramanı” olarak misal verir. “Hayatı boyunca bir ‘infak kahramanı’ olarak yaşayan İnsanlığın İftihar Tablosu (s.a.s.), kendisine peygamberlik geldiği dönemde hanımının servetiyle Mekke’nin en zengin kişilerinden biri iken, birkaç sene sonra Mekke’nin en fakirlerinden biri olmuştu. O, bir ‘infak kahramanı’ olarak sahip olduğu her şeyi Allah yolunda harcayıvermişti” diyen Gülen, daha sonra şöyle devam eder:
Allah (c.c.) yolunda vermeye (infak) alışan bir insan için, dünyada vermek kadar zevkli bir şey yoktur. Kendisini infakın hazlarına kaptırmış bir insan, aç-susuz ve harçlıksız kalsa da, bu kevser kayna*ğından ayrılmak istemez ve daima etrafında infak edebilecek bir şeyler araştırır-durur.
Ben, aile ve çevre itibariyle hep cömertlik adına kahramanlıkların sergilendiği bir zeminde yetiştim. Öyle ki, hayatımda âdeta hiç cimri tanımadım. Bir şeyi alıp saklayan insan olmadığım için de, verme deyince tir tir titreyen kimseleri veya mal biriktirip de infak etmeme gibi ruh haletinin ne olduğunu hiç anlayamadım. Cömertlik öyle bir haslettir ki, insan fâsık dahi olsa, onun vesilesiyle Cennet’e girebilir. Cennet’e girmek için, Cennet yolunda olmak gerekir. İnsanı ona götürecek yollardan biri de cömertliktir. (Fasıldan Fasıla 3, 47–8)
Namaz ve zekât gibi, oruç üzerinde de hassasiyetle duran Fethullah Gülen, “İnsanlarda ruh cesedin, ceset de ruhun rağmına gelişir. Ruhanî yönleri itibarıyla gelişmek isteyenler, mutlaka oruç tutmalıdırlar. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Oruç tutmayanlar, cesetlerinin altında kalır ve hiçbir zaman tam olarak ruhanî olgunluğa ulaşamazlar” der. Orucun manevî tekâmül adına nefsi gemleyen çok önemli bir dinamik olduğuna parmak basan Gülen için oruç, vefa duygusunun tezahür ettiği en güzel bir ibadettir. Zira oruç, Allah ile kul arasında yapılmış bir sözleşmedir. Kul, belirli zaman dilimlerinde, belirli şeylerden vazgeçer ve bu hareketleriyle, sözünde vefalı olduğunu gösterir. Aynı zamanda insan, tuttuğu oruçlarla vefa duygusunu öyle geliştirir ki, vefa onun ayrılmaz bir parçası haline gelir. Bu durumu kazanan kimse, içtimaî, ailevî ve ferdî hayatında zamanla âdeta bir vefa âbidesi mertebesine yükselir.
Hemen her dinde riyazetin, yani az yeme, az içme, az konuşma ve az uyumanın bulunduğunu hatırlatan Gülen, orucun böyle bir riyazet görevi yaptığını da belirtir. Ona göre, midede fani olan ve tamamen ceset kesilen ve her zaman, her yerde midesini düşünen bir insanda temiz bir ruh ve saf bir kalbin bulunmasına ihtimal verilemez. Dolayısıyla oruç, bir manâda ruhun riyazeti ve cesedin perhizi olarak, vicdanda insanî güzellikler ve faziletlere kaynaklık eder. O, insana hem nimetin değerini hatırlatır, hem onun içinde şükür duygularını geliştirir, hem de aynı ölçüde nimet sahibi olmayanlara karşı kalpte merhamet ve yardım duyguları uyarır. Kısaca oruç, insanı gerçek insan yapan en önemli dinamiklerden biridir. (Fasıldan Fasıla 2, 35–6)
Daha önce geçtiği üzere, diğer ibadetler üzerinde de hassasiyetle duran Fethullah Gülen, bütün ibadetlerle ilgili olarak, belli hususlara bilhassa dikkat çeker. Ona göre, insan, bütün düşünce ve davranışlarında olduğu gibi, ibadetlerinde de sürekli murakabe ve muhasebe içinde bulunmalı, kendini ve niyetini devamlı kontrol etmeli ve dolayısıyla yapması gerekip de yaptıkları gibi, terk etmesi gerekip de terk ettiklerini de aynı şekilde düşünerek terk etmelidir. Gülen, “O bakımdan” der ve devam eder: “en iyi, belki en kabule şayan gördüğümüz amellerimizde dahi bir bit yeniği olabileceğini nazara almalıyız. Kimsenin olmadığı, kimsenin sizi görmediği bir yerde tek başınıza yaşıyor, her gece kalkıp 100 rekat namaz kılıyor, başınız secdede, Rabbin huzurunda gözyaşı döküyorsunuz; evet bunda bile bir bit yeniği olabilir. Belki de, içinizde, ‘bu yaptığım, geç de olsa bir gün duyulur’ mülâhazası; şimdi ben yapayım da, bir gün bundan haberdar olup, bahsedenler çıkar düşüncesi olabilir. Eğer bu derece bir murakabe yoksa, insan her zaman için yanılabilir. Evet, en yanılmayacağınızı zannettiğiniz yerde bile yanılabilirsiniz. Kulluk, bir manâda sürekli iç münakaşa, insanın kendisiyle, nefsiyle olan kavgasıyla gerçek derinliğini bulur. Ubûdiyet, ubûdet, üzerinden sürekli geçilen işlek bir yolu ağır paletlerle bastırma ve düzeltme, sonra gelip yeniden bastırma ve düzeltme, sonra yeniden, sonra yeniden… hiç durmamacasına bastırma ve düzeltme demektir.”
Gülen, bu noktada çok önemli bir konuya dikkat çeker ve herkesin, kendi yaptıkları, kendi ibadetleri hakkında böylesine titiz olmakla birlikte, baş*kalarıyla ilgili olarak aynı şekilde düşünüp, onlar hakkında kötü zanda bulun*masının doğru olmadığını özellikle vurgular ve şöyle der: “Eğer başkaları hakkında aynı şekilde düşünülür, onların ibadetlerinde nefsin payı olabileceği gibi bir sû-i zanna gidilirse, Allah korusun, bu da öldürücü bir zehir ve korkunç bir yanılma demektir. İhtimal başkaları, sizin yakalamaya, avlamaya çalıştı*ğınızı çoktan yakalayıp, avlamışlardır da, sizin haberiniz yoktur.” (Ünal, 2001, 188–89)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
İhlâs, söz-davranış bütünlüğü ve selim kalp
Bu noktada Fethullah Gülen’in en çok hatırlatma ve uyarıda bulunduğu husus, riya (gösteriş) ve riyadan kurtulmadır. “Başlangıçta herkesin riyaya düşebileceği, kulluk kapısından riya ile girileceği söylenir. Fakat kulluk, riya ile devam etmez; kul, ihlas yolunda mesafe katettikçe riyayı bırakır ve tam ihlâsa erdiğinde, artık onda riyanın eseri kalmaz” diyen Gülen’in üzerinde, konu hakkında çok büyük ve derin hassasiyet gösteren Muhasibî ve İmam-ı Gazzalî’nin izlerini görmemek mümkün değildir.
Gülen, riya ve riyadan kurtulma adına şunları kaydeder:
Riyayı tanımadan, riyanın ne demek olduğunu anlamadan insanın içine ihlâsı elde etme gayreti doğmaz. Riya yapıyor da hiç farkında değilse, o zaman ihlâsa hiç ulaşamaz. Halbuki, riya ile ilgili yazılan ve söylenen*lere baktığımızda, çoğu davranışlarımıza riyanın nasıl da sindiğini, ama farkına varamadığımızı anlarız. İnsan, ihlâsa ulaşmak için uğraşır*ken riyayı tanır. Nasıl nefsin bilinmesi Allah marifetine ve Allah’ı tanımaya açılan bir kapıdır; Sokrates’in “kendini tanı” tenbihi, ehl-i tasavvufun, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” şeklinde hadis diye rivayet ettikleri söz bu gerçeği ifade etmektedir; bunun gibi, insan da, ihlâsı yakalamaya çalışırken riyayı tanır, o kapıdan girer ve adım adım, kademe kademe ihlâsa ulaşır. İnsan, yaptığı şeyleri belki de başta suni olarak yapar; manâsını, muhtevasını ve derinliğini kavramadan, sırf emrin gereği olduğu için yapar. Hattâ bu hususta emr-i Nebevî bile vardır. Meselâ, Efendimiz (s.a.s.), “Kur’ân okurken ağlayın; ağlaya*mazsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın” buyurmaktadır. Çünkü bu ağlama, zamanla tabiat haline gelir ve artık o kimse, duyulup duygu*lanılması gerekli hususlar karşısında hissiz, duygusuz, alâkasız kalamaz. Demek oluyor ki, başlangıçta riya diye yorumlayabileceğimiz bazı tavırlar tabiî görülebilir, görülmelidir de. Fakat insan, bilâhare, ister Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) Zât, sıfât ve esmâsı adına belli bir marifet ufkuna ulaştığından olsun, isterse başka sebep ve mülâhazalarla olsun, artık kendini kontrol altına alır ve kapıda vize gösterme sayıla*bilecek davranışları bütün bütün bırakır ve halisane tavırlara girer; girer ve artık o, bir ihlâs yolcusudur; hep arar, bulduğunu az görür yine arar; daha daha arar.. bu şekilde hayatının sonuna kadar belki 50 ihlâs mertebesinden geçer ama, yine de “ihlâs” der, kıvranır. Zaman olur, o hale gelir ki, artık onun bütün duası ihlâstır; “Allahım, ne olur ihlâs” der; “ihlâs” der yatar, “ihlâs” der kalkar; öyle ki, daha başka çok önemli şeyler ister; ama arada yine ihlâs demezse, döner, yine “ihlâs” der. Nasıl gökkuşağının altından geçeyim diye yürüdükçe, koştukça o sizden uzaklaşır, aynen onun gibi, ihlâslı kulluk da işte böyle vaslına erilmez bir sevdadır, insanı arkasından koşturur durur. Allah, bizi bu koşudan geri bırakmasın. (a.g.e. 189–90)
İhlâs, insanın her yaptığını Allah için yapması demektir. Bunun ilk mertebesi, ibadetlerde, Allah için hizmet etmede, başkasının görüyor olmasını nazara almadan, sadece Allah’ın hoşnutluğunu düşünmek, yapılanı O emrettiği için yapmaktır. A’zamî mertebesi ise, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü hiç mi hiç hesaba katmamaktır. Meselâ, bir mertebede, insanların sizi teheccüdde veya Pazartesi-Perşembe orucunda görmesinden rahatsızlık duyabilirsiniz; ama nihaî mertebede, insanların sizi görüp görmemesi, ne yaptığınızı bilip bilmemesi sizi hiç alâkadar etmez ve bu türden mülâhazalar aklınıza bile gelmez. Bu, Allah’ın rızasında fâni olmanın ifadesidir. İnsan, her zaman bu mertebede bir ihlâsa muvaffak olamayabilir. Meselâ, iman hakikatlarının neşri için ölesiye çalışabilir; fakat bir yandan bunu yaparken, bir yandan da, “arkadaşlarım niye bu işte bana destek olmuyor?” gibi düşünceler de taşıyabilir. Halbuki önemli olan, insanın üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirip, ötesinde hiçbir şeyle meşgul olmamasıdır. (a.g.e. 160)
Gülen, asrımızın, bir açıdan âdeta riya asrı olduğuna dikkat çeker ve “dünya yaratıldığı günden bu yana, çağımızda görüldüğü ölçüde müraîlik olmamıştır. Çünkü, günümüzde riyaya sevk eden faktörler pek çok: gurur gibi, kendini beğenme gibi, kibir gibi hususlar bunlardandır. Bazısı kalemiyle, bazısı düşüncesiyle, bazısı çok kitap karıştırmasıyla, bazısı bibliyografyadan haberdar olmasıyla, bazısı çok kişi tanımakla vb., herkes, bir sebeple riyaya girebilir. Bunlardan ayrı olarak, ödüller, plaketler, alkışlar, övgüler, yarışlar, maratonlar; millî gururlar, şahsî gururlar, cemaat gururları... Bir başka sahada, ikramlar, kerametler, keşifler, intak-ı bilhaklar, hiss-i kablel-vukular... daha neler neler. O kadar ki, Allah’ı hiç hesaba katan yok gibi; her muvaffakiyet insana veriliyor ve insan, kendine ait olmayan bir sürü “mağsup (gasbedilmiş)” zaferle gurur duyuyor” der. Sonra da şu ikazı yapar: “Aslında, her riyakâr fiil, her riyakâr söz bir yalandır. Allah, ihsan yağdırıyor; insanlar ise, Allah’ın ihsanlarını Allah’a ulaşma adına kullanacaklarına, kendilerine mal ederek, onları Allah ile aralarında perde yapıyorlar.. Hayır, kabiliyet ve başarı adına neye sahipsek, hepsi Allah’tan. Fakat gel gör ki, nankör ve bencil insan, bütün bunları Allah’ı unutmaya vesile yapıyor. Oysa insan, en küçük bir nimette bile, başı dönmüş mevlevî gibi cezbeye kapılıp dönmeli, “Allahım Sen’den, Allahım Sen’den” demelidir.”
Fethullah Gülen, gerçek manâda ihlâs adına ölçüler ortaya koyar ve şunları kaydeder:
Riyayı fark etmede bazı emarelerden söz edilebilir. Meselâ, bir insan vardır: diliyle, irfanıyla, konuşmasıyla, tavrıyla mütevazi görünür, fakat kendinden aşağıda gördüğü kimselerin yanında, bir de bakarsınız, hemen çalıma geçer. Demek ki o, gerçekten mütevazi değildir; sadece, kendinden yüksek birinin yanında yerlere kadar eğilmektedir. İhlâs, kalbin Allah ile irtibatıdır; bu da, kendini ancak gayb hali ile şehadet hali arasındaki muvafakatla gösterir. Gece, hattâ yatakta bile ne ölçüde Allah ile birlikte iseniz; yatakta iken bile aklınıza geldiğinde ayak*larınızı toplayabiliyorsanız; yani gündüzünüz ve geceniz aynı ise, ihlâslı sayılabilirsiniz.
İhlâs, insanın her yaptığını Allah için yapması demektir. Bunun ilk mertebesi, ibadetlerde, Allah için hizmet etmede, başkasının görüyor olmasını nazara almadan, sadece Allah’ın hoşnutluğunu düşünmek, yapılanı O emrettiği için yapmaktır. A’zamî mertebesi ise, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü hiç mi hiç hesaba katmamaktır.
İnsan, kendi içinde sürekli bir mücadele yaşamalıdır ki, canlı kalabilsin. Bu mücadele bittiği anda insan da bitmiştir. Şayet içinizde, nefsinizle şu veya bu şekilde olan mücadeleniz devam ediyorsa, bu, bir hayat emaresidir. Evet, tıpkı vücudun, hastalık yapan bakteri veya virüslere karşı hararetinin yükselmesi gibi bir şeydir bu. Hararet varsa, vücutta hareket ve dolayısıyla hayat var demektir. (a.g.e. 189–92)
Sağlam bir kalp hayatı adına Gülen’in önemle üzerinde durduğu bir diğer önemli husus, söz-hareket bütünlüğüdür. O, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in, ümmeti hakkında en çok korktuğu şeyin âlimin nifakı ve münafığın demagojisi” olduğunu hatırlatarak, şöyle der: “Müslüman, diyalektik yapmaz; o, (sözlerinden çok) hareket ve davranışlarıyla bir kitap olmaya çalışır, Allah Rasûlü (s.a.s.) ve O’nun raşid halifeleri, hiçbir zaman süslü sözler söyleme yolunda gitmemiş, bilakis davranışlarıyla etraflarına örnek olmaya çalışmış*lardır. Söz-amel bütünlüğünün bir diğer boyutu, başlangıç-son birliğini sağlayabilmektir. Bundan kastım şudur: Efendimiz (s.a.s.), başlangıçtaki kudsî ve mütevazî tavrını hayatı boyunca hiç değiştirmemiştir. Efendimiz böyleydi de, ashabı farklı mıydı? Asla! Ömer, Sasani İmparatorluğu’nu yerle bir ettiğinde, halâ nefsî murakabe ve muhasebe adına mezarlıkta yatıyor, yamalı elbiseler giyiyordu. Ebû Ubeyde, onbinleri aşan dev bir ordunun kumandanıydı ama, askerleri ile beraber hep aynı çadırda geceliyordu. Evet, kudsî bir davaya gönül vermiş olanlar, bu dava sebebiyle mazhar oldukları teveccühü istismar etmemeli; davadan istifadeyle bahçelerine bir ağaç dikmeyi bile ihanet saymalıdırlar. Tıpkı Allah Rasulü ve O’nun şanlı ashabı gibi, mebde-münteha (başlangıç-son) bütünlüğü içinde, dünyaya geldikleri gibi gitmelidirler.” (Fasıldan Fasıla 1, 59-60)
Fethullah Gülen, sağlıklı bir manevî hayat adına kalbin selim olması üzerinde de durur. Selim kalbi düdüklü tencere misali ile anlatan Gülen, “nasıl düdüklü tencere patlayıncaya kadar dışarıya hiçbir şey sızdırmaz, aynen öyle de, selim kalp de budur veya öyle olmalıdır. Zaten rahmetle içli-dışlı olma, herkes hakkında iyi düşünme, insanı ister istemez bu kalıba koyar. Yeter ki, biz o yolda olalım” der ve ardından da her zamanki hatırlatmalarından birini daha yapar: “İnsan, başkalarının kusurunu hiç görmemelidir. Çok defa ifade ettiğimiz gibi, kendi nefsi adına savcı, başkaları adına bir avukat gibi davranmalıdır. İlâhî ahlâka bakın ki, Kendisini inkâr edenlere bile, her şeylerine rağmen yaşamak hakkı veriyor ve rızıklarını da gönderiyor. Yine Âhiret’te adaletinin tecellî şekline bakın ki, sevapları ağır basan insanı günahlarına rağmen affediyor. İşte, ‘İlahî ahlâk ile ahlâklanın’ felsefesinden hareketle, etrafımızdakilerin hep böyle iyi yanlarını görmeli, kötü yanlarını – eğer varsa – görmemeye kararlı olmalıyız ki, ancak bu sayede selim kalbi kazanabiliriz. Unutmayalım, kalbin selim olması, hiç de hafife alınacak bir mesele değildir. Kur’ân, şu veciz âyetiyle bunu ne de güzel ifade eder: ‘O gün, ne mal fayda verir, ne de evlad. Ancak Allah’a selim kalb ile gelenler (müstesna) (Şuarâ/26: 88–9.)’” (Fasıldan Fasıla 1, 64)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
İrtidattan korunma ve âkıbet endişesi
Fethullah Gülen, insanın daima âkıbet, yani son nefeste imanla gidip gidememe endişesi taşıması gerektiğini de sürekli hatırlatır. Bu hatırlatma, genel manâda herkesi içine aldığı gibi, özellikle Müslümanların irtidada karşı korunmasını hedef almaktadır. Bu bakımdan, meselâ şöyle der o: “Ulû’l-azm peygamberlerin (en büyük beş rasûl: Hz. Muhammed, Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz. Nuh – Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) hemen hepsinin ashâbından irtidat edenler çıkmıştır. Meselâ, Hz. Mûsâ’nın ashabından Samirî ve Hz. İsa’nın havârilerinden biri (Yahuda?); kâinatın iftihar tablosu Hz. Muhammed’i (s.a.s.) görmüş olanlar içinde de irtidat edenler çıkmıştır. Geçmişte peygamberlerle aynı atmosferi paylaşmış insanlar arasında dahi irtidat vaki olursa, huzurda bulunmanın tadına erememiş ve nebevî ‘sıbga’ (boya) ile boyanamamış bugünkü insanlarda irtidadın olmayacağı düşünülemez. Bu bakımdan, herkes âkıbetinden endişe etmeli. Hz. Ebû Hüreyre’nin akıbet endişesiyle nasıl iki büklüm olduğunu, onun şu sözlerinde müşahede etmek mümkündür. ‘Bir gün üç kişi oturuyorduk. Allah Rasûlü yanımıza geldi ve ‘Cehennemde içinizden birinin dişi bana Uhud Dağı kadar görünüyor’ buyurdu. Derken birimiz şehid oldu ve iki kişi kaldık. Ben çok endişe ediyor ve Rasûlullah’ın haber verdiği kişi ben olurum diye korkuyordum. Nihayet, diğeri de Yemâme’de (yalancı peygamber) Müseylime’nin saflarında can verince Rabbime çok hamdettim.’ Evet, Allah Rasûlü için ‘halîlim (dostum)’ ifadesini kullanacak kadar O’na yakınlık hisseden Hz. Ebû Hureyre âkıbetinden bu denli korkarsa, bizim nasıl davranmamız gerektiğini varın siz hesap edin!” (Fasıldan Fasıla 1, 105))
Fethullah Gülen, irtidattan korunma çareleri olarak, şu hususları nazara verir:
1. Kendini emniyette görmekten olabildiğince sakınmak ve daima âkıbet endişesi içinde olmak.
2. Allah’tan çok korkmak.
3. Şeriat-ı fıtriyeye ittiba etmek. Bir diğer ifadeyle, kavlî (sözlü) dua ile fiilî duayı, yani ameli birleştirmek; yasaklara yaklaşmamak, günah atmosferlerinden uzak durmak ve sürekli ibadet ü tâat ile meşgul olmak.
4. İmanla alâkalı eserleri sürekli mütalâa etmek; – belleyip ezberlemek değil – müzakere etmek. Unutmamak gerekir ki, her yeni müzakere, insana daha değişik ufuklar açar.
5. Yalnız kalmamak; olur-olmaz yerlerde otururken dahi, dostlarla bir halka teşkil etmek. Bu hususta, “Zulmedenlere meyletmeyin; daima sadıklarla beraber olun”, “sürüden ayrılanı kurt yer” gibi düsturları her zaman hatırda tutmak.
6. Resmî vazifemizin dışında, günün en az yarısını Allah için hizmete vermek.
7. Hepsinden daha önemlisi de, Hak kapısının sadık bendesi olmaktır. Hak kapısının sadık bendesi olanların günahlarına bakılmaz. O halde, günahlarından rahatsız olanlar, Hakk’ın dinine hizmete koşmalıdırlar. Her halde en büyük istiğfar da, işte budur. Çevrelerinden korkanlar da, emniyeti, aynı şekilde hizmette aramalıdırlar. (Fasıldan Fasıla 1, 121–22)
Gerçek kulluk ve sağlam kalp hayatı adına muhasebe-murakabe ölçüleri
Fethullah Gülen, gerçek kulluğa ve kalp hayatına ulaşma ve onu koruma adına bir takım muhasebe örnekleri ve şaşmaz-şaşırtmaz ölçüler de sunar ki, bunlardan bazıları şunlardır:
Hz. Ömer, iki katlı ev yaptıran birine, “Ölüm sana daha yakın” demişti.
Bu sözün bize anlattığı nedir? Çok da objektif olmayan değerlendir*melerde bulunacak olursak:
1. İnsan, (dünyada Allah için ve O’nun yolunda harcamak, bir de kendisinin ve sorumluluğu altında bulunan kimselerin nafakasını temin etmek için kazanmakla birlikte, dünyaya kalbini vermemeli ve) zarurî ihtiyaçlarından fazla herhangi bir şeyi elinde tutmamalı.
2. Zarurî ihtiyaçlarımızdan arta kalan mal, para, neyimiz varsa, sadaka olarak (Allah için din, ülke, insanlık hizmetinde ve fakirlere) sadaka olarak harcanmalı.
3. Sıcak bir havada bulduğumuz gölgeye varıncaya kadar, her nimetin kadrini bilmeli ve getirdiği sorumluluğun şuurunda olmalı. Faydalan*dığımız her nimet, aynı zamanda bizi uyaran bir tokat gibi ensemize inmeli.
İnsan, dünyaya bir defa gelir ve yerine getirmesi gereken vazifeler için kendisine bir defa fırsat verilir. İşte bu biricik fırsatta o ya kazanacak, ya da kaybedecektir. Bir kere de bu fırsat elden gitti mi, artık ne ‘keşke’lerin faydası olacaktır, ne de geri dönüş arzularının.. (a.g.e., 118–19)
Gülen, insanın kendisini kontrol manâsında bir başka muhasebe örneği olarak, şunları ifade eder:
· İbadetleri samimi olarak yapmak.
· Allah’a karşı yaptığımız ibadetlerin en şuurlusunu bile eksik bulmak.
· İnsanlar karşısında kendimizi hor ve hakir görmek; hem o kadar hor ve hakir görmek ki, sadece kâfir olmadığımızdan dolayı oturup kalkıp, Allah’a şükretmek.
· Güzel konuşan ve zâhiren iyi bir yaşantısı olanlar umumiyetle halk nazarında hüsn-ü zanna mazhar olurlar. Bu durumlarda insanın, kendini bir şey olmadığına inandırması çok önemlidir. Aksi takdirde insan, kendini bir şey oldum zannedebilir ki, bu da büyük bir tehlike demektir. Büyük veliler bile bu konuda hep korkmuş ve titremiş*lerdir. İnsan Hz. Şuayb gibi hutbe verse bile, kendi iç mülahazası şöyle olmalıdır: “Lâfızperestlik yaptım; insanları kelimelerle, cüm*lelerle aldattım.” (a.g.e., 132)
Yine, muhasebe adına Gülen’in verdiği bir diğer ölçü de şudur:
İnsan her zaman gurur ve kibir esintilerine karşı duyarlı olmalı ve devamlı murakabe, muhasebe ile nefsini ezmesini bilmelidir. Zanne*diyorum bunun en kestirme yolu da, mazhar olunan bütün iyiliklerin Allah’tan geldiğini kabul, tasdik, itiraf ve ilan etmektir. Yoksa gurur, kibir ve kendini beğenme gibi hastalıklar bünyeye yerleşir ve bir daha da onları yerleştikleri yerden söküp atmak mümkün olmaz.
İnsan, kuru üzüm çubuğuna benzer. Nasıl ki o kuru çubuğun üzümler üzerinde bir hak iddiası söz konusu değildir, öyle de insan, kendindeki meziyetleri sahiplenemez ve bunların kendisinden kaynaklandığını iddia edemez.
Gurur, kendini bulamamış küçük insanlara âit bir boşluktur. Cemiyet hayatında herkesin görünmek istediği bir pencere vardır. Boyu kısalar görünmek için ayak parmaklarının ucuna doğrularak uzun görünmeye çalışırlar ki, bu durum, esasen onların kısalığını ele verir. Boyu uzunlara gelince, onlar da görünmemek için iki büklüm olurlar. Bu itibarla tevazu, bir büyüklük emaresi, büyüklenme de küçüklük emaresi sayılmıştır. Evet, büyüklerde büyüklüğün işareti küçük görünmek, küçüklerde küçüklüğün işareti de büyük görünmektir.
Basit insanlarda kompleks olur. Zaten büyüklenme de bunun bir teza*hürüdür. Halbuki inanan insanlarda aşağılık duygusu olmamalı. Aslında, bunca İlâhî lütuflarla serfiraz mü’minde niçin aşağılık duygusu olsun ki?. Evet, bir kere o, kendini idrak seviyesinde bir insandır. İkincisi, iman gibi bir cevhere sahiptir. Üçüncüsü, eğer yapabiliyorsa, iman ve Kur’ân hizmetinde kendine düşen önemli misyonu vardır. Bütün bu meziyetlerle taltif edilmiş bir insanda aşağılık duygusu olamaz ve olmamalı. Öyleyse kibir, gurur ve kendini beğenmişlik gibi kötü duygular da onda olmamalı. (Fasıldan Fasıla 2, 65–6)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Geceler ve gözyaşları
Sürekli istiğfar ve sürekli dua ile birlikte, belki tarihte az nefis terbi*yecisinin durduğu ölçüde bilhassa gecelerde teheccüd ve gözyaşı üzerinde duran Fethullah Gülen, gözyaşlarından söz ederken, “heybet, korku, saygı ve sevgi gibi insanı duygulandıran, gönül tasını yakan ve kalpten sefil arzuları sıyırıp atan, ulvî hislerin çepeçevre ruhu sardığı ânın beyanıdır gözyaşları... Bulut bulut yükselip, Hak rahmetinin eteklerinde dudak gezdiren, bu fâni âlemin bekaya mazhar pırlantalarıdır gözyaşları... Eserinde esrarını izlemek; buldukça aramaya istek kazanmak ve Yunus diliyle “Deryada mâhî (balık) ile, sahrada âhû (ceylan) ile” O’nu anmak, inlemek... Her yerde O’nun haberini sormak ve sonra çözülen her düğüm karşısında buzlar gibi erimek... Sel olup çağlamak, başını taştan taşa vurup ağlamak... Tıpkı Yunus gibi, Celâleddin-i Rumî gibi, devrin büyük dertlisi gibi yanmak, kavrulmak... Hangi saadet bundan daha tatlı, hangi haz bundan daha içten olabilir?” der. Sonra da, gözyaşının değerini ifade adına, Muhammed İkbal’in bir yüksek toplulukta, ruhların huzurunda, Nebîler Sultanı’na, “en muteber hediye” deyip, bir bardak şehid kanı, Trablusgarp’ta akan Müslüman-Türk askerinin kanını takdim etmesini anlatır ve ekler: “Ben, gökler ötesi o âlî meclise çağrılsaydım, günahına ağlamış kimselerin gözyaşlarını alır götürürdüm. ‘Ağla ey gözlerim, gülmezem ayruk / Dost iline varup, gelmezem ayruk.’ Kavuşmak için ağlamak ve kavuşmuş olmaktan ötürü ağlamak... Bu ağlayış, bir yetimin, bir ümitsizin ağlayışı da değil... Bu ağlayış, tam bilemeden, öze eremeden veya visalin neşesinden, huzurun heybetinden doğup gelen bir ağlayıştır. Sonunda rahmetin tebessümü olduğu için de tatlıdır. Ve yine bu ağlayış, bulup bildiğini buldurma ve bildirme yolunda olduğu için de hüsransızdır. ‘Sular gibi çağlasan / Eyyûb gibi ağlasan / Ciğergâhı dağlasan / Ahvalini sormaz mı?’” (Sızıntı, Eylül 1979)
Gözyaşları üzerinde, sadece birkaç makaleyle değil, pek çok sohbetinde ısrarla duran Fethullah Gülen, denebilir ki, aşk, ızdırap, hasret, ümit ve çilesini, bilhassa uyku bilmez gecelerinde Allah’ın huzurunda gözyaşlarıyla ifade eden ve kalabalıklar içinde kimsesizliğini “Kimsesizler Kimsesi”nin ünsiyetiyle gidermeye çalışan bir gariptir. O, mecaz, kinaye, cinas ve tevriye sanatlarıyla ancak yazılarında boşaltabildiği içinin kıvrımlarında geceyi şöyle tasvir eder:
Dört bir yanda mışıldayan suları, yer yer ışıldayan lambaları, gelip gelip ruhları saran hülyaları ve tohumlar gibi hülyaların bağrına saçılan inanç, azim, ümit ve güzellik duygularıyla, şiir ve sanatın bütün unsurlarını toplayarak hatıralarda silinmez birer edaya ulaşan geceler, göğün renklerinin, suların seslerinin, kuş çığlıklarının akıp akıp ruhlara dolduğu, hayat ve varlığın daha bir muammalaştığı, derinleştiği bir sır âlemidirler âdeta... Işık, Varlık, Hayat ve Kudret Eli’nin tabiatın çehresine saçtığı daha binlerce güzellik, birer tohum gibi gecenin bağrında uyanır, gecenin derinliklerinde mayalanır, gecenin memele*rinden eme eme büyür, gelişir ve ortaya çıkar. Bence, hayatın asıl mûsikîsi hep gecelerde bestelenir, gecelerde söylenir, gecelerin hüzünlü saatlerinde tonunu bulur ve karanlığın ışığı sardığı anlardaki en mevhum manzaralardan, bu manzaraların meydana getirdiği hayal*leşmiş şekillerden doğar.
Yıllar var ki, bu millet hep böyle bir gece yaşadı. Ruhlara üflediği kederi, tasasıyla; gönüllere ilham ettiği ümidi, azmi ve sevinciyle böyle bir gece... Bazıları onda, sadece karanlık gördü, kapkaranlık düşündü; geceye yenildi ve elendi. Bazıları, duyup dinleyeceği sesleri, görüp seyredeceği manzaraları bir tarafa bırakıp, dikenler arasında saksağan sesleriyle meşgul ola ola ömrünü tüketti. Bazıları da, gecenin o derin ve mahrem fısıltılarıyla ruhuna seslenmesini, bütün ruhlara hitap etmesini, bütün insanî hisleri Ezel’in o mehabetli mesajlarıyla uyarmasını bildi ve gecesini Cennet’in gündüzlerine çevirdi. Bu bahtiyar gönüller, bir taraftan ihtiyaçları, arzuları, hatta hayallere akseden istekleri görüp gözetirken, diğer yandan da, buna karşı koyan karanlık ruhları, içine düştükleri his dünyasında zapt u rapt altına almak, menfî akım ve direnmeleri tesirsiz hale getirmek.. hiç olmazsa, değişik buudlardaki düşmanlıkları yumuşatmakla ruhlarının gücü, imanlarının derinliği ölçüsünde herkese aydınlık gelecekten besteler sunmaya çalıştılar.
Evet, gece, muzdarip ve çilekeşlerin, ızdıraplarını, içinde besteleyip, gönül mizmarıyla seslendirdikleri, öylesine muhteşem, öylesine sırlı bir konservatuardır ki, içinden yükselen sesler, bir solukta gök kubbeyi deler, tâ ötelere geçer. Ama ne gariptir ki, gecenin örtüsüne bürünen*lerin pek çoğu ne bu sesi duyar, ne de etrafında olup bitenlerden bir şey anlar... Duyup anlamaz; zira, onların nazarları vefasız, niyetleri ölü, düşünceleri eğri, kanaatleri de çarpıktır. Varlığı duyup hissetmek, ona ait güzel ses ve güzel manzaraların gözleri, gönülleri doldurup ruhlarına nüfuz etmesine, eşyayı tanıyıp onunla bütünleşmeye, kalbin kadirşinas ölçüleriyle her şeyi kurcalamaya, daima uyanık ve duyarlı olmaya bağlıdır. Bu âşina ve duyarlı ruhlar, akan çaydan esen yele, yağan yağmurdan hışırdayan ağaç yapraklarına, gözlerin içine giren minik ışık hüzmelerinden semanın derinliklerindeki dev ışık kaynaklarına kadar her şeyi derin bir tecessüsle takip eder; varlığın ifade ettiği manâları avlamaya çalışır; elde ettiği hakikatları vicdanın aydınlık ikliminde değerlendirir, derken bu aydınlık yolda yeni yeni düşünce buudlarıyla yeni yeni dünyalara uyanır ve Cennet zevklerine denk hazlara ulaşırlar. Bunların nazarında bütün varlık, manâlarla, hislerle taşkın, söyleyen, anlatan, coşturan bir lisan olduğundan, gece olmuş, gündüz olmuş, karanlık olmuş, aydınlık olmuş farketmez... (Sızıntı, Ekim 1988)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Günahlardan korunma
İnsanın manevî hayatında günahlardan korunma ve kazanılan seviyeyi koruyup – asla böyle bir duygu ve mesafe katetme, derece kazanma iddialarına girmemekle birlikte – daha ileri basamaklara tırmanma çok önemlidir. Fethullah Gülen, bu konularda da sık sık hatırlatmalarda ve tavsiyelerde bulunur. Meselâ, günahlardan korunma konusunda, günümüzde iyi bir Müslüman olarak yaşa*manın zorluğuna, bir hadis-i şeriften hareketle, hattâ avuçta kor taşımak, alevden bir zemin üzerinde yürümek veya kandan irinden deryaları geçmek ölçüsünde zor olduğuna dikkat çeker. Çünkü, ona göre, bir yandan mahi*yetimizde bulunan gizli hevesler, nefsanîlik ve cismanîlik akrep gibi kuyruğunu kaldırmış bizi sokmaya çalışırken, bir yandan da mevcut ortam, bütün bu olumsuzlukları beslemektedir. Fakat, bu noktada bir müjde de veren Gülen, “mağrem ölçüsünde mağnem, yani külfet ölçüsünde nimet esasına göre, bunca zorlukların bize kazandıracağı avantajları düşünerek de tesellî oluyor, hattâ bir cihette seviniyoruz. Çünkü bu zorluğu atlatabildiğimiz zaman, kazancımız da o oranda büyük olacaktır” der. Sonra da, günahlardan korunma adına özetle şu tavsiyelerde bulunur:
· Böyle her şeyiyle kaypak ve zararlı bir zeminde, mayınlı bir tarlada veya amansız bir düşman beldesinde nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa, aynı dikkatle hareket etmek gerekir.
· Günah dolu ortama çıkmadan önce, kalp ve hisler bir defa daha kontrol edilmeli, beslenmeli, iç muhasebe yapılmalı ve günaha karşı metafizik gerilime geçilmelidir.
· Asla yalnız kalmamalı, bilhassa günah ortamlarında, bizi gözetecek ve nasihatlarıyla ruh dünyamızı ayakta tutacak bir arkadaş veya birkaç arkadaşla beraber olunmalıdır.
· Yanımızda daima, – kitap, dergi, evrad-ezkâr mecmuası gibi – bizi günaha girmekten koruyacak bir sütre, bir malzeme bulunmalıdır.
· İşlenen her günah ve hata karşısında hemen pişman olup tevbeye koşulmalı ve günahın bir saniye bile kalmasına imkân tanın*mamalıdır. Tevbede gecikme, ruhun o nisbette kararmasına sebep olur ve o esnada daha başka günahlara girme yolları kolaylaşır. “Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi), gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır” (Hûd/11: 114) buyurulmaktadır.
· Berzah (kabir) âleminin ışığı durumundaki teheccüde kalkmak, uykunun en tatlı olduğu o anda Rabb’e münacata koşmak, işlenen hata ve günahları en kısa zamanda temizleyici birer faktör olarak değerlendirilmelidir. Korku ve reca (ümitli bekleyiş) ile dopdolu bir gönlün gecenin yarısında O’na samimi yalvarış ve yakarışları, Cenab-ı Hak tarafından muhakkak hüsn-ü kabûl görecektir.
· Her biri bir dönemeç başı gibi duran namaz vakitlerinde O’na kulluk ve O’nun karşısında bel kırıp boyun bükme, iki vakit arasındaki hata ve sürçmelerimizi affettirirken, nafile ibadetlerle de O’nun rızasını kazanmaya gayret etmeliyiz. Evet, bir taraftan etrafımız günahlarla sarılı hazin halimiz, diğer taraftan bu hazin hali bertaraf edebilecek çapta bir kısım avantajlarla donatılmış durum*dayız. Sahâbînin haline çok benzeyen bu manzaramızla, onlara yaklaşma fırsatını da aynı zamanda elimizde tutuyoruz. Bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz. (Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 75-80)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Ülfet (kanıksama) karşısında metafizik gerilimi muhafaza etme
Bu şekilde günahlardan korunma konusunda tavsiyelerde bulunan Fethullah Gülen, gerek manevî hayatı, gerek kalp diriliğini, gerekse hem bu hayat ve dirilik, hem de aksiyon adına metafizik gerilimi koruyabilmek ve her gün tekrarlanan ibadet, davranış ve yeknesak hayat biçimiyle ülfete, kanıksamaya düşmemek için de bir takım önemli tavsiyelerde bulunur. Önce, ülfet (kanıksama) konusunda oldukça önemli bir açıklama yapan Gülen, şunları kaydeder: “Ülfet, insanın bir şeye karşı alışkanlık peyda etmesi, sağında, solunda, önünde ve arkasında gördüğü çok orijinal ve harika şeylere karşı lâkayt ve alâkasız kalması demektir. Bir mesele ilk duyulduğunda canlıdır ve alâka uyarıcıdır; fakat bir müddet geçtikten sonra, kafamızda sadece donuk hatları ve kalıplarıyla bir hikâye olarak kalıverir. Kalıverir de, ruhumuzdaki ilk dalgalanmalar, heyecan dalgaları, kalp yumuşamaları ve hattâ göz yaşarmaları artık birer hayal olur ve çok ciddî meseleler sadece birer formül olarak ifa edilmeye başlanır. Ruha bir kuruluk, bir hamlık ve kabukta dolaşma hakim olur; öyle ki artık kalpler, kaskatı hale gelir ve insan da vurdumduymaz olur.”
Fethullah Gülen, bu açıklamanın ardından, sadece Allah rızası için din, ülke, millet ve insanlık adına hizmetlerin ülfete karşı önemli bir koruyucu olduğuna dikkati çekerek, insanın sürekli hizmetle beklenmedik İlâhî desteklere mazhar olup, canlılığını koruyacağı hatırlatmasında bulunur ve “bu manâda bir gayret ortaya koymayan kim olursa olsun, kalbinin katılaşması, gözlerinin kuruması ve ülfet ve ünsiyetle iç geriliminin ve canlılığının kaybolması, dolayısıyla da şeytanın vesvese ve hilelerine kapılıp, günahlarla sol taraftan vurulması her an muhtemel ve mukadderdir” der.
Gülen, bu önemli hatırlatma ve uyarıdan sonra, kalbî-ruhî veya manevî canlılığın ve metafizik gerilimin yitirilmeden korunması adına, özetle şu tavsiyeleri yapar:
· Enaniyet, yani ‘ben’ düşüncesi ve egoizm öldürülmelidir.
· İrade, insanda en büyük emanettir; o, nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup, vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mal etsin ve yaşanır hale getirsin diye yaratılmıştır. Dolayısıyla hakkı verilmeli ve yaratıldığı istikamette kullanılmalıdır.
· Disipline edilmeyen nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Buna mukabil, insanda ruh, nefsin rağmına gelişir; tersi yönde, nefis beslendikçe ruh küçülür, sıkışır, ağırlaşır. Bunun neticesinde de kalp, duygu ve lâtifelerde bir hantallaşma meydana gelir. Dolayısıyla, nefse düşkünlükten vazgeçilmeli; nefis, açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırmalıdır.
· Marifetullahta derinleştikçe, Rabbimizi çok iyi tanıyıp, içimizde onu bulma ve tanıma huzuruna erdikçe, şeytan ve nefsin vadedeceği bütün yalancı zevkleri ve lezzetleri aşmış ve onların üstüne çıkmış olacağız. Allah marifetiyle tatmin olup huzura ermiş bir kalbe teklif edilen bütün yabancı tatlar ve zevkler, çok sönük ve çok silik gelir. Dolayısıyla, marifetullaha ulaşmalı ve onda derinleşmelidir.
· Her insan, tefekkür ve düşüncede her gün biraz daha buudlaşarak, derinleşerek, önümüze serilen kâinat kitabından tıpkı bir arı gibi marifet hüzmeleri toplayıp, Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği nebîler ve velîlerin açtığı geniş yolu takip etmelidir. Bu yol sayesinde o, ruha hayatiyet kazandıracak ve atılan her adım, ona yeni bir güç kaynağı olacaktır. Evet, vicdanımızın elinden düşmeyen Kitap ve Sünnet neşteri, bütün manevî yaralarımızı kesip atarken, asırlara göre değişen tedavi usulleriyle mürşid ve mücedditlerin eserleri, bu eserlerdeki ölümsüz hakikatlar da, manevî yaralarımızı en kısa zamanda iyileştireceğinden şüphe duyulmayan birer ilaç, birer merhem gibi daima elimizin altında bulunmalı; tarif edilen ölçü ve prensipler dahilinde öncelik sırası çok iyi ayarlanarak, bu eserler ısrarla mütalâa edilmelidir.
· Tefekkürle kalp ve kafayı daima beslemek lâzımdır. Malûmatı olmayan insanın tefekkür etmesine imkân yoktur; tefekkür edebilmek için bazı şeyleri bilmek gerekir. İnsan, sahip olduğu bilgi ölçüsünde yeni terkiplere varır; bu terkipleri, yeni yeni hüküm ve komprimeler için mukaddime olarak kullanır; derken, onun tefekkür dünyasında devamlılık ve çok buutluluk husule gelir. Dolayısıyla, çok okumak ve bilgi sahibi olmak gerekmektedir.
· Hayalde de istikamet kazanılmalıdır. Gözümüze çarpan herhangi bir görüntü, muhayyilemizde bir kısım resimler ve suretler meydana getirir. Kulağımıza gelen seslerde bir kısım sahneler, temessüller ve tablolar ortaya çıkar. Dilimizle tattıklarımız, hattâ vücudumuzda tesiri olan bir kısım faktörler, kendilerine has hayallere sebep olurlar. Bu sebeple, hem hayır hem şer istikametinde kullanılabilecek olan hayali hayır yönüne sevketmek için, ona giren manzaralara çok dikkat etmek lâzımdır.
· Hadis-i şerifte, “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok hatırlayın” buyurulur. Bu bakımdan, ölümü çok hatırlamalı, hattâ, akıldan çıkarmamalıdır. Ölüm düşüncesi, insanın manevî damarlarında meydana gelebilecek ülfet ve vesveseyle birlikte, şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve benzeri mikropların en azından tesirlerini ve zararlarını giderecek bir antikor gibidir. “Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fani dünyanın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne manâsı var?!” düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle güçlü bir vazgeçirici, bir yönüyle de coşturucu bir tesire sahiptir.
· Gecenin siyah zülüfleri arasında gözyaşları ve teheccüd bulunmalıdır. Efendimiz (s.a.s.), “İki göz Cehennem’i görmez” buyurur ve devam eder: “Biri, Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri de, memleketin içine düşebileceği tehlikeler karşısında yüreği atan ve nereden, hangi gedikten düşman içimize sızacak, hangi planda bizi tahrip edip çürütecek diye nöbet bekleyen göz.” Kur’ân-ı Kerim de, yer yer bu işi tebcil ve takdir ederek, “Onlar, Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar” (İsrâ/17: 107) buyurur. Bir başka yerde ise, “Az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe/9: 82) ihtarında bulunur. Bu, bir nevi, “Düşünün ve bir sürü kazandığınız şeyler karşısında yürekleriniz hoplasın! Ölüm ve sonrasında başınıza gelecekleri ve hesap yerindeki durumunuzu tefekkür edin de, az gülün çok ağlayın” demektir. Bu yönü ile gözyaşı, Cennet kevserlerine müsavi tutulur ve Efendimiz, “Ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden sana sığınırım Allahım” diye yalvarır. Ama, içten kaynamadan, sunî zorlamalarla ağlamamalıdır. Meselenin bir diğer yönü daha vardır ki, Efendimiz, “Her istediği zaman ağlayan bir insan, riyakârdır” buyururlar. İçten kaynamadan, hiç bir iç zorlama olmadan, kalp sıkışmadan, durup dururken ya da sunî zorlamalarla gözyaşı akıtmaya çalışan insandan da endişe edilir.
Teheccüd ise, karanlık gecelerin aydınlatıcı feneridir: Gecelerini teheccüd feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanlar, berzah hayat*larını da aydınlatmış sayılırlar. Kur’ân’da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir (İsrâ/17: 79; Secde/32: 16; İnsan/76: 26).
· Nefsin bazı isteklerini bastırmak için evlenmeli, evlenme imkânı olmayanlar, oruç tutulmalı, ibadet etmeli, imkânı olunca da, vakit geçirmeden evlenmelidirler.
· Ashab-ı Kiram’ın ve daha sonraki büyüklerin hayatları çok iyi araştırılıp, çok iyi bilinmeli ve onlar gibi yaşamaya çalışmalıdır.
· Vesveseye sebep olmayacak şekilde, nifak ve “günaha girdim” endişesi taşınmalıdır:
· Yalnız kalmamalı, bizi daima doğruya yönlendirecek ve bizi kontrol edecek, bize hayırlı tavsiyelerde bulunacak arkadaş edinmeli ve bunlarla birarada bulunmalıdır. Kur’ân-ı Kerim, özü-sözü, kısaca, her bakımdan doğru insanlarla birarada olmayı emreder. Ayrıca, fert, dalâlet adına tahripkâr cereyanlar karşısında tek başına mukavemet edemez; asrımızın dalâletleri ve günah tufanları karşısında tek başına yaşayamaz. İkinci olarak, iyi insanlarla beraber bulunmakta, ibadetleri birlikte eda etmede rahmet ve toplu dualarda makbuliyet vardır. Bir kişinin duası, sadece bir ferdin duası olup, taşıdığı rahmet damlaları da o kadardır. Halbuki, samimi olarak biraraya gelmiş, ağız ve gönül birliği içindeki bir topluluğun duasının karşılığı, tek tek her ferde inen miktarın kat kat üstündedir ve sağanak sağanaktır. Birarada bulunma, ayrıca, belâ ve musibetlerin def’ine de önemli bir vesiledir. Sema, kendine açılan semavî simalıların elleri ve gönülleriyle çok alâkadardır.
· Nasihat edenleri dinlemek de, ülfetimizin dağılması, kalbimizin yumuşaması ve şeytanın vesveselerine, günahların zorlamalarına karşı koyabilmemiz için koruyucu ve besleyici çarelerdendir.
· Dışa açık bütün duyularımız günahtan korunmalıdır. Meselâ, haram karşısında gözünü yuman insan, hiç bir zaman maddî-manevî bir kayba uğramaz.. Bu hassasiyeti gösteren insandan da kimseye herhangi bir fenalık gelmez. Verimli, dürüst, samimî çalışan ve gerçekten hizmet veren böyle bir insan, hiç bir zaman şeytanca yaşayışın kurbanı da olmaz.
· İnsan, meşguliyetsiz kalmamalıdır. Meşguliyetsiz insan, günahlara açık yaşar, dolayısıyla da şeytana fırsat vermiş olur. Bu sebeple, boş durmamalı ve bizi daima gerilim, coşkunluk, tazelik içinde tutup, günahlardan da koruyacağı için, hep Allah rızası istikametinde din, ülke, millet ve insanlık adına sürekli hizmet etmelidir. (Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 91–5)
Hislerin inkişafı
Günahlardan korunma ve kalbî-manevî hayatı, canlılığı, bu maksatla metafizik gerilimi koruma adına bu tavsiyelerde bulunan Fethullah Gülen, aynı maksatla ve ruhun derece-i hayatı adına hislerin nasıl inkişaf ettirilebileceği üzerinde de durur ve bu konuda şunları tavsiye eder:
· Âfâkî ve enfüsî tefekkür ile, yani mebde’ ve meâdını (başlangıç ve sonunu) düşünmekle veya rekaiki, yani Cennet, Cehennem, Sırat ve benzerlerini tefekkür etmekle hisler gelişip incelebilir.
· Hislerin inkişafı, evvelâ, sıhhatli ve devamlı amel ister. İnanç, nazarî olarak nefse kabul ettirilmiş olabilir ama insan, imanın ağırlığını ancak amelle tam hissedebilir. Bu itibarla, geceler ihmal edilmemeli, Kur’ân-ı Kerim, evrad u ezkâr aksatılmamalı, namaz başta olmak üzere diğer ibadetler de halis bir niyetle yerine getirilmeli ki, duygular inkişaf etsin, kalp ve ruh da bedenin cenderesinden kurtulsun. Ayrıca, bunlara devam da şarttır. Bu, şuna benzer: Bazı ilaçlar vardır ki, birkaç yıl hiç ara vermeden alındığı takdirde tesirini gösterir. Bunun gibi, ameller ve onlardan elde edilecek netice, ancak devamla mümkün olacaktır.
İnsan bu arada yine sürçebilir ama, mühim olan Allah’la irtibatıdır. İrtibat artık mevcut olduğu için, sürçse de çabuk doğrulur ve kendine gelir.
Kant, Allah’ın amelî (pratik) akılla bilineceğini söyler. Bunu, O’nun ancak ibadetlerle, amelle tanınabileceği şeklinde anlaya*biliriz. Vicdanın sezdiğini akıl sezemez. Ruhen inkişaf etmiş velilerin yanında gözünüzle bir şey göremezsiniz ama, vicdanınız çok şey hisseder. Çoğu kere manâsını anlamadan Kur’ân-ı Kerim okursunuz, ama lâtifeleriniz (iç fakülteleriniz) ondan çok şey alır.
· Menhiyattan (günahlardan) mümkün mertebe kaçınmak lazım. İmam-ı Şaranî, “namazsız bir insanla düşüp kalksam, hattâ karşı*laşsam, 40 gün namazımdan zevk alamam” der.
· Esma-i İlâhî’yi çekmek çok önemlidir. “Ya Keşşaf” diye zikret*mek, letaifteki perdenin aralanmasına vesile olabilir. Gaffar, Gafur ve Tevvâb isimlerine çok devam etme, rahmet kapılarının açıl*masına önemli bir vesiledir. Adede gelince, o, talibe göre değişir. Bu işler, biraz da istidada bağlıdır. Aslında en önemlisi, kalp selâmetidir. Günahlardan kaçınma, emirleri yerine getirme ve Âhiret’e hazırlık içinde olma da, üzerinde durulacak hususlar arasında sayılmalıdır.
· Gıdanın haram ve helâl olması da, hislerin inkişafında çok mühim bir faktördür. Efendimiz’in (s.a.s.) bazı hadisleri buna işaret eder.
· Mezarlıkları ve hastaneleri gezmek de, hislerin inkişafında önemli birer tesir icra eder. (Fasıldan Fasıla 1, 21–3)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Cismaniyetle gönül arasında denge
Bu konuyu bu çalışma çerçevesinde noktalamadan önce, Gülen’in cisma*niyetle gönül arasında denge adına ortaya koyduğu ölçülere bakmakta da fayda vardır:
Gerçek hayat, gönül seviyesinde sürdürülen hayattır. Gönlüyle var olan insan, geçmişi ve geleceği fethederek zaman-üstü bir varlık haline gelmiştir. Böyle bir ruh, ne geçmişin elemleriyle dağidâr olur, ne de geleceğin korkularıyla. Gönlünde kendini bulamamışlara gelince, yaşa*dıkları sığ hayatla, daima bedbinlik ve karamsarlık içindedirler. Böy*lelerin nazarında mazi korkunç bir mezar, gelecek de dipsiz bir kuyudur; ölseler de azap, kalsalar da...
İnsanın upuzun bir geçmiş, bitip tükenme bilmeyen bir gelecekle müna*sebeti, ancak, kalp ve ruhun derece-i hayatını idrak etmesine bağlıdır. Bu seviyede bir hayat süren ve onu idrak eden talihli ruhlar, geçmişi, atalarımızın otağ ve tahtları halinde, geleceği de Cennet bahçelerine uzanan yollar şeklinde görür ve vicdanlarında fışkırttıkları kevserlerden içe içe bu dünya hanından geçer giderler.
Ferdin amel ve davranışlarıyla iç hayatı arasında birbirini destekleyici, düzenleyici ve olgunlaştırıcı bir münasebet vardır. Bunu, “fâsit daire” karşılığı “sâlih daire” diye de adlandırabiliriz. Buna göre, insanın azim, ısrar, kararlılık gibi davranışları aksedip onun iç dünyasını nurlan*dıracağı gibi, vicdanının aydınlığı da, azim ve iradesini kamçılayarak, ona daha yüksek ufuklar gösterecektir.
En ince teferruatına kadar, fevkalâde bir titizlikle bütün mükellefiyet*lerini yerine getiren bu kutlular, dış dünyalarındaki nizam, âhenk ve vazife aşkının yanında, iç âlemleri itibariyle durmadan bir buhurdanlık gibi tüter ve günde birkaç defa kanatlanarak melekler bezmine ulaşırlar.
Bütün bunlardan sonra, bize göre hakikat erini şöyle çerçeveleyebiliriz: O, cismaniyeti itibarıyla her türlü dâhiyeyi (tehlike, felâket) göğüs*leyebilecek kadar çelikleşmiş bir beden; düşüncesi itibarıyla asrının ulaştığı anlayışla, Hak beyanını karıştırıp kaynatan ve mahir bir kimyacı gibi her an başka terkiplere ulaşan inşa edici bir kafa; ruhî melekeleri ve kalbi itibariyle, asırlardan beri, Mevlânaların, Yunusların şekillendiği potada kavrula kavrula pişmiş, olgunlaşmış bir ruh; nihayet “insanlar arasında insanlardan bir insan olma” felsefesine inanmış olgun bir gönül ve başkalarının saadeti uğruna kendi hazlarını unutmuş bir talihlidir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 98-100).
Nefis terbiyecisi olarak Fethullah Gülen ve Kalbin Zümrüt Tepeleri
Fethullah Gülen’in nefis terbiyeciliği, en anlamlı ve kapsamlı biçimde, yıllardır Sızıntı dergisinde yazdığı ve şu anda 2 cilt halinde toplanıp yayınlanmış bulunan Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde görülebilir. Gülen, bu yazı dizisinde Tasavvuf’u, daha doğru bir ifadeyle, İslâm’ın manevî, ruhî, yani aslî cephesini kavramlar çerçevesinde anlatmaktadır. Makaleleri takip edenler hemen görecektir ki, bu anlatım veya konuyu işleyiş tarzı, yine kavramlar üzerinde duran Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî’nin er-Risale’de, Ali ibn Osman el-Hucvirî’nin, ‘Hakikat Bilgisi’ olarak Türkçe’ye tercüme edilen Keşfü’l-Mahcûb’da ve İbn Kayyim el-Cevziye’nin Medâricü’s-Sâlikîn’de takip ettiği yöntemden önemli ölçüde farklıdır.
Fethullah Gülen, kalbi şuur, idrak, hissetme, akletme ve irade gücünün merkezi, insanın asıl hakikatı, Allah’a muhatap olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidayetle kanatlanan, dalâlete yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve İlâhî marifetin aynası olarak ele alır. Ona göre kalp, ruhun gözü; basiret, kendi dünyasına göre kalbin nazarı; akıl ruhu; irade de iç dinamiğidir. İman, Allah marifeti, Allah sevgisi ve bunun hasıl ettiği ruhanî zevk, kalbin varlık sebebi ve hedefidir.
Kalp, Allah’ın baktığı ve insanı ona göre değerlendirdiği merkezdir. Allah, insana onun kalbiyle bakar ve insanla muamelesi kalbe göre cereyan eder. Çünkü kalp akıl, marifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet (Allah’a yakınlık) gibi insan için en hayatî unsurların kalesi mesabesindedir. Kalp ayakta ve diri ise, bunlar da ayakta ve diri; kalp sarsık veya yıkılmışsa, bu fakülteler de sarsık ve yıkık demektir. Nasıl bedenin canlılığı ve hayatiyetini sürdürmesi, göğsün sol tarafında yer alan çam kozalağı şeklindeki ve adına ‘kalp’ dediğimiz organa bağlı ise, insanın asıl varlığının, manevî hayatının niteliği de, o biyolojik kalbin melekûtî karşılığı olan kalbe bağlıdır ve bu iki kalp, birbiriyle münasebeti açısından bir gerçeğin iki yüzünü temsil eder.
Kalbin çok önemli bir diğer yanı da, ondaki istinat (dayanak) ve istimdat (yardım-medet isteme) noktaları veya duyuları ile sürekli Cenab-ı Allah’ı göstermesi, varlık kitabıyla ayrıntılı olarak anlatılanları, en hayatî ihtiyaçlar ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli hatırlatmasıdır ki, hadis diye rivayet edilen bir sözde bu husus nazara verilmektedir. İbrahim Hakkı, bunu bir beyitle şöyle ifade eder:
Sığmam dedi Hak arz u semaya;
Kenzen bilindi din mâdeninden.
İman, kalbin canı; ibadet, onun damarlarında akıp duran kanı; tefekkür, murakabe, muhasebe, onun varlığının devamının esaslarıdır. İmansız birinde kalp ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı, ibadetsiz ve günahkâr birinde ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm; tefekkürsüz, murakabesiz ve muhasebesiz birinde ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 44-50) İşte, Kalbin Zümrüt Tepeleri, kalbin hayatı ve hayatiyeti için gerekli bütün unsurları, onun hayatiyetinin göstergelerini, bu hayatiyetle kazanılan hâl, makam ve faziletleri, bir başka ifadeyle, İslâm’ın manevî-ruhî hayatını kavramlar çerçevesinde anlatan bir çalışmadır. O, Tasavvuf’u kavramlar çerçevesinde mücerret bir ilim olarak değil, bir hâl, tecrübe ve yaşanan bir hayat olan İslâm’ın ruhî-manevî yanı veya manevî hayat olarak anlatan bir çalışmadır.
Kalbin Zümrüt Tepeleri, bir açıdan bir çerçeve çizmekte, bir diğer açıdan ise, bütün çerçeveleri kaldırmaktadır. Manevî-ruhî hayat daha çok bâtın boyutlu olduğu ve bu boyutta yol almak hem zor, hem de son derece riskli olduğu için, onun mutlak bir çerçeve içine alınması gerekmektedir. Sözler’de (s: 442), “Gördüm ki, (Tasavvuf yolunda) sapan bütün fırkaları imamları sapıtmış. Bâtına girmişler, bir müddet yol almışlar; Sünnet’e uymayarak, elde ettikleriyle sona ulaştık zannedip, dönmüşler, sapmışlar ve saptırmışlar” tesbiti yer alır. Bâtın veya manâ yolu, bu şekilde sapmaya, yanılmaya çok açık olduğu veya bu yolun pek çok hususiyetleri bulunduğu için, onu çevreleyen, projektörlerle aydınlatan ve o yolda sapmaları önleyen, İslâm fıkhının kaideleridir. Tarihte bu kaideler bazen tam bilinemediği, bazen belli mülahazalarla nazardan uzak tutulduğu, bazen de ihmal edildiği için, Tasavvuf yolunda pek çok sapık batınî mezhepler ortaya çıkmış, bazen de çeşitli tesirlerle sapan meslek veya mezhepler, kendilerine güya dayanak olarak bu yolu seçmişlerdir. İşte, Kalbin Zümrüt Tepeleri, manevî-ruhî hayatın, herhangi bir sapmaya meydan vermeden İslâmî veya fıkhî kaideler üzerinde yürüyebilmesi için, bu hayatın veya maneviyat yolunun sınırlarını çizmekte, aynı zamanda, bu yolun her menziline yerleştirdiği projektörlerle, onu tamamen aydınlık bir yol haline getirmektedir.
Kalbin Zümrüt Tepeleri, bir yandan bu şekilde bir çerçeve veya sınır çizerken, bir diğer yandan da, yukarıda ifade edildiği gibi, sınır veya çerçeveleri kaldırmaktadır. Bâtın yolu, âdeta sınırsız bir yoldur; menzili çok, yaratılmışların en büyüğü Hz. Muhammed (s.a.s.)’den en âmî mü’mine kadar, inanmış insanlar sayısınca mertebeleri bulunan bir yoldur. Ayrıca bu yol, bir açıdan herkese açık olduğu gibi, bir açıdan sadece üzerinde az sayıda insanın yürüdüğü çok hususî şeritlere de sahiptir. Meselâ, Muhyiddin ibn Arabî ekolü veya Vahdet-i Vücud mesleğini bu şeritlerin en önemlilerinden biri olarak görebiliriz. Bu yolda, ancak onda yürüyebilenlerin görüp anlayabileceği çok daha başka hususiyetler de vardır ki, meselâ Hallac’da, Maktûl Sühreverdî’de ve benzerlerinde görülen bu hususiyetler, zahiren o yolun sınırlarına çarptığı için, bu iki zatın canını almıştır. Oysa Kalbin Zümrüt Tepeleri, bütün bu hususiyetleri, hem bu yolun veya ruhî-manevî hayatın sonsuzca enginliği, âdeta sınırsızlığı içinde, hem de onun sınırları mesabesindeki şer’î ölçüler içinde ele alabilmektedir. O, bu yönüyle de üzerinde ciddi olarak durulması gereken bir özellik arzetmektedir.
Kalbin Zümrüt Tepeleri, Ehadiyet, Vâhidiyet, Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın gibi kavramlar veya marifet lambalarıyla Cenab-ı Hakk’ı tanıtmakta ve bir marifet peteği sunmaktadır. Bu husus, onda Kelâm, Tasavvuf ve – felsefe diyemeyeceğimiz – Hikmet ilimlerinin âdeta bir Marifet İlmi şeklinde bir bütün halinde ortaya çıkmasını sağlamakta, o, bunun yanısıra, İslâm tasavvufunda Muhyiddin ibn Arabi ve benzerlerinde, daha çok sırlı ve anlaşılması zor ifadeler ve sembollerle arz-ı endam eden Yaratıcı-yaratılmış münasebeti ve bütün keyfiyetiyle tecellî-i İlâhî haritası takdim etmektedir. Ayrıca o, gerek bu kavramlar, gerekse Ulvî Âlemler gibi daha başka kavramlarla, kâinatın fiziğe ve astrofiziğe de ışık tutabilecek metafizik haritasını çıkarmakta ve bir ontoloji sunmaktadır. Kalbin Zümrüt Tepeleri, bu kavramların yanısıra, bir yandan Nücebâ, Nükebâ, Evtad, Kutup, Kutbu’l-Aktap, Gavs gibi kavramlarla, bilhassa kevnî planda Allah-insan münasebetini en derin ve hususi boyutlarıyla ele almakta, diğer yandan İslâm Tasavvufu’nda Abdülkerim el-Cîlî gibi, yine, bâtın yolunun hususi temsilcilerinin üzerinde durduğu İnsan-ı Kâmil kavramıyla, insanı ‘ahsen-i takvim’ ve ‘yerin’ veya ‘yeryüzünde Allah’ın halifesi’ kimliğiyle tanıtıp Allah-insan münasebetini en hassas noktasıyla tasvir etmektedir.
Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin, buraya kadar üzerinde durmaya çalıştığımız özellikleri kadar, belki onlardan daha öte ve daha önemli bir diğer yanı, yukarıda kısmen temas edildiği üzere, sütün içindeki kaymak gibi, İslâm’ın özünü oluşturan ruhî-manevî hayatını, öncelikle Sahabe mesleği içinde, bütünün yaşanır, duyulur, tecrübe edilir özü, sonra da, tarihte aldığı şekliyle çok önemli bir disiplin olarak takdim etmesidir. Kalbin Zümrüt Tepeleri, büyük ihtimal, dinle birlikte, her an onunla çatışmaya girebilecek mahiyetteki aklın, ilmin, tekniğin, sözün ve refahın hakim olacağı ve teknolojik gelişmelerin belki bugünden hayali bile zor mesafeler alacağı geleceğin dünyasına, hem bütün boyutlarıyla Tasavvuf’u, hem de İslâm’ın bütünlüğü içinde onun ruhî-manevî hayatını bir vedia, üzerine yürünecek sağlam ve kaymalara karşı korunmuş bir yol olarak bırakmaktadır.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONUNDA
HOŞGÖRÜ VE DİYALOG
Fethullah Gülen’in, üzerinde çok farklı yorumlar yapılan hoşgörü ve diyalog hareketi iki boyutlu olarak ele alınması gereken bir harekettir; bunlardan biri hem Türk toplumuna, hem bütün dünyaya yönelik hoşgörü ve diyalog, diğeri ise, yine hem Türk toplumu içinde, hem bütün dünyada dinler mensupları arasında hoşgörü ve diyalog boyutudur.
TÜRK TOPLUMU VE İNSANLIK ÇAPINDA HOŞGÖRÜ VE DİYALOG
Fethullah Gülen’in, iç barışı bozulmuş Türk toplumu içinde yaptığı hoşgörü ve diyalog çağrısını yeterince değerlendirebilmek için, önce Türk toplum dokusuna yakın tarihî boyutlarıyla bakmakta yarar var:
“Parçalanmış bir kristal”
Türkiye, Osmanlı Devleti’nin uzun süren çöküş asırlarının ardından 1923 yılında bir ulus-devlet olarak ortaya çıktı. Fakat, birinci bölümde ana çizgileriyle arz etmeye çalıştığımız Cumhuriyet modernizmi, Osmanlı modernizminin bir devamı, fakat tercihini ortaya koymuş bir devamı şeklindeydi. İşte bu temelden tercih, Türk toplumunu, zamanla büyüyecek bir kutuplaşmanın içine itti. Bir yanda, bir seçkinler sınıfı ve onun dayandığı, eski bir iç işleri bakanınca sözü edilen “kutsal” bir ittifak, diğer tarafta halk yığınları yer alıyordu. Bu iki taraf arasındaki uçurum çok belirgindi. Bir tarafın özellikle dine karşı tavır alması ve karşı tarafı küçümsemesi, aradaki uçurumun en önemli sebebiydi. O kadar ki, bir muvazaa hareketi halinde Serbest Fırka denemesine giren Fethi Okyar İzmir’e geldiğinde on binlerce insan sokaklara, caddelere dökülmüş, kalabalık içinde 10 yaşın üzerinde bir çocuk çiğnenerek ölmüş, çocuğunun cesedini kucağına alan babası, Fethi Okyar’a, “Kurtar bizi! Bu, ilk kurbanımız olsun!” diye bağırmıştı. Hadiseyi nakleden Şevket Süreyya Aydemir, soruyordu: “Halk, kimden kurtulmayı bekliyordu? Türkiye, daha 6-7 yıl önce kurtarılmamış mıydı?”
Bir yandan, bu şekilde azınlığın azınlığı bir seçkinler ittifakı piramidin tepesinde otururken, öte yandan, devletin tamamen ulusçu karakteri sebebiyle, ülke içindeki ikinci dereceden etnik ve mezhebî farklılıklar da birer problem halinde istismar ve spekülasyona açık hale geliyordu. Bilindiği gibi Cumhuriyet idaresi, büyük ölçüde geçmişi reddederek gelmiş ve bilhassa başlangıçta tam bir ‘ulusçu’ teze oturmuştu. Batılı güçlerin Kürtler’e millî kimlik kazandırma çalışmasına girdiği bir zamanda bütün vatandaşlarını kucaklaması gereken bir idarenin çok ulusçu bir karakter sergilemesi doğru görülmeyebilirdi. Fakat bunu, tarihî, ekonomik ve sosyolojik boyutlarından tecrit ederek temel bir ilke olarak ele almak, ulusçuluk akımlarının kuvvet kazandığı bir zamanda ülke içinde asıl birleştirici unsurları bir yana itip, problemin temellerine inememek, kanayan bir yarayı azdırmaktan ve bu yara, bir takım zecrî tedbirlerle zaman zaman önlenir gibi görünse de, onu potansiyel olarak muhafaza etmekten öte gidemezdi. Nitekim bu yara, hep bakî kaldı ve 20 yıla yakın bir süre PKK terörü şeklinde korkunç boyutlara ulaştı.
1925 yılında kabûl edilen Şark Islahat Planı’nın 41. maddesi de şöyle idi: “Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilâyet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır.”
Planın 17. maddesi de şu hükmü ihtiva ediyordu: “Fırat’ın batısındaki illerin batı bölümlerinde dağınık biçimde yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanacak ve kız okullarına önem verilecek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktır.”
Bir ulus-devlet için, hem iç güvenliği, hem de vatandaşları arasında kaynaşma adına dil gibi ortak bir unsura önem verilmesi normal görülebilirdi ve görülmelidir de. Fakat, bunun uygulamaya konması zamana yayılıp, eğitimle halletme yoluna gidileceğine, bu hususta da kanunları uygulamada çok defa cebir ve şiddete başvurulduğu görülmüştür. Dolayısıyla, bu meseleyi de kökünden çözücü asıl tedbirler bir türlü alınamamıştır.
Öte taraftan, bir yandan sistemin katı denebilecek ulusçu karakteri, diğer yandan dine tavır alış, bir de gelir dağılımındaki uçurumlar, ülke içinde sürekli kutuplaşmanın ana faktörleri durumundaydı. Bu kutuplaşma, çok partili döneme geçilmesiyle birlikte siyasî alanı da kapsamına aldı ve ideolojik kılıfa bürünüp, parti yetkililerinin uzlaşmaz tutumları sayesinde daha da büyüdü. Bir zaman C.H.P.–D.P., daha sonra C.H.P.–A.P., C.H.P.–M.C. (Milliyetçi Cephe) zıtlaşmaları, aynı dönemlerde ortaya çıkan sol hareketler ve onların karşısında konuşlanan ülkücü-milliyetçi yöneliş, aynı dönemlerde artık bir güç olarak ortaya çıkan İslâmcılık cereyanı ve onun siyasî sahadaki yansıması veya temsili gibi görünen hareketler, bütün bu kutuplaşmalardan kaynaklanan ve dış desteğe de açık anarşi, Türkiye’nin pek çok yılları gibi, pek çok gencinin, potansiyel gücünün ve ülke kaynaklarının heba olup gitmesine yol açtı. Bütün bu olumsuzlukların sebepleri çok derinlerde yatmaktaydı ve çözüm eğitim, kültür, ekonomi, insan yetiştirme gibi sahalarda aranmalıydı. Ne var ki, yönetimler bu konularda gereken atılımı gösteremeyince ordu, kendi dilinden müdahalelerde bulundu. Ülkemizde her 10 yılda bir âdeta rutin hale gelen bu müdahalelerin geçici faydaları olmuşsa da, hem orduyu yıpratma, hem de sosyal çatlakları derinleştirme gibi menfi bir rolünün olup olmadığı da üzerinde durulmaya değer bir husustur.
Seçkinci aydınların ve onların desteğindeki yönetimlerin din ve etnik farklılıklar karşısındaki tavrı genellikle bu yönde olagelmiştir. Maalesef devlet halktan uzaktır ve halk devlete küskündür. Karşı talep ve hareketler, zaman zaman şiddetli tediplerle karşılaşmıştır. Şeyh Said isyanını ve Sason ve Ağrı ayaklanmalarını bastırırken olduğu gibi, Raçkotan ve Raman tedip harekâtlarında da şiddete varan uygulamalar çokça görülmüştür. (Mazlum-der, Kürt Sorunu Forumu, 209-211).
Bütün bu olumsuzluklarla aynı seviyede, yüzeyde çok görünmese de, 1980 öncesi Maraş ve Çorum hadiselerinde yaşandığı üzere, her an yüzeye çıkıp, bütün ülkeyi etkileyebilecek bir mahiyete sahip olan bir başka problem ise, Sünnîlik-Alevîlik farklılığı idi. Kökleri, tarihin derinliklerine inen bu farklılık, bilhassa İran’daki Safevîlerce Türkiye’de daima istismar edilerek daha da derinleştirilmiş, Celâlî isyanlarında önemli rol oynamış, bu isyanların bastırılması ve İran’da Safevîler iktidarının sona ermesiyle kısmen gizlenmiş, fakat varlığını korumuştur.
Cumhuriyet döneminde özellikle Dersim isyanı, Alevî vatandaşlarımız ile yeni rejimin münasebetlerini etkiledi. 1968-80 arası anarşinin bir kanadını oluşturan sol hareketler, halâ faaliyetlerine devam eden bazı sol terör örgütleri, bu arada Maraş ve Çorum’daki gibi kitlevî hadiseler ve 1993 yılındaki Sivas Madımak Oteli olayı dikkatlice incelendiğinde, Türkiye’de Sünnî-Alevî farklılığının, istismara açık bir nokta olarak nasıl bir problem haline getirilmek istendiği ve meselenin hassasiyeti görülebilecektir.
Türkiye’de 1980 askerî müdahalesiyle gizlenen anarşi, çok geçmeden Güney-doğu bölgemizde PKK terörü olarak daha büyük şiddette ortaya çıktı. Bu terörün Türkiye’ye maliyeti maalesef çok korkunç boyutlarda oldu. PKK’nın eylem ve saldırılara başladığı 15 Ağustos 1984’ten sonraki 10 yıllık sürede yaşanan olaylarla ilgili olarak Millî Güvenlik Kurulu’na sunulmak üzere MGK Millî Güvenlik Siyaseti Başkanlığı tarafından hazırlanan bir raporda verilen rakamlar, yani terörün 10 yıllık bilançosu şöyle idi (Onun nihaî bilançosunu anlayabilmek için, buradaki rakamların en az 1.5 katı alınabilir ve verilen malî rakamların, doların 12.000 TL civarında seyrettiği 1994 yılı para değerine göre olduğu da unutulmamalıdır ):
Çatışma ve operasyonlar sırasında 244’ü subay, 621’i astsubay, 275’i emniyet görevlisi, geride kalanı da köy korucusu, er ve erbaş olmak üzere 4.644 güvenlik görevlisi, ayrıca 4.036 sivil hayatını yitirmiş, buna karşılık 6.443 PKK teröristi öldürülmüştür. Operasyonlarda 2 savaş uçağımız ve 3 helikopterimiz düşmüş, 5 tankımız imha edilmiş, miktarı belirlenemeyen silah ve mühimmat hizmet dışı kalmıştır. Operasyonlar sırasında yakalananlardan 16.400 kişi hakkında dava açılmış ve bunların büyük bölümü bir süre tutuklu kalmıştır. Çok sayıda güvenlik görevlisi yaralanmış, bunlardan 170 subay, 264 astsubay, 400 uzman çavuş ve 795 er sakat kalmıştır. Kaybedilen millî servetin tutarı 4.2 katrilyon liradır. Bölgenin millî bütçeye katkısı önceki yıllara nisbetle, 370 trilyon lira azalmıştır. Operasyonlar sebebiyle bölgede ekolojik denge bozulmuş, tabiî zenginliklerimizdeki tahribat rakamlarla ölçülemeyecek boyuttadır. Kaybedilen bu tabiî zenginliklerimizin yeniden kazanılması mümkün değildir.
l994 yılında 3 defa alınan ‘terhis durdurma kararı’, aynı yılın Aralık ayında kalıcı hale getirildi. Askerlik süresi, erler için 15 aydan 18 aya, yedeksubaylar için 12 aydan 16 aya, kısa dönem askerler için 6 aydan 8 aya yükseltildi. l994 Temmuz ayında, Orgeneral Doğan Güreş, PKK’ya karşı mücadele veren güvenlik görevlisi sayısının 220 bine ulaştığını söyledi. Dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’nin verdiği bilgilere göre, 1994 yılı sonuna kadar 2.297 köy boşaltıldı; yakılan köy ve mezra sayısı 285. 37.752 kişinin evi yandı, 225 bin 283 kişi daha başka sebeplerle evsiz kaldı. Türkiye Ziraatçılar Derneği tarafından yapılan araştırmaya göre, köylerin boşaltılması ve ekili alan ve ormanların yakılması neticesinde 12-13 trilyon liralık ekonomik kayıp meydana geldi. Sadece Mardin ilinde 371 bin 492 dekarlık tarım arazisi köyler boşaltıldığı için işlenemez hale geldi. 115 bin 447 hektar çayır ve meralık alan kullanım dışı kaldı. Hububat ekili alanların 70 bin dekarı yakıldı. 120 bin ağacın meyvesi toplanamadı. Hayvancılıkta % 31.2 oranında düşüş meydana geldi. Diyarbakır’da ise hayvan sayısında % 50, orman alanlarında % 60 oranında azalma oldu. Bu süre içinde 2-3 milyon insan doğup-yaşadığı toprakları bırakarak göç etti. Göç sonucu, 1990 nüfus sayımına göre Mersin’in 422 bin olan nüfusu 1 milyona, Tarsus’un 177 bin olan nüfusu 350 bine, Adana’nın 927 bin olan nüfusu 2 milyona, Diyarbakır’ın 380 bin olan nüfusu 1 milyona, Gaziantep’in 600 bin olan nüfusu yine 1 milyona çıktı. Yine aynı dönemde binlerce kişi Kuzey Irak’a ve Türkiye’nin daha başka şehirlerine göç etti. Aynı süre içinde Strasbourg İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhine 500’den fazla dava açıldı.
TBBM Güneydoğu Komisyonu Raporu’nda verilen bilgilere göre, terörle mücadele için 1994 yılında GSMH (Gayr-ı Safi Millî Hasıla)nın % 5’i ayrılıyor. 10 yılda terör için harcanan para, 2 katrilyon 135 trilyon 500 milyar liradır. Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise sayılı yatırımları arasında yer alan GAP’a 1994 yılında yapılacak olan harcamanın 5 mislidir. l993 yılında ülke genelinde meydana gelen 3.536 (günde ortalama 10) terör olayının 2.202’si Olağanüstü Hal Bölgesi’nde oluşmuştur. (Öcalan’ın yakalandığı tarihe kadar terörü önlemek için harcanan para, gayr-ı resmî rakamlara göre 500 milyar dolar civarındadır.)
Terör sebebiyle Güneydoğu Anadolu’ya ayrılan teşvik primi % 23’ten % 1,5’a düşmüş, kapanan işyerlerinin sayısında % 50’lik bir artış meydana gelmiş ve terör, GAP projesi gibi büyük projeleri durma noktasına getirmiştir. Neticede Türkiye, elindeki imkânları çoğaltamamış enflasyonist ortamda fiyatlar sürekli artmış ve devlet, sürekli borçlanma yoluna gitmiştir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kırsal kesiminden Türkiye’nin Batı bölgelerine ya da bölgenin büyük merkezlerine büyük bir göç hadisesi yaşandı. 1983 yılından önce %7 olan terörden kaynaklanan göç olayı, 1983-1990 yılları arasında %64.5, 1991’de %83.8, 1992’de %81.4; 1993’te %83.4’lük bir oran ortaya koydu. 1994 yılından itibaren bu oranlarda kısmî düşüşler olmuşsa da, bunda güvenliğin bir ölçüde sağlanmış olması kadar, göç potansiyeline sahip nüfusun azalması da belli etki yaptı.
Göç veren iller sıralamasında Diyarbakır %19.5 ile ilk sırayı alırken, onu Siirt, Mardin, Tunceli, Hakkâri, Şırnak, Muş, Van, Ağrı, Bitlis, Bingöl, Batman, Kars, Erzincan ve Şanlıurfa izledi. Göçler, başta Diyarbakır merkez olmak üzere, Adana, Batman, Mardin, Antalya, İçel, İzmir ve Manisa illerine oldu ve özellikle Diyarbakır merkez, Adana ve Tarsus gibi kentlerin nüfuslarında olağanüstü artışlar meydana geldi.
Göç eden halkın %44.5’i P.K.K.’yı, %28.5’i devletin görevini yapmamasını, % 12.5’i köy korucularının baskısını ve %0.2’si hem örgütü, hem de devleti terör münasebetiyle göçe sebep olarak zikretmektedir. Göçün ikinci önemli sebebi olarak ekonomik şartların bozulması (%7.5) ve işsizlik (%4.2) gösterilmektedir. Kan davası (%1.6), ağa baskısı (%0.1) vb. gibi diğer sosyal yapıdan kaynaklanan sebepler %0.5 gibi oldukça düşük bir seviyededir.
Kendilerinden göç edilen köylerden %78.3’ü tamamen, %21.1’i ise kısmen boşaldı. Yani kırsal alan boş kalırken, göç edenlerin yarıdan fazlası şehir merkezlerine yöneldiği için, bazı şehirlerde nüfus dengesi bozuldu. Bunun Türk tarım ve hayvancılığına verdiği zarar bir yana, şimdi bu bölgeye ne yazık ki yabancılar ve yabancı firmalar gelip yerleşiyor. Yakın bir gelecekte Türk halkı, bu bölgede yabancı firmalarda ırgatlık yapar hale gelecek.
Göç edenlerin hemen tamamı iş sahibi idi ve ekonomik durumları normal ve normalin üstünde bir seviyede bulunuyordu. Bu da, yerleştikleri yeni yerlerde aynı standardı yakalayamama sebebiyle, göç edenlerde ve dolayısıyla ülkenin genelinde fakirleşme demektir.
Kısaca kuşbakışı bir panoramasını verdiğimiz bu ortama, özellikle 1990’dan sonra lâik-antilâik ve militan lâiklik ve antilâiklik zıtlaşması eklendi. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından İslâm’ın resmen karşı kutba yerleştirilmesiyle bu zıtlaşma, şüphesiz dıştan ve onların içteki uzantıları tarafından da destek görünce ülke, yeni bir çatışma ortamına girdi. Bu ortamı, kamuoyunun en az bazı kesimlerinde bu çatışmayı derinleştirmek isteyen güçler tarafından tezgâhlandığı şüphesi bulunan faili meçhul (!) cinayetler ve bunları bahane ederek düzenlenen mitingler, gösteriler daha da besledi. Kısaca, özellikle 1980’lerin sonuna doğru kaderin Türkiye’ye altın tepsi içinde sunduğu büyük imkânlar, içerideki kısır siyasî çekişmeler, şahsî kin ve sürtüşmeler, iç hesaplaşmalar, yolsuzluklar, yönetimdeki ve yönetim birimlerindeki çatlaklıklar, çıkarılmaya çalışılan sunî Sünnî-Alevî, lâik-antilâik gerginlikleri, faili meçhûl (!) cinayetler, başörtüsü gibi çok rahat halledilebilecek problemler ve PKK terörüyle heba edildi. Sovyetler’in dağılmasından sonra ortaya çıkan her bakımdan bâkir Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile girişilecek her sahada karşılıklı işbirliği, içte kuvvetli ve bütün bir Türkiye’yi, çok kısa zamanda dünya dengesinde her Türk vatandaşının alnını ağartacak bir ülke haline getirebilecekken, ibre birden tersine döndü. Sekizinci Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne diyerek ortaya attığı ve altın ve tekstilde dünya ikincisi, pamukta dünya üçüncüsü, zengin petrol yatakları, doğal gaz ve madenler bakımından nerdeyse birinci konumdaki bir coğrafyayı içine alan ideal, çok kısa zamanda terkedildi. Bu ülkelerle ekonomik işbirliğine de gidemedik. Bölge ülkeleriyle ilişkilerimiz de gergin bir noktaya geldi. Dış münasebetlerde yeni tercihler ortaya çıktı.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Hoşgörü ve diyalogun temelleri
İşte, toplum dokumuzun böyle lime lime olduğu ve devlet ile halkın, özellikle İslâm’ın barışmasının en fazla gerekli olduğu bir zamanda Fethullah Gülen, “herkesi inanç, yaşayış tarzı, ırk, renk, dil, meslek, servet, statü, makam-mevki ayrımı ve ayrımcılığı yapmadan kendi konumunda, kendi görüş, düşünce, dünya görüşü, yaşayış biçimi”nde kabûl ve buna saygı gösterilerek, bütün toplum katmanları arasında diyalog kurulması konusunda çok geniş yelpazeli bir çağrıda bulundu. Esasen o bu çağrıyı her ne kadar 1994 yılında yapmışsa da, onun bütün hayatında ve yıllardır yazıp söylediklerinde, esasen hep aynı temayı görmek mümkündür. Meselâ o, ilk baskısı 1986’da yapılan Ölçü veya Yoldaki Işıklar adlı 4 ciltlik, daha sonra tek cilt halinde basılan kitabında şöyle demektedir:
Dünyayı düzeltmeğe kalkanlar, önce kendilerini düzeltmelidirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan, dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalıdırlar ki, çevreye misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethedememiş kimselerin etraflarına gönderecekleri mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyaramayacak, uyarsa da sürekli bir tesir bırakamayacaktır.
İnsanları aydınlatma yolunda koşanlar, hep onların saadetleri için çırpınıp duranlar, hayatın çeşitli uçurumlarında onlara el uzatanlar, kendilerini idrak etmiş öyle yüce ruhlardır ki, bunlar, içinde yaşadıkları cemiyetin koruyucu melekleri gibi, toplumu saran musibetlerle pençeleşir, fırtınaları göğüsler, yangınların üzerine yürür ve muhtemel sarsıntılar karşısında daima tetikte bekler dururlar.
Geleceğin aydınlık ve mesut dünyalarını ancak muhabbetle şahlanmış sevgi kahramanları kuracaktır. Dudaklarında muhabbetten tebessüm, gönülleri sevgiyle harman, bakışları insanî duygularla buğu buğu; her*kese ve her şeye şefkatle gamze çakan; doğup-batan güneşlerden, yanıp-sönen yıldızlardan hep muhabbet mesajları alan sevgi kahramanları (Ölçü veya Yoldaki Işıklar 2: 108-110; yeni baskı: 208, 192).
Fethullah Gülen’in bilhassa ‘Müsamaha’ başlığı altında yazdığı satırlar, üslûp ve ifadesiyle bile, baştan sona sevgi ve hoşgörü yüklü olup, kendisini başkalarına adamış bir gönlün sesidir:
Aç herkese, açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın mahzun bir gönül!..
İyileri iyilikleriyle alkışla; inanmış gönüllere mürüvvetli ol, inkârcılara öyle yumuşak yanaş ki, kinleri, nefretleri eriyip gitsin ve sen, soluklarında daima Mesih ol!..
Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla karakterini aksettirir. Sen müsamaha yolunu seç ve töre-bilmezlere karşı âlicenap ol!..
Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en mümeyyiz (belirgin) vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. Sen insanı sev; insanlığa hayran ol!..
Sakınıp, bir kere dahi olsa nefsin hakemliğine düşmemelisin; zira, ona göre senden başka herkes mücrim (suçlu), her fert de talihsizdir. Bu ise, en doğru sözlünün beyanında şahsın helâki demektir. Sen nefsine karşı oldukça sert, başkalarına karşı da yumuşaklardan yumuşak ol..!
Başkalarını sana sevdiren ve onları senin nazarında sevimli kılan tavır ve davranışlara dikkat et! Unutma ki, aynı şeyler senin de sevilip beğenilmene vesile olabilir.
Hakk’ın sana karşı muamelesini ölçü kabûl edip, halka karşı öyle davranmalısın. O zaman halk içinde Hak’la beraber olur, her iki yalnızlığın vahşetlerinden de kurtulursun. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar 1: 35–8; yeni baskı: 101-102)
Aşağıdaki paragraflar da, yine Fethullah Gülen’in bütün hayatını dolduran görüş, düşünce ve duygularının birer özeti mesabesindedir:
İnsan, başkalarına karşı iyi-kötü bütün davranışlarında nefsini ölçü kabûl ederek, her şeyi onunla tartmalı; nefsine hoş gelen şeyleri baş*kaları için de istemeli, nefsinin hoşlanmadığı bir muameleden baş*kalarının da hoşlanmayacağını katiyen hatırdan çıkarmamalıdır. Böylece o, hem yanlış davranışlardan, hem de başkalarını rencide etmekten kurtulmuş olur.
İnsanın olgunluk ve kemali, fenalık gördüğü şahıslar hakkında dahi hakperestlikten ayrılmayıp, elden geldiğince iyilik yapmasıyla belli olur. Evet, insan, kötülük gördüğü insanlar hakkında bile mürüvvet ve insanca davranışlardan ayrılmamalıdır. Zira, kötülük yapmak hayvanî bir davranış; kötülüğe kötülükle mukabele, insanda ciddî bir kusur ve eksiklik; fenalığa iyilikle karşılık vermek ise, bir civanmertlik ve âlicenaplıktır.
Başkalarına yararlı olmanın sınırı yoktur. Himmeti yüce bir ferd, baş*kaları için ruhunu feda etmeğe kadar diğergâm olabilir. Ne var ki, böyle bir civanmertliğin insan için bir fazilet olması, o insanın samimiyet, hasbîlik, niyet duruluğu, ırk ve aşiret taassubundan uzak bulunmasına bağlıdır. (Ölçü ve Yoldaki Işıklar 1: 90-92; yeni baskı: 105-106)
Fethullah Gülen, ilk günden beri toplumda sürekli müsamaha veya hoşgörü ve diyalog, başkalarını nefse tercih ve bizzat kendi ifadesiyle, “yaşatmak için yaşama sevdasından vazgeçme” üzerinde durmuş ve bu çok önemli hasletleri, sağlıklı bir sosyal hayatın vazgeçilmez esasları olarak görmüştür. Bunlardan başka, onun İslâm anlayışı ve aksiyon düşüncesini ele alırken temas edildiği üzere, sevgi, merhamet, insanın değeri ve insana hürmet, alçak gönüllülük, iyilik düşüncesi gibi konular ve hasletler, yine onun üzerinde çok büyük bir hassasiyetle durduğu hususlar olmuştur. Bu bakımdan, yukarıda ifade edildiği gibi, Gülen’in 1994 yılı ortasında başlattığı hoşgörü ve diyalog hareketi ve bu konuda yaptığı çağrı, uzun zaman işlediği bir kaneviçeyi topluma takdimden ibaret görülmelidir ve öyledir.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Faaliyetler ve değerlendirmeler
Fethullah Gülen tarafından yapılan ve bazı gazetecilerle yazarların biraraya gelerek kurdukları Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından bütün toplum katmanlarına yayılan hoşgörü ve diyalog çağrısı, iki dünya savaşı yaşayıp yıkılmış Almanya, yeniden çok kısa zamanda bir dünya devi olur ve II. Cihan Harbi’ndeki yıkılışının üzerinden 20 yıl geçmeden bizden işçi çekerken, aynı savaşın bir diğer mağlûbu Japonya, bir başka dünya devi halinde sahneye çıkarken, dünyada sözü edilmez bir konuma düşen ve üç çeyrek asrı, şüphesiz kayda değer güzel şeyler yapılmış da olsa, daha çok sloganlara, kutlamalara sahne olan Türkiye için gerçekten çok önemliydi. Bu bakımdan, Gülen’in, ‘medeniyetler çatışması’nın konuşulup, belki de planlarının hazırlandığı bir dönemde başlatarak, bütün dünyaya dalga dalga yayılmasını arzuladığı bu hoşgörü ve diyalog çağrısı, Türk toplumunun, çok az istisnalar dışında, hemen hemen bütün kesimlerinden çok sıcak bir kabûl gördü. Öyle ki, bir zaman sol hareketler içinde yer almış, hattâ anarşiye de karışmış bulunan kimselerden pek çoğu, ya bu diyalog faaliyetlerinin içinde yer aldılar veya ona açık-kapalı destek verdiler. İçlerinde, “Artık anladık ki, din afyon değilmiş. Tam tersine, kitleleri birbirine bağlayan bir harçmış o” diye yazanlar; “Bize yıllarca İslâm okutulmayınca, İslâm’ı yok sanmışız. Bu konuda yıllarca cahil bırakılmışız” sözleriyle, bir an için bile olsa aydın sorumluluğunun vicdana dayalı ciddî bir örneğini sergileyenler; “Toplum olarak, yıllarca düşman cepheler halinde hep kavga ettik. Belki tam anlamıyla vuruşmadık ama, birbirimizle barışık da olmadık. Fakat, aslında barışı arıyorduk. A’rafta kalmaya da razı değildik; Cennet’i özlemiştik.” diye fikir belirtenler, iç barış adına birer ümit filizi gibi idi.
Bunlar gibi, Cumhurbaşkanından sokaktaki vatandaşa, medya mensubundan siyasetçisine ve ses sanatçısına kadar hemen herkes, ülkede esmeye başlayan iç barış rüzgârına gönülden katkılarını sunuyordu. İç barış ve toplumsal uzlaşma adına tertiplenen geceler, ödül törenleri ve iftarlar, meselâ:
· Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 1994 yılı Haziran ayının sonunda Dedeman Oteli’nde düzenlediği tanışma toplantısı;
· 11 Şubat 1995 günü İstanbul’da Polat Rönesans Oteli’nde,
· 26 Şubat 1995 günü Büyük Ankara Oteli’nde ve
· 27 Ocak 1996 günü Hilton Oteli’nde verilen iftar yemekleri;
· 30 Eylül 1996 günü Lütfi Kırdar Uluslararası Spor ve Sergi Sarayı’nda yapılan Mutlu Yarınlar İçin El Ele toplantısı;
· 4 Ocak 1996 günü Çırağan Sarayı’nda tertiplenen Hoşgörü Ödülleri ve
· 25 Aralık 1997 günü Hilton Oteli’nde tertiplenen Ulusal Uzlaşma Teşvik Ödülleri törenleri;
· Bunların yanısıra, 19 Eylül 1995 günü Bosna yararına düzenlenen futbol maçı;
· 27 Aralık 1996 günü, finansman ve sponsorluğunu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın üstlendiği Köpekler Adası filminin gala gecesi;
· Medeniyetlerarası Diyalog toplantısı,
· 3 Şubat 1998 günü The Plaza Cevahir Otel’de düzenlenen bayramlaşma
münasebetiyle yapılan konuşmalar ve yapılan yorum ve değerlendirmelerde dile getirilenler sadece takdirdi ve bunlara gönülden katılımdı. Meselâ, zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 28 Şubat sürecinin en sıcak günlerinde, özellikle bir takım merkezlerden gelen baskılara rağmen katıldığı Ulusal Uzlaşma Teşvik Ödülleri töreninde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
Dünyanın çalkantılardan geçtiği bir dönemde birlik, beraberlik, kar*deşlik, dirlik, düzenlik bizim vatandaşımızın sahip çıktığı en önemli kavramdır. Sözde değil hayata geçirmiştir bunu. Aramıza tefrika sokmayın. Sizi birbirinize düşürmek isteyenler olursa karşı çıkın. Hangi inançta, hangi etnik kökenden gelirseniz gelin hepiniz bu yüce milletin ferdisiniz. Devlet sizindir. Bedeli ecdadımız tarafından ödenmiştir. İçten birbirimize sarılalım. Bu istikametteki gayretleri takdirle karşıladım. Bu türden çok öğretici olmuştur. Gönül isterdi ki, bu töreni Türkiye’den herkes izleyebilsin. Bu ülke bize emanettir. Biz, bu emaneti bizden sonra gelecek nesillere götüreceğiz. Vatandaşlarım bunu idrak edecek*lerdir. Dost arıyorsak, bize dost kendimiziz. Müslümanlık, barış dinidir ve barış tavsiye eder. Barış içinde yaşamayı başarmak, bizim nesil*lerimizin görevidir. Ben, Türk devletini, milletin birliğini, bütünlüğünü temsil ediyorum. Türk milletinin birliğini, dirliğini güçlendirecek bu akşamki gibi hareketlerin hepsinin de yanındayım. (Milliyet, 26 Aralık 1997)
Bu toplantılar, Türk toplumunun her kesiminden, o kesimin temsilcileri denebilecek seviyedeki insanları biraraya getirdi. Cumhurbaşkanından baş*bakanlara, bakanlara, milletvekillerine, belediye başkanlarına, siyasi parti temsilcilerine ve bürokratlara; Vatikan İstanbul temsilcisi Georges Marovitch ve Fener Rum Patriği Bartholomeos’tan Musevi Cemaati hahambaşısı ve o rahatsız olduğu zaman temsilcisi İshak Haleva’ya, Musevi Cemaati başkanı ve ileri gelenlerinden Süryani ve Ermeni Katolik Cemaatleri patriklerine ve temsilcilerine ve yabancı ülke misyon görevlilerine; Prof. Dr. Suat Yıldırım, Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Prof. Dr. Salih Tuğ, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Mehmet Aydın, Prof. Dr. Nilüfer Göle, Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Prof. Dr. Kezban Hatemi, Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, Prof. Dr. Erman Tuncer, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Mehmet Altan, Prof. Dr. Zeki Kuşoğlu, Prof. Dr. Hüseyin Naci Orhan, Prof. Dr. Nur Vergin, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan gibi bilim adamları ve üniversite öğretim üyelerinden Prof. Dr. İzzettin Doğan ve Fermani Altun gibi Alevi grupları temsilcilerine; Fehmi Koru, Hüseyin Gülerce, Yavuz Bülent Bakiler, Beşir Ayvazoğlu, Ertuğrul Düzdağ, Yavuz Gökmen, Hulusi Turgut, Nevval Sevindi, Nuriye Akman, Şeref Oğuz, Şahin Alpay, Ali Bayramoğlu, Gülay Göktürk, Kenan Akın, Salih Memecan, Mehmet Ocaktan, Abdurrahman Dilipak, Ayşe Önal, Zeynep Göğüş, Cengiz Çandar, Şakir Süter, Rıza Zelyut, Hasan Cemal gibi gazeteci ve yazarlardan Hülya Koçyiğit, Necla Akben, Emel Sayın, Perihan Savaş, Seda Sayan, Selda Alkor, Sezer Güvenirgil, Neslihan Yargıcı, Mediha Şen, Sevda Ferdağ, Fatma Belgen, Halit Refiğ, Burhan Çaçan, Ümit Aktan, Erol Büyükburç, Fatih Erkoç, İzzet Altınmeşe, Nuri Sesigüzel, Bulut Aras, Yusuf Sezgin, Gazanfer Özcan, Fulya Özcan, Engin-Eser Noyan, Yılmaz Morgül, Türker İnanoğlu, Cüneyt Arkın, İbrahim Erkal, Mehmet Taşdiken, Erkan Mutlu, Mustafa Keser, Cinuçen Tanrıkorur, Mesut Uçakan, Cem Karaca, Refik Erduran, Tuluyhan Uğurlu, Yılmaz Duru gibi sanatçı ve film yapımcılarına; ayrıca, Mustafa Kavurmacı, İhsan Kalkavan, Cengiz Kaptanoğlu, Şadan Kalkavan, Erol Yarar, Adnan Polat, Üzeyir Garih, Vitali Hakko, Ömer Çavuşoğlu, Hayrettin Karaca, Ali Şen, Hasan Özaydın gibi işadamlarına kadar, toplumun hemen her kesiminden çok sayıda insan, bu toplantıların bir, birkaç veya pek çoğuna katıldı. Gerek toplantılarda, gerekse daha sonra gazete sayfalarında izlenimlerini ve duygularını dile getiren katılımcıların hemen hepsi, aynı hoşgörü, diyalog ve toplumsal barış gibi değerleri dile getiriyorlardı. Meselâ, Fener Rum Patriği Bartholomeos, şöyle diyordu bir konuşmasında:
Sizinle beraber Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 3. Yıldönümünü kutlamanın sevincini paylaşmaktan kendimi son derece mutlu addediyorum. Müsaade ederseniz, yurt dışında yaptığım seyahatlerim*den bir anımı arz etmek istiyorum. Bir buçuk sene önce Kudüs Ortodoks Patrikhanesi’ni ziyaret ettiğim zaman İsrail Devlet Başkanı Sayın Weizman’a da nezaket ziyaretinde bulundum. Weizman ile konuşurken bana dediler ki: “Sayın Patrik, biliyorsunuz ben bir subayım. Bir subay olarak hayatımda ya savaş ya da barış yaptım. Size kendi tecrübemle söyleyebilirim ki, barış yapmak, savaş yapmaktan daha zordur.” Weizman’ın söylediğinin doğruluğunu bir kere daha anlamış oluyorum. Bütün engellere rağmen, barışa, karşılıklı saygıya ve bütün bunların sonucu olarak bütün insanlığın huzur ve refahına doğru gitmeliyiz. Bu istikamette, yani barış, huzur, sevgi istikametinde ciddi adımlar atan vakfın kurucularını ve üyelerini huzurunuzda tebrik ederim. Sayın Fethullah Gülen hakikaten hepimiz için barışın, hoşgörünün, bütün ülke liderlerinin ve insanlık için muteber olan değerlerin bir timsalidir. Hepimiz onu hem seviyoruz, hem sayıyoruz. Rahatsızlığından dolayı kendilerine geçmiş olsun diyorum. (Zaman, 1 Ekim 1996)
Bir biyografi çerçevesinde misalleri çoğaltmak belki gereksiz görüle*bilecektir ama, konunun daha iyi anlaşılması için, konuşma, yorum ve değerlendirmelerden rastgele seçilmiş ve sıralanmış bir kaçını daha vermek yerinde olacaktır:
Georges Marovitch (Vatikan İstanbul Temsilcisi)
Etrafıma bakıyorum, toplumun her kesiminden insanları burada görü*yorum ve soruyorum: Nedir bizleri buraya çeken? Hıristiyan, Müs*lüman, Yahudi kardeşlerimizi burada toplayan nedir? Nasıl ki Mevlâna, Konya’ya yüz milyonları çekti. Bir zat var burada, sevgiyle konuşuyor ve hepimizi kendisine çekiyor. Bu muhterem zat, bizlere sevgiden bahsediyor. Bu sevgidir bizi buraya getiren. Onun için bu zata dua ediyorum, hepimizin duasına ihtiyacı var. Dünyamıza büyük bir örnektir bu zat. Bazıları diyor ki, ne var bu zatın arkasında? Onun tek silahı var, o da, Allah sevgisidir. (Ergün, 270)
Halit Refiğ (Yazar-Yönetmen):
İslâm’da barış esastır. Bayramlar, İslâm’ın esasına döndüğümüz gün*lerdir. Bu açıdan, insanın gönlü, bayramların yılın sadece birkaç gününe değil, 365 gününe yayılmasını arzular. Şu günlerde ülkemizin ve böl*gemizin üstünde savaş rüzgârları esiyor. Fakat biz, bu akşam bambaşka bir atmosfer içindeyiz. Sanki böyle bir şey yokmuş gibi. Bu, birliğimizi muhafaza ettiğimiz takdirde, esen savaş rüzgarlarının bizi kolay kolay etkileyemeyeceğini gösteriyor. (a.g.e., 270–71)
Rıza Zelyut (Gazeteci-Yazar):
Bir gazeteci kardeşim, eskiden kalma ve yurtdışından ithal edilmiş olan sağ-sol kutuplaşmasına esir olmuş önyargılarıyla bir ara bana çıkışmak istedi: “Senin ne işin var burada?” Bu soruya verdiğim cevap çok boyutluydu.
Bir: Benim yerim, uzlaşma neredeyse orasıdır.
İki: Ön yargılı olmak, insanı köreltir.
Üç: Hele ön yargılar zıtlaşma içeriyorsa, bu, insanın kalbini karartır.
Dört: Eskiden olmuş olayları bugün de deşelemek kimseye yarar sağ*lamaz.
Beş: Dün böyle düşünen bir insan, bugün böyle düşünebilir. “İnsan 7’sinde ne ise 70’inde de odur” sözü, toplumsal psikolojiye göre yan*lıştır. Bu söz, eğitimin insana hiçbir şey vermediğini kabûl etmek anlamına gelir. Bu yüzden de, eskiden o şöyle diyordu, bu yüzden kötüdür, gibi basmakalıp düşüncelerle insanların bugününü mahkûm etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Altı: Eskiden kalma, bize dışarıdan şırınga edilen ayrıştırıcı, kışkırtıcı, zıtlaştırıcı kavramlara artık güle güle demenin zamanıdır. Sağ-sol gibi ölmüş kavramlarla bugünü yargılamak, gelişmeyi, değişmeyi göre*meyen insanların kurtuluş reçetesidir. (Akşam, 26 Aralık 1997)
Yılmaz Morgül (Ses Sanatçısı):
Ben burada görüyorum ki, her tür dünya görüşünden insanlarımız bir aradadır. Kanımca, Türkiyemizin ilerleme açısından, gelişmesi açısın*dan son yıllarda almış olduğu yolun en güzel ifadesi bu gece burada anlatılıyor. Ben burada sevgiyi, birbirine anlayış gösteren insanları görüyorum. Aranızda bulunmaktan gurur duyuyorum. (Zaman, 29 Ocak 1997)
Şükrü Kanber (Gazeteci Yazar):
Diyalog, kendini anlatma, ortak noktaları öne çıkarma bizim de sürekli savunduğumuz ilkeler arasında. Türkiye bugün, diyalogsuzluğun kör kuyusunda uzun süreler yaşadığı için çeşitli sıkıntılar içinde. Birbirini anlayamayan, birbirini sevemeyen insanların oluşturduğu bir toplumun, sağlıklı yapıya kavuşması düşünülemez. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın bu girişimlerini, yukarıdaki gerekçeler ile destekliyorum. (Millî Gazete, 8 Ocak 1996)
Prof. Dr. İzzettin Doğan (Öğretim Üyesi, Cem Vakfı başkanı):
Aslında bu vakıf, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapması gereken ama yapmadığı bir işi burada yerine getiriyor. Demokratik ve lâik bir cumhuriyette devletin, herkesin devleti olduğunu hissettirmesi gerekir. Eğer bunu yapmıyorlarsa bu, bir kusurdur; yapanları alkışlamamak da büyük bir haksızlık olur. Gönül istiyor ki, Ramazan ayı gibi insanların kendi içlerine dönük olarak ve diğer insanlarla ilişkilerinde gönül muhasebesini daha çok yapmaları gereken bir ayda, Müslümanlar da kendi inançlarını farklı yorumlarla da olsa yaşayan insanları biraraya toparlayabilir mi diye biraz muhasebesini yapsak. Farklılıklardan da hiçbir şekilde korkmamak gerekir. (Zaman, 29 Ocak 1997)
Ahmet Şafak Demirci (Gazeteci Yazar):
Mevlânaların, Yunus Emrelerin ve Ahmet Yesevilerin katkıladığı bir sevgi medeniyetinin çocukları olarak zorunlu itidallerin geçiciliğine kapılanamayız.
Zira yaratılanı hoş görmemizin sebebi Yaratan’ın varlığı ile bağlan*tılıdır. Yaratılanı sevmemenin bedeli Allah’ın hidayetinden uzaklaşmak*tır. Böyle bir ezaya, cefaya ve bedele kim rıza gösterebilir? Hoşgörü üzerine muazzam referansları olan bir milletiz. Bizim ülkemizde böylesine referans bolluğu var iken kavgaların, öfkelerin ve kırışların vücut bulması toplumsal paradoksun işareti olarak değil, aydınların çelişkisi ve gafleti olarak kabul edilmelidir. Gerçekleri toplumun bir adım önünde yakalamakla mükellef olan aydınlar, referans kaynaklarını başka kültür ikilemlerinde aradıkları için yeni nesillere altın tepsi içinde kavga ve öfke sunulmaktadır. Buna rağmen, mühim ve umut verici gelişmeler de vuku bulmuyor değil. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 95 Hoşgörü Ödülü altında bazı gazeteci ve bilim adamını taltif etmesi bu örneklerden biridir. (Yeni Sayfa, 8 Ocak 1996)
Prof. Dr Hayrettin Karaca (TEMA Vakfı Başkanı):
Bizim burada toplanmamıza vesile olanlara teşekkür ediyorum. Gele*ceğe umutla bakmamız için elimizde toprak gibi kutsal bir değer var. Bunu muhafaza ettiğimiz takdirde geleceğin güzel olacağını söyle*yebiliriz. (Zaman, 29 Ocak 1997)
Yusuf Sağ (Süryani Katolik Patriği):
İnanın, ne diyeceğimizi bilmiyorum. Burada o kadar güzel fikirler gündeme getirildi ki. Dört kutsal kitapta dile getirilen hep aynıdır. Amaç bir tek: kayıtsız ve şartsız bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah’ın iradesini yeryüzünde uygulamaktır. Okuduğum kadarıyla, hiçbir dinin haksızlığa meydan verdiği görülmemiştir, görülemez. Bu inançla, hepinizin en küçüğünüz olan ben sizleri selamlıyorum. (a.y.)
Prof. Dr. Nur Vergin (Sosyolog-Siyaset Bilimci):
Buradaki tablo gösteriyor ki biz, el ele vermeye başlamışız. 3 yıl önce yine böyle biraraya gelmiştik. Katedilen yollar gösteriyor ki, yarınlar da mutlu olacak. Hoşgörü adına önemli adımlar attık. Ancak hoşgörü bireye özgü bir şey. Sosyal barışı sağlamak için başka mekanizmalar geliştirmek, el ele vermek gerekiyor. (Zaman, 2 Ekim 1996)
Üzeyir Garih (İşadamı):
Ulu Tanrı, insanı adeta bir biyolojik bilgisayar olarak yaratmış, içine bir psikolojik program yapmış; bu da saldırganlık, savunma, hırs ve bencillik esası üzerine kurulmuştur. Fakat bunu düzeltecek olan eğitim, din ve imandır. Öyle zannediyorum ki insan sevgisi, Allah sevgisi, insanın bu duygularını bir yerde yatıştıracak. Bu ancak eğitimle mümkün olabilir. Eğitime önem veren Sayın (Fethullah Gülen) hocama özellikle teşekkür etmek istiyorum. (a.y.)
Hasan Korkmazcan (TBMM Bşk. Vekili):
Bu vakıf, geçen sene dikkatleri hoşgörüye çekmişti, bu yıl ise “Mutlu yarınlar”a çekmektedir. Her kavram, her inanç, her bilgi yarınları inşa etmek için bir vasıtadır. Dikkatleri yarınlara çekebilirsek, hoşgörüyle yaşama şansına sahip oluruz. Eğer her birimiz, içinde yaşadığımız toplumun ferdi olarak bütün dikkatimizi geçmiş veya bugüne yöneltirsek, ne hoşgörüyü yaşamak mümkün olur, ne mutlu olabiliriz. (Ergün, 248)
İsmail Kahraman (Kültür Eski Bakanı):
Geçen sene ‘Hoşgörü’ adı altında ikinci yılını kutlayan vakıf, bu yıl, temel meselelerimizden biri olan “Mutlu yarınlar için el ele” diyerek toplumumuzun temel ihtiyacını yerine getirmiştir. Hukuk devletinde ana eksen insandır. İnsanı baskıya dayalı dogmatik değerlerle yönlendirmek ve istenilen istikamete doğru yöneltmek, gerek insanlığa gerekse hukuk devleti anlayışına terstir. (a.y.)
Prof. Dr. Toktamış Ateş (İst. Ün. Öğretim Üyesi):
Bizler, bugün dünyamızın bütün köşelerinde elektrik direklerine asılı insanlar varken, dünyanın başka köşelerinde taşa karşı kurşunla karşılık verilirken, şu içinde yaşadığımız ortam için hem şükretmek, hem de bu ortamı hazırlayanları ciddi bir biçimde düşünmek zorundayız. Binlerce, hattâ on binlerce kimlik içinde hepimizde ortak olan bir kimlik var; buna üst kimliğimiz diyoruz. İşte bu kimliğimiz çerçevesinde kenetlenmiş el ele mutluluğu yakalayabilmek için şimdiye kadar olan gayretimizi daha da artırarak, mutlu yarınlara doğru gidiyoruz. (a.y.)
Orhan Gencebay (Ses Sanatçısı):
Son kasetimdeki yeni bestemi, müsaadenizle okumak istiyorum: “Gelin birlik olalım, yarın çok geç olmadan / Gelin birlik bulalım, vazgeçin öç almadan. / Nefreti yok edelim, gel sen de katıl bize / İntikam eşkıyası sevgiyle gelir dize / Yedi düvel önünden kim kurtardı bu yurdu / Mehmetçik değil miydi Lazı, Çerkezi, Kürdü / Hangimizin ecdadı feda olmadı yurda / Hangi bahçede bir gül solmadı bu uğurda / Asırlardır dinmedi bölücülüğün ninnisi / Aynı dinden değil mi Alevîsi, Sünnisi / Bin kere lanet olsun Yezid denen deliye / Muhabbet ile bağlıyız Muhammed’e, Ali’ye / Geçin o sınıfları geçin, barışta buluşalım mutlu Türkiye için / Düşmanı sevindirmenin ne alemi var şimdi / Milletçe kenetlenip, sarılmamız kâr şimdi.” (Zaman, 2 Ekim 1996)
Jak Kamhi (İşadamı):
Esasen ben Fethullah Hoca’dan başka bir şey beklemezdim. O, ecdatlarına yakışır güzel bir şekilde, onların yolunda. Türkler, asırlar boyunca bütün insanlara sevgi ve saygı göstermişlerdir. Ne din savaşı, ne baskı; gittikleri yerlerde tersine, insanları hürriyetlerine kavuş*turmuşlar. Geçenlerde Macaristan’a gittim. Hep Türkleri methe*diyorlar. Romanya’ya gittim, yine aynı sevgiyle karşılıyorlar. Fethullah Gülen Hoca’nın “hoşgörü” girişimini epey zamandır izliyorum ve bunu alkışlıyorum. Bugün, toplumumuzun bu güzel değerlerini, dünyaya layık olduğu gibi tanıtabiliyoruz. Başka yerlerde yaşanmış büyük felâketler, Almanya’da olmuş olaylar, binlerce sene silinmeyecek. İkide bir gündeme geliyor. Tarihte hiçbir şey silinmez. Fethullah Gülen’nin hareketleri alkışlanabilecek bir girişimdir. İlave edeyim ki, eğer o hoşgörüyü ecdatlarım Osmanlı’dan ve Türkiye’den görmeseydi, bugün hayatta olmazdım. (Zaman, 11 Mart 1998)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Sünnî-Alevî barışı ve uzlaşması
Fethullah Gülen’in hoşgörü ve diyalog çağrısının bir diğer boyutunu, onun aynı gaye etrafında önde gelen Türk devlet adamları ve siyasî parti başkanları ile yaptığı görüşmeler oluştururken, bir başka boyutunu da, tarihî olumsuzlukların da beslediği Sünnî-Alevî gerginliğini giderme çabaları teşkil ediyordu.
Fethullah Gülen, önce problemi yumuşatmak için, Eyüp Can’ın kendisiyle yaptığı “Ufuk Turu”nda, “Bizim (Sünnîler olarak) yontulup, şekillendirilmesi gereken yanlarımız olduğu gibi, onların da (Alevîlerin) bazı yanlarının yontulması, şekillendirilmesi lazım. Alevîlik üzerinde hususî araştırma yapan tanıdığımız insanlar var. Onların mütalâalarına bakılınca, hakikaten Alevîlik ayrı bir zenginlik kaynağı oluşturuyor. Bence o kültür, Sünnîlik mülâhazasıyla kaldırıp bir kenara atılmamalı, değerlendirilmeli” diyor ve aksi halde, bilhassa yakın tarihimizde meydana gelen bazı olumsuzluklara dikkat çekiyordu. Artık geçmişi ve olumsuzlukları konuşmanın zamanı olmadığını vurgulayan Gülen, Sünnîlerin ve Alevîlerin birbirlerinin iç dünyalarına ve ruhî derinliklerine inmelerinin gereğinden bahsediyor, daha yakın, kalıcı ve sağlıklı bir temas ve anlaşma, uyuşma için de, daha çok sözlü kültüre dayanan Alevîliğin, kitabîleşip, ilmî bir sıfat ve kimlik kazanması, bunun için de cem evlerine, ayrıca halkın devam ettiği lokallere, okuma salonlarına, eğitim merkezlerine Hacı Bektaş gibi, Yunus Emre ve Niyazi Mısrî gibi, Alevîlerce önder kabul edilen, Sünnîlerin de bağırlarına bastığı zatların eserlerinin konması teklifinde bulunuyordu. Daha da öte giden Gülen, İzmir Narlıdere’den tanışıp görüştüğü bir Alevî dedesine birlikte okul açma ve ayrıca yanyana cami ve cem evi yapma teklifi götürüyordu.
Gülen, Alevîliği “Hz Ali’nin amel, davranış ve düşüncede arkasında olmak ve bunlara ilaveten Hz. Ali’nin diğer sahabeye nispeten üstün olan yanlarını öne çıkararak, ona iktida etmek” şeklinde tarif ederken, Anadolu’daki bir kısım Türk boylarının, Hz. Ali’nin kahramanlığına ve mertliğine “meftun” olmaları ile, “neşet ettikleri bölgelerin sosyo-kültürel şartlarının” onlarda Alevîliğe taraftar olma düşüncesini doğurduğunu ve konunun “psiko-sosyolojik yönüyle tahlil edildiğinde bu gerçeğin” ortaya çıkacağını söylüyordu.
“Hz. Ali ve Ehl-i Beyt etrafında hâleleşmiş Alevîlik anlayışıyla hiçbir Sünnînin problemi” olamayacağına dikkat çeken Gülen, İran’daki Şiiliğin Alevîlik olmadığını da vurguluyordu.
Fethullah Gülen, bazı ideolojik radikal grupların ve bunları yönlendirenlerin, sürekli Sünnî-Alevî çatışması peşinde olduklarına dikkat çekerek, Türk Milleti’nin Sünnisiyle, Alevîsiyle birleşmiş bir toplum olduğu üzerinde duruyor, son zamanlarda şurada burada çıkarılan olayların altında bazı kışkırtmaların yattığını belirtiyordu. O, Alevîlik-Sünnîlik kışkırtmasıyla bir yere varmak isteyen güçlerin varlığına dikkat çekiyordu. “Denebilir ki, Türk Milleti, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisini, başka her milletten daha çok öne çıkaran bir millettir ve Alevîliğin menşeinde de bu sevgi ve bağlılık yatıyorsa, bu takdirde, denebilir ki bütünüyle Alevîdir” diyen Gülen, “bizim inanmış her ferdimiz Müslümanlığa duyduğu alâka kadar, Raşid Halifelere ve bu arada Hz. Ali’ye karşı çok ciddi bir alâka duymaktadır. Bu açıdan, konuyu Hz Ali ile irtibatlandırınca bir Alevî-Sünnî çatışması mesnetsizdir” sözleriyle de meseleyi bağlıyordu.
1994 yılı içinde, daha çok Alevîlerin meskûn bulunduğu İstanbul Gaziosmanpaşa’da bir kahvehanenin taranmasını “şenî bir tecavüz olarak” niteleyen ve “nefretle karşıladığı”nı belirten Gülen, yine ülke ve toplum aleyhine tezgâhlanmaya çalışılan bir Sünnî-Alevî çatışmasına dikkat çekmekten kendini alamıyordu:
Ben şahsen Gaziosmanpaşa’da cereyan eden, Alevî vatandaşlara karşı yapılmış şeni tecavüzü nefretle karşılıyorum. Ben, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetiyle meşbû bir insanım. Kerbelâ için dünya kadar gözyaşı dökmüşümdür. Diyebilirim ki, hiçbir Alevî ocağında, cem evinde o kadar gözyaşı dökülmemiştir. Bu açıdan, böyle bir olaya nefret duymam tabiatımın gereğidir. Ve milletimin de benimle aynı duyguyu pay*laştığını düşünüyorum.
Alevîlere karşı yapılan bu hareketler büyütülmeye müsait olması bakımından Sünnî-Alevi çatışması haline getirilmek isteniyor. Bu meseleyi aklı başında olan insanlar soğukkanlılıkla karşılayıp bağır*larında boğabilirler. Fakat kitle ruh haleti de göz ardı edilmemeli. Birtakım saf yığınlar, bu tür meselelere her zaman taraftar olarak teveccüh edebilirler.
Burada yapılacak şey, teröre terörle karşı koymamak ve anarşiye karşı anarşiyle hareket etmemektir. Yoksa herkes hakkını almak için silaha sarılır ve ihkak-ı hak edeceğim derse, bütün haklar çiğnenir. Güvenlik güçlerinin ve adliyenin bu işi çözeceğine inanmak lazım. Bu açıdan milletimize geçmiş olsun derken, diğer taraftan da soğukkanlı olmayı yeğliyoruz.
Gülen, Türkiye’deki Sünnî-Alevî ayrımının ve Alevîlere farklı davranıl*dığı imajının, Avrupa Birliği yolunda Türkiye’ye zarar vereceğinin de bilhassa altını çiziyordu:
Türkiye, bir yönüyle bazıları tenkit etseler bile, yarım ayak dahi olsa Avrupa’ya adım attı sayılır. Böyle bir süreç yaşandığı bir dönemde, Alevî vatandaşları eziyorsunuz, hem de emniyet güçleriyle eziyorsunuz imajı, Avrupa’da değişik parlamentolarda çok farklı algılanacaktır. Birtakım Avrupalı devletlerin, bunu, Türkiye’nin attığı yarım adımı ileriye götürmemesi için kullanacaklarını tahmin ediyorum. (Sönmez, 152–57)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Ümit ve endişe
Fethullah Gülen, dalga dalga dünyaya yayılacağını ümit ettiği hoşgörü ve diyalog hareketini toplum çapında seslendirirken, şüphesiz bir takım gerçeklerin de farkındaydı. Türk toplumu içinde baştan beri kavgadan beslenen ve dolayısıyla hoşgörünün, diyalogun, sosyal barışın olmasını arzu etmeyen iç ve dış mer*kezlerin, menfaat gruplarının olduğunu biliyordu. Bu sebeple, söz konusu gece*lerde yaptığı konuşmalarda bir yandan ümitlerini seslendirirken, bir yandan da endişelerini dile getiriyor ve âdeta katılımcıları ve bütün bir toplumu uyarıyordu.
Önümüzdeki yıllar, sevgi ve hoşgörü yılları olacak. Herkese sevgiyle bağrımızı açacak ve dünyanın çok muhtaç olduğu bir şeyi gerçek*leştireceğiz. Fakat bir endişem var. Marjinal bir kesim, zaaflarını bağırarak, çağırarak, kendilerinde güç var olduğunu hissettirmeğe çalışarak, toplumun huzurunu bozmaya devam edecektir. Bundan sonra hoşgörüye pusu kuracaklar. Ve anlaşılıyor ki biz, bundan sonra çok daha ağır şeylerle imtihan olacağız. Milletimiz, birbirine katlanmak suretiyle bu ağır imtihana karşı koyacak; bu imtihanda dişimizi sıka*cağız. “Gelse celâlinden cefa / Yahut cemalinden vefa / İkisi de cana safa / Lütfun da hoş kahrın da hoş” diyecek; “dövene elsiz, sövene dilsiz” olacak ve her şeyi, gönül koymadan sevgiyle, şefkatle kucaklayacak, yarınlara birbirimizi severek yürüyeceğiz. (Ergün, 242)
Gülen, bir başka konuşmasında yine benzer duyguları dile getiriyordu:
Birbirimizle sürtüştük. Birbirimizi kendi içimizde kabullenemedik ve neticede kendi birliğimizi, kendi cennetimizi kaybettik. Ve bugüne kadar kaybettiklerimizi elde etmemiz de, birbirimizi kabûl etmekte yatmaktadır. İnsanımızın bugün en çok ihtiyaç duyduğu şey budur.
3 yıldan beri gördük ki, toplumumuz gerçekten diyaloga, hoşgörüye açıktır. Hoşgörüye atılan adımlar bizi İlâhî ahlâka taşıdı. Allah, kendi ahlâkını anlatırken, “Kulum Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim” diyor. Bu diyalog içinde kime doğru adım attıysak, o koşa koşa geliyor. Hoşgörülü insanlar olarak, Hz. Yakub’un hasret ve hicranını, Kerbelâ şehidi Hz. Hüseyin’in hüznünü içinde duyan toplumumuzun, bütün kesimleriyle birbirini kucaklayacağı, medya ve aydınımızın buna rehberlik edeceği günleri; idarecilerimizin de üslûplarını bir defa daha gözden geçirerek, düşünce ve karşılıklı münasebetlerinde hoşgörüyü esas alacaklarını bekliyor ve gelecek adına “hoşgörüyle el ele” diyoruz. Diyoruz ki, geleceğimiz adına kanlı planlar yapıp, Türkiye’yi kan arenası haline getirmeyi düşünenler varsa, bu planların gerçekleşmesine meydan verilmemiş olsun. (Ergün, 250)
Gülen, bir diğer konuşmasında ise, hoşgörü ve diyalogun kökenlerinin İslâm’ın özünde yattığını belirtiyor ve şunları söylüyordu:
Hoşgörüyü, gerçek derinlikleriyle, buutlarıyla başka yerlerde aramak beyhudedir. Karakterimiz olan hoşgörü, Mevlâna’nın, Yunus Emre’nin düşüncesi... Eğer biz, İslâm dinindeki, Allah Rasûlü Habibullah’ın sözlerindeki espriyi kavrayabilirsek, dinimizin temelinin neden ibaret olduğunu anlayabiliriz. Öyle inanıyorum ki, şirazesinden çıkmış dünya, başını sağa sola vurduktan sonra gerçeği anlayacaktır. Önümüzdeki yılların kin, nefret, hiddet ve şiddet üzerine değil, sevgi ve hoşgörü üzerine bina edilmesini Allah’tan niyaz ediyorum. (Ergün, 254)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
“Birleşme noktaları”
Fethullah Gülen, hoşgörü ve diyalog çağrısında iki taraftan tepki gördü. Bunlardan biri, Türkiye’de iç barışı istemeyen ve ülkenin sürekli bir kavga ortamında olmasını menfaatleri, ikbal ve istikballeri açısından daha yararlı gören kesimdi. Çok küçük bir azınlık teşkil etse de, ülke içinde çok ciddi gücü bulunan bu oligarşiye, dışarıdan da destek gelmediği söylenemez. Bu kesim gibi, Gülen’in hoşgörü ve diyalog çağrısına ‘sınıf’ merceğiyle bakarak karşı çıkan daha bazıları ise, Fethullah Gülen’in İslâm içinde neşet etmiş ve cami imamlığından yetişmiş bir insan olmasını sindiremiyorlardı. Gülen’in çağrısına tepki gösteren ikinci kesim, hoşgörü ve diyalogun Müslümanlara gösteril*mediğini ve Müslüman olmayanlara da bu yolla taviz verildiğini ileri süren, marjinal sayılabilecek bazı Müslüman gruplardı. Oysa Fethullah Gülen, yıllarca bu gruplar tarafından en azından belli ölçülerde tanınmış olmakla birlikte, daha sonra onu eleştirenlerin zaten önceden de çok sempatisini çekememişti. Hiçbir zaman siyasî kesin bir eğilim göstermemiş ve İslâm ile siyaseti birarada götürmeye çalışanlara siyasî sahada destek vermemiş olması, ayrıca, din, ülke ve insanlık hizmetinde, Allah Rasûlü’nün Sünneti’ne uygun gördüğü bir çizgide gidip, bazılarının çizgisini paylaşmaması, bu sempatisizliğin en önemli sebebi idi. Söz konusu tepkide, kıskançlık gibi daha başka nefsanî faktörlerin olup olmadığını bilecek ve bu konuda hükmünü verecek olan ise yalnızca Allah’tır.
Fethullah Gülen, baştan beri herhangi bir Müslüman grubun, özellikle doğrudan İslâm’a yönelik hizmetleri konusunda aleyhlerine olabilecek bir teşebbüsün içinde de olmadı. Müslüman gruplar arasındaki diyalog, barış ve kardeşlik konusunda görüşlerini zaman zaman açık-kapalı dile getirdiği gibi, bu konudaki bütün düşüncelerini, yıllarca önce, 1979 yılında İbrahim Canan’ın Sulh Çizgisi adlı kitabına yazdığı “Birleşme Noktaları” adlı önsözde ortaya koymuş bulunuyordu.
Söz konusu yazısının başlarında, “Doğrusu ittifak ve iftirak (birlik ve ayrılık) mevzuu, günümüzde ehemmiyetini koruyan en aktüel konulardan biridir. O, her devirde ehemmiyetini korusa bile, yeni bir dünyaya göre hazırlanmanın gerekli, hem çok gerekli olduğu bir dönemde, ciddiyeti giderek artan ve bütün içtimâî meselelerin önüne geçen bir mevzu haline gelmiştir. Asırlardan beri faturasını milletin ödediği anlamsız bir ihtilâf ve iftirak, hissîliğin ön aldığı günümüzde endişe verici buutlara ulaşmıştır. Çok rahatlıkla söylemeliyim ki, dirilişimiz için bundan daha büyük bir tehlike tasavvur etmek mümkün değildir” diyerek, toplumda birliğin önemine, ayrılıkların zararına dikkat çeken Fethullah Gülen, özelde Müslümanlar ve Müslüman gruplar arasındaki, genelde ise ülke içindeki ayrılıkların sebepleri olarak şunları zikretmektedir:
· Toplumun, ilmî ve fikrî yapısı itibarıyla olabildiğine sığ, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla oldukça fakir, lider ve rehberleri itibarıyla sahipsiz ve acınacak bir halde olması;
· Bu ortamın doğurup beslediği bağnazlık;
· Nefse muhabbetin, hattâ tapınmanın ifadesi olan ben-merkezcilik; vesileleri, hedef ve maksatların yerine oturtma gibi bir gizli şirk;
· “Benim elimle olmadıktan sonra, başkalarının getireceği hayrı da, o hayrın vesilelerini de istemem” türünde bir hakbilmezlik;
· Doğruluğu kendine tâbi olmada görüp, tâbi olmayan herkesi küfre, dalâlete ve günahkârlığa havale gibi hoyratlık ve bağnazlık;
· Bazı büyük zevâtın maddî-manevî hubb-u câh (makam ve şöhret tutkusu) hissinin işlettirilip, karşı gruplarla rekabete itilmesi;
· İslâm adına ortaya konan gayretlerde, mukabil hizmet gruplarını “yıkma” esasıyla hareket edilmesi;
· İlim ve fazilet semerelerinin elde edileceği yer ve zaman daha çok uzak istikbal sayılan Âhiret olduğu hâlde, bunların her küçük sa’y ve gayret arkasında ve hemen burada beklenilmesi;
· Millete hizmet edenlerin kendi mesleklerinin muhabbetiyle yaşa*maları bir esas iken, bunun yerine, başkalarına düşmanlıkla meşgul ve meşbû bulunup, tevfik-i ilâhînin (başarı için şart olan İlâhî yardımın) önemli bir vesilesinin yitirilmesi...
Gülen, bu ‘nefsanî’ faktörlerden başka, Müslümanlar arasında ayrılığa yol açan daha başka faktörlere de dikkat çekmekte ve bunları şöyle sıralamaktadır:
· Uzun zaman dinî hizmetlerin ortada kalması, sonra da bu vazifenin birbirinden ayrı fert ve cemaatler tarafından yürütülmesi ve hele bu fert ve cemaatlere sözünü geçirecek bir lider ve yol göstericinin bulunmayışı, neticede her grubun ayrı bir yol tutup gitmesi;
· Bu gruplardan her birerlerinin, kendilerine ışık tutan rehber ve öncülerine müceddit nazarıyla bakmaları. “Müslümanların vic*danında müceddit telâkkisi olduğu müddetçe – ki bu, kıyamete kadar devam edecektir – dine karşı kötülüklerin arttığı devirlerde, ilmî ve amelî yönleriyle ön plana çıkacak kimseler ve bunlara tâbi olanlar her zaman bulunacaktır” tesbitinde bulunan Gülen, her Müslüman grubun kendi liderine müceddit nazarıyla bakmasını bir bakıma tabiî görmekle birlikte, düşünce ve değerlendirmeleri zayıf kişilerin elinde bu hususun bir ayrılık sebebi teşkil ettiği ve edeceği görüşündedir.
· “Âhir zaman fitnesi karşısında fert için de, toplum için de bir kurtarıcı simit gibi” olan Mehdilik inancı. İtikadî bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelâtın tamamen gözden çıkarıldığı bir dönemde böyle kurtarıcı bir zatın beklenmesini de yadırganacak bir husus olarak görmeyen Gülen, fert olarak Mehdi’de hayal edilen büyüklüğün ve liderini Mehdi tanıyan ce*maattaki asabiyetin ayrılık sebebi olacağı düşüncesindedir.
· İhtilâfların dıştan ve gruplar içine sızan unsurlarca körüklenmesi; dış mihrakların en çok müracaat ettikleri noktalar olarak, yerinde mezhep anlayışının değerlendirilmesi, yerinde meşrep ve mizaçların işlet*tirilmesi ve yerinde etnik havanın kurcalanması;
· Çekici ve sürükleyici bir hizmet kadrosunun tesirini kırmak için, ona karşı yeni bir grup çıkarmak ve bu yeni alternatifle, dâhilî sürtüşmeler meydana getirilerek, iç ayrılık ve parçalanmalarla o topluluğun eritilip, tüketilmesi;
· Bunlara ilâve olarak, insanımızın tatmin edilememesi, bir kalp ve ruh boşluğuna maruz kalması, kitlelerin bir kısım fantastik düşünce ve sistemlere takılıp, büyük ölçüde kalbî ve ruhî hayattan uzaklaştırılması.
Fethullah Gülen, bilhassa Müslüman hizmet grupları arasındaki birliğin önemini, hem İslâm adına, hem de Türkiye’nin dirliği adına olmazsa olmaz bir şart olarak görmekle birlikte, birleştirme havarisi gibi, uğranılan her şahsa “gelin, birleşelim” demenin münasebetsiz bir teklif olacağını da belirtir. Özellikle bu teklif, kendi anlayışına davet edası içinde ifade ediliyorsa, bunun bütün bütün bir saygısızlık olduğunu hatırlatan Gülen, böyle bir tutumun, en hakperest insanlarda bile grup hamiyetini tahrik etmekten başka bir işe yaramadığını ve yaramayacağını bilhassa vurgular. Bunun gibi, “belli bir grup karşısındaki toplanmalar ya da düşmanlık duygularıyla biraraya gelmeler, saldırmış veya saldırılmış olma ruh hâleti içindeki derlenmeler, hissî birleş*melerin gelip geçici dalgalanmalarından ibarettir” diyen Gülen, günümüzde daha çok hissî birlik ve kardeşliğin söz konusu edildiğini belirtir ve anlaşmanın, uzlaşmanın her şeyden evvel bir akıl ve mantık işi olduğunu vurgular.
Gülen’e göre, gruplaşma hissi insanın fıtratında vardır ve farklı düşünce ve anlayış, farklı yaratılmış olmanın neticesidir. Yaratan böyle dilemiştir ve bunda da rahmet ve hikmet söz konusudur. Ancak şeriat-ı fıtriyedeki, yani yaratılıştaki ve kâinattaki âhenk ve intizamı, beşer kendi iradesiyle temin etme mecbu*riyetindedir. Makro âlemde cebrîlik (determinizm), insanlık âleminde ise “şart-ı âdi” çerçevesinde irâdîlik hükümfermâdır. İlk varoluş bir ihsan ise de, sonraki her ihsan bir sebebe dayanmaktadır. Bu bakımdan, içtimaî birlik ve beraberlik adına ilk şart, vicdanların içtimaîleşmesi ve gönüllerde mürüvvet ve insanlık sevgisinin mayalanmasıdır. Bu da, ilim ve irfanın, hoşgörü ve müsamahanın yaygınlaşmasıyla mümkün olabilir.
Gülen, bu ilk şarttan sonra, sağlıklı bir birlik adına şu noktalara dikkat çeker:
· Her şeyden evvel, temel esaslarla alâkalı olmayan farklı düşünceler normal kabul edilmeli ve millet fertleri, farklı gruplar ve toplumun farklı katmanları arasında, en azından bir yabancıya karşı takınılan sunî nezaket kadar olsun bir nezaket ve saygı gelişmelidir.
· Başkalarını küfür ve dalâlet (sapıklık, sapkınlık) içinde görmek ya da günahkâr saymak, hem faydasız, hem de tehlikeli bir anlayıştır. Herkes kendi çizgisini anlatma, tanıtma ve tavsiye ile meşgul olmalı ve onun muhabbetiyle yaşamalıdır. Bu yol, aklın ve mantığın yolu olduğu gibi, iman ve Kur’ân’ın da gereğidir. Bu yolda, “herkes kendi mesleğinin sevgisiyle hareket eder, diğer gruplara husumet (düşmanlık) beslemez. Onlara yönelteceği tenkitler, yıkıcı, kırıcı ve küstürücü değildir. Kendi grubunun itibar kazanmasını öbürünün iptal ve tezlilinde (aşağılanmasında) ara*maz. Onu da bir kardeş bilir ve kusurlarını araştırmaz. Fazilet ve başarılarını gördüğü zaman takdir eder ve sevinir.”
· Özellikle, “içtimaî durumları itibarıyla bir hatası binlere ulaşan rehber ve liderler,” başkalarını küfür ve sapıklıkla itham etmekten şiddetle sakınmalıdır.
· Sevgimiz Allah için, öfkemiz de Allah için olmalı. Nefsanîliğe son verilmeli; herkes, özellikle her ehl-i iman hak ölçüleri içinde sevilmeli, onlara karşı mürüvvetten ayrılınmamalı; farklı düşünce ve farklı anlayışlar düşmanlık vesilesi değil, aksine bir zenginlik vesilesi olarak değerlendirilmelidir.
· Düşmanların entrikalarına karşı uyanık olmak ve onların oyun*larına gelmemek gerekir.
· Kinin ve nefretin şimdiye kadar hallettiği hiçbir mesele olmadığı bir kere daha hatırlanarak, medenîlere karşı galebenin ancak ikna ile olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır.
· Başkalarının hizmetleri sena edilmeli, onların rehber ve büyük*lerine karşı hürmetkâr davranılmalıdır.
· Bir mü’min olarak kâinata “mehd-i uhuvvet” (kardeşlik beşiği) nazarıyla bakıp, her varlıkla münasebet kurma yolu araştırılmalı ve hele ehl-i imana karşı daima yumuşak ve difüzyona açık bulunul*malıdır.
Gülen’in bu düşünceleri hiçbir zaman değişmiş değildir. Gerçi o, 28 Şubat sürecinde, İslâm ile siyaseti birarada götürmek isteyen gruplara karşı kısmî bir mesafe içinde bulunmuşsa da, bunun sebeplerini ve asıl mahiyetini burada tartışmaya girmeden şu kadarını çok rahatlıkla belirtebiliriz ki, Gülen, ta baştan İslâm’a dayalı siyasî faaliyetin yapılamayacağı görüşünde olmuş, aksi davrananları, gayelerinin tersine olabilecek sonuçlar sebebiyle önceden birkaç defa uyarmış, buna rağmen meydana gelen ortamda, siyasî oluşumlardan farklılığını ortaya koymak mecburiyeti duymuştur. İkinci olarak, bizzat şahit olduğum hadiselerden edindiğim kesin izlenimim, Gülen’in diğer Müslüman gruplara eskiden beri gösterdiği yakınlığın, genellikle karşılıksız kaldığıdır. Her şeye rağmen o, sadece Müslümanlar arasında değil, tüm Türkiye’de, hattâ dünyada huzur, barış, diyalog ve uzlaşmanın savunucusu olmuştur. Bizzat bulunduğum bir ortamda kendisine sorulan, “Bazı Müslüman grupları ziyarete gidiyoruz. Yüzümüze karşı gayet iyi davranıyorlar; fakat biz ayrıldıktan sonra farklı konuştukları kulağımıza geliyor. Bu konuda nasıl davranmamız tavsiye olunur?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Müslüman, Müslüman’a daima iyi davranmakla mükelleftir (sorumlu). Eğer farklı bir muameleyle karşı*laşıyorsanız, önce onları ziyaretteki niyetlerinizi kontrol edin. Müslüman kardeşlerimiz ziyaret edilmeli diye mi, yoksa onları idare etmek için mi ziyaretlerine gidiyorsunuz? İkinci olarak, haklarında dua ediyor musunuz? Ben, bütün Müslüman gruplar ve liderleri, hattâ onların babaları, dedeleri, bütün ecdatları hakkında devamlı dua ediyorum. Üçüncü olarak, ben, Rasûlüllah’ın hadislerinde, “Bana kötülük yapana nasıl davranayım?” sorusuna, bu kötülük kaçıncı defa yapılmış olursa olsun, her defasında “iyilik yap!” cevabından başka bir şey okumadım. Size yine iyilik yapmak düşer.”
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Gönüllerle konuşmak ve çatlayan rüya
Fethullah Gülen, 1994 ortalarından itibaren toplumda oluşmaya başlayan uzlaşma, hoşgörü ve diyalog havasından son derece memnun ve ülkenin geleceği adına ümitliydi. Ne var ki o, yukarıda geçtiği gibi, ülke içinde bu havadan rahatsız olanların bulunabileceğini de hatırından çıkarmıyordu. Nitekim, ülkenin daha sonra içine sürüklendiği kaos sürecinde bu hava neredeyse bütünüyle kaybolduğu gibi, geçmişleri ve sicilleri itibariyle devlet ve rejim düşmanlığından başka bir şöhretleri olmayan, çok ciddi yolsuzluk ve yurt dışı bağlantısı zanlısı, İslâm’ın her türlü tezahürüne karşı bazı kesimlerle, çıkarlarını, geleceklerini ve ikballerini ülkenin sürekli kavga ortamında bulunmasında arayan bir takım merkezlerin, bir kısım medya desteğini de yanlarına alarak tezgâhladığı, mahiyet ve niteliğine önceden kısaca temas ettiğimiz bir kaset operasyonuyla da Fethullah Gülen, eli-kolu bağlı hale getirilmek istendi. O, bütün samimiyetiyle başlattığı ve dünyanın, özellikle Türkiye’nin ekmek, su ve havadan daha fazla ihtiyaç duyduğu toplumsal uzlaşma ve sosyal barışın dinamitlenmesini “çatlayan rüya” olarak niteledi ve bu konuda duyup yaşadığı hicranı, daha sonra satırlara dökme yolunu seçti:
Milletçe birbirimize karşı saygının, sevginin, insanî münasebetlerin yeniden canlandığı yakın geçmişteki o kısa dönemde, bir baştan bir başa bütün ülkede her şey daha bir farklı görünüyor ve daha bir sıcak hissediliyordu. Ara sıra bir kısım münasebetsiz ve can sıkıcı sesler duyulsa da, toplum hemen her kesimiyle âdeta bir nevruz heyecanı yaşıyor ve upuzun yaz rüyaları görüyordu.
Hemen hepimiz, hatıralardaki altın günlerimizi, bugünler içindeki kendi şive ve kendi edamızı yeniden bulmuş gibi pürneşe, birbirimizle kucaklaşıyor, koklaşıyor; birbirimizden haberdar olmanın, birbirimize kavuşmanın, hattâ birbirimizi bir kere daha keşfetmenin inşirahlarıyla hep sevgi türküleri söylüyorduk. Hülya ve rüyalarımızda her gün biraz daha derinleşen sevenler ve sevilenler dünyasından pırıl pırıl renkli fotoğraflar, her yerde teneffüs edilen sımsıcak hava, her yanda tüllenen derin bir şefkat ve merhamet, yürüyorduk kinin, nefretin bulunmadığı–bulunamayacağı günlere. Yakın geçmişimiz itibarıyla, milletçe bir türlü gerçekleştiremediğimiz sevgiyi sevme, nefretten nefret etme ve sinelerimizdeki düşmanlık duygusuna karşı tavır alma istikametinde ümitle, iştiyakla durmadan koşuyor ve kendimiz olmaya çalışıyorduk.
Yakın geçmişimiz itibarıyla biz, işte böyle bir diyalog vetiresi (süreç) içinde hep günlerin bahara kaydığını görür gibi oluyor; yeşeren ümitlerimizle kendimizden geçiyor ve bu ince, nazlı, yumuşak havanın, toplumun hemen bütün kesimlerince benimsenip yaşanabileceği hülyalarıyla oturup kalkıyor; her hamleyi az ilerideki sevgi günlerinin şafak emareleri gibi değerlendiriyor ve âdeta bir “şeb–i arûs”a hazırlanıyormuşçasına seviniyor, heyecanlanıyor, ümitlerimizin ufkuna doğru kanat çırpıyor ve gönüllerimizin zarını yırtacak seviyedeki bir neşe ve cûşişle yitirdiğimiz saatlerin, günlerin bize iade edildiğini/edileceğini duyar gibi oluyorduk.
Keşke böyle bir vetireyi ümit, hayal ve beklentilerimizdeki enginlik ve zenginliğiyle devam ettirebilseydik.! Aslında ettirilmemesi için zahiren hiçbir sebep de yoktu. Yoktu ama, doğrusu biz bu konuda ümit ve hayallerimizin çok çok gerisinde kalmıştık; kalmış ve her şeyi iyimserlik, hoşgörü ve hüsnüzanna bağlı değerlendirerek pusuda fırsat kollayan kini, nefreti, gayzı, öfkeyi, bağnazlığı, yobazlığı bütün bütün düşünemez olmuştuk; mâzur da sayılabilirdik; zira bizler medenî bir dünyada, aydınlar arasında tarihten kalma bu melûn düşüncelerin bütünüyle ölüp gömüldüğünü; iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin ve evrensel değerlerin peşi peşine “ba’sü ba’de’l-mevt”lerinin yaşandığı bir dönemde bunların bir daha da hortlatılamayacaklarını sanıyorduk… Keşke yanılmamış olsaydık!. Ne var ki biz, insanlara saygıya ve hüsnüzanna takılarak yanılmıştık...
Bir daha dirilmez sandığımız bütün kötü duygular, kötü tutkular yeniden hortlamış ve birer gulyabâni gibi her köşe başını tutmuştu; işte bu duygu ve tutku sergerdanları, bir Karmatî hezeyanıyla her şeye saldırıyor, bir Haricî mantığıyla her şeyi ve herkesi kesip–biçiyor; bir anarşist tavrıyla her şeye tecavüz ediyor; kinin, nefretin, gayzın, öfkenin güdümünde vahşetten vahşete koşuyor; sevgiye, hoşgörüye uzanan köprüleri yıkıyor, yolları harap edip yürünmez hale getiriyor, seven ruhları sindiriyor, sevgiyle çarpan sinelere şiddet, hiddet aşılıyor; çevresine şefkatle bakan çehrelerdeki tebessümleri karartıyor ve değişik çevre ve kesimlerin birbirleriyle olan iltisak noktalarını kırıyor, yıkıyor; onlar arasındaki birlik ruhunu kesiyor, biçiyor, parçalıyor ve ulaşabildiği bütün gönüllere düşmanlık tohumları saçıyorlardı..
Evet, bunlar, önce, toplumu teşkil eden fertlerin birbirlerine karşı güvenlerini sarsıyor; milletin değişik kesimleri arasına sûizan ve kuşku tohumları saçıyor; sonra da hoşgörü temsilcileri hakkında akla–hayale gelmedik iftira ve tezvirlerle, onların en samimî davranışlarını dahi evirip–çevirip hiç olmayacak bir kısım gayelere, hedeflere bağlayarak bütün hayırlı işleri âdeta kundaklıyorlardı. En olumlu gayretler etrafında şüpheler uyarıyor; diyalog adına ortaya atılan tekliflerde başka maksatlar arıyor; en yararlı sözleri, beyanları sağa-sola çekiyor, bölüyor, parçalıyor, montajlarla farklı kalıplara ifrağ ediyor ve tahribin en utandırıcı örneklerini sergiliyorlardı.
İşte bu şeytanî gayretler, millet çoğunluğu üzerinde müessir olmasa da, öteden beri hayatını şiddete, hiddete, kine, nefrete bağlamış ve düşmanlıktan başka bir şey düşünmeyen marjinal bir kesimi ayaklandırmaya yetmişti. Ayaklandılar ve “hoşgörü”, “diyalog”, “sevgi”, “herkesi kendi konumunda kabul etme” ve “kavgasız bir dünya”.. gibi kavramlara karşı âdeta savaş ilân ettiler. Yüreklerdeki ümitleri sarstı, insanların birbirine karşı güven ve itimadını yıktı, toplumun değişik kesimlerini birbirine bağlayan esasları parçaladı, dağıttı ve yerle bir ettiler.
Herkesi aldatamadıkları, her sineye giremedikleri, her dimağda şüphe uyaramadıkları ve çoğunluğu iğfal edemedikleri muhakkaktı; ancak bu kesme-biçme, bölme-parçalama ve her şeyi hurdahaş etme gayretleri tamamen de neticesiz kalmamıştı. Eski kavgalı günlerden henüz sıyrılmış bulunan ve fakat durduğu yerde biraz da iğreti duran pek çok kimse, yeniden sarsılmış ve bunların hoşgörü çağrılarıyla alâkalı bütün duyguları, düşünceleri alt-üst olmuştu. Bu da, yıllardan beri kardeşlik, dostluk ve diyalog adına ortaya konan gayretlerin heba olması ve bu çizgide gayretlerle gerçekleştirilmesi muhtemel diyalog ve barışa giden yolların muvakkaten de olsa yürünmez hale gelmesi demekti...
Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasını ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini ruhumda olsun duymamak için, olup bitenler ne zaman aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya çalışıyorum. Doğrusu şu anda, kalbimde sıkışmalar hasıl eden, tansiyonumu yükselten, vücudumda tavattun etmeye (vatan tutma) karar vermiş hastalıklara taarruz gedikleri açan böyle öldürücü hayallere karşı yapacak başka bir şey de düşünemiyorum. Ne var ki, ben onlardan ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine de olup bitenler, herhangi bir boşluktan sızıp düşünce dünyamın içine giriyor, bazen bir zehirli ok gibi kalbime saplanıyor; istemediğim halde zihnime akan bu meşum bilgilerle inliyor, kıvranıyor ve kim bilir günde kaç defa Rabbime el kaldırıyor, “Rabbenâ feracen ve mahracen!” deyip sızlanıyorum...
Kardeşlik ve dostluğa açık o sımsıcak günlerin, şimdilerde uçmuş renklerini, gönüllerde soldurulmuş nakışlarını, karartılmış ufuklarını her tasavvur ve tahayyül edişimde, ölüme yürüyen bir insanın çehresini ya da inkıraza yüz tutmuş mâil–i inhidam (yıkılması an meselesi) bir binanın halini temaşa ediyor gibi oluyor ve hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde sadece inleyerek tepkimi ortaya koyuyor ve gönlümü bununla serinletmeye çalışıyorum.
İddialar mesnetsiz olsa da, taarruz insafsız, koparılan gürültü korkunç, kampanya planlı, komplo şeytanî ve bütün bu hareketlerin hedefi de dostluk, kardeşlik ve sevgiydi. Toplum ne kadar sağduyulu hareket etse de, gönüllerden birçok şey kopup gitmiş ve değişik kesimlerin birbirlerine karşı güveni büyük ölçüde sarsılmıştı. Bu korkunç gürültü ve yaygaradan sonra artık, insanlar eskisi gibi birbirini sevemeyecek, birbirine güvenemeyecek, gönül rahatlığı içinde biraraya gelemeyecek, gelseler bile birbirlerini yürekten kucaklayamayacaklardı. Otel lobileri ya da değişik toplantı salonları artık tebessüm alış verişi göremeyecek, insanlar gönülden birbirlerinin elini sıkamayacak, sineler şefkatle çarpamayacak ve o sımsıcak günler bir garip Şubat soğuğuna yenik düşecekti. Demek ki, artık gönül kapıları o eski sıcaklığıyla herkese aralanamayacak, gözler tebessüm cimriliğine gidecek, dudaklar da sevgi mırıldanmayacaktı.
Sanki, gelecek adına görülen rüyalar bitmiş, birlik–beraberlik hülyaları yıkılmış, sinelerdeki ümit ışıkları sönmüş, emniyet soluklayan nefesler susmuş/susturulmuş, – Allah bu garip sessizliği bir daha göstermesin – her şey endişe verici bir sükûta teslim olmuş gibiydi... Ben her gün birkaç kere hayalimle bu ürperten resimleri seyrediyor ve kırılıp dökülen, parçalanıp sağa–sola saçılan sevgi, beşerî münasebetler, hoşgörü, diyalog ve birbirimizi anlama... gibi kazanılmış güzelliklerin horlanıp hakir görülmesi karşısında iki büklüm oluyor ve inliyorum: iki büklüm olup inliyorum çok ciddi gayretlerle elde edilen başarıların altının oyulmasına; o sevgi atmosferinin delinip yırtılmasına, toplumun değişik kesimleri arasında yeniden kavgaya start verilmesine; kinin, nefretin mergup bir meta (talep edilen bir mal) gibi gelip baş köşeye oturmasına; sevginin, merhametin, şefkatin ve bunlara bağlı olarak da gelecek adına ümitlerimizin kapı kapı kovulmasına; sinelerde uykuya yatmış düşmanlıkların bir kere daha hortlatılmasına… Evet, bütün bunlar karşısında kaddim bükülüyor; kendimi âdeta öldürülmüş bir sürü güzel şeyin mezarı başında tahayyül ediyor, acıyla kıvranıyor ve ürperiyorum. (Sızıntı, Nisan 2001)
Fethullah Gülen, girdiği süreçte ümitlerini insanın gerçek, yani insanî yanına bağlamış, Müslümanlığı sebebiyle herkesi iyi ve güzel görme ‘hata’sına (!) düşmüştü; bununla birlikte o, yine aynı şekilde davranacağını, kimse ile şahsî bir meselesinin olmadığını, ölümü gülerek karşılayacağını, celâlden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğini, Allah’a ait hukuka ve Allah’ın insanlara muamele şekline tabiî ki karışamasa da, kendisine ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağını, hem de söz vererek tekrarlıyordu:
Biz, bir sürü garip, yıllardan beri insanları bir kısım farklı sâiklere bağlı dış yüzlerindeki hırçınlıkları ile değil, iç âlemlerindeki o lâhûtî genişlikleri, o canlı sükûnetleri, o aktif âhenkleri ve her zaman iyileşmeye açık yanları ile görmek, kabul etmek istedik. Daha başka türlü düşünmemiz de mümkün değildi; zira Müslümanlığın âmir hükümleri de bunun böyle olmasını gerektiriyordu ki, bu, aynı zamanda onun evrenselliğinin ifadesiydi. Biz de, her zaman onu böyle duymaya, böyle hissetmeye ve bütün mülâhazalarımızı onun bu esprisine bağlamaya çalıştık. Öyle ki, bir yandan kendi dinimize, kendi hayat felsefemize sımsıkı sarılırken; diğer yandan da başka dinî telâkkilerin, felsefî görüşlerin mevcudiyetini birer realite olarak görüp, “herkesi kendi konumunda kabul ve herkese saygı” sloganıyla sürekli beraber yaşamanın yollarını araştırdık. Bu temel felsefeye bağlılık sayesinde de hiç kimseyi, din, iman, mezhep ve düşünce farklılığı gibi hususlardan ötürü hor görmedik, incitmedik. Onca tecavüze uğradığımız, ısırıldığımız, tahkire, tezyife maruz kaldığımız halde mukabelede bulunmadık; hem de bir hayli mukabele sebebi olmasına rağmen mukabelede bulunmadık; bulunmadık ve her türlü şetme, şamataya “eyvallah” deyip, “mukabele-i bilmisil”e zalimce bir kaide nazarıyla bakarak, insanlardaki daimî keramet ve şerefi, onların muvakkat kin, nefret, gayz ve vahşetlerine feda etmeyi hiç mi hiç düşünmedik. Bu duygu, bu düşünce ve bu anlayışımızı herhangi bir iltibasa (karışıklık, yanlış anlama) meydan vermeyecek şekilde ifade edebilmek için, yer yer başlarımızı, kaldırım taşları gibi, insanî duygular taşıdığına inandığımız hemen herkesin ayaklarının altına koyduk. Böyle bir tavır hazm-ı nefis adına olması tevazu ve mahviyettir; ve bu şekilde davranırken, şayet dinimiz adına zillet gösterip, bilmeyerek günahlara girmişsek, onu da Allah affetsin! “İnsana saygı” deyip inledik ve kimse varlığımıza takılıp tereddüt yaşamasın diye de, hep hüma kuşu gibi sadece gölgemizle varolma yolunu seçtik. Gönüllerini hoş tutmaya çalıştığımız, düşüncelerini saygıyla karşıladığımız ve her fırsatta yüzlerine tebessümler yağdırdığımız kimselerden de, insanca davranmalarını ümit etmenin ötesinde herhangi bir beklentiye girmedik.
Yıllar ve yıllar boyu hep bu derûnî hislerle sevgi kurnalarımızı sonuna kadar açık tutarak, belli bir zaman dilimi itibarıyla kinle, nefretle, düşmanlıkla, gayzla, komplo duygusuyla kirlenmiş bir zeminde muhabbet fidelerinin çoğalıp, gelişip her yanı saracağı hülyalarına kapıldık. Aynı hülyaları bizimle paylaşan toplumun büyük çoğunluğu da, bu gönülden çığlıklara ses verdi ve milyonlar, bu masmavi mefkûrenin büyüsüne kapılarak, her yerde sevgi mırıldanmaya başladı. Öyle ki, bu sevgi sağanağı zarûret ölçüsünde bir beklentiye bağlandığından, başlangıçta küçük bir iki sızıntıdan ibaretken, zamanla bir çağlayana dönüştü; dönüştü ve hemen her kesimin ümit dünyasında yepyeni bir dirilişin remzi olarak anılır oldu.
Kendi kendimize seviniyor ve çok yakın bir gelecekte, halâ insaniyetinin şuurunda olan kimselerin, gönüllerine Cibril’in kanatlarından tüyler takarak, meleklerin uçuşup durdukları iklimlere ulaşacaklarını ve dünyaya ruhtan, manâdan bestelenmiş yepyeni bir ses duyuracaklarını bekliyor ve sabırsızlanıyorduk; içinde kavga hırıltıları olmayan, yalana, iftiraya, tezvire, karalamaya bütün bütün kapalı, göklerin en üst tabakalarından yepyeni bir ses...
Ama ne acıdır ki, tabiatları düşmanlığa, tecavüze, anarşiye, iftiraya kilitlenmiş marjinal bir kesim, güçleri ve tesirlerindeki fevkalâdelikleri tahrip yanlısı olmalarında ve çığırtkanlıklarında marjinal bir kesim, gulyabanîler gibi yolları tuttu ve kendi aklıyla hareket etmeyen bir kısım mütehayyir ve müteredditleri de yanlarına alarak, kendi yaptırdıkları anket neticelerine göre toplumun 100’de 85, hattâ 90’ının çok olumlu bulduğu bu mübarek süreci kundaklamaya kalktılar. Onunla da yetinmeyip, bu bir fırsattır diyerek dine hücum etti ve bütün dindarları karaladılar. Hemen herkesi bir ideolojinin insanı gibi göstererek, kimini dinci – o da ne demekse – adı altında, kimini de bir tarikat mensubu gibi göstererek irtica çığırtkanlığıyla her yerde fitne ateşleri yaktılar. Tutup tutmaması ayrı bir konu:
Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var;
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.
Sükûtumuz, üslûbumuza emanet; misliyle mukabele, bizim kitabımızda zalimce bir kaide; dövene elsiz, sövene dilsiz davranma, vicdanlarımızla aramızdaki mukavelenin gereği… Ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki...! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler; karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık saydık ve böyle bir saygısızlığı irtikap etmemek için, gürül gürül konuşacağımız yerde sadece yutkunmakla iktifa ettik.
Aslında, bizim şuna-buna mukabelede bulunmamıza da ihtiyaç kalmamıştı; zira onca yaygaraya rağmen, toplumun 100’de 80 küsuru, yapılanları birer çığırtkanlık olarak görmüş ve soylu bir millete yakışan o muhteşem tavrını bir kere daha ortaya koymuştu; koymuş ve bizi üslûbumuza aykırı hareket etme mecburiyetinde bırakmamıştı. Biz de, son bir kez daha “cebrî lûtfî”, kendi afv u safh çerçevemizde kalarak, herkesi sevgiyle kucaklama ahd ü peymanımızı bozmamış oluyorduk.
Evet, son bir kere daha bazıları, kendi ruh atlaslarını ortaya koymuş, biz de, kendi ledünniyatımızı ifade edebilme fırsatını bulmuştuk. Bundan sonra da hep böyle davranacak ve karakterimize saygılı olmaya çalışacağız. Üç beş günlük bir dünya için baş yarmayacak, göz çıkarmayacak, kem söz söylemeyecek, gönül kırmayacak ve Yunus edasıyla herkese sevgi çağrısında bulunacağız; bulunacak ve milletimize karşı münasebetlerimizde hep şu sözlere bağlı kalacağız: “Senelerden beri çektiğim bütün ezâ ve cefâlar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler, hepsi de helâl olsun!. 80 küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Aylarca ihtilâttan men edildim. Divan-ı Harplerde bir câni gibi muamele gördüm. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.” Evet, ben de bir mü’min olarak, bu duyguları paylaşacağıma söz veriyorum. Kimseye küsüp darılma*yacağıma söz veriyorum; ölümü gülerek karşılayacağıma söz veri*yorum; celâlden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz veriyorum. Allah’a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum. (Sızıntı, Ekim 1999)
Bütün olup bitenlere rağmen, Fethullah Gülen, toplumsal uzlaşma ve sosyal barıştan gelecek adına yine de ümidini kesmiş değildir:
Ne var ki, olup biten bunca kemlik, bunca kötülük ve bunca vefasızlığa rağmen halâ o günlerin avdet edeceğini gösteren ve onları bize geri veriyor gibi görünen saatlerin emareleri de başımızın üstünde. Yarısı uçurulmuş bir bina veya eksik kalmış bir mısra gibi imara azmi şahlandıracak, kalemi bir kere daha coşturacak bir hayli ışık var geçtiğimiz yollarda. Yıkılıp giden, sökülüp atılan o ümit dünyasından geriye kalan her parça bize, “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol... / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (Âkif) diyor gibi. Gerçi mevcut durum, bir yıkık rüyaya benzeyen haliyle bana oldukça dokunuyor ve yapılanlar çok gücüme gidiyor; ama yürüdüğümüz yol millet yolu olduğuna göre, neye maruz kalırsak kalalım, başımıza gelen her şeyi sabırla, tevekkülle karşılamaya kararlıyız. Gönül gözlerimizle milletimizin mutlu yarınlarını süzerek, yaşatma zevkiyle hasret ve hicranlarımızı tadil edip, yolda bulunmanın hakkını vermeye çalışacağız.
Bir kısım yobazca düşünceler, yürüdüğümüz yolları yürünmez birer patika haline getirse de, halâ her tarafta salınıp duran yeşillikler, gönüllerimizde yol yürüme heyecanı uyaran yol arkadaşları, insanî duygularıyla diyaloga açık sineler, el sıkışmasını, kucaklaşmasını ve etrafına tebessümler yağdırmasını devam ettiren gönül insanları, günahını bilen vicdanlar, hatalarına pişmanlık duyan ruhlar, geleceği mantık ve muhakeme üzerine bina etmek isteyen dimağlar mevcudiyetlerini devam ettirdikleri sürece, ruhumuzun sarsılan sistemlerini yeniden derleyip toparlayacak ve “yeni baştan” deyip herkesi sevmeye devam edeceğiz.
Şimdilerde hemen her yanda duyulan o sunî ağıtların, solgun nefeslerin pörsüttüğü duygular, düşünceler, mevsimi gelince yeniden canlanacak ve her yanda bir kere daha bahar nârâları duyulacaktır.
Ben bunca yıkılış, kırılış ve dökülüş karşısında imanımın gereği olarak bir gadr u efgânı, bir azim ve diriliş duygusunu dile getirmeye çalıştım. Beklentilerimin, Hz. Kâdiyü’l–Hâcât (ihtiyaçları gideren Allah’ın) dergâhında birer dua yerine geçeceği ümidini besliyorum. (Sızıntı, Nisan 2001)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
DİNLER VEYA DİN MENSUPLARI ARASI DİYALOG HAREKETİ
Fethullah Gülen’in, Türkiye tarihinde ilk defa başlattığı hareketlerden biri de, hoşgörü ve diyalog hareketini Türkiye içinde ve dışında, özellikle İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi İlâhî dinler mensupları arasında diyaloga taşıma teşebbüsü olmuştur. Hakkında pek çok polemik yapılmış olan bu teşebbüs, özellikle Müslümanlar tarafından, ayrıca oto-kritik adına çok iyi değerlendirilmesi gereken bir adımdı.
Dinî değerlerde yükseliş ve diyalog için kaderdenk noktası
Modern medeniyet, özellikle 19’uncu asırda, bilimsel ve teknik gelişmeleri doğru okuyamayan pozitivizm ve materyalizmin yaygınlaşmasıyla dini ortadan kaldırabileceği zannına kapılmıştı. Fakat, 20’inci asrın başlarında fizikteki gelişmeler, bu konuda düşüncelerin değişmesine yol açtı. Batı’da Max Plank, Pasternak, Schwartz, Alexis Carrel, James Jeans ve Eddington gibi bilim adamları ve filozoflar, bilâhare aynı çizgiye yakın olduğunu söyleyebileceğimiz Einstein, derunî bir din anlayışını benimserken, ne yazık ki, Türkiye’de 19’uncu asrın kaba pozitivizmi, hattâ materyalizmi resmî bir paradigma haline geldi ve yönetime de hakim oldu. Fakat, aynı dönemde olağanüstü bir Kur’ân ve iman hizmeti veren gayretleri şâyân-ı şükran bazı zatların çalışmalarına uzanan Hakk’ın inayeti sayesinde 20’nci asrın ikinci yarısında, bu katılık kısmen yumuşamaya doğru gitmişse de, yine de onu âdeta resmî tez halinde devam ettiren hakim bir zümre varlığını hep devam ettirdi. Bunun gibi, Batı’da bir yanda din yavaş yavaş kaybettiği mevzileri geri alırken, bir yandan da modernizmi, en azından sosyal hayatta din karşıtlığı olarak algılayan bir takım sözümona aydınlar, genel manâda dini sosyal hayatın dışında tutma, özel manâda ise İslâm ülkeleri adına İslâm’ı mahkûm etme gayretleri sergiliyorlardı. Bu konuda, Amerikalı antropolog Prof. Dale F. Eickelman, şunları kaydetmektedir:
1960’larda önde gelen bir aydın, “İslâm dünyasının önünde iki seçenek var: ya geçmişi diriltme manâsında yeni bir İslâmî totaliterliğe dönecek, ya da vanaları açıp, selde boğulmayı getirecek reformcu bir İslâm’ı kabullenecek” diyordu (Manfred Halpern) (119) Bu tür formülas*yonlarda İslâm, ferdlerin kolektif dinî duygu ve eğilimlerle çok uyuşmayan hayat tarzları arasında serbestçe seçim yapabildiği modern toplumu oluşturmada dinin ve dindar entelektüellerin önleyici bir rol oynamasında en önde gelen örnek olarak sunulmaktadır. Bütün modernleşme türlerinde, dine ferdî özel bir alanın dışında fazla saha tanınmamaktadır. Modernliğe ulaşmak için siyasî liderler, dinî liderlerin otoritesinin yerini almalı ve geleneksel dinî müesseselerin önemini azaltmalıdırlar.
1960’larda bir takım sözümona aydınlar bu öngörülerde bulunuyorlardı. Oysa, 20 yıl geçmeden dünyada meydana gelen değişmeler, onları yalanladı. 1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği çözülür ve demir perde yıkılırken, Fethullah Gülen’in ifadesiyle, eskiden Ortodoks olanlar, Katolik olanlar, artık yeniden dinlerine dönmeye, dinlerini yeniden keşfetmeye başladılar. Bunun gibi, eski Budistler Budizm’e dönecek, elbette Müslümanlar da İslâm’ı yeniden keşfe çalışacaklardı. Bu gelişmelere de parmak basan Eickelman, 1960’lardaki karşı öngörü ve düşüncelerin nasıl iflas ettiğini örneklerle açıklamakta, dinin sosyal, hattâ siyasî hayattaki önemini, yine örneklerle vurgulamaktadır:
Son dönem tarihi, modernleşme teorisine güçlü meydan okumalar getirdi. Peru ve Guetemala’da, din adamlarının başını çektiği yeni müesseseler ve teşkilatlar ortaya çıktı. Peru’da Katolikler, Guetamala’da Evanjelistler istikrara yukarıdan değil, aşağıdan katkı yapan sosyal sermayeler oluşturdular. Bizzat A.B.D.’de dinî cemaatler, hiyerarşiler ve özel dinî ilgi alanları ile, kolektif değerler üzerindeki tartışmalara ciddî açılımlar getirdiler. Dini modernleşmenin, kamusal alanın ve ulus-devletin dışına atan görüşlere bir başka meydan okuma da (Çekoslovakya Cumhurbaşkanı) Vaclav Havel’den geldi. Havel, “İnsan hakları, insanî özgürlükler ve insanın şerefi, en derin manâ ve köklerini maddî dünyanın dışında bulur” diye yazıyor. Dinin devlet ve gelecekteki muhtemel rolü konusunda da Havel, “Devleti insan kurar, fakat insanları yaratan ise Allah’tır” der. Dünyanın objektif olarak bilinebileceği ve bu şekilde elde edilen bilginin mutlak manâda genelleştirilebileceği şeklindeki modern görüşün nihaî bir kriz yaşadığını belirten Havel, bundan çıkış yolunun geleceğin politikacısının ruha, ferdî ruhiyata ve hepsinden öte, kendini dünyanın subjektifliğine bağlayan kendi ferdî subjektifliğine güvenmesinden geçtiğini vurgular.
Eickelman, bunları kaydettikten sonra, Hıristiyanlığın Batı’da sosyal ve siyasî değerlerin oluşmasındaki, hattâ mevcut siyasî hayattaki rolüne geçmekte ve ardından özellikle Müslüman ülkelerdeki bir kısım militan lâiklerin İslâm karşısındaki tavırlarına temas etmektedir:
Tarihçi Dominique Colas, dinî söylemin, Avrupa’da modern kamusal alanın oluşmasında en büyük faktörü oluşturduğu görüşündedir. Bugüne kadar Hıristiyanlık, mukaddesatı tezyif yasaları, dinî tatiller ve toplu dualarda hep tayin edici rolünü oynayagelmiştir. A.B.D.’de olsun, Türkiye’de olsun, laikliğin çağdaş savunucuları lâik kurumların açık fikirli oluşunu ileri sürseler de, Müslüman Orta Doğu ülkelerinde militan lâikler, meselâ Türkiye’deki güç merkezleri, aydınlanmacı değerlerden çok, baskı ve hoşgörüsüzlükle özdeşleşmektedir.
Eickelman, Müslüman ülkelerdeki, bilhassa Türkiye’deki dinî gelişmelerin niteliğini söz konusu etmekte ve şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
Türkiye’deki dinî hareketler, dindar modernlere hitap etmekte ve İslâm, bilim, akıl, modernlik, Doğu ile Batı’nın çatışmadan beraberliği arasında bağ oluşturmakta, her seviyede eğitimi öne çıkarmakta ve her geçen gün artan sayıda Türk’e ulaşabilmektedir. İslâm nedir? Hayatımdaki yeri neresidir? İmanın ilkeleri nelerdir? gibi sorular çokça sorulmakta ve tartışılmakta ve dinî otoritede demokratikleşme gelişmek*tedir. Artık din, siyaset ve sosyal hayatın kesiştiği noktada oluşan kamusal alan, sivil toplumun oluşmasına katkıda bulunmaktadır. İslâm dünyasında, İslâmî değerlerle sosyal ve siyasî hayata nasıl intibak edilebileceği konuşulmaktadır. (Islam and the Languages of Modernity, Daedalus, Kış 2000, s: 120-132)
Halklarının ne bildiğini ve ne düşündüğünü artık hükümetler kontrol etmiyor. Geçmişin entelektüel tekelleri yıkılıyor ve artık çok sayıda mümin, din, toplum ve kamusal alanın yeniden inşasına çalışıyor. (The Coming Transformation in the Muslim World, Current History, Ocak 2000, s.16)
Fethullah Gülen, hoşgörü ve diyalog çağrısını, tarihin işte bu ‘kaderdenk’ noktasında yaptı. Bu noktanın bir yüzünü yükselen dinî değerler ve bu değerlerin barış, huzur, sükûn, karşılıklı saygı ve anlayış üzerine kurulması özlenen bir dünyanın yoğurulmasında oynayacağı önemli rol oluşturuyordu. Diğer yüzünde ise, düşman kutup olarak algılanan ve takdim edilen İslâm ve İslâm dünyası, bütün İslâm coğrafyasını, özellikle Müslüman ülkeler-Rusya sınırını medeniyetler arası çatışma alanı olarak sunan bir Huntington raporu ve Müslümanları demokrasinin, temel insan hak ve özgürlüklerinin, insanî değerlerin düşmanı olarak göstermeye yönelik terör hareketleri yer alıyordu. Gülen, hem İslâm ülkelerinde, hem de dünya üzerinde önemli ölçüde söz sahibi olan bir takım güç merkezleriyle, onlarla içli dışlı olan menfaat ve sermaye gruplarının, özellikle dinî değerlerin desteğinde genişleyecek bir hoşgörü, diyalog, uzlaşma ve karşılıklı saygı atmosferinden rahatsızlık duyacaklarının farkındaydı ve bu kaygılarını, yukarıda geçtiği üzere, Türkiye içinde başlattığı ve dünyaya da yayılabilme istidadı gösteren bir hoşgörü ve diyalog hareketinin daha ilk adımında dile getirmişti. Nitekim, Cezayir’de ve daha başka yerlerde Müslümanların üzerine yıkılan dehşet verici cinayetler, Türkiye’de bazı mahfillerin Gülen tarafından başlatılan diyalog ve hoşgörü teşebbüsünü daha ilk adımlarında boğmaya teşebbüs etmesi, son olarak, New York’taki terör saldırısının ardından gelen ve dünyaya neye mal olacağı şimdiden kestirilemeyen savaş, onun kaygılarındaki haklılık kadar, bu teşebbüs veya hareketin esasen ne ölçüde önemli ve hayatî olduğunu da ortaya koymuştur.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Niçin diyalog?
Gerçi, Gülen’in hoşgörü ve diyalog hareketinin çok önemli bir ayağını oluşturan dinler veya dinler mensupları arası diyalog, şüphesiz onunla başlamamıştı. 1960’lara gelindiğinde, Roma Katolik Kilisesi, hem Yahudilik’le hem de İslâm’la bir diyaloga girme için önemli bir adım atmış bulunuyordu. Şüphesiz tek bir sebebe bağlanması mümkün olmayan bu adımda, Prof. Dr. Suat Yıldırım Bey’in sıraladığı üzere, Kilise’nin, varlığını sürdürebilmesi için dünyaya açılmayı kaçınılmaz görmesi ve gittikçe yitirdiği cazibesini yeniden Hıristiyanlığa kazandırma arzusu; dinin her türlü tezahürünü ortadan kaldırmak isteyen mutlak inkâr cereyanlarına karşı, Tevhid’in atası Hz. İbrahim (a.s.)’ı ortak otorite kabûl eden İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin işbirliğini sağlamak; Hıristiyanlığı daha etkili yollarla yayma isteği; İslâm hakkında orta çağlar boyunca sürdürülen asılsız iddiaları daha fazla sürdürmenin mümkün olmaması; Müslümanlar içinde İslâm’a ve Kur’ân’a modernist ve tarihselci–hermönotik yaklaşım sahiplerini ön plana çıkarma ve hattâ Batı hakimiyetine taze destek verme ve İslâm’dan uzaklaşanları Hıristiyanlığa kazandırma gibi faktörlerle birlikte (Yeni Ümit, S. 16, s. 7-11; S.17, s.7-13), Roma Katolik Kilisesi’nin Yahudilik’le barışma temayülü de etkili olmuş olabilir. Kilisenin bu teşebbüsündeki gaye ne olursa olsun, bunlar, yapılması gereken bir şeyi Müslümanların yapmasına mani olmamalıdır.
Ne var ki, bilhassa İslâm’a karşı asırlarca girişilen saldırıların tesiriyle, kaynağını Batı’dan ve Kilise’den alan her teşebbüse şüpheyle yaklaşmaya alışmış ve hem bu saldırıların, hem de onların yol açtığı şüphenin tesirinde sürekli savunma pozisyonunda kalmayı, kendi dışlarında gelişen hadiseler ve oluşan şartlar karşısında tavır alıp, tavır değiştirmeyi İslâm’ı koruma ve İslâm’a hizmet olarak algılamış, dolayısıyla İslâm adına inisiyatif sahibi olmayı çoktan unutmuş bulunan bir takım Müslüman çevreler, yukarıda arzedildiği üzere, Fethullah Gülen kaynaklı hoşgörü ve diyalog hareketinden son derece ürken bir takım güç merkezlerinden daha fazla olarak, dinler mensupları arası diyalog teşebbüsüne şiddetle karşı çıktılar. Oysa bu, son derece önemli bir teşebbüstü; çünkü:
· Mesele sadece İslâm’ı anlatma, tanıtma ve tebliğ etme noktasında ele alındığında bile, karşımıza çıkan tablo şudur:
Bugün yeryüzünde İslâm’ın anlatılabileceği sağlam bir zemin yoktur. Modern dünya, günümüz insanının birinci derecede önem verdiği ekonomi ve siyasette Müslümanların çok çok önündedir ve Müs*lümanların bu alanlardaki üstünlüğü tarihte kalmış bir vakıa olup, onlar, İslâm’ın bu sahalardaki üstünlüğünün günümüzde müşahhas misal ve temsilini ortaya koyacak durumda değillerdir. Dolayısıyla İslâm’ı anlatmada, tanıtmada ve takdimde, günümüz dünyasının en çok muhtaç olduğu İslâm’ın manevî-ahlâkî değerleri, ibadet sistemi, varlığa ve kâinata bakış açısı, Batı’nın son asırlarını kapsayan din-bilim çatış*masına son verebilecek, en azından bunun anlamsızlığını ortaya koyacak doktrinleri ön planda olmak durumundadır. Bunların takdimi ve temsille bizzat gösterilmesi ise, bir uzlaşma, barış ve diyalog or*tamının varlığını zaruri kılmaktadır. Savaş ve çatışma ortamında hiçbir şey anlatılamaz. Diyaloga şuurla karşı çıkan çevreler bunu bildikleri içindir ki, böyle bir ortamın oluşmasını hiçbir zaman istememektedirler.
· Bilhassa 1990’dan sonra bütün dünyada İslâm adına ortaya konan ve her türlü vasıtayla desteklenen imaj, onun özüne bütünüyle ters olarak öldürme, terör, cinayet, geri kalmışlık olmuştur. Yukarıda temas edildiği gibi, İslâm coğrafyasında bunu destekleyici olarak sahneye konan terör ve cinayet sahneleri, ne yazık ki, İslâm’ın pak yüzüne vurulmaya çalışılan imajı sürekli koyulaştırmış ve karartmıştır. Oysa günümüzün dünyasında, uygulamada öyle olmasa, en azından öyle olduğu sorgulanmaya çok rahat açık bulunsa bile, temel insan hakları ve özgürlükleri, demokrasi, özel teşebbüs, sevgi, hoşgörü, diyalog, ferde verilen önem gibi değerler, bunların bazı yanlarıyla ilgili olarak kendine has bir takım rezervleri bulunsa dahi, hiç birine İslâm’ın tümden karşı çıkmayacağı değerlerdir. Bu değerleri, hem teoride, daha doğrusu akide olarak, hem tarihteki uygulamalarda, hem de getirdiği hükümlerde birinci derecede vaaz ve temsil eden İslâm’ın tam tersi yönde takdim ve tanıtılması, feleğin ters döndürülmesi demektir. Kavga ve çatışma üzerine kurulu bir dünyada Müslümanların aksini ispata güçleri yoktur. Dolayısıyla, İslâm’ı sahip bulunduğu ve günümüz insanına son derece cazip gelecek aslî değerleri ve gerçek kimlik ve mahiyetiyle ortaya koymak, bugün dünyanın her tarafında bir uzlaşma, hoşgörü, diyalog ve barış ortamının varlığına bağlıdır.
· Karşımızda bir realite durmaktadır. Bu realitede Batı, ekonomik, siyasî ve askerî açıdan İslâm dünyasının kat kat önündedir. İman, ibadet ve Müslümanlık çok önemlidir; fakat, sebepler ve hikmet diyarı olan dünyada gücün ve onu sağlayan ekonomi gibi faktörlerin de varlığının hikmeti vardır. Sözünü ettiğimiz realitenin bir diğer yüzü de, artık ne Batı’nın, sahip bulunduğu onca güçle İslâm’ı bırakın yeryüzünden, zihinlerden ve kalplerden de silemeyeceği, Müslümanların ise, Batı’nın üzerine maddî güçlerle gitmesinin mümkün olmadığı gerçeğidir. Dolayısıyla, haberleşme ve seyahat vasıtalarının olabildiğince geliş*mesiyle neredeyse küçük bir köy haline gelmiş ve herhangi bir köşe*sindeki bir gelişmenin tamamını etkilediği, dolayısıyla bütün müna*sebetlerin interaktif (karşılıklı etkileşim içinde) bir hal aldığı günümüz dünyasında değerler paylaşımı ile birarada bulunmak, herkesin kendi inanç ve dünya görüşüne bağlı, başkalarınınkine ise saygılı olarak yaşaması ve buna dayalı bir ortamın oluşması hem bir zarurettir, hem de Müslümanların lehinedir.
· İslâm’ın en az 11 asırlık hakimiyet dönemlerinde Müslümanlar, diğer din mensupları ile birarada yaşamayı öğrenmişlerdi ve tarih, bunun en üst seviyede nasıl mümkün olabileceğini bu dönemlerde gördü. Buna karşılık, ev sahipleri olarak Batılıların, Müslümanlarla birarada yaşa*maya başlamalarının tarihi üç çeyrek asır öncesine gitmez. Üç çeyrek asır öncesine kadar İslâm’ı bir din olarak bile kabûl etmeyen, Pey*gamberimiz’i en küçültücü sıfatlarla tanıyan Batı insanı, artık en azından toplum ve vatandaş seviyesinde İslâm’ı, Kur’ân’ı ve Pey*gamberimiz’i tanımaya başlamış, kendi şehirlerinde Müslümanlarla komşuluk ilişkileri içine girmesi neticesinde bu tanıma arzusu daha da artmış ve neticede yer yer sıcak sayılabilecek ilişkiler gelişmeye baş*lamıştır. Artık önemli aydınlar, Hıristiyan ruhanîler veya din adamları içinde gerçeği görme, İslâm’a karşı yumuşama, hattâ yakınlık duyma gibi gelişmeler söz konusudur. Önceki bölümde, kendisinden ikti*baslarda bulunduğumuz Muhammad: A Biography of the Prophet adlı son derece önemli kitabın yazarı İngiliz yazar ve araştırmacı Karen Armstrong’tan başka, Massignon, Charles J. Ledit, Y. Moubarac, Irene-M. Dalmais, L. Gardet, Normal Daniel, Michel Lelong, H. Maurier, Olivier Lacombe, Thomas Merton, Sidney Griffith, Thomas Mitchell, John Esposito ve Dale F. Eickelman gibi aydınları, din adamlarını ve daha pek çoklarını bunlar içinde sayabiliriz. Bunlar, İslâm ve Peygamberimiz (s.a.s.) için gerçekten sıcak duygulara sahip oldukları gibi, din mensupları arasında diyalogun da samimî taraftarlarıdırlar. Bu atmosferin devamı, dünyanın, insanlığın, ayrıca İslâm’ın ve Müs*lümanların da hem bugünü, hem yarını adına çok önemlidir. Bu da, sıcak bir diyalog, hoşgörü ve barış ortamını gerektirmektedir.
· Kısaca, çok önemli bir mütefekkirimizin ifade ettiği gibi, bilgi çağına kayan ve gelecekte daha büyük ölçeklerde bilimin hükmedeceği bir dünyada, bütün hükümlerini akla ve bilime ispat ettiren İslâm’dan ve İslâm’a olan inanç ve bağlılığından şüphesi olmayan bir Müslüman’ın, başka din mensuplarıyla diyaloga girmesi, o dinler için bir lütuf değil, yapılsa da yapılmasa da olur kabilinden bir iş değil, fakat, İslâm’ın anlam, fonksiyon ve yeryüzündeki vazifesinin şuurunda olan bir Müslüman için olmazsa olmaz bir zarurettir. Şu ana kadar şuuraltı bir kompleksle hep “insanların kendilerini kapıvereceği” korku ve endişeleriyle yaşamış ve düşmanlarla sarılı olma psikozu içinde sürekli savunmada kalmayı adeta Müslümanlığın altıncı şartı gibi görmüş Müslümanların, içine kendi kendilerini hapsettikleri zindandan çıkıp, dış dünyada ne olup bittiğinin farkına varmalarının zamanı çoktan gelmiştir. Aynı mütefekkirimizin ifadeleriyle, dünya uzun asırlardır başkalarına terakkî, bize tedennî dünyası oldu. Neden hep böyle olmaya devam etsin ve neden İslâm, vîrânelerin, düşünmez başların, donmuş kalplerin, başka ülkelerde geçim arayan horlanmışların, kurulan yepyeni dünyalardan dışlanmışların, mezelletlerin, hasaratlerin dini olsun? Bütün bunlardan kurtulmak için çok önemli bir şart var. Yeter ki Müslümanlar, İslâm’ı nefsî ispat-ı vücut heveslerinin bir vasıtası, ona mensubiyet duygusuyla gurur ve başkaları karşısında üstün görünme sebebi yapmasın, dünyevî veya siyasî maksatlarına ulaşmada bir basamak yapmadan, onu her şeyden önce bir ‘din’ olarak keşfedip, bir din olarak temsille, yine bir din olarak takdim etmesini bilsinler. Bu da, şüphesiz, her şeyden önce şu anda oluşmuş bulunan İslâm imajını, önce kendi zihinlerinde değiştirmekten geçmektedir. Ki bu imaj, hiçbir zaman İslâm’a ait bir imaj değildir ve olamaz.
Gülen, diyalog teşebbüslerini doktriner düzlemde Kur’ân, Sünnet ve İslâm tarihinden uygulamalarla da desteklemekle birlikte – bunlar, Kudret Ünal ve Selçuk Camcı tarafından hazırlanan Fethullah Gülen’in Sohbetlerinde ve Yazılarında Hoşgörü ve Diyalog İklimi adlı kitapta toplanmıştır – o, bir dergiye, kendisini diyaloga sevkeden hususlar konusunda şunları söylemiştir:
İnsan, kerim yaratılmıştır ve daima iyi şeylerin, güzel şeylerin peşinde koşar. Fakat bazen elinde olmadan veya farkına varmayarak, başına istemediği, beklemediği taşlar düşer. Fakiri, dünya çapında bir diyaloga şevklendiren, işte insanın bizzat yaratılışında var olan bu kerem ve güzelliktir. Mayası iyilik ve güzellikle yoğrulmuş olan insanlığın, bir gün bu mayanın gerektirdiği, zorladığı çizgiye geleceğine inancım da, ümidim de tamdır. Şu anda, savaşlardan, çatışmalardan, akan kanlardan, işlenen zulümlerden bıkmış olan insanlığın evrensel bir diyaloga ve barışa hazır olduğuna ve böyle bir diyalog için konjonktürün müsait bulunduğuna, bu kutlu gaye için, eğer biz yanlış adım atmazsak, tam bir kader-denk noktasında bulunduğumuza inanıyorum.
Kur’ân-ı Kerim, sulhun, silmin, barışın yanındadır. Kutub merhum bu konuda ‘Cihan Sulhu ve İslâm’ isimli bir kitap da yazmıştı. Kur’ân-ı Kerim’in önümüze koyduğu hedef, yeryüzünde fitne ve fesadın olmamasıdır. Dikkat edilirse, Allah katında kabûl gören amellere de Kur’ân-ı Kerim’de ‘sâlih amel’ denir. Sulh ve sâlih aynı kökten gelen iki kelime olup, sâlih, sulhe götüren, bizatihî sulh eksenli olan demektir. Esasen, İslâm’da ‘küçük cihad’ olarak tavsif edilen savaş da ârızî bir durumdur. Sulh, aynı zamanda tevhidin de bir neticesidir. Dolayısıyla, bir tevhid dini olan İslâm, birliği, beraberliği ve evrensel sulhü, huzur ve barışı âmirdir.
Düşmanlıklar üzerinde, kavga zemininde ve başkalarının gündemine karşı sürekli tavır alarak ve reaksiyoner davranarak müsbet hiçbir şey yapılamayacağı ortadadır. Bu bakımdan, yaratılışı gereği medenî bir varlık olan insan, medeniyet değerlerinin de en azından gaye olarak ön plana çıktığı günümüzde, meselelerini ancak konuşarak halledebilir. Bu da, diyalog demektir. Bizim için eskiden beri vârid olan, fakat dünyanın Demir Perde’nin yıkılmasından sonra keşfettiği bir gerçek var ki, gelecek asırda dinler çok söz sahibi olacaktır. Bu, insanların yürüdüğü tabiî bir hedeftir. Şu anda, İslâm ve Hıristiyanlık, dünyada en fazla müntesibi olan iki dindir. Budizm ve Hinduizm’in de çok sayıda müntesibi vardır. Yahudilik, müntesiplerinin sayısı itibariyle küçük gibi görünse de, etkilidir. Dolayısıyla, âhir zamandaki evrensel bir dirilişin, sulhün ve barışın bu dinler arasında, önce ortak noktalarda başlayacak bir diyalogdan geçeceği bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Böyle bir diyalogda geç kalındığı bile söylenebilir. Biz, kendi değerlerimizden şüphe etmiyoruz ve kimseye iltihak teklifinde bulunmadığımız gibi, kimsenin aklından da bize böyle bir teklifte bulunmak geçmiyor. Kur’ân-ı Kerim, 14 asır önce, bu diğer din mensuplarına diyalog çağrısını yapmıştır. Fakat, aradan geçen asırlar, zamanın ve şartların gereği olarak daha çok çatışma asırları olmuş. Bundan sonra ise, zihinlerin, kalplerin fethi, en azından karşılıklı saygı ve sevgiyle kaynaşma asırları olacaktır, olmalıdır. Bu konuda, Hudeybiye öncesi ile, Hudeybiye ve Mekke’nin fethi arasında geçen 2 yılın karşılaştırılması bize gerekli ipucunu verebilir. Kur’ân-ı Kerim, Mekke’nin fethi için değil, Hudeybiye sulhü için fetih der. Hudeybiye ile kavga kapıları kapanmış, kalplerin kapısı açılmıştır. Gerçek fetih budur. Toprak elde etmek değildir.
Fethullah Gülen, din mensupları arasında dünya çapında bir diyalog hareketiyle kendine siyasî ikbal yolu açtığı iddiaları karşısında ise şu cevabı vermektedir:
Biz, hiçbir zaman bir dünya nimeti paylaşımı kavgasında olmadık. Sürekli alan değil, veren olma, yaşatmak için yaşama zevkinden vazgeçme, başkalarını kendimize tercihle, mükâfatı sadece Allah’tan bekleme ve en büyük mükâfat olarak O’nun rızasını kazanma çizgisinde hareket etmeye çalıştık. Bazıları, yaptıklarımızdan kuşku duyuyor. Halbuki, eğer ömrüm olursa, 40 yıl sonra bile beni arayanlar, ya bir ders halkasında veya sohbet meclisinde bulurlar. Dünyevî hiçbir şeyde gözümüz yok. Uhrevî menfaatler ise, ışık gibidir, manevîdir, paylaşmakla asla tükenmez. Güneşten 6 milyar dünyalı istifade ediyor ve birinin istifadesi başkasına mani olmuyor. Manevî kazançlar da böyledir. Dolayısıyla, bugün siyasî ihtiraslarla hareket edenler, dünyevî en küçük bir beklenti içinde olmadığımızı görecek ve inşa-Allah, siyasî ihtirasların kimseye bir şey kazandırmadığı anlaşılacak ve gerçek zenginlik keşfedilecektir. (Aksiyon, 14-20 Şubat 1998, S: 167)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Diyalog faaliyetleri
Fethullah Gülen, hem Türkiye içindeki hoşgörü ve diyalog teşebbüsü adına, hem de dinler mensupları arasındaki diyalogun ilk ayağı olarak, Fener Rum Patriği Bartholomeos’la biraraya geldi. Bu biraraya gelişin yankıları şüphesiz büyük olacaktı; ve öyle de oldu. Çünkü, Türkiye’de gerek resmî, gerekse Müslüman ve milliyetçi çevreler Fener Rum Patrikhanesi’ne, Patrikhane’nin içeride Hıristiyanlık, özellikle Ortodoks dünyası adına bir casus gibi çalıştığı ve ekümenlik kazanıp, Pontus Rum Cumhuriyeti’ni diriltme gibi bir gaye güttüğü endişesi içinde, daima şüphe ile bakıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti ‘idarecileri’ndeki, tıpkı Müslümanlarda görülen ve kanaatimce politika gereği yine bu idarecilerce pompalanan, düşmanlarla çevrili bulunma ve içten, dıştan saldırıya uğrama psikozu ve bu psikozun hasıl ettiği sürekli savunmada kalma, aktif ve inisiyatif sahibi olamama tavrı, Fethullah Gülen’in Patrik Bartholomeos’la yaptığı görüşmenin üzerine de aynı endişe bulutunu örttü. Oysa, bu tür görüşmelerin sağlayacağı çok büyük yararlar vardı.
Her şeyden önce, Patrik’le Müslüman bir mütefekkir olarak Fethullah Gülen’in görüşmesi, lâikliğe ve lâik olduğu iddiasına rağmen, din dahil her şeyi, malzeme olarak kendi elinde tutup, dilediği şekilde kullanmayı genel geçer politika haline getirmiş bulunan ‘derin’ otoritenin, lâikliğe de aykırı olarak din üzerinde kurduğu mutlak hakimiyeti sarsacak bir hadise gibi algılandı. Ayrıca, ülke içinde, dalga dalga diğer kurumlara da yansıması beklenebilecek bir sivilleşmenin de önemli adımlarından biri olabilecek potansiyelde idi. Bunu, Türkiye’nin bir türlü kabuğundan çıkmasının ve dünya üzerinde, devletler dengesinde sözü geçen bir ülke haline gelmesinin yolunu bulamayan, belki de istemeyen, şeffaflaşıp demokratikleşmesinin, yönetimin gerçekten halkın, milletin yönetimi olmasının önünü kesen, daha da ötesinde, dış politikasını, bir zamanlar vilâyeti bulunan yakın birkaç komşusuyla düşmanlık üzerine oturtup, ileriye ve büyümeye dönük en küçük bir hedefi ve gayreti bulunmayan bazı çevreler anladı; fakat, ülkenin samimi idarecileri gibi, Müslüman aydın ve kanaat önderlerinin pek çoğu da anlayamadı.
Gülen-Barthalemous görüşmesi, Fethullah Gülen’in dinler mensupları arasında diyalogla ilgili olarak yaptığı diğer görüşmeler gibi, Türkiye adına daha başka çok büyük kazançlara aday bir teşebbüstü. Çünkü, Fener Patrikhanesi Türkiye içinde, artık çok az üyesi bulunan bir cemaate ait bir kurum ise de, gerek bir patrikhane olarak, gerekse bizzat Patrik Bar*tholomeos’un Batı’daki etki ve itibarı büyük olduğu gibi, yukarıda temas edildiği üzere, Batı’nın iç ve dış politikalarında dinin önemli bir yeri vardır. Ülkeyi düşünen basiretli bir idare, bu etki, itibar ve önemden faydalanmasını bilen bir idaredir. Dünyanın gittiği yönü iyi kavramış bulunan ve yaptığı görüşmeleri devletin bilgisi, hattâ izni dahilinde yapan Fethullah Gülen’in bu teşebbüsü, çok uluslu bir imparatorluk mirasçısı Türkiye’nin, içeride ve dışarıda önüne yeni ufuklar açabilecek bir nitelik de arzediyordu. Kanaatimce, varlığını ve onun devamını mevcut kapalı ve baskıcı statükoda gören çevreler bunu da anladı. Anladı ki, bu tür teşebbüslerin getireceği açılımlara mani olmak için, bu tür teşebbüslerle Gülen’in kendi etkisini uluslararası alana yaymaya çalışması suçlamasında bulundu.
Gülen’in dinler mensupları arasındaki diyalog temas ve görüşmeleri, Türkiye’de olsun, diğer İslâm coğrafyasında olsun sıkışan, sürekli hücuma maruz kalan, kendisine biçilen imaj, bağlılarının yanlış temsilleriyle âdeta desteklenen, olduğundan çok farklı gösterilip tanıtılan İslâm için de önemli bir açılım menfezi olma potansiyeline sahipti. Bu şekilde İslâm, tamamen sivil, yüzünü karartan yönetimlerin dışında, ayrıca kamuoyunda ciddi saygınlığı olan bir insanla, hattâ tarihî sınırlarının dışında bir açılma imkânına kavuşacaktı. Zaten, dünyanın hemen pek çok yerinde dinler arası diyalog adına platformlar oluşturuluyor, faaliyetler oluyor ve, uluslararası düzlemde gördüğü destekle bu süreç işliyordu. İslâm’ın, en azından, onu asırlarca mükemmel temsil etmiş bir milletin çocuklarının en küçük bir dahline de yer vermeden dışlandığı bir süreç, İslâm adına nelere mal olurdu, düşünmeye değer. Öte yandan, bir yandan İslâm’ın evrenselliği vurgulanırken, bir yandan onu dar bir alana ve bir-iki millete hapsetmenin ne anlama geldiği de, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. Günümüz şartlarında bile, iyi temsil ve takdim edilmiş bir İslâm’ın kendisine çok önemli sahalar açacağı Batı dünyası, İslâm deyince, ya Arap dünyasının veya Hind alt kıtasının veya İran’ın, son zamanlarda da Taliban’ın temsil ettiği bir dini anlamaktadır. Bu anlayışta, onu asırlarca, Asr-ı Saâdet’ten sonra en mükemmel biçimde temsil etmiş bir milletin çocuklarının yaşadığı İslâm’ın hiç yeri yoktu. Bunları derken, İslâm’ın ırk ve renk ayrımıyla asla alâkasının olmadığını, bu bakımdan, hiçbir milleti – hâşâ – küçümseme gibi bir duygunun içinde bulunmadığımızı, Arap ve İran düşmanlığının, Türk-Arap-İran-Pakistan-Afganistan … ayrımının ve başka Müslüman milletlere karşı menfi duygular beslemenin hem son derece yanlış, hem gayr-ı İslâmî, hem tehlikeli, hem de İslâm düşmanlarının bir tezgâhı olduğunu hatırımızdan çıkarmadığımızı bilhassa belirtmek isteriz. Fakat bir gerçek de var ki, son bir asırda Türkiye’de geliştirilen İslâm anlayışı, dünyada İslâm’a kasden biçilen imajı değiştirecek ve günümüz şartlarında onu asliyetine en yakın biçimde takdim edebilecek bir anlayış olup, bundan, diğer Müslüman ülkeler kadar, Batı dünyası da mahrum bulunmaktadır. Bilhassa Müslüman-Arap dünyasının, İslâm kendi içlerinde neşet ettiği, Kur’ân’ın dilini konuştukları ve büyük âlimler yetiştirdikleri için, bir de bir-bir buçuk asırdır Müslümanlar arasına sokulmaya çalışılan menfî milliyetçilik akımlarının tesiri altında, Türkleri ve onların Müslümanlığını küçümsediği de bir vakıadır. Esasen Müslümanlar arasındaki bu tehlikeli ayrımları ve fitne sebeplerini aşmanın en kestirme yollarından biri de, Müslümanların dışa yönelmeleridir. İşte, dış dünya ile diyalog, bunun da önemli bir kapısıdır. Böyle bir diyalogdan, ancak ya İslâm’ın ve onun vasıtasıyla Müslüman bir ülke veya ülkelerin hem kendi içlerinde, hem dışa doğru açılımını istemeyen statükocu güç merkezleri, ya kendi inançlarından ve İslâm’a bağlılıklarından emin olmayan, içe kapanıp, içe yönelik faaliyette bulunmayı ve mevcutla yetinmeyi İslâmî hizmet zanneden, ya İslâm ve ülke adına açılma ve gelişme gayreti taşımayan, veya böyle bir açılma ve gelişmeyi statü ve maddî-manevî çıkarlarına zararlı gören çevreler rahatsız olabilir.
Fethullah Gülen’in dinler mensupları arasındaki diyalog teşebbüslerindeki bu noktaları medyada değerlendirenlerden biri Hadi Uluengin oldu. O, Gülen-Bartholomeos görüşmesini ele aldığı yazısında şunları kaydediyordu:
Mümtaz din adamı ve sivil cemaat önderi Fethullah Gülen Hoca*efendi’nin Fener Ortodoks Patriği I. Bartholomeos’la gerçekleştirdiği buluşma tarihî bir nitelik taşıyor.
Çünkü, söz konusu birliktelik, tüm mukaddes kitapların zikrettiği ve dinler arasında hoşgörü vazeden İlâhî mesajın taçlandırılması anlamına geliyor.
Ancak, söz konusu temasın aynı manâda “millî” boyutu da bulunuyor. Birinci olarak, Müslüman bir cemaat önderinin protokol dışı bir görüşme için Hıristiyan ruhbanla biraraya gelmesi, çok dinli bir imparatorluğun zengin mirası üzerinde yükselen ülkemiz için kıvanç kaynağı oluşturuyor.
Tarihimizle barışmak sürecinde yeni bir adım daha oluşturuyor. Kaldı ki, Osmanlı devrinde daima evrensel işlevli ama “millî” kimlikli bir kıvam olmuş olan Patrikhane’nin tekrar bu niteliklerle donanmaması için neden bulunmuyor.
Gülen-Bartholomeos teması, sivil bir İslâmî cemaat liderinin Cumhuriyet’ten bu yana ilk kez Hıristiyan bir din önderiyle buluşmasına tekabül ediyor. (Hürriyet, 11.04.1996)
Böyle bir görüşmeyi baştan beri arzu ettiğini belirten Cengiz Çandar ise, bu görüşmenin “dinler arası hoşgörü” boyutunun yanı sıra, genel anlamda “hoşgörü”, bir başka deyişle, “Türkiye’de hoşgörü kültürü” açısından büyük değer taşıdığını” ifade ediyordu. (Sabah, 07.04.1996)
Fethullah Gülen, Bartholomeos’la görüşürken, Bartholomeos’un Heybeli Ruhban Okulu’nu yeniden açma teşebbüslerine mukabil, Selânik’te bir Türk okulu açılması için Yunan hükümeti nezdindeki nüfuzunu kullanması teklifinde bulunuyordu. Heybeli’de Ruhban Okulu açılması, Türkiye’ye ne kazandırır, ne kaybettirirdi, ayrıca tartışılabilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sayın Patriğin bu okulun yeniden açılmasındaki ana gayesinin, buradan mezun olacak din adamlarını değişik ülkelere göndermek, böylece hem Moskova Patrikliği karşısında kendini güçlendirmek, hem de Patrikhane’ye ekümenlik kazandırmak olduğu inancını taşıyor. Ne var ki, Bartholomeos, dünyada ekümenik bir Patrikhane’nin patriği gibi muamele görüyor ve A.B.D. başkanıyla âdeta teklifsiz görüşecek kadar bir itibara sahip bulunuyor. Bu konu üzerinde ciddi düşünüp, meseleyi, bilhassa Fatih Sultan Mehmed’in ve daha sonraki Osmanlı uygulamalarının ışığında yeniden değerlendirebilecek olan Türkiye yönetimi, sayın Patriğin itibarının getireceği faydaları ve Türkiye’deki bir okuldan mezun olacak din adamlarından hiç olmazsa bazılarının Türkiye sempatisi ile yetişebileceğini düşünmeli miydi; tabiî bunlara şu anda hemen karar vermek kolay değil. Bir blok olarak Türkiye yönetimi değilse de, Türkiye’deki, hangi merkezlerden oluştuğu konusunda burada tartışmaya girmek istemediğimiz ‘derin’ otorite, bu hususun Türkiye’ye getirebileceği faydalarından çok, kendince bir kısım vehmî zarar mülâhazalarına takıldı. Sonra, yeni gelişmeler karşısında dinler-arası diyaloga Diyanet İşleri Başkanlığı’nı tayin etti. Bunun Türkiye ve İslâm adına ne getirip götürdüğünün, daha da ne getirip götüreceğinin bilhassa gelecek yıllarda muhasebesini bırakalım, diyalog faaliyetlerini bahane ederek Fethullah Gülen’e yüklenmeyi varlık sebebi haline getirenler yapsın.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Tarihî Vatikan buluşması
Fethullah Gülen, Fener Patriği Bartholomeos’tan sonra, Türkiye’de ve 1997 yazında A.B.D.’de Musevî cemaati dînî liderleri ve ileri gelenleri, Türkiye’ye ziyarette bulunan İsrail Sefared Hahambaşısı Eliyahu Bakshi Doron, Ermeni ve Kadim Süryani cemaatlerinin dînî liderleri, yine 1997 yazında A.B.D.’de Amerika Katolik Üniversitesi Doğu Hıristiyanlığı Araştırmaları Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sidney Griffith, New York Roma Katolik Arşidükü ve New York Paşpiskoposu Kardinal O’Connor ve onun yardımcısı Alex ile de görüşmelerde ve fikir alışverişinde bulundu.
Dinler mensupları arasındaki diyalog hareketinde Fethullah Gülen, en önemli buluşmayı Papa 2. John Paul’le gerçekleştirdi. Temelleri, daha çok A.B.D.deki Kardinal O’Connor görüşmesiyle atılan, gerçekleşmesinde Vati*kan’ın Ankara Büyükelçisi Pier Luigi Celata ve İstanbul temsilcisi Georges Marovitch’in önemli katkılarının bulunduğu, Türkiye Cumhuriyeti devlet yetkililerinin bilgileri, hattâ izinleri dahilinde, Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven’in önemli destekleriyle ve bizzat Papa’nın daveti üzere 9 Şubat 1998 günü Vatikan’da gerçekleşen bu buluşmada karşılıklı saygı ve iyi dilek teatilerinden sonra Gülen, Papa’ya şu tekliflerde bulundu:
1. Hıristiyanlığın 3’üncü 1000 yılına girecek olması dolayısıyla, o yıl Efes, Antakya, Tarsus ve Kudüs gibi kutsal yerlere müşterek ziyaretlerde bulunma;
2. Kudüs’ün Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin, hiçbir kısıtlama, hattâ vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebile*cekleri uluslararası bir bölge ilan etme;
3. Üç büyük din mensuplarının işbirliğiyle ilki A.B.D.’de olmak üzere, muhtelif başkentlerde konferanslar düzenleme;
4. Harran’da üç büyük dinin ihtiyaçlarını temin edecek bağımsız bir üniversite kurma ve İslâm ve Hıristiyan dünyasıyla öğrenci değişimi sağlama.
Gülen’in bu ziyareti ve teklifleri, yukarıda sözü edilen, aslında birbirine zıt, fakat Gülen’in faaliyetlerine karşı çıkmada müşterek iki grup dışında kalan toplum kesimleri ve medya tarafından heyecanla karşılandı. Akşam Gazetesi’nde (11.02.1998) Ahmet Tezcan, bu tarihî buluşma ve Fethullah Gülen’in teklifleriyle ilgili olarak, “Şayet bu öneriler gerçekleşirse, hem üç büyük din arasındaki diyalog işbirliğiyle pekiştirilecek ve bu sıkı işbirliği içerisinde fanatizm boğulacak, hem de Türkiye bütün dünya dinlerinin odağı haline gelecek. Özellikle Harran’ın üç büyük din açısından bilim üssü haline getirilmesi projesi, dünya barışına olduğu kadar, Güneydoğu’da yaşadığımız sıkıntıların da önüne geçmek ve acıları “uhrevî şefkat” ile dindirmeye yol açacak muhteşem bir tekliftir ve sonuna kadar desteklenmesi gerekir.” değerlendirmesinde bulunurken; Zaman’da Ahmet Turan Alkan, şu önemli yorumu yapıyordu:
Fethullah Hocaefendi ile Papa arasındaki görüşmenin ayrıntılarını okuduğumda birbirinden farklı iki âlem olduğunu zannettiğimiz İslâm ve Hıristiyan dünyasının aslında ne kadar çok müştereki olduğunu bir kere daha hatırladım. Bu iştirak noktaları zannımca Hıristiyan dünyasında pek az bilinen ve tâlim edilen hakikatlardır; Hıristiyanlar vasatî itibarla Hazreti İsa’yı kendi nokta-i nazarlarından son peygamber kabul etmekle (peygamber değil, tanrı kabûl ediyorlar – A.Ü.) biz Müslümanlara karşı nisbeten daha sert bir tarihî bakış açısı geliştirmiş bulunuyorlar… Bu çerçevede ziyaretin evvelâ iki komşu âlem arasında bir anlayış ve sempati alâkası çiçeklendirmesini kuvvetle ümit edebiliriz. Allah’tan başkasına kulluk etmemek, ona gizli ve açık niyetle ortak koşmamak, emanete ehil olmak ve hakkı tutup yükseltmek gibi vasıflarda bu iki dünyanın samimi bir muarefe ve işbirliği içine girdiğini tahayyül ediniz; dünya barışı için bu ne kadar büyük bir adım olurdu ve rıza-yı Bari’yi ne kadar hoşnut ederdi.
Bu görüşmede Hocaefendi tarafından teklif edilen ve üç İbrahimî dinin ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir Harran Üniversitesi fikrinden heyecan duymayan bir insaf sahibi tahayyül edilebilir mi? Şimdi gözlerinizi kapatıp böyle bir üniversitenin teşkil edildiğini, lisans seviyesinden başlamak üzere doktora ötesi kurlara kadar her seviyede kaliteli bir müfredatın tatbik edildiğini, koridorlarda, amfilerde, bahçelerde Hıristiyan, Müslüman ve Musevî talebelerin, öğretim üyelerinin merhabalaşıp ayaküstü sıcak sohbetler pişirdiğini, öğrencilerin misafir statüsüyle çaprazlama ders ve seminerlere katıldığını, her yıl ferden veya müştereken ilmî toplantılar tertip edildiğini, bu eğitim kurumunun dünyanın her yanından öğrenci cezbettiğini ve üstelik bu güzelliklerin İbrahimî geleneğe vatan olmuş bir coğrafyanın kalbinde, Harran’da gerçekleştirildiğini düşünün; kuvveden fiile geçmesi bir yana, tasavvuru bile İbrahimî bir nükte değil mi ve bu üniversite günün birinde teşekkül ederse, isminin Hazret-i İbrahim’e izafe edilmesi o büyük ruhu şad etmez mi?
Ümit edelim ki bu mülâkat, kalıcı ve uzun bir anlayış ortamına başlangıç teşkil etsin; netice itibariyle Şeyh Sâdi merhumun dediği gibi, Âdem oğulları birbirinin uzvu gibidir ve günün birinde hepimizin hesaba çekileceği o büyük gün bütün beşeriyeti istiab edecektir. Çoktandır büyük düşünmeyi unutmuştuk; zihnimizi ve ufkumuzu çemberleyen onca alelâdeliğin ortasında bize kürevî heyecan ve perspektifler açanlara şükran borçluyuz. (Ergün, 288–89)
Değerlendirmesine Papa II. Yuhannes Pavlus’u sevmediğini ifade ile başlayan Hadi Uluengin, Fethullah Gülen’in, “İslâmî tehlike fobisinin yaşandığı ve medeniyetler çatışması teorisinin rağbet gördüğü bir dönemde başlattığı hoşgörü ve diyalog arayışını Papa buluşmasıyla en üst seviyeye çıkarttığını” belirtiyor ve Gülen’in hoşgörü ve diyalog faaliyetlerini, çok yerinde bir tesbit olarak dünyaya açılan Türk okullarıyla birlikte ele alıp, bu faaliyetlerin Türkiye’de hem iç kutuplaşmayı yatıştırıcı, hem ülkemizi dışarıya taşıyıcı olduğunu, hem de hoşgörü ve diyalogun dindar kitleler içindeki motorunu oluşturduğunu vurguluyordu. Uluengin, bu faaliyetlere karşı çıkanları ise şöyle takdim ediyordu: “Böylesine bir uzlaşmaya karşı çıkan kutup ise, bir yanda Jakobenleri, bir yanda da fanatik dincileri barındırıyor. Düşman kardeşler burada birleşiyor. Üstelik, alçak saldırılarda tetikçi olarak ajan provokatörlükleri herkes tarafından bilinen ve azılı faşistliği teşhir olmuş Maocu ‘karanlıkçı’ların kullanılması, cemaatin doğru yolda olduğunun ayrı bir kanıtını teşkil ediyor.” (Ergün, 283, 285)
Cengiz Çandar, Gülen’in hoşgörü ve diyalog faaliyetlerine karşı çıkışın yol açacağı olumsuzlukları, sanki daha sonraki süreçte ortaya çıkacak tabloyu görmüşçesine değerlendiriyordu. “Bundan böyle, Fethullah Gülen’in Türkiye içindeki ve dışındaki faaliyetlerine, Türkiye’deki rejimin yöneltebileceği müdahalelerin uluslararası meşruiyet alanı kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır” diyen Çandar, uluslararası güçlere duyduğu güvende, en azından onların 28 Şubat sürecine verdikleri destek oranında yanılırken, hoşgörü ve diyaloga cephe almanın içeride yol açacağı yaralara işaret ederken, hem Gülen’in hoşgörü ve diyalog hareketini, hem de Türkiye’nin sosyal ve siyasî yapısını iyi kavramış ve olayları iyi gözlemlemiş olmanın örneğini veriyordu:
İçerde, kamu vicdanında, bu niyetli müdahalelerin zaten meşruiyet zemini bulunmamaktadır. Bu yola gidilirse, Türkiye, tümüyle izolas*yonist-totaliter bir rejim olma yolunu seçmiş olacaktır ki, bunu yapmaya kalkışanlar, Türkiye’yi destabilize etmeye, yani istikrarsızlaştırmaya karar vererek, toplumumuzu intihara sürüklemeye kalkmış sayılacaklardır.
Bu bakımdan, Fethullah Gülen-Papa görüşmesi, Türkiye’nin demok*ratikleşme süreci açısından çok değerli bir emniyet sübabıdır ve yine dolaylı yoldan Türkiye’nin bir istikrarlı ülke olması doğrultusunda önemli bir katkıyı ifade etmektedir. (Sabah, 14.02.1998)
Fethullah Gülen-Papa buluşmasıyla ilgili en anlamlı yorum ve değer*lendirmelerden biri, Washington Katolik Üniversitesi Doğu Hıristiyanlığı Araştırmaları Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sidney Griffith’ten geldi. “Diyalogda maksat, İslâm’ı bilmeyen Hıristiyanların İslâm’ı tanımalarına vesile olmaktır” diyen Griffith, İslâm ve onun dünyada nasıl tanındığı adına çok önemli birkaç noktaya parmak basıyordu:
Biz, Türkiye’yi gözardı ettik. İslâm’ın Arap olduğunu düşünüyorduk. Halbuki Türkiye, gerek tarihinde, gerekse şimdiki zamanda, yaşanan diyalog bakımından mühimdir. Birçok Batılı, tarihteki Haçlı seferlerini bilmez. Bir çok Batılı, Hıristiyan bile sayılmaz. Eğer İslâm dünyasında Batılıları anlamaya daha hazırlıklı bir ülke varsa, ihtimal ki o, Türkiye’dir. Hırısityanlar için de İslâm dünyasına Türkiye bağlantısıyla entegre olmak daha kolay bir yoldur.
Batı üniversitelerinde İslâm, ekseriya üniversitelerin siyasal bilgiler veya uluslararası ilişkiler bölümlerinde ele alındı. İslâm’a siyasal yönden, yani oryantalist nazarıyla bakıldı. İlâhiyat fakültelerinde İslâm din olarak okutulmadı. Bence sorun, buradan başlıyor. (Zaman, 30.01-01.02.1998)
Fethullah Gülen’in Papa ile buluşmasına karşı çıkan çevrelerin bu tavrını, Hüsamettin Cindoruk, Kemal Yavuz’un, “Fethullah Hoca, kimi temsilen Vati*kan’a gitti? Nasıl gidebilir? Büyükelçi onu neden karşıladı?” şeklindeki öfkeli sorusuna, “Papa herhalde, kendisini 28 Şubat kararları ile bağlı hissetmedi.” şeklinde verdiği cevapla iğnelerken (Nazlı Ilıcak, ‘Sisler Bulvarında Bir Yıl’, Akşam, 28.02.1998), Ayhan Katırcıkara ise, Türkiye gazetesinde aynı konuda şu noktalara dikkat çekiyordu:
Fethullah Gülen, Papa II. John Paul ile görüştü ya, fırsat bu fırsat yeni bir saldırıya vesile ediliyor. Türkiye’deki bir Hocaefendi uluslararası bir konuma geliyor, sözü itibarlı oluyor, alâka peyda ediyor. Olur mu hiç?
Artık doktorun oğlu doktor, işçinin kızı işçi, subayın mahdumu subay olamıyor, olmuyor ya, sıkıntı burada. Çalışan ve üreten oluyor. Bu da sinirleri germeye yetiyor da artıyor bile. Mağdur ve mazlum evlâtlar, artık ülke yönetiminde sorumluluk alıyorlar. İşte bu, istenmiyor. Alış*tıkları kolaycı çarklar artık tersine dönüyor. Her şey dünya insanına açık çünkü. Barışa, hoşgörüye, üretime açık.
CHP lideri Deniz Baykal’ın toplantısına gittiği ünlü Amerikan Tarikatı Moon’da değil kola içmek, kan almak yasak, et yemek yok, bayrak ve İstiklal Marşı da muteber değil. Faaliyetleri serbest. Rejim kendinden emin. Bunları göremeyenler, değerlendiremeyenler, dananın altında buzağı aramayı varsın sürdürsünler.
Fethullah Gülen, sadece Türk insanına değil, dünya insanına da nerede olursa olsun hizmet veriyor, barış götürüyor, hoşgörü hediye ediyor. Dünya malı olarak dikili ve tapulu hiçbir şeyi yok. Şimdi lâikçilere düşen, görev imkânlarını eleştirdikleri kuruluşların yerine, alternatif olarak koyabilecek müesseseleri hayata geçirmek. Bu iş de almaktan değil, vermekten ve fedakârlıktan geçer. Haydi buyurun o halde! (Ergün, 288)
Prof. Dr. Suat Yıldırım, bütün bu tartışmaların ardından, uzun bir makaleyle meseleye değişik noktalarda açıklık getiriyor ve denebilir ki, bir nokta koyuyordu. Makalesinde, 20’nci asrı, dünya savaşları, atomun par*çalanması, sanayi çağının bilgi çağına dönüşmüş olması gibi en önde gelen özellikleriyle takdim eden Suat Yıldırım, kitle iletişim araçlarındaki dev gelişmelerin de kaydedildiği bu asırda ve böyle bir dünyada, toplumların ve fertlerin birbirlerine kayıtsız kalmalarının artık mümkün olmadığı, maddî alan gibi, bol ürünlerin verildiği fikrî alanda da güncelleşmeyen, kendini sürekli yenileyerek arz edemeyen değerlerin hemen demode olup, tarihin çöp sepetine aldığı şeklinde, son derece önemli bir tesbitte bulunmaktadır.
Suat Yıldırım, daha sonra üç önemli tesbit daha yapmaktadır:
1. Bugün İslâm dünyası, Batılılar karşısında siyasî, ekonomik ve askerî yönden zayıf durumdadır ve kuvvet kullanmak istese dahi, kullanabilecek durumda değildir.
2. Herhangi bir dinin diğerini yeryüzünden silemeyeceği artık anlaşılmıştır ve huzurlu bir dünya için, dinler mensupları bir arada ve karşılıklı saygı içinde yaşamak durumundadırlar.
3. İslâm, ilk neşet ettiği anda, bilhassa Ehl-i Kitap olarak tavsif ettiği Hıristiyanlara ve Yahudilere ekümenik bir diyalog çağrısında bulunmuş, fakat bu çağrı 13 asırdan daha fazla süre karşılık görmemiş, tam aksine, bu dönemde Batı’da olduğunun tam tersi bir İslâm imajı çizilmiş, Peygamber Efendimiz aleyhinde sayısız iftiralar uydurulmuş, fakat 1960’dan itibaren Katolik Kilisesi, şu veya bu sebeplerle bir diyalog arayışına girmiştir.
Müslümanların, Roma Katolik Kilisesi’nin yaptığı diyalog çağrısına cevap vermede, kendileri açısından haklı sayılabilecek sebeplerle başta çekingen davrandığını belirten Prof. Dr. Suat Yıldırım, daha sonra Türkiye dışında kalan Müslümanlardan cevaplar gelmeye başladığını, fakat diyalogun kendi inisiya*tifinde olmasını isteyen ve bu sebeple gerekli çalışmaları yapmış bulunan Kilise karşısında bu cevapların sadece ikinci dereceden katkı mahiyetinde olduğunu vurgulamakta ve Türkiye’nin, Türk Müslümanların ise bu sürecin tamamen dışında kaldığına dikkat çekmektedir. Oysa, dünya üzerinde yürüyen bir diyalog çalışması vardır; bu çalışma, Kilisenin öncülüğünde yürümekte, Türkiye dışındaki Müslüman gruplar bu çalışmada ikinci, üçüncü derecede rol oyna*maktadır. Dolayısıyla, tarihi, sahip bulunduğu potansiyel ve kendine has özellikleriyle Türkiye’deki Müslümanların buna aktif, güçlü ve inisiyatifte pay sahibi olacak şekilde katılımda bulunması, sayın Yıldırım’a göre hem Türkiye açısından, hem de İslâm açısından bir gerekliliktir.
Prof. Dr. Yıldırım, daha sonra Gülen-Papa görüşmesine Türkiye içinde yöneltilen tenkitleri cevaplamakta ve yazısının sonunda diyalogun mahiyetine temas ederek, şunları söylemektedir:
Diyalog esprisine uymayan ve daha başlangıçta görüşmeleri kesip atacak olan bir tutum da, tarafların birbirlerini kendi inançlarına döndürme istekleridir. Oysa diyalog, taraflardan her birinin kendini muhatabına anlatması ve karşı tarafça anlaşıldığını görmesi, neticede tarafların ortak değerleri bulup, onları geliştirmeye çalışmaları demektir.
Bir başka tutarsızlık da şudur: “Batı tefessüh etti, çürüdü; şimdi bizi de bozmak istiyorlar” diye düşünmek yersizdir. Bir kısım Hıristiyanlar, kendi ülkelerinin bir kısım dertlerini belki de Müslümanlarla görüşme yapmak suretiyle, onlardan alacakları güzel tesirlerle tedavi edecekleri düşüncesini taşımaktadırlar. Olivier Lacomb, Michel Lelong, M. Watt gibi bazıları, iyice maddeye gömülen materyalist ve seküler hale gelmiş Batı’nın, Müslümanlardaki iman ve teslimiyet gücünü görerek, dine yönelecekleri kanaatlerini açıkça yazmaktadırlar. (Ateistken Irak’ta Müslümanlarla tanışan ve daha sonra Hıristiyan olmakla birlikte, Peygamberimizin peygamberliğini, Kur’ân’ın vahiy olduğunu kabul eden Massignon, Özbekistan’a yaptığı ziyarette İslâm medeniyetinden kalma eserleri görünce, bu eserlere sahip bir din, bize anlatıldığı gibi olamaz diyerek, Peygamberimiz’i ve O’nun hakkında Batı’da oluşturulan imajı tarihi ve sebepleriyle araştırmaya girişip, Muhammad: A Biography of the Prophet adlı fevkalâde eseri kaleme alan Karen Armstrong ve benzerleri burada bilhassa hatırlanmalıdır. AÜ)
Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i Kitap’la görüşme kapısını açmıştır. Tarihî gelişim içinde daha çok Hıristiyan dünyası, diyaloga kapalı kalmıştı. Son dönemde Papalığın ve Evrensel Kiliseler Ekümenik Konseyi’nin görüşme çağrılarını Müslümanlar cevapsız bırakmamalıdırlar. Herkesin en kıymetli hazine saydığı dinini bozmaksızın, her iki din mensuplarının ve öncülerinin işbirliği yapacakları çok önemli sahalar mevcuttur. Onun için, Fethullah Gülen ile Papa’nın Vatikan buluşması mutlu bir olaydır. (Zaman 11-12.04.1998)
Ne var ki, Türkiye’de Gülen’in başlattığı hoşgörü ve diyalog hareketini baltalayanlar, kendi statükocu, içe kapalı ve Türkiye’yi de sürekli içine kapalı tutan hakimiyetlerini biraz daha sürdürme, hattâ daha da pekiştirme iradesinde şimdilik başarılı olmuş görünüyorlar. Fakat bunun Türkiye’ye neye mal olduğuna, devlet-millet beraberliğinin en büyük ve onulmaz derecede yara aldığı, mutlaka barışması gereken devletle din arasındaki uçurumların büyüdüğü, toplumsal dokunun en feci şekilde yaralandığı, hattâ parçalandığı, korkunç yolsuzluklar sonucu devletin ve ülkenin iflasın eşiğine geldiği, birkaç yıldır içinde bulunduğumuz şu son süreç en önemli bir şahit olarak duruyor. Gülen’in hoşgörü ve diyalog hareketinin pratiğe dökülmesinde bir takım hatalar yapılmış olabilir. Ama niyet ve gaye son derece samimi olduğundan, uygulamada tenkit edilebilecek bazı hatalardan dolayı değil, bu gayeyi görerek onu baltalayanlar ve karşı uçta onlara destek verenler, hattâ bu harekete desteklerini esirgeyenler, sadece Türkiye içinde değil, dünya üzerinde de, yakın bir gelecekte art arda sökün edecek yıkıntıların altında, üzerinde veya karşısında faydasız “keşke”ler ve “eyvah”lar çekeceklerdir.