-
Cevap: çekirdekten çınara
j. Şefkat
Çocuk, sopadan, tehditten, azaptan değil, eğer bir şeyden korkacaksa, ebeveyninin şefkatini kaybedeceğinden korkmalıdır. Babasının yüzünü ekşitmesi, annesinin sımsıcak yüzünün buğulandığını müşahede etmesi veya sezmesi onu hizaya getirecek en büyük bir müeyyide gibi algılanabiliyorsa, yeter ve artar zannediyorum. Ancak çocuğun size güvenmesi, acılarını elemlerini paylaştığınıza inanması çok ehemmiyetlidir. Öyle ise, o ağladığı zaman yapabiliyorsanız oturup içten ağlayınız, hiç olmazsa üzüntüsünü paylaşınız. Size ölüp giden bazı insanlar için semanın ağladığı, arşın titrediği gibi [36] (Büyük âlem küçük alemle alakadardır ve aralarında pararellik vardır. Hatta belki bir mühim müteessir olduğu zaman rahmet alemi de o derece müteessir olmaktadır. Bu durumun keyfiyeti bizim için çok açık ve kâbil-i idrak olmasa da, şu tespiti yapabileceğimizi düşünüyoruz. Allah'ın (cc) Rahmân ve Rahîm isimleri, her türlü şefkatin, re’fetin, inceliğin, merhametin menbaı ve kaynağıdır. Müminler müteessir oldukları zaman, rahmet de “bîkem u keyf” harekete geçer, -tabir caizse- o da o teessürü paylaşır). çocuklar müteessir oldukları zaman siz de teessür izhar edip, onların üzüntülerini paylaşınız. Böylece onların nazarında daha bir ulvîleşirsiniz ve söylediğiniz, anlattığınız sözler onlarda tesir icra eder ve onların gönüllerine öyle bir girersiniz ki, artık hiçbir güç oradan sizi söküp atamaz. Daha sonra söyleyeceğiniz her söz de onların, gönüllerinde hep makes bulur. Evet eğer, onların melek-misal yetişmelerini düşünüyor ve sizi gelecekte en mükemmel şekilde temsil edeceklerini bekliyorsanız böyle yüksek bir mefkûre ancak bu yollarla gerçekleştirilebilir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
k. Otorite
Evin içinde, otorite boşluğunun yaşanması da çok hayâtî dir. Hanede, istediğini istediği zaman yapabilecek, istediğini istediği gibi değiştirebilecek bir söz kesen olmazsa, yuva idârî keşmekeşlikten, çocuklar da ikilemden kurtulamazlar.
Allah (cc), Kur’ân-ı Kerim’de: Allah’ın insanlardan bir kısmını değerlerine farklı kılması sebebiyle, bir de mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların koruyup kollayıcısıdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) muhafaza ederler. Baş kaldırıp hep serkeşlik yapmalarından endişe ettiğinizde, onlara uzun uzun öğüt verin; (gerekirse bir taktik olarak) onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla da yola gelmezlerse, incitmeden) okşayınız. Eğer yola gelirlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” Nisâ/34) buyurulmaktadır.
Erkek, evin içinde, belli hususlar itibariyle hakim ve genel ahengin sorumlusudur. Öyle ki o, pek çok konuda birinci mesuldür. Aslında, çocukların da böle bir sorumluya ihtiyaçları vardır. Böyle bir mesuliyeti hisseden çocuk, hayatı itibariyle teşettüte düşmeyecektir. Aksine bir evde iki kumandanın bulunması ve iki yerden ayrı ayrı emirlerin gelmesi, çocuğun efkarını allak bullak edecektir. Ayrıca, çocuk ebeveynin birinden korktuğu zaman diğerine sığınabilmeli ve bu sığınacağı yer de anne kucağı olmalıdır.
Böyle bir paylaşımda çocuk babada mehâfet ve mehâbeti, ya da şefkat ve merhameti, annede de aksini bulacak, yerinde ürperecek, yerinde ümitlenecek; ama katiyyen yalnızlık hissetmeyecektir. Aksine evde aile hayatı, böyle bir birliğe bağlanamamışsa çelişkiler sürüp gidecek ve kadının kendine göre bir baş, erkeğin de kendine göre bir baş olduğu böyle bir yuvada çocuklar hissiz, duygusuz, haşin ve yörüngesiz yetişeceklerdir.
Kanaatimiz odur ki, ideal nesiller için her şeyden evvel ideal bir yuvaya ihtiyaç vardır. Evet herşeyden evvel yuva, Allah’a bağlanmalıdır. Ebeveyn veya onlardan biri onun halifesi olarak bu işi derpiş edince, O’na bağlılık sayesinde aile fertleri o kadar aziz, onurlu ve meselelere hakim olacaklardır ki, dahası olamaz ve böyle bir yuvada problem de söz konusu değildir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
5. Allah'ın (cc) Ahlâkı İle Ahlâklanmak
a. Konuşma Âdâbı
Burada ele alacağımız ilk husus, doğrudan, doğruya ‘ahlâk-ı âliye-i ilâhiye’yle (Cenab-ı Hakk’ın yücelerden yüce ahlakı) ahlâklanma konusudur. Bütün düşüncelerimiz, davranışlarımız, hatta hayat arkadaşımızla yan yana geldiğimizde, sohbet ve değişik münasebetlerimizde, mütemâdiyen üzerinde duracağımız hususlar, daha sonraki dönemlerde, çocuğun şuuraltına yerleşmesinin düşündüğümüz konular olmalıdır.
Elbette ki bir evde, dünyaya ait işler, hayatımızla alakalı mevzular da konuşulacaktır. Ne var ki çocuğun yanında bu meseleler dahi görüşülürken, hep onun mevcudiyeti nazar-ı itibara alınmalıdır. Dahası mümkünse, onu ilgilendirmeyen, ona faydası dokunmayan konular, onun yanında anlatılmamalı ve hele onu bir sıkıntı cenderesi içine alabilecek konulardan mutlaka kaçınılmalıdır. Evet, belli bir dönemde, onun ruh ve kalbinde yeşerip gelişecek hususlar çok iyi belirlenmeli ve o, mukavemet eşiğini aşan tahammülfersa şeylere maruz bırakılmamalıdır. Evde, işyerinde, yanımızda bulundukları hemen her zaman, konuşma ve görüşmeler onların mevcudiyetine bağlanmalıdır..
İmkan elverdiği ölçüde onların yanındaki konuşmalarımız, Hz. Allah'a (cc), O’na imana, O’nun nimetlerini anlatmaya ve O’nun dinine dair olmalıdır. Prensip olarak evde, çocukların yanında, sadece daha sonra onlarda görmek istediğimiz meselelerin muhavere ve müzakeresi yapılmalı ki, anne-babanın en önemli meselelerinin neden ibaret olduğu şuuruyla yetişsinler. Bu tavsiyeler bir reçete olarak kabul edilirse, çocuğun gelecekteki problemlerinin büyük bir kısmı halledilmiş olur. Elbette ki daha sonraki devirlerin de kendilerine göre problemleri olacaktır; yeri geldiğinde onların da üzerinde duracağız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
b. Re’fet ve Şefkatte Ölçü
Burada değinmek istediğimiz diğer bir konu da: çocuklarda re’fet ve şefkat duygusunu geliştirme, onları birer merhamet kahramanı olarak yetiştirmek meselesidir. Bu konuda da yine en kestirme tesir yolu, yetiştirme meselesidir. Bu konuda da yine en kestirme tesir yolu, bizzat temsildir. Sözgelimi, kapımıza gelip el açan bir insana, efendi hanımından evvel, hanım efendinin yanında, her ikisi de ellerine, eteklerine koydukları şeylerle ona koşmaları ve derin bir teessür içinde olabildiğine bir ihtimamla onun üzerine eğilerek onu dinlemeleri, çocukların şefkatli yetişmeleri adına müessir bir ders olsa gerek.
Çocuklardaki şefkat duygusunun tevarüs yoluyla elde edilmesi de söz konusudur. Mesela bazı çocuklar daha küçükken bile gözleri yaşlıdır. Bu hal onların daha sonraları biraz hisli, ince, rikkatli olacaklarına alamettir. Gerçi bazen onlar da, sırf dikkat çekmek, aileye isteklerini kabul ettirebilmek için ağlar gibi yaparlar; ama incelikten kaynaklanan ağlamalar her zaman farklıdır. İster öyle, ister böyle, çocukların cömert, rikkatli, şefkatli olmasını düşünüyorsak, yuvamızın, kuş yuvaları gibi sıcak, yumuşak ve burcu burcu şefkat tütmesini sağlamalıyız.
Çocuğun cimri, halk diliyle sıkı, dünyaperest, maddeye bağlı yetişmesi, bazı şartlara bağlı olarak onun bencil, çıkarcı, hırslı, mütecaviz ve âsi bir hal alması yolunda ilk sebepler sayılırlar. Böyle bir çocuk, çok dindar bir evde yetişse, çok dindar bir ortamda neşet etse de, eğer ilahî ahlaka bağlı yetiştirilmiyorsa, bu durum o çocuğun dünyası adına da ahiretteki sonsuz hayatı adına da bir tâlihsizliktir.
Evet, merhamet ve şefkat çok önemlidir. Cömert ve civanmertlik bu ruh halinin bir tezahürüdür. Şefkat kahramanları hep kazançda, merhametsizler de hüsrandadırlar. Cömert, fasık olsa dahi cennete gidebilir. Cimri, mümin dahi olsa cennet şansı düşüktür. Bu sebeple, çocuklarda şefkat ve acıma hissi geliştirilmeli, verme ve ihsanda bulunma duygusu arttırılmalıdır ki, hırsa kapılıp dünyaya dalmasınlar ve dünyaya daldıklarından ötürü de Allah’ı ve insanları unutmasınlar. Evet çocuğa vermesini öğreteceksin ki maddeci olmasın; rûhî, kalbî, sırrî hayatı itibariyle Allah’a bağlı olsun. Ancak bir kere daha hatırlamalıyız ki, verme, fiilen gösterilmez, sözlerle desteklenmezse müessir olmaz. Davranışlarımızla anlattığımız zaman sözlerimiz onların nazarında meleklerin solukları gibi tesirli olacaktır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
c. Mükâfât
Diğer bir husus da, çocuklarımızı muvaffakiyetleri nispetinde mükâfatlandırmamız konusudur. “Nispet” kelimesini özellikle kullanıyorum. Çünkü, büyük bir muvaffakiyette o muvaffakiyet ölçüsünde, küçük bir başarıda da o başarı nisbetinde ödül, adaletli olma müessiriyetinin yanında “sa’y ölçüsünde semere” esprisine de uygun düşer. Evet ister dînî hayat, ister dünyaya ait meselelerinde –tabii meşrû olanlarına- her muvaffakiyetin behemahal mükâfaatlandırılması ilâhî ahlakın gereğidir.
Bu zaviyeden “anne-baba” biraz da mütefekkir, bilge ve terbiyeci demektir. Bilecek, düşünecek, bakacak, kollayacak ve üzerlerine titreyecektir. Evet eğer anne-baba arabalarına, bağlarına-bahçelerine ehemmiyet verdikleri kadar çocuklarına önem vermezlerse, o çocuğun duygu ve düşüncelerinde güdük kalacağı ya da bodurlaşacağı kaçınılmazdır. Bu itibarla, daha önce arzettiğimiz prensiplerden re’fet, şefkat, kadirşinaslık, Hakk’ın nimetleri karşısında serfürû ve inkıyadın yanında, hakiki malikiyetin ve sahibiyetin bir nevi tezahürü olan, çocukların her haline vaziyet etme konusunda da yine temel kaynağı müracaat etme mecburiyetindeyiz.
Bu temel kaynak Allah (cc) ahlâkıdır. Allah (cc), dünyada iyi işler işleyene ahirette cennet, kötü işler yapana da ceza verir.
Kur’ân-ı Kerim “Eğer şükrederseniz, ben de (nimetlerimi) artırırım; eğer nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir” (İbrahim/7) buyurur.
Allah'ın (cc) ahlâkıyla mütehallık olarak çocuğa karşı tutum ve davranışlarımızı o kadar ölçülü olarak ortaya koymaya çalışacağız ki; Allah da bizi yalnızlığa itmesin.
-
Cevap: çekirdekten çınara
d. Çocuğa Yarına Hazırlama
Son olarak belirtilmesinde yarar gördüğümüz bir diğer husus da şudur: Çocukların, içinde geliştikleri muhiti hesaba katarak yaş, seviye, bilgi ve kültür durumlarına göre ele alınması. Çocuk beş yaşında ise ona vereceğimiz dini bilgiler, tıpkı beslenmede takip ettiğimiz usülde olduğu gibi farklı uygulanmalıdır. O, yedi yaşına geldiği azman vereceğimiz bilgi başka, on yaşına geldiğinde vereceğimiz de başka olmalıdır.
Ancak önemli olan bir husus var ki o da, telkin edeceğimiz her şey, bir bakıma çocuğun içinde bulunduğu yaş-baş ve dönemin bir sonrasına ait olmalıdır zira o, içinde yaşadığı zamanı zaten nasıl olsa görüp duyacak ve yaşayacaktır. Bu açıdan, mevcut çevrenin verdiği ya da mualliminden öğrendiği şeyler çizgisinde ise yeterli sayılabilir. Öyleyse bizim terbiye adına ona kazandıracağımız seviye, onun daha sonra yaşayacağı hayata ait olmalıdır.
Hz. Ali (kv): “Çocuklarınıza, içinde bulunduğunuz zamanın bilgi ve kültürünü değil, daha sonraki devrin âdâb ve erkanını öğretiniz; zira onlar, sizin içinde yaşadığınız zamandan başka bir zaman için yaratıldılar” buyurmaktadır.
Bu prensip, umumi bilgi ve kültür açısından ele alınacak olursa, “şu andaki malumat ve kültürle iktifa etmek dûnhimmetliktir” demek olur ki, zamanla başkaları gelir size geçer ve siz de çok gerilerde kalırsınız. Bu prensibin talim ve terbiye açısından ele alınması, “çocuğun içinde yaşadığı zamanı aşıp daha sonraki dönemleri nazara alarak, ona göre bir çizgi takip etmesini kolaylaştırır. Evet, çocuklu altı yaşında iken yedi yaşına ait terbiye verilmeli ve yedi yaşında iken yedi yaşına ait terbiye verilmeli ve yedi yaşına varınca da sekizinci yaşın programı uygulanmalıdır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
Özet olarak şöyle denebilir; beş yaşına kadar bir çocuğa verilen dînî ve millî eğitim, ortalama âkıl-baliğ olma yaşı sayılan on beş yaşına kadar kademe kademe artırılarak devam ettirilmeli ve verilecek terbiye mutlaka yaşa-başa uygun şekilde verilmelidir ki hazımsızlık olmasın. Yirmi yaşına ulaşmış, gençlik döneminin tam ortasındaki bir gence “on beş yaş dînî eğitimi”ni vermeye kalkarsanız, onun din, iman, ahlâk adına her şeyini alt üst etmiş olursunuz. Her seviyedeki bünye farklı bir rızık, bir gıda istediği gibi fikir, akıl, his, şuur, idrak ve gönül gibi latiflere de inkişafları ölçüsünde, belli seviyede beslenme isterler.
Siz, yetiştirmekle mükellef olduğunuz bir muhatabın içtimâî, fikrî ve aklî seviyesini anlamadan ona bir şeyler vermeye kalkarsanız o kimseyi duyguları itibariyle manen itmiş, uzaklaştırmış olursunuz. Bugün bir kısım yanlış uygulama ve eğitime rağmen bazı gençler hâlâ fikrî, hissî, duyguları sağlam ise bu, tamamen Cenâb-ı Hakk’ın onlara bir inayetidir. Ya da bunlar henüz fikren gelişmemişlerdir; yirmi beş yaşındadırlar ama on yaşında veya on beş yaşındakiler gibi yaşadığı devrin çok çok gerilerinde bulunuyorlar demektir. İşte böyle biri, günlerden bir gün seviyesini aşkın dînî, millî, içtimâî herhangi bir farklı mülahaza ile karşılaşırsa –Allah muhafaza buyursun- kendi değerleri adına sarsılıp irtidat etmesi kaçınılmaz olur.
Terbiye ve terbiye adına rehberliği yaşla-başla atbaşı veya bir iki kadem önde götürme adına din, şu tavsiyelerde bulunur; Çocuğa şayet on beş yaşında namaz kılması farz ise, siz onu on yaşında namaza alıştırın demektedir. Bu, onu oruç tutmaya da, mükellef olduğu dönemde birkaç sene evvel alıştırın manasına gelir. Diğer bütün hususları da aynı şekilde düşünebiliriz ki, bu da çocuğun erken dönemden ele alınarak yaşına göre şekillenmesi demektir.
Şunu da belirtmek isterim ki; buradaki değer hükümlerinde ve yargılarda çok kat’î ve tereddütsüz cümleler kullanıyorsak, bu, konuya, Kur’ân ve Sünnet perspektifinden bakabildiğimiz inanç ve en azından o istikametteki kavî zannımıza bağlıdır.
Biz, çocuklara vereceğimiz şeylerin küçük yaşta verilmesinin daha müessir olacağına inanıyoruz. Kanaatimiz o ki; eğer onların, mükellefiyet devresinde dînî ferâizi mutlaka yapmalarını istiyorsak, bu çok erken yaşlarda başlamalıdır. Biz şimdiye kadar bu şekildeki yaklaşımın semerelerini çok gördük; çok şahit olduk.
Burada İmam Cafer’in, mealen bize verdiği bazı yaş ölçülerinden de bahsetmek isterim:
“Yedi yaşa kadar çocukluk devresidir ki, o gördüğü şeyleri taklit eder ve daha çok değişik oyunlara bağlı yaşar. Hatta siz onunla oynar ve eğlenirseniz, o da sizinle eğlenir. Sizden ne görürse onu öğrenir ve taklit eder. Onun hayatı o devreye kadar adeta bir taklit ve bir oyundur. Ondan sonra yaşına-başına, idrak seviyesine göre telkin dönemi gelir. Bu dönemde, idrak ufku ve anlayış seviyesine göre sık sık rehabilitasyondan geçirilerek millî ve manevî değerlerimize motivasyonu sağlamaya çalışılır. İşte bu devre Kitabullah’ı talim devresidir; bu da bir o kadar zaman ister. Ondan sonra aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle haram ve helali öğrenme devresi gelir ki, bu dönemin de o kadar sürdüğünü ilave edebiliriz.
İmam Cafer’in usûlüne göre çocuğun yirmi bir yaşında bütün içtimâî ve dînî formasyonunu ikmal etmiş olması gerekiyor. Demek bu yaştan sonra çocuğa her şey verseniz de oldukça zor kabul edecektir. Öyle ise yirmi bir yaşına kadar reddedemeyeceği şekilde dînî, millî her şeyin çok iyi hazmettirilmesi gerekmektedir. Bu yaşa kadar, pratiği, nazarîsi, aklîsi ve mantıklısıyla dînî hayatı bir bütün olarak benimsemeli ki, esen değişik muhalif rüzgarlarla sarsılmasın.
Allah Rasulü (sav) de, Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur: “Çocuklarınıza yedi yaşından itibaren namazı öğretiniz.” [37] (Tirmizi, Salât, 182). Evet çocuk, o devreye kadar, kendi tecessüsleriyle yaptığınız şeyleri zaten kavramıştır. Artık bir manada size sadece, onun elinden tutup o güne kadar tecessüsleriyle algıladığı şeyleri açıklama, yerinde terğiple teşvik, yerinde de biraz terhiple uyarma kalıyor. Öyleyse belli bir yaşa kadar hal ile gösterme esas iken belli bir dönemden sonra fikrî seviyesine göre ve mantığına hitap edecek şekilde her konuyu şerhetmek gerekecektir.
Arzedilen bu delillerin ışığında çocuk, bazıları itibariyle Ma’budu Mutlak olan Hz. Allah (cc) karşısında altı yaşında, bazıları itibariyle sekiz yaşında, bazıları için de en geç on yaşında bir yetişken kabul edilerek onore edilmeli, izzetine ihtimam gösterilmeli ve her şey ona peygamberâne bir azimle anlatılmalıdır. İbadete alıştırma mevzuunda gösterilecek gayretler de ayın ciddiyeti isterler.
Allah Rasulü (sav): “Haya imandan mühim bir rükündür” [38] (Müslim, İman, 57,58; Buhari, İman 3; Ebu Davud, Sünnet 14; Nesei, İman, 16; İbni Mâce, Mukaddime 9). buyurmaktadır. Diğer bir hadis-i şerifte: “Hayası olmayanın imanı da yoktur” [39] (Bkz: Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, 3/119). şeklinde ferman eder. Öyleyse hayalı, edepli, terbiyeli yetişmesini düşündüğümüz nesillerin daha küçükken üzerlerinde durulmalıdır ki, olgunluk devresine geldiklerinde, onlar da o hal ile hallensin ve ahlâk-ı Kur’âniye ile mütehallik olsunlar.
-
Cevap: çekirdekten çınara
4. BÖLÜM
ÇOCUĞUN DİNİ EĞİTİMİ
Çocuğun Dini Eğitimi
Her zaman onların nazarında aziz ve mualla olmaya çalışmalıyız ki söylediğimiz sözler onların kalblerinde makes bulsun ve isteklerinize karşı reaksiyon göstermesinler.
Daha önce de açıkladığımız gibi Müslümanlıkta evlenmek çok ciddi bir konudur ve ciddiyeti ölçüsünde üzerinde durulmalıdır. Temelde anne-baba, aynı zamanda muallim ve muallime olma durumunda olduklarından eş namzetleri bu önemli misyonu eda edebilecek yaşa-başa ulaşınca izdivaç düşünülmelidir.
İmam Cafer, talebelerinden bir müddet evliliklerini tehir etmelerini ister. Ebu Hanife de, talebesi İmam Ebu Yusuf’u bir süre için evlilikten men’ eder ve şöyle der: “Öncelikle talim ve terbiye safhasını tamamlamalı ve evlilik yapacağın vakte kadar öğrenmen gereken ilimleri mutlaka öğrenmelisin. Aksi takdirde tahsil hayatın yarıda kalır. Ayrıca, ailenin helal bir şekilde geçimini temin edebilmen için de bir işin olmalıdır. Böyle bir duruma gelince, hayat çizgin daha bir belirginleşecektir.” Evet bu Hanife, o biricik talebesi ki, Abbasiler döneminde şeyhülislâmlık pâyesine yükselmiştir; ona böyle nasihat ediyor.
Bu iki zattan biri büyük dimağ, nazarî hukuk’un bânisi Ebu Hanife Hazretleri ki, bizim mezhep imamımız... Diğeri de Ehl-i Beyt-i Rasûlullah (sav)’dan gelen ayrı bir imam... Bizim bu anekdottan anlamamız gereken husus, evlilik müessesesinin gayet ciddi bir müessese olduğudur. Bu itibarla, evlenecek kimselere bakılmalıdır; acaba bunlar, bir muallim, bir mürebbi gibi çocuk yetiştirebilecek seviyeye gelmişler midir? Veya bir eşle hayatı paylaşabilecek yaşta-başta görünüyorlar mı? Çocuklarınızı bizim düşünce dünyamıza göre hazırlama konusunda gerekli donanımları var mı?
Namzetler, bu sorularımıza “evet” diyebiliyor, kendilerinden de emin iseler, rahatlıkla böyle bir teşebbüste bulunabilirler. Ama namzetler, kendilerini idareden aciz, üç-beş insanla bile müşterek noktalar bulup geçinemiyor, her gün bir huzursuzluk çıkarıyorlarsa, evlenme ve çocuk yetiştirme adına henüz kıvama eridiği söylenemez.
“Büyük Türkiye”nin geleceğine bir katkı-ki bu her vatandaşın mefkûreyi ancak Kâbe kadar temiz kalbe, Everest, Tepesi gibi kamet ü kıymete sahip ve his yapısı, amûd-i nûrânî gibi tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya uzanan kimseler gerçekleştirebilirler. Bu, kirli alınların, paslı vicdanların Mevla’ya başkaldıranların işi değildir. İç ve dış bütünlüğüne ermiş mamur ve münevver nesillerdir ki –Allah’ın tevfik ve inayetiyle- Büyük Türkiye idealini gerçekleştirecektir. Rasulü Ekrem’in (sav) Habbab İbni Eret’e söylediği üslupla [40] (Bkz: Buhari, Menakib 25; Menakibü’l-Ensar, 29; İkrah 1; Ebu Davud, Cihad 97). söylemek istiyorum: “Allah (cc) bu işi lutfedecektir ama sizin de sebeplere riayet etmemiz gerekiyor.”
Alvarlı efe hazretlerine ait şu mısralar, söylemek istediklerimizi gayet güzel ifade etmektedir:
Sular gibi çağlasan,
Eyyub gibi ağlasan,
Ciğergâhi dağlasan,
Ahvalini sormaz mı?
Sen Hakk’ın kapısında
Canlar fedâ eylesen,
Emrince hizmet etsen,
Allah ecrin vermez mi?
Evet eğer biz her zaman sular gibi çağlar, başımızı taştan taşa vurarak “var mı daha gidecek dünyalar” diyebilirsek, her durakta her konakta yeni bir bişaret mesajı alır, Allah’ın inayetini bir kere daha duyar ve hiçbir şeye takılmadan hep O’na yürürüz. Mevlâ hakkında inancımız, itikadımız bu merkezdedir. O’nun hüsn-ü zannımızda bizi yalan çıkarmayacağına dair kanaat-ı katiyyemiz ve iman-ı râsihimiz vardır.
Bu hususlara, dolayısıyla temas ettik. Esas belirtmek istediğimiz husus, neslin terbiye alanlarını millet ruhuyla besleme meselesiydi. Hatırlanacağı üzere bir evvelki bölümde, evimizin içinin bir mektep, bir terbiye ocağı haline gelmesi konusu üzerinde durmuş, ana-babanın, şefkat, re’fet ve rikkatlerini, ya da, ilerde yavrularında görmek istedikleri insânî davranışları bizzat kendilerinin yapması lazım geldiğini ısrarla arz etmeye çalışmıştık.
-
Cevap: çekirdekten çınara
1. Çok Yönle Evlat Yetiştirmek
Eğer evlatlarımızın cesur, yürekli olmasını istiyorsak, onları vampirlerle, devlerle, cinlerle, perilerle korkutmamalıyız. Onları bütün cihanlara meydan okuyabilecek bir iş mukavemetle güçlü yetiştirmeliyiz.
Eğer çocuklarımızın imanlı olmasını arzu ediyorsak, bütün hareket ve davranışlarımızdan belli konulardaki duyarlılığımıza, tebessümlerimizden yatış-kalkışlarımıza, secdede, rükuda, kıvrım kıvrım kıvranışlarımızdan başka insanlar içinde şefkatle tir tir titrememize kadar her halimizde Allah’a iman nümâyân olmalı ve çocuklarımızın gönülleri bunlarla dolmalıdır. Evet hep onların bizi görmek istediği gibi olmalı ve bizi küçük görebilecekleri davranışlardan da içtinap etmeliyiz.
Her zaman onların nazarında aziz ve mualla olmaya çalışmalıyız ki söylediğimiz sözler onların kalblerinde makes bulsun ve isteklerinize karşı reaksiyon göstermesinler. Bu açıdan denebilir ki, hafifmeşreb pederler, evlatları karşısında olsa olsa sadece onlara bir arkadaş olabilirler; ama katiyen bir muallim, bir mürebbi olamaz ve onu istedikleri gibi terbiye edemezler.
Hânelerimizi her zaman bir mektep, bir mabed, bir terbiyehane görünümünde olmalıdır ki onların hissiyatlarını, ruhlarını, kalblerini doyurarak onları, cismânî arzuların kulu-kölesi haline getirmiş olmayalım.
-
Cevap: çekirdekten çınara
2. Küçükten Camiye Alıştırma
Devr-i Saadette küçük olmalarına rağmen çocuklar her zaman camiye gidebilirlerdi. Ne acıdır ki, günümüzde çocukları camiye götürmeyi cami âdâbına aykırı görüyoruz. Yine ne acıdır ki, her camide çocuklara zebani gibi görünen bazı haşin yaşlılar bulunabiliyor ve o yavrucukları camiden ürkütebiliyorlar. Maalesef bazen, dînî bilgileri, dünya görüşleri ve düşünceleri oldukça dar olan yaşlı insanlar, çocuklara yüzlerini ekşitmek, kaşlarını çatmakla caminin izzetini koruduklarını zannediyorlar. Halbuki onlar bu tavırlarıyla, çocukları camiden ürkütüyor ve Rasulü Ekrem'in (sav) sünnetine aykırı bir davranış sergiliyorlar. Hz. Peygamber (sav) camide safların tanzimi mevzuunda, erkeklerin, önde, onların arkasında varsa hünsâlar, daha sonra çocuklar ve beşeri bir mülahazaya binaen onların arkasında da kadınların bulunmasını [41] (Bkz: Vehbe Zuhayli, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 2/352-353) tavsiye etmektedir.
İşte böyle davranıldığı zaman çocuklar, camide halkın namaz kalış şevkini, zevkini görüp duyacak ve dini yaşamaya alakaları artacaktır. Bu itibarla, değil onları kovmak, onlara sert görünmek, ürkütmek; kabilse hediyeler verilmeli ve namaza ısındırılmalıdır. Çocuklara cami, caminin bahçesi sevdirilmeli ve her zaman onların duygularında mabedin kutsallığı canlı tutulmalıdır. Rasulü Ekrem (sav) camide, cemaatin içinde namaz kılarken, torunu Ümâme’yi omuzuna alır, eğilirken yere bırakır, kalkarken de yeniden omuzlarlardı. [42] (Nesei, Sehv, 13; Muvatta, Salât, 85).
bunu muktedâ-bih, rehber-i küll olan Rasulü Ekrem'in (sav) yapması örnek olması bakımından çok önemlidir.
Hz. Peygamber’in (sav) çocuğun camiden çıkarılması mevzuunda sert sayılan herhangi bir cümle ya da tavrı hiçbir zaman sözkonusu olmamıştır. Bu itibarla mabedhânemizin, mahallemizin derin bir köşesi, evimizin içi de bir namazgah haline getirilmelidir ki, çocuk gözlerini her açıp kapayışında, Allah’ı (cc) hatırlatan emârelerle yüzyüze gelsin ve hayatını bir ledünnîlik içinde duysun ve hür irade, hür vicdanıyla kendi yolunu belirleyip yürüsün. Sadece namaz açısından ele alacak olursak, çocuk namaz kılma devresine geldiği zaman, eğer babası elinden tutar, annesinin yanında seccadenin bir karında durdurur ve halinin derinliği ölçüsünde onu kalbinden ebed3i mihrabına bağlayabilirse çok önemli bir şey başarmış olur. zira namaz, Allah’a (cc) yönelme adına çok önemli bir iştir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
3. İstifhamları Daha Başlangıcında Giderme
Namaz ve daha ötesindeki dînî konularda çocuğun bir kısım soruları, istifhamları olabilir. Bilhassa içe dönük çocuklar bu türden dînî istifhamlarını, büyük ihtimalle anne ve babalarına açmayabilirler. Değişik vesile ve vasıtalar bulunarak, bu konuda çocuğun deşarj olması, içini dökmesi ve açılmasının sağlanması çok ehemmiyetlidir. Çocuk büyürken içindeki istifham da büyürse, zamanla her şüphe, her tereddüt, izah edilmedik her dînî mesele, manası ve hikmeti anlaşılmadık inançla alakalı herhangi bir husus, onun kalbini sokan bir yılana, bir akrebe dönüşür.
Hatta bazen bu istifhamlar, onun iç dünyasında bir yara gibi o kadar hızlı büyür ki, bir gün o zavallıyı tamamen yere serer de farkına bile varamayız. Öyle ki artık o her gün zâviyede, tekkede sizinle beraber “la ilahe illallah” der, tesbihini, takdisini, tahmidini, tehlilini yapıyor görünebilir ama o aslında tereddütlerine yenik düşmüş ve vesveselerin ağında erimektedir. Çocuğu iyi bir statü ve gelecek elde etmesi için üniversitelerin herhangi bir fakültesine gönderdiğimizde, muhtemel problemlerine zamanında mualecede bulunmazsa, dînî istifhamlarından dolayı hiç de tasvip etmeyeceğimiz bir kısım duygu, düşünce ve tavırlarla karşımıza dikileceği kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan o, hiçbir zaman aklı, kalbi ve ruhu itibariyle boş bırakılmamalı ve sürekli yaşına-başına göre beslenmelidir. Eskiden çocuklar bizden mürebbilere-mürebbiyelere teslim ediliyordu. Onlar, çocukların ruh dünyaları içine girerek, ledünniyatlarının teşrihatı çerçevesinde dertlerine derman olmaya çalışıyorlardı. Aslında, bu terbiyeyi ebeveyn yapmalıdır. Şayet yapamıyorlarsa, mutlaka kültürlü mürebbiler ya da mürebbiyeler bulmalı ve evinin işlerini gördüğü gibi bu işi de onlara yaptırmalıdırlar; yaptırmalı ve katiyen çocuğun heder olup gitmesine meydan vermemelidirler. Sağlam bir akide, içe sindirilmiş bir kulluk telakkisi ve tabiatımızın bir yanı haline gelmiş mükemmel bir ahlak ancak bu ölçüdeki bir hassasiyetle gerçekleştirilebilir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
4. Çocuğun Görebileceği Bir Ortamda İbadet ve Dua Etme
Evin içinde ibaret ü taate ayrılmış hem bir yer hem de bir zaman olmalıdır. Beş vakit namaz, imkan varsa evde cemaatle kılınmalı veya çocuğun elinden tutulup camiye götürülmelidir. Bu son durum, daha ziyade annenin namaz kılamadığı dönemlerde çok yararlı olabilir.. evet anne, belli dönemlerde namaz kılamayınca, çocuk “namaz kılınmasa, dua edilmese de olabiliyor” fikrine kapılabilir. Bilhassa o günlerde mabede gitme, meselenin ciddiyeti adına iyi bir rehabilitasyon sayılabilir. Tabii şöyle yaparak da bu boşluk kapatılabilir: “Kadın özel hallerinde dahi abdest alıp, seccadesine oturur; ellerini Mevla’ya açıp dua eder; o, namaz kılmış gibi sevap alırken çocuk nazarında da bu boşluk kapatılmış olur.” Fıkıh kitaplarında böyle bir yaklaşım da var. [43] (İbni Abidin, Reddu’l-Muhtar, 1/291). Terbiye açısından bunun önemi çok büyüktür. Bir kere bu vesile ile çocuk, hiçbir zaman evde secde etmeyen baş, ağlamayan göz, duaya kalkmayan el görmeyecektir. Bilakis o, her zaman evde hassasiyet, titizlik ve derin bir kulluk şuuru müşahede edecektir. Dolayısıyla kadının hususu durumlarından ötürü ibadet yapamadığı dönemlerle ilgili olarak çocuk bu meselenin ruhunu anlayacağı, siz de bu konuların dindeki yerini ona anlatacağınız ana kadar, zaman zaman elinden tutarak, onu camiye götürmeniz uygun olacaktır.
Gün gelecek, ezan okunduğu zaman çocuk, tıpkı çalan saat gibi, sizi “baba namaz!” diye uyaracak, siz işinizle meşgul olup da “Allahu ekber” sesini duymuyorsanız, o bunu duyduğunda, “namaz!” diye size seslenecektir ki, belli bir dönemde ona hatırlattığınız her şeyi dönüp o size hatırlatacaktır.
Bundan başka günün bir saatinde Allah’a dua edeceğiniz özel bir saatiniz olmalıdır. Önceden belirlemiş olduğunuz bir saatte Mevla’nın karşısında duygularınızı dile getirip dertlerinizi O’na açmalısınız ve Yüce Yaratıcı’nın her zaman sığınılacak bir kapı olduğunu fiilen göstermelisiniz. Bu dualarınızı açıktan, sesli olarak yapmanız yararlı olur. Rasulü Ekrem (sav)’den mervî olan duaları sahabi ondan duymuştu. Bunların bir çoğunu, Hz. Aişe (ra) nakletmektedir. Hz. Ali (ra), Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) efendilerimizden de bu konuda nakiller vardır.
Öyleyse sizler de çevrenizdekilere dualarınızı duyurabilir ve onun öğrenebileceğini hedefleyerek dua edebilirsiniz. Eğer çocuğunuzun, duygulu olmasını, Allah (cc) anıldığı zaman titremesini arzu ediyorsanız başta sizin öyle olmanız icab eder.
Hayatımda unutamadığım öyle tablolar vardır ki, akla gelince ürpermemek mümkün değil. Ninemin Rabbiyle irtibatını aksettiren tabloların, benim üzerinde büyük tesiri olmuştur. Kendisini kaybettiğimde henüz küçük bir çocuktum ama rahmetli pederim şöyle-böyle din-i mübin-i İslâm’la alakalı bir şeyler söyleyiverince ya da Kur’ân okuyunca o da hemen yerinde zangırdamaya başlardı. Öyle ki bir kere onun yanında coşkunca “Allah (cc)” deyiverseniz hemen rengi kaçar, benzi solar, yirmi dört saat adeta onun tesirini aksettirirdi. İşte benim ruh haletim üzerinde onun bu durumunun büyük tesiri olmuştur. Evet bu ümmiye, çok okumamış ve bildiği kadarıyla, ağlayışları ve içten içe sızlanışları, benim üzerimde çok büyük tesir bırakmıştır. Bir hayli büyük kimselerin dizleri dibinde oturdum. Onların coşkun ve heyecanlı sohbetlerini dinledim. Ama diyebilirim ki, ninemin o terbiye edici davranışlarından aldığım dersi hiç birinden alamadım. Bana öyle geliyor ki, ben Müslümanlığımı, geneli itibariyle ona, baba ve annemin o içten hallerine borçluyum.
Konunun çerçevesi dışına çıktık; sadede dönüyorum.. evet yuvada ebeveynin vaziyetlerini iyi ayarlaması çok önemlidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, belli bir saatte, Mevla’nın karşısında içinizi döktüğünüzü “huzuruna geldim” deyip inlediğinizi, coşup kendinizden geçtiğinizi, bilhassa çocukların yanında da Allah’a gönlünüzü açarak, açıktan açığa O’na dua ettiğinizi onların görüp duyması çok mühimdir. Onun, en büyük meselelerinizden biri olan ahiretiniz için çırpındığınızı görmesi, onu düşünüp ümitle ağladığınızı bilmesi hiçbir zaman onun hatırından çıkmayacaktır. Aslında biz, Mevla’nın karşısında Mevla’yı görüyor gibi kulluk yapmak zorundayız. Rükû, sücûd, kıyam ve kavamemiz, celsemiz hep O’na hatırlatıcı nitelikte olmalıdır. Allah’ın (cc) huzurundaki halimizi şöyle bir çerçevede resmedebiliriz: sanki biz, Allah’la (cc) yüzyüze gelmişiz de, Yüce Yaratıcı: “Ey kulum, kalk, hayatının hesabını ver” diyor; biz de rahmetini umarak ve büyüklüğü karşısında kalkıp elpençe divan duruyoruz. Ululuğunu tam hissederek ve küçüklüğümüzü tam duyarak böyle bir kıyam bizim için de çevremiz için de ne uyarıcıdır! Zayıf bir hadiste Rasulü Ekrem (sav): “Benim Allah’la (cc) bir ânım vardır ki, o ânımda ne melâike-i mukarrebin ne de başkası bana yaklaşamaz” [44] (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2/173-174) buyurmaktadır.. evet Mevlâ ile öyle bir saatimiz, apaydın bir ânımız olmalı ki, çocuk müşahede ettiği o tabloları, mevsimi gelince, kendi ibadetine malzeme yapsın. Evet o ilerde, fikrî amelî inhiraf tehlikeleri ile, her karşı karşıya kaldığında, bu tablolar birer can simidi gibi onun imdadına yetişecek ve elinden tutacaktır.
Bu hususu yadırgamayınız; çünkü Yusuf suresinde Kur’ân –tabir caizse- bize böyle psikolojik bir done veriyor. Gerçi biz, kadın karşısında Yusuf’un (as) içinden bir şey geçtiğini düşünmüyoruz; ama Kurân-ı Kerim: “Ya, Rabbinin burhanını görmeseydi!” (Yusuf/24) buyuruyor.
Her ne kadar doğruluğu tartışmalı da olsa, Müfessirîn-i izâm’ın nakillerine göre, Kur’ân’da bahsedilen “burhan”dan maksat, Hz. Yakub’un (as) manevi bir şekilde temessülü ve taaccüble elini dudağına götürüp, “Yusuf..!” diye seslenmesidir ki, o iffet abidesini tam temkine çekiyor, o da, “Allah’tan korkarım” (Yusuf/23) [45] ( İbni kesir, Tefsiru’l-kur’ân, 4/308-309) konuyla alakalı geniş bilgi için bkz: Sonsuz Nur, 2/187-194deyiveriyor.
İşte, değişik kayma ve sürçmeleri önleyebilecek buna benzer durumların yaşanabilmesi için, sizin o yaşlı gözleriniz ve o içten sızlanışlarınız da çok önemlidir. Bunlar, çocuğun şuuraltında yer eden öyle ölümsüz tablolardır ki o, irtikâp edeceği her mesâvi (kötülükler) karşısında, hayalinde, kendine açılan pencereden, eliniz dudağınızda onun karşısına dikilip: “yavrum öyle ne yapıyorsun?” diyecek, böylece siz daima onun hayatında bir rehber ve davranışlarınız da ona uzanmış bir inayet eli olacak, onun elinden tutup değişik tehlikelerden onu kurtaracaktır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
5. Kur’ân’a Saygı
Çocuklarınıza Kur’ân okuyup öğretmeniz de ayrı bir önem taşır. Ama en az onun kadar önemli bir husus da, Kur’ân’ı okurken onun üzerinde, Kelamullah olduğu hissini uyarabilmenizdir. Devrimizde çok müşahede ettiğimiz hususlardan biri de, şüphesiz bazı kimselerin okuduğu Kur’ân okumada da güzel örnek olabilir ve onu Rabbinizin huzurunda ya da Ruhu Seyyidi’l-Enâm’ın dizinin dibinde tilavet ediyor gibi seslendirebilirseniz bir kere daha çevrenizdekileri fethetmiş olursunuz. Evet eğer Kur’ân okurken gözyaşlarınızı tutamıyorsanız bunu gören çocuklarınız sizin bu halinizden çok farklı şeyler alacaklardır. Ben, ruhsuz Kur’ân okumanın insanımızı duygusuz hale getirdiği kanaatindeyim.
Taberani’deki bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (sav): “İnsanların en güzel Kur’ân okuyanı, Kur’ân okurken ciddi bir hüzün içinde okuyanıdır”, [46] (Münâvi, Feyzu’l-kadir, 2/529) bir başka sahih hadis-i şerifte de: “Bu Kur’ân hüzünle inmiştir” [47] (İbni Mâce, İkâme, 176) buyurmaktadır.
Kur’ân, pek çok problemi olan insanoğlunun konu olarak ele almış işliyorsa –ki öyle olduğunda şüphe yok- biz de halimizle bu hüznü seslendirme durumundayız. Ancak bu seviyeye gelebilmenin önemli esaslarından biri, Kur’ân’ın ne dediğinin bilinmesidir Kelamullah olması itibariyle Kur’ân-ı Kerim’e ta’zimde bulunabiliriz, ancak Allah'ın (cc) kelamı olması haysiyetiyle manasına vukûfiyet için, az da olsa bir gayreti içinde bulunmamız da yine ona karşı ta’zimin ifadesi olsa gerek. Ayrıca, sizin bu gayretinizle çocuğunuz Kur’ân-ı Kerim’e ait anlamları kalb ve zihninde daha derince duyacak, bu mânâlarla dolacak ve seviyesine göre rûhî açlığını gidermiş olacaktır.
Sadece Kur’ân-ı Kerim’e ait anlamlarıyla yetinen, dinî anlayış ve duyuş itibariyle eksik sayılır. Bu kadar olsun münasebeti olmayanlara gelince onlar tamamen hüsrandadırlar. Kur’ân’ın insanlara vadettiklerini alabilmek için elfâz-ı Kur’âniyenin içindeki o mukaddes manaları öğrenmek ve çocuklarımıza da öğretmek zaruretini bir kere daha hatırlatmakta yarar var.
Yukarıdaki naklettiğimiz hadis-i şerifin şerhinde Hafız Münâvi şöyle bir vak’a nakledir:
“Küçük bir çocuk hafızlığını ikmal etmiştir. Sabaha kadar Kur’ân-ı Kerim’i hatmediyor, namazını kılıyor, ertesi gün de hocasının karşısına çıkıyor, çıkıyor ama biraz da rengi benzi sararmış olarak çıkıyor. Hocası, maddî-mânevî mürşid olabilecek durumda bir Üstattır. Talebesinin renginin niçin sarardığını diğer talebelerine soruyor. Onlar da, “üstadım, bu talebeniz sabaha kadar Kur’an-ı Kerim’i hatmedip duruyor ve tabii sabaha kadar gözüne uyku girmiyor, sabah olunca da kalkıp derse geliyor” diyorlar. Üstad talebesinin Kur’ân-ı Kerim’i böyle okumasını arzu etmediği için onu karşısına alır ve ona: “Kur’ân indiği gibi okunmalıdır evladım” der. Bugünden itibaren sen Kur’ân’ı, şu ana kadar okuduğun gibi değil, onu okurken beni karşısında farz et ve üstadına dersini iade ediyorsun gibi oku” tavsiyesinde bulunur.
Çocuk gider, O gece Kur’ân-ı Kerim ‘i okur ve sabah üstadının huzuruna geldiğinde, “efendim bu gece ancak Kurân-ı Kerim’i yarısına kadar okuyabildim” der. Üstad, “pekâlâ, sen bu gece de Kur’ân- Kerim’i doğrudan doğruya Rasulü Ekrem'in (sav) huzurunda okuyor gibi oku” der. Talebe, “Ben, kendisine kurân nazil olan zatın huzurundayım; doğru okumalıyım” heyecanla daha bir dikkatlice tilavet eder.. ve o gün üstadına, ancak Kur’ân-ı Kerim’in dörtte birini okuyabildiğini belirtir. Üstadı da terakkiyi görünce, bir mürşidin müridinin dersinin arttırması gibi, “sen şimdi de o emin melek Cibril’i oku” der. Talebe gider gelir; “vallahi üstadım, bugün ancak bir sûre okuyabildim” der.
Üstadı da, “evladım şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevla-yı Müteal’in huzurunda okuyor gibi oku. Düşün ki, okuduğunu Allah (cc) dinliyor, senin için indirdiği kelamını senin ile mukâbele ediyor.” Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir: “Üstadım, ‘elhamdu lillahi rabbi’l-âlemîn’ dedim, ‘mâliki yevmi’d-dî n’e kadar geldim, ‘iyyake na’budu’ demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü bunun manası, ‘sadece Sana kulluk yaparım’, halbuki ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, O’nu karşımda hazır ve nazır mülahazaya alınca ‘iyyake na’budu’yu aşamadım” der.
Kur’ân- Kerim’in manasını mülahaza ederek ve kelimeler üzerinde durarak, Rabbimin kelamı” deyip, tazimde bulunarak, hatta yüzüne gözüne sürerek ona karşı saygısını ifade çerçevesinde okumak, onun gönüllere açılması adına o kadar önemlidir ki, bu samimi duygular, okuyanı da dinleyeni de Kur’ân iklimine çeker ve onları semâviliğin kapılarını ardına kadar açar.
Bu menkıbeyi nakletmekle, “böyle düşünmezseniz Kurân okumayınız” demek istemiyoruz; istemiyoruz ama, kelimât-ı Kur’ân bize ne anlatıyor, ruhumuzda ne gibi bir değişiklik hasıl ediyor vb. hususlar üzerinde durmamız da, ona muhatap seçilmemizin gereği olduğunu düşünüyorum. Ruhlarımızda inkılaplar meydana getirmeyen Kur’ân-ın ferdî ve içtimâî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur’ân’la değişebilmeli, onun ufkuna yönelmeli, onu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki o da esrarını gönül gözlerimizin önüne seriversin...
Konuya dönüyorum. Evet o genç ölmemiş; Allah'a (cc) ulaşmıştı. Kur’ân’ın temiz ruhlarda uyarabildiği heyecanla kalbi durmuş ve Rabbine yürümüştü. Elbetteki ebediyyen yaşayacaktı. O, “iyyake na’budu”yu aşamamış ve sabaha kadar hep onu tekrarlayıp durmuştu. Bir başkası benzer bir ruh haletini Kâbe’de hissetmişti. Başını Kâbe’nin duvarına koyduğunda, kendi kendine: “Ya Rabbi!” demiş; adeta diline kilit vurulmuş gibi tıkanmış ve “Sen bunu diyebilecek güçte misin? Neden hala riyakârlık yapıyorsun?” düşüncesine takılmış ve gerisini getirememiş. Mamafih bunlar o zatın yaşadıklarıdır ki, ne anlatılabilir ne de başkalarına hissettirilebilir türden şeylerdir; onun birkaç dakikalık aşkın duygularıdır. Daha sonra kendisinin bile o durumu şerhetmesi mümkün değildir.
Şimdi eğer, evlerimizde bu çizgiyi koruyabilir ve Kur’ân’a gönül verdiğimizi, Rasulü Ekrem’in (sav) cemaati olduğumuzu fiilen gösterebilirsek, uzak yakın çevremiz nisan yağmuru almış yeşillikler gibi süratle hayata yürüyecek ve etrafımızda üst üste “ba’sü ba’delmevtler” yaşanacak ve toplum hayatımız melekler ve rûhânîlerin imreneceği bir hal alacaktır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
a. Nefret Ettirmeme
Yakın tarihimiz itibariyle bizde ve diğer İslâm ülkelerinde yetişen nesiller, dinin kolaylaştırıcı ve müjdeleyici mesajlarına yeterince ulaşamamış, hatta uzak bulmuşlardır. Hadise, selim bir kalb, sahih bir akılla incelendiğinde bunun sebebinin “mânâ” konusunda bilinçsizlik ve gayretsizlik olduğu görülür.
Bu dönemde müminler, ‘Allah’a (cc) iman ettik’ demekle beraber bu kelimenin ifade ettiği mananın şuurunda olmamış, dış alemle iç dünya arasındaki koordineyi sağlayamamış ve dine, diyanete ait olguları vicdânî enginlikleriyle anlayamamışlardı. Ne acıdır ki, mekteplere din dersi konduğu zaman dahi, böyle bir fırsata rağmen bazı din ve ahlâk dersi muallimleri sadece Kur’ân-ı Kerim ezberlemekte iktifa etmiş ve dine sempatisi olmayan çocuğa yanlış eğitim metotları uygulayarak onlardaki o çok az olan “dini hürmet” hissini dahi yıkmışlardı. Bunu yaparken elbetteki çocuklar dinden soğusun diye yapmıyorlardı; ancak dört asırdan beri devam edegelen birkaç büyük yanlışımızdan biri son bir kez daha tekerrür ediyordu.
Ben şahsen şu anda bile, Cenab-ı Hakk’ın bize bahşettiği imkanları yeterince değerlendirdiğimizi söyleyemeyeceğim. Vatan evladı, din ve diyanet adına bin türlü şüphe ve tereddüt içinde önümüze kadar gelmekte ve bunlara karşı bizim vazifemiz de şüpheleri izale etmek, dini sevdirmek, Allah (cc)’ı birinci matlub, maksut haline getirmek ve Rasulü Ekrem'in (sav) sevgisini akıl mantık dairesi içinde kalblere koymak iken, bunları bir kenara bırakarak onların daha sonra içinden doğan bir iştiyakla yapacağı işleri öne çıkararak onu ürkütüyoruz. Evet, din konusu sadece bir kısım formalitelerden ibaretmiş gibi, çocuğa bazı şeyler ezberletmelerle iktifa edersek, çocuk –Allah mufahaza buyursun- dinden nefret edebilir; bir derse girmişse, başka bir derse girmek istemeyebilir. Altı aylık bir çocuğa nasıl yetişkinlere ait yiyecekleri vermiyorsak, öyle bir belli bir yaşa kadar ezberleme meselesini de zorlamamak icab edecektir. İhtimal o, iman şuurunu elde ettikten sonra kendisi ezberlemeye çalışacaktır. Konu, sevdirmek, düşündürmek, benimsetmek ve belletmek çerçevesinde ele alınmalıdır. Böyle bir yolda yürümeyip de o masum dimağları matematiksel bir üsluba zorlayarak on iki, elli iki farz deyip bazı adetleri ezberletme metodlarına başvurursak, çocuğun kafasını, bilerek veya bilmeyerek dine, dinî duygulara karşı nefret ettirmiş oluruz ki, bu da dine hizmet yolunda ona karşı apaçık kötülük demektir.
Müminler bu hususta müteyakkız olmalı ve mutlaka dini her şeyiyle sevdirmelidirler. Çocuğun kemmiyet ve riyâzî şeylerle, kafasını doldurma yerine kalb ve kafasını manaya açmalıdırlar. Onlar öyle Kur’ân’a aşık olmalıdırlar ki, onu öğrenme, makâsıd-ı İlâhî yi kavrama, idealleri haline gelmeli ve “Allahım, bana dini anlamayı ihsan et, böylece makâsıd-ı sübbaniyeni öğreneyim, Kur’ân-ı Kerim’le dolayım” diye düşünmeli ve hayatlarını bu mefkûreye bağlamalıdırlar.
-
Cevap: çekirdekten çınara
b. Farz ve Nafile İbadetlerin Muntazaman Sürdürülmesi
“Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç ancak takvâ iledir.” (Tâhâ, 20/132)
Hangi şartlar altında olursa olsun anne-baba dini vazifelerinde kusurda bulunmamalıdırlar ve çocuk, kullukla alakalı hususlarda hiçbir eksiklik müşahede etmelidirler. Kâinatın Efendisi’nin (sav) hiç terketmediği teheccüd namazı, hususi evrad u ezkarı, gece kalktığında okuduğu hususi duaları vardı. O bu evrad ve ezkarı vaktinde ifa etmediği zaman, kazası gerekmediği halde adeta kaza ederdi. Böylece evin içinde ve dışında başlatılan bir ibadetin hiçbir şekilde terk edilmediği gayet net olarak ortaya konmuş olurdu.
Sahabi, başlatılan bir ibadetin daha sonraları da devam ettirilmesi gerektiğini çok iyi anlamıştı. O dönemin âbid ve zâhidlerinden sayılan Abdullah ibn Amr ibn Âs her gün oruç tutmak ve sabaha kadar namaz kılmak istiyordu. Dahası, babası evlendirdiği zaman, günlerce hanımının yanına gitmemişti. Bu hanımefendi, kayınpederi vasıtasıyla durumunu Aleyhissalâtü ve’s-Selâm’a şikayet mahiyetinde intikal ettirince Abdullah ibn Amr ibn As, Allah Rasulü (sav)’nün huzuruna gitme mecburiyetinde kalmış ve Peygamberimiz Efendimiz (sav), hanımının yanına gitmediğinden ötürü ona itapta bulunmuştu. O gün Allah Rasulü (sav) ondan farzların dışındaki ibadetlerini azaltmasını istiyor; o ise daha fazla ibadette ısrar ediyor ve “daha fazlasını yapabilirim ya Rasûlallah” diyordu. Nihayet Allah Rasulü (sav) onu, bir gün oruç tutup bir gün yemeye; gecenin sülüsünü (üçte birini) yatıp bir diğer sülüsünü ihya etmeye ikna etti. Ancak bu muhterem sahabinin, yaşlandığı zaman başka bir sahabiye –Buhari ve Müslim’de- şöyle dediğini [48] (Buhari, Savm, 55; Fezâilu’l-Kur’ân, 34; Müslim, Sıyâm, 182) görüyoruz: “Keşke Rasulü Ekrem'in (sav) dediğini kabul etseydim. Çünkü yaşlanınca bu şekilde devam ettirmek oldukça zor. Ama yine de nafile olarak yaptığım şeyleri aksatmak istemiyorum. Beni nasıl bıraktıysa Allah Rasulü (sav)’in öyle bulmasını isterim.” [49] (Ebu Nuaym, Hilye, 1/285-286).
Abdullah b. Amr iyi bir örnektir; insan itiyat haline getirdiği ibaretleri terk etmemelidir. Zaten Allah Rusulü (sav) de, sahih bir hadislerinde: İbadetin en faziletlisi az bile olsa devamlı olanıdır” [50] (Buhari, İmam 32; Rikak, 18; Müslim, Müsafirin 216,218; Münafikın, 78; Ebu Davud, Tatavvu 27; Nesei, Kıyamülleyl, 19; İbni Mâce, Zühd 28). buyuruyor. Şayet gücümüz yetmiyorsa, belli bir süre sonra çocuğun gözünden düşmemek için, farzların dışında yapabileceğimiz miktarla iktifa etmeliyiz. Sadece farzları, sünnetleri yapabiliyorsak, onlarda kusur etmemeliyiz. Şayet teheccüde başlamışsak onu mutlaka devam ettirmeliyiz. Vitr-i vâcibi, çocuğun gözü önünde kılmak icab ediyorsa öyle yapmalı, gece kalkıp kılınması müessir olacaksa gece eda edilmeli. Evvâbin, işrak ve duhâ namazlarını kılıyorsak, aksatmamalıyız; aksatmamalıyız ki çocuk, “yapılan bu şeyler bazen de terk edebiliyor” zehabına kapılmasın. Böylece, ibadetlerdeki ciddiyet onun benliğine mâl olsun; mâl olsun da sizin o konudaki kusurlarınızdan dolayı sizi ikaz etsin. Evet “işrakı kılıyor, duhâyı terk ediyorsun babacağım” diyebilmelidir. Ayrıca, yapılan ibadetler ciddi bir huşu ve olabildiğine bir saygı içinde yerine getirilmelidir; getirilmelidir ki, çocuğun şuuraltı bu olumlu şeylerle mamur hale gelsin.
Buraya kadar belirtmeye çalıştığımız hususlar, bizim gibi düşünenler içindir. Evet eğer çocuklarımızın duygulu, hisli, dindar, şuurlu, akıllı ve İslâm’ı öğrenmelerini arzu ediyorsak, bizce bu işin yolu budur. Her şeye kendi yoluyla ulaşılır; böyle yürünürse netice elde edilir. Değişik bir ifade ile; çocuğun doğru yolda bulunmasını ve bir yaşama yöntemi olmasını arzu ediyorsak, bizim de bir yolumuz, yöntemimiz olmalıdır. Düşünce ve davranışlarımız her zaman aynı olmalı ki, çocuk da aynı şeyleri görerek hep aynı şeylerle meşbû bulunsun. Bunların yerine getirilmesinde dünyamızın tanzimi, ahiretimizin elde edilmesi ve çocuğun da dünya-ahiret saadetine mazhariyeti söz konusudur. Gerçi bunlar bir perhiz ve hekim tavsiyesi gibi görünüyor, ama tatbiki can sıkmasa gerek. Sabah-akşam almanız gereken ilaçları, hiç şaşırmadan ve aksatmadan alma gibi bir şey. Böylece siz dengeli bir hayat yaşamış olacak, ölçülü davranacak ve evinize de ölçüyü hakim kılacaksınız.
Çocuk, saygı, huşû, edeb ve huzurun –ki bunu yer yer arz etmeye çalışmıştık- bakışınızda, duyuşunuzda, yatışınızda, kalkışınızda hep bunları hissetmeli ve ruhu bunlarla dolmalıdır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
c. Şeâire Hürmet Hissi
Bize göre bir kısım mukaddes mefhumlar vardır. Bu mefhumların arkasında da çok mukaddes anlamlar vardır. “Allah” (cc) mefhumu bizim için çok mukaddestir ve imanın bir rüknüdür. Allah'a (cc) inanmayan birinin İslâmi ve imânî hayatı yoktur. Bu yüce ve yüceliği nispetinde de olabildiğine mukaddes mefhumun belli bir yaştan itibaren –ki bu devrenin başlangıcı genelde 7-9 yaş olarak düşünülür- dimağlarda yerleşmesini, gönüllerde oturmasını ve çocuğun bütün hayal âlemini işgal etmesini temin etmekle mükellef bulunduğumuz katiyen unutulmamalıdır. Çocuğun, Peygamber (sav)’in hayaliyle yaşamasını temin etmek, o evde sürekli ondan bahisler açılmasına bağlıdır. Şayet bir evde sadece, televizyon-sinema artistlerinden bahsediliyorsa ve çocuğun temaşa ufkunda her zaman televizyonlar, sinemalar bulunuyorsa onun hayaline hakim olan da bir kısım artistler olacaktır. Sorduğunuz anda size pek çok sporcu, müzisyen ve artist ismi sayılabilecek; ama belki de dört sahabi ismi söyleyemeyecektir. Hafıza ve şuuraltı, bütün kapasitesiyle, çok faydası olmamakla beraber, “hayalin fıskı”na sebebiyet veren bu gereksiz şeylerle mâlemâl dolacaktır.
Dinde mukaddes bilinen her şey, düşünce ve davranışlarımızda daima mukaddes olarak ifade edilmelidir. Mesela, kâbe mukaddes bir mekandır. Siz de çocuğun yanında, Kâbe ile ilgili hislerinizi dile getirirken fevkalade saygılı olmalısınız. “Kâbe sınırlarından içeriye girdiğim zaman, toprağına yüz sürmeyelim. Medine-i Münevvere’ye yaklaştığım zaman ayaklarımızı saygıyla yere basmalıyız. Meseleyi götürüp, Rasulü Ekrem'in (sav) gezdiği yerlerde, -İmam Malik gibi- “burada ayakkabıyla veya merkeple gezilmez” esasına bağlamalıyız. O büyük İmam, uzak yerden Mescid-i Nebevi’ye veya başka bir mescide hadis dersi kıraatine, tilavetine giderken ya da Medine’nin sınırlarından içeriye girdiğinde, bindiği merkepten aşağıya iner, orada böyle gezilmesi gerektiğini gösterirdi. Elbette bunu gören çocuk Ravza-yı Tâhire ve onun sahibine saygıyla dolup taşacaktır.
Kur’ân-ı Kerim için de durum aynıdır. “Her kim Allah’ın şeâirine saygın gösterirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasındandır.” (Hac/32) buyurulmaktadır. Şeâire hürmet etmek kalbin takvasındandır. Kalbin takvası ise, kalbin Allah'ı (cc) tanıması, tanıdığı büyük Allah'a (cc) saygıyla yönelmesi, O’na sığınması, O’na itaat etmesi ve hakikat-ı ulûhiyeti tam olarak kavramasıyla mümkündür. Şeâire hürmet hayâtîdir; şeâirden olan cami, çocuğun nazarında o kadar mukaddes görülüp kabul edilmelidir ki, o, bütün Allah'a (cc) giden yolların camiden geçtiğini düşünmeli ve müezzinin lâhûtî sesinin minarelerden, “Allahu ekber” şeklinde yükselmesi, çocuğun nazarında büyümelidir ve “Allahu ekber” dendiği zaman da o kelimeleri tekrar etmeli ve ezan bitince de ellerini kaldırarak; “Allahumme rabbe hâzihi’d–da’veti’t-tâmmeti ve’s-salâti’l-kâimeti, âti seyyidenâ muhammedeni’l-vesî lete ve’l-fazilete v’b’ashu makâmen mahmûdeni’llezî ve’adtehu; Ey bu kamil davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e (sav) Hakk’a yaklaşma, cennete ve ötesine ulaşmayı lutfet ve O’nu kendisine vadettiğin makam-ı mahmud’a ulaştır. [51] Buhari, Ezan, 8; Tefsiru Sure (17) 11; Tirmizi, Salât 43; Nesei, ezan 38; İbni Mâce, Ezan 4. diyerek boşalmalıdır.
Hülasa, eğer Allah’a inanıyor ve O’nu seviyorsak ve içimizde takva ve şêâire tazim hissi varsa, bu hislerimizi çocuğun gönlüne boşaltacak ve ona Allah’ın büyüklüğünü gösterecek, sevdirecek ve o Mabud u Mutlak’tan başka Mahbub, Maksud, Matlub olmadığını onun bütün benliğine işleyeceğiz. Taberani’nin Ebu Ümame’den naklettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (sav): “Allah'ı (cc), Allah'ın (cc) kullarına sevdirin ki, Allah (cc) da sizi sevsin” [52] Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, 15/777. buyurur. Allah (cc) ancak iyi tanımakla sevilir; zira insan bildiği sever, bilmediğine de düşman olur. Dinsiz ya da ateistler Allah (cc)’ı tanımadıkları için düşmandırlar; eğer tanıyabilselerdi seveceklerdi.
Kur’an-ı Kerim’de Allah (cc) “İnsanları ve cinleri ancak, Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât/56) ferman eder. Mücahid (ra) buradaki {liya’budûn} “bana kulluk etsinler diye” kelimesini {liya’rifûn} “beni tanısınlar, bilsinler” [53] Kurtubî, el-Câmiu Li ahkâmi’l-Kur’ân, 17/55. olarak tefsir etmektedir. Demek ki bir insan Allah’ı biliyorsa kullukta bulunuyor; bilmiyorsa nankörlük ediyor. Öyleyse evvela biz bildireceğiz; çocuk da bilecek ve o duyguyla dopdolu hale gelecek ki, Allah'a (cc) karşı saygılı olabilsin. Ancak her seviyenin ayrı bir tanıtma ûslubu olmalıdır ve Allah'a (cc) karşı saygılı olabilsin. Ancak her seviyenin ayrı bir tanıtma üslubu olmalıdır ve Allah’ı (cc) tanıtma konusunda tanıtım, yaşa-başa göre yapılmalıdır. Belli bir yaştaki çocuğa, önüne konan sofranın Allah tarafından geldiğini delilsiz, mücerret anlatma ona kâfi gelebilir. Başka bir yaşta insanların, hayvanların, ağaçların beklediği yağmurun, gökten O’nun inayetiyle geldiğini, başımızdan aşağı boşalan o yağmurun, Allah’ın mahz-ı rahmetinden taşıp geldiğini anlatmak gerecektir. Daha ileri yaşlardaki birisine ise, Allah’ın, denizlerde, ırmaklarda vaz’ ettiği tebahhur etme (buharlaşma) kanununu, havada yağmurun damla damla döküme kanunu ve bütün bunların asla tesadüfe verilemeyeceği, herşeyin Allah’ın inayetiyle olduğunu anlatmak gerekecektir. Daha seviyeli çocuklara ise, pozitif ilimlere ait argümanları kullanarak onun seviyesine göre Allah’ı tanıttırıp sevdireceksiniz.
Bir hadislerinde Allah Rasulü (sav) şöyle buyururlar: “Allah’ın size nimetleri karşısında Allah'ı (cc) seviniz. Beni de Allah'ın (cc) elçisi olduğum için, Allah (cc)’tan ötürü seviniz. Ehl-i Beytimi de beni sevdiğiniz için seviniz” [54] 54. Tirmizî, Menâkıb, 31
Usulü bulunabildiği nisbette bu sevme ve sevdirme işi zor olmasa gerek. Çocuklarımıza, bir takım lüzumsuz neşriyat yerine, Rasulü Ekrem'i (sav)n siyerini okutabilsek ve onların eline, hiç olmazsa Muhammed Yusuf Kandehlevî’nin “Hayâtu’s-Sahabe”sı gibi her an müracaat edebilecekleri bir kitap versek, zannediyorum Rasulü Ekrem'i (sav) ve onun ashabını ve onların çocuklarını tanıma fırsatı bulacak ve bunlardan herbirerleri onların gözünde hayatlarının kahramanları olarak büyüyecek; anlara uymaya, onlara benzemeye, Hz. Hamza (ra) gibi şecaatli, Hz. Fâruk-ı A’zam (ra) gibi kılı kırk yaran âdil olmaya çalışacaklardır. Allah'ın (cc) binlerce rizâ ve rızvanı bunların üzerine olsun..!
Evet her zaman evimizin baş köşesinde Kur’ân-ı Kerim, sonra Rasulü Ekrem'in (sav) siyeri ve ashab-ı kiramın hayatına ait megâzi kitaplarını bulundurmak ve çocuklarımızın gönüllerinin onlarla beslenmesini sağlamak, tarihi kahramanlarımızla onların gönüllerini, gözlerini açmak ve atalarını onlara sevdirmek çok önemlidir.
Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Felsefî biçimde ve aklî yollarla, akîdemize musallat olan tereddütlere, şüphelere karşı, değişik delillere başvurmak mantığın, fikrin gereği olsa da mücerret mantığa saplanıp kalmak, bazen insanın kalbî hayatını söndürüp onu ümitsizliğe itebilir. İnsan, aklı ve fikrine ait vazifeleri yaptıkları ve bunlarla alakalı bütün fonksiyonları yerine getirdikten sonra, pratik hayatta bu duygu ve düşüncelerin nasıl meydana geldiğine dair misalleri araştırmaya başlayacaktır. Binaenaleyh siz, fiziğin, kimyanın, astronominin diliyle Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine ait binlerce 3afâki ve enfüsî delillere sarılıp, yukardan uzanan nurânî bir merdivenle yukarılara çıksanız da, pratik hayattan misaller veremiyorsanız ve çocuk da bunlara akıl erdiremiyorsa, vereceğiniz dînî düşünceler onun zihninde birer felsefî nazariyeler gibi algılanacaktır.
Anlattığınız ya da anlatacağınız dînî değer yargıları ve millî meziyetlerin, tarihin belirli dilimlerinde yaşanmış olduğunu gösteremiyorsanız bunlar bazılarına ütopya gibi görünebilir. Siz, bu değerlerin yaşandığını ve yaşanabildiğini beli misallerle gösterme mecburiyetindesiniz.
Daha yakın zamana kadar, yaşanıp yaşanılamayacağı hususunda bizim bile kalbimizde-kafamızda bir hayli tereddüt vardı ve kendi kendimize, “Bu olaylar belki yaşanmıştır; ama ihtimal dünya bunları bir kere görmüştür. Bir daha görmesi ve hele yaşabilmesi çok zor; hatta biraz da ütopik görünmektedir” fikri, bir genel hastalık gibi yaygındı. Ne var ki, Allah’ın, imanın, dinin anlatılmadığı pek çok müessesede, Allah’ı peygamberi tanıyan, yüce yaratıcı ve O’nun Nebisi’ne bağlılık yolunda seve seve hem dünyalarını hem de ukbalarını feda etmeye hazır bulunan gençleri görünce, artık yürekten inanıyoruz ki, sahabi gibi bir cemaat yaşamıştır; bundan sonra da yaşayabilir. Zaten, nassların bize verdiği işaret ve bişâretler çerçevesinde –inşaallahu teâlâ- bu ümmetin hitamında, Rasulü Ekrem'in (sav) “garipler” diye tavsif buyurduğu [55] (Müslim, iman 232; Tirmizi, İman 13). sahabiye benzer bir cemaatin yaşayıp, din-i mübin-i İslâm’ı evc-i kemâle çıkaracağına da inancımız tamdır.
Âyât-ı tekviniye ıttılâınız derecesinde, kalbinizdeki takva, Allah (cc) saygısı, Allah (cc) korkusu, mescid, mabed ve benzeri şeâir, mukaddes âbideler halinde çocuğun nazarında büyük görünmeye başlar ve bütün bunlar onun nazarında hakikaten Allah'ın (cc) huzuruna birer davetin ifadesi olurlar. Burada yeri gelmişken Yahya Kemal’in bu mevzudaki şâyân-ı takdir şu mısralarını hatırlatmak istiyoruz:
Emr-i bülendsin ey ezan-ı Muhammedî
Kâfi değil sadâna cihan-ı muhammedî.
Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî. [56]
Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbal açınca ruh-ı revan-i Muhammedî
Ervah cümleten görür Allahu ekber’i
Aks eyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.
56. Yahya Kemal’e ait bu mısraların da delaletiyle, I. Sultan Selim’de cihanı bir köy haline getirme duygusunun ağır bastığını düşünüyoruz. Resulü Ekrem (sas)’in aşkıyla bu vahdeti temin edecek ve Kur’ân’ı bütün insanlığın Kitab’ı haline getirecekti; ama ecel onu alıp götürünce olmadı.
Ezan, Müslümanlığın ulvî duygularının en önemli bir sembolü ve namaz öncesi bir konsantrasyon vesilesidir. Aynı zamanda, namazın, Allah’a karşı bir kulluk olarak büyüklüğünün ifadesi ve O’nun çağrısı ve davetidir. Söz çocuklarınızı bu duygularla dopdolu yetiştirirseniz, onlar da ezanı duydukları zaman heyecanlanırlar, gözleri dolar, hisleri köpürür, mehâbetle, muhabbetle tir tir titremeye başlarlar. Şimdi âbâ ve ecdadımızın bize, onlardan evvelkilerin de onlara yaptıkları bu vazifeyi –inşaallahu teala- bunca sarsıntı ve teklemeye rağmen yine bizler ve sizler ihya ve ikame edeceğiz. Evet şeâiri ilan edecek, onu gelecek neslin nazarında kendi kıymetiyle gösterecek, aynı Allah’ı, Rasulü’nü ve Kurân-ı Mucizu’l-Beyan’ı herkese sevdireceğiz.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; evlerimizde, ibadet hayatımız arızasız olarak yerine getirilmeli, dinle, diyanetle alakalı çocuklarımızın kafasına sokulan şüphe ve tereddütler vakit fevt etmeden izale edilmeli, evimizin içinde Allah’a tekarrübün yaşandığı, rahmet-i ilahiye’nin sağanak sağanak başımıza indiği, gözlerimizin tatlı ümitlerle dolup reca içinde Allah’a yöneldiği ve sinelerimizin hüzünle dolup taştığı değişik bir kısım saatler olmalıdır. Öyle bir saat olma ki, o saatte evimizde Rasulü Ekrem (sav) görünüyor gibi tasavvuru, tasviriyle çocuğun, hanımefendinin nazarında şöyle böyle mutlaka kendini göstermelidir.
İşte bunlar sizin İslâmî ibadet ve akide hayatınızda çocuğunuza kazandırdığınız öyle büyük kıymetli şeylerdir ki, onun ilerideki hayatında o, birer birer bunların semerelerini görecek, duyacak ve size karşı minnettar olarak dua edecektir.
Şeâiri tazim, zatında büyük olan, dinin büyük kabul ettiği ve sizin de büyük gördüğünüz değer ve kıymetleri kavlen ve fiilen büyük göstermek demektir. Onların nazarında, ancak, ezanla anlatılabilen o ulular ulusu, büyükler büyüğü “Allahu ekber” hakikatıyla şehbal açacak, ruh dünyalarında bayrak gibi dalgalanacak, kalblerini tül gibi saracak; söz de bu mazhariyetler karşısında dönüp tâlihlerinize tebessümler yağdıracaksınız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
5. BÖLÜM
Nasıl Anlatılmalı?
Nasıl anlatmalı
Önceki bölümde üzerinde durduğumuz ana tema, farklı yaş seviyelerine göre çocuğun itikâdî ve amelî durumuyla alakalı konulardı ki, biz bu hususlarda olumlu sonuç almayı genelde hep anne-baba ve rehberlerin tavır, davranış ve temsillerine bağlaya geldik.
Evet sözler, insanın iç alemine, ledünniyatına, davranışlarına tercüman olursa, duyduğumuz, düşündüğümüz, intikalini kararlaştırdığımız şeyler, rahatlıkla muhatabımızda makes bulur. Aksine, sözlerimiz, davranışlarımızla desteklenmiyor ve kalbimizde de o şeklide bir yakîn, iz’an, itikat yok ise, muhatabımız üzerinde çok fazla müessir olamayacağımız açıktır.
Binaenaleyh, büyük ya da küçük bir talim-terbiye müessesesinde veya idaresini derühte ettiğiniz şöyle-böyle bir birimde vazifeli iseniz, katiyen bilmelisiniz ki, orada nizamın da, düzenin de zembereği sizsiniz. Sizde inhiraf olduğu zaman, bütün o heyette de değişik kaymalar hemen kendini gösterecektir. Aksine, sizsiniz. Sizde inhiraf olduğu zaman, bütün o heyette de değişik kaymalar hemen kendini gösterecektir. Aksine, sizde istikamet olduğu sürece, size bağlı olan kitle ve sistemde de inhiraf yaşanmayacak veya nisbeten az olacaktır.
1. Temsil Keyfiyeti
Davranışlarımızdaki hassasiyet ve titizlik, sözlerimizin tesiri ve istediklerimize ulaşma adına fevkalade önemlidir. Mesela, eğer namaz kılıyor isek Allah karşısında bulunduğumuzu aksettiren olabildiğine bir saygı, olabildiğine bir edep, o çerçevede kıyam, rüku ve secde, konuyla alakalı bir kitap okumadan daha tesirlidir. Bu, çocukların: “Allah’a karşı nasıl saygılı olunur?” sorusuna en inandırıcı cevap olsa gerek. Aksine namazı, hadis-i şerifin ifadesiyle “tavuğun yerden yem yemesi gibi” [57] (Müsned, 3/247). kılacak olursanız bunu gören kimsenin alacağı namaz terbiyesi de ona göre olacaktır. Kat’iyen bilinmelidir ki, böyle bir namaz insanı münkerattan men etmediği ve alıkoymadığı gibi, terbiyeniz altında bulunan kimseler üzerinde de ne Allah’a karşı saygı uyaracak ne de onların ruhlarında olumlu bir iz bırakacaktır.
Evet namazın içten gelerek kılınması çok mühimdir. Büyük bir saygı, edep, huşu ile Allah'a (cc) karşı bel kırmış, boyun bükmüş bir insan imajı, o masum gözlemciler üzerinde çok önemli tesir icra edecektir.
Müsbet şeylerde örnek olmak kadar, menfi durumlara karşı titiz davranmak da çok mühimdir. Onların, okul ve sokak çevrelerinden her zaman kapabilecekleri bir kısım şüphe ve tereddüt virüsleri olabilir. Vakit fevtetmeden anında bunlar giderilmeye çalışılmalıdır. Eline alıp okuduğu eserlere karşı –bu bir roman da olabilir- kayıtsız kılınmamalıdır. Okuduğu kitaplarda inanç ve itikadınıza dokunan bir yön varsa, siz de gerekeni yapmıyor iseniz, hiç farkına varmadan onun içinde bir şüphe, bir tereddüt belirmeye başlayabilir. Binaenaleyh, sadece çocuğun evdeki durumlarına dikkat etmekle yetinmeyecek, aynı zamanda onun fikrî gelişimi, duygu-düşünce yapısının şekillenmesiyle alakalı genel atmosferini de kontrol edeceksiniz. Okunacak kitapların önceden tespit ve seçimi, gaye insanı yetiştirmek isteyenler için hayâtî bir iştir. Evet, belli bir dönemden sonra onun sempati ve antipatilerini anlamaya çalışmak, neleri dinleyip nelere kulak verdiğini merak etmek, arkadaşlarını görüp tanımak, hatta tayin etmek ve bütün bu mevzularda bir hekim gibi ne şekilde mualecede bulunulması gerekiyorsa öyle davranmak ihmale tahammülü olmayan hususlardandır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
a. Öğrenci, Öğretmen ve Anne- Baba
Günümüze ait problemlerden biri olan, baba-anne, oğul-kız ya da diğer bir deyişle eski nesil-yeni nesil arasında vâki kültürel farklılık ve bu farklılığın doğurabileceği menfî sonuçlar, “terbiye” ile ilgili tedbirlerle giderilecek hususlardandır ve zamanı da “rüşd”, çağına kadardır. Geç kalınırsa, müessir olunamayabilir. Sözgelimi, babası talim ve terbiye görmemiş birinin çocukları eğer bir üniversitede okuyorsa, bu çocuklardan bazıları kendilerini ebeveynlerinin üstünde göreceklerinden, hiçbir zaman tenezzül edip anne-babalarının fikirlerini almayabilirler.. evet bugün nice mütedeyyin kimseler vardır ki çocukları lisede, hatta bazıları da orta okulda iken, bir kısım yıkıcı fikirleri, ahlâksızlığı benimsemiş, hatta devlette, millette, hükümete, okul idaresine karşı isyan vaziyetini almışlardır. Her türlü iç ve dış provokasyona açık öğrenci eylemlerine, “boykot” adı verilerek değişik isyan hareketlerine katılmakta ve serâzât gönüllerine göre bir ütopya peşinde koşmaktadırlar.
Geçmişte ve şu andaki bütün öğrenci eylemlerinin neden ve nasıl bu safhaya geldiği tahlil edildiğinde, en büyük yanlışlardan birinin, çocuğun hareketlerinin takip edilmemesi ve ona verilmesi gereken terbiyenin verilmemiş olduğu görülecektir. Terbiye adına bizim kusurlarımızın neticesi olarak meydana gelen menfi sonuçlar için âh u vâh etmek, elerimizi dizlerimize vurmak beyhude bir çırpınıştır. İçimizde duyacağımız vicdan azabı da sevabı olmayan bir ızdıraptır.
Kur’ân-ı Kerim, bir yerde, idlal edilenleri, bakımı-görümü yapılmayıp da, taklitle başkalarını takip edenleri şöyle anlatır: “Ey Rabbimiz! Biz, reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.” (Ahzab/67)
Kur’ân-ı Kerim’in, gönüllerimizde bir inilti halinde duyulan bu ürpetici beyanında, perişan ve namazsız-niyazsız nesillerin, azabı ilahinin dehşeti karşısında, babalara, annelere, amcalara, dayılara, akrabalar, hocalara, mürşitlere, mektepteki muallimlere acı ve açık bir intizarları söz konusudur. Evet bu beyan-ı ilâhîde –hafizanallah- sû-i âkıbete uğrayanları, kendileri ile alakalı sorumlular için, “Allahım, bizi yoldan saptıranların, bizi baştan çıkaranların, bize vaziyet etmeyenlerin azaplarını kat kat arttır ve böylelerini perişan et ve onları lanetine müstehak kılarak, huzur-ı ilâhinden, dergah-ı nezd-i uluhiyetinden teb’îd eyle” gibi bir sistem, bir serzeniş hatta bir beddua söz konusudur.
Bu itibarla, talim, terbiye mevkiinde bulunan kimselerin alacağı müspet vaziyet, dünya ve ahirette hem kendilerinin hem de evlatlarının saadetine; bunun aksine, sorumluluklarını ihmal eden kimselerin bu yanlış tutumları da sadece onların dünya ve ahirette felaketini değil, aynı zamanda ihmal edilenlerin de dünya ve ahiret felaketlerini netice verecektir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
b. İdlâl edilenlerin Çığlığı
Çocuğun, maddî-manevî, dünyevî –uhrevî hayatı için hiçbir faydası olmayan şeylerle meşgul olmasına fırsat verirseniz: “Allah (ötede): ‘Sizden önce geçmiş cin ve ins toplulukları arasında siz de ateşe giriniz!’ her millet oraya girdikçe yoldaşlarına lanetler yağdıracaktır. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, tâbi olanlar iktida ettikleri kimseler için, ‘Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!’ diyecekler. Allah da: ‘Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, ama siz bilmezsiniz’ diyecektir.” (A’raf/38) diye bir çığlık, bir çekişme ve bir serzeniş ve mazeret faslı yaşanacaktır. Evet ihtimal kur’ân’ın ifadesiyle, sizin bir zamanlar bağrınıza basıp büyüttüğünüz, büyütüp terbiye ettiğinizi sandığınız çocuklarınız, hep bir ağızdan büyüklerine karşı bedduada bulunacak ve lanetler yağdıracaklardır. Ahirete, az da olsa inanan bir insan, hemfem olarak (hepbir ağızdan) yapılacak böyle bir bedduadan tir tir titremeli, korkmalı ve Allah’a sığınmalıdır. Böyle bir intizar ve serzenişten kurtulmanın yolu, düşünce hal ve tavırlarımıza göre, hal ve tavırlarını belirleyecek olanlara iyi örnek olmaktır.. Allah’ı, Resulü’nü sevip saymaktan ahlaken mazbut yaşamaya kadar her hususta iyi örnek olmak...
Allah (cc) ve Rasulü (sav)’nün sevilip sayıldığı bir evde, çocuk okuduğu, gördüğü, duyduğu nispette Allah’a bağlanacak ve O’na gönül verecektir. Bir ölçü olarak, herhangi bir evde Allah (cc) ve Rasulü Ekrem (sav)’den bahis edilip edilmediğini çocuğun heyecanlarıyla ölçmek onun duygularında derinliğini duymak mümkündür. Tabii, münkeratın (dinen yasak ve sevimsiz şeyler) işlenip işlenmediğini ve maruf olanlar (dinen emredilen ve sevimli şeyler)’in de yapılıp yapılmadığını.. evet çocuk, yuvanın dışa açık ekranı ve hanedeki değişik seslerin hoperlörü gibidir. Bu ekran ve hoperlörde bir evin en mahrem köşelerini temaşa edebilir ve ne gizli fısıltılarını duyabiliriz.
-
Cevap: çekirdekten çınara
c. Cennetin ve Cehennemin Yolu
Cehennem; beşerî arzular ve nefsin hoşuna giden şeylerle; cennet de mekârih, (hoşa gitmeyen şeyler)le çepeçevre kuşatılmıştır. [58] (Bkz: Müslim, Cennet, 1; Ebu Davud, Sünne, 22; Tirmizi, Cennet, 21; Nesei, İman, 3) İbadet ü taatın ağırlığını, yani bir açıdan mekârihi aşamayan, cismânî arzu ve kaprislerini önleyemeyen, her gün ayrı bir oyun karşısında dize gelmekten, her gün ayrı bir mel’anet karşısında yüzüstü kapaklanmaktan kurtulamayan cennete giremeyecek ve cehennemden de uzak kalamayacaktır. İşte önümüzdeki yolun ve neticede varacağımız nihâî hedefin iki yönü!. Biz, bir taraftan dinin “yapmayın” dediği şeylerin bütününü terk edecek ve ettirecek; diğer taraftan da “yapınız” dediği şeylerin hepsini harfiyyen, hem de ciddi bir şuur uyanıklığı içinde yapacak ve yaptırmaya çalışacağız ki, nefse hoş gelen şeylerin arkasından sürüklenmemek ve onun katlanamadığı şeylere de takılmamak için Hak inayetiyle ayakta kalabilelim.
Biz, bizden evvelkilerin ekip-biçdikleriyiz; bizden sonraki nesiller de bizim gayretlerimizin semeresi olacaklardır. Zamandan, çağdaş şikayet edeceğimize, ihmal edilişimizin çehresinde; ihmallerimizin müstakbel neticelerini görmeye çalışarak vazife ve sorumluluk itibariyle kalben, ruhen, hissen dirilmeye çalışmalıyız. Böyle bir diriliş hem bizim hem bizden sonraki nesillerin hem de kendi tarihimizin dirilişi olacaktır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
2. “Okumanın Mânâsı”
Çocuğa vereceğimiz hususların en önemlilerinden biri de “kıraat ve kitabet” meselesidir. Çocuk mutlaka belli bir hedefe ve gayeye bağlı okumayı-yazmayı öğrenmeli ve yedilmeden sıyrılarak rehberliğe yükselmelidir. Ne var ki, okuyup yazmak kadar, niçin okuyup yazdığını bilmek de önemlidir.
İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır, der yunus.
Bu konuya girerken isterseniz hep beraber şu sorulara bir cevap bulmaya çalışalım: İlim nedir? İlmin hedefi nedir? Niçin kitap okunur? Bütün okuyup anlamaların ötesinde ulaşılmak istenen şey nedir? Bu sorulara cevaptan evvel şu hususu hatırlatmakta yarar var.
Bir insan, hayatı boyunca matematiğin o dolambaçlı, karmaşık usûllerini, kaidelerini öğrense de, ilmî, ticarî, sinâî vs. hayatında öğrenmiş olduğu bu kuralları hiç kullanma imkanı bulamasa, bu mücerred bilgiye ilim denemeyeceği gibi onun insan için bir yararı olmadığı da açıktır. Keza tıbbın bütün temel esaslarını öğrense; ama klinik olarak hiçbir şey yapmasa, bir tek hastanın nabzını tutmasa veya kalbini dinleyemese, ciğerlerine kulak vermese tababetinin ya da tahsil ettiği tıp ilminin bir şeye yaramadığı bir yana, okuduğu bilgilerin kafasında kalması da şüphelidir. Kaldı ki ilimlerin hedefinde asıl olarak Yunus’un ifadesiyle insanın kendini bilmesi söz konusudur. Binaenaleyh, içinde kendimizi bulamadığımız bir ilmin ne bize, ne de başkasına faydası olmayacağı açıktır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
a. Okuma-Yazma
Kitabet ve kıraat konusunda, Kur’ân’ın birinci sırayı tuttuğu müsellem bir gerçektir. Ancak, ilâhî maksatları öğrenmeye kapalı hafıza hammallığını tasvip etmediğimizi de burada vurgulamalıyız. Çocuğun elinden tutulup Kur’ân onun ruhuna içirilmeli ve onda bir Kur’ân merakı uyarılmalıdır ki, o da ileride, Allah’ın istediklerini anlamaya yönelsin. Maalesef değişik ilcaatla günümüzde çocuğa sadece bir “bismillah” dedirttiğimiz zaman her meselenin hallolduğu vehmine kapılmaktayız. Vakıa, “bismillah” çok önemlidir ve çok meseleyi halledebilir. Ne var ki onun ötesinde icmâlî manada da olsa makâsıd-ı ilahiyenin öğrenilmesi gibi bir husus vardır ki, kanaat-ı acizanemce, asıl öğrenilip öğretilmesi gereken de işte odur.
Tarihimizde şanlı ve parlak dönemlerimiz çoktur. Ama bir dönem vardır ki, bu dönemde bütün İslâm alemindeki devletlerin, ilmî, idarî ve adlî makamlarında kur’ân hafızı idareciler, hakimler ve kadılar olmuştur. Ama, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu kimseler okudukları ilimlerin özünü kavrayamadıklarında dolayı hem tekvînî emirlerde hem de teşrîi konularda mukallit durumunda idiler; istinbat ve ihtira güçleri yoktu. Yarım-yamalak bildiklerinde bağnaz bu insanlar, gün geldi –maalesef- dinin tecviz etmediği usul ve esaslar karşısında sesiz kalarak günahlarını devam ettirdiler.. ve tabii İslâm’ın kendilerine yüklemiş olduğu şeref ve haysiyeti de koruyamadılar. Vicdanlarımızda belki ürperti hasıl edecek ama, üzülerek ifade etmeliyim ki, bunlar önceleri de sonraları da milletin haysiyetiyle, şerefiyle, diniyle oynadılar. Bunların edindikleri ilim, vicdanlarına yerleşmiş ve gönüllerinde iz’an haline gelmemişti. A’raf Sûresi’nin 178. ayetindeki “kimleri de saptırırsa, işte asıl hüsrana uğrayanlar onlardır” ayetiyle alakalı Hafız Ebu Ya’lâ’nın Huzeyfe b. El-Yemân’dan (ra) rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (sav) şöyle buyurur:
“Sizin için korktuğum şeylerden biri de şudur ki; bir kişi Kur’ân-ı Kerim’i o kadar okur ki, artık Kur’ân’ın o göz kamaştırıcılığını onun bütün tavırlarına yansır. İslâm, onun için bir elbise olur. Allah'ın (cc) dilediği süreye kadar o elbiseye bürünür, sonra birden bire o elbiseden –hafizanallah- sıyrılır ve onu elinin tersiyle adeta bir kenara iter. Kardeşinin üzerine elinde kılıçla yürür ve onu şirk ile itham eder.”
Hz. Huzeyfe: - Ey Allah’ın Rasulü, şirk ile itham edilen mi, yoksa itham eden mi şirke daha yakındır? diye sorduğunda Allah Rasulü (sav):
- Hayır, itham eden, buyurdu.” [59] (İbni Kesir, Tefsiru’l Kurân, 3, 509. Hadisin isnadı ceyyittir).
Bugün de Allah'ı (cc) bilmeyen, Rasulü’nü (sav) tanımayan nice ünvanlı kimseler vardır ki, katmerli cehalet içindedirler. Kâinattaki binlerce ayet ve delil karşısında, düşünmeyen terkib gücünü kullanamayan, varlık ve hadiselere karşı kör ve sağır yaşayanlar, ad ve ünvanları ne olursa olsun katmerli cehalet içindedirler. Zira biz, sadece insanın his, akıl, fikir dünyasını aydınlatan bilgiye ilim diyoruz; diğerine de hafıza hammallığı.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk mesajı, “Oku, Rabbinin adıyla...” (Alak/1) şeklinde tecelli etmiştir. Evet, Allah'ın (cc) Rasulü Ekrem (sav)’e ilk hitabı “oku” olmuştur. Allah (cc) “Kur’ân’ı oku” deniyor; hatta “size verilen kitabı okuyun” da demiyor. Bu “oku” emrinin manasını Kur’ân yine kendisi tefsir ediyor ve:
“Sen O Rabbin adıyla oku ki, yarattı” (Alak/1) buyurarak yaratma gibi bir hadiseyi nazara veriyor. Burada Kur’ân-ı Kerim’i okumanın yanında âyât-ı tekvîniyenin simasındaki yazıların okunmasının hatırlatılması da söz konusudur.
“Oku, O Ekrem olan Rabinin adıyla oku ki kalemle yazmayı öğretti.” (Alak/3-4) buyurur.
Görüldüğü gibi burada “okuma” ve “yazma” unsurları arka arkaya zikredilmektedir. Evet insan okuyup-yazacaktır; ama hem âyât-ı tekviniyeyi, hem kendi bâtınî yapısını, hem de Kur’ân’ın özünü anlamaya yönelik olarak okuyacaktır okuyacağı herşeyi. Yer yer kendi fizyolojisine, kendi anatomisine zaman zaman da kâinatın simasına bakacak ve aldığı dersi, ilde ettiği marifeti, duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyduğu ölçüde aile çevresinden başlayarak başkalarına da duyuracaktır. Evet burada “oku” emrinin sadece Kur’ân’ın elfazını okumak olmadığı siyaktan da anlaşılıyor. Kur’ân, “oku” emriyle, hem ilahi emirleri hem de âyât-ı tekviniyeyi, kâinattaki kanunları okumayı salıklıyor. Dolayısıyla okurken hem yaratılışımızı, hem kâinatı, hem de Allah’ın kelamını O’nun adıyla okuyacağız. Burada Kur’ân, önce yaratılışımıza dikkatleri çekerek, adeta bizi “nasıl yaratıldınız” sorusuna bağlıyor. Hemen arkasından da, bu yaratılışın bir “alak”tan, bir başka yerde de “bir adamla su”dan olduğunu belirterek düşüncelerimizi yaratılıştaki esrara bağlıdır.
Bu, “kainat kitabını Kur’ân’la beraber oku” diyen Allah'ın (cc) insana verdiği öyle bir derstir ki, en mübtedi bir talebi bu dersten istifade edeceği gibi, en mühtehî bir düşünür de böyle bir dersten nasibini alacaktır. Evet Rasulü Ekrem'in (sav) rahle-i tedrisinde, ümmî bir insanla müdakkik bir alim, onca seviye farklarına rağmen idrak ufuklarına göre mutlaka her ikisi de hisseyab ve hissedar olacaklardır.
Kur’ân- Kerim’in yazma adına kaleme de göndermeleri vardır. Kalem süresinde: “Nuh... Andolsun kaleme ve yazdıklarına” (Kalem, 68/1) buyurarak kalemin önemini vurgular. Buradaki “nûn” harfinin manası açık değildir. Ancak mühim tefsirlerde bu harfin “balık” manasına yorumlanmasının yanında, hokka anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. O büyük müfessirleri tefsirleriyle başbaşa bırakalım; burada Allah (cc) “nûn”la başlayıp, “kalem”e yemin ederek meseleyi anlatıyor ki, bu da Allah (cc) nazarında kalemin ne kadar büyük olduğunu göstermeye yeter. Bu kalem ister sahâif-i a’mâlimizi ve sergüzeşt-i hayatımızı yazan Kirâmen Kâtibîn’in; ister kaderleri yazıp tespit eden Mele-i A’la’nın sakinlerinin; ister Allah'ın (cc) ilk kitabetiyle alakalı kalem; isterse sizin mektepte veya başka bir alanda kullandığınız kalem olsun farketmez. Fark onu kullanan zat itibariyledir ve alaküllihal Allah'ın (cc) kaleme kasemi, bunların hepsini içine almaktadır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
b. İlim, Allah Korkusuna Götürür
Kur’ân’ın başka bir ayetinde: “Allah’tan, ancak alim kulları korkar” (Fâtır/28) buyurulmaktadır. Evet Allah'a (cc) karşı ancak alimler saygılı olur; çünkü uluhiyet dairesine karşı hürmet hissi, bilip tanımaya bağlıdır. Allah'ı (cc) bilmeyenlerin ve dairei uluhiyetin esrarına vakıf olmayanların saygı ve haşyetten nasipsiz oldukları açıktır.
Bu noktadan hareketle, çocuklarımızın iç ve dış yapıları itibariyle mamur yetişmelerini sağlama yolunda atacağımız adımlardan bir diğeri de, hiç şüphesiz onların sağlam bir akîdeye sahip olmalarıdır. Vacibü’l-vücûdun vücûb-u vücuduna dair okuduğunuz, mütalaa ettiğiniz, gördüğünüz deliller, seviye ve kültür farklılığı ölüsünde onlar için de söz konusudur. Bazen bu deliller, size ait tereddütleri izale edebilecek seviyede olabilir; ama çocuklarınızın bulunduğu yaş ve kültür durumları itibariyle yetersiz olabilir; o zaman daha uzmanca rehabilitelere baş vurmak icabeder.
Diğer bir husus, Rasulü Ekrem'in (sav) mübarek hayatlarının gönüllere girmesi, sevilmesi ve hakim olmasıdır ki, bu konu ile ilgili “Sonsuz Nur” adlı çalışmada üzerinde durulan hususlar türünden konuların hatırlatılmasına ihtiyaç vardır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
c. Tereddütlerin İzalesi
Bugün, “kainatı Allah (cc) yarattı; Allah'ı (cc) (haşa) kim yarattı?” gibi bir hayli soruya muhatap olmaktayız. Bu tür soruların çokluğu, çocuklara Allah (cc) hakkında sağlam bir fikir verilmemiş olduğunu göstermektedir. “Rasulü Ekrem (sav) –haşa- niçin çok kadınla evlendi?” sorusunun arkasında temel sâik yine, o çocuğun rasulü Ekrem (sav) hakkında sağlam fikre sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Keza, “Rasulü Ekrem (sav) oldukça zeki birisiydi. Meydana getirdiği inkılaplar da onun zekasının eseriydi” türünden değerlendirmeler yapan birinin de, dini eğitim açısından boşluğu açıktır ki, bu kimse “nübüvvet”in manasının ne olduğunu katiyyen anlamamıştır.
Bir de bu tür yaraların büyüklüğüne rağmen yanlış müdahale söz konusu ise durum iyice karmaşıklaşacaktır. Öyleyse evvela çocuğun fikrî ve rûhî yapısını, “Allah (cc)” hakkındaki akîdesini sağlama bağlama mecburiyetinde olduğumuzu çok iyi bilmeliyiz. Belli bir yaş seviyesine göre söyleyeceğiniz şeyler çocuğu ikna edebilir. Mesela; “bir iğne ustasız olmaz, kendi kendine bir iğnenin yapıldığını düşünmek imkansızdır; öyleyse mevcudatı var eden birisi vardır ki, o da Allah’tır (cc).” mantıkî önermesi çocuğun o yaşa ait tereddütlerine cevap verici mahiyette olabilir. Siz böyle bir reçete ile, o mütereddin vaktinde imdadına koşarsanız, o tereddüdü henüz gelişme imkanı bulmadan yok etmiş olursunuz.
Dini kaynakların bize ulaştırdığına göre Mecusiler, İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne bazı sorular tevcih etmişler ve ondan muknî cevaplar istemişlerdi. İlim, fen ve teknik sahasında fikrin gelişmeler yaşadığı, hukuk, fıkıh ve içtimaiyatta önemli gelişmeler söz konusu olduğu o dönemde, Mecusiler Ebû Hanîfe Hazretleri’ne “biz Allah’a inanmıyoruz” dediler. O gün bulunduğu çevre itibariyle etrafta çok Mecusi vardı. Çünkü Kûfe toprakları eskiden Mecusilerin fazlaca bulunduğu bir yerdi.
Ebu Hanife Hazretleri onlara herşeyi çok basit üslupla anlattı: “Deniz içindeki bir vapurun, yüzlerce dalga arasında rahatlıkla bir sahile doğru gittiğini, bu dalgaların onun istikametini değiştirmediğini görseniz, bu ustaca yüzdürülen vapuru, bu deryada yüzdüren ve fevkalade bir meharetle onu idare eden bir zatın var olduğunda tereddüt eder misiniz?” deyince onlar hepsi birden “hayır” derler. Hz. İmam bunun üzerine: “Öyle ise; şu yıldızlar, şu koca kâinat, şu küre-i arz adeta bir denizin içinde, hem de ahengi bozulmadan yüzüyor; bunun kendi kendine olmasına nasıl ihtimal verebiliyorsunuz? diye sorar. Bunun üzerine Mecusiler, “Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasulüllah” derler. Bu, seviyeye göre bir hitaptır; kimilerine göre basit görülebilir; kimilerine göre de yeterlidir. Bu üslubun mantıkiliği ne ölçüde olursa olsun belli bir seviyedeki kimseler için yeterli olabilir. Daha ileri yaşlarda, daha derin düşünce buudlu konular üzerinde durularak aynı esasların sağlamlığı vurgulanabilir. Evet, insanın beyni, gözü, iç mekanizması, hücresi, hücre sistemi, anatomisi, fizyolojisi başımızı döndürecek harikuladelikte yaratılmıştır. Değişik yaş-baş ve seviyeye göre teker teker bu konulardan herbirerleri ilmî esaslar çerçevesinde anlatılırsa yeter zannediyorum.
Bunun gibi, bir başka muhatap için mesela hava, su, ziya, değişik vitaminler, proteinler, karbonhidratlar ya da mikroskobik canlıların mahiyeti birer konu olarak ele alınabilir. Bütün bunlarda belki sadece dersi takdim şekli değişecektir. Ama temel yapısı itibariyle ders ve program devam edecektir.
Üstad’ın Allah'ı (cc) anlatırken; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” [60] (Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 1:20). Bu kadar büyük ve muazzam kâinatın idaresi başı boş olur; nasıl karışmadan kendi kendine yürüyebilir, şeklindeki üslubu bu konuda iyi bir örnektir. Bu mevzuda irad edilen bütün deliller tahattur edilip, yazılmış bütün eserler hayalden geçirildiğinde önemli bir materyele sahip olduğumuz görülecektir. Zannediyorum bize sadece mevcut bu malzemeyi yerinde değerlendirmek ve muhataplara göre değişik mevzuların hanginin öne alınması, hangisinin geriye bırakılması gibi çok küçük konular kalıyor.
-
Cevap: çekirdekten çınara
3. Asr-ı Saâdet ve Resûl-i Ekrem'i (sav) Anlatma
Rasulü Ekrem'in (sav) de aynı şekilde dikkatlice anlatılması gerekir. Ben şahsen Rasulü Ekrem'in (sav), bu gün bazı kimselerce sevilemeyişini, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun onlara çocukluk dönemlerinde tanıttırılmamasına bağlıyorum. O’nun yakından gören, tanıyan kimseler O’nun sevmiş, O’na aşık olmuş ve O’na gönül vermişlerdir. Asırlar ve asırlar boyu o kadar çok kimse Rasulü Ekrem'in (sav) cazibesine kapılıp arkasından akıp gitmiştir ki, cihan tarihinde başka bir beşerin bu denli hürmet gördüğünü göstermek mümkün değildir. Ne var ki, rasulü Ekrem'i (sav) tanıyıp anlatmadan çocuğunuzun O’nu sevmesini beklemeniz doğru değildir. Bir dönemde talihli bir zümre onu gözleriyle gördü. Bir zümre de görenleri görmekle şereflendi ve onların gözleriyle onu görmeye çalıştı. Bu yaklaşım, rasulü Ekrem’in (sav); “en hayırlı asır, benim asrım; ondan sonra da onların ardından gelen asırdır” [61] (Müslim, Fedailü’s-sahabe, 210,211,212,214,215; Ebu Davud, Sünne) sözlerine bağlanabilir.
Beşerin bedevîlik devrinde, insanların ciddi bir kalb kasveti içinde çocuklarını diri diri toprağa gömdükleri.. hemen herkesin içki içtiği.. hatta belli ölçüde şuyûiyye fikrinin (komünizm ahlâkı) yaşandığı karanlık devirlerde bir hamlede hayat-ı içtimaiyeyi ıslah eden O zat’ın (sav) da, icraatinin de, cemaatinin de eşi menendi yoktur ve olamaz da. Evet O zat (sav), kendi çağındaki insanların adeta beyin hücrelerine girip, kalblerine taht kurup, onların maddi-manevi hastalıklarını bir anda tedavi ederek, örnek insanlar haline getirip evc-i kemâle çıkarması öyle harikulade bir inkılabtır ki, cihan tarihinde eşini emsalini göstermek mümkün değildir. [62] (Bkz: Bediüzzaman, Sözler, 19. Söz).
Zamanında Roma’da, Yunanistan’da ve daha değişik ülkelerde de inkılablar olmuştur. Ne var ki, bunlar, insânî değerleri açısından çok fazla bir şey vadetmemiştir. Hatta bu toplumlarda inkılaplar, yeni bunalımlar getirmiş ve bazı yerlerde yeniden eskiye dönülmüştür. Hatta bazı dönemler itibariyle bu inkılaplar insanlığa hemen hemen kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamıştır.
İnkılap ona denir ki o, insanların kafalarında, kalblerinde, ruhlarında, maddi-manevi hayatlarında, duygu ve düşüncelerinde müspet değişimler meydana getirir ve onların nefsânî liğin çukurlarından a’lâ-yı illiyyî n-i insaniyete çıkarır; sonra da temâdi ederek bir salih daireler sürecine dönüşür. İşte nübüvvet çerçevesinde en büyük bir içtimaiyatçı olan Rasulü Ekrem (sav), o engin, içtimâî anlayışla bunu da yapmıştır. Bilmem ki bunların ne kadarını biliyor ve ne kadarını çocuklarımıza anlatıyoruz!. Oysa ki O, her hususta bizin için en kusursuz örnektir.
Asrımızın fikir mimarının da dediği gibi; yüzer feylosof alıp Ceziretü’l-Arab’a gitsek, günümüzün onca imkanlarına rağmen, o zatın, o zamana nispeten bir senede yaptığı şeyi; yüz sene çalışsak yine yapamayız. O da basiti ele alarak şöyle der: “Sigara gibi küçük bir adeti, küçük bir kavimden, büyük bir hakim, büyük bir himmetle, ancak daimi kaldırabilir.” [63] (Bediüzzaman, Sözler, 19. Söz, Sekizinci Reşha). İsterseniz daha küçülterek şöyle de söyleyebiliriz: Sigara içen bir adamın başına on insan toplansa, onun kanser yaptığını en muknî ifadelerle anlatsalar, ona sigarayı ter ettiremeyeceklerdir. Halbuki, o Zat, çevresinde bulunan insanların dem ve damarlarına işlemiş nice fena huyları bir hamlede, bir nefhada söküp atıyor ve onların yerlerine en sağlam insânî değerleri ikâme ediyor.
Fena huyların bir hamlede yok edilmesiyle alakalı, içki yasağına karşı gösterilen duyarlılık önemli bir örnek teşkil eder: Düşünün ki alkolik olmuş ve içki içmediği zaman başı dönen bir topluluk “içki yasaktır” dendiği an, o esnada dudağına dayadığı kadehi artık ağzına götürmüyor ve yere çalıyor. Bilmem ki, terbiyecilerimiz bu şekilde etkili bir terbiyedeki müessiriyeti neye bağlayacaklar. Şimdi bize düşen şey; Rasulü Ekrem’in o muazzamlardan muazzam inkılaplarını anlayıp anlatmak ve vicdanları o Zat’a karşı uyarmak olmalıdır. Bunu başarabildiğimiz takdirde çocuklarımız Hz. Muhammet (sav) konuşacak, Hz. Muhammed (sav) düşünecek ve Hz. Muhammed’i (sav) duyacaklardır. Biz bu ameliyeye, özel mânâsıyla “telkin” ya da “maddi-manevi hayatımızın kayyimi olan Hz. Muhammed'in (sav), varlığımıza doğrudan doğruya omuz vermesi, bize arka çıkması” diyoruz. Cenab-ı Hak, bizi daima bu Zat’la (sav) teyit buyursun!
-
Cevap: çekirdekten çınara
a. Peygamberimiz (sav)’in Mucizelerini Anlatma
Çocuklarımıza Rasulü Ekrem'in (sav), kıymete kadar olmuş olacak bütün hadiseleri adeta bir televizyon ekranından seyredip de naklediyor gibi anlayıp anlatmamızda O’na (sav) güven yenileme gibi bir mana ifade edecektir. Bu konuda onun öyle sıhhatli sarih ve te’vil götürmez verdiği haberler vardır ki, adeta O (sav), bu hadis-i şeriflerinde, kendi neş’et buyurduğu saadet asrından ta asrımıza ve kıyamete kadar en önemli hadiseleri, onların sebeplerini neticeleriyle beraber bir bir sıralar ve bizi uyarır. O (sav), Moğol istilasından, Suriye’nin işgal edileceğine, [64] ( Buhari, Cihad, 95,96; Ebu Davud, Melahim, 10; İbni Mace, Fiten, 36; Müsned, 5/40,45). Fırat nehrinin kıyametler üstü kıyamette yükselmesinden [65] (Buhari, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 30; Ebu Davud, Melahim, 12,13). Talikan petrollerine, [66] (Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, 14/591) bir kısım ahır zaman fitnelerinden lâahlâkîliğin yaygınlaşmasına [67] (Tirmizi, Fiten, 39 ) dek o kadar şeyden bahseder ki, bunları görüp de ona inanmamak mümkün değildir.
Evet bütün bunları sırasıyla çocuğa nakledebilirsek, çocuk O’nun büyüklüğü karşısında hürmet duyacak ve başkaları da onun zihninden ve dimağından Rasulü Ekrem'i (sav) söküp atamayacaklardır. İlim, fen ve teknik adına kimsenin rahle-i tedrisi önüne oturmamış, ömründe iki satır yazı yazmamış, Allah (cc)’tan başka kimseden bir şey öğrenmemiş Hz. Muhammed’in (sav) ulûm-u evvelî n ve âhirîni (geçmiş ve geleceğin ilimleri) bildiğini [68] (Bkz: Kâdı Iyâz, Şıfâ, 1/354) bilmemiz, başkalarına da bildirmemiz bizim için bir vefa borcudur.
Onun tıbba dair söylediği öyle şeyler vardır ki o devrin ilmî seviyesiyle bunları bilmek mümkün değildir. Demek ki Allah (cc) ona herşeyi talim ediyordu, O da kendisine talim edilenleri söylüyordu. Evet O, Allah'ın (cc) Rasulüydü.
Rasulü Ekrem'in (sav) insanın şahsî ve içtimâî hayatı adına gerçekleştirdiği inkılaplar adına ciddi bir şey yazılmaya kalkılsa, mücelletlere sığmaz. Biz bu konuda acele bir fikir verebilmek amacıyla bazı hususlara dokunup geçtik. Bu itibarla tıbb-ı nebevî, Hz. Peygamber’in (sav) gaybî ihbarları ve onun daha başka büyüklükleri gibi hususları, bu mevzuda yazılan binlerce esere havale edip diğer bir konuya geçmek istiyorum.
-
Cevap: çekirdekten çınara
4. Kur’ân-ı Kerim’in Anlatılıp Tanıtılması
Kur’ân-ı Kerim’in her yönüyle genç nesillere sevdirilip benimsetilmesi, onlarda islâmî şuurun uyarılması, canlı tutulması açısından çok önemlidir. Sırf “Kur’ân-ı kerim mukaddes bir kitaptır” demek hem Kur’ân adına hem de çocuk adına yetersizdir. Böyle bir yaklaşım, baskıyla belli bir yaşta, bir seviyedekiler için kâfi görünse de ilerisi için katiyen yetersizdir; hatta daha sonraki olumlu telkinler için bir ön yargıya sebebiyet vermesi açısından zararlıdır. Bu itibarla o, nâzil olduğu günden bu yana hiçkimsenin muaraza edemediği ve günümüzde ilim ve teknolojinin varabileceği son hudutlara dair muhkem kaziyeleriyle Allah’ın son mesajı olduğu anlatılmalı ve inandırılmalıdır.
Aslında Kur’ân-ı Kerim, yaratılış, varlık, genişliğiyle bütün kâinatlar hakkında en yeni ilmî “veriler”e muvafık, onlarla “çelişme”yen; hatta küllî kaideler halinde onlara dair icmâlî bilgiler veren öyle harika bir kitaptır ki, ona mikro-alemden makro-aleme kadar herşeyi kulluk hedefli şerh ve izah ediyor dense sezadır. “Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb aleminin anahtarları onun nezdindedir. Onları O’ndan başkası da bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini o bilir.. O’nun haberi olmadan bir yaprak bile düşmez.. yerin derinliklerine doğru karanlıklar içindeki her hangi bir daneyi de. Hasılı yaş-kuru hiçbirşey yoktur ki, apaçık kitab-ı mübinde bulunmasın.” (En’âm/59) ayeti de bu gerçeğin semâvî şahididir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
5. Haşri Anlatma
Daha ileriki bir adım olarak da haşrin anlatılması gelir. Çocuk gönülden inanmalıdır ki, dünyadan sonra bir ukba, ûlâdan sonra bir uhrâ ve bu âlemden sonra da bir ahiret vardır. İlim, hikmet ve maslahat gösteriyor ki, bu kâinatı Allah kurmuş ve Allah sevk u idare etmektedir. Zamanı gösteren ve tespit eden de yine O’dur. Kur’ân-ı Kerim bu noktayı nazara vererek: “Yeryüzünde dolaşın da, Allah'ın (cc) yaratmaya nasıl başlamış olduğunu görün” (Ankebût/20/ buyurur.
Bunun anlamı; bizim yeryüzünde dolaşıp bütün âyât-ı tekviniyeyi tetkik etmemiz, sayfa sayfa, safha safha herşeyi gözden geçirmemiz, yaratılışın yeryüzünde nasıl başladığını, bu kâinatların yok iken nasıl var olduğunu, insanoğlunun nasıl zuhur ettiğini, canlıların tür tür nasıl yaratıldığını insanla mükemmeliyetin nasıl noktalandığını! [69] (Varsın varlığı izah etmek için Lamarkizm, Darwinizm, Neo-Darwinizm çıkarsınlar... Bütün bu felsefi cereyanlar “varlık” meselesini izahta sathi ve acizdirler. İlim zaten bu eski felsefelerin iflas ettiğini ispat etmektedir) görüp temaşa etsinler.
Âlemi yokken var eden Allah (cc) sonra da neş’et-i uhrâyı öyle inşa edecektir. Bu düzeni kuran, hiç öbür alemi kuramaz mı? Küre-i arzı bu ihtişamıyla yaratan bir başka küreyi yaratamaz mı? Buraya dünya, oraya da ukbâ diyemez mi? Sizi başka bir âlemden getirip, burada ikamet ettiren, öbür âlemde sizi iskan edemez mi? Çocukların basit dimağları için derin felsefî izahlara girilmese bile bu kadarı yeter gibi geliyor bana. Kaldı ki gökler ve yerler gözümüzün önünde, onların da muhteşem bir yaratılışı var. Denizde balığın yüzdüğü, havada kuşun uçup gittiği gibi, bu nizam-ı âlem içinde o koca koca sistemlerin, nebülozların, öyle bir yüzüşü ve o kadar başdöndürücü bir ahengi var ki, nazar-ı ibretle bakanlar için hiçbir şey gayesiz-nizamsız ve başıboş görülmüyor. Üstelik bu âhenk, en basit dimağlar tarafından dahi anlaşılacak kadar açıktır. İşte, en basit dimağlar tarafından dahi anlaşılacak kadar açıktır. İşte kur’ân bütün bunları nazara veriyor ve sonar göklerin ve yerin yaratılması karşısında ayrı bir önem arzeden insanın yaratılışına dikkati çekiyor.
“Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra Arş’a istivâ eden Allah’tır. O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?...” (Secde/4 vd.) “Allah (cc), o zattır ki, yarattığı her şeyi güzel ve sağlam yarattı, sonra da insanı bir balçıktan halketti.” (Secde/7)
Kur’ân, bize “şu muhteşem sistemleri Allah (cc) yaratıp tanzim etmiştir. Bunları bozduktan sonra O daha başka bir alem yaratacaktır.” derken siz buna “hayır” deseniz mantıksız bir iddiada bulunmuş olursunuz. Zannediyorum bu konu, çocuğa da büyüğe de nakledilse, medar-ı itiraz bir nokta bulunamayacaktır. Kur’ân’ın bu kabil “sehl-i mümteni” pek çok beyanı vardır.
Kur’ân-ı Kerim bir başka yerde haşr ü neşre karşı çakanlara: “De ki: Onları ilk defa yaratılmış olan diriltecektir. Çünkü O, her yaratığı gayet iyi bilir.” (Yâsîn/79) buyurur. Diğer bir ayette de: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak ki, arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.” Rûm/50) ferman eder.
Kur’ân-ı Kerim’in hiç tekellüfe ve tasannua meydan vermeden bu tarzdaki üslubu çocuğa da, orta yaşlıya da, daha başkalarına da anlatılması gereken her şeyi anlatacaktır.
Melâike-i kirâm ve kader konuları da hassasiyetle üzerinde durulması gereken mevzulardandır. Her şeyin bir programı, bir projesi, bir plânı olduğunu, kâinatın ve insanın yapılışının da bir projesinin, bir plânının bulunması lazım geldiğini –ki bu ilmî proğram henüz kudret ve irade taalluk dairesi dışında bulunan ve “kader” olarak isimlendirilen konudur- mutlaka değişik usul ve metodlarla gençlere anlatılmalıdır.
Netice olarak, ancak bütün bu bilgileri verdiğiniz zaman, çocuğa “sırat-ı müstakim”i göstermiş ve kavlen, fiilen “Allahım, bizi doğru yola hidayet buyur” (Fâtiha/5) demiş olacağız. Böyle kavlî ve fiilî bir duadan dolayı Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle terbiye gayretlerimiz de –inşallah- boşa gitmeyecektir. Diğer taraftan ibadet ü taatı, sülehânın âsârı içinde sâlihâtı (güzel işleri), namazı, orucu, haccı, zekatı anlatmalı ve çocuklarımızın gönüllerini, itikâdî konulardan amelî meselelere kadar her hususta Cenab-ı Hakk’a yönlendirmeli ve onların zihnen, fikren, ruhen ölmelerine, hatta kirlenmelerine meydan vermemeliyiz.
Meselâ, şirkin çok çirkin olduğunu öyle anlatmalıyız ki, çocuk, müşrik olmaktansa, cehennemlere girmeyi daha ehven bulmalıdır. Zinanın kötülüğü anlatılınca bu kirli işe girmektense gülerek ölüme gitmesini bilmelidir. Öyle ki eli, dili ve gözüyle dahi bu işe yakın şeyleri yaptığı zaman vicdan azabıyla tir tir titremeli ve ömür boyu ağlamasını bilmelidir. Katlin, hırsızlık yapmanın, yalan söylemenin çirkinliği telkin edile bütün bu münkerata karşı onun tabiatında tiksinti hasıl edilmelidir.
Ayrıca ahlâksızlık sayılabilen hususlarda da, kavlî ve fiilî telkinatta bulunarak, onun ahlaksızlık çirkefi içine düşmesine meydan verilmemelidir. O, daha baştan ahlâken temiz bir hava içinde neş’et ederse –inşaallahu teâlâ- daha sonraları esen muhalif rüzgarlar onun duygularını söndüremez ve onun iç yapısını, iç âlemini, his âlemini soldurmaz; o her zaman canlı ve daima aşk u şevk içinde Allah’a (cc) kul olmaya bağlılığını ve İslâm’a saygısını devam ettirebilir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
6. BÖLÜM
Terbiyenin Buudları
Terbiyenin Buudları:
1. Salih Amel, Salih Kimseler İle Tanıtılmalıdır
Salih ameli, sulehâ (salih insanlar) ile tanıtma, ebeveynden ziyade muallimi ve mürebbiyi ilgilendiren bir husustur. “Salih ameli salihler ile tanıtma konusunda nasıl hareket etmemiz gerekir?” konusu ile ilgili duygu ve düşüncelerimizi şöyle açıklayabiliriz:
Evet, çocuklar, gençler salih ameli tanımalıdırlar; ancak böyle bir tanıma nazarî bilgiden imaret kalacağı için, bu nazarî bilgilerin sülehâ ile tanıtılması ve güzel işlerin, onların kahramanlarıyla hatırlatılması çok önemlidir. Daha küçük yaşta iken, o çocukların zihinlerine, namazıyla-niyazıyla büyük bildiğimiz insanlar girmelidir ki, çocuk, yürüdüğü yolun, daha önce de bazı mühim zatların yürümüş olduğu bir şehrahmış mülahazasıyla, yolda olmanın bütün ezvakını duyabilsin. Belli bir yaşa, geldiği zaman, günde şu kadar namaz kılan ya da senenin pek çok günlerinde soğuk-sıcak demeden oruç tutan bir insanın zâhirine bakarak karar verecek olursak Allah indinde efdal bir insan olduğuna inanacak ve onun gibi olmaya imrenecektir. Netice itibariyle din ve diyaneti adına yaptığı her şeyi, onun ruh ve manasına bağlayarak yapacak ve muhalif rüzgarlar karşısında sarsılmayacaktır.
Allah Rasulü (sav), “şu devirde münafıklar yaptıkları şeyleri sizden gizlemek için nasıl utanıyor, hicap ediyor, durumlarını sizden gizliyorlarsa; bir gün gelecek müminler de (inançlarını ve amellerini) saklayacaklardır” [70] (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummal, 11/176) buyurur.
İşte bazı dönemlere mahsus bu hastalığı, genç nesillere daha çocukluk döneminde aşma yolları gösterileli ve sonraki günlerde teklemelerine meydan verilmelidir. Dahası onlara dinin bir izzet vesilesi olduğu telkin edilmeli ve Allah’ın emirlerine cân-ı gönülden sarılma ruh haletiyle yetiştirilmeleri sağlanmalıdır.
Burada, yaşanmış bir örnek arz etmek istiyorum. Çocuğunun eğitimini sağlam bir şekilde plânlayıp onu hep yakın takibe alan bir ailenin kız çocuğu bir gün geliyor, bu küçük mürşide kendi muallimesine tesir ediyor. Gerçi sevdiği muallimesi insanlığa ait bütün nezaketiyle beraber, dinsizlik her gün biraz daha onu yıpratmakta ve manen tüketmektedir. Çocuk, ruhunda derinleştirdiği din hakikatinin tesiriyle bir gün arka sıralardan birinde birden bire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Derken o şefkatli muallime yanına gelir ve ona, “yavrum niçin ağlıyorsun?” der. O da “Hocam sana ağlıyorum” şeklinde cevap verir ve devam eder: “İnanmadığın için Allah'ın (cc) seni cezalandıracağına üzülüyorum” diye mırıldanır. Nutku tutulan kadın, hiçbir şey söylemeden geriye çekilir ve birkaç gün sonra da, çehresinde inanmış olmanın bütün güzellikleri –talebe- mürşidesinin yanına gelir ve sevinçlerini paylaşırlar.
Bu çocuğa, imanla beraber izzet de telkin edilmiştir. Mamafih, izzet Allah’a ait bir hususiyettir. [71] (Nisa, 4/139; Yunus, 10/65; Fâtır, 35/10; Münâfıkûn, 63/8). Ama Allah’ın (cc) dînî prensipleri yaşayanları aziz, onları terk edenleri de zelil kılacağı yine bir dînî gerçektir. Evet çocuk, duygusundan, düşüncesinden ve yürüdüğü yoldan emin olmalıdır ki, daha sonraları aşağılık duygusuna kapılmasın ve inkar cereyanları karşısında ezilmesin. Dahası o, namaz kılmayı, oruç tutmayı bir büyüklük olarak algılamalı ve namaz kılması icap ettiği yerde tereddüt etmeden tekbir alarak, sadece o yüce Allah'a (cc) karşı eğildiğini ortaya koymalıdır.
Kur’ân-ı Kerim, yapacağımız ve yapmayacağımız konularla alakalı bir taraftan günde en az kırk defa: “Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden medet ve yardım umarız. Bize doğru yolu göster.” (Fâtiha/5-6) gibi ayet-i kerimeleriyle bizi, şühedâ, sıddîkîn ve ebrârın yoluna hidayet etmesi arzusunu, dua ve dileğini ortaya koyarken, diğer taraftan da “Kendilerini lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazabına uğramışların ve sapmışların semtini değil!” Âmin. (Fâtiha/7) beyanlarıyla, tafsile girmeden ve bâtılı tasvir etmeden olumsuzluklara dikkat çeker ve rıza yolu, cennet yolu istikametinde arzularımızı şahlandırırken, küfür, küfran ve dalâlet yollarına karşı da tavrımızın olması gerektiğini ortaya koyar.
Bu üslup, terbiyelerini derpiş ettiğimiz kimselere karşı da bir örnek teşkil eder. Sürekli Allah’ın hoşuna gidecek yol ve yöntem nazarına verilmeli ve onların ruhunda Allah'ın (cc) hoşlanmadığı şeylere karşı bir tepki hasıl edilmelidir. Aslında böyle davranmak bizim için bir vazifedir. Allah'ı (cc) tanımayan, O’nu tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyetle hayatının tek hakimi kabul etmeyen mesul olur. Zira vazife-i fıtratını bilmeyen, yaratılış hikmetine akıl erdiremeyen, dünyaya niçin geldiğini kavrayamayan; hatta kâinatta esbab ve müsebbebât arasındaki münasebeti sezemeyen, dahası bütün bu esrar perdelerinin arkasında kendini bize hissettiren Allahu Azimuşşân hakkında iman ve izâna sahip olamayanın dünya ve ukbâda felaha ermesi söz konusu değildir. Allah (cc) böylelerini de, böyleleriyle haşr u neşr olanları da iflah etmez. O, “Onlara küçük bir temayülle dahi olsa eğitil gösterirseniz ateş size dokunur” (Hûd/113) buyuruyor.
-
Cevap: çekirdekten çınara
2. Dînî Eğitimde Müspet İlimlerden Yararlanma
Çocuklar fizik, kimya, astronomi, atom fiziği ve benzeri pozitif bilimleri tahsil ederken onların bu seviyedeki kültürlerine paralel olacak şekilde “akâid-i hâkka-i İslâmiye”nin anlatılmasında zaruret vardır. Maddecinin maddeyi esas alıp herşeyi ona bağlamasına mukabil, mümin de maddeyi, Allahu Teala’ya, ahirete, Kur’ân ve iman mevzuunda yerinde değerlendirmelidir. Evet, bütün tarihî maddecilerin boğulduğu madde bataklığında, müminler gül bitirmesini bilmeli ve bütün eşya ve hadiseleri Allah’ın varlığının şahidleri olarak görüp değerlendirmelidirler.
Çocuk her gün fünûn-ı müsbete adına, ilk öğretimden liseye, ondan üniversiteye aldığı öğrenime mukabil; evde ve aile muhitinde o ölçüde dînî eğitim almıyorsa onun kayması, inhiraf etmesi muhakkak ve mukadderdir. Onun okul ve çevresinde edindiği bilim/kültür seviyesi yakın takibe alınıp da muhtemel çarpık düşüncelere vaktinde müdahale edilmezse okuyup öğrendiği şeyler küfre vasıta haline getirilebilir. Oysa ki ilimler, Allah’ın (cc) varlığının ve birliğinin en açık delilleridirler.
Evet çocuk, felsefe tahsil etmesine ve muhtemel bir kısım şüphe ve tereddütlere sürüklenmesine mukabil, akıl, mantık ve ilimlerin olumlu değerlendirilmeleriyle desteklenmezse, daha sonraları ciddi bunalımlara girebilir. Binaenaleyh, onun akliyata dair bilgiler ölçüsünde, yine aklî, mantıkî ve bedihî delillerle takviye edilmesi zaruridir. Maddecilerin varlıktaki nizamı tabiata vermelerine ve bu mevzuda bir kısım felsefî nazariyelerle demagoji yapmalarına mukabil biz de, yaratılışındaki bedahet ve kâinattaki nizamın dili ile herşeyde müşahede edilen kanunların hükümfermâ olması gibi hususları anlatarak, bunların hepsinin Allah'ın (cc) iradesinde olduğu gerçeğini onun zihnine nakşetmeliyiz. Ancak bu sayede değişik nazariyelerin onda hasıl edebileceği şüphe ve tereddütleri önleyebiliriz.
Evet akla, hayale gelmedik tahrif ve çarpıtmalarla onun kafasına yüklenen sakîm malumata mukabil onun kafasını sahih malumatla donatmalıyız ki o, herhangi bir şaşkınlık yaşamasın. Mahiyet itibariyle her şey ilme bağlıdır. Cehalet, dinin de dindarın da en büyük düşmanıdır. Öyle ise, cahillerin akla hayale gelmedik hilelerle nesli ifsat etmelerine karşılık, müminler de vatanına, milletine, köküne bağlı kimseler ve dinine, diyanetine, ilimlere, fenlere açık ve kendi tarih ve coğrafyasına sahip çıkan nesiller yetiştirmek mecburiyetindedirler.
-
Cevap: çekirdekten çınara
3. İyi Bir Çevre Hazırlama
Şimdi de çocuğa, iyi bir çevre hazırlama konusu üzerinde durmayı düşünüyoruz. Modern dünyada çocuklar için, mekteplerin yakınında veya başka müsait yerlerde çocuk bahçeleri, kreşler vb. sosyal tesislere çok önem verilir. Onun maddi hayatı ve fiziki dünyasının sıhhatli, sağlam, huzur içinde bir ortamda geçmesi; aileyi meşgul etmemesi donanımlı ve açık yetişmesi için çok önemlidir. Bunlar düşünülüp taşınılmış ve er türlü faydası ve zararı önceden hesap edilerek yapılmıştır. Ne var ki, çocuğun böyle maddi bir ortam gibi, manevi hayatını yaşayabileceği, geliştirebileceği, insanlığını duyabileceği; hatta Rabbisiyle gönül münasebetleri kurabileceği bir manevi ortama da ihtiyaç vardır. “Çocuk çevresi” derken bu husus da düşünülmelidir. Şimdi burada işte bu hususlarda alakalı yapılması gerekenleri, arz etmeye çalışacağız.
a. Arkadaş Seçme
Çocuğa, emsali arasında din ve diyanete saygılı arkadaşlar edinmesini sağlama da çok önemlidir. Sağlamakla kalmamalı, ebeveyn bu işin takipçisi olmalıdır. Onun, vatanına, milletine, dînî, millî değerlerine saygılı yetişmesi için, baskıcı bir mülahaza ile değil, yönlendirici bir tavırla çocuk hep “gözlemlenme”li ve o en kıymetli varlığımız olarak kimseye emanet edilmemelidir. Kaldı ki insan tanımadığı kimseye çorabını bile emanet etmez. Düşünün ki, tanımadığı kimseye çorabını bile emanet etmez. Düşünün ki, tanımadığınız biri gelip size diyor ki, “Arkadaş cüzdanını çaldırabilirsin, memleketimizde çok şâkî var; ver o cüzdanını veya ceketini muhafaza edeyim!...” İtimat eder misiniz? Hayır!. Tanımadığınız bir adama ne cüzdanınızı ne de ceketinizi emanet edersiniz. Öyleyse nasıl oluyor da, çarşıda, pazarda tanımadığınız, bilmediğiniz kimselere çocuğunuzu emanet ediyor veya takipçiliğini onlara bırakıyorsunuz?. Bence böyle bir “çelişki”ye düşünülmelidir.
Evet iyi bir arkadaş seçme meselesi de yine anne ve babaya düşmektedir. Sa’dî’nin Gülistan’da dediği gibi, kötü arkadaş kara yılandan, kobradan daha kötüdür.. evet ona yakayı kaptırdığınız da, ya zehirler ya da olumsuz şeylerle meşgul eder. İyi arkadaş melekten daha iyidir. Onunla olduğunuz zaman hep melek ufuklarında dolaşırsınız.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [72] (Buhari, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Ebu Davud, Edeb 122; Tirmizi, Zühd 50) peygamber sözü. Öyleyse anne-baba için çocuklarına arkadaş bulmak çok mühimdir. Çocuğun, duygu ve düşüncesinin şekillenmesinde arkadaş çevresi katiyen ihmal edilmemelidir. Eğer çocuk, bozuk bir muhit edinmişse, onu bir an evvel oradan koparmalı ve itimat ettiğiniz başka bir yere göndermelisiniz. Hatta içinde doğup geliştiği mahallede etrafını kötü arkadaşlar sarmışsa; belli yollarla mutlaka onu, o arkadaşlara karşı izole etmeli, başa çıkamıyorsanız okuldan alıp başka bir beldeye göndermelisiniz. Ancak orada da ilk tanışacağı arkadaşlarının dindar, iffetli, namuslu olmalarını sağlamalısınız.
Nerede olursa olsun çocuk, içine girdiği muhitte hemen dînî havayı görmeli, başkalarıyla daha çok yüksek düşünceler etrafında kaynaşmalı ve hemdem olmalıdır. Belki anne sinesine taş basacak, baba da kesesinin, cüzdanının ağzını açma mecburiyetinde kalacak ama, Allah’ın hem kendisine, hem de evladına azap edeceği günlerin endişesiyle oturup kalkacak, bugünü ve yarını adına, yılan-çıyan ebeveyni olmamaya çalışacaktır. Bazen çocuk, ders çalışmak ya da ödev yapmak için birinin evine gidecektir; bu durumda da yine gözünüz hep onun arkasında olacaktır.
Evet çocuk arkadaşlarının evine gitmeli; ama o evlerin taşı, toprağı duvarı Allah demeli, millet demeli; vakit gelince ev halkı namaz kılmalı; ezan-ı Muhammedî okunduğunda seccadeler serilmeli ve aile reisi imam olup öne geçmeli, diğer aile efradı da onun arkasında saf bağlamalıdır. Evet işte böyle evlerdeki gençlerle arkadaşlık kurulması ve çocuğunuzun böyle bir eve gidip gelip ders çalışması engellenmemeli, hatta teşvik edilmelidir. Aksine onun gidip-geldiği ev, nefsânîliğin şahlandırıldığı günahlara açık yamaçlar gibi ise siz çocuğunuzu kaybetmiş sayılırsınız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
b. Samimi Dînî Havayı teneffüs Ettirme ve Riyadan Uzak Tutma
Çocuklarınızı dinî merasimlere, camiye, cemaate götürmenin yanı başında, güzel ilahîlerin okuduğu, Mevlid-i Nebevî’nin tilavet edildiği yerlere de götürmelisiniz. Böylece onu, dînî hayata ait usulünden füruuna kadar hemen her konuya açmış olursunuz. O, biraz da fıtratın gereği olarak bu türlü şeylerle meşbû bulunmalı, tatmin olmalı ki, başka arayışlara girmesin. Evet onun dinleyeceği musiki dahi ona, dinini mukaddeslerini telkin etmeli, onun ulvî hislerini inbisat ettirmeli ve onda Allah (cc) duygusunun gelişmesine ortam hazırlamalıdır.
Ancak şunu da ifade etmeliyim ki, bu tür merasimlerde mevlithan ve kârîlerin, okudukları şeyler gırtlaklarından aşağıya inmiyorsa, samimiyetsizlik çocuktaki dînî duygu ciddiyetini sarsıyorsa, kanaatimizce cami ciddiyetinin dışında, bu türlü mürâîlerin meclislerinden de çocuğun uzak tutulmasında yarar var. İlahi ve Mevlid, gönlün yıkanması, arınması, vicdanın dupduru hale gelmesi için arındıran bir kuradır. Ama gözünden bir damla yaş gelmeyen birinin: “Seni andıkça gözyaşlarım ceyhûn olur” demesi, Allah'a (cc) karşı söylenen bir yalandır. Böyle bir yalanı o çocuğun duyması onun duygularına karşı işlenmiş ciddi bir saygısızlıktır.
Çocukluğumda, “Allahım, seni andıkça ürperiyorum” manasında Arapça bir cümle yazarken işte o zaman ürperdim ve kalemi elimden bıraktım. Hatıra olarak hâlâ onu defterimde saklarım. Ürpermediğim halde ben nasıl “Allahım ürperdim” derim, diye hicap ettim, utandım. Evet söylediği sözler, gırtlağından aşağıya inmeyen ve gözünden yaş gelmeyen; ama ellerini açıp “gözyaşlarımızla huzuruna geldik” diyen bir mürâînin o çocuk tarafından görülmesi dahi, çocukta değişik istifhamlara yol açabilir.
Dikkat edersiniz, mevlid ve ilahiyi bir taraftan dînî merasim olarak ele alıp, çocuğu, rûhî hayatıyla neşv ü nemâ bulması hususunda mühim bir unsur kabul ederken, diğer taraftan da onu yalana, riyâya, gösterişe alıştırabilecek münasebetsizliklerden uzak tutulmasını da aklın, mantığın, firâset-i dîniyenin muktezası sayıyoruz. Zira çocuk, küfürden uzak tutulduğu kadar riyâya karşı da antipati duymalı, dini samimiyette aramalı ve ona inanmadığı halde bağırıp çağıranı değil de, gönlünün heyecanlarını terennüm edeni, gönlünün nağmelerini besteleyip size sunan insanları dinletmelisiniz.
Bu bizim dînî anlayışımızın gereğidir ki, sahabinin hayatında da aynı hususları görürüz. Zaten bu tavır, Rasulü Ekrem'in (sav) tarz-ı telakkisidir; sahabinin de başka türlü olması düşünülemez. Bu prensibi kabul ettiğimiz zaman dinin de esas kabul ettiği bir hususu kabul etmiş olur; aksine, kendi yanlış anlayışımız içinde kaldığımız zaman da evlat ve ahfadımızın dalaletine zemin hazırlamış sayılarız. Hatta bu mevzuda –aşırı bulmayınız- çocuklarınızı riyâkarların meclislerine götürmekten ve mürâî bir ilahiciyi dinletmektense, dinin ciddi bir iş olduğunu, azamet ve vakarının bulunduğunu anlatabilme açısından, bu ciddi ve vakûr dini havayı ifade edebilen herhangi bir düşünürle tanıştırılmasını tavsiye ederim. Dikkat edilirse, meseleyi keyfiyet bozukluğu içinde ele alanların tenkidi yapılmaktadır; ilahi dinleyip dinlememe değil.. evet neslimizi korumayı düşünüyorsak, mürâîlerin meclislerinden de uzak tutmak mecburiyetindeyiz.
-
Cevap: çekirdekten çınara
c. Münasebet Kuracağı Kişi ve Yerleri Seçme
Eskilerin ifadesiyle insan, medeniyyün bi’t-tab’dır. Yani fıtratı itibariyle medenîdir. O, hayatını, ailesi ve yakın-uzak muhitine bağlılık içinde götürür. Ailenin sıhhatli olmasıyla alakalı gereken şeyler üzerinde daha önceki bölümlerde durmuştuk. Aslında, anne-baba tarafından iyi görülüp gözetilen ve iyi beslenen bir çocuk dış çevrenin olumsuz tesirlerinden büyük ölçüde korunmuş olur. Ancak, yine de yakın takip çok önemlidir. Hatta çocuk, defter-kalem almak için öyle yerlere yönlendirilmelidir ki orada da Allah’tan (cc) bahsediliyor olmalıdır. Öyle ki içeriye girdiği an raflar, vitrinler muhtevasıyla ona ilk mesajı vermelidir. Evet o, sakıncalı kitapların teşhir edilip satıldığı yerlere girmemelidir. Bu kadarcık olsun, bakışı, his dünyası, görüşü bulunmamalı ve o, uğradığı her yerde Allah'a (cc) ait dine ait, ülküsüne ait dupduru işaret ve işaretçilerle karşılaşmalıdır. Tekrar hatırlatmalıyım ki onun defter, kalem, kitap alacağı yerler dahi pederi, velisi tarafından seçilmeli ve o kadarcık olsun yanıltılabilmesine fırsat verilmemelidir.
Çocuk, bir elbise diktirecekse, gittiği terzide, kendi dünyasını görmeli ve kendi dünyasından sesler duymalıdır. Hatta orada oturduğu süre zarfında, dinden diyanetten, vatanın teali ve terakkisinden bahsedilmelidir ve terzinin dahi elinde kumaş ve iğnesi işini görürken, bir taraftan da yanına gelenlerin ruhlarında kendi düşünce atlasımızın boyasını çalmalıdır. Duyguları, dili hakikati ifade etmeli, hissiyatı hakikatin tercümanı olmalı, elindeki elbiseyi evirip çevirirken, düşünce dünyamızı da defaatla hallaç etmelidir. Bunlar, yakın takibi müşahhaslaştıran örneklerdir; yapılacak şeylerse bunlardan daha ötededir.
Bu ölçüdeki hassasiyet onu insanlardan koparma şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine, çocuğumuzun müspet manada gelişmesi adına hassasiyet olarak telakki edilmelidir. Konuyu biraz daha teferruatlandırılabiliriz; çocuğu tıraş için öyle bir berber intihap edilmelidir ki, elindeki makinanın kolunu hareket ettirirken, “Allah’ın adına” manasına, “bismillah” demeli, çeşmeyi açarken, suyu dökerken ve oturup kalkarken herşeyi “bismillah”la bağlamalıdır. Böyle bir berberiniz yoksa, hayat adına tamam sayılmadığınız için zamanla bu eksiklik, çocukta farklı şekilde kendini hissettirecektir.
Bu münasebetle ehemmiyetli bir noktaya dikkatinizi istirham edeceğim. Bir velîmeye gitmek dini bir vazife ve bir sorumluluktur. Kâinatın efendisi (sav) buyururlar ki: “Sizi bir düğüne, bir nişan merasimine davet ettikleri zaman icabet ediniz.” [73] (73. Müslim, Nikah, 98,101; İbni Mace, Nikah, 25; Müsned, 2/22). Aleyhi’s-Salâtu ve’s-Selâm’ın bu emrine muhalefet edilemeyeceği açıktır. Böyle bir emir karşısında her mümin; “boynum kıldan incedir” der ve inkıyad eder. Amma dinin bir diğer prensibi olarak, içinde lehviyat, ma’siyyat, mâlâyâni şeylerin, hatta cürmün ve günahların irtikâp edildiği bir düğüne gitmeme de dînî bir tavırdır. Çocuğun gördüğü şeylerle bozulacağı, kafasına girip düşüncelerini bulandıracağı durumlar söz konusu ise, elbetteki onun böyle bir düğüne gitmesine kimse cevaz veremez.
-
Cevap: çekirdekten çınara
d. Çocuğun İzleyeceği Televizyon Programları da Seçilmelidir
Evinde televizyon bulunduran mümin, çocuklarına seyrettireceği programları hassasiyetle intihap etmelidir. Televizyonun cürmü ve günahı olduğunu söylemiyoruz. Bu sözlerimiz televizyon aleyhtarlığı şeklinde de “algılanma” malıdır. Ne var ki, televizyon kanalları ve programları arasında seçim yapmak da terbiye açısından bir zarurettir. Kaldı ki günümüzde Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de konuya bu şekilde yaklaşmış ve bilhassa çocuklarla alakalı değişik önlemler almışlardır. Evet onlar da bir kısım programlarının, hatta yayıp politikalarının ve bazı filmlerin gençlerin ahlâkını ifsat ediyor diye müeyyideler getirmişlerdir. Gerçekten de bazı yayınlar, gençliğin ahlâkî ve itikâdî düşüncesini sarsmakta ve onların ruh dünyasını karartmakta, fıks ü fücûru da terviç etmektedir. Binaenaleyh, bir televizyon, ahlâkınıza karşı savaş ilan ettiği halde evinize girmiş ve odanızın baş köşesine oturmuşsa başta çocuklar olmak üzere o hânedekilerin ahlâklarının tefessüh etmesi, içten içe çürümesi kaçınılmaz olmuş demektir.
Bu sözlerimiz, katiyen ilmin, gelişmişliğin, tekniğin, fennin karşısında olduğumuz manasına hamledilmemelidir. Biz, tekniğin, insanlığın saadetine ve huzuruna matuf kullanılması ve geliştirilmesinden yanayız. Allah'ın (cc) bu nimetlerinden fikir, kültür, sanayi, sıhhat, tıp.. gibi hususlar adına mutlaka istifade etmeliyiz. Böyle bir yaklaşım gericilik değildir; gericilik, bazı televizyonların onca şenâet, denâet, ve gayr-i ahlâkiliğine karşı herşeyi sineye çekip nesillerin tefesüh etmesine sesiz kalmaktayız.
-
Cevap: çekirdekten çınara
e. Kur’ânî terbiye İle Yetiştirme
Hemen her ortama çarçabuk intibak eden çocuğun kalbi, kafası, kulağı, gözü ve sair duygularının günaha alışmasına meydan vermeme ve onun tertemiz bir muhitte neş’et edip gelişmesini sağlama yuvada görüp duyduğu; duyup doyduğu, dolduğu dinî atmosferi dışta da verebilme ve dış çevrenin aile muhitine mutabık olmasını temin etme de yine ebeveynin, muallimin, mürebbinin vazifesidir.
Neslimiz ya yanlış felsefi fikirlerle, bozuk ve aşarı (extreme) akımların, felsefelerin prensipleriyle ruhsuz, gaddar ve zalim; ya da Kur’ân âli prensipleri ve ilâhî düsturlarıyla aziz, ufuklu ve merhametli olma durumundadır.
Doğrusu, insanlar ne zaman Kur’ân’dan uzak ve kendi tabiatlarıyla başbaşa kalmışlarsa, zayıflarsa, zayıflara, acizlere, güçsüzlere karşı hep gaddar, zalim, merhametsiz davranmış ve onların sırtından geçinmiş, onları sömürmüş, onları hor görmüş, hakir görmüş ve horlamış; güçsüz ve zayıf düştüğü zaman da zillet göstermiş, el-etek öpmüş ve en küçük bir çıkar için iki büklüm olmuş, yerlere kapanmıştır. Bediüzzaman’ın da buyurduğu gibi, dünyevîlik felsefesine bağlı biri, “aslında bir firavundur; fakat menfaatı için en önemsiz şeylere ibadet eden zelil bir firavundur... hasis bir çıkar için şeytan gibi şahısların ayağını öpen denî bir muannittir...” Kur’ân terbiyesiyle yetişmiş bir ruha gelince o, “Bir kuldur, ama mahlukatın en büyüğüne karşı dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur...” [74] (74. Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 1/50).
Aslında bütün güç ve kuvvetin baskı unsuru olarak kullanıldığı, Hakk’ın ayaklar altında çiğnendiği bir devirde, duygu ve düşünce istikametinin ve insan olma onurunun muhafaza edilmesi çok önemlidir. Binaenaleyh neslin terbiye-i Kur’âniye ile terbiye edilmesi ve ahlâk-ı Kur’âniye ile ahlâklandırılması; ahlâklandırılıp daima Hakk’a taraftar hale getirilmesi, en aşılmaz güçler, kuvvetler karşısında dahi sarsılmayacak bir kıvama ulaştırılması milletçe varlık ve bekamızın en önemli esasları olduğu kanaatindeyim. Zira, hem duygu ve vicdan aleminde hem de realiteler dünyasında ideal toplum örneği sadece Kur’ân sayesinde gerçekleşmiştir. Denebilir ki, bin seneyi aşkın bir zaman dilimini ışıklandıran ve emin ellerle temsil edildiği sürece hep göz kamaştıran o mükemmel İslâm toplumu Kur’ân’ın aydınlık ikliminde neşet etti. Bu toplumun ortaya çıkışı, tarihin akışını değiştirişi insanlık alemlerinin en hayretengiz hadisesi olmuştur. Bu mükemmel toplum ve onu meydana getiren fertler, hiçbir düşünce, hiçbir felsefî cereyanla zihinlerini bulandırmamış, Kur’ân’ın dupduru kaynağından beslene beslene böyle bir kıvama gelmişlerdi. Peygamber Efendiniz'in (sav) ahlakı, huyu Kur’ân’dı; ona iktida edenler de Kur’ân’ı duyuyor onu yaşıyor ve onunla yeşeriyorlardı. Kur’ân’la irtibatlı göründükleri halde böyle bir mükemmeliyet sergileyemeyenler, onun ruhuna nüfuz edememiş sathi ruhlar ve sathi düşüncelerdir.
Kur’ân’ı anlamak ve onunla dirilmek onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Sadece onun ibare ve lafızlarıyla oyalananlar –Allah bilir- sevap kazansalar da sevaba açık bir cemaat haline gelemezler. Kur’ân’la münasebetimiz açısından asıl mesele, kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelerek benliğimizin bütün buutlarıyla onu duymaktır. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birden bire yeşeririz. Ayetlerin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer, ruhumuzun atlasını temaşa ettiğimiz aynı anda göklerin haritasını müşahede etme ufkuna ulaşırız.
Bana göre yeni bir nesil, ancak buna denk bir atmosferde oluşturabilir.. ve derken bir “salih daire” süreci başlar; Kur’ân bütün esrarını sinelerimize boşaltır.. ve böyle bir zenginlikle ilimden imana, imandan marifete yükseldikçe, ona muhatap olma seviyemizin farklılaşmasıyla daha bir iç derinliğe ulaşırız; ulaşır ve Allah Teala’nın sözlerindeki enginliği daha bir farklı kavrarız. Evet, aksiyon öncelikli ve pratik eksenli Kurân talebeliği, onun bize açılması için biricik yoldur. Aksine, Kur’ân’a karşı irtibat ve saygımız şekilde kalıp öze inemediği sürece de ona yakınlık içinde uzaklıklar yaşarız. İnsanlar, Kur’ân’ın ruhundan, onu hayata hayat kılma zenginliğinden mahrum kaldıkları sürece, gerçekten mahrum ve talihsiz sayılırlar. Kur’ân’la münasebette işin esası, bilginin ötesinde bütün insânî sistematiğin harekete geçirilmesidir. Elde edilen bilgilerin birer muharrik güç haline getirilerek, Kur’ân’dan anlaşılan şeylerin şartlar, durum ve atmosfere göre realize edilmesi bir esastır. Bu yapıldığı taktirde, insan yaratılış gayesi çizgisinde yerini alacak ve zebil olup gitmekten kurtulacaktır.
-
Cevap: çekirdekten çınara
4. Terbiyeyi Her Yaşta Devam Ettirme
Bir hakikati, bir düşünceyi ikame etmek, yerleştirmek başkadır, devam ettirmek daha başkadır. Binbir ihtimamla teessüs ettirilmiş nice mefkûre ve ona bağlı müessese vardır ki, kuruluş ve işleyiş şartları itibariyle herhangi bir kusur söz konusu olmasa da, devam adına gerekli olan hassasiyet gösterilemediğinden iki adım ileriye gidilememiş; hatta bir kısım “şerrü’l-halef”ler yüzünden teessüsüyle yıkılış sürecinin başlaması bir olmuştur.
Evet bir şeyi inşa etme çok önemlidir. Ne var ki, inşa edilen her ne ise onun idamesi ve geliştirilmesi ondan daha önemlidir. İlk Müslümanlar, daha sonra da bizim milletimiz, bir topulum ayakta tutabilecek dinamiklerin cemiyete mal olması, sonra da korunup kollanması mevzuunda fevkalade titiz davranmış aklî, mantıkî, hissî hiçbir boşluğa meydan vermedikleri gibi, bilip inandıklarını hayata geçirme konusunda da asla kusur etmemişlerdi. Elbetteki bununla ferdî kusurları kastetmiyorum. Maksadım sıhhatli toplum ve onun istikbal vadetmesi için gerekli olan esaslardır Daha sonraları ise, bizim gibi bazı mirasyediler, ya da meselenin ruhunu bilmeyenler ve İslâmî konuları sadece bir yönüyle ele alanlar, işi temelinden bozduk ve bize emanet edilen tarihi mirası geliştiremedik; hatta bir manada kuruttuk.
a. Şerrü’l-Halef Olmama
Kur’ân-ı Kerîm’de, “kulumuz İdris’i, İbrahim’i hatırla”, “Kitap’ta İbrahim’i, Musa’yı, Meryem’i vb. an” şeklinde, çeşitli nebilerin durumlarını bize peşi peşine sıralayan ayet-i kerimeler bulunmaktadır. (75) (Bkz: Meryem, 19/16,41,51,54,56) Kur’ân-ı Kerim, Meryem süresinde bu seçkin insanların hususiyetleriyle beraber açtıkları çığırları da anlattıktan sonra şöyle buyurur:
“Nihayet onların peşinde öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı zayi ettiler; nefislerinin arzularına uydular. İşte bu yüzden de ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem, 19/59)
İşin mebdeinde Hz. Nuh, Hz. Adem, Hz. Musa, Hz. Mesih, hatta Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm Muhammed Mustafa (sav) olabilir. Şayet onlardan sonra gelenler şerrü’l-halef, yani onlara ters dönmüş, dolayısıyla da namazı zayi eden –dikkat edilirse, namazı terk eden demiyor- kılarken kılmıyor sayılan, Allah’a yakınlık vesilelerini uzaklık unsurları gibi kullanan, huzurda gaybûbet yaşayan; bu yetmiyormuş gibi kalkıp şehavâta yani cismânî arzularına uyan, dini kendi hevâsına göre yaşayan kimseler ise, yolun başlangıcındaki büyük insanların büyüklüklerinden yararlanmaları mümkün değildir.
Bizden evvelkilerin kaybettiği aynı noktada biz de kaybetme durumuyla yüzyüzeyiz. Namaz kılmak ağır geldiği için namazsız bir Müslümanlık, oruç zor olduğu için oruçsuz İslâmiyet ve cismânî arzulara uymada hudut tanımayan bir din anlayışı. İşte dünü de bugünü de kirleten mülevves düşünce!
Oysa ki mümin, her haliyle hem imanın, hem emniyetin hem de Hakk’a teslimiyetin temsilcisi demektir. Evet o, Allah’a inandığı gibi, O’nun huzurunda iki büklüm ve yasakları karşısında da tir tir titreyen insan demektir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
b. Namaz Kılmanın Önemi
Rasulü Ekrem (sav) kutsî bir beyanında: “Namazımızı kılan, kıblemize yönelen ve bizim kestiğimizi yiyen bizdendir.” [76] (Nesei, İman 9; Buhari, Salât 28). Şimdi lütfen siz de buyurun bunun mefhum-u muhalifini düşünün.!
Başı secdesiz, vicdanı paslı, insanlara karşı saygısız, anarşi çıkaran, nizam düşmanlığı yapan, devlet otoritesine karşı savaşan ve ülkede anarşiyi ikâme etmeye çalışan bu hevâ ve hevesin çocuklarını siz kimden sayacaksınız!? Siz kimden sayarsanız sayın, böyle insanların Hz. Muhammed'in (sav) daire-i kudsiyesi içinde yerleri yoktur.
Evet namaz çok önemlidir; biz de o konuda müteyakkız olmalıyız. Namaz kılmayanı Rasulü Ekrem (sav) ortada bir insan olarak göstermişti. Hele konu iman ise o daha değişiktir. Bu durum bu hadiste şöyle anlatılır: “Sen inanıyor musun?” der. O da inanmadığını söyleyince, “senin yardımın bana lazım değil” buyurur. [77] (Müslim, Cihad, 150, Tirmizi, Siyer 10; Ebu Davud, Cihad 153).
Evet, iman müminleri sahil-i selamete götüren bir gemi, namaz da onun en hayâtî unsurudur. M. Lutfi Efendi’nin dediği gibi “Namaz dinin direğidir, nurudur, sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin piridir namaz...”
Allah Rasulü (sav) bir başka hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyururlar: “Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazlarıdır.” [78] (Buhari, Mevâkî t, 20; Müslim, Mesâcid, 252; İbni Mace, Mesâcid, 18) Şimdi biz, acaba bu namazları aşk u şevk ile kılabiliyor muyuz? Bana kalırsa, nifak duygusuna karşı gerçek tavrın adı namazda aşk u şevktir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
7. BÖLÜM
Kur'ânî ve Kur'an Dışı Terbiyenin Mukayesesi
Bu bölümde terbiye konusunu temel itibariyle “Kur’ân dışı terbiye, Kur’ân dışı ahlak, Kur’ân dışı yol ve yöntem”, bir de “Kur’ân dışı ahlak, Kur’ân dışı yol ve yöntem”, bir de “Kur’ânî yol ve yöntem” olarak ikiye ayırıyoruz.
Kur’ân, insanı nasıl ele alır? Ferdi nasıl tanır ve tanıtır?. Ve onun nasıl olmasını ister? Bu hususları işlerken Kur’ân’ın, “Müslüman” dediği kimsenin portresini çizmeye çalışacak ve konu ile alakalı bazı prensipleri sıralayacağız ki, bu Müslümanların teşkil ettiği topluma da ideal toplum diyeceğiz.
a) Fert olarak,
b) Cemaatin bir rüknü olarak,
İki tür konumu söz konusudur. Her şeyden evvel cemiyetin salâhının, ferdin salâhına bağlı olduğu açıktır. Öncelikle fert maddeten ve mânen sağlıklı olmalıdır ki toplum da sıhhatli olabilsin. Ferdin sıhhati, onun akîdesinin sağlamlığı, amel-i sâlihaya bağlılığı ve muâmelâtının şer’-i şerîfe uygunluğu ile ölçülür. [79] (Bkz: Bediüzzaman, Sözler, 12. Söz).
1. Kur’ân Dışı Terbiye
a. İnsanları Firavunlaştırır
Kur’ân dışı terbiye, bugüne kadar görüldüğü şekliyle fertleri zilletleri içinde potansiyel bir firavun yapmıştır. Evet, firavunluğun iki yönü vardır. Bir yönü itibariyle güçlü, kuvvetli olma durumu ki işte bu durumda o “saldırgan, cebbar, zalim, hodfuruş ve bencildir.” Diğer yönü itibariyle zayıf ve iktidarsız olma halidir ki, bu zaviyeden de o, başkalarının ayağını öpecek kadar zelil, zavallı ve sefildir. Bu durum, sadece Hz. Musa’nın karşısındaki firavun için değil, tarihteki bütün firavun meşreplerin ortak vasfıdır. Bu kabil firavunların en mebzul olduğu çağ da bu çağ olsa gerek. İşleri düştüğü zaman veya çıkarları söz konusu olduğunda karşınızda iki büklüm olur, zilletle kıvranır ve ayağınıza kapanırlar; ayaklarını sağlam bir yere bastıkları ve kendilerini güçlü hissettikleri zaman da saldırgan vahşi, hodbin ve hodfuruş kesilirler. Bu, “iki yönlüğün” ifadesi olarak bunlar firavun ve nemrudlukla anılırlar.
Firavunlaşan insanların bu çarpık psikolojisini, Kurân şöyle resmedir: “Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: Ben, sizin en yüce Rabbinizim! Dedi.” (Nâziât/23-24)
Bu, onun tefer’un ettiği, ordusu ve etrafıyla kendisini büyük gördüğü andır.
Onun bir de alçaldığı, zillete düştüğü hali vardır. Bu haliyle o zelillerden daha zelil ve sefillerden daha sefildirki, onun o esnadaki ruh halini de Kurân şöyle tasvir eder:
“Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, (Firavun:)“Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!” dedi” (Yunus/90)
Gönülden söylemediği, söyledikleri onun riyâkârca çığlıkları olduğu, duygu, düşünce ve ifadelerinde samimi olmadığı dikkatle bakılınca hemen anlaşılır. İhtimal eğer o anda olsun doğru söyleyip istikamet içinde hissiyatını ifade etseydi, Allah (cc) onun imanını kabul edebilirdi. Samimi olmadığı ve sıkıştığından ötürü dua ve yöneliş adına Allah (cc) bu canhiraş çığlıkları kabul buyurmamıştı. İşte bu, tipik bir firavunluktur. Günümüzde yüzlercesiyle karşılaşırsanız bunların. Makam ve mansıpları adına kapınıza kadar gelir el-etek öperler; işleri bitince de çeker giderler.. gider de sizi “nesyen mensiyya” (80) (Manası, “Unutulup gitmiş” demek olup bu şekliyle Kur’ân’da da geçmektedir. (Meryem, 19/23)). vefasızlığına mahkum ederler. Doğrusu siz her zaman bu tür insanların, sizin milli problemleriniz, dininiz, imanınız, diyanetiniz ve neslinizin terbiyesi gibi.. konularda hiç mi hiçbir çabada bulunmadıklarını ve sadece göz boyama nevinden sizi aldatmaya çalıştıklarını acı acı müşahede eder ve bunlardan tiksinirsiniz.
Kur’ân dışı terbiyenin terbiyezedeleri, belki bütün hususiyetleriyle firavun değillerdir. Biz de işin bu yanını nazara alarak hassas ve titiz davranıp bu tür hareketlere “firavun ahlâkı” demekle iktifâ ediyoruz. Bazen bir müminde firavun ahlâkı, bir kafirde de Musa ahlâkı bulunabilir. Müminde firavun ahlâkı temâdî edip giderse; o mümin –Allah (cc) muhafaza buyursun- neticede firavunlaşabilir. Ahlak-ı hamîdeden Musa ahlâkına sahip bir insan da neticede, belki bir gün Hz. Musa yörüngesinde seyahat edecek duruma gelebilir. Evet Allah (cc) insanların boyuna-posuna, endâmına, ırkına, sınıfına değil; kalbine, kalbî hayatına, takvasına, zühdüne; tek kelimeyle keyfiyet ya da evsâfına bakmaktadır.
Bu konuda Hz. Peygamber (sav) şöyle buyururlar: “Allah (cc) sizlerin ne cisimlerinize ne de suretlerinize bakar. O, sizin kalblerinize nazar eder.” [81] (Müslim, Birr, 33; İbni Mâce, Zühd, 9).
-
Cevap: çekirdekten çınara
b. İnsanlar Muannid ve Mütemerrid Yapar
Kur’an dışı bir terbiye ile yetişmiş insan, mağrur muannittir. “İzzet-i nefsim, onurum, gururum” der ve bu uğurda nice hakkı ve nice değeri tereddüt etmeden ayağının altına alır. Halbuki insana “inat hissi” hakta sebat ve inandığı davadan dönmemek için verilmiştir. Evet her türlü mal, mansıp, câh ve her türlü nimetten mahrum edilseniz dahi bildiğiniz ve inandığınız davadan dönmemek için Allah, inat duygusuna esas teşkil eden bir hissi sizi güçlendirmiştir. Ne var ki siz, sû-i istimal ederek bu hissi, yanlış hususlarda hem de ısrarla kullanırsanız, yararlı olan o duygu zararlı bir hale inkılab eder. Böyle bir ahlâk içinde temâdi ise –Allah (cc) muhaza buyursun- bir sukut başlangıcıdır. Neticede böyle bir huy insanı firavunluğa sürükler. Öyle ki artık bu ahlakta olan bir insan, karşısında “hakk”ı görse bile kabul etmez ve en küçük bir menfaat karşısında iki büklüm olmadan da geri kalmaz. Geçmişte de günümüzde de durum aynıdır ve değişmemiştir.. evet Kur’ân dışı, Kitabullah dışı terbiyenin ruhlarda hasıl ettiği şey dün ne ise bu gün de odur. Biz aydınlar diye söze başlayan, herkese tepeden bakan, kendi gibi düşünmeyenleri insanaltı varlıklar gören, güçsüz ve zayıf olduğu zaman sünepeleşen, imkan ve iktidara ulaştığı zaman kendi gibi düşünmeyenlere hakk-ı hayat tanımayan bir sürü firavun var günümüzde... Bazı şartlar ve hususi durumlar istisna edilecek olursa karakter bakımından bunlarla eskilerin bir birinden farkı yoktur. Kur’ân dışı terbiyede sadece karnın doyurulması, nefsin hevesatının tatmin edilmesi söz konusudur. Onlar insanlığın saadeti derken, sadece nefislerinin ve hevesatlarının tatminini düşünürler. Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç, Hollanda gibi bir kısım memleketler iktisâdî durumlarını düzeltmiş ve kendi cemiyetlerini huzura, saadete kavuşturmuş olduklarını düşünebilirler. Onlara göre, ütopya yazarlarının tasvir ettikleri ideal dünya gerçekleşmiş demektir. Biz gerçek huzur ve saadeti, imanda ve İslâm’da görüyoruz. Onlar ise huzur ve saadetin, ekonomik durumun mükemmeliyeti ve iktisâdî bütün problemlerin giderilmesine bağladıklarından mutluluğu maddi refah neticesi olarak görmektedir. Yani cüzdan dolaysa, devletleri de güçlüyse toplum huzurlu demektir.
Ancak yığın yığın intiharların ve yeni yeni felsefî sistemlerin ortaya çıkması, her gün ayrı bir kılık ve kıyafetteki huruç hareketleri, değişik düşüncelerle kendilerini tatmin etmeye çalışmaları gösteriyor ki, bu toplumlarda çok ciddi bir tatminsizlik ve huzursuzluk bulunmakta ve mutlak saadet için madde refah yetmemektedir. Buna “avuntu felsefesi” de diyebiliriz ki, iyi yer, iyi giyerse o mesuttur, bahtiyardır. Zaten bu felsefi karnını doyurmaya, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin etmeyi, ferdin gayesi olarak görmektedir.
-
Cevap: çekirdekten çınara
c. Hedefi Menfaattır
Kur’ân dışı terbiyenin hedefi menfaattir. Bütün mücadelerin esası başka değil menfaattir. Bir iş yaptığınızda, “bu işin sonucunda maddi olarak ne elde edeceksiniz?” sorusu hep bu gibi kimselerden gelir. Yine bunlar, her şeye maddiyatçı bir gözle baktıklarından, “şimdiye kadar namaz kıldınız da devlet mi yükseldi; oruç tuttunuz da millet refaha mı kavuştu?” derler. İşte bu mantalitedeki kimseler hiçbir zaman hak ve hakikat adına konuşan, imanın, Kur’ân’ın müdafaasını yapan birini hazmedemezler veya anlayamazlar. Buna da isterseniz “Kur’ân’ın müdafaasını yapan birini hazmedemezler veya anlayamazlar. Buna da isterseniz “Kur’ân dışı olmanın kabalığı” diyebilirsiniz.
d. Hayatları Mücadele, Diyalektik ve Demagojiye Dayalıdır
Menfaatin en önemli özelliği, her arzuya kâfî gelmediğinden o uğurda boğuşmasıdır. Hedefi menfaat olan her toplum, mevcut menfaatler bütün arzuları kâfi gelmedi için ardı arkası gelmeyen, müteselsil boğuşmalara, vuruşmalara sebebiyet verir. Kapitalizmden komünizme, sosyalizmden faşizme kadar sonunda “izm” bulunan bütün sistemlerin içinde bulundukları durum, işte bu çerçevedeki menfaat mücadelesidir. Hatta bu mantığa göre gerekiyorsa başkasının mâmelekine el koyma, bir yolunu bulup onun her şeyini almak da caizdir. Evet menfaat üzerine müesses veya menfaatin hedef alındığı kur’ân dışı sistemlerde yaşamak için en mühim bir düstur çarpışmaktadır.. güçsüzün elenip gitmesidir ve yaşamanın muktedirlere has bir imtiyaz olmasıdır.
Bunu biyolojiye tatbik ettiğiniz zaman, karşınıza Lamark veya Darwin’in teorileri çıkar. Tekamül nazariyesinde “istifa-i tabîi” ya da “dehrin hadiseleri karşısında mukavemet edenler yaşama hakkına sahiptirler” gibi çarpık esaslara dayandırılan bu sistemler gerçek insânî değerleri yerle bir etmişlerdir. Bu prensibe inananlara göre, devletler ve toplumlararası konularda da muhite müsait olan, hadiselere karşı koyabilen hayat mücadelesinde üstte kalanlar yaşama hakkına sahiptirler. Her şeyi “hayat bir cidalden ibarettir” esasına göre hayvanat aleminden nebatat alemine kadar bütün varlıkların birbiriyle münasebetlerini vuruşmaya, kavgaya bağlayan bu anlayış, insanların hal-i hazırdaki hallerini de cidalin bir neticesi olarak görmekte ve birbirini yemeyi meşrû saymaktadır.