-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
14. GÜN
BATI VE DOĞU TOPLUMLARINDA
FERD VE FERDİYETÇİLİK
Soru: Batı toplumlarındaki ferdiyetçilik anlayışı, ferdin haklarını korumada ve yenilikçi ruha destek olmada yeterince etkili görünmekle birlikte, bencil, sadece kendini düşünen insan tipine de engel olamıyor. Müslüman Doğu toplumlarında ise, yenilikçi ruhların çıkması ve genel-geçer değer hükümlerinden farklı olarak kendini ifade etmesi tepki doğuruyor. Bu iki farklı kültür ortamını nasıl değerlendirmeliyiz?
Doğu ve Batı tarihlerine baktığımızda, Batı’daki istihalelerin çok sert olduğunu görürüz. Kilise-bilim, derebeylik-krallık, krallık-burjuva arasındaki mücadeleler, hattâ din ve mezhep kavgaları Batı’da çok sert ve kanlı cereyan etmiş, derebeylikten krallığa, krallıktan cumhuriyete ve demokrasiye geçiş de, çok defa savaşlar ve kanlı ihtilâller neticesinde gerçekleşmiştir. Doğu’da ise, hem tartışmalar yumuşak ve daha medenî, hem de geçişler, daha çok tepeden ve nisbeten mülayimce olmuştur. Meselâ, bizde gelenekçi denebilecek İmam-ı Gazzalî ile, yenilikçi denebilecek İbn Rüşd arasındaki tartışma yazı ve kitaplar zemininde cereyan etmiş; daha sonra da bu tartışma, Fatih’in sarayında yine medenî ölçüler çerçevesinde devam etmiştir. Orta ve hattâ yeni çağlarda İslâm dünyasındaki fikir hürriyeti, Batı’dakinin çok çok önündedir.
Batı’daki değişimlerin sertliği, tefriti, yani karşı uçta bir aşırılığı doğurmuş, ferd, olabildiğine serbest, serâzâd hâle gelmiştir. Ayrıca, mücadele daha çok dine karşı verildiğinden, ferdi dizginleyecek iç müeyyideler ya kaybolmuş, ya da tesirini kaybetmiş; bu arada ferdler arası ve ferd-toplum arası münasebetler, daha ziyade menfaat temelinde cereyan eder hale gelmiş ve bu münasebetlerin çerçevesini büyük ölçüde menfaat paylaşımları çizer olmuştur. Bu bakımdan, yani, rûhî ve kalbî hayat dinamiklerini kaybetmiş, iç müeyyidelerden mahrum ferdler arasında menfaat temelinde cereyan eden münasebetleri çatışmaya dönüşmeden sürdürebilmek ve toplumun varlığını da devam ettirebilme uğruna kanunlar da bir hayli sert vazedilmiştir.
Bizde ferd-toplum ayrışması yaşanmadığı gibi, ferdler, kendilerine yetecek, ifrat-tefrit arasındaki dengeyi sağlayacak iç müeyyidelerden de bütün bütün mahrum kalmamıştır. Ferd, benliğini kazandığı, ferdiyetini idrak ettiği bir zeminde iç müeyyidelerle desteklenmezse, hem kendine yetmez, hem de problem olur. Eğer onu gerekli iç müeyyidelerle, yani kalbî ve rûhî hayatın dinamikleriyle donatırsanız, problemin en önemli kısmını halletmiş sayılırsınız. Hayatını, dış müeyyidelerle de disiplin altına aldığınızda, ferdin toplum içindeki gayr-i meşrû isteklerinin önüne geçmiş ve ferd-toplum dengesini kurmuş olursunuz.
İç müeyyide, ferdin vicdanî olarak kendi kendini sorgulaması, frenlemesi ve gayr-i meşrû istek ve temayüllerine iradî had koymasıdır. Bu var olduğu zaman, gelenekçi bir toplumda, eğitime dayalı bir aydınlanma ile ferdî şuurun da doğmasını sağlarsınız. Bu gerçekleşmediği takdirde, toplum veya bir cemaat içinde ferdlerde hazımsızlıklar baş gösterebilir. Kendi olamamış, kendini kontrol ve bir vetirede başkalarıyla birlikte yürüme adına iç müeyyidelerini geliştirememiş ve bu temeller üzerinde ferd şuurunu kazanamamış bir insan, her zaman problem çıkarabilir. Bir gaye istikametinde takip edilen çok sıkıntılı bir vetirede ya ferdler bu seviyeye gelecek veya saygının, örfün, ananenin, geleneğin ve me’hazin kudsiyetinin gereği olarak, itaat edip, yapılanları kabullenecektir. Meselâ, Allah’ın Adı’nın cihanın dört bir yanında şehbal açması için yürünen bir vetirede, ferdler bu gaye istikametinde, makam, mevki ve statülerini hiç nazara almadan icabında kapıcılık veya süpürgecilik yapmayı gönülden kabûl edecek olgunlukta değillerse, geleceğin fikir işçilerine düşen daha çok şey var demektir.
BATI’DA FERD
–Bu dünyaya Doğu’dan gelenler, bu dünyayı biraz sathî mi değerlendiriyor acaba? Batı’nın rafine aydınları ve düşünürleri, aslında Batı toplumunda ferdin çok zayıf olduğunu ve bundan dolayı da şirketlere, firmalara, partilere, sendikalara… sığındığını ifade ediyor ve bu durumun tenkidini yapıyorlar..?
Burada ferdi ferd yapan temeller çok zayıf. Meselâ, şu oturduğumuz yerde, çok lüzumsuz ve estetiğe de aykırı olarak, binanın bu ön tarafına destek olsun diye direkler vurulmuş. Bir kıssa olarak – şimdi anektod diyorlar – hep anlatırım: İmam-ı Gazalî, devrinin en büyük âlimlerinden biridir. Genç yaşta şöhrete ulaşmış, Nizamiye medreselerinin en meşhur müderrislerinden biri olmuş. Kendisi de, dâhîlerin bir bölümü için yapılan tavsife uygun olarak, cüsseli, saçları dökülmüş, filozof görünümlü, saçları arkadan uzamış, sakalları da nisbeten uzun… Hani hep rastlarsınız, bir insan küçük bir köyden çıkar, sonra büyük bir mevkiye gelir ve mevkiinin gerektirdiği urbalar içinde köyünü ziyaret eder ve şöyle bir görünür; o köyün şerefi olarak kendini gösterir. Hazret de –tabiî onda böyle duygular var mıydı, yok muydu bilemiyorum– memleketi olan Tus’a gelir. Bütün ahali, İmam-ı Gazalî geliyor diye yollara dökülür. Köyden yaşlı bir kadın da bu manzarayı seyretmektedir. İmam-ı Gazalî geçerken, bakar bakar, Hazret’i bir şeye benzetemez. Köyünün sarıklı, cübbeli imamı aklına gelir ve “Gazalîymiş, bizim köyün imamına kurban olsun!” deyiverir. İmam-ı Gazalî, bunu duyar ve şu mukabelede bulunur: “Anne, ne diyorsun? Ben, Allah’ın varlığı için Kur’an’dan binlerce delil keşfettim.” Kadın güler ve “Binanın temeli çürük olduktan sonra, bin direk dahi vursan ne çıkar ki?” der.
İşte bunun gibi, binanın temeli çürük ve onu ayakta tutacak asıl direklerden mahrumsa, o yapıya ne kadar payanda vurursanız vurunuz, netice alamazsınız. Temel ve blokaj çok sağlam olmalı ki, o temel üzerinde kuracağınız yapı da sağlam olsun. Evet, ferdleri iç dinamikleriyle ele alınmış ve bu şekilde blokajı sağlam atılmış bir toplumdur ki, hem kendisi, hem de ferdleri sağlıklı olabilir. Yoksa, çile çekmemiş, dehrin hadiseleri karşısında pişip olgunlaşmamış, öğrendiklerini içine sindirip, benliğine mâledememiş bir ferd, hep başkalarını tenkid edip duracak, kendi nefsini daima temize çıkarıp, dünyaları idare edebilecek seviyede görürken, başka herkesi hep suçlu, hep mücrim telâkki edecektir. Bu bencil ruhlar, hem nifaka, hem de fitneye açık ruhlardır. Efendimiz (s.a.s.) döneminde Mekke’de nifakın söz konusu olmayıp, Medine’de ortaya çıkması da bundandır.
YARATILIŞ MUCİZESİ
– Uzay gözlemlerinde, teleskobun 1 cm 2lik görüntüsü içine yüz milyar galaksi giriyor ve her galakside yüz milyar yıldız var olduğu söyleniyor.
Kâinat sonlu mu, sonsuz mu, bu bir tartışma mevzuu. Sonsuz olsa, insan aklı sonsuzu kavrayamaz. Sonlu olsa, ötesinde mekân arayıp, yine şaşkınlığa düşer. Bu, bize acziyetimizi ve sınırlılığımızı ihtar ediyor. Fakat bu sınırlılığımız içinde Sonsuz ve Sınırsız olan Zât’ı tartmaya çalışıyoruz. Sonra, yalnız makro planda kâinat değil, mikro seviyede atomları da bilmiyoruz. Bu âlem, kâinata göre daha da sanatlı, çünkü şekil, kütle küçüldükçe san’at büyüyor. Büyük bir şeklin içine sığdırdığınızı daha küçük bir şeklin içine sığdırmak istediğinizde, daha sanatlı çalışmanız gerekiyor.
Atomlar ve onun daha küçük parçacıkları, elektronlar ve protonlar arasında, kendi büyüklük seviyelerine göre öyle büyük mesafeler var ki, o küçücük dünyada birinden diğerine at koşturabilirsiniz. Sonra, bugün elektronlar diyoruz, protonlar diyoruz, quantumlardan bahsediyoruz; yarın belki esirin de ispatıyla, müşâhede sahamıza girmeyecek, âdeta anti-madde sınırında var-yok parçacıklardan söz edeceğiz.
YARATILIŞ MUCİZESİ KARŞISINDA
– Böylesine muhteşem bir dünya karşısında Allah’ı inkâra gidenler, biraz da, bütün bu ihtişamın bir zâtın eseri olabileceğini akıllarına sığdıramadıklarından mı inkâra gidiyorlar?
İnsan, çok defa Yaratan’ı kendine kıyasla, şu makro ve mikro seviyedeki âlemleri tek bir Yaratıcı’ya veremeyip ve tek bir Yaratıcı ve İdare Edici’yi kabûl edemeyince, bu defa ya kâinatın içinde sârî bir ilâh inancına (monizm) saplanıyor, ya, varlığın bütününe birden ulûhiyet atfetme cihetine gidiyor (panteizm), veya cansız, şuursuz, iradesiz, düşüncesiz maddeye ulûhiyet vererek, şu her zerresi yerli yerinde muhteşem kâinatı kaosa ve tesadüflerin, tesadüfî mecburiyetlerin oyuncağı haline getiriyor. Tabiat gibi, tabiat kuvvetleri gibi, ruhsuz, şuursuz, ilimsiz, iradesiz bir takım tâbirleri ilâh seviyesine çıkarıyor. Kalbde bir musaddık olmayınca, kâinattan edindiği her malûmât, sadece birer cehalet ve inkâr malzemesine dönüşüyor.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
15. GÜN
BATI’DAKİ YENİ YAYINLARIN “YENİ”YMİŞ GİBİ
TESİRİNDE KALMA
– Şu anda Batı’da yaygın, bizde de yaygınlaşan fikirler, teoriler var. Meselâ, en son Kaufman adlı birisi, Mega Strateji diye, kendince, ferd-toplum münasebetlerini düzenleyici ve toplumdaki, iş alanlarındaki tıkanıklıkları giderici bir teori geliştiriyor ve buna kalkış noktası olarak da, Talmud’daki “Dünyayı iyileştir” emrini aldığını söylüyor. Bizim dünyamızda da bu türden fikirler ve kitaplar birden ve çok alıcı buluyor. Halbuki, kültürümüzde bunların hiç biri eksik değil ve çok daha güzeli var. Meselâ, malûmunuz, “Dünyayı iyileştirme”, insanın yeryüzünün halifesi olmasının bir gereği ve fonksiyonu. Bu tür akımlar karşısında nasıl bir tavır içinde olmalıyız?
Daha önce de Toffler çıktı, Huntington çıktı ve saman alevi gibi, parlayıp söndüler. İlk çıktıklarında da, bunlara inanmamış ve bunu ifade etmiştim. Bu türden fikir ve projelerin arkasında, her şeyden önce yönlendirici bir elin varlığını kabûl etmek lâzım. Bundan daha önemlisi, herkes, kendi toplumunu temel alarak düşünür, konuşur ve yazar. Kendi kültürünün, kendi çevresinin tesirindedir. O bakımdan, bir toplumda ileri sürülen her tedavi şekli, diğer toplumlara aynen uygulanamaz. Bu hususu da göz ardı etmemek lâzım. Meselâ, din deyince Batılı ister istemez Hristiyanlığı anlar ve dini ona göre yargılar. Daha önce, bir resim değerlendirmesinde, Batı’da Hristiyanlık için kurulan dar ağacında İslâm’ı astığımız ifade edilmişti. Bu ne büyük bir hata ise, aynı şekilde, Batı’da ortaya çıkan her düşünceyi, her fikri, her tedaviyi hemen orijinal bulup almak, aynı derecede hatadır. Fakat, maalesef, bazı arkadaşlarımız hep bu hatayı işliyorlar.
Bizim kendi kültürümüz, kendimize ait eserlerimiz var. Bunların üzerinde çalışmak, bir araya geldiğimizde bunlar üzerinde müzakerede bulunmak ve problemlerimize çareleri onlarda aramak gerekiyor.
NEFSİ TERBİYE İLE NEFSİN HAKKINI VERME
ARASINDAKİ DENGE
– Nefsi terbiye, aynı zamanda hakkını da vermek için elimizdeki ölçü ne olmalıdır?
Nefse hiç açık kapı bırakılmamalı; o, daima baskı altında tutulmalı. Zaten hayatımızı sürdürmek için yiyip içiyoruz; o, bunların hepsinden faydalanıyor. Fakat o, kendi haline bırakıldığı takdirde bunlara kanaat etmez; daha fazlasını, daha fazlasını ister. Onun her istediğini yerine getiren insan da, onun altında kalır ezilir. Nefsin gıdalanması için, ona ne ölçüde bir saha tanınacağı Din’de bellidir. Ona bunun ötesinde bir saha tanımak, onun altında kalıp ezilmeye yol açar.
Nefsin ruh gibi, kendine has bir mevcûdiyeti vardır. İmam-ı Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye adlı eserine Berika adlı şerh yazmış olan İmam-ı Hadimî, ya kendi veya başkasının başından geçen misalî bir mahkeme hadisesini anlatır. Her kimse onu, “hakkında şikâyet var” diye mahkemeye çıkarırlar. Mahkemeye vardığında, köşede büzülmüş tanımadığı biri durmaktadır. Şikâyetçi olan bu kişi, “Bu zat, benim hakkımı vermiyor; yemiyor, içmiyor, yatmıyor” diye şikâyetlerini sıralamaya başlayınca, maznun, onun nefsi olduğunu anlar. Sonra da kendini şöyle müdafaa eder: “Budur beni sürekli olarak Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışan; budur beni günahlara çağıran; budur benim helâkimi hazırlayan…” Neticede mahkemeyi kazanır.
Nefis şikâyet eder; kim bilir, Allah yolunda hizmet edenlerden, az yiyip az uyuyanlardan, meselâ, Ramazan’ın dışında Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutanlardan ne şikâyetler etmektedir! Fakat, onun şikâyete hakkı yoktur; onun şikâyetlerine hiç mi hiç kulak vermemek lâzımdır.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İKİNCİ 15 GÜN
15 günlük ilk dönem notlarından sonra, ikinci dönem notlara, aylar sonra Hocaefendi’yi bir defa daha ziyaretim üzerine geçebiliyoruz.
1. GÜN
Bugün, kendileriyle bir defa daha görüşme imkânı oldu. Geldiğimde saat 20.15’ti ve akşam yemeği çoktan yenmişti. Mutad üzere, yemekten sonra, ihtimal kısa süreli bir sohbet de olmuştu. O anda bir kitaptan, Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerinin bir takım iş’arî manâlarıyla ilgili bir bölüm okunuyordu.
Okuma bittikten sonra, sağlığını sordum. Kronik rahatsızlıklarının devam ettiğini, henüz grip aşısı da yaptıramadıkları için, ağır grip vak’aları geçirdiklerini, bu arada bazı yerlerindeki lenflerde şişmeler olduğunu, yine şekerden kaynaklanan parmaklarındaki deformasyon ve şişmenin, elini yeterince kullanmasına mani bulunduğunu söylediler. Rahatsız oldukları, simalarından da sezilebiliyordu. Bu arada, çok yalnız kaldıklarını, ABD de olup da, arada bir gelen bir-kaç dostun da ayrıldığını söylediler. Gerçekten, içeride evin her zamanki sâkinleri dışında kimse yok denebilecek kadar az insan vardı.
DÖNMELER HAKKINDAKİ YAYINLAR
Saat 21.00 sıralarında sohbetten kalkıldı. Bilgisayar bulunan küçük odaya geçip, internetten Türkiye medyasında yer alan ana haber ve yorumlara göz atıldı. Daha sonra yatsı namazı için mescide çıkıldı ve 21.45 sıralarında yatsı namazı eda edildi. Yatsı namazından sonra, mutadları üzere, aynı zamanda mescid vazifesi gören salona tekrar çıktılar. Bir saat kadar bir süre, kısmen âfâkî denebilecek bazı meselelerden konuşuldu. Yakın tarihin bazı meseleleri ve Türkiye toplum mozayiğinin bazı unsurları üzerinde duruldu. Son zamanlarda Türkiye medyasında, Osmanlılar’ın Avdetî, halkın Dönme dediği vatandaşlar hakkında yapılan bazı yayınlardan soruldu. Bunların yersiz ve gereksiz olduğu, bir takım isim veya soy isimlerden hareketle yapılacak tesbitlerin karıştırma ve karışıklıklara yol açabileceği, meselenin ilmî açıdan ve ciddî biçimde ele alınabileceği, başka türlü yaklaşımların toplum içinde yeni bölünme ve düşmanlıklara yol açabileceği üzerinde durdular. Nihaî olarak da, “Böyle şeyler bizi meşgul etmemeli. Biz, Allah ile aramızdaki münasebet nasıldır, hangi seviyededir, ona bakalım” buyurdular.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
2. GÜN
05.10’da sabah namazına duruldu. 05.30 civarında biten namazdan sonra, evde bulunanlar istirahata çekildiler. Sabah kahvaltısı saat 8.00’de idi; fakat yıllardır gece istirahatinden neredeyse tamamen mahrum bulundukları için, yine rahatsızlıkları sebebiyle kahvaltıya inemediler.
***
RAHATSIZLIKLARI
Hocaefendi, bir defasında kendilerinin de buyurdukları ve tanıyanlarının da ifade ettiği üzere, gençlik günlerinden beri çok fazla ilaç kullanmaktadır. Bununla alâkalı olarak, belki yapılmaması gereken bir dua olduğu, hattâ bu konuda çok itimat ettiği bir âlim-fâzıl zat da ikaz da buyurduğu halde, gençliğinde, “Ya Rabbi, benim vücuduma öyle rahatsızlıklar ver ki, gençlik duygu ve arzularına vakit bulamayayım” diye dua ettiğini söylemişlerdi. Denebilir ki, hemen bütün hastalıklar vücudunda tavattun etmiş, her biri belli bir süre konuk kaldıktan sonra gitmiş, yerlerine başkaları gelmiştir. Gençliğinde, el, yüz ve ayakları dahil, bütün vücudunda belli rahatsızlıklar, yaralar meydana gelmiş.
Hocaefendi bir defasında:
Bu yaraların kabuklarını yüzdüğümde, bütün vücudumun derisi soyulur gibi olurdu. Yaralar, acımasının yanısıra çok da fazla kaşınırdı. Biraz rahatlamak için merhem sürerdim; fakat o da öyle yakardı ki, odamda en az yarım saat dört dönerdim. Böyle 15 yıl kadar devam etti.
Sonra bir hadise dolayısıyla sıkıntı bastı. O sıkıntı anında, çok ama çok fazla terledim. Bu yara hastalığımın dermanı bu oldu; veya böyle bir hadise onun geçmesine sebep olacakmış. Attığım o kadar terden sonra, o yaralarım elhamdülillâh tamamen geçti.
şeklinde anlatmışlardı.
Hocaefendi, askerde iken siroza dönüşen ciddî bir sarılık geçirmiş. Sindirim rahatsızlıkları, hayatının hiçbir döneminde eksik olmamış. Yine bir dönem, sağ bacağı tahammül edilmez derecede ağrılar yapıyormuş.
Bu rahatsızlıkları hakkında da, bir sohbet esnasında şunları söylemişlerdi:
Ayağa kalkamıyor, hattâ oturamıyordum. Abdest alırken arkadaşlar yardım ediyorlardı. İzmir’de ortopedist bir doktor getirdiler. Çok sert ve mizacı ters bir adamdı. Muayene esnasında da sert davrandı ve canımı çok acıttı. Ameliyat gerektiğini söyledi. Fakat sertliği ve haşinliği çok canımı sıkmıştı. “Allah, beni sana muhtaç etmeyecek ve bu hastalığıma şifa verecek” dedim. Doktor da kızdı gitti.
Bir başka gün de hastanede muayene ettiler. Çıktığımda, doktorların kendi aralarında konuşmalarını duydum. Ayağın kesilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Önce içimden bir ürperti geçti. Sonra, Epiktetos gibi kendi kendime, “Fethullah, bugüne kadar iki ayağın vardı ve Allah’ın lûtfettiği bu iki ayağı kullanıyordun. Yâ Rabbi, bundan sonra Sana tek ayakla kulluk ederim. Sana Hamdolsun!” dedim.
Hastaneden geldikten sonra, ağrıyan yerlerine bir süre zeytin yağı sürüyor ve bildikleri dualardan okuyorlar. Allah, o rahatsızlığına da şifa veriyor.
Hocaefendi, şeker rahatsızlığını 12 Eylül sürecinde hissediyor. Kalb rahatsızlıkları da aynı dönemde ortaya çıkıyor. Şu son dönemde, bu rahatsızlıklarının bir komplikasyonu olarak bilhassa sağ kolunda şiddetli ağrılar, parmak mafsallarında şişme oluyor. Bu sebeple, parmaklarını tam olarak bükemedikleri için, ellerini kullanmada ızdırap çekiyorlar.
Hocaefendi’nin bir diğer tipik ve kronik rahatsızlığı, çok fazla terlemesidir. 4 rek’atlık bir namaz, yatağını düzeltme, hafif bir hareket, O’nun ter içinde kalmasına yetiyor. Bilhassa çok ağır geçen grip rahatsızlıklarında, çok fazla ter atıyorlar. Bir gecede, onun da belki ancak yarım saatinde uyuyabildiği uyku süresi sadece 2 saat kadardır. Fakat bu süre içinde defalarca atlet değiştirdiği oluyor.
Yine çok tipik bir vak’a olarak, vücudunun üst yanı böylesine terlerken, alt tarafı da alabildiğine üşüyor. Ayaklarına, cereyanla ısıtılan çoraplardan giydikleri, üzerine battaniye sardıkları ve bu şekilde yatağa girdikleri halde, bir türlü ısınamadığını söylüyorlar. Evet, herkes gibi, Hocaefendi de kendi kaderini yaşıyor.
***
Çarşamba sabahı (bugün), yine rahatsızlıkları sebebiyle kahvaltıya inememişlerdi. Kahvaltıdan sonra, evin bulunduğu çevreyi biraz dolaşayım dedim. Daha önceki gelişimde ara sıra çıkar, yakın bir yerde bir ağaç altında otururdum. Bir defasında yanımda gazete götürmüş ve görünmeyecek bir yere bırakmıştım. Bu defa, gazete duruyor mu diye aynı yere tekrar gittim. Farkında olmadan yolumu şaşırmışım. Çevrede biraz dolandıktan sonra bulabildim. Evet, gazete koyduğum yerde duruyordu, fakat tabiî ki, bir hayli yıpranmıştı.
Saat 11.00 sırası kaldığım odaya geldim. Birkaç dakika sonra Hocaefendi de geldiler. Bir müddet oturduktan sonra ayrıldılar.
Ayrıldıktan hemen sonra kolunda, fanila türü giyeceklerle tekrar geldiler. Hocaefendi, 2 takım elbisesi, aynı türden 2 veya en fazla 3 giyeceği olduğunda, ayrıca kendisine gelen bu türden hediyeleri dağıtır ve bu, ne zaman giyeceklerinde az bir yığılma olsa tekerrür eder. Bu defa da aynı şekilde, odaları dolaşarak, kalan bir-kaç insana elindekileri dağıttılar ve öğle namazı hazırlığı için odalarına çekildiler.
***
Saat 12.30 civarında namaz kılındıktan sonra öğle yemeğine oturuldu. Yemeği müteakip, sorulan bazı sorulara cevap verdiler:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
TEMELLERİ BİR DEFA DAHA KEŞFETME
– Sızıntı’nın önceki (Ekim) sayısının başyazısında, “Bugün İslâm ve Kur’an tenkide uğruyor. Bu bakımdan, bunlar üzerinde yoğunlaşmak gerekir” mealinde bir ifade var. Acaba, yeniden temele inme, temelleri bir defa daha keşfetmek ki gerekiyor?”
Temele inme, dinî hassasiyetimizi bir defa daha kontrol etmenin yanısıra, temel kaynaklara inme manâsına da gelir. Bilhassa son asırda, bu şekilde temel kaynaklara inme adına çok söz söylendi. Bazıları buradan hareketle, selef-i sâlihîni, bu arada mezhep imamlarını tenkid cihetine gittiler. Bu kapı bir defa açılınca burada durmayıp, Sahabe’ye, oradan Sünnet’e kadar uzandılar; hattâ Kur’an’ı bile tenkit etmeğe kadar işi vardıranlar oldu.
Meselâ, bir erkeğin yerine iki kadının şâhidliğinin istenmesi ve mirasta kadına erkeğin yarısı bir hisse verilmesi gibi konular hakkında, “Bunlar, Kur’an’ın problemi, bizim problemimiz değil” diyenler var. Bu tür değerlendirmeler, meseleleri yerli yerine koyamamaktan kaynaklanıyor. Meselelere, ne zaman, nerede ne öne çıkar, ne yapılmalıdır; ne, nerede, nasıl değerlendirilmelidir, bunlar dikkate alınmadan, sanki her zaman aynı şartlar hükümferma imiş gibi yaklaşılıyor. Kendilerince bazı misaller de veriyorlar. Hz. Ömer’in, Peygamberimiz zamanında müellefe-i kulûb hissesinden zekât verilen iki kişiye artık bu zekâtı vermemesini misal gösteriyorlar. Bu vak’anın farklı mahmilleri vardır, bir zaman bir münasebetle izah edilmişti. Böyle yapmaktansa, bugün din adına neredeyiz, hangi durumdayız, nelerle birinci derecede mesulüz, mesul tutulmalıyız; bütün bunlar çok iyi tesbit edilip, diğer mevzulara bunların ışığında yaklaşmak lâzım. Yoksa her bir-kaç yılda bir düşüncelerimizi, verdiğimiz hükümleri, bugün vardığımız sonuçları değiştirmek zorunda kalırız ve bu da, dinin ruhuna dokunur.
İÇTİHAD TEŞEBBÜSLERİ VE ASIL YAPILMASI
GEREKENLER
– Malûm, İçtihad bahsinde, fırtınaların olduğu bir zamanda kapıların, pencerelerin kapanması lâzım deniyor. Bugün böyle, ikinci derecedeki meseleleri öne çıkarıp, onlar üzerinde imal-i fikir etme ve bunları birinci derecede önemliymiş gibi tartışmaya açma, bu prensip çerçevesinde değerlendirilebilir mi?
Bir tarafta, “içtihad kapısı tamamen kapalıdır” demek bir ifrattır. O, her zaman açıktır; fakat oradan girmenin şartları vardır. Biraz önce arz edildiği gibi, içtihadın bir temeli olmalı. İçtihad, İslâmî bir tabir ve İslâmî bir mesele olarak, İslâm fıkhıyla alâkalıdır. Bu da tabii İslami şartlar, İslâmî bir zemin gerektirir. Meselâ, bugün toplumumuzda bir problem halini alan başörtüsü, hicretin 5’inci veya 6’ncı, yani Risalet’in 18 veya 19’uncu yılında farz olmuştur. Faiz, kademe kademe yasaklanmış, ama tamamen ortadan kaldırılması, Veda Haccı’nda gerçekleşmiştir. Bütün bunlar üzerinde iyi düşünülmeli ve gerektiği gibi durulmalıdır.
Burada bilhassa şu hususu arz etmekte yarar var. Bugün için, İslâm fıkıh tarihini yeterince araştırdığımız ve bildiğimiz söylenemez. Kur’an’daki ahkâmın illetlerinin bile tam olarak ortaya çıkarıldığı ve bu manâda sağlam bir tenkih-i menat yapıldığı iddia edilemez. Kaldı ki, selefin içtihadlarında dayandığı deliller nelerdi; o devasâ fıkıh okyanusunda neler vardı, bunları tam olarak bilemiyoruz. Kanaatimce, içtihada medar meseleler bile, selef döneminde %90 nisbetinde halledilmiş gibidir. Öyle ise, bugün yapılması gereken, işte bunlar üzerinde çalışmak ve bu konuda araştırma yapmak olmalı; hususiyle de Din’in usulü üzerinde durulmalıdır. İnsanlara Allah’ı nasıl anlatabiliriz; onları Kur’an ve imanla nasıl tanıştırabilir, Allah’ı insanlara nasıl sevdirebiliriz; evet, gayret ve düşünceler, öncelikle bunlar üzerinde teksif edilmelidir. Kaldı ki, bugün içtihad gibi mevzular üzerinde uğraşanlar, bunu biraz da isbat-ı nefs için yapıyorlar. Zaman ve şartlar tam müsait olmadığından, serdedilen fikirler, varılan neticeler de semavî değil, arzî oluyor. O bakımdan, Din’in usûlünü tam tesbit etme, akıllara ve kalblere yerleştirme çalışmalarına hız vermenin dışında, diğer meselelerde insanlara belli ölçülerde genişlik gösterilmeli, onların üzerine, mevcud şartlar açısından altından kalkamayacakları mükellefiyetler yüklemekten kaçınılmalıdır. Aksi halde, bugün vardığınız bir neticeyi, ulaştığınız bir hükmü çok geçmeden gözden geçirme, değiştirme durumunda kalırsınız ki, bunun da zararı, her şeyden daha çok Din’in kendisine olur.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ALLAH HAKKINDA KONUŞURKEN
– Bir defasında, şöyle konuşanlar olduğunu duymuştum: “Allah’ın, kozmik sahadaki sistemi çok muhteşem ve kusursuz; fakat insanî sahada zaman zaman rötuş istiyor.” Bunu nasıl değerlendirmek lâzım?
O söz, benim de kulağıma gelmişti. Allah hakkında çok dikkatli konuşmak lâzım. Burada, şimdi vefat etti, başka dinden çok önemli bir ruhanî lider, kendisini 3 sene önceki ziyaretimizde, “Bugün kötülükler çok arttı; zulüm, çatışma, haksızlık, cinayetler, ahlâkî yozlaşma çok yaygın. Doğrusu Tanrı olmak istemezdim” demişti. O seviyedeki bir insanın bu sözü çok garibime gitmişti. Kendisine, “Allah hakkında böyle düşünmek doğru değildir. Onu, kendi mizanlarımızla tartamayız; icraatını ve icraatındaki hikmetini tam kavrayamayız. Bu bakımdan, O’nun hakkında bir şeyler düşünür ve konuşurken, çok dikkatli olmamız lâzım” demiştim. O zat, hakperest olduğu için, hemen hata ettiğini itiraf etmişti.
Bu türden bütün değerlendirmeler, hep nazar, yani bakış açısı hatasından kaynaklanıyor. Evet, kozmik planda, kâinatta Kudret ve İrade’ye dayalı cebrî bir determinizma var ve sistem hiç bozulmadan işliyor. Ama Allah, dilediği zaman bazı değişiklikler de yapıyor ki, biz bunlara mucize diyoruz. Meselâ, güneşin batışını bir nebîsi için tehir edebiliyor, ayı ikiye yarıyor vb. Fakat, insanî sahada cebrî determinizma yok ki, orası da kozmik saha gibi olsun. İnsana bir irade verilmiş, hilâfet lûtfedilmiş ve belli sahada dilediği gibi davranma hürriyeti tanınmış. İşte o, bununla imtihana çekiliyor. Aksi bir durum, insanın varlığını gerektirmezdi. Allah (c.c.), insanî sahada kozmik sahadaki âhenk olsun diye, peygamberler irsal ediyor, kitaplar indiriyor, din gönderiyor. Eğer biz, bunlara uysaydık, acaba insanî saha bu ölçüde herc ü merce uğrar mıydı?
ŞAHİDLİKTE ERKEK VE KADIN
– Bir yerde, iki kadının şâhidliğinin bir erkeğin şâhidliğine denk tutulması kuralının, sadece ticarî münasebetlerle ilgili olduğunu yazıyor. Bu, gerçekten böyle mi, yoksa her hususta bir erkek yerine mutlaka iki kadın mı aranır?
Bu meseleye kadının ve erkeğin yeri veya değeri nokta-i nazarından değil de, bizzat şâhidlik nokta-i nazarından yaklaşmak lâzım. İş ve ticaret hayatı, hususiyle o dönemde, kadından daha çok erkeğin meşguliyet ve ihtisas sahasıydı. Bu sahayı o, kadından daha iyi bilirdi. Buna karşılık, meselâ, kadın da ev hayatını erkekten daha iyi bilir. Ne, erkeğin ev dışında daha aktif ve daha geniş çalışma sahasının olması, kadına nazaran ona fazladan bir değer kazandırır, ne de kadının ev işlerini erkekten daha iyi bilmesi, ona erkeğin altında bir derece verilmesine vesile sayılır. Hattâ, evde çocukla meşgul olma ve nesillerin ilk terbiyesi, belki insan hayatındaki bütün işlerden daha önemli ve daha kudsîdir. Çünkü bir insan, kendisini hayat boyu tesiri altında tutacak imtisasları, huyları, karakter hususiyetlerini 7, hattâ 5 yaşına kadar kazanır. Bu hususu hiç nazara almayanlar, kadının evdeki vazifesini âdeta küçümsüyor ve ona dışarıda iş bulmakla değer verdiklerini zannediyorlar.
Her ne ise, hayattaki fıtrî veya tabiî işbölümü, cinslerin yaratılıştan sahip bulundukları fizyonomi, psikoloji ve karakterlerinin gereğidir. İster iş veya ticaret hayatı olsun, isterse başka bir mesele olsun, bir yerde erkek daha aktif ise, orada onun şâhidliğinin ön planda olması normaldir. Kadın, ev dışında erkek ölçüsünde meşgul olamıyorsa, o hayata erkek ölçüsünde katılmaz ve dolayısıyla aynı derecede o hayatı ve onunla alâkalı bazı hususları bilmez. Kadının her sahaya müdahil görüldüğü, müdahil olmaya çağrıldığı günümüzde bile, halâ kadınlara adeta kapalı pek çok saha vardır. Dolayısıyla, bir vakıayı, bir doğruyu tesbit ederken, meseleyi kadın-erkek münasebet veya değerine getirmek, yanlış olur. Neyse, ben cidden hastayım, konuşmaya da niyetim ve mecalim yok; ancak siz mevzuyu değişik bir yöne çekince konuşturdunuz.
***
Sohbet, doyurucu bir üslûpta bu şekilde bir süre devam ettikten sonra kalkıldı. Saat 14.30 civarıydı. İkindi namazı vaktine az kalmıştı. 15.15 civarında ikindi namazına duruldu. Namazdan sonra da oturuldu, fakat sohbetten ziyade, TV’den Haber-Kritik programı seyredildi. Tabiî o sırada, Türkiye’de saatler 23.00’e gelmişti. 17.00’ye bir-kaç dakika kala akşam namazı vakti girdi. Akşam namazı da kılındı ve saat 19.00’a kadar odalara çekilindi.
19.00’da akşam yemeğine oturuldu. Yemekten sonra, yine soru-cevap tarzında güzel bir sohbet oldu:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ANNE KARNINDA RUH
– Ruhlar, bedenden bağımsız olduğuna göre, anne karnında geçenleri hatırlayabilirler mi?
Bedenin gelişip olgunlaşmasıyla, rûhun kullandığı vasıtalar olan havâs (duyular) da gelişir. Dolayısıyla ruh da, bu zaviyeden tekâmül ettiği gibi, ilim ve imanla bizzat da tekâmül eder. Tam tekâmül etmiş ruhlar, anne karnında olup bitenleri hatırlayabilir.
Kabir de, ruh için bir başka anne karnı gibidir. Orada azap olacağına dair Kur’an, Mü’min Sûresi’nde, “Kötü azap, Âl-i Firavun’u sardı. Ateş ki, sabah ve akşam ona arzedilirler; ve Kıyamet koptuğu gün de, ‘Âl-i Firavun’u azabın en şiddetlisine sokun’ denir” (40:45-46) âyeti bir delildir. Kabir ayrı bir âlem, Mahşer ayrı bir âlem; Mizan, Sırat hep ayrı birer âlemdir. Her birinin kendine has husûsiyetleri vardır.
KABİR HAYATI VE BİR ÂYET
– Yâ Sîn Sûresi’ndeki “Vah halimize! Bizi yattığımız bu yerden, bu uykumuzdan kim kaldırdı?” (36:52) âyetini nasıl yorumlamak lâzım?
Evet. Demek ki kabir, daha sonraki âlemlere göre bir uyku gibi. Hz. Ali efendimiz, “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyuruyor. Nasıl dünya hayatı kabir hayatına göre bir uykudur; aynen onun gibi, kabir hayatı da, Âhiret âlemlerindeki hayata göre bir uykudur. İnsan uykusunda da belli bir azaba düçar olabilir. Cehennem azabına göre kabir azabı, uyanık insanın gördüğü azaba göre uykudaki insanın rüyasında düçar olduğu azap gibidir.
– Bir sohbetinizde, “kabri bir atlatsak, gerisi kolay” buyurmuştunuz.
Orada, Âhiret’te de nasıl muamele göreceğiniz ortaya çıkıyor. Meselâ, bir yere yolculuk yapacaksınız; bunu yaya mı yapacaksınız, bir hayvan sırtında mı yapacaksınız, tren, vapur, uçak veya füzeyle mi yapacaksınız; yolunuz nasıldır, inişleri yokuşları, engebeleri var mıdır, varsa nasıldır; bütün bunların bilinmesi gibi, kabirde gördüğünüz muameleye göre de yolunuzun kalan tarafı ana hususiyetleriyle belirmiş oluyor.
ÂHİRET’TE EN ÇETİN SAFHA VE ŞEFAAT-İ KÜBRA
– Meşhur Şefaat-i Kübra hadisinde, Âhiret âlemleri içinde en çetin safhanın sanki Mahşer olduğu gibi bir imaj var diyebilir miyiz?
O hadis-i şerifte, evet, insanların dirilmeden sonraki durumları anlatılıyor ve “Rabbim o anda gazaplandığı ölçüde, ondan önce de, ondan sonra da gazaplanmadı” buyuruluyor. Önce, Allah için gazap nedir, tabiî bunu yerine iyi oturtmak lâzım. Gazap, bilhassa yerinde olmadığı zaman, bizim için bir eksiklik ifade eder. Allah (c.c.), her türlü eksik sıfatlardan münezzehtir. O bakımdan, bu türden ifadelerde, müfessirler olsun, kelâmcılar olsun lâzım-ı murad üzerinde durmuşlardır. Yani, “gazap” lâfzıyla ne murad edilmiştir, ne anlatılmak istenmiştir, bunun bilinmesi lâzım. Yoksa, Allah’ın bizim gibi gazaplanması söz konusu değildir. O’nun için “el, yüz” gibi ifadeler de böyledir. “El” bir insanda neyi ifade eder; “yüz” neyi ifade eder; bunlar, Cenab-ı Allah için birer sıfat olarak aynı veya benzer şeyleri ifade ederler. Yoksa Allah için, bizde olduğu gibi bir el ve yüz düşünülemez.
O Celâlî tecelli karşısında, insanlar Hz. Âdem’e, Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’e, derken Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya gidecekler; gidecekler ama, hepsi de, kendi muhasebe ve Allah’la münasebet ölçülerine göre birer hatalarını söyleyip, bu müracaatları kabul edemeyecekler. Bunlar belki birer günah değildir ama, onlar, o anın da dehşeti içinde, bunları Allah ile olan münasebetlerine yakıştıramadıkları için, insanların bağışlanması adına Allah katında şefaatte bulunmaktan haya edecekler. En son Efendimiz’e (s.a.s.) gelinecek ve O, başını yere koyup yalvaracak. O’nun o yalvarmaları karşısında, kendisine “İste, istediğin verilecek” denecek ve O’nun oradaki şefaati, bir bakıma o andaki ve o ölçüdeki Celâlî tecellinin Cemalî tecelliye inkılâbı şeklinde olacak.
Efendimiz (s.a.s.) gibi, tevazunun zirvesini temsil eden bir insanın böyle bir ifadede bulunması, bazı kıt düşüncelerce tevazuya aykırı görülebilir. Halbuki bu, onun için çok zor bir şeydir; yani kendisiyle alâkalı büyüklüğü anlatması, esasen ona çok ağır gelmektedir ama, O’na inanmak, imanın olmazsa olmaz en esaslı iki rüknünden biri ise, O, bunu tebliğ etmek ve söylemek zorundadır. Yoksa, risalet vazifesini yerine getirmemiş olur.
Sohbet 21.00 civarında bitti ve 21.30 civarında da yatsı namazı kılındı.
***
Hocaefendi, sohbetlerinde ve sorulara verdiği cevaplarda, neyin söylenmesi gerekiyorsa onu söyler. Bu bakımdan, cevaplar her zaman sorunun tam mukabili olmayabilir; en azından, bilhassa soru çok önemli değil, fanteziye kaçan bir yanı var, tabiî olarak sorulmamış veya insanları çok alâkadar etmiyor ya da etmemesi gereken bir konuda ise, soruyu soranı mahçup etmemek için, kısa bir cevaptan sonra, kendi tabiriyle “sözü merkeze çeker” ve söylenmesi gerekeni söyler. Bazen bir ikazda bulunur; kişileri, düştükleri ve düşebilecekleri varta ve girdikleri ve girebilecekleri günahlardan dolayı uyarır; bazı hususlarda açık-kapalı tembihler yapar; kısaca, muhataplarını özellikle Allah’a, Âhiret’e ve meâlîye yönlendirmeye çalışır. Bunun dışında, üzerinde konuşmaktan en çok hoşlandığı mevzular, marifet bahisleri ile Kur’anî nükteler, Kur’an’ın şu veya bu derecede ele alıp işlediği konulardır. Bir de, İslâm’a hizmet, onu en çok cezbeden bir husustur.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
3. GÜN
05.15’te sabah namazına duruldu ve namaz sonrası istirahatinin ardından saat 8.00’de kahvaltı yapıldı. Hocaefendi, yine kahvaltıya çıkamadılar.
***
Saat 12.30 civarında öğle namazı kılındıktan sonra, öğle yemeğine oturuldu. Yemekten sonra, Hocaefendi’ye şöyle bir soru soruldu:
HZ. MUSA’NIN, YANINDA 10 YIL KALDIĞI ZAT
– Hz. Şuayb (a.s.), Kur’an-ı Kerim’de, malûmunuz, arkası olan bir rasûl olarak geçiyor. Hz. Musa’nın Medyen suyu başında karşılaştığı iki kız ise, kavmi içinde böyle arkası olan bir zatın kızları gibi görünmüyor. Buradan hareketle, o zatın Hz. Şuayb olmadığı sonucuna varılabilir mi?
Peygamberler, içlerinde vazife yaptıkları topluluğa hitaben, daha çok “Yâ kavmi (ey kavmim)” diye sesleniyorlar. Demek ki, bunun, bir kavim içinden çıkmanın veya bir kavme gönderilmiş olmanın bir ehemmiyeti var. Hz. Şuayb (a.s.), gerçekten Eyke’de mi doğup büyümüştü, yoksa oraya hicret mi etmişti, bilmiyoruz.
Şuarâ Sûresi’nde bazı rasullerin kıssaları anlatılırken, kavimleriyle olan münasebetleri açısından, meselâ, “Kardeşleri Salih…”, “Kardeşleri Hûd… “Kardeşleri Lût…” ifadeleri kullanılır. Yalnızca Hz. Şuayb için, “kardeşleri” ifadesi geçmez; sadece “Şuayb onlara dedi” ile iktifa buyurulur. Demek ki, bir arkası da olsa, Hz. Şuayb ile kavmi arasında bir kardeşlik yoktu; ya onların içinden çıkmamıştı, ya da onlar, kardeş olarak anılacak sıcaklık ve yakınlıkta insanlar değildi; tam bedevî idiler. Gerçi, Hz. Musa’nın Medyen’de yanında kaldığı zatın Hz. Şuayb (a.s.) olduğu kesin değildir. Fakat, kavmi içinde Hz. Şuayb’ın dayandığı güçlü bir topluluk da bulunsa, o kavim, bedeviyeti gereği, onun kızlarına iyi davranacak, çobanları, koyunları sulamada bir kuyu başında onlara öncelik verecek bir insaniyet ve medeniyet seviyesinde de bulunmuyordu. Yani ortada bir ahlâk, bir karakter meselesi söz konusu idi.
PEYGAMBERLERİN KORKUSU
– Hz. Musa’ya olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere de atfedilen korkuyu nasıl anlamak lâzım?
Korkunun bir zaaf olanı veya zaaftan kaynaklananı vardır. Üstad, Hutuvat-ı Sitte’de, korkuyu hizmet insanlarının yolunu kesen 6 tehlikeden biri olarak zikreder. Bu, zaaf olan korkudur. Yani insan, ölümden korkar; malını, mevkiini, şöhretini kaybetmekten korkar; hapse düşmekten, işkence görmekten korkar… Bu tür korkuların hiçbiri peygamberlerde, hattâ onların varisleri olan asfiyâda bulunmaz. Ancak, mukteza-yı beşeriyet olan bazı korkular vardır. Arkanızda sizden habersiz bir top patlar, birden bir şimşek çakar, ister istemez irkilirsiniz. Bunlar, beşer olmanın gereğidir. Ayrıca, meselâ, insanların küfre düşmesinden korkarsınız, bir işte başarısız olmaktan korkarsınız; üzerinize yüklenen ağır bir mesuliyetin altından kalkamayacağınızdan korkarsınız. Bunun gibi, peygamberlerin böyle “korku”ları olur. Bu korkularına karşılık da “firar”ları olur.
HZ. MUSA (a.s.)’IN FİRARI
– Firar ve İ’tisam yazısında, Hz. Musa’nın korku ve firarına bu noktada çok güzel bir yorum getiriliyordu. “Sizden korktuğum zaman, firar ettim” manâsında gibi görünen âyet (Şuarâ/26:21), “Sizinle bulunmaktan korktum” şeklinde çevrilip, firarının da zevk ve vuslata, hilâfet ve kurbete varan bir firar olduğu yorumlanıyordu.
Zaten, başka türlü anlayamazsınız. Bir Peygamber, hattâ Peygamber namzedi can korkusu duyup kaçmaz. Bir misyon insanı olarak, elbette ele geçirilmeyi ve öldürülmeyi arzu etmez; bu noktada hayatı açısından endişe duyabilir. Bu bakımdan, korkunun şümulü geniştir. Hz. Mûsa (a.s.) can korkusuyla firar etmiş olsaydı, böyle bir firar mükâfatla ile neticelenmezdi. Halbuki, firarının sonunda ona hüküm, hakimiyet verildiğini ve kendisinin peygamber kılındığını, bizzat zikri geçen âyet naklediyor.
***
14.00 civarında sohbetten kalkıldı.
Normal vaktinde ikindi ve akşam namazları kılındı. Hocaefendi, bu günlerde ikindiden sonra genellikle televizyondan bazı programları takip ediyorlar.
Akşam namazı saat 17.00 civarında eda edildikten sonra 19.00’da akşam yemeğine oturuldu. Yemeğin ardından sohbet, yine bir soruyla açıldı:
MES’ULİYET VE SORGULAMADA FERDÎLİK
– Malûmunuz, her insan ferdi, diğer türlere nazaran ayrı bir tür gibi. Ayrıca, yalnız doğuyor, yalnız ölüyor, yalnız dirilip, yalnız sorguya çekilecek. Maturidîler ve Eş’arîler arasında da, teklif ve tebliğ gitmeyen insanlara Âhiret’te yapılacak muamele konusunda görüş ayrılığı var. Bu hususu gruplar ve yer gibi, genel bir açıdan değil de, ferdler açısından ele almak daha doğrudur denebilir mi?
Bu mevzuda dikkatli olmak lâzım. Bize ne Cennet’in hâzini olma, ne de Cehennem’e zebanî olma vazifesi verilmiş. İnsanları Cennet’e veya Cehennem’e koymak, tamamen Allah’a ait bir husus; onların sahibi O. Eş’arîler, görüşlerinde, “Biz, bir rasûl göndermedikçe azap edici değiliz” âyetine dayanıyorlar. Maturidîler ise, her insan, dinin diğer usûl ve fürûâtını bilemese de, bir Yaratıcı’nın varlığını aklıyla çıkarabileceği, böyle bir donanımla dünyaya gönderildiği, dolayısıyla bundan mes’ul olduğu görüşündedirler. Bu görüşü tartmak, değerlendirmek de halihazır şartlarda zor. Çünkü her insan, bir aile içinde ve bir çevrede dünyaya geliyor ve bunların tesiri altında yetişiyor. O bakımdan, aklıyla böyle bir neticeye varabilir mi varamaz mı kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Fakat, meselâ Efendimiz (s.a.s.) zamanında bir bedevî bile bir Yaratıcı fikrine ulaşabiliyordu: “Nasıl bir yerdeki deve izleri oradan bir devenin geçtiğini gösterir; bütün ihtişamıyla şu sema, bütün güzelliğiyle şu arz da bir Yaratıcı’yı göstermez mi?” diyordu.
Bir de, aynı yerde bulunup, aynı eğitime tâbî de tutulsalar, her ferd diğerinden farklı olduğu için, bunların tesir altında kalmaları ve öğrenme seviyeleri de farklı olacaktır. Yine her ferdin duyguları, imtisas ve teessürleri de diğerlerinden farklılık arz edecektir. Bu bakımdan, herkesi aynı terazide tartmak, aynı kefeye koymak doğru değildir. En sâlim iş, bu meseleyi Allah’a havale etmektir.
İNSANLARIN İHTİLÂFI, GÜNAHLAR VE
PEYGAMBERLERİN GÖNDERİLİŞİ
– Malûmunuz, Kur’an-ı Kerim’de, insanların ihtilâfı üzerine peygamberlerin gönderildiği buyuruluyor. Pavlos’un da Hristiyanlık’ta yaptığı ilk “devrim”, bu mantığa oturuyor; yani Din’in ahkâmı yokken günah yoktu; ahkâm geldi, günah ortaya çıktı” diyor. Peygamberlerin gelişini bu açıdan ele aldığımızda, gönderilişleri mahza rahmet olduğuna göre, onlar, fitne ve fesadın önü alınamaz noktaya ulaştığı anlarda gönderilmişlerdir diyebilir miyiz?
Suç veya günah, Din’le, peygamberlerin gönderilişiyle ve Din’in ahkâmının, Pavlos’un kullandığı tabir olarak, Şeriat’ın tebliğiyle ortaya çıkmıyor. İnsanlar, aralarında ihtilâfa düşüyor; bu ihtilâf, hem kullanılan kelimenin, hem de bulunduğu kipin karakteristiğinden de anlaşılacağı üzere, birbirlerine girme, birbirlerinin adeta boğazlarına sarılma şeklinde bir ihtilâf. Bir takım önü alınmaz suçlar işliyorlar ve peygamberler, bunları önleyip, hakkı, hakikatı hâkim kılmak için geliyor. Onlar, vahye dayanarak, insanların yaptıkları kötülükleri, dînî bir tabirle “günah” olarak tavsif ediyorlar; yoksa günah, onların gelmesiyle ortaya çıkmıyor. Aksine onlar, işlenen günahları önleyecek reçetelerle geliyorlar.
İnsanın, yeryüzündeki hayatı zaten bir imtihan hayatıdır. Peygamberler, insanlar bu imtihanda muvaffak olsun, dünya hayatlarını da cennetasâ bir hayata çevirsin diye gönderiliyor ve bunun kaidelerini getirip, tebliğ ediyorlar. Onların gelmesiyle, pek çok kötülüğün önü alınıyor, pek çok kötü insan melek-nümun hale geliyor. Ayrıca, bir insan olarak nötr durumda bulunsalar bile, hani meşhur misalle, bu nötr hallerinde birer tavus yumurtası gibi olsalar, peygamberlerin gelmesiyle bu yumurtalar kuluçkaya bırakılmış oluyor. Yumurta olarak kalsalar, değerleri o kadar olacak. Fakat, bunlardan pek çoğu, hattâ milyonlarcası birer tavus oluyor ve semâlarda pervaz ediyorlar. İçlerinden peygamberler çıkıyor, asfiyâ çıkıyor, evliyâ çıkıyor, hakkı bulan ve müdafaa eden, kâinatın sırlarını çözen ilim adamları çıkıyor; haktan, adaletten ayrılmayan büyük devlet adamları, gerçek san’atkârlar ve kahramanlar çıkıyor. Ne var ki, bu arada bazıları da çürüyor. Allah, bu şekilde onlara nasıl çürük bir ruha sahip olduklarını bizzat göstermiş oluyor ki, Âhiret’te karşısına geldikleri zaman mazeretleri olmasın. Din terazisinde tartılan herkes, ne kıymette olduğunu bizzat müşahede ediyor. Bu bakımdan da, peygamberlerin gelişi, insanlar için mahza rahmettir. Onlar olmasaydı, belki insanların hepsi çürüyecek, yeryüzü yaşanmaz hale gelecekti.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
4. GÜN
Günlerin kısalığı ve Hocaefendi’nin rahatsızlığı, maalesef sohbete konu olacak çok ciddi soruların da çıkmaması, sohbetlerin kısa sürmesine sebep oluyor. Dolayısıyla, bu iki günlük sohbetleri birleştirerek kaydetmek daha iyi olacak gibi.
Cuma günü, günlük vakit cetvelinde küçük bir değişiklik oldu ve kahvaltıya 7.30’da oturuldu. Cumartesi sabahı da aynı oldu. Bu arada yemeklerden sonra sorulan sorular çerçevesinde cereyan eden sohbetlerde, şu hususlar konuşuldu:
KUR’AN VE SÜNNET’TE GEÇMEYEN TASAVVUFÎ TABİRLER
– Tasavvuf’ta rastladığımız pek çok terimin, meselâ, Sızıntı’nın son sayısında anlatılan velâyet mertebelerinin, “Nükebâ, Nücebâ, Evtâd, Ğavs, Kutub” gibi tabirlerin Kur’an ve Sünnet’te sarahaten geçmemesini nasıl izah edebiliriz?
Nasıl fıkıh sahasında Cenab-ı Allah Ümmet’in âlimlerine bir saha bırakmış, onlar bu sahayı içtihadlarıyla dolduruyorlar; aynen bunun gibi, maneviyat âleminin âlimlerine de benzer bir sahayı bırakmış ve o âlemin âlimleri de bu sahayı içtihadları denebilecek keşif, müşahede ve mükâşefeleriyle dolduruyorlar. Bu tabirlerin ve onların keşif ve müşahedelerinin aslı Kur’an’da ve Sünnet’te yok demek değildir. Meselâ, “velî” kelimesi Allah’ın dostu manâsında, iman eden ve İslâm’ın ahkâmını yerine getiren herkes için umûmi manâda kullanılabilir; fakat onun bir de has manâsı vardır. “Dikkat edin, Allah’ın velileri var ya, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de” (Yunus/10:62) âyetinde, bu husûsi velâyeti aramak daha doğru olur. Bunun gibi, Kur’an-ı Kerim’de mü’minleri senâ eden pek çok âyette; takva, ihsan gibi tabirlerin iç veya ileri tabakalarında, hattâ müşahede veya şehâdet kelimesinde, Tasavvuf’un dayandığı temelleri görmek mümkündür.
Tasavvufla alâkalı iki önemli hata
Bu mevzuda önemli hatalar yapılıyor. Bir grup, Şeriat’ı ihmal ve onu sanki gereksiz bir seremoni gibi görmekle hata ediyor. Yine Tasavvuf grupları içinde, bugün yapılan en büyük hatalardan biri de, menkıbe kahramanı olmak varken, geçmiş büyüklerin menkıbeleriyle avunmaktır. O menkıbeler, insanları aynı ufka şahlandırabildikleri ölçüde faydalıdır; yoksa birer avunma, birer teselli, birer anlatma vasıtası olarak nakledildikleri sürece, fayda değil, zarar getirir. Hata yapan diğer grup ise – bunu bilhassa Vehhabilik’te görüyoruz – Tasavvuf adına her şeyi ya şirk telâkki ediyor, ya da Hind’den, İran’dan, başka dinlerden ve geleneklerden alınmış görüyor. Halbuki, bu dinlerin hepsinde, hak dinden kalmış unsurlar vardır. İkinci olarak, ‘dîk-ı elfaz’ dediğimiz kelime kıtlığı, uygun tabir bulamamadan dolayı, farklı din veya geleneklerde bazı manâlar için aynı kelimeler kullanılmış olabilir. Ancak, ehl-i tasavvufun o lâfızlara yüklediği manâya ve onların hayatına bakmak lâzım. Böyle yapılmayıp da, lâfızlara takılarak, Tasavvuf’u Hind’e, Çin’e, İran’a bağlamak, bu mevzuda yapılan bir diğer büyük hatadır.. ve bu hatalar küçümsenmemelidir.
DİĞER PEYGAMBERLERİN VE HZ. MUSA’NIN HİCRETİ
– Diğer peygamberlerin hemen hepsinin misyonlarının bir noktasında hicret olmasına mukabil, Hz. Musa (a.s.)’da risaleti öncesi bir hicret var. Bunun hikmeti nedir?
Hicret’in temel esprisi, temel manâsı, bir misyon sahibinin, doğup büyüdüğü, çocukluğunu geçirip tanındığı yerden, tanınıp bilinmediği bir başka yere göç etmesi ise, bütün hicretleri bu manâ zaviyesinden ele alabiliriz. Bir insana, doğup büyüdüğü yerde fazla itibar edilmez. Çocukluğundaki bir kusuru, gençliğindeki bir hatası göze batar; ayrıca, o orada, “bizim falanca”dır. Fakat bir misyon ve o sahada hizmet aşk ve şevkiyle bir başka diyara giden insan, orada yepyeni biri olarak karşılanır. Hz. İbrahim, (a.s.) doğup büyüdüğü Irak’tan Kenan diyarına gelmiş; Hz. Lût (a.s.), Sodom ve Gomore’ye gitmiş, Efendimiz (s.a.s.) ise, Medine’ye hicret buyurmuşlardır. Hz. Musa ise, kendisine risalet verilmeden önce Medyen’de 10 yıl kadar kalmıştır ki, bu, onun için sanki bir eğitim ve risalete hazırlık dönemi olmuştur. Daha önce de bahsi geçtiği gibi, Firavun’dan firarla, Cenab-ı Hakk’a mülâkî olma dönemi geçirmiş ve 10 yıl önce geldiği yerden, hüküm sahibi bir rasûl olarak dönmüştür.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
HİCRET VE DİL BİLME
– Sahabe olsun, öncekiler olsun, gittikleri yerlerin dilini biliyorlar mıydı?
Dil, o zaman çok problem değildi. Sahabe içinde başka dilleri öğrenenler olmuştu. Efendimiz (s.a.s.), Zeyd ibn Sabit’e, “Süryanice’yi öğren” deyince, hem de o dilde diplomatik mektup yazacak ölçüde onu 15 günde öğrenebiliyordu. Übeyy ibn Ka’b için de aynı şey söz konusudur. Yani dil öğrenmek, şimdi olduğu gibi o zaman problem değildi. Bununla birlikte, dini tebliğde dilin ikinci derecede bir önem taşıdığını defalarca arz etmeğe çalıştım. Önemli olan, hal dilidir ki, bu dil, evrenseldir. Her yerde geçer ve anlaşılır. İnsanlar, size, davranışlarınıza, ahlâkınıza, ilim ve irfanınıza, ortaya koyduğunuz işe baktıkları zaman, “İşte bunların tâbî olduğu din, hak din olabilir” diyorlarsa, o zaman dil, aradaki boşlukları doldurmada bir hizmet görebilir. Biz, cihan çapında geriler ve yıkılırken, bütün İslâm âlemi, hâlâ belini doğrultamadığı bir hezimeti yaşarken, belki her evde Kur’an-ı Kerim vardı; çok güzel daha başka kitaplar da vardı… Fakat, Kur’an-ı Kerim mehcur olmuş, arkaya atılmışsa, Kur’an’la insanlar arasına mesafeler girmişse; bir hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, Kur’an bir vadide, insanlar bir başka vadide ise, dil bilseniz dahi ne işe yarar ki?
HİZMET MODELLERİNDEKİ FARKLILIKLAR
– Hz. Musa, Hz. Yusuf ve Ashab-ı Kehf, bir saray ortamında büyüyorlar, fakat her birinin ortaya koyduğu hizmet modeli farklı gibi görünüyor. Bu farklılık, zaman ve şartlardan kaynaklanan bir farklılık mıdır?
Ashab-ı Kehf’in bizzat sarayda doğup büyüyen gençler olduğu anlaşılıyor. Mü’min-i Âl-i Firavun da, bir saray mensubu. En kritik bir noktada Hz. Musa’yı koruma adına ortaya atılıyor. Ya-Sin Sûresi’nde geçen ve “aksa’l-medine”, yani şehrin öte ucundan geldiği beyan buyurulan, bazı rivayetlerde isminin Habibü’n-Neccar olduğu anlatılan zat da, herhalde ona benzer bir saray mensubuydu. Hz. Musa’ya, sarayda hakkında yapılan öldürme planlarını da, ona “aksa’l-medine”den gelen bir kişi haber vermişti. Anlaşıldığı kadarıyla, “aksa’l-medine”den kasıt, şehrin en yüksek yeri, yani idare konağı, saray demek oluyor. Mü’min-i Âl-i Firavun’la Habibü’n-Neccar’ın fonksiyonu aynı gibidir. İkisi de, Allah’ın peygamberlerini korumak için kritik bir noktada ortaya çıkmışlardır; bir farkla ki, Habibü’n-Neccar şehid edilirken, Mü’min-i Âl-i Firavun’un kurtulduğu, hattâ muvaffak olduğu anlaşılıyor. Mü’min-i Âl-i Firavun’un, Firavun’un ordularının başkumandanı, Hz. Âsiye’nin ağabeyi olduğu da söyleniyor.
Hz. Musa (a.s.), sarayda büyümüşse de, gençliğinde orayı terk etmek zorunda kalmış, 10 yıl sonra risalet vazifesiyle geri dönmüştür. İsrail Oğulları’na gönderilmiş bir peygamber olması hasebiyle, misyonu Hz. Yusuf’ukinden farklı bir keyfiyet arz etmektedir. İsrail Oğulları’na, unuttukları Hak Din’i hatırlatacak, onları Mısır’dan alıp, Firavun’un zulmünden kurtaracak ve bir başka diyara götürecektir. Hz. Yusuf (a.s.) ise, bilindiği gibi, Mısır’da saraya bir köle olarak girmiştir. Sarayda önemli bir kadın kendisine tutulunca, bu musibetten korunmaya çalışmış; o kadar ki, “belki onların ısrarlı davetleri ve tahrikleri karşısında bir kapılma emaresi gösterebilirim” korkusuyla zindanı tercih etmiştir. Diğer tarafın onu baştan zindana atma niyeti yoktur; ancak iş ortaya çıkınca, eğer Hz. Yusuf zindana atılmazsa, Hz. Yusuf’un masumiyeti bütün bütün tebarüz eder ve töhmet tamamen üzerlerinde kalır endişesiyle, onu zindana atmaya karar verirler, Hz. Yusuf da, günahtan korunma adına zindanı tercih eder. Tebliğine de burada başlar. İlmi, irfanı, basiret ve firaseti ve değeri burada, zindan arkadaşları arasında anlaşılır ve Allah, daha sonra bütün kapıları ona ardına kadar açar.
Ashab-ı Kehf, sarayda doğup büyümüş gençlerdi. Ülkede putlara tapılmasının karşısında gürül gürül bir sesle ortaya çıktılar, kıyam ettiler; Nureddin Topçu’nun egzistansiyalistlerden alarak çok işlediği ‘isyan ahlâkı’ diyebileceğimiz bir tavırla baş kaldırırlar: “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasına asla ilâh demeyiz; aksi halde, gerçek dışı, pek saçma bir şey söylemiş oluruz.” İdarenin üzerlerine gelmesiyle de, saraydan uzaklaşıp, bir mağaraya sığınırlar. Onların, böyle yapması gerekiyordu. Sarayda büyümüş gençler; suçları sadece “Rabbimiz Allah” demek; bu suçla sarayı terk etmek zorunda bırakılınca, sarayda ve aileleri arasında, mazlumiyetlerinden gelen bir duygu hareketlenmesi, kalb hareketlenmesi ortaya çıkar. Onların, esasen sarayda duramamalarına sebep olacak hiçbir kötü davranışları, suçları olmamıştı. Tamamen inançlarından dolayı bir sürgüne maruz bırakılıyorlardı. Bir süre sonra o sarayın da, onun bulunduğu memleketin de Hak Din’e teslim olması, onların mebde’deki bu hareketlerinin, başkaldırmalarının ardından gelen mazlumiyetlerinin neticesidir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
ASHAB-I KEHF İÇİN TELATTUFUN SEBEBİ
– Mağarada uyandıklarında, ‘telattuf’un sebebi olarak Din’den döndürülmeyi değil de, öldürülmeyi öne almalarının sebebi nedir? Öldürülmekle sadece dünya hayatları gidecek; Din’den döndürülmekle, kendilerinin de ifade ettikleri gibi, ebedî hayatları mahvolacaktı?
Burada, öldürülme değil de, “recmetme” tabiri kullanılıyor, yani taşlama, taşa tutma. “Farkınıza varırlarsa, sizi taşa tutarlar” deniyor. “Taşa tutma”yı mutlaka öldürme manâsına almamak lâzım. Şeytan da “racîm”dir, taşlanmış, ama öldürülmemiş. O bakımdan, burada mecazî bir manâ da anlaşılabilir. Yani, insanları yalan, iftira gibi yollarla kirletme; bugün yaptıkları gibi, komplolarla, iftiralarla, düzme haberlerle birini halkın gözünden düşürme ve onun tesirini tamamen kırma. Bu da bir “recmetme”dir. Bana göre bu da, göz ardı edilmemesi gereken bir mahmil sayılabilir.
TEBLİĞ VE EBEDÎ AZABI HAK EDEN KÜFÜR
– Malûmunuz, “tebliğ”de ‘nihayet’ manâsı da var. Kur’an-ı Kerim’de bir âyet-i kerimede de, “Âyetlerimizi, Kur’an’ın veya İslâm’ın hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, onlara âfâkta ve enfüste göstereceğiz” buyuruluyor. Bu ölçüde tebliğ gitmeyen insanlara, Kur’an-ı Kerim’de ebedî azabı hak ettikleri anlatılan kâfirler olarak bakabilir miyiz?
Daha önce de bahis mevzuu olduğu gibi, bu mevzularda kesin bir söz söylemekten ben şahsen kaçınırım. Üstad’ın 2. Dünya Savaşı’nda ölen 15 yaşın altındaki çocuklar, yaşlılar, kadınlar münasebetiyle ifade buyurduğu husus çok önemlidir. Kendisine tebliğ gitmeyen, kendisinin de öğrenme imkânı olmayan insan, fetret devri insanı gibi sayılabilir. Hakkın kendisine tebeyyün etmesi derecesinde tebliğe muhatap olmayan insana da, hemen mutlak kâfir damgası vurulmamalı.
BARDAKTA KARIŞTIRILAN ÇAY,
ZAMANLA NEDEN DURUYOR?
Hocaefendi, çayını karıştırdıktan sonra, şöyle buyurdu:
Bir ara fizikçi arkadaşlara bir soru sordum: “Bardaktaki çayı karıştırdıktan sonra, çayın hareketi duruyor. Bu sadece, çayın kendi içindeki sürtünmeyle mi alâkalı, yoksa hava ve bardakla olan sürtünmenin de tesiri var mı?” Hepsi de iç sürtünmeye bağladı ama, ben tatmin olmadım. Mutlaka, bardağın dış çevresi ve hava ile olan sürtünmeyle de alâkası olmalı. Meselâ, dünyanın dengesinde, denizlerin karaları istilâ etmemesinde, dünyanın en azından ay ile olan münasebetinin bir tesiri var. Şimdi, esas konuya gelelim: İnsanlar hizmet ederken, hem kendi iç dünyalarını, hem yakın kapalı çevrelerini, hem de en geniş çerçevesiyle dış daireyi hesaba katmalılar. Dengenin muhafazası biraz da buna bağlı olsa gerek.
DİNİ, KÂİNAT GERÇEKLERİ ÇERÇEVESİNDE ANLATMAK
– Efendim, bu enteresan bir misal. Malûmunuz, Allah’ın insanların hayatı için koyduğu din ile, sosyolojinin kanunları ve Şeriat-ı Tekviniye dediğimiz, kâinat kanunları arasında mutabakat var. Bundan sonra dini, bilhassa bu mutabakat ve bunun prensiplerini nazara vererek anlatmak daha tesirli olmaz mı?
Bu mevzunun üzerinde yeri geldikçe durmaya çalıştım. Bu iş, evleviyetle ilâhiyatçılara düşüyor. Çok söyledim: bugün iyi bir ilâhiyatçı, kendi sahasını çok iyi bilmesi gerektiği gibi, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, astrofiziğin kanunlarını da, en az genel kültür seviyesinde bilmesi lâzım. Çünkü bu saha da hakim olan, Allah’ın ‘Şeriat-ı Tekviniye’ adını verdiğimiz kanunlarıdır. Bunlar ile, dinin prensipleri arasında tam mutabakat vardır. Aynı prensipler, iki farklı sahada o sahaya göre şekil ve ifade almışlardır. İlimlere açılmış ve ilimlerle birlikte aklın söz sahibi olduğu günümüzde ve daha da fazla olacağı gelecekte, bunu başarmak mecburiyetindeyiz.
– Onlara, âyetlerimizi âfâkta ve enfüste göstereceğiz âyeti, bu konuda bir müjde sayılabilir mi?
Sayılabilir; ve inşa-Allah bu olacaktır da. Yetişen insanımız, ilmin kanunları ile Kur’an esasları arasındaki mutabakatları bulacak ve kaynak birliğini kavramış olmanın hasıl edeceği iz’anla, dönüp dinine sımsıkı sarılacaktır.
***
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
HOCAEFENDİ’NİN SORULARI CEVAPLAMA TARZI
Daha önce kısmen temas edildiği gibi, belâğatin ve eğitimin gereği olarak, sorulan soruya her zaman sorulduğu istikamette cevap verilmez. Bunun Kur’an-ı Kerim’de önemli misalleri vardır. Meselâ, Efendimiz’e gökteki ayın “büyüyüp küçülmesi”nden sorulduğunda, Kur’an-ı Kerim, buna hem o an için, hem de belki daha asırlarca çoklarının anlayamayacağı ve bilmenin de insanlara çok faydası olmayacağı şekilde, bunun sebeplerini açıklayarak değil de, ayın ve hareketlerinin hikmeti ve insan hayatındaki yerini nazara vererek cevap vermiştir: “(Ey rasûlüm,) de: ‘Ayın bu şekilde büyüyüp küçülmesi, dolunayken, hilâl olması, insanlara zamanı tesbit etmek ve bu arada bilhassa (Ramazan orucu, mübarek geceler diğer ibadet vakitleriyle birlikte) haccın vaktini tayin etmek içindir.’”
Hocaefendi de, bazı sorulara bu çerçevede ve bir de dinleyicilerin umûmî durumunu ve ihtiyaçlarını nazara alarak cevap verir. Bazen de olur ki, dinleyiciler içinde bir insana dolaylı hitap etmek gerekmektedir; onun husûsî ihtiyacı vardır, onu nazara alır. Bazen de, sorudan hareketle, soruyla çok alâkası olmayan başka bir noktaya sohbeti taşır ve o anda verilmesi gereken bir dersi verir. Bütün bunlar, irşadın gereklerindendir. Bu defa da, sohbeti bir başka noktaya, keşif-keramet noktasına taşıyarak, şunları söylediler:
KEŞİF VE KERAMET NE KADAR ÖNEMLİ?
İnsan için, en büyük makam kulluk makamıdır. Bu da, tevazu, mahviyet ve hacâlete, yani insanın kendisini hiç görmesine, herkesten daha küçük olduğuna inanmasına dayanır. Düz insan olmak, hiçbir iddia taşımamak çok önemlidir. Geçende bir arkadaş, burada bir zatı gördüğünden bahsetti; daha sonra bir başkası, başka birini gördüğünü söyledi. Yani, bir müşahededen söz ettiler. Bu, olabilir; Allah, bir insanın gözünü bir an için veya devamlı olarak açabilir. Bütün bu kabullere rağmen, insanın kendinde bir şeyler vehmetmesi çok tehlikelidir.
İkinci olarak, bu türden İlâhî mevhibeleri ve Allah ile arasında sır olarak saklanması gereken halleri, bir torbanın bağını çözüp, içindekileri ortaya saçmak şeklinde fâş etmek yanlıştır ve o türden mevhibelerin ebediyen kesilmesine sebebiyet verebilir. Ayrıca insan, hallüsinasyon görüyor olabilir; şuur-altı müktesebatı temessül edebilir veya Cenab-ı Allah, – Allah korusun – istidraca maruz bırakabilir. Bu bakımdan, önemli olan istikamettir; yani, Kur’an ve Sünnet üzere yaşamaktır. Öyle insanlar vardır ki bir ömür boyu, gönül verdiği gayeden hiç sapmamış, hep hizmet etmiş, fakat hiçbir iddia taşımamışlardır. Bunların yarı meczup denebilecek, itimat ettiği bazı insanlar vardır, bir istihare gerekse onlara yaptırır, onlardan dua ister, kendilerinde hiçbir şey vehmetmezler.
Mevzu, meczuplardan açıldı. Edirne’de, Kırklareli’de görev yaparken, böyle dinine de bağlı meczup biri vardı. Zaman zaman bir hale girer, bir şey görmüş gibi davranırdı. Ben de, onun o haline saygı gösterirdim. Bir defasında beraber otururken, yine değişti, gözlerini bir noktaya dikti; ben de toparlandım. “Geldiler” dedi. “Kim geldiler?” diye sordum: “Kutup geldi” dedi, ama Kutbun kim olduğunu söylemedi. Sonra, “Bediüzzaman geldi, Süleyman efendi geldi” dedi. “Bunlar böyle geldiğine göre, muhakkak bir mesajları olmalı?” dedim. “Evet” diye cevapladı ve ilâve etti: “Vazifeye devam!” İşte bize düşen, hiçbir beklentiye ve iddiaya girmeden, kulluk yolunda vazifeye devamdır.
***
Daha sonra yatsı namazı kılındı ve ardından, salonda Hocaefendi mutadı üzere bir müddet oturdu. Bu arada, videodan er-Risale filminin bir kısmı seyredildi.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
5. GÜN
Hocaefendi, bugün çok rahatsızlar; bu bakımdan, kahvaltıya da, öğle yemeğine de çıkamadılar. Ancak akşam yemeğine inebildiler.
ÂHİRET’TE AYNI AİLENİN FERDLERİ
– Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerinde, malûmunuz, Âhiret’te amellerin tartılmasından sonra kişilerin âilelerine memnun veya üzgün olarak döneceğine dair âyetler var. Aile ferdleri birlikte mi haşrolacak veya Mahşer Yeri’nde bir araya mı gelecekler?
Bilhassa mü’min olanlar bir araya gelecekler. Tur Sûresi’nde mü’minlerin, Cennet’te yine mü’min olan aileleri ve çocuklarıyla birlikte olacakları buyurulur. Bunların, dünyada iken aileleri için şefkatli oldukları da beyan edilir. Aileleri içinde, onlara şefkatli olmak nasıl davranmayı gerektiriyorsa, öyle davranmışlardır. İnşikak Sûresi’nde ise, bunların hesaplarının kolay görüleceği ve sonra ailelerinin yanına sevinerek dönecekleri anlatılır.
Mü’minlere karşılık, inanmayanlar da Âhiret’te bir araya veya karşı karşıya geleceklerdir. Orada azabı görünce birbirlerine atf-ı cürümde bulunacak ve bazısı bazısına, “Bizi Allah’ın Yolu’ndan siz saptırdınız. Siz olmasaydınız, biz hidayet üzere olurduk” derken, diğerleri de onlara, “Size hidayet geldi de, biz mi mani olduk?” şeklinde cevap verecektir. Evet, bu şekilde birbirlerini suçlayacaklar; bu ise, fayda vermek şöyle dursun, azabı artırmaktan başka bir işe yaramayacak; tam tersine, bir başka hicran ve hüsran ifade edecektir. Abese Sûresi’nde buyurulduğu gibi, orada birbirlerinden kaçacaklar; kişi kardeşinden, anne-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacak; bir de onların üzerine yüklediği mesuliyetten, onların kendisine atf-ı cürümde bulunmasından, onlarla bir araya gelip yüzleşmekten ve haklaşmaktan kaçacak. Kur’an-ı Kerim, bunun mühim bir sebebini anlatırken, mü’minlerin durumuna tam mukabil gelen ifadede bulunur: “Çünkü onlar, dünyada aileleri içinde şen ve şakraktılar.” (İnşikak:13) Dünyada şen-şakrak ve çılgınca bir aile hayatını tercih etmişlerdi; bu, onları Allah’ın yolundan alıkoymuştu. Bir başka âyet-i kerimede buyurulduğu üzere (Vâkıa:45), dünya hayatında mütrefînden idiler; yani, dünya hayatı tek hedefleriydi; yiyip içip eğlenmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.
Bir de, kendisi mü’min olup da, ehli içinde mü’min olmayanların durumları vardır. Bu ise, bir hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmektedir: Efendimiz (s.a.s.) buyuruyorlar ki: “Kıyamet günü, Hz. İbrahim’in babası getirilir; fakat bir değişikliğe uğrar ve İbrahim, ondan uzaklaşır.” Bu hadisten benim anladığım, Cennet hiçbir şekilde üzüntü yeri olmadığı için, Allah, orada mü’minleri, Cehennem’e gitmiş yakınlarından dolayı da üzmeyecektir. Bir âyet-i kerimede buyurulduğu gibi, iman ve takva dışında orada münasebetler kesilecek ve mü’minlerin mü’min olmayan yakınları herhalde mesh, yani şekil, suret değiştirme gibi bir cezaya da maruz bırakılacak ve mü’min, o yakınlarından tiksinti duyacak, onları daha fazla yakını olarak hissetmeyecek; yani, aradaki yakınlık münasebeti kesilecektir.
Âhiret, bu âlemden her bakımdan çok farklıdır. Dünya ile bir benzerlik arz etse de, bu sadece bir isim benzerliğinden ibarettir. Kur’an-ı Kerim, Cennet’te mü’minlere benzer meyveler verilecek buyurur. Bu benzerliğin, Cennet meyveleri ile dünya nimetleri arasında olduğu beyan buyurulmuş, fakat İbn-i Abbas, bu benzerliğin sadece isim benzerliğinden ibaret olacağını söylemiştir. Yani orada da portakal olacak, elma olacak, muz olacak; fakat adı, belki görüntüsü de böyle olacak, ama her şey, orada farklı bir hâl alacaktır. Orada hanım nedir, evlâd nedir, ırmak nedir, ağaç nedir, bunları ancak, inşa-Allah oraya gidince anlayacağız.
Mukarrebûn ve ebrâr
Ehl-i Cennet’in bir kısmı, mukarrebûndur; yani Allah’a en yakın olanlar. Vâkıa Sûre-i celilesinde, “Es-sâbikûne’s-sâbikûn, ülâike’l-mukarrebûn; sülletün mine’l-evvelîn, ve kalîlün mine’l-âhirîn” (Sâbikûn olanlar, onlar Mukarreb olanlardır; onların çoğu öncekilerden, azı sonrakilerdendir) buyurulur. Bu mevzuda da iki görüş serdedilmiştir. Birinci görüşe göre, ilk dönem ümmetleri içinde mukarreb olanlar daha çoktu. Ama bu görüş, bana çok doğru görünmüyor. Çünkü Ümmet-i Muhammed en son gelmiştir, ama bütün ümmetlere şâhid olarak gelmiştir ve hepsinden daha faziletli, ayrıca, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi, sayıca da diğer ümmetlerden çok fazladır. İkinci görüşe göre ise, her yeni dirilişte sâbikûn, yani daha başta o dirilişe omuz vererek, öne geçenler bulunur. Bir de, bu kervana daha sonra katılan, fakat hizmet ve faziletleriyle öne geçenler olur. Bu her iki grup da sâbikûndur, ancak dirilişe ilk omuz vererek sâbikûn sınıfına girenler, sonra dâhil olanlardan her zaman daha fazladır. Ancak sâbikûndur ki, işte onlar mukarreb olanlardır. Arada “hâülâi” ism-i işareti var ki, “işte onlar” demektir. Bu işaret ismi böyle araya girdiğinde, işaret ettiği kişilerin şeref ve mertebelerinin yüksekliğini gösterir. Yani onlar, parmakla gösterilen kişilerdir.
Biz, dualarımızda daha çok, “Bizi ebrarla beraber vefat ettir” deriz. Kur’an-ı Kerim’de de böyle bir dua vardır, Üstad da dualarında bunu zikretmiştir. Bu, bir had bilmedir, fakat, “mukarrebûnla” diye dua etmekte de bir beis olmasa gerek. Madem bu kapı açıktır, öyleyse böyle de dua edilebilir. Bunun gibi, her gün farzdan sonra okuduğumuz duada da, “bizi aksa’l-ğâyâta ulaştır” ifadesi geçer. “Aksa’l-ğâyât”, gayelerin en yükseği, en ötesi, kendinden öte gaye bulunmayan gaye demektir. Bu bakımdan, Üstad bir zaman “ahseni’l-ğâyât” demeyi tercih etmiş; biz de böyle bir tercihte bulunabiliriz. Diğeri, bizden çok öte bir gayeyi talep olur.
NEYİN NASIL YAPILACAĞINI BİLEBİLME
– Allah yolunda hizmet ediyoruz diyoruz. Fakat neyi tam olarak yapmamız gerekiyor, neyi tam olarak yapmamamız gerekiyor, acaba bunu her zaman bilebiliyor muyuz veya nasıl bilebiliriz?
Bu hususta çok şey söylendi, yazıldı, konuşuldu. Fakat önemli olan, acaba gerçekten hizmet ediyor muyuz? Hizmetimizde maksadımız sadece Allah’ın rızası mıdır, yoksa niyetimize başka şeyler de karışıyor mu? Ne ölçüde hizmet ediyoruz; hizmete ne kadar, dünya işlerimize, kendimize, ailemize ne kadar zaman ayırıyoruz? Bütün bu hususlarda en önemli mesele, kendimizi hizmete adama ve hizmette de, hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, Allah’ın rızasına talip olmadır.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
6. GÜN
Hocaefendi, bu günlerde son derece rahatsızdı. Çok defa yemeklere çıkaamdı, çıktığı zamanlar da fazla kalamadı.
Türkiye’de bir şebeke, Hocaefendi aleyhinde, onu hem kamuoyunda, hem de resmiyet planında mahkûm etmek gayesiyle var gücüyle çalışıyor. Aleyhte malzeme olur diye ne bulsalar, bir de işlemden geçirerek, bu maksatla hemen televizyon kanallarına servis yapıyorlar.
Napolyon’un meşhur bir sözü vardır: “Bana bir cümle getirin, onu te’vil ederek sizi mahkûm edeyim.” Ünlü bir yazar, 7.9.2000 tarihli yazısında, çok açık bir şekilde, “Türkiye’nin, 20. asırda çok kötü yönetildiğini iddia ediyor ve aynen şöyle diyordu:
Türkiye’deki Cumhuriyet ve Demokrasi dönemlerinin; koskoca 20. Yüzyıl’ı da daha önceki dönemlerden beter bir fiyasko ile ıskalamış olduğu ortada...
“Yaşam kalitesi” açısından Yunanistan’ın bile 65 basamak altına düşmüş durumdayız.
Ya adam başına düşen ulusal gelir açısından?
Güney Kıbrıs Rum Devleti bile 15 bin doları aşmak üzereyken; biz 3 bin dolara dahi varmış değiliz ve dünya sıralamasında 93. basamaktayız; nerdeyse Afrika ülkeleri düzeyinde...
Bizim militer-sivil siyasetçilerimizle bürokratlarımızın; 20. Yüzyıl’ı da böylesine tüyler ürperten bir fiyaskoyla ıskalamış olmasının analizlerini yapmaya; henüz pek kimsenin yüreği yetmiyor gibi..
İlerde bu tür analizler; Türk halk yığınlarının, kendi egemenleri tarafından köküne kadar nasıl kazıklanmış olduğunu su yüzüne çıkaracaktır.
Çünkü kimsenin karşı çıkamayacağı bir saydamlık, hızla sarmalamada dünyayı...
Sadece Hazine’den geçinenlerin üst takımına göre biçimlenmiş bir “Kabuk Devlet”den, halk kitlelerine servis veren bir “Teknik Devlet”e neden geçilememiş olduğunu; araştırıp vurgulayan sanatçıları, bilimcileri, düşünürleri, yazar-çizerleri, içi boş bir hamaset edebiyatının arkasına sığınarak darma duman edebilirsiniz; ezer bitirir, aç bırakabilirsiniz. Ama yüzeysel görüntülerin iç yüzünü açıklamaya başlayan evrensel bir saydamlığa karşı ne yapabilirsiniz?
Ne yapabilirsiniz, 20. Yüzyıl’ı da feci bir fiyaskoyla ıskalamış olduğunuzu ortaya koyan somut göstergelere?
ABD Dışişleri Bakanlığı, dünyada en kalabalık ordulara sahip olanlarla silah alımlarında önde gelen ülkelerin listesini açıklayıp duruyor..
15 yılda Güneydoğu operasyonlarında harcanmış para, resmi olarak 100 milyar doların üstünde; Em. Büyükelçi Elekdağ’a göre 400 milyar dolar... Dışardan almayı umut ettiğimiz kredi ise 1 milyar dolar bile değil. Dış ticaret açığı da 20 milyar dolar...
Bu garip denklemlere baktıkça, içimizi çekmekten başka bir şey de gelmiyor elimizden.
Ünlü yazarın bu yazısından dolayı hakkında soruşturma açıldığını veya delil toplandığını, yetkili makamlara şikâyette bulunulduğunu duymadık. Esasen, bu yola gidecek olan, ancak doğrudan, fikirden kaçan ve düşünceyi kuvvetle yok etmeğe çalışan insanlar olabilir. Ünlü yazar, müşahhas gerçekler ve rakamlar ortaya koyuyor.
Ne var ki, Fethullah Gülen hocaefendi, bu türden bir eleştiride hiçbir zaman bulunmadı; ama menfî olanı nazara vermek yerine, genel prensipler ışığında yanlışları doğruları açıkladı ve doğrular konusunda tavsiyelerde bulundu.
Onun 1000’den fazla kasetinden ve 30’dan fazla kitabından cımbızla ayıklama yapanlar, suç unsuru teşkil edecek hiçbir şey bulamadılar. Hakkında açılan davanın iddianamesinde görüldüğü üzere, Lâle Devri’yle ilgili ifadelerini alıp, sanki Mustafa Kemal’i ve onun dönemini eleştiriyor gibi verdiler; “Batı’nın üzerimizdeki oyunlarından nasıl kurtulabiliriz?” şeklinde sorulan bir soruya verdiği cevapta, birtakım Batılı tipler için kullandığı ifadeleri, M. Kemal ve daha başkaları için kullanmış gibi yansıttılar. Böylece, onun döneminin en müşahhas gerçeklerini bile ortaya koymayı suçmuş gibi takdim edip, o dönemde yapılan her türlü uygulamadan onu sorumluymuş gibi bir hava meydana getirdiler; böyle yapmakla da, esasen Kemalizm’i astığı astık, kestiği kestik, her sözü kanun bir diktatörlük gibi takdim ettiklerinin farkına bile varmadılar.
Bazı konuşma kasetlerinden yayınladıkları konuşmalarında ise, iddianamedeki dökümlerinden açıkça görüleceği üzere, keyfî tasarruflarda bulundular. Konuşmaların kime, niçin, hangi maksatla yapıldığını, Hocaefendi’nin genel düşünce ve faaliyetlerini nazara almadılar.
Ülkeyi 15 yıl uğraştırmış, 40 bin insanın ölümüne, koskocaman bir bölgenin harap olmasına ve millî gelirden 400 milyar doların tüketilmesine yol açmış bir terörün başına bir ada tahsis edilip, bakımının görümünün yapılmasına ses çıkarmayanlar, bu konuda güya yapılan haricî baskılarda Türkiye’nin şeref, haysiyet ve bağımsızlığını hatırlarına getirmeyenler, ülkeye, hem eğitim, hem tanıtım, hem emniyet ve asayiş sahalarında en önemli hizmetlerden birini, hem de devlet bütçesinden tek kuruşluk harcama yapmadan gerçekleştirmiş bir insanı ve hizmetlerini yok etmeyi planlıyorlar.
Elbette, bütün gerçekler çok geçmeden gün yüzüne çıkacak, “irtica” paranoyası altında devlet ve millet malının nasıl yağmalandığı gün yüzüne çıkmaya başladığı gibi, Hocaefendi’ye karşı yürütülen kampanya ve açılan davanın arkasındaki, esasen bilinen gerçekler de, bizzat bu kampanyayı yürütenlerin de inkâr edemeyeceği biçimde çok yakın bir zamanda aydınlığa kavuşacaktır.
Elbette bugün bütün olup bitenler, tarihin şeridine, yarınlar adına birer unsur olarak geçiyor ve yakın bir gelecekte ne tür neticeler doğuracağını hep birlikte göreceğiz.
Tarihe, çıplak davranışlar yön vermez; onların arkasındaki niyetler, davranışların şekli, onlardaki doğruluk ve yanlışlık unsuru da, tarihin belirlenmesinde kendilerine has öneme sahiptir.
***
Bu dört gün içinde, Hocaefendi ciddî rahatsızlık çekti. Bununla birlikte, yine de bazı sohbetler olmadı değil:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
MESUT GELECEK ADINA SEMBOL KAVRAM: EMNİYET
– Kureyş Sûresi’nde, Kureyş’e en büyük iki nimet olarak, açlıklarının giderildikleri ve korkudan emniyete erdirildikleri ifade buyuruluyor. Efendimiz’in bir hadis-i şeriflerinde ise, İslâm’ın gelecek hakimiyetinden bahis buyurulurken, emniyet ön plana çıkarılıyor.
Hadis’in şeref-südur olduğu şartlara bakmak lâzım. Bahis mevzuu hadisi Adiy b. Hatim rivayet eder. İhtimal, onun için ve o dönemde emniyet daha çok ön planda idi ki, Efendimiz (s.a.s.), emniyeti zikretmiştir. Ayrıca, açlığın giderilmesi yolunda Kureyş’in geçim kaynağı ticaretti ve bilindiği gibi, kışın Yemen tarafına, yazın Suriye tarafına ticaret kervanları sevk ederlerdi. Ticaret kervanları için de yolların emniyet altında olması gerekiyordu. İlgili hadislerinde Efendimiz (s.a.s.) bu hususa dikkat çekmiştir.
YOLDA DOSDOĞRU GİTME VE BUNUN NETİCESİ
– Malûmunuz, bir âyet-i kerimede, “Eğer o yol üzerinde dosdoğru gitmiş olsalardı, onları tükenmez bir suyla beslerdik” (Cinn: 16) buyuruluyor. Yol’da dosdoğru gitme, teşriî emirlerden çok, tekvinî emirlere bakıyor diyebilir miyiz?
Bu konuda başka âyetler de var. Meselâ, “Eğer o beldelerin halkı inanmış ve takva sahibi olmuş olsalardı, üzerlerine göklerin ve yerin bereketini açardık” (A’raf: 96) âyeti bunlardan biridir. Yine, “Eğer Kitap Ehli, iman edip, takva sahibi olmuş olsalardı, günahlarını örter ve onları Naîm cennetlerine koyardık. Eğer onlar, (vaktinde Tevrat’ı, İncil’i) hakkıyla tatbik etmiş olsalardı, şimdi de (Rabbilerinden kendilerine indirilmekte olan) Kur’an’ı aynı şekilde tatbik etseler, hiç şüphesiz, başlarının üzerinden ve ayaklarının altından (akan nimetleri bol bol) yerler” (Mâide: 65-66) âyetleri de aynı hakikate parmak basmaktadır.
İman ve takvanın şümulü içinde ve Allah’ın Kitabı’nı tatbikin getireceği nimetler olarak, insanlar için hem dünyada hem Âhiret’te hasene vardır. Tevrat olsun, İncil olsun, Kur’an olsun, Allah’ın Kitabı, her iki âlemin saadet prensiplerini getirmiştir. Teşriî emirlere uymanın mükâfatı ekseriya Âhiret’te verilecek olmakla birlikte, şüphesiz dünyada da onun bir kısım faydaları bahis mevzuudur. Tekvînî emirlere uyup uymamanın karşılığı ise, gâliben dünyada görülmekle beraber, onun da Âhiret’e müteallik yönleri vardır.
Meselenin bir diğer vechesi daha var. Bir başka âyet-i kerimede, “Ne zaman ki kendilerine hatırlatılan gerçekleri, verilen öğütleri unuttular, o zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. Kendilerine verilenlerle sevinip şımardıkları anda da, onları ansızın yakalayıverdik; yakalayıverdik de, öylece ümitsiz kalakaldılar” (En’am: 44) buyurulur.
Aynı manâya parmak basan başka bir âyet de şöyledir: “Bir beldeyi helâk etmek dilediğimiz, (yani, bir belde helâki hak etme noktasına yaklaştığı) zaman, orada mütreflere, yani dünya hayatını gaye edinmiş olanlara, yiyip-içip eğlenmekten başka bir şey düşünmeyenlere emrederiz de, onlar orada bütün bütün yoldan çıkarlar. (Yani, hayat için koyduğumuz kanunlar istikametinde, ortaya bir sürü mütref çıkar ve onlar, şımarıkça bir hayat sürerler.) Bu şekilde, aleyhlerinde hüküm hak olur ve orasının altını üstüne getiririz.” (İsrâ: 16)
Bugün olduğu gibi, hayat kanunlarını keşifle, mü’min-Müslüman olmayan milletler de dünyada refaha ulaşabilir. Fakat bu refahla şımarmaları, yoldan çıkmaları, zulme, istismara, yolsuzluğa sapmaları onların da sonunu getirir.
Dünyada refah ve fakirliğin, gelişmişlik veya geri kalmışlığın yolu, Allah’ın tekvînî hükümlerine uyup uymamaktan geçer. Bunlara uyarak refaha ulaştıktan sonra şımarmama, yoldan çıkmama ise, tamamen teşriî hükümlere ittibaya bağlıdır. Hem tekvinî hem teşriî hükümlere uyma, her iki dünyada saadet vesilesidir.
Bugün Türkiye’de halkta, Allah’a dönük bir takım musibetleri önlemeye yetecek bir tevecühün olduğunu söylemek zor. Daha çok, hiç bir değer ifade etmeyen taklit var. Bunun dışında, din adına biraz seviye kat’ edenler de, idare düşünüyor, başkalarına mukabele düşünüyor, her şeyin kendi anlayışlarına göre olmasını düşünüyor; üstüne üstlük birbirleriyle cedelleşiyorlar. Bugün olduğu gibi, daha önce de düşünülmesi gerekli olan şeyler düşünülmemiş ve mevcud duruma gelinmiştir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
TEVBE İLE GÜNAH ÖNCESİ MANEVÎ HÂLİ AŞMA
– Hz. Yunus (a.s.)’ın kavmini bırakıp gitmesi, sanki, kavminin iman etmesi için nihaî nokta gibi görünüyor. Kendisi için her ne kadar bir zelle de olsa, fakat çok büyük bir hayra kapı açmış gibi. Böyle, işlenen bazı günahlardan tevbe ile, günahtan önceki hâlden daha öte bir hâle ulaşmak mümkündür denebilir mi?
Hz. Yunus (a.s.), kavmini Allah’tan izin almadan terketti. Peygamberler, kavimlerini terketmek gerektiğinde de, yine izin alırlar. Meselâ, melekler Hz. Lût’a, bizzat onun kavmini terketmesi emrini getirmişlerdir. Allah (c.c.), Hz. Nuh’a gemiye binip, mü’min olanları da yanına almasını ve kavmini öyle terketmesini emretmiştir. Aynı şekilde, Peygamberimiz’e (s.a.s.), Hz. İbrahim (a.s.)’a ve daha başka bazı peygamberlere de hicret emri verilmiştir. Fakat Hz. Yunus (a.s.), Allah’ın emrini almadan kavmini terkettiği için, malûm mihnete maruz kalmıştır. Şu kadar ki, bir peygamberin böyle kavmini terkedip gitmesi, kavmi üzerinde önemli bir tesir bırakmış ve o kavim, azap alâmetleri de belirince, hemen tevbe ve istiğfara yönelmiştir.
Kur’an-ı Kerim, bunu benzeri olmayan bir hâdise olarak zikreder: “Bir belde halkının, zamanında inanmaları gerekmez miydi ki, imanları kendilerine fayda versin (ve onları muhakkak bir azaptan kurtarsın. Fakat inanmaları gereken zamanda, azabı görmeden inanmadılar.) Fakat Yunus’un kavmi hariç.” (Yunus: 98) Yunus (a.s.)’ın terk edip gitmesi ve arkasından onun kavmini tehdit ettiği azabın işaretlerinin görülmesi, o kavmi birden tebaha getirdi, uyandırdı ve hemen tevbeye koştular. Tabiî bu sonuçta, Yunus (a.s.)’ın o zellesi neticesinde maruz kaldığı mihnetin de tesiri olmuştur. Mü’minlerin başlarına gelen musibetlerin, bir hemen verilen, bir de daha sonra verilen iki mükâfatı vardır. Sonra, Yunus (a.s.), balığın karnında sürekli tesbihte bulunmuştur. Zaten, hep tesbih eden bir insandı. Neticede hem kendisi o mihnetten kurtulmuş, hem de 100 binden fazla insan birden ona iman etmiştir.
Gerçi, bir günah işleyeyim, tevbe edeyim ve daha büyük bir mükâfata nail olayım denmez ve denmemeli. Ancak, insanın kendisini günahsız, suçsuz görmesindense, bata çıka gidip, kendisini hiç görmesi, bir günahkâr bilmesi ve devamlı tevbe etmesi çok daha hayırlıdır. İnsan, hiçbir şeydir; aslında şümullü manâya sahip bu üç kelime bile, insan için çoktur. Sıfırdır insan; ve o, kendisini böyle bilmelidir. Sıfır ne güzeldir; hele o nokta gibi olan sıfır, bir atom mudur, bir partikül müdür; işte insan, kendisini hep öyle bilmeli, böyle olduğuna kendisini inandırmalıdır. Hattâ yan yana pek çok sıfır olarak bilirse, başına gelecek bir rakamla, sonsuz değere ulaşma kapısını açmış olur. Kendisini tamamen sıfır gördüğü, bütün bütün şeffaflaştığı zaman, kendisinde Allah’ın tecellisi için pak bir ayna vasfı kazanmış olur. Allah’ın o biricik Habibi, o en büyük insan için, önce ‘Abdühû (O’nun kulu)’ demiyor muyuz? Evet, kulluktan daha üstün bir makam yoktur. En büyük kul, en büyük insandır. Çünkü onda, Allah mütecellidir dâim.
A’ZAMÎ TAKVA, ZÜHD, İHLÂS VE VELÂYET İÇİN
UMÛMÎ PRENSİP
– Takva’nın, zühdün, ihlâsın, velâyetin a’zamîsi kişiye göre değişir mi, yoksa bu hususlarda umûmi bir prensip var mıdır?
Kişiye göre mertebeleri veya bu hedeflere ulaşma yolları bulunsa da, takva için de, zühd için de, ihlâs ve velâyet için de umûmi prensipler vardır. Takvanın ilk derecesi, farzları işleyip büyük günahlardan kaçınmaktır; daha sonra vacipleri, sünnetleri işlemek ve mekruhlardan kaçınmak, daha sonra da, her türlü şüpheliyi günah olur endişesiyle terketmek ve nafilelere müdavemette bulunmak gelir. Allah’ı görmese de, O’nun kendisini sürekli gördüğü şuuruyla Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etme demek olan ihsan da, bir bakıma takvanın nihaî sınırıyla alâkalı bir mazhariyettir.
İhlâs, insanın her yaptığını Allah için yapması demektir. Bunun ilk mertebesi, ibadetlerde, Allah için hizmet etmede, başkasının görüyor olmasını nazara almadan, sadece Allah’ın hoşnutluğunu düşünmek, yapılanı O emrettiği için yapmaktır. A’zamî mertebesi ise, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü hiç mi hiç hesaba katmamaktır.
Meselâ, bir mertebede, insanların sizi teheccüdde veya Pazartesi-Perşembe orucunda görmesinden rahatsızlık duyabilirsiniz; ama nihaî mertebede, insanların sizi görüp görmemesi, ne yaptığınızı bilip bilmemesi sizi hiç alâkadar etmez ve bu türden mülâhazalar aklınıza bile gelmez. Bu, Allah’ın rızasında fânî olmanın ifadesidir. İnsan, her zaman bu mertebede bir ihlâsa muvaffak olamayabilir. Meselâ, iman hakikatlerinin neşri için ölesiye çalışabilir; fakat bir yandan bunu yaparken, bir yandan da, “arkadaşlarım niye bu işte bana destek olmuyor?” gibi düşünceler de taşıyabilir. Halbuki önemli olan, insanın üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirip, ötesinde hiçbir şeyle meşgul olmamaktır.
Bunun gibi, zühdün de, velâyetin de asgarî ve a’zamî mertebeleri vardır. Meselâ, dünyayı kesben değil, kalben terketmek zühdde bir mertebedir. Dünya adına insanın eline geçenlere hiç sevinmemesi, elinden gidenler karşısında ise hiç üzüntü duymaması, zühdün nihaî mertebesidir. Eviniz yanmış, yiyecek bir şeyiniz kalmamış, her şeyinizi kaybetmişsiniz, bunları hiç mesele yapmadan yolunuza ve kulluğunuza devam etme, zühdde nihaî mertebelerdendir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İNANÇ VE DÜŞÜNCELERDE DÖNEM
VE ŞARTLARIN TESİRİ
– İbn Haldun, cinlerle ilgili Kur’an âyetlerini de müteşâbih âyetlerden sayıyor. Anlaşılıyor ki, cinlerin varlığına çok inanmıyordu. Malûmunuz, onun yaşadığı dönem de, İslâm dünyası adına karışık bir dönemdi. Acaba insanlar böyle dönemlerde daha mı çok pozitivist oluyor?
İbn Haldun önemli bir ilim adamı olmasına mukabil, pek çok yanlış görüşleri de olan biridir. İnsanlık tarihiyle ilgili yazdığı tezlerde de önemli hatalar vardır. Kendi dönemindeki ahvâlden hareketle bir takım neticelere varmaya çalışmış, bazılarında isabet ederken, bazılarında da hata etmiştir.
İnsanlar, işlerin sarpa sardığı zor dönemlerde, inançlarında sarsıntılar yaşadıkları bir gerçek. Kur’an-ı Kerim’in de parmak bastığı gibi, Allah, insana ikramda bulunduğu, nimetler verdiği zaman insan, “Rabbim bana ikram etti” der; ama bir de rızkını daralttığı ve onu bir takım zorluklarla başbaşa bıraktığı zaman ise, döner, “Rabbim bana ihanet etti” diye sızlanır.
Zor dönemlerde insan, arayışa geçer; bu arayışta, bizzat kendisini sorguya çekmesi, kendi muhasebe ve murakabesini yapması gerekirken, bazen kendi değerleri hakkında şüpheye düşer, onları tenkide yönelir ve daha çok galiplerin düşüncelerine yakınlık duyar, onları araştırır. Bu araştırmasında çok defa objektif de olamaz. Mevcut şartları tek done kabul eder ve öyle yürür. Halbuki iyi bir araştırmacı, hakikatı bulmak için şartlardan tecerrüt etmesini bilmelidir. 19. asrın sonlarından itibaren, İslâm dünyasında pek çok kimsede kendi değerlerinden uzaklaşma olmuştur.
Mustafa Sabri Efendi, bir eserinde Abduh’un İslâm’ı müdafaa adına yazdıklarının okuyucu üzerinde hiç tesir bırakmadığını söyler ve ekler: “Çünkü Abduh, yazdıklarına kendisi de inanmıyordu.” Bu, Mustafa Sabri efendinin değerlendirmesidir. İnanıyor muydu, inanmıyor muydu, bizim bir şey söylememiz zor.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
7. GÜN
Hocafendi, bu sabah da kahvaltıya çıkamadılar. Öğle namazı mutad vaktinde kılındıktan sonra, öğle yemeğine oturuldu. Yemekten sonra sohbet, iki soru çerçevesinde şu şekilde gelişti:
DÎNÎ HİZMETLERDE YENİ BİR ENDÜLÜS TECRÜBESİ Mİ?
– Günümüzdeki dînî hizmetler, dünyanın içinde bulunduğu şartlar gereği, öncekilerden kısmen farklı bir mecra izliyor gibi. Efendimiz (s.a.s.) zamanında birbirini takip eden hadiseler vardı ve O’nun tebliği bu çizgide gelişmişti. Bugün ise, bir yerde yıllarca ulaşılan tecrübelerin, aynı vetireye ihtiyaç duyulmadan başka yerlere taşındığı görülüyor. Bu tecrübelerin başka yerlere taşınmasına, başka boyutta yeni bir Endülüs tecrübesi gibi bakılabilir mi?
Bugün dünya, eskiye nazaran çok küçülmüş görülüyor. Eskiden bir yerden diğerine üç ayda ulaşan haberler bugün anında ulaşıyor; aylarca süren seyahatlerle varılan yerlere, bugün bir-iki saat zarfında varılabiliyor. O bakımdan, artık hiçbir ülke bugün diğer ülkeleri nazara almadan, onlarla şu veya bu şekilde münasebete girmeden, müessir ve müteessir olmadan devam edemez. Bu bakımdan, dîn-i mübîn-i İslâm adına yapılacak hizmetlerde de, bütün dünyanın alacağı tavırlar çok önemlidir ve mutlaka dikkate alınmalıdır.
Efendimiz (s.a.s.) zamanında, bir zincirin halkaları gibi bir seyir takip edilmişti. Fakat bugün, manzara farklıdır, şartlar farklıdır. Hiç kimse, kölesinin, işçisinin, hizmetçisinin dinini, düşüncesini merak etmez. İkinci olarak, din adına başkalarına anlatacağınız hususlarda, en azından onlardan önde olmanız gerekir. İçtimaîde, ekonomide bugün için ortaya koyabileceğiniz misaller yoksa, başkalarına teklif edeceğiniz modeller yoksa, onlar üzerinde asla müessir olamazsınız. İnsanlar, sözden çok, davranışa bakarlar. Bugüne kadar, kendi misalini ortaya koyamayan hiçbir hareket muvaffak olamamıştır. Dolayısıyla, Batı ülkelerinde muvaffak olmanın yolu, onların arayışta olduğu hususlarda, onlara modeller teklif edebilmektir. Bugün, Amerikasıyla, Avrupasıyla Batı, gücünün zirvesindedir. Meselâ Amerika, Osmanlı Devleti’yle mukayese ettiğimizde, sanki Kanunî dönemini yaşıyor gibidir. Burada hayat dopdoludur, insanlar meşguldür; dünyayı kazanma tutkusu, herkesin vaktini bütünüyle doldurmaktadır. Önce, onlarda dine ihtiyaç duygusu uyarmak lâzım; ruhlarında âhiret endişesi hasıl etmek lâzım ve onların, manevî açlıklarını hissetmeleri lâzım. Oysa ki modern hayat, âdeta bunların hissedilmemesi üzerine dizayn edilmiş gibi. Fakat, hiç şüpheniz olmasın; bir gün burada, hem de bütün Batı’da da büyük manevî sarsıntılar yaşanacak. İşte o sarsıntılar döneminde insanlar arayışa geçecek; tutunacak manevî dallar arayacak. Eğer tam bu dönemde önlerinde İslâm’ın altın düsturlarını, Kur’an’dan nebean eden Nurları görürlerse, hiç tereddüt etmeden ona sarılabilirler. Bir yanda, bütün parlaklığıyla ortaya konan, kendisini ispatlamış düsturlar, diğer tarafta onları arayan sarsıntı içindeki insanlar, milletler.. işte bu kaderdenk noktasında dîn-i İslâm, bütün haşmetiyle bir güneş gibi tulû edebilir.
Bütün ızdırabım, insanların Allah’ı bulması yolundadır
Bütün duam, bütün ızdırabım, insanların Allah’ı bulması, O’na inanması yolundadır. Her gün, yana yakıla dua ediyorum: “Allah’ım, ne olur, bahtına düştüm” diye sızlanıyor ve “ne olur Allah’ım, insanlar Seni tanısın, Sana inansın!” diye dua ediyorum. O kadar ki, bunun için her gün birkaç defa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu anlamayanlar, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun hasıl ettiği zevk-i ruhanîyi tatmamış olanlar, Cennet’in lezzetini, Cehennem’in işkencelerini ruhlarında hissetmeyenler, insanlığın ızdırabını bir defa olsun ruhlarında duymamış olanlar, kalkıyor, sizin ızdırabınızı, derdinizi, çabanızı başka mecralarda görmek istiyorlar.. Devletmiş, hükümetmiş, siyasetmiş… maksatları bunlar olup, bütün hayatlarını bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar, iman adına, Kur’an adına çekilen ızdırapları da aynı kategoride değerlendiriyorlar. İççisiyle, çitfçisiyle, bir nahiyede vazife yapanından Cumhurbaşkanına kadar her seviyedeki memuruyla, hakimi ve savcısıyla, dünyanın sultanı da olsa, herkes imana, herkes Kur’an’a muhtaçtır; dünyası adına muhtaç olduğu gibi, bundan çok daha ötede âhireti adına muhtaçtır. Nasıl camide, haccda insanlar arasında hiçbir ayırım yoktur, ölüm de, insanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan herkese gelmektedir ve herkes, Allah’ın huzurunda, dünyadaki makamına bakılmaksızın sorguya çekilecektir. Hattâ dünyada ferah-feza yaşamış olanların sıkıntısı orada çok daha fazla olacaktır. Bu bakımdan, himmet elimizi herkese uzatmak mecburiyetindeyiz. Bu, bizim herhangi bir makamda, herhangi bir mevkide gözümüz olduğu manâsına gelmez. Aslında, ülkemizin, milletimizin geleceği gibi, dünyanın ve bütün insanlığın da geleceği, iman ve Kur’an adına sergilenecek samimi ve doğru gayretlere bağlıdır. Yarının neler getireceğini bilmiyorlar; insanlığı bekleyen dehşetli hâdiseleri, felâketleri bilemiyorlar. Bunu bilmedikleri gibi, dehşetli inkılâpların peşi peşine sökün edeceği Âhiret’i de bilmiyorlar, bilemiyorlar.
Asılsız suçlamaların sebebi
Bize ne yapılırsa yapılsın, Allah adına ortaya koymaya çalıştığımız hizmetlerden vaz geçecek değiliz. Bizim, hiçbir zaman terörle, anarşiyle, yolsuzlukla, gayr-ı kanunî herhangi bir işle alâkamız olmamış. Beni, Türkiye’yi ele geçirmeye çalışmakla suçluyorlar. Ben, dünyevî hiçbir şeye talip değilim; dünyanın sultanlığını teklif etseler, gözümü o tarafa çevirip bakmam. Bu türden suçlamalar karşısında, “Yâ Rabbi” diyorum, “acaba Sana kullukta, Sen’in rızan istikametinde bir şeyler yapmaya çalışırken hata mı ettim; ihlâsta kusurum mu oldu da, hayatımda hiç düşünmediğim, rüyalarıma bile girmemiş, ve hülyasını bile kurmadığım gayelerle beni suçluyorlar?!” Fakat, bu suçlamaların arkasında, böylesi ithamlarla resmî makamları aleyhimize kışkırtanların arkasında, cinnî şeytanlardan ders alan bir takım insî şeytanlar var ki, onlar, hem İslâm’a düşmanlar, hem de yolsuzluklardan sıyrılmuş, meselelerini halletmiş ve dünya muvazenesinde gerçek yerini almış bir Türkiye istemiyorlar. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durumda olması, kendi maksatlarını gerçekleştirmede onlara daha muvafık geliyor. Fakat, İslâm’ın getirdiği rahmet o kadar engindir; evet, Hz. Muhammed (s.a.s.), bütün âlemlere gönderilmiş öyle bir rahmet peygamberidir ki, yarın Âhiret’te şeytan bile o rahmetin enginliğinden ümide kapılacaktır. Bu sebeple biz, bize en büyük düşmanlığı yapanların bile kurtuluşunu istiyor ve onların kurtuluşu için dünyamızı feda edecek ölçüde bir hasbîlik ve diğergâmlığa sahip değilsek, kendimizi samimiyetsiz kabûl ediyoruz.
Neyi yapabilirim ve yapılması gereken
Ben, bu hastalıklı halimle hayatının son yıllarını yaşadığımı düşünüyorum. Ancak, Nureddin Topçu’nun eserlerinde çok işlediği isyan ahlâkını ruhumun derinliklerinde her zaman duymaktayım. Şahsen, zillete, hakarete, kötü söze asla tahammülüm yoktur. Çocukluğumda bile, değil bu ölçüde, en küçük bir hakarete tahammül edemezdim; yine de edemem. Hiç çekinmeden kalkar, mahkemeye de çıkar, bütün dünyanın duyacağı şekilde bana yapılan hakaretleri, yapanların yüzlerine vurabilirdim. Ne var ki, bugün yapılması gereken bu değildir. Herkesin kavgaya kilitlendiği, ülkemizin ve dünyanın her zamankinden daha çok sulhe, sükûna, iç huzura, devlet-millet kaynaşmasına muhtaç olduğu bir zamanda, nefsimize yapılan ne olursa olsun, katlanmak mecburiyetinde olduğumuz kanaatindeyim. Bir reh-i sevdaya girmişiz ve bize ar namus lâzım değil demişiz; milletimizin bugününü de geleceğini de düşünmek mecburiyetindeyiz. Eğer biz bize düşeni yapmazsak, nasıl biz, bazen önceki nesiller için söylemeyelim diye dilimizi tutma mecburiyeti hissediyoruz, ama gelecek nesiller, “mazi ile aramızda ne kötü bir köprü oldunuz!” diyeceklerdir. Üzerimizde çiçeklerin bitmesi için gübreliğe razı olmalıyız. Hakkımızda herkesin yaptığı iftiraya, suçlamaya, attığı çamura cevap verecek değiliz; biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
TÂLÎ PRENSİP VEYA VASITALARIN
ASLÎ PRENSİPLER HALİNE GELMEMESİ İÇİN
– Dinin olsun, onun yolunda hizmet vermenin olsun, bir takım aslî düsturları, vazgeçilmez prensipleri var. Bir de, zamanın, şartların, kısaca konjonktürün getirdiği tâlî prensipler veya takip edilmesi gereken hatt-ı hareket var. Bu ikincilerin birincilerin yerine aslî prensipler haline gelmemesi ve ana düsturların, değerlerin muhafazası adına ne yapılmalıdır?
Bilindiği gibi, fıkıhta da, Kur’an ve Sünnet gibi ana ve bağlayıcı kaynaklar vardır. Bir de, bunların yanısıra, bu temel esaslara bağlı tâlî şer’î deliller diyebileceğimiz İstishab, İstihsan, Mesalih-i Mürsele ve Sedd-i Zeraî gibi düsturlar var. Bu ikinci düsturların nerede, hangi şartlarda geçerli olması ve ne ölçüde kullanılması gerektiği çok iyi bilinmelidir. Aksi halde, bugün çokça karşılaştığımız gibi, bir kısım inhiraflara düşülebilir. Kur’an’ın ve Sünnet’in ana düsturları tarihin bir dilimine has gösterilip, ikinciler, onların yerine geçirilebilir. Bu konuda müteyakkız bulunmanın, hem fıkıh adına, hem de Müslümanlığımızı koruma adına çok önemli olduğu kanaatindeyim.
Her hareketimizde Allah’ın rızasını kazanma, a’zamî takva, a’zamî zühd, a’zamî ihlâs ve a’zamî velâyet hedef olursa, bu anlayışa bağlı olarak sürdürülen faaliyetlerde, inşa-Allah şaşma olmaz. Evet, eğer kalb balansı iyi ayarlanır, kalb ibresi hep bunları gösterirse, inşa-Allah bahsi edilen vartalara düşülmez. Aksi halde, sapma ihtimali her zaman için söz konusu olabilir.. kalbler hemen kayıverir; onun içindir ki, günde, sünnet namazlar dahil 40 defa, Allah’tan hidayet dileğinde bulunuyoruz. Farkına varmadan bir takım ruhsatlar hayat tarzımız, fer’i düsturlar ana düsturlar haline gelmiş olabilir; olabilir de, biz yine kendimizi hiçbir şey olmamış gibi, Sırat-ı Müstakîm üzerinde görebiliriz. Bu konu, sürekli murakabe, sürekli muhasebe ve çok dikkat isteyen bir husustur. Zaten, sık sık ifade edildiği gibi, Efendimiz’in (s.a.s.), “Büyük Cihad” adını verdiği bu çabada muvaffak olamayan, diğer hususta da muvaffak olamaz. Dinin, ırzın, malın, neslin, aklın korunması adına, mukaddeslerimiz adına mücadele vermek bir cihadsa, hem bu cihad, hem de emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, İslâm’ın korunmasında iki önemli müeyyidedir; iki surdur bunlar; fakat yine de ‘küçük cihad’ın şümulüne girer. O bakımdan, nefsimizle, arzularımızla, kendi düşüncelerimizle, yani kendimizle mücadelemizde istikamet kaybına uğramamamız gerekir.
***
Bu öğle sohbetinden sonra, yine mutad vakitlerinde namazlar eda edildi. Akşam namazından sonra, bir kitaptan Hz. Ali’nin Kaside-i Celcelûtiye’si üzerine bir bölüm okudular. Daha sonra, yine internette gazetelerin ana haberlerine ve bazı önemli köşe yazılarına atf-ı nazar ettikten sonra, yatsı namazı kılındı. Namazı müteakip, ben katılamamakla birlikte, salonda bir müddet oturup, video seyrettiler. Önceki gün, Ömer Seyfeddin’in Kaşağı adlı hikâyesinin filmini izlemişlerdi. Bazen şiir okuma, bazen çay sohbeti türünden sohbette bulunma, bazen böyle bir video izleme, Hocaefendi’nin kaynayan ızdıraplarının ruhunu dövmesinde bir nebzecik olsun hafiflemeye yarıyor zannediyorum. Zaman zaman az da olsa bir teneffüs arayan Hocaefendi, “Sonsuzluk Kervanı”nın bu çağa düşmüş bir ‘garib’i.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
8. GÜN
20 Kasım Pazartesi, güneş güzel doğdu; havalar, haylidir güzel ve kısmen güneşliydi. Ne var ki, bilhassa öğleden sonra şiddetli soğudu ve kar tozumaya başladı. Önce tozuyan kar, daha sonra yağmaya durdu.
Hocaefendi, sabahleyin yine kahvaltıya çıkamadılar. Öğle yemeğinden sonra da fazla oturmadılar. Toplumdaki dejenerasyon ve yolsuzlukların derin ızdırabını duyuyordu. Bu hususta birkaç kelâm edip kalktılar.
Bu dört günde çay sohbetleri şeklinde ve kısa soru-cevaplar halinde cereyan eden sohbetleri değil de – onlarda söylenenleri, cümleler halinde kitabın sonunda bulacaksınız – üzerinde geniş açıklamalar yapılan bir-kaç soru ve cevabı buraya kaydedeceğiz:
MUSİBETLERİN SEBEBİ VE
EFENDİMİZ’İN MARUZ KALDIĞI MUSİBETLER
– Ferdî planda olsun, toplum planında olsun, başa gelen musibetlerin daha çok günahların neticesi olduğu bir vakıa. Fakat, meselâ, Efendimiz (s.a.s.) masum; Taif hadisesi gibi, İfk hadisesi gibi, Hz. Zeynebi tezevvücleri gibi, hiçbir günahının söz konusu olmadığı musibetleri nasıl yorumlamalıyız?
Musibete maruz kalan Efendimiz (s.a.s.) de olsa, O’nun pak zevceleri Hz. Âişe (r.a.) da olsa, yine birer insan olarak terakkî etme mevkiindedirler. Efendimiz (s.a.s.), Risalet’in ağırlaşmasına, genişlemesine paralel olarak üzerine daha bir yük bindiğinden, mânen ve rûhen sürekli terakkisi söz konusudur. Risalet’in sahasının genişlemesi ve hadiselerin gelişmesine paralel olarak bu terakki devam eder veya terakkiye paralel olarak hadiseler gelişir. Bir de, evet Efendimiz’de günahın izi yoktur; günah O’nun rüyalarına bile girmez. Ancak, bazen vazife ve sorumlulukları yerine getirmedeki tedbirlerinde en iyi yerine iyiyi tercih edebilir. “Belânın en büyüğüne peygamberler, sonra da derecesine göre başkaları maruz kalır” hadisinde de ifade buyurulduğu gibi, makam ne kadar büyükse ve Allah’a kurbiyet ne ölçüde ise, gelen musibet ve belâlar da o ölçüde gelir. Meselâ biz, bir günah işleriz, makamımız çok büyük olmadığı için küçük bir musibete maruz kalırız; fakat enbiya, asfiya, hele Efendimiz (s.a.s.) gibi, en zirvedeki bir nebî, aklına deyip geçen, makamıyla te’lif edilemeyecek en küçük bir düşünce veya davranış karşılığında, vazife ve sorumluluğunu yerine getirmede en iyinin yerine daha iyiyi yapma gibi, yani şöyle yürürken hafif bir salınmada bile ikaz görür ve bir musibete maruz kalabilir. Bu da, meselenin diğer yanıdır.
Bir diğer husus, bazı meseleler vardır ki, “Melikin atıyelerini, ancak matiyyeleri çeker” sözünde de ifade edildiği gibi, onları kim kaldıracaksa ona yüklenir. Cenab-ı Allah (c.c.), bu şekilde çok önemli bir teşride bulunur. Meselâ, İfk Hadisesinde belânın merkezi olarak Peygamber evi ve hedefi olarak da, Efendimiz başta olmak üzere, Hz. Âişe ve en yakın arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le birlikte ailesi seçilmiştir. Bununla, Kur’an-ı Kerim’de, “Siz onu hakkınızda şer saymayın; belki o, hakkınızda hayırlıdır” şeklinde ifade buyurulduğu gibi, bütün ümmet adına çok önemli bir hayır kastedilmiştir. Fakat, bu hayrı devreye koymak, ümmete mal etmek ve kabûl ettirmek için çok önemli bir hadise olmalıdır. Önce, bu hadiseyle münafıklar hakkında bir uyarıda daha bulunulmuş, onların fitne ve şerlerine bir defa daha dikkat çekilerek, belki de ümmet içinde açacakları çok daha büyük bir yara önlenmiştir. İkinci olarak, bu hadisenin neticesinde ümmetin Peygamber’le ve hanımlarıyla münasebetlerinin nasıl olması gerektiği, zina ve eşlerin birbirine zina isnadı karşısında nasıl davranılacağı, ümmet içinde meydana gelebilecek bu türden hadiselerin nasıl karşılanmasının ve ümmet ferdlerinin böyle durumlarda birbirlerine nasıl davranmalarının icap ettiği gibi hususlarda çok önemli kaideler vaz’ edilmiştir. Bu kaidelerin önemine ve onları uygulamada gösterilmesi gereken titizliğe binaen, öncesinde bu türden bir hâdise olmuştur.
Ayrıca, arz olunduğu gibi, böyle bir hâdiseye bir başka ev tahammül edemeyebilirdi. Buna ancak Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ebu Bekir ve zevceleri içinde de Hz. Âişe tahammül edebilirdi. Onların büyüklüğünü, Allah katındaki derecelerini ve tahammül kapasitelerini göstermek için de bu hâdise ayrı bir fonksiyon görmüştür.
Hz. Âişe validemizin, diğer validelerimiz içinde ayrı bir yeri vardı. Gözünü açmış Efendimiz’i görmüş, hemen şuurunun açılıp, aklının ermeye başladığı ilk ergenlik çağında Efendimiz’in hane-i saadetlerine dâhil olmuş ve vahyin gelişlerine şahid olmuştu. Öyle ki, Efendimiz (s.a.s.), “Vahiy, zevcelerim içinde bana sadece bunun evinde iken geliyor” buyurmuştu. İleride hadis ve bilhassa fıkıh sahasında oynayacağı çok önemli bir rol, göreceği çok önemli bir fonksiyon vardı. Hikmet eli, onu böyle bir fonksiyonu edaya hazırlıyordu. Bundan ayrı olarak, yukarıda arz olunduğu gibi, Hz. Âişe validemizden de, onca büyüklüğüne rağmen, kametiyle telifi biraz zor – ancak bu kadar diyebiliyorum – bazı şeyler sadır olmuyor değildi. Meselâ, Tahrim Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, bir defasında Hz. Hafsa vâlidemizle birlikte Efendimiz’i üzmüşlerdi. Bu türden, aslında küçük, fakat Hâne-i Saâdet’in bu en mümtaz ferdleri için büyük sürçmeler de, böylesi tecziyelere sebep olabilirdi. Ama, onlar öyle büyüktü ki, başlarına gelen belâlar, ümmet için büyüklükleri nisbetinde çok önemli hayırlara vesile oluyordu.
Belâlar, insanı pişirir, olgunlaştırır; müsbet ibadetlerle ulaşılamayacak noktalara ulaştırır. Önemli olan, onlar geldiğinde, bilhassa ilk şok anlarında, ne kadar ağır olursa olsun sabr-ı cemil göstermektir. Bakmaz mısınız, İki Cihan’ın Efendisi’ne! Taif hadisesi ne ciğersûz bir hadisedir! Dönüşünde konakladığı bağda ellerini açar ve yalvarır: “Yâ Erhamerrahimîn! Ey ezilmişlerin Rabbi ve benim Rabbim! Beni kime bırakıyorsun? Şu, bana şüpheyle bakan ve yüz ekşiten yabancıya mı, yoksa bana eziyetine müsaade buyurduğun düşmana mı? Ama, eğer gadabın bana karşı değilse, bunların hiç ehemmiyeti yok; bununla birlikte, lûtuf ve rahmetin elbette benim için daha sevimlidir!” Her gelen belâyı böyle karşılamak lâzım. Mevlânâ, belâlar için bir teşbihte bulunur ve der ki: “Belâ, üzerine yırtık-pırtık elbiseler giymiş, bu dış görünüşü itibariyle sevimsiz, fakat o elbiselerin içinde en güzel bir endamı taşıyan dünya güzeli gibidir. Onun o sevimsiz dış yüzüne, yırtık-pırtık elbiselerine bakarak aldanma. O elbiselerin altını gör ve o cihan güzeliyle beraber ol!” İnsanların günaha kapalı olduğu o dönemde bu türden teşbihler, sâfî zihinleri idlâl edecek karakterde görülmediğinden mahzursuz addedilmiştir. Fakat, Mevlânâ’nın bu sözü, belâyı tavsifte de çok yerindedir. O bakımdan, belâları belki gülerek karşılamalı, Üstad’ın hastalık mevzuunda söylediği gibi, belâlar geldiği zaman insan, şükür içinde sabretmeyi bilmelidir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
KASET HÂDİSESİ VE İFK HADİSESİ
– Geçen yılki, kaset hadisesiyle, İfk hadisesi arasında bir münasebet görüyor musunuz?
Böyle değerlendirmeler, benim çok üstümde; ben, o büyüklerin kıtmiri olmaktan öte bir şey görmedim kendimi. Ama, sorduğunuz için, cevap olarak şöyle bir teşbihte bulunabiliriz: “Hani büyük bir insan vardır; arkasında da, boynuna tasma takıp, yederek götürdüğü bir köpeği. İnsanlar gelir, sopalarla o zata hücum ederler; 5-10 sopa ona vururlarsa, 1 sopa da köpeğine indirirler. İşte, benim halimi ve maruz kaldığım musibetleri böyle değerlendirebilirsiniz.
HZ. ÂDEM’İN İKAZ EDİLDİĞİ ŞEKAVET VE
KUR’AN’I TEBLİĞDE KARŞILAŞILAN ŞEKAVET
– Tâ-Hâ Sûresi’nin sonunda Hz. Âdem (a.s.)’a, kendisi ve Hz. Havva validemiz için yasaklanan ağaca yaklaşmaması için ikazda bulunulurken, “Aksi halde, şekavete düşersin” deniyor. Buradaki şekavetle, sûrenin hemen başında, “Sana Kur’an’ı, şekavete düşesin diye indirmiyoruz” buyuruluyor. Bu iki şekâvet arasında bir münasebet olabilir mi?
Hz. Âdem’e bir nehiyde bulunulmuştu. Böyle bir nehyi işlemenin akabinde gelecek şekavet, daha çok manevî bir sürçme ve düşme olabilir. Gerçi o ikazın devamında, “bu ağaçtan tatmadığın sürece, açlık çekmeyecek, çıplak olmayacak, susamayacak ve güneşe maruz kalmayacaksın” deniyor. Hz. Âdem (a.s.), ağaca yaklaşmakla acıkacağı, susayacağı, yorulacağı, pek çok zorluklara maruz kalacağı bir hayata mahkûm oldu. İşte, onunla alâkalı olarak sözü edilen şekavet, bir nehyi işlemek neticesinde husule gelen bir şekavetti. Efendimiz’inki ise, “Bu söze inanmıyorlar diye, nerdeyse kendini onların peşinde helâk edeceksin” âyetinde ifade olunan, kendi kendini mahvetme, yorma, üzüntü ve ızdıraptan perişan olma manâsına bir lâzım-ı şekavetti.
CENNET’TE İMTİHANA TÂBÎ TUTULAN
HZ. ÂDEM’İN MAHİYETİ
– Cennet’te imtihana tâbî tutulan, şahs-ı Âdem miydi, yoksa insanlığın manevî şahsiyetini temsil eden Âdem miydi?
Bu hususta kesin söz söylemekten hep kaçındım. Çünkü bu, bizim âlemimizi alâkadar eden bir hâdise değildir. Bir defa, Hz. Âdem’in konduğu cennet neredeydi? Gerçi Ehl-i Sünnet, el’an Cennet’in varlığında müttefiktir. Fakat bu Cennet, mü’minlerin Âhiret’te gideceği Cennet’in her bakımdan kendisi midir? Mü’minlerin Âhiret’te gideceği Cennet, tam manâsıyla inşâ edilmiş midir? Önce şu hususu arz edeyim ki, o, Allah’ın İlminde, İlm-i Ezelîsinde son haliyle de, sâbit bir ayn olarak vardır. Fakat, Âhiret’te alacağı şekil, daha çok mü’minlerin amellerine göre inşâ olunmaktadır.
Mü’minlerin buradaki salih âmelleri, tesbihleri, hamdleri, tekbirleri, dîn-i mübîn-i İslâm yolundaki hizmetleri, o Cennet’in yapı malzemesini teşkil edecektir. Üstad’ın namazın çekirdeği olarak tavsif buyurduğu, Sübhanellah, el-hamdü li’llâh, Allahü ekber, söylenmesinde çok büyük sevap olan ve hadiste mizanı dolduracağı ifade buyurulan, bilhassa sübhanellahi ve-bihamdihî sübhanellahi’l-azîm, mü’minlerin cennetini inşâ için Allah’ın kullandığı malzemelerdir. Üstad, “burada bir el-hamdü li’llâh dersiniz, orada bir meyve-i Cennet yersiniz” buyuruyor. Demek ki, burada bir el-hamdü li’llâh demek, Cennet’te bir elma ağacının dikilmesine vesile olmaktadır. Fakat, bir âyet-i kerimede ifade buyurulduğu gibi, bu tür kelimât-ı tayyibeyi yükselten amel-i salihtir. Amel-i salih olmazsa onlar yükselmez; ağızdan çıkan birer söz olarak kalır.
Demek ki, Cennet çekirdek olarak varsa da, onun açılması, genişlemesi mü’minlerin dünyadaki salih amelleriyle olmaktadır. O bakımdan, Hz. Âdem’in başından geçen o hadise, berzahî bir hadise miydi; imtihana tâbî tutulan, Âdem’in berzahî vücudu ve mahiyeti miydi; bu konuda kesin bir söz söylemek zor...
“Kalû belâ” vak’ası
– Bu açıklamanız, “Rabbin, Âdem oğullarının sırtından zürriyetlerini aldı ve kendilerini kendilerine şahit tutarak, ‘Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi, ‘Evet’ dediler âyetine de tam açıklık getiriyor.
O hadise de, berzahî bir hadise olmak ihtimali büyüktür. Bazı, ruhları çok gelişmiş, maneviyata ve başka âlemlere tam manâsıyla açılmış olan insanlar, o hâdiseyi ve Allah’ın Rubûbiyetini tasdiklerini hatırlayabilirler.
– Mahiyeti her ne olursa olsun, Cennet’te henüz acıkma, yorulma, yanma nedir bilmeyen bir insanın bu türden şeylerle ikaz buyurulmasını nasıl anlamak lâzım?
Hz. Âdem’e isimlerin öğretilmiş olması, buna açıklık getirebilir. İsimlerden kasıt herhalde onların müsemmalarıydı; eğer isimlerin ona öğretilmiş olması, onun, kendisine meleklerin üzerinde bir rüçhaniyet kazandıran mucizesi ise, bu takdirde onun, bizim gibi, hayat şartlarını öğrenmesi için doğduktan sonra üzerinden pek çok seneler geçmesi gerekmez. Biz, Üstad’ın da işaret buyurduğu hayat şartlarını doğumdan itibaren 10-15 yılda ancak öğreniriz. Ama Hz. Âdem, bir mucize olarak bunu hemen almıştır. Bir isim olarak açlığı, yorgunluğu, susuzluğu öğrenince, onların müsemmalarını, yani açlık nedir, yorgunluk nedir, susuzluk nedir, üşüme yanma nedir, bunları da öğrenmiştir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İLK “CENNET” HAYATI MI,
YERYÜZÜ HAYATI MI DAHA FAZİLETLİ?
– Bu durumda, insanın yeryüzü hayatını, o ilk berzahî veya cennet hayatından daha önemli, daha faziletli görebilir miyiz?
Öyledir; çünkü insan, bu dünyada Allah’ın pek çok ismine mazhar bulunmaktadır. Hz. Âdem yeryüzüne inmemiş olsaydı, Cennet’te Âdem olarak kalacaktı; fakat yeryüzüne inmekle, sulbünden, başta İnsanlığın İftihar Tablosu (s.a.s.) olmak üzere, yüzbini aşkın peygamber, milyonlarca evliya, asfiya gelmiştir. Cenab-ı Allah’ın esmâsının tecelli sahası olarak yeryüzü, insanla gerçek kemalini bulmuş ve cisminin küçüklüğüne rağmen, değerde göklere denk tutulmuştur. İnsan; iman, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî gibi paha biçilmez değerlere daha çok burada ulaşmıştır. Yine burada işlenen amellerledir ki, belki bir çekirdek halinde bulunan, belki de sadece berzahî vücuda sahip olan Cennet, Âhiret’te ulaşacağı o çok muhteşem şekli buradaki davranışlara göre alacaktır. Cismaniyetin değeri de bir bakıma burada ortaya çıkmaktadır. İnsanlık ruhu, manâsı ve mahiyeti burada cisimle kemale erer ve Cennet’e ehil hale gelir. Bu sebepledir ki insan, Rabbisini tanımada, nimetlerini tatma ve tartmada kullandığı cismiyle Cennet’e girecektir. Evet o, ancak cisimle Cenab-ı Hakk’ı tam tanıyabilir ve O’nun isimlerini, sıfatlarını bilebilir. O halde, onun yeryüzüne indirilmesi ve burada yaşamaya mahkûm edilmesi onun hakkında hayırdır ve ona düşen de, bu hayrı değerlendirmek, şerre çevirmemektir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
9. GÜN
Hocaefendi, sık sık hastalandığı ve günlerin de kısalığı sebebiyle fazla sohbet imkânı olmadığı için, bu arada not tutamadım. Fakat, arada bir olan güzel sohbetleri, yine de kaydetmeye devam ediyorum.
Bugün bir ara kaldığım odayı teşrif buyurdular. Söz, bir münasebetle Kur’an-ı Kerim, onu anlamak ve ona manâ vermekten açıldı; şöyle dediler:
KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMA
VE O’NA MANÂ VERME
Kur’an-ı Kerim’i anlamada ve ona manâ vermede, meal yazmada, lâfzın önemi inkâr edilemez. Ancak ondan daha önemli olan bir şey varsa o da, meal ve izahları, Kur’an-ı Kerim’in tamamını bilmeye bağlamaktır. Bir âyeti anlamaya ve ona manâ vermeye çalışırken, icabında Kur’an’ın tamamını göz önünde bulundurmak gerekir. Yoksa, her zaman için yanlışlık yapmak mümkündür. İkinci olarak, her âyeti, hem siyak ve sibakıyla, hem de kendi bütünlüğü içinde kavrayabilmek de çok önemlidir. Bunlardan daha önemlisi ise, vicdanın o âyeti, onun manâsını duyması ve onunla bütünleşmesidir. İşte tefsir ve meallerde eksik, fakat başarılması da zor olan budur. Bu da, rûhen, vicdanen, kalben Kur’an’la bütünleşme ve onu kendi derinlikleriyle duymakla aşılabilir. Buna muvaffak olunabildiği takdirde, lâfza motamot bağlı kalmak gerekmez. Âyetin bütünündeki manâyı, muhtevayı vermek daha güzel olur. Bu manâ ve muhteva kavrandığı zaman, onu, kendi dilimizde en güzel şekilde nasıl ve hangi kelimelerle ifade etmek mümkünse, o kelimeler, o ifadeler kullanılmalıdır.
– Malûmunuz, kelimelerin, hattâ bazen harflerin, kelimelerin sıralanışının âyete kattığı çok fazla anlam katmanları ve nükteler oluyor. Bu durumda, onları nasıl ifade edeceğiz?
Tefsir olmadıktan sonra, zaten bir mealde bu manâ katmanlarının ve nüktelerin hepsini vermek mümkün değildir. Âyetin bütün ruhunu, manâ ve muhtevasını, siyak ve sibakına, içinde bulunduğu metne ve Kur’an’ın bütünlüğüne uygunluk içinde verdiğimizde, en azından, bu tabakalardan ve nüktelerden birisini vermiş oluruz; verdiğimiz bu şey, hem herkesin istifade edebileceği, hem de herkes için gerekli olan manâ tabakası olur. Diğer nükteler, belki herkesi aynı derecede ilgilendirmediği için, mealden ziyade tefsire havale edilir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
10. GÜN
Hocaefendi, özellikle ağır seyreden şeker rahatsızlığı sebebiyle oruç tutmada oldukça zorlanıyor. Bilhassa öğleden itibaren, ağız kuruması ile birlikte halsizliği ve bitkinliği had safhaya varıyor. Tabiî, bunu kelimelerle ifade etmek zor; tecrübenin keyfiyetini ancak aynı tecrübeyi, aynı ölçüde yaşayanlar kavrayabilir.
Burada, saat 4.15’te sahur için çıkıyor ve sahurda genellikle kahvaltı yapıyoruz. Çoğunlukla 4.50 civarında son hazırlıklar için yemeği bırakıyoruz. 5.30 civarında sabah namazı kılınıyor ve binada artık öğleye, yani öğle namazına kadar sessizlik hakim oluyor. Bazı günler, öğle namazından sonra Hocaefendi, bitkin halde de olsa, bazen burada bulunan bir-iki insanın kaldığı odalara uğrayıp az oturabiliyor. Kısa da sürse soru-cevaplı sohbetler, iftardan sonra oluyor.
Oruç, 16.40’da açılıyor ve arkasından akşam namazı kılınıp, yemek yeniyor. Yemekten sonra biraz oturup, genellikle 18.20 civarında yatsı ve teravih namazı için kalkılıyor. Hocaefendi, yatsı namazını kıldırıyor; teravihi kıldırmayı ise başkasına bırakıyorlar.
Bugün iftardan sonra sohbette iki soruya verdikleri cevapları kaydetme imkânı oldu:
***
HİCRET Mİ, KALIP DİNE HİZMET Mİ?
– Herhangi bir yerde kalıp, Allah rızası için hizmet görme ile, o yerde ibadetleri yapamamayı nasıl te’lif edebiliriz? Malûmunuz, “Göreydin, melekler kendi kendilerinin zalimi olarak canlarını alırken, ‘ne işle meşguldünüz de, ibadetlerinizi yerine getirmediniz?’ diye sorarlar. Onlar da, ‘biz ezildik, zayıf bırakıldık’ der. Melekler, ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret edeydiniz?!’ diye karşılık verirler” âyeti, imanın gereklerinin yerine getirilememesi durumunda hicreti emrediyor.
Herhangi bir yerde dîn-i mübîn uğrunda hizmet vermek mümkünse, oradan ayrılmamak lâzım. Eğer orası terk edilirse, o yer, bütünüyle ilhada ve helâke bırakılmış demektir. Arzın tamamı Allah’ındır ve dolayısıyla her yerde Allah’a ibadet edilmelidir. Bunun için çalışmak, Müslüman’ın vazifesidir. Fakat, Mekke’de Efendimiz’e yapıldığı gibi, artık o yerde kalıp, hizmet vermek mümkün olmazsa, böyle durumlarda, oradan ayrılma olabilir; fakat bu ayrılma, ebediyen orayı terk etmek demek değildir; geçici ve maksatlı bir ayrılmadır. Bazıları da vardır ki, o yerde bir şey yapması mümkün değildir. Bu mümkün olmadığı gibi, bırakın inancını yaşamayı, iman etmesi bile güçleştirilmektedir. Bu durumda, bu insanların, imanlarını korumaları ve ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri için, bir başka yere hicret etmeleri üzerlerine borç olur. Habeşistan hicreti, buna bir misaldir. Herhalde mesele bu ölçüler çerçevesinde ele alınırsa, problem kalmaz.
“VİCDANIM RAHAT” DENEBİLİR Mİ?
– Bir insan, herhangi bir konuda “vicdanım rahat” diyebilir mi?
Hangi hususta olursa olsun, “Vicdanım rahat” demek kolay değildir ve çok büyük bir iddiadır. Bir defa, “vicdanım rahat” diyebilmek için, yaptığınız her işte ihlâsınızın, o işte Allah rızasından başka bir gaye gütmediğinizin kesin olması ve bundan emin bulunmanız lâzımdır. Bu ise, peygamberlerin dışında kimse için mümkün değildir. Kimse, “Ben, bu işte Allah rızasından başka hiçbir gaye gütmedim” diyemez, böyle bir iddiada bulunamaz. Çünkü ihlâs, sürekli kazanılan, kazanılması için ömür boyu mücadele verilmesi gereken bir hâldir. Ancak peygamberlerdir ki, onlar ‘muhlis’, yani ihlâslı, ihlâsı kazanmış değil de, ‘muhlas’dırlar; âdeta bizatihî ihlâs üzere yaratılmışlardır. O bakımdan, onlardan başka kimse tam ve kusursuz ihlâs iddiasında bulunamaz. Öyle ise, herhangi bir işte “vicdanım rahat” demek, çok büyük bir iddia, hattâ bağışlayın, küstahlık olur. İmam-ı Rabbânî hz. “Ben, 20 yıldır sağ yanımdaki meleğin bir şey yazdığına sanki hiç şahid olmadım” diyor. İmam-ı Rabbanî gibi bir zat böyle diyorsa, bizim nasıl düşünmemiz gerektiği mevzuunda herhalde fazla söz söylememiz abes olur.
İkinci olarak, “vicdanım rahat” diyebilmek için, yaptığımız her şeyi doğru yaptığımızdan emin olmamız lâzım. Bu da, yine peygamberler dışında kimse için mümkün değildir. Yine, sürekli Allah’ın korumasında ve o muallâ makamlarının birazcık altında bir performans gösterdiklerinde hemen ikaz edilen o insanlardır ki, vazifelerini tam doğru ve bihakkın yapmışlardır. Biz ise, doğruyu ve mükemmeli yakalamaya çalışan insanlarız. Kaldı ki, pek çok meselede doğrunun ne olduğunu kestiremiyor, “herhalde böyle yapmak daha iyi” diyor ve öyle yapıyoruz. Şahsen, hayatımda yaptığım hiçbir işin, mutlaka yapılması gereken en doğru iş olduğuna tam kanaat etmedim. Meselâ, bazen arkadaşlar bazı yerlere, bazı toplantılara sürüklediler; onların vicdanî kararlarına saygı gösterdim ve o toplantılara katıldım. Fakat, hiç birinde yapılması gerekeni yaptığım hususunda vicdanen rahat değilim. Belki hata ettim, belki hepimiz hata ettik. Yani, burada maksadım kimseyi, hele bir camiayı sorgulamak değildir. Fakat, her zaman hepimiz, yaptığımız her işten dolayı kendimizi sürekli sorguya çekmeliyiz. En doğru, en halisane yaptığımızı zannettiğimiz işlerde bile, acaba bunda da bir bit yeniği, nefsin bir oyunu, sağdan gelmesi var mıdır? Acaba, böyle değil de, şöyle yapsa idim, daha iyi olmaz mıydı? Acaba, yapmadan önce bir defa daha düşünse veya daha başkalarıyla bir defa daha istişare etse idim, daha iyi bir netice alınamaz mıydı… şeklinde, mutlaka kendisini sorgulamalıdır. Bu bakımdan, herhangi bir hususta “vicdanım rahat” demek, ancak nefsin ve bencilliğin mırıltısı olabilir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
11. GÜN
Hocaefendi, 2 konuda alabildiğine hassas; bu 2 konuda çevresinde gördüğü eksiklik ve yanlışları hemen tashih ettiği gibi, herhangi bir güzelliği de şu veya bu şekilde ödüllendirmekten geri kalmaz. Hataları gidermede takip ettiği yöntem, genellikle, eğer hatayı yapan şahıs, kendisine doğrudan söylendiğinde onu hiç mesele yapmayacak ve alınmayacak ölçüde enaniyetten sıyrılmış ve Hocaefendi’ye belli bir yakınlık kesbetmişse, doğrudan söylemek; yok, o şahıs doğrudan yüzüne söylendiğinde alınganlık gösterecek ve meseleyi nefis meselesi yapacak yapıda ise, bu takdirde ortaya konuşur. Bir veya birkaç kişide, ya da çevresinde herkeste gördüğü hata ve kusurları düzeltme adına ortaya konuşurken, eğer mesele özellikle nefsin herkeste bulunabilecek kusurları hakkında ise, herkesin sanki o hatayı yapan kendisi imiş gibi, konuşulanları üzerine almasını en önemli faziletlerden biri telâkki eder. Eğer ikazı kimse, bilhassa kusur kendisinde olanlar üzerine almaz ise, bu takdirde ciddî rahatsız olur.
Hataları tashihte, hemen yakın çevresinde yukarıda sözü edilen iki tür insandan birinci türe giren, yani ne söylerse söylesin alınmayacak, hattâ onu iltifattan öte iltifat sayacak birisi varsa, başkalarının hatalarını gidermede, sanki hatayı yapan o kişiymiş gibi, onu hedef ve muhatap alır; kendi ifadesiyle “kara tahtası” olarak kullanır. “Ona yazar ki, başkaları okusun.” Bu husus çok defa anlaşılamadığı için, bazen o kişi hakkında su-i zanda bulunulduğu olabilir. Hocaefendi’nin ortaya konuştuğu durumlarda, orada bulunan herkesten beklenen, hitabın ve ikazın doğrudan kendisine olabileceğinin dikkat, temkin ve teennisi içinde olmaktır.
Hocaefendi’nin en çok rahatsız olduğu iki husustan biri, insanların bir takım muvaffakiyetlerini kendilerine mal etmeleridir. Hocaefendi bu konuda o kadar hassastır ki, birinin zihnine bu istikamette bir düşünce gelip geçse dahi ciddi rahatsızlık duyar. Bütün müsbet başarıları, iman ve tevhidin gereği olarak Cenab-ı Allah’a verme ve insanların onları kendilerine mal etme gibi sinsi bir şirkten kurtulmaları adına, tabir yerinde ise, son derece kıskançtır. “Eğer bir insanın eliyle Cenab-ı Allah (c.c.) bir milyon insana hidayet nasip etse ve sonra bir insan nefsine bundan pay çıkarırsa, bu, onun Cehennem’e gitmesi için yetebilir” ikazı Hocaefendi’ye aittir. Bugün, mescid olarak da kullanılan salonda otururken, bu konuda kendisine tevcih edilen bir soruya da şöyle cevap verdiler:
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
BAŞARILARI VE NETİCELERİ ALLAH’A VERME
– Başarıları ve müsbet neticeleri Allah’a vermede son derece hassassınız.
Neden hassas olmayayım ki, her türlü muvaffakiyet ve müsbet netice Allah’a aittir. Hiçbir kul, gücü, bilgisi ve imkânları ne ölçüde olursa olsun, Allah muvaffakiyet vermezse, müsbet hiçbir şey yapamaz. İnsanın yapısı hayra değil, günaha ve tahribe yöneliktir. Müsbet netice ve muvaffakiyetlere gelince, bir defa, bunların tahsili için gerekli mekanizmayı kuran Allah’tır. İnsanın yaptığı, bu mekanizmada bir düğmeye dokunmaktan daha fazla değildir. Ona o imkân ve gücü bahşeden, dokunmasına müsaade eden, o dokunmaya sevk eden de Allah’tır. Eğer Allah izin vermemiş, onu öyle bir donanımla dünyaya getirmemiş, o işi yapmaya sevk etmemiş olsa idi, bir düğmeye dokunmak bile olsa, insanın elinden ne gelirdi? Üstad demiyor mu, insanın ekl ve şürb (yeme-içme) gibi en basit ve iradesine taallûk eden işlerde bile rolü binde bir bile değildir? O halde, hele, sanki Firavunca ve Nemrutça “ben yarattım” dercesine, “ben yaptım, ben başardım; bu, bendeki güç ve ilimden dolayı böyle oldu; falan yerde konuştum, işte şu kadar insan müteessir oldu; şöyle yazdım, şu kadar insana tesir ettim” şeklinde hezeyanlar sarf etmek, hattâ bunları düşünmek, akıldan geçirmek, küstahlıktan başka ne manâya gelir? Hiçbir peygamber, “ben yaptım, ben başardım, ben hidayet ettim” dememiştir. “Ben,” firavunların ağzından çıkan sözdür. Şirkin en hafifi “nahnü”, yani “biz”dir; cemaat, millet, kavim, kabile enaniyetidir. Üstad, bu meseleleri, anlamaktan bile aciz olduğumuz Ene ve Zerre Risalesi’nde ne güzel ifade eder! O’nun dediği gibi, “ene”yi, hattâ “nahnü”yü de yırtıp, altındaki “Hüve”yi ortaya çıkarmak, “Hüve”yi göstermek gerekir.
Sonra, ağlayarak, sözlerini şöyle bağladılar:
– Kanatlarını açtığı zaman bütün semayı kaplayan Hz. Cebrail (a.s.) bile asla “ben” demez ve her şeyi Cenab-ı Allah’a verirken, bize ne oluyor da, “ben” deme küstahlığında bulunuyoruz!?
Hocaefendi’nin, aynı hususta daha önce yaptığı bir sohbette söylediklerini burada kaydetmekte fayda var:
– Bir kulluk deryasına yelken açtık ki, dalgalar amansız çıktı karşımıza, kenara varmaya koymuyor bizi. İstihdam eden Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun; olsun da, nâil kılındığımız lütufların zerresini kendimizden bilmeyelim; bilmeyelim ki, O, lütuflarını sonuna kadar devam ettirsin. Bu lütufların bir tanesini, hattâ bir zerresini bile kendimizden bilsek, bilgimize, tedbirimize versek, O, vâridât-ı Sübhaniyesini keser ve “haydi yürüyün bakalım, yürüyebilirseniz,” der. Allah korusun, âhir ömrümüzde kendi kendimize bırakıldığımız için hizlana uğrarız. O’ndan diler ve dileniriz, bizi göz açıp kapayacak kadar bile olsa, Allah Rasûlü’nün o mübarek dualarından ayırmasın: “Ya Hayyu Ya Kayyûm, bi-rahmetike estağîs; eslah lî şe’nî küllehü, ve lâtekilnî ilâ nefsî tarfete ayn: … Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, bizi nefsimizle baş başa bırakma” Her şey O’ndan; ne veriyorsa, aczimize, fakrımıza, za’fımıza merhameten veriyor. Akıldan geçer, “en güzel talebeleri yetiştirdim, tedbirimle hiç birinin kılına dokundurmadım.. onları öyle bir sevk ve idare ettim ki..” mülâhazalarına dalar gider. Neden sonra, o hasta kalbine gelir de, mırıldanır, “Vakıa, bunları Allah yaptırdı ya!” Bir gün sana, “hay, Allah hayrını versin! O kadar becerikli idin, başarılı idin.. Allah dediğin O Zâtı şimdiye kadar bulman gerekmez miydi; hâlâ bir yabancı gibi, başı açık, yalın ayak hayallerinle şaşkınlık çöllerinde dolaşıp duruyorsun” demezler mi?.
Bu türden, eskiden de olsa söylenmiş sözleri hatırlayınca, bende depresyon yapıyor. “Bu zenginlik, bana ilmimden dolayı verildi” diyor, kim?: Karun. Böyle konuşanlar, böyle düşünenler, Karun’dur, Firavun’dur. Kendini yenememiş, benliğinin altında kalmış insanların sözlerine, davranışlarına biraz dikkatle nazar etseniz, hepsinde “ben” davulunun öttüğünü, “kendi kabiliyetim ve istidadımla, irademle, bilgimle, marifetimle.. tesiri nâkâbil olanlara tesir ediyorum, sözümü dinlettiriyorum” sözlerinin çınladığını görür veya duyarsınız. Çok dikkatli de konuşsalar, mutlaka bir yerlerinden sızar o mülâhaza...
Vasiyetim olsun, elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. Eğer bir gün, o ideal nesil, ütopyalarda resmedilen nesil isbat-ı vucud edecekse, o, bencilliği olmayan, “ben” davasından geçmiş, “ene”yi bırakıp, hattâ şirkin en hafifi olan “nahnu”yu da aşarak, “Hüve”de tevhidi yakalamış, “ene”yi yırtıp, “Hüve”yi göstermiş nesil olacaktır.
İnsan, bir başkasıyla rekabete girebilir, fakat Allah’a karşı rekabet hissi düpedüz saygısızlıktır. O bakımdan, her muvaffakiyet, her güzel iş, Allah’a verilmeli ve, “bunu O yaptı” denmelidir. Yememize, içmemize, hemcinsimize duyduğumuz alâkaya bakınca, hayvandan farklı bir yanımızın olduğunu görüyor muyuz? Hattâ, haram-helâl demeden, açlığımıza-tokluğumuza bakmadan, başkalarının haklarını da üzerimize geçirerek, öyle yiyip içiyor ve hayvanlar, hemcinslerine karşı üreme adına senede bir alâka duyarken, biz, tamamen nefsânî arzuların pençesinde doymak bilmez bir hırsla yaşıyoruz. Bu hâlimizle, hayvanların mertebesinde olduğumuz bile söylenebilir mi bilemiyorum. İki Nobel ödülü sahibi Alexis Carrel’in başında bulunduğu bir heyet, 20. Asır gençliğini bütün duygu, tavır ve davranışlarıyla inceleyip formüle ettiklerinde, karşılarına “serseri köpek” resmi çıkmıştı.. saldırgan, başıboş, istediği gibi yer, sonra yan gelip kulağı üzerine yatar.. işte böyle bir tip. Evet, çirkin bunlar ve böyle tasvirler bize yakışmaz ama, gel gör ki, nefis çok daha çirkin.. Estağfirullah, sümme estağfirullah.
***
Allah karşısında insanın kendisini zelil, hakir, hor görmesi lâzım. Evliyaullahtan bazıları var ki, münacatlarında şöyle derler: “Şu hâlimle, kalbimin şu durumu itibarıyla, iman, İslâm gibi hususiyetler müstesna, kâfirler benden çok iyidir; falan hayvan, filan hayvan benden iyidir.” Evet, insan bir yandan budur; diğer yandan da Allah’ın insanlığımıza terettüp eden bir kısım lûtufları, ihsanları var. Öyle ise, kimse, bu lûtuf ve ihsanlara sahip çıkmamalı. Mü’min, her halinde mütevazi olmalı, mahviyet ve hacalet içinde bulunmalı. Onun için, Kur’an-ı Kerim’de, “Ezilletin alâ’l-mü’minîn (Mü’minlere karşı tevazu kanatları ve yüzleri yerlerde)”, “eızzetin alâ’l-kâfirîn (kâfirlere karşı ise izzetli ve çetin” buyurulur. Hiç kimse, kendisini müzekkâ bilmemeli; böyle bilmek şöyle dursun, hadisteki ifadesiyle, kendini “racül-ü fâcir” bilmeli. Kimse, “ben müfsidim” demez; demez ama, bilmeyerek ifsad etmediği ne malûm? Acaba, vicdanında kendini ikna edecek şekilde, “hakikaten ben bir müfsid miyim?” diye bir mülâhazası bulunmalı değil mi?
Kendisine zerre kadar bile itimat eden insan, İlâhî teveccühleri kaybetmiş demektir. Kimse, nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhireti hususunda emniyette olduğunu sanmamalıdır. Bu manâda mutlak emniyet küfürse, onun en küçüğü de küfre yakınlıktır. Yani, nasıl yeis küfürse, bir insanın âkıbeti ve Âhireti hususunda ameline güvenmesi, Cennet’e gireceğinden emin olması da küfürdür. Böyle bir emniyetin en küçüğünün bulunması da, küfür istikametinde bir adım demektir.
Rabbi’ğfir ve’rham ve ente hayru’r-rahimîn.
***
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
İNSANLARIN BİRBİRLERİNİ KABULLENMELERİ;
KARDEŞLERİNİN BAŞARILARINI
KENDİ BAŞARILARI GİBİ GÖRMELERİ
Hocaefendi’nin çok hassas oldukları ikinci nokta, insanların birbirlerini kabullenmeleri, kimsenin birbirini kıskanmaması, aksine kardeşlerinin başarılarını kendi başarısıymış gibi görüp, sevinmesi; bir yerde yapılacak bir konuşma veya bir iş varsa ve bir insan, eğer kendisi bu işi yaptığında veya konuştuğunda rahatsızlık meydana getirecekse, bunu başkasına yaptırmaktan mutluluk duymasıdır. Hocaefendi, bu konuda da alabildiğine hassastır. Sohbetlerinde en fazla üzerinde durduğu iki husustan birisi budur. Gün geçmez ki, bu iki husus konusunda ikazda bulunmamış olsun. Bilhassa bu ikinci konuda gördüğü, sezdiği, müşahede ettiği hata ve kusurları zaman zaman acı acı dile getirmekten kendini alamaz.
Daha önceki, bilhassa birinci hususu ilgilendiren, fakat bu ikinci hususla da alâkası bulunan sohbetlerinden birinde şunları söylemişlerdi:
NEFSE PRİM VERMEME, ONUN BOYNUNU KIRMA
Hataya düşmemek, nefse prim vermemek, Şeytan’ın sağdan gelmesi karşısında mağlûp olmamak için İslâmî kıstasları bilmek çok önemlidir. Bunlar, herkese göre değişen meseleler değildir; Kur’an ve Sünnet’in hükümleridir. Bunlar dışında kalan hususlarda, nefse prim vermeme, onun boynunu kırma adına ne gerekiyorsa yapılabilir. Meselâ, nafile ibadette bulunma; evvâbin kılma, teheccüd kılma, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutma.. nefse zor gele gele bunlar eda edilmelidir. Yine meselâ, bir yerde dînî, millî bir mesele anlatılacak. İçinizden “ben anlatayım” duygusu geçiyorsa, hemen bırakıp başkasına anlattırma.. orada bu meseleyi daha iyi anlatıp, ruhlara daha iyi girecek biri varsa, yine onu tercih etme.. aynı şekilde, konuşurken, nefsin “ne güzel konuşuyorsun!” diye fısıldadığı anda, hemen bir kenara çekilme; çok güzel bir mektup, beliğ bir yazı veya şiir yazdınız, içinizden beğenme geldi, hemen onu yırtıp atma; başkalarının hidayetine vesile olan bir hizmet veriyor, konuşmalar yapıyorsunuz, ama içinize “ucub” geldi, baktınız, çalımlarınıza takılıp gidiyorsunuz, muvakkaten de olsa o hizmete ara verme... İşte, Kur’an ve Sünnet’in, ruhsat sınıfına da girse, bir hükmüne kimsenin müdahale hakkı olmamasına mukabil, nefsi terbiye adına bunlar yapılabilir ve yapılmalıdır.
SÜREKLİ MURAKABE VE MUHASEBE
İnsan, yaptıklarını sürekli düşünerek, murakabe ve muhasebede bulunarak yapmaz, terk ettiklerini, aynı şekilde düşünerek terk etmezse, her zaman için yanılabilir. O bakımdan, en iyi, belki en kabule şayan gördüğümüz amellerimizde dahi bir bit yeniği olabileceğini nazara almalıyız. Kimsenin olmadığı, sizi de görmediği bir yerde tek başınıza yaşıyor, her gece kalkıp 100 rekat namaz kılıyor, başınız secdede, Rabbin huzurunda gözyaşı döküyorsunuz; evet bunda bile bir bit yeniği olabilir. Belki de, içinizde, “bu yaptığım, geç de olsa bir gün duyulur” mülâhazası; şimdi ben yapayım da, bir gün bundan haberdar olup, bahsedenler çıkar düşüncesi olabilir. Eğer bu derece bir murakabe yoksa, insan her zaman için yanılabilir. Evet, en yanılmayacağınızı zannettiğiniz yerde bile yanılabilirsiniz. Kulluk, bir manâda sürekli iç münakaşa, insanın kendisiyle, nefsiyle olan kavgasıyla gerçek derinliğini bulur. Ubûdiyet, ubûdet, üzerinden sürekli geçilen işlek bir yolu ağır paletlerle bastırma ve düzeltme, sonra gelip yeniden bastırma ve düzeltme, sonra yeniden, sonra yeniden.. hiç durmamacasına bastırma ve düzeltme demektir. Ama herkes bunu kendi nefsi adına yapmalıdır; başkaları hakkında aynı şekilde düşünülür, onların ibadetlerinde nefsin payı olabileceği gibi bir sû-i zanna gidilirse, Allah korusun, bu da öldürücü bir zehir ve korkunç bir yanılma demektir. İhtimal başkaları, sizin yakalamaya, avlamaya çalıştığınızı çoktan yakalayıp, avlamışlardır da, sizin haberiniz yoktur.
***
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
RİYA, RİYAYI TANIMA VE ONDAN KURTULMA
Başlangıçta herkesin riyaya düşebileceği, kulluk kapısından riya ile girileceği söylenir. Fakat kulluk, riya ile devam etmez; kul, ihlas yolunda mesafe kat’ ettikçe riyayı bırakır ve tam ihlâsa erdiğinde, artık onda riyanın eseri kalmaz.
Bir diğer zâviyeden, riyayı tanımadan, riyanın ne demek olduğunu anlamadan insanın içine ihlâsı elde etme cehdi doğmaz. Riya yapıyor da hiç farkında değilse, o zaman ihlâsa hiç ulaşamaz. Halbuki, riya ile ilgili yazılan ve söylenenlere baktığımızda, çoğu davranışlarımıza riyanın nasıl da sindiğini, ama biz farkına varamadığımızı anlarız. İnsan, ihlâsa ulaşmak için uğraşırken riyayı tanır. Nasıl nefsin bilinmesi Allah marifetine ve Allah’ı tanımaya açılan bir kapıdır; Sokrates’in “kendini tanı” tenbihi, ehl-i tasavvufun, “Men arefe nefsehu fe-kad arafe Rabbehû (Nefsini bilen, Rabbini bilir)” şeklinde hadis diye rivayet ettikleri söz bu gerçeği ifade etmektedir; bunun gibi, insan da, ihlâsı yakalamaya çalışırken riyayı tanır, o kapıdan girer ve adım adım, kademe kademe ihlâsa ulaşır. İnsan, yaptığı şeyleri belki de başta sun’i olarak yapar; manâsını, muhtevasını ve derinliğini kavramadan, sırf emrin gereği olduğu için yapar. Hattâ bu hususta emr-i Nebevî bile vardır. Meselâ, Efendimiz (s.a.s.), “Kur’an okurken ağlayın; ağlayamazsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın.” buyurmaktadır. Çünkü bu ağlama, zamanla tabiat haline gelir ve artık o kimse, duyulup duygulanılması gerekli hususlar karşısında artık hissiz, duygusuz, alâkasız kalamaz. Demek oluyor ki, başlangıçta riya diye yorumlayabileceğimiz bazı tavırlar tabiî görülebilir, görülmelidir de. Fakat insan, bilâhare, ister Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) Zât, sıfât ve esmâsı adına belli bir ma’rifet ufkuna ulaştığından olsun, isterse başka sebep ve mülâhazalarla olsun, artık kendini kontrol altına alır ve kapıda vize ibrazında bulunma sayılabilecek davranışları bütün bütün bırakır ve halisane tavırlara girer; girer ve artık o, bir ihlâs yolcusudur; hep arar, bulduğunu az görür yine arar; daha daha arar.. bu şekilde hayatının sonuna kadar belki 50 ihlâs mertebesinden geçer ama, yine de “ihlâs” der, kıvranır. Zaman olur, o hale gelir ki, artık onun bütün duası ihlâstır; “Allah’ım, ne olur ihlâs” der; “ihlâs” der yatar, “ihlâs” der kalkar.. öyle ki, daha başka çok önemli şeyler ister; ama arada yine ihlâs demezse, döner, yine “ihlâs” der. Nasıl gökkuşağının altından geçeyim diye yürüdükçe, koştukça o sizden uzaklaşır, aynen onun gibi, ihlâslı kulluk da işte böyle vaslına erilmez bir sevdadır, insanı arkasından koşturur durur. Allah, bizi bu koşudan geri bırakmasın.
…
Riyanın pek çok çeşidi olduğu gibi, riyaya sebep olan faktörler de çoktur: gurur gibi, kendini beğenme gibi, kibir gibi hususlar bunlardandır. İnsan vardır, kibirinden dolayı müraîdir; insan vardır, kendini iç beğenmeye kaptırmış, kendi düşüncelerinin, kendi büyüklük psikozlarının altında ezilmiştir; bu sebeple de riyaya düşmüştür. Bazısı kalemiyle, bazısı düşüncesiyle, bazısı çok kitap karıştırmasıyla, bazısı bibliyografyadan haberdar olmasıyla, bazısı çok kişi tanımakla.. herkes, bir sebeple riyaya girebilir. Tehlikenin büyüklüğü ise, şahıstan şahısa değişir. Bir insanda çok ciddî mal hırsı, kazanma hırsı vardır; onunla ve sebep olduğu riyakârlıkla tehlikeye düşer. Bazılarında ise, böyle bir hırs yoktur; bunlar, “dünya nedir ki!” derler; ancak bakarsınız böylelerinde karşı cinse karşı bir za’f vardır. Kimisi korkaktır; o da korktuğunu göstermemek için riya yapar.. ve karanlıkta türkü söyler.
Riyayı fark etmede bazı emarelerden söz edilebilir. Meselâ, bir insan vardır: diliyle, irfanıyla, konuşmasıyla, tavrıyla mütevazi görünür, fakat kendinden dûn olan kimselerin yanında, bir de bakarsınız, hemen çalıma geçer. Demek ki o, gerçekten mütevazi değildir; kendinden yüksek birinin yanında yerlere kadar eğilmektedir. İşte bu da, ayrı bir firavunluktur. İhlâsın emaresi ise, mütegallibenin, zorbanın karşısında izzetli olmak, tabiri caizse, mağrur olmak; müminlere karşı da yüzü yerde bulunmak ve tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmektir. İhlâs, süklüm-püklüm durmak demek değildir; ihlâs, kalbin Allah ile irtibatıdır; bu da, kendini ancak gayb hali ile şehadet hali arasındaki muvafakatla gösterir. Gece, hattâ yatakta bile ne ölçüde Allah ile birlikte iseniz; yatakta iken bile aklınıza geldiğinde ayaklarınızı toplayabiliyorsanız; yani gündüzünüz ve geceniz aynı ise, ihlâslı sayılabilirsiniz.
Evet, insan, kendi içinde sürekli bir mücadele yaşamalıdır ki, canlı kalabilsin. Bu mücadele bittiği anda insan da bitmiştir. Şayet içinizde, nefsinizle şu veya bu şekilde olan mücadeleniz devam ediyorsa, bu, bir hayat emaresidir. Evet, tıpkı vücudun, hastalık yapan bakteri veya virüslere karşı hararetinin yükselmesi gibi bir şeydir bu. Hararet varsa, vücudda hareket ve dolayısıyla hayat var demektir.
Günümüzde riya çok yaygın ve zannediyorum, dünya yaratıldığı günden bu yana, çağımızda görüldüğü ölçüde müraîlik olmamıştır. Çünkü, günümüzde riyaya sevk eden faktörler pek çok: ödüller, plaketler, alkışlar, övgüler, yarışlar, maratonlar.. millî gururlar, şahsî gururlar, cemaat gururları... O kadar ki, Allah’ı hiç hesaba katan yok gibi; her muvaffakiyet insana veriliyor ve insan, kendine ait olmayan bir sürü “mağsup (gasbedilmiş)” zaferle gurur duyuyor. İyi yazma, iyi konuşma, iyi söyleme, iyi anlatma... Aslında, her riyakâr fiil, her riyakâr söz bir yalandır. Hele bazı meslekler, bazı kesimler var ki, bunların her biri mücessem birer riya, mücessem birer yalan sayılabilir. İlâhî ihsanlar bile şahsî kabiliyetlerin bir buudu, bir uzantısı, bir lâzımı gibi takdim ediliyor. Allah, ihsan yağdırıyor; onlar ise, Allah’ın ihsanlarını Allah’a ulaşma adına kullanacaklarına, onları Allah ile aralarında perde yapıyorlar. Bir başka sahada, ikramlar, kerametler, keşifler, intak-ı bilhaklar, hiss-i kablel-vukular.. daha neler neler.. bunların hepsi Allah’tan. Fakat gel gör ki, nankör ve bencil insan, bütün bunları Allah’ı unutmaya vesile yapıyor. Oysa insan, en küçük bir nimette bile, başı dönmüş Mevlevî gibi cezbeye kapılıp dönmeli, “Allah’ım Sen’den, Allah’ım Sen’den” demelidir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
12. GÜN
Ramazan ayı geçip gidiyor. Hocaefendi, daha kuşluk olmadan açlık krizine girip, dayanılmaz derecede halsizleşiyor. Bu halde, akşama kadar orucunu tamamlamaya çalışıyor. Arada bir öğle namazından sonra, herhangi bir odada kısa bir süre de olsa oturuyorlar. Bilhassa sağ kolunda omuzundan parmaklarına kadar inen ve “nöropati” teşhisi konulup, şimdiye kadar çaresi bulunamayan dayanılmaz ağrılar, belli ki kendisine çok acı veriyor. Her ağrıyı her insanın aynı derecede hissetmeyeceğini, yıllar önce bir sohbette şöyle izah etmişlerdi:
HER İNSAN İÇİN AĞRI EŞİĞİ VE DUYARLILIK SEVİYESİ
Bazı insanlar vardır ki, sinir sistemleri çok fazla gelişmiştir; onlar, olabildiğince duyarlıdırlar. Aynı baş ağrısının birinde yaptığı tesiri, böyleleri, derecelerine göre onun 10 katı, 15 katı duyarlar. Meselâ Efendimiz (s.a.s.), çok şiddetli hissederlerdi. Başının ağrıdığı çok olurdu. Bu durumda mübarek başlarını çok defa sararlardı. O’nun vefat hastalığı da çok ağır olmuş, bir başkasının belki hafif hissedeceği o hastalığı, çok şiddetli hissetmiştir. Bu, fazla duyarlı olmaktan kaynaklanmaktadır. Kim ne kadar duyarlı ise, onun acıyı, ağrıyı, sevinci hissetmesi de o ölçüde olur. İnsanların Cennet’ten istifadeleri de, duyarlılıklarıyla paralel olacaktır. Bu dünyada da, meselâ çok güzel bir san’at eseri karşısında herkes farklı derinlikte bir şeyler hisseder. Bunun gibi, Cennet’te de aynı şeyler söz konusudur. Diyelim ki Efendimiz’le (s.a.s.) aynı sofrada oturuyorsunuz; işte böyle bir beraberlik, Cennet’ten aynı derecede istifade edeceğiniz manâsına gelmez. Herkesin istifadesi, hislerinin inceliği, gelişmişliği, duygularının keskinliği nisbetindedir.
***
İşte, Hocaefendi’nin rahatsızlıklarını değerlendirirken, bu husus da göz önüne alınmalıdır. Cinnet derecesindeki duyarlılığı, onun için bir yandan adeta telsiz-telefon santralı fonksiyonu görürken, bir yandan da hastalık, ağrı, acı ve sızılarının da son derece şiddetli hissedilmesine sebep olmaktadır. Birkaç yıldır çektiği ve bilhassa son aylarda iyice şiddetlenen kol ağrıları, sağ elini kullanmasına da mani olmakta, yapması gereken pek çok telif, tashih işlerinin kendisini müferrah edecek ölçüde olmasını engellemekte, bu da, kendisi için ayrı bir ızdırap vesilesi olmaktadır.
Bugün, iftarda yemekten sonra yarım saat kadar kaldılar ve şu soruya cevap verdiler:
GÖKSÜN DARALMASI VE
HAMD, TESBİH VE SECDE EDENLERDEN OLMA
– Malûmunuz, Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz’e hitaben, “Onların söylediklerinden dolayı göksünün daraldığını biliyoruz. Sen, Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol” buyurulmaktadır. Göksünün daralması ile, hamd ile tesbih ve secde edenlerden olma arasında nasıl bir münasebet vardır?
Meselenin bir vazife buudu var. Yani, hepimize düşen Allah’ı tesbih, hamd ve O’na secde etmektir. Bu, herkes gibi, Efendimiz için de bir borçtur. Hamd, tesbih ve secde, ibadetin ve bilhassa en büyük ibadet olan namazın özüdür. Bu emirde kıyamı da, rükûyu da, secdeyi de görürsünüz. Yani, bu emir bir bakıma “Sabır ve namazla yardım iste” demek gibidir.
İkinci olarak, tesbih, Allah’ı her türlü noksanlıktan, eksiklikten, İzzet, Azamet ve Kibriyası’nda, Ulûhiyet ve Rubûbiyeti’ne uygun düşmeyen sıfatlardan tenzih etmek demektir. Şirk karşısında mü’mine düşen de budur ki biz, namazın rükû ve secdelerinde bu tesbihi yaparız. Yani bu emirde, aynı zamanda tevhide davet, onda ısrar da vardır. Hamd ise, Cenab-ı Allah’ın kemaline ve şükür buuduyla nimetlerine bakar. Gerçi biz de, “Sübhanellahi ve-bihamdihi” deriz; ama bu, belki de en büyük bir makam meselesidir. Ancak makam-ı cem’in sahibi olan Efendimiz gibi büyükler, peygamberler, asfiya ve mücedditler, asıl manâ ve muhtevasıyla “sübhanellahi ve-bihamdihi” demeye muvaffak olurlar. Bunda Celâl ve Cemal tecellilerine aynı anda ma’kes olma, âlem-i mülk ve melekûtu aynı anda müşahede edip, aynı anda ikisinde de yolculuk yapabilme, ikisini de aynı anda temsil edebilme, “mülteka’l-bahreyn”de bulunma manâsı vardır ve arz ettiğim gibi bu hâl, cem’ makamına dair bir hâldir.
Secde ise, insanın Allah’a en yakın olduğu vaziyettir. O bakımdan Efendimiz (s.a.s.), secdede kesretle dua edilmesini tavsiye buyururlar. Kişi, başı ile ayağını aynı noktada birleştirip de, Allah önünde secdeye kapandığı, kendi acz u fakrını, noksan ve ihtiyacını duyduğu, mahviyet, tevazu ve hacalet tavrına büründüğü bu noktada, Allah’ın sonsuz büyüklüğünü de idrak eder ve kulluğun zirvesine ulaşır.
İşte mü’min, İslâm’ı anlatıp, onu kitlelere tebliğ ederken, onun alay, iftira, karalama gibi en âdî reaksiyon ve işkencelerle karşılaştığı zaman sığınıp, yardım dileneceği hâl; tesbih, hamd ve secde hâlidir.. ve âyet, bize bunu talim etmektedir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
13. GÜN
ALLAH’TAN GEREKTİĞİ GİBİ KORKMA,
İSTİDAT ÖLÇÜSÜNDE KORKMA
– “Allah’tan, O’ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun” âyetiyle, “İstidadınız ölçüsünde Allah’tan korkun” âyeti arasında nasıl bir münasebet vardır?
Makam ve derece münasebeti var. Yani, bazılarına, “Allah’tan, O’ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun” denilir. O’nun makamı, derecesi, böyle bir emre muhatap olmasını gerektirir. Fakat, bu emrin ifasının sınırı yoktur. Nasıl, Allah’a ne kadar ibadet edersek edelim, en sonunda söyleyeceğimiz, O’na gerektiği gibi ibadet edemediğimizin ve esasen bundan aciz bulunduğumuzun itirafı, yani “Sübhaneke mâ abednâke hakka ıbâdetike ya Ma’bud (Sübhansın Sen, Sana ibadetin hakkını veremedik, ibadet etmemiz gerektiği gibi ibadet edemedik)” ise, O’ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkmanın ulaşabildiğimiz en üst noktasında da söyleyeceğimiz, “Sen’den, korkmamız gerektiği ölçüde korkamadık; takva sahibi olmamız gerektiği ölçüde müttakî olamadık”tır. Çünkü bunun müşahhas bir sınırı yoktur ve olamaz da. Bununla birlikte, böyle bir emri kaldıracak ve onun şuurunda olanlara, “Allah karşısında, nasıl takvalı olunması gerekiyorsa, öyle takvalı olun” denir.
Sahâbe-i Kiram, bu emri alınca, bu onlara öyle ağır geldi ki, sararıp soldular. Çok kıyamdan ayakları şişti; çok secdeden elleri, alınları, dizleri nasır bağladı. Doyuncaya kadar yemek yiyemez, eşlerinin yanına yaklaşamaz oldular. Bu, bir imtihandı ve onları çıkmaları gereken mertebeye, dereceye çıkarma yolunda, geçmeleri gereken bir yol, bir basamaktı. Bu imtihanda muvaffak oldular ve bu defa Cenab-ı Allah, yükü biraz hafifletti ve meseleyi istitaate havale etti. Zaten, arz etmeğe çalıştığım gibi, O’nun karşısında nasıl titremek, nasıl takvalı olmak gerekiyorsa, öyle takvalı olmaya çalışmanın bir sonu olmadığı için, bu mevzuda varılacak nokta da yine istitaate vâbestedir. Yani herkese düşen, kapasitesi ölçüsünde takvalı olmaya çalışmaktır. İslâm, bir bakıma hanifiye-i semha, yani kolaylık dini olarak, tekliflerini güce ve kapasiteye göre yapar. “Teklif-i ma lâ yütak”, yani takat getirilemeyecek sorumluluk yükleme İslâm’da yoktur. İşte, “gücünüz ölçüsünde Allah’tan korkun, kapasiteniz ölçüsünde takvalı olun” demek, takvayı, “teklif-i mâ yütak” olarak emretmemek demektir.
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
14. GÜN
Öğleden sonra, odalardan birinde az oturdular. Burada, bir yakınının kan kanseri hastalığından söz açılınca, şöyle buyurdular:
ATOMLARDA, İNSANIN VÜCUDU VE MANEVÎ HAYATINDA,
KÂİNATTA VE DEVLET BÜNYESİNDE AYNI KANUN
İlaç kullanmıştı. Sonra yapılan tetkiklerde hastalığın geçtiği görüldü. Fakat bu hastalık, tamamen geçmeyip, baskı altına alınıyor ve geçti gibi görülüyor. İlaç devamlı kullanılmaz ve dikkat edilmezse, çabuk ortaya çıkıyor. Onun için, hiç ihmal edilmemesi ve ilacın devamlı kullanılması gerekiyor.
Devlet işi de böyledir. Devletin ve onu meydana getiren müesseselerin işler halde olması, pörsümemesi ve canlılığını koruması için, sürekli çalışması, kontrol edilmesi ve canlılığını asla yitirmemesi lâzım. Aksi halde, nasıl vücudun bir yanında ortaya çıkan bir rahatsızlık, mahiyetine göre vücudu götürmeye kadar gidebiliyorsa, aynı şekilde, devlet müesseselerinden birinde baş gösteren bir rahatsızlık da, devletin tamamını işlemez hale getirebilir. Bilhassa hayatî müesseseler için bu böyledir. Bu müesseselerin, kuruluşuyla çok sağlam, elemanları, çalışma şekli ve prensipleriyle mükemmel olması ve o çarkın, günü ve şartları sürekli nazara alarak, kendini devamlı yenilemesi ve paslanmaya meydan vermeyerek hayatiyetini sürdürmesi elzemdir. Yoksa, sistem zâhiren sağlam gibi görünür, ama içten çürüme başlamış demektir. Tarihin yuttuğu bütün büyük devletlerde ve medeniyetlerde bunu görürüz…
Nasıl devlet yapısı ve işleyişiyle insan vücudu birbirine benziyor; aynı yapı ve işleyiş, atomlar için de söz konusudur. Daha önce, atom çekirdeğinde yer alan elektronların hareket ede ede enerji kaybına uğrayacakları ve böylece zamanla sönüp gidecekleri sanılırdı. Bu, atomun ve dolayısıyla kâinatın da bir bakıma sonu demekti. Fakat şimdi bunun böyle olmadığı görülüyor. Elektronlarda reşarj olma kabiliyeti var; bir süre bir yörüngede döndükten sonra, çekirdeğin etrafındaki başka bir yörüngeye geçiyor, âdeta yeniden şarj oluyor ve hareketlerine aynı şekilde devam ediyorlar. Demek ki bu, Allah’ın koyduğu çok önemli bir kanun; kâinatta da aynı, insanda da aynı, insanların içtimaî birliğini temsil eden devlet için de aynı.
– Efendim, insanın manevî hayatı için de aynı kanunun geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz?
Aynen geçerlidir. İnsanın manevî hayatiyetini ve canlılığını sürdürebilmesi için sürekli teyakkuzda olması, sürekli yenilenmesi ve kendini kontrol etmesi gerekir. Eğer bu yenilenme ve kontrol biraz durursa, farkına varmadan onda hemen pörsüme başlar. Bugün, Cenab-ı Allah’ı kalbinizde, vicdanınızda iliklerinize kadar hisseder ve kendinizden geçebilirsiniz. Ama bugünkü bu marifetinizin yarına hiç faydası olmaz. O’nu her gün aynı, hattâ artan derinlikte duymanız gerekir. Bu mekanizmada, çok defa kabz u bast gelgitleri mühim rol oynar. Kabz istenmez; fakat çok defa ya bir günahın neticesinde veya sebepsiz olarak gelir. O anda insan dişini sıkıp sabretmeli, günaha girmemeli ve onun geçmesini beklemelidir. Denebilir ki, böyle yapıldığı takdirde kabz basttan daha faydalıdır. İnsanı şımarıklığa itmez, temkine davet eder; onun daha bir Allah’a yaklaşmasına, istiğfarda bulunmasına ve dua etmesine kapı aralar ve bittiğinde hem işlenmiş bir günahın affı, hem de yeni bir bast bereketine vesile olur.
İnsan, çok defa ibadetlerini, evrad ü ezkârını aynen yerine getiriyor olsa bile, yine de eğer kendini devamlı gözetmez, muhasebe ve murakabeye tâbi tutmaz, kalb ibresini sürekli kontrol etmez ve her gün ayrı bir tefekkür ve tezekkür vadisinde ayrı bir marifet ufku aramazsa, onun pörsümesi mukadder demektir. Bu bakımdan, hayatiyetin korunması, ibadetleri, evrad ü ezkârı noksansız yerine getirmek kadar, tefekkür, tezekkür, okuma, muhasebe ve murakabe yoluyla sürekli yenilenmekten geçer. Bu, kolay bir iş değildir ama, yolu da budur...
-
Cevap: Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay
15. GÜN
17.15’te iftar yemeği başladı. Yemekte, Amerika’daki sistem, bunun geleceği ve İslâm’ın kaderinden söz edildi. Şöyle buyurdular:
AMERİKAN SİSTEMİ, BU SİSTEMİN GELECEĞİ
VE İSLÂM’IN KADERİ
Amerika, sistemini sağlam kurmuş ve bu sistem, şimdilik işliyor. Fakat, zamanla her sistemde sistem körlüğü ortaya çıkar. Artık insanlar yeni şeyler düşünemez hale gelir. Oysa dünya, sürekli değişmektedir. Çok hızlı ve sürekli değişen dünyada, yerleşmiş sistemler içinde kalıp, o sistem çerçevesinde düşünen değil de, düşünce ve aksiyon planında inkılapçı ruhlara ihtiyaç vardır.
Bugün, Amerika olsun, dünyadaki başka devletler olsun, yeni bir ruha muhtaç. Bu ruh için de, içten yanan, kavrulan, ızdırap çeken ve âdeta delikanlıların o yaştaki arzuları gibi, insanlığın kurtuluşu adına içten coşup köpüren ruhlara ihtiyaç var. “Acaba bugün kimin ruhuna girebilirim; kendi ruhumun ilhamlarını hangi sineye boşaltabilirim” diye âdeta sürekli şikâr gözleyen insanlara muhtacız. Bu insanlar var ise, dil gibi, başkalarına anlatacakları şeyleri bilme gibi unsurlar bunun ardından gelir ve onlar, sadece birer malzemedir. Malzemeyi kullanacak insan yoksa, malzeme olmuş ne işe yarar? İslâm’ın durumu da bugün böyledir. Evet o, “düşmanlarının husumeti, dostlarının, müntesiplerinin vefasızlığı arasında” bugün gariptir. O, bahsini ettiğim ölçüde deli ruhlar beklemektedir. Bu civanmert ruhlar var ise, siz de dünyanın geleceği mevzuunda ümitvar olabilirsiniz.
http://www.kevserdenizi.net/forum/be...r-baslari.html TIKLAYIN