-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bunlarla iftihar ediyorum"
"Yine bir gün Isparta'da odasında idik, jet uçakları geçmişti evin üstünden. Gürültülerini duymuştuk. Hazret-i Üstad derinden derine sevinçli bir halde şöyle buyurdu:
"Ben bunlarla iftihar ediyorum. Benim nev'imin icadı olduğu için, sair kainat kardeşlerime karşı nevimin hesabına iftihar ediyorum.'
"1951 sonbaharlarında Eskişehir'de hizmetinde bir müddet bulunduktan sonra Hazret-i Üstad, tekrar beni Ankara'ya gönderdi ve havacılardan Başçavuş Ahmet kardeşi hizmetinde bulundurdu. O zaman Eskişehir'de çok canlı bir cemaat mevcuttu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Şeyh Hacı Hilmi Efendi"
"Muttalipli Şeyh Hacı Hilmi Efendi, Hazret-i Üstadımıza yakından alakadardı. Hem o, hem Çalışkan'ların babaları Şeyh Hacı Ali Efendi gibi Konya civarlarında da Seydişehirli Hacı Abdullah Efendinin mensupları, umumiyetle Nur'a talebe olmuşlardı. Hazret-i Üstad bu merhum büyük veli zatı rahmetle yad ederdi. Ve 'Seydişehirli Hacı Abdullah Efendinin bütün mensupları benimle alâkadardır. Risale-i Nur'a âlakadarlık gösteriyorlar' derdi. Bir gün Hz. Üstad, odanın anahtarını bana vermişti. Kapıyı da onun emriyle kilitlemiştim. Ben dışarıda iken Hacı Hilmi Efendi gelmiş, sonra geri gitmiş. Hz. Üstad, 'Bunda bir hikmet var' dedi. Sonra geri geldi, görüştüler.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Gençlik Rehberi davası için Üstad İstanbul'a geldi"
"Ben Ankara'ya gittikten bir müddet sonra Hazret-i Üstadımız, Isparta'ya gitmişlerdi. Orada Hüsrev Ağabeyin oturduğu evin üst kısmında bir müddet ikamet buyurduktan sonra, Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul'a geldiler. Hanımlar Rehberi'ndeki "Hasbihal" ve Nur Âleminin Bir Anahtarı'ndaki mektup o senede bir kısmı Isparta'da, bir kısmı da İstanbul'da neşredilmiştir.
" İstanbul Mahkemesi ve o sebeple İstanbul'da ikameti, çok hizmetlere medar olmuştur. Kendileri bu husus için, Nur Âleminin Bir Anahtarı'nda dercedilen bir mektubunda şöyle der:
"Size bütün ruh'u canımızla müjde veriyoruz ki, Nurculardaki tam ihlâs ve hakiki sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nur'un fütuhatları oluyor...
"Meselâ, Isparta'dan buraya mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki; yalnız bu meselede ve yalnız Rehber'e ait ve yalnız benim sahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete, iki bin banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin... Said Nursî.'
"Gençlik Rehberi Mahkemesi, üniversite talebesi Muhsin Alev'in aynı eseri tab etmesinden dolayı açılmıştı. Hazret-i Üstadın İstanbul'a teşrifleri İstanbul âfakında heyecan ve sürur uyandırdı. Yeni nesil, gençlik arasında büyük bir sevgiyle karşılandı. Nur'ların bundan sonra daha da intişarına, inkişafına, okunmasına ve yayılmasına vesile oldu. İstanbul, çok cihetlerden merkeziyet arzeden bir beldedir. Bilhassa her türlü neşriyatın merkezidir. Elbette Risale-i Nur burada, İstanbul'da, merkezî bir hüviyetle varlığı, neşri, hizmeti, umum Anadolu'ya, dünyaya, Nur'un sesini duyurması noktasından ehemmiyetli idi.
"Hz. Üstad Ankara, İstanbul, Urfa ve Diyarbakır gibi yerlerle bizzat alakalanmış, kendisine hizmet merkezleri kabul etmiştir. Her birisi merkezi bir mana taşıyordu. Bu itibarladır ki, bu merkezlerde çalışan, hizmet eden Nur talebelerine Hz. Üstad ayrıca önem verirdi.
"O zaman İstanbul'da Hz. Üstadın eski talebelerinden çoklar vardı. Ve Denizli hapsinde yatan Van'daki eski talebelerinden Seyyid Şefik Efendi ve Gönenli Mehmet Efendi ve Medresetü'z-zehra erkânlarından Refet Bey ve Hafız Emin gibi talebelerinden çoklar vardı.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Hz. Üstadımız talebelerine metanet bahşeden iltifatlarda bulunurdu"
"Yeni Said'in, yani Hz. Üstadın artık son hayatının, son hizmet devresinin hâdim ve naşirlerinden de Cenab-ı Hak fedakâr genç Saidleri ihsan buyurmuştu. O zaman İstanbul'da başta Ahmet Aytimur, Ziya, Abdülmuhsin olarak Üzeyir, Galib, Hakkı ve Mehmet Fırıncı gibi genç Saidler hizmet-i Nuriyeyi omuzlamaya başlamışlardı. Sonra Mehmed Emin Birinci de İstanbul'daki hizmete dahil oldu.
"Hz. Üstadın İstanbul'a gelişleri ile yeni hizmet ve yen bir neşriyat kadrosu da, Rahmet-i İlahiye tarafından ihsan ediliyordu. Lillahilhamd hem İstanbul, hem Ankara, hem Urfa ve Diyarbakır gibi Nur'un hizmet merkezleri meydana gelip kısa bir zamanda her tarafa Nur'un yayılmasına vesile oldular. Hz. Üstadımız muhtelif vesilelerle görüştüğü Nur hadim ve naşirlerine, talebelerine gayret, sabır, metanet bahşeden iltifatlarda bulunurlardı.
"Üstadımız duaları, teşvik ve terğipleri ise, hizmet edicilere ruh hükmüne geçmiştir. Çünkü onun mübarek nefesi, hayat bahşeden bir tiryak gibi idi. Bakışı da, nazarı da aynen öyle... İşin aslı zaten, bir ruh-u kudsînin ayrı ayrı teveccühleridir. Üstadımız Ahmet Aytimur'a defaatle;
"Seni on şeyhülislâm yerinde, on fetva emini Ali Rıza yerinde kabul ediyorum' diye iltifatta bulunurdu. Mehmet Fırıncı'ya da bir gün, İstanbul'un Hüsrev'i demişti. Her bir talebesine böyle iltifatları olur, onlara sarsılmaz bir metanet kaynağı lütfederdi. Ben şimdi hepsini hatırlayamıyorum ve bilemiyorum. Hz. Üstad, görüştüğü ve ziyaretine gelenlere, talebelerine her birisine böylece ayrı ayrı tebrik ve iltifatlarda bulunurdu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Nur'un en büyük kahramanı"
"Üstadımızın bu şekil talebelerine iltifatkar sözleri, yabana atılacak (hâşâ) kuru laflar değildir. O mühim zamanlarda, talebelerini azami fedakârlığa sevkeden birer İlâhi tecelli idi onlar... 1958 Ankara mahkemesinde avukatımız olan ve sonra Hz. Üstadın da avukatlığını üzerine alan Bekir Berk'e;
"Nur'un en büyük kahramanı, Nur'un en büyük kahramanı' vesaire iltifatları, bilâhare 1971 İzmir mahkemesinde Savcı Nureddin Sayer'in Hz. Üstada, Nur'a ve Nurculara çok dehşetli hücumu esnasında, Bekir Berk'in pervasız çıkışı ve Üstadı kahramanca müdafaası gibi sair fedakarane hizmetleri, Hz. Üstadımızın beyanlarını teyit etmiştir.
"Isparta Mebusu Dr. Tahsin Tola anlatıyor:
"1956'dan sonra Risale-i Nur'un resmen neşri gibi hizmetlerin ifası zamanında, Hz. Üstadı Isparta'da ziyaret etmiştim. Çok iltifatlarda bulundu. Ve ' Hatta aynen yanımdakilerle berabersiniz. Bana öyle deniyor' gibi cümleler mübarek lisanından dökülüyordu.'
"Bütün bunlar, gerçekte var olan, nefsülemirde mevcut olan, bir kudsi hakikatın tereşşuhatlarıdır. Veya Hz. Üstad öyle kabul ediyor, dua ediyor ve temenni ediyordu. Aslında malum olduğu üzere, Cenab-ı Hakkın nazar-ı takdiri ve kabulü esastır. Ve bu daire hayattar, ruhani, nurani bir dairedir. Herkes ihlasına, sadakat, sebat ve fedakârlığına göre, hakikat âlemine ne aksederse, ona nail olur. Hz. Üstadımızın iltifatları, o hakikatlerin bayanıdır. Veya bir dua-yı manevidir veya bir temennidir veya hayattar bir ricadır. Cenab-ı hak öyle kabul eder, Allahu âlem. O kudsi ruh, ayrı ayrı kabiliyetleri böylece çalıştırmşır, hakikat canibine sevketmiştir. Cenab-ı Haktan bütün Esma-yı Hüsnasını şefâatçı yaparak niyaz edip yalvarıyoruz ki, bizi ihlas-ı etemme nâil buyursun. Sırat-ı müstakimde hak ve hakikat yolunda ve onun bu asırdaki tezahürü Risale-i Nur dairesinde kemal-i sadakat ve metanetle daim yürütsün ve rıza-yı kudsîsine ulaştırsın. Amin, bihürmeti seyyidi'l-mürselîn.
"Malatya hadisesi diye adlandırılan Ahmet Emin Yalman'ın yaralanma hadisesi, dindarlara, milliyetçilere karşı cephe almaya vesile oldu. O sebeple geniş tevkifat başladı. Demokratları iğfal ettiler. Bütün milliyetçi kadroları tasfiyeye, şubelerini kapatmaya başladılar. Ve bunun neticesi olarak geniş dairede intibaha başlayan milliyetçi, mukaddesatçı cereyan geri çekildi ve Demokratların ileride başını yiyen solculuk gayretleri meydan bulup, fırsat bulup yeniden canlanmaya başladı. İktidar partisinde bulunanlar sağ, sol ikisine de çatmaya başladılar Hz. Üstad Bediüzzaman bu hususta ikazlarda bulundu. Sağa çatmanın sola yardım olacağını ihtar etti. İşte o ikazlardan birisi budur:
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Küfür ile iman ortası yoktur"
"Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi, ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. 'Sağ İslâmiyet, sol komünistlik; ortası da nasraniyet' diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.
"...İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri gibi sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikatı tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur'an ve îman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını Rahmet-i İlâhiyeden niyaz ve rica ediyoruz... Said Nursî.'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Malatya Hâdisesinin tesirleri"
"Malatya Hâdisesinin tepkileri mukaddesatçı muhitte, yani umumiyetle Türk milletinde büyük oldu. Bir tek Ahmet Emin Yalman'a kurşun sıkılması, sanki hükümet siyasetinin ve devlet idaresinin yön değiştirmesine sebep olup 27 yıllık ceberut idareden sonra bir parça nefes alarak varlığını duyurmaya kalkışan milliyetçi, mukaddesatçı, hürriyetçi çevreler, susturulmaya başlandı. Göz dağı verildi. Tevkifler başladı. Ve Başvekilin o malum Gaziantep nutku, Demokrat Parti'de bulunan dindar Demokrat mebusları da hedef alan ve milliyetçi çevrelerde, 180 derece yön değiştiren bir üslûp ve davranış olarak kabul edildi. Zaten idarî iktidardan düşmemiş olan eski zihniyet, Demokrat reislerin bazı desise ve iğfalata, tahrikata kapılarak yaptıkları hareketler ve galeyanları neticesi, tekrar kuvvet buldu. İrtica irtica diye vaveylaya başlayan solcular, dindarlara ve dolayısıyle Demokrat idareye karşı hücuma geçti.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Hakiki irtica nerede ve kimde"
"O zaman Hz. Üstadın, 'Kardeşlerim! Sizce münasip ise, Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır' başlığı altında kaleme alıp neşrettiği mektubu, dindarlara irtica ithamlarına çok yerinde bir cevaptır. Hz. Üstad bu yazılarıyle hakiki irticanın nereden ve kimde olduğunu ortaya koyuyor. Gönül isterdi ki, Emirdağ Lahikası'ndaki o mektubu, olduğu gibi aynen dercedeyim. Siyasîler, idareciler, ehli maarif herkes okusun da, o zamanlarda gerçeği haykıran ve az zaman sonra, hadiselerin kendini te'yid ettiği (lisanü'l-hak) Hz. Üstad anlaşılsın. O mektubun mukaddemesinde diyor:
"Kırk seneye yakın siyaseti terkettiğimden, ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden 'Üç Nokta'yı beyan edeceğim:
"Birinci nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir 'irtica ile itham' kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat'iyyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarâne bir itham ile ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i îmaniye cihetiyle, değil dini siyasete âlet yapmak; belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla; tâ İslâmiyetin kuvvet-i mâneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim Avrupa'nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak 'irtica' damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci nümunesi: Bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak ikinci noktada beyan etmek zamanı geldi. Menşeleri iki kanun-u esasiye istinad eden iki irtica var... ilâ âhir.'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"En büyük ispat"
"Malatya Hadiselerinin neticeleri Nur dairesinde de görüldü. O zaman Samsun'da Büyük Cihad adiyle haftalık bir gazete çıkıyordu. O zaman Hz. Üstaddan gelen mebuslara, heyet-i vekileye hitaben yazılan bazı yazıları o gazeteye gönderiyorduk. O gazete, Hz. Üstadın bir yazısının başına ve sonuna ilave notlar koyarak neşretmiş, yazının başlığına da 'En büyük ispat' koymuş. Demokratların aleyhine, 'İşte Said Nursi'ye yapılan bu muameleler Demokratların din lehinde olduğunu tekzip ediyor' diye ilâve koyuyor. Bunun üzerine savcılık harekete geçerek. Hz. Üstadın ifadesini almak üzere Emirdağ'a talimat yazmış. Ben o ifade zamanında Emirdağ'da Hz. Üstadın yanında idim. Savcılıkça ifadeye geldiler. Ben baktım ki, bizim Ankara' dan gönderdiğimiz yazı. Hz. Üstadımızın ifadesinde; mebuslara hitaben şekva tarzında yazdığını, Samsun'da Büyük Cihad'a birisinin göndermiş olabileceğini ifade buyurdu. Ama ben de Hz. Üstada demedim, 'Ben gönderdim diye... Bizim gönderdiğimizi manen biliyordu kanaatindeyim.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Samsun'da açılan dava"
"Sonra ağır ceza mahkemesine Samsun'da dava açılmış; hem Üstadımız aleyhine, hem gazete müdürü aleyhine... Gazetenin Neşriyat Müdürü Hüseyin Yücel tevkif edilmiş haberini duyduk. Sonra beni tekrar Hz. Üstad Ankara'ya gönderdi. O zaman Hacıbayram yakınlarında tek bir oda tutmuş, orada kalıyordum. Teksirle neşredilen eserleri yeni ve eski isteyenlere veriyorduk. Fakat takibat altında idik. Samsun'da gazete idarehanesinde yapılan aramada bizim mektuplarımız ele geçmekle telgrafla bizim de tevkifimize karar verilmişti. 19 Şubat 1953 günü tevfik edilerek Samsun'a sevkedilmek üzere Ankara Cezaevine gönderildik. Dokuzuncu koğuşta, kule altında, bir aya yakın kaldık. Kule altında komünizmden mahkûm bir öğretmen ve Ticani Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve o zamanda Ticani hadisesini planlayan ve ikinci adam olarak bilinen Kâmil Tunalı ile bir kaç Müslüman vardı. Bir de Mehmet İzzeddin adında Urfalı, meczub, mübarek bir derviş de bulunuyordu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Ticanî hadisesi ve Pilavoğlu"
"Yanımda İkinci Şua gibi birkaç risale vardı. Onları yazıp okumakla vakit geçiriyordum. Kemal Pilavoğlu, Hz. Üstad hakkında, daima müsbet kanaat izhar ederdi. Tasavvufî tabirlerden olarak, 'Bekabillah mertebesinin 9. derecesi ki, son derecesidir. Velayetin son hudududur. Said Nursi o mertebededir Gavs-ı Âzam Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri de aynı mertebede idi' diye beyanda bulundu. Bir gün kendisine İkinci Şua'dan bir miktar okumuştum. Dinledi ve 'Siz, Said Nursi Hazretlerinin tasavvufla alâkası olmadığını söylüyorsunuz Halbuki şu hakikatler bile o zatın kainatta Esma-i İlahiyeyi müşahede ettiğini gösteriyor' demişti. Velhasıl, bu merhum zatla zaman zaman konuşurduk. Kâmil Tunal'dan uzun uzun şikâyet etti. O da karşımızda yatak üzerinde zikir ve cezbe halindeydi. Kemal Beyden ziyade taassup gösterirdi. Kemal Pilavoğlu o neşredilen 'Nur Saçan' imzalı ve heykellerin kırılmasını tavsiye eden mektubu, kendisinin yazmadığını, haberi olmadığını, Kâmil Tunalı'nın yazıp etrafa gönderdiğini, sonra muttali olduğunu ve arada bir kaç hadise zuhur edince kendisini çağırıp ikaz ettiğini, 'Git emniyete teslim ol, kendin yaptığını söyle' dediğini, fakat maalesef aksini yaptığını, 'Ben ona emniyete teslim ol dememişim' gibi daha çok tahribatta bulunduğunu şikavetvâri, acı acı anlatmıştı. Hattâ bir ara, 'Said Nursi'nin takdir edilecek bir hususiyeti de, bizim gibi böyle meczublarla meşgul olmamış, mekteblileri, gençliği irşada çalışmış' diye sitayişle beyanda bulundu. Ve kendisi de tahliyeden sonra mesaisini daha ziyade eser telifine verdi.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Kur'ân-ı hikemiyatını Said Nursî gibi ifade edene rastlamadım"
"Bir gün Dokuzuncu Koğuşa hapishane savcısı ile bir savcı ve müdür geldiler. Ben Samsun'a gidemediğimden şikâyet ettim. Savcının birisi, 'Ben Hastalar Risalesi'ni okudum. Fazla ilmî bir hüviyet göremedim' dedi. Ben de, bir de bunu dinleyin diye, İkinci Şua'dan bir miktar heyecanla okudum. Savcılar, 'Bu hakikaten ilmî imiş' dediler. Ve Pilavoğlu'na dönerek; 'Said Nursî hakkında sen ne dersin?' dediler. Kemal Pilavoğlu da' Ben çok tefsir okudum. Fakat Kur'ân'ın hikemiyatını Said Nursi gibi en güzel şekilde ifade edebilene rast gelmedim. Şüphesiz bu hizmeti de garazsız ve ivazsızdır' diye cevapta bulundu. O gün öğleden sonra ayrıldım ve bir gece Ankara'da, nezarette kaldıktan sonra, Jandarma nezaretinde şiddetli soğuk içinde altın bilezikle kelepçeli olarak, otobüsle Samsun'a müteveccihen hareket ettik. Jandarmalar öğle namazı için Çorum'da bilezikleri çıkardılar. Bir daha da takmadılar. Samsun'a vardık. Hüseyin Yücel ile beraberdik. Saf, temiz, haksızlığa karşı alevlenen bir kimse idi. Hemen her gün veya gün aşırı ismi ünlenir, ifadeye çağrılırdı. Büyük Cihad gazetesindeki yazılardan dolayı hakkında sekiz dâva açılmıştı. Mahkemeye çıktığımızda savcı, Hz. Üstadın da Samsun'a gelmesini, celbini talep ediyordu. Her mahkemeden Üstadımıza ait bir rapor geliyordu. Evvelâ Emirdağ'dan, sonra Eskişehir'den heyet-i sıhhiyeden hasta olduğuna dair rapor geldi. Savcı, tam teşekküllü hastahaneden gelmeyince kabul etmedi.
"Ve nihayet, İstanbul Gureba Hastahanesi'nden ne havadan, ne karadan, ne de denizden Samsun'a gelemez diye rapor verilmişti. Bu rapor mahkemede okundu. Savcı, 'Madem gelmiş, Samsun'a da gelebilir' dedi. Fakat mahkeme kabul etmedi. Hattâ savcının eline Afyon müdafaası geçmiş, reise uzatarak, 'Efendim, bakınız, Mehdîlikten bahsediyor' diye, güya delil ibraz ediyor gibi Afyon müdafaasını reise uzattı. Reis, 'Bu mahkeme müdafaası, bundan suç mu çıkaralım?' diye önüne geri fırlattı.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Radyodan dinlediğimiz Kur'ân büyük teselli vermişti"
"Bizim mahkememiz 4 ay kadar sürdü ve neticede 18 aya mahkûm edildik. Beraatımızı beklerken, bu mahkûmiyet kararını dinlerken, ani bir sıkıntıyı müteakip, demek Nur'un yardımı ve Üstadımın himmeti yetişti ki, o ani sıkıntıya mukabil, değil bu 18 ay, bir gün ömrümüzün dahi sona ereceğini tahattur edip, neticede sürur, neşe ve saadete inkılap edeceğini hatıra getirip, keder yerine sevinç ve beşaret haleti hakim oldu. Ve tebessümle heyet-i hâkimiye mukabelede bulunduk.
"Samsun cezaevine geldiğimizin ilk cuma sabahı, hapishanede, radyodan Kur'andan okunan âyetler, bize büyük teselli ve inşirah vermişti. O sabah Sure-i Tevbeden 19. âyetten başlanarak okunmuştu. Âyetlerin mealini uzaktan uzağa ber nebze anlıyordum. O müjde-i İlâhi, bana bir tevafuk gibi gelmişti.
"Artık hapishanede günlerimiz geçmeye başladı. Hamdolsun Nur'lar imdadımıza yetişmişti. Bafra'nın kahraman Nurcuları başta Muammer Efendi olmak üzere, hem maddî, hem manevî ihtiyaçlarımızı temin ediyorlardı. Haftada bir veya iki gün görüşmeye gelirlerdi. O zaman Bafra'da Nur'a bağlı bir cemaat vardı. Bilâhare Üstadımız Bafra'yı, Emirdağ, Barla, Eflâni gibi bir Mederese-i Nuriye olarak kabul ettiğini bayan buyurmuşlardı. O Muammer Efendi çok fedakâr, müstakim ve hem de mübarek bir zattı. Merhum Reşatla beraber, Hz. Üstadımızı ziyarete gidip Bafra'dan, Isparta'ya nakl-i mekân edeceklerini söylemişler, fakat Hz. Üstadımız kabul etmeyip geri çevirmiş. 'Âlem-i İslâm ülkesinin şimal ucunda küfr-ü mutlaka karşı mukabil durunuz' diye. Bunlar Risale-i Nur'ları İnebolu'dan elde etmişler. Üstadımızın, Küçük İbrahim dediği mübarek talebesi İbrahim Fakazlı ile muhabere ediyorlardı.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Küçük Isparta ( İnebolu)'nın kahramanları"
"Malûm, Hz. Nur Üstadımız, İnebolu'yu, 'Küçük Isparta' olarak yad etmişlerdi. 'Kastamonu' da sekiz senelik ikametimizi neticesiz bırakmayan' diye yazıyordu mektubunda. Sonra Eflani, Safranbolu'yu da aynı mânâ ile yad ettiler. 'Kastamonu'daki sekiz sene ikametimizi akîm bırakmayan Safranbolu, Eflani' diye yada ettiler. İnebolu, Anadolunun şimalinde, bir cihette de İslâm âleminin şimal hudududur. Herhalde bu noktadan da ehemmiyetlidir. Nitekim merhum Nazif Çelebi'ye yazdığı bir mektubunda Hz. Üstad, 'Nazif Çelebi, o mühim mevkide, Âlem-i İslâmın şimal hududunda hizmet-i imaniyenin bir kutbudur' diye beyanda bulunmuştu. Ve yine Nazif ve arkadaşları için 'Küçük Isparta (İnebolu) kahramanları' diye bahsetmişti. Hem İnebolu'nun, şimal hududundaki İslâmî hizmetlerin, bilhassa Risale-i Nur neşriyatının ehemmiyetini belirtiyor, hem de hizmet-i imaniyenin kudsiyetini tebarüz ettiriyordu. Tasavvuf kitaplarında bahsedilen 'Ehl-i velayetin reisi olan kutuplar' gibi; demek hizmet-i imaniyenin de kutupları olurmuş.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Seni o yazıların kurtardı"
"Samsun'da Cenab-ı Hakka şükür, bize isnat edilen suç, Said Nursi'ye nüfuz temin etmekti. O hususta müdafaalarımız oldu. Hz. Üstad o müdafaa ve yazılarımız için bir gün Isparta'da ders esnasında, 'Bunu, Üstadı için propaganda yapıyorsun diye hapse atıyorlar. Bu da tam aksine daha şiddetle karşılarına çıkıp elli misliyle mukabele ediyor' diye iltifat etti. Ve ilaveten, 'İşte seni o yazıların kurtardı' dedi. Yani, 'Sana isnat edilen Risale-i Nur'u ve Müellifini methedip propaganda yapıyorsun isnadına karşı, elli misli mukabele etmekliğin kurtardı' diyordu. Hz. Üstad bütün o müdafaa ve hapisler hakkında yazdığımız yazıları neşrettiler. İnebolu teksirle neşretti, fakat nüshaları elde yoktur.
"Samsun Cezaevinde 11 ay yattıktan sonra, mahkeme-i temyizin lehimizde kararı bozması üzerine cereyan eden duruşmada, Reis Hakkı Çağırankaya beraat ve tahliyemize karar vermişti. Tahliye edildik, fakat yazı müdürü Hüseyin Yücel içeride kaldı. Hz. Üstadımızla ayrı bir davası daha vardı. Hz. Üstadımızın yazılarını neşrettiği için... Ve daha da mahkemeleri vardı. Tahliyemden sonra Isparta'ya dönüşümde Hz.Üstad, Hüseyin Yücel için şöyle buyurmuştu: 'Ben onunla, onun ruhuyla anlaşma yaptım. Onun hapisteki her bir saatini, bir ay Risale yazmış gibi kabul ettim.'
"Hüseyin Yücel toplam 22 ay yattı. Neticede, mahkeme, Hz.Üstadımıza beraat kararı vermişti. Büyük Cihad davası da Samsun'da böylece sona ermiş oldu. Meyve Risalesi'nden mülhem bir büroşür meydana getirdim. Hz. Üstada gönderdim. Hz. Üstadımız, Isparta'da el yazısı ile 50-60 nüsha yazdırmışlar.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstadın bizim çocuklarla alakası"
"Tahliyeyi müteakip bir ay kadar köyde kaldım. Ve tekrar Isparta'ya gittim. Gerçekte gönderildim dense daha uygun olsa gerek. İstihdam-ı İlahi idi bunlar. O Aziz Nur Üstadın himmetiydi. Hangisini yazsak, dile getirsek, bilmem ki... Yazdıklarımız yazılamayanların yanında çok cüz'i kalır.
"Benim bunca hapisten sonra tekrar Isparta'ya gitmem, elbette büyük bir lütf-u İlâhi iledir. Ben hapiste iken Hz.Nur Üstadın bir bayram arifesinde ruhen köydeki evimize kadar teşrifleri, rüyaya benzer, fakat yakaza halinde iken şefkatli okşamaları ile bizim çocuklara, 'Merak etmeyin, merak etmeyin. Biz hep biriz, hep beraberiz' deyip kapıdan çıkmaları ve arkasından koştuklarında Üstadı görememeleri gibi garip ahvalleri, o ağır şartlar altında çocuklarımıza tam teselli hükmüne geçmiş. Ve fedakârlıklarına vesile oluyordu. Zaten Eskişehir'de ziyarette de iltifatta bulunmuşlardı. Kaç defa bana da 'Sen, Allaha şükret' derdi. Ve 'Senin hizmetine çocukların anası(yani haremin) şeriktir' diye beyanda bulunurdu. Hz. Üstadımız birkaç kere bana, 'Sen hiç merak etme, ben senin çocuklarına bakacağım' demişti. Lillahi'l-hamd, bu günlere geldik.
"Hülâsa: Hepimiz bir sevk-i gaybinin, istihdam-ı Rabbanînin hükmü altındaydık ki, nice manialar atlanıp gidiyordu. Üstadımız, Allah razı olsun, ailece saadetimizin de vesilesidir ve medar-ı sürurumuzdur. Gerçi sırr-ı imtihan neticesi çok zorluklar, nice haletler geldi geçti. Bunlar da bu kudsî hizmetin, yüce dâvanın şanı imiş. Sabretmek; sâbirîn şerefine ermek... Bu da ayrı bir rıza ve makbuliyet dairesidir. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle cümlemizi nail kılsın.
-
Cevap: Mustafa Sungur
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bediüzzaman'ın Rus polisiyle muhaveresi"
"Sırası gelmişken şunu da arzedeyim: Üstadım çok defa ben hapiste iken, bu hakir talebesi için, 'Onu Tiflis'e göndereceğim' dermiş. Malum Tarihçe-i Hayat'ta, Hz. Üstadımızın Rus polisiyle bir muhaveresi var. Şöyle ki:
"Tiflis'te, Şeyh San'an tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:
"Niye böyle dikkat ediyorsun?
"Bediüzzaman der:
"Medresemin plânını yapıyorum.'
"O der:
"Nerelisin?'
"Bediüzzaman:
"Bitlisliyim.'
"Rus polisi:
"Bu Tiflis'tir!'
"Bediüzzaman:
"Bitlis, Tiflis birbirinin kardeştir.'
"Rus polisi:
"Ne demek?' Bediüzzaman:
"Asya'da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.'
"Rus polisi:
"İslâm parça parça olmuş.'
"Bediüzzaman:
"Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor, Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir...
"Yahu, şu asilzade evlad, şehadetnamelerini aldıktan sonra herbiri bir kıta başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. ' (Hikmet-i ezeliye sırrı, Hutbe-i Şamiye'de yarım bürhanda izah ediliyor.)
"Askerliğimde de kur'a Samsun'a çıkmıştı. Ve bir sene Samsun'da Toraman tepesinde askerlik yaptık. Ve oradan dönüşümüzden sonra Hz. Üstad, Samsun'a gidişlerimi Rus hududuna, Tiflis'e gidişim olarak beyan etmişlerdi. Samsun'da askerliğimiz müddetinde Isparta'yla muhabere ederek, Küçük Sözler'i, Divan-ı Harb-i Örfi'yi ve bir kitabı daha matbaada basmak nasip oldu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Ankara'daki Nur hizmeti"
Eflâni'de bir ay kalıp Ankara'ya uğrayarak Isparta'ya geldim. Ankara'ya geldiğimde Hz. Üstad, Ceylan'ı bir hizmet için göndermiş ve 'Sungur'la beraber gelirsiniz' demiş. Ankara'ya geldiğimde Atıf Ural başta olarak fedakâr gençler hizmet-i Nuriyede idiler. Gerçi Risaleler umumiyetle hatt-ı Kur'an ile olmakla beraber, teksirle basılmaya başlanmıştı. Âsâ-yı Musa, Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve son küçük risalelerden epeyce vardı. Ankara Üniversite Mescidinde verilen konferans gibi Nurlar ve mahiyeti hakkında eserler de vardı. Dershanede kalan kardeşler, hem birbirleriyle ders yaparlar, hem tanışmak görüşmek gibi vesilelerden istifade ile Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman, gayesi ve maksadı, mahkemeler, vesair Nur'a ait işler, hizmetler hususunda sohbetler yapardı. O zaman Ankara'da, merkez-i payitaht-ı hükümette, Risale-i Nur'ların neşri ve dersi, en büyük hizmetti. Nitekim, çekirdek-misal o hizmetler, biiznillah kısa bir zaman sonra dal budak saldı, âlem-i İslâmi sevindirdi.
"Risale-i Nur'un, Kur'an'ın nurlu bir tefsiri olarak, müellifi olan Hz. Said'in bir İslâm fedaisi olarak hizmette bulunmaları ve böylece bilinmesi, var olan bir gerçeğin idraki ve anlaşılması demektir. Bu zamanda samimî uhuvvet ve muhabbetle iman ve Kur'an yolunda birbirine bağlı bir cemaate dayanmak, istinat etmek, elbette en büyük bir kuvve-i maneviyedir.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil"
"Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil, şahis ne kadar dâhi ve hatta yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olamazsa, bir cemaatin şahs-ı manevisine karşı mağluptur.'
"Hz. Üstadımızın bu beyanından, fert olarak, cemaat olarak alacağımız hisseler vardır. Bu zamanda Risale-i Nur, asrın idrakine hitap eder Kur'anî bir derstir. Bütün imanî ve Kur'anî mes'eleleri mâkûl ve müdellel şekilde ispat ve izah etmektedir. Kitap olarak, eser olarak, gerçek böyle olmakla beraber, hayattar bir şahs-ı manevînin, mütesanid bir heyetin mevcudiyeti de, müminlere aynı zamanda nokta-i istinat teşkil eder.
"Amerika'ya giden bir Nur talebesinin fevkalâde bir hizmet şevki ve anlayışı ve faaliyeti içinde olduğunu gören birisi, gözüne inanmıyor, duyduklarından havaya uçacak sanki...
"Sen orada nasıl boğulmadın böyle sağlam kaldın? Söyle, rica ederim' diyor. O genç talebe, 'Biz bir hizmet grubuyuz' diye kısaca ifadede bulunmuş. Dememiş: 'Biz Nur cemaatındanız. Risale-i Nur denilen bir hakikat-ı Kur'aniye dersi ve dairesi içindeyiz.'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bu zamanda farzları yapan, kebairleri terkeden kurtulur"
"Evet, mütesanid bir heyet, bir cemaat halinde bulunuşları Nur Talebelerinin, hem birbirlerine kuvvet ve müeyyid oluyor, hem geniş dairedeki ehl-i iman cemaatına nokta-i istinad oluyor. Şirket-i maneviye var. İştirak-i âmâl-i uhreviye düsturuyla birbirine manen, ruhen yardım var. İşte bu gibi çok sebepler tahtında, âhirzaman hadisatı dediğimiz son asırların bu en müdhiş dalâlet cereyanları karşısında Kur'an nuru etrafında toplanmak, o şahs-ı manevîye dayanmak, elbette ferdî ve içtimaî hayatımızın istikametle devamı için elzem ve zarurî bir keyfiyettir. Müteselsil bu kadar tehacüme karşı Nur talebeleri, elbette bu sır ile dayandılar, geri çekilmediler. Avrupa ve Amerika'ya gittiği zaman o Nur talebesi, hizmeti esas aldı, Nur'ları okumayı terk etmedi. Ruhî ve kalbî gıdasını elde etmeyi, Nur'un manevi havası içinde kalabilmeyi kendine şart kabul etti. Üstadın;
"Bu zamanda farzları yapan, kebairleri terkeden kurtulur' sözünü unutmadı.
"Ama bunun için, Nur'un manevi havası dediğimiz Nur dairesinde, Âl-i Beyt-i Nebevînin Silsile-i Nuranîsinin tezahürü olan bu hakikat-i Kur'âniye dairesinde kalabilmek, teneffüs edebilmek için, alakasını devam ettirdi. Çünkü, alaka manevî irtibattır. Birbirine dualarıyla, lisanlarıyla, kalemleriyle yardım eden müttehid bir cemaat-i Nuraniye ile omuz omuza, yan yana beraber olabilmek.. Nur'un tercümanı öyle demiyor mu? İşte:
"Aziz, gayretli, ciddi, hakikatli, halis, dirayetli kardeşim.
"Bizim gibi hakikat ve ahiret kardeşlerin sohbetlerine, ünsiyetlerine ihtilaf-ı zaman ve mekan bir mani teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri ahirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan birtek maksat için birtek vazifede bulunanlar birbirinin aynı hükmündedirler.
"Ben sizi, yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda, günde müteaddit defalar görüyorum. Ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu biçare kardeşinizi, Risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatin sohbetine zaman ve mekan mani olmaz; manevî radyo hükmünde birir şarkta, bir garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur'âniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.'
"Demek bu dehşetli zamanda, asrın bu dehşetine göre Rahman ve Rahîm isimlerinin tecellisiyle Kur'an'dan bir nur, bir hakikat dairesi ihsan edilmiş bulunuyor. Rahman ve Rahîm ile beraber, bilhassa ism-i Hakîm de azamî derecede Risale-i Nur'da tecelli etmiş. Nur Müellifî, tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkatı, Hakîm ism-i şerifinin nuriyle keşfettiğini Nur'larda söylemektedir. Bu zamanda felsefe-i tabiye ile akıllar yaralandığı için veya efkar dağıldığı için, Risale-i Nur, akıl ve kalbin imtizaciyle gidiyor. Bu hususta el-Hüccetü'z-Zehra'nın başında muazzez Müellif şöyle demektedir:
"Bu ders zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve çok geniş bir risaledir. Hem benim tefekkürî hayatımın, hem Nur'un tahkiki hayat-ı maneviyesinin ilmelyakin, aynelyakin ittihadından çıkan bir meyve-i imaniye ve firdevsî bir semere-i Kur'âniyedir.'
"Burada, hem Nur'ların mahiyetine, hem de Nur talebeleri arasında mevcut kardeşliğin kuru birşey olmadığına, hülasaten, cadde-i kübra-yı Kur'âniye olduğuna işaret vardır.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Nur Âleminin Bir Anahtarı" hava unsurundaki kudret mucizelerine derstir
"Üstadımızın 1952 senesinde, İstanbul seyahtları zamanında, Isparta'da ve İstanbul'da te'lif ettiği Nur Âleminin Bir Anahtarı diye küçük bir risalesi hava unsurundaki kudretin macizelerine dair öyle bir derstir ki; daha misli yazılmamış. Radyoyu ele alarak, hava dalgalarındaki seslerin titreşimlerinde görünen mucize keyfiyetini aynelyakin, hatta hakkalyakin keşfettiğini beyan etmektedir. Ve 'Hareket-i fikriye ile seyahatimde, hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken bu mücmel hakikatı, tam vâzıh ve mufassal, aynelyakin müşahade ettim.' der. Burada yalnız kalben, keşfen değil; fikren, aklen mütalâasından bahsediyor. Ve 'Yalnız maddi cihetinde, bir seyahat-ı hayaliye-i fikriyede, hava sahifesinin mütalâasıyla ani bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhitte, meslek-i imaniyenin hadsiz derecede kolay ve vücub derecesinde suhuletli bulunmasını; ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni, binler muhal bulunduğunu müşahade ettim. 'Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim' diye başında söylüyor. Risalelerde umumiyetle, iman hakikatlarının izah ve ispatında; kâinat erkânından, nebatat, hayvanat, dağ, taş, deniz, bulut, yağmur, güneş, ay, arı ve semadan delil getirirken, Nur Âleminin Bir Anahtarı'nda dercedilen bu mektuplarında ise, bu defa hava unsurundan bahsediyor. Işık unsurundan, elektirikten bahsediyor. Bu bahislerin ehemmiyeti için bir yerde diyor:
"Evvelen: Çok emarelerle kat'i kanaatım gelmiş ki, gizli dinsizler, resmi bazı memurları aldatıp, Nur'un mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehber'i musırrane medar-ı itham tutmalarının ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber'deki 'Hüve Nüktesi' olduğunu kat' iyyen bildim. Çünkü; bu Hüvenin keşfettiği sırr-ı tevhid, pek kat'i ve bedihi bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hattâ bir kısmında hiçbir şüphe ve vesvese bırakmıyor. Gizli dinsizler, buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına resmi yasak ile sed çekmek için çalıştılar. Bu 'Hüve Nüktesi'nin bir gün evvel Medresetü'z-Zehra erkânlarına bir ders nevinde söylediğim çok noktalarından yalnız Üç Nokta'sını sizlere beyan ediyorum... İlâhir.'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Hz. Üstadın en büyük gayesi, küfr-ü mutlakı kırmaktır"
"Evet, Hz. Üstadın, evvelâ, en büyük gayesi; küfr-ü mutlakı kırmaktır. Mutlak dinsizliğe sed çekmektir. Küfr-ü mutlak dediği, peygamberlere ve Allah'a inanmayan, hiçbir mukaddesat tanımayan cereyandır ki, bu asırda komünizm cereyanı olarak meydana çıkmıştı. Üstad Said Nursi Hazretleri bu cereyanın, maddi kuvvetle değil, manevi kuvvetle, manevi tahribatla, maneviyat-ı kalbiyeyi yıkmakla ifsad etmekle yayıldığını, te' sirini gösterdiğini beyan edip ona karşı manevi tamiratla, kalblerin ıslahı ile, iman Nur'larını güneş gibi ispat edip ders vermekle mukabele edileceğini ihtar ediyor. O ihtarlardan birisi budur:
"Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevi bir halâskârı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevi belâyı defetmek için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannedirim.
"O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyanlık dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevi istilâsına mukabil Risale-i Nur, sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir.
"İkincisi: Âlem-i İslâmın, bu mübarek vatanın ahalisene karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş, diye kalbime ihtar edildi.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Vatanperver siyasîler, Risale-i Nur'u neşretmeleri lazımdır"
"Ben, dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa'da istilâkârâne hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan bu dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal'a olduğu gibi Alem-i İslâmın ve Asya kıtasının hâl-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur'âniyedir. Bu vatanın, bu milletin vatanperver siyasileri, süratle Risale-i Nur'u tab'ettirerek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsunlar.'
"Hz. Üstad, Nur'ların resmen neşrini bu noktadan, masum milyonlar nesiller, vatan evlâdları, dinsizlik cereyanlarından korunması için resmen neşrini istedi. Ne kadar çırpındı durdu... Dinsizlik cereyanını düşünen kim? Şark-ı şimâliden çıkan dehşetli ejderhayı nazara alan kim? Tâ bıçak kemiğe dayandı da bir parça intibaha geldiler. Her ne ise... İşte Nur Üstad, 1946'larda, bir millet ve memleket için en büyük tehlikeyi görüyor, yerinde keşfediyor, ona karşı en müessir silâhı da, manevi atom bombası olarak gösteriyor, hattâ ellerine veriyor. 'Haydi bunu istimal edin' diyor. Ve kendisi o aleyhindeki ithamlara bakmayarak, gelecek nesiller için, gençlik için, vatan millet için o büyük çabasını gösteriyor. Ve bir mektubunda bunu açıkça ilan ediyor:
"Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur'la alakadar mahkemelerin hâkimleriyle bir hasbihaldir.
"Efendiler! Siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat'iyyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü; Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbet toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selamet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alakadar etmemek gerektir ilâhir...'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Risale-i Nur'ları neşretmek Diyanet'in vazifesidir"
"1950'de Afyon'dan tahliyeden sonra dahi Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki'ye yazdığı mektubunda Nur'ların resmen neşrini taleb etmişti ve izin vermişti. İki takım el yazma ve teksir hatt-ı Kur'ân ile yazılmış Nur mecmualarını Ankara'ya benimle göndermişti.
"Siz mümkün olduğu kadar Diyanet Riyasetinin şubelerine vermek için; mümkünse eski huruf, değilse yeni harf ile has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin şubelerine yirmi-otuz tane teksir edilsin. Çünkü, harici dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir.
"Mâdem Nur Risaleleri medrese malıdır, siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şâkirdlerisiniz, onlar sizin hakiki malınızdır. Münasib görmediğiniz risaleyi şimdilik neşrini geri bırakırsınız' diye beyanda bulundular.
"Şimdi biz de arzetmek isteriz ki:
"Diyanet dairesi, neden kendi öz malına sahip çıkmaz? Gerçi çok mensupları ruh-u canla sahip çıktılar. Medar-ı iftihar hoca efendilerimiz ve Nur'un birer kahramanı Erzurum'da, İzmir'de, Akhisar'da, Antakya'da, Urfa'da, İstanbul'da ve her yerde çoklar var. Allah razı olsun. Yeni nesillerin, gençliğin imdadına koştular. Temennimiz Diyanetin de, Maarifin de resmen sahip çıkmasıdır.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"İslâm âleminde bu çeşit ders, izah ve ispat görmedim"
"Birgün 1962'de, İstanbul'da bir grup üniversite talebesiyle, rahmetli Ali Fuat Başgil'i evinde ziyaretle 'Hüve Nüktesi' diye adlandırılan hava zerrelerindeki İlâhî kudretin tecellisene dair bahsi okuduk. Çok derin efkâra daldı ve hayretler içinde, 'İslâm âleminde bu çeşit ders, izah ve ispat ile tevhid dersi veren bir yazı şimdiye kadar görmedim okumadım. Eğer bu, gayet kuvvetli bir tercüme ile İngilizceye çevrilse ve radyolardan okunsa, on binlerce ecnebi derhal Müslüman olur' diye beyanda bulundu.
"Hakikatın büyüklüğü, bu yazdıklarımızın binler derece fevkinde iken; daha bu devlet, bu hükûmet, kendi öz varlığına, öz malına neden sahip çıkmıyor diye insan üzülüyor. Yani, bu hakikatlar, Said Nursi'den çıktığı için mi ele alınmıyor? İlmin, gerçeğin hududu olur mu? Ya şu bizim muhterem ve cidden ihtiram gösterdiğimiz Diyanet Dairemize ne demeli? Maarif Dairemize ne söylemeli? Bilmem ki? Bediüzzaman, 'Bunlar, benim malım değil, Kur'an'ındır' diyor. 'Kur'andan tereşşüh etmiştir' diye uzun beyanları var. Bu beyanlara işaret etmekten maksadım; Nur'lara Said'in malı diye bakıp uzak kalmamaları ve istifadeye sed çekilmemesidir. Müellif kendi itiraf ediyor. 'Meziyet Kur'an'ındır' diyor. 'Benim de bir hissem var, tercümanlıktır, birinci muhatap ben oldum. Hep beraber bu edviyeyi Kur'aniyeye sahip çıkalım, dinsizliğin önüne sed çekelim' diyor...
"Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'aniyeden sözülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen böyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben faniyim, gideceğim, elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerekir ve bağlanmamlı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette semâ-yı Kur'ânın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı...'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Risaleler, benim değil, Kur'ân'ın malıdır"
"... O hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime maletmek, hakikata karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur'ân'ın malı olarak Kur'ân'ın reşahat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz! İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim ' diye def'alarca ifade ediyor. 'Bu Nur'a sahip çıkın, gençliğinize, nesillerinize ulaştırın' diyor. Reis-i Cumhur'a ve Başvekile yazdığı mektuplarında hep bu hakikatı terennüm ediyor; Evvelâ: Küfr-ü mutlak cereyanına karşı durulmasına ve buna en müessir çareyi gösteriyor ve diyor:
"Komünistin mânevi tahribatına karşı şimdiye kadar Rus'un, Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin mukteza iken, o tecavüzü durduran şüphesiz hakaik-ı Kur'aniye ve imaniyedir. Öyle ise bu vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-i Kur'âniye ve imâniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur'âni yapılması lâzım ve elzemdir.
"Çünkü dinsizlik; Rus'u, şimdiye kadar yarı Çin'i ve yarı Avrupa'yı istila ettiği halda, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren hakaik-i imaniye ve Kur'âniyedir. Yoksa Rusların tahribat nev'inden mânevî kuvvetlerine karşı, adliyenin birden birine maddi ceza vermesiyle, serserilere ve fakirlere zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını peşkeş çeken ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa'nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur'âniye ve imâniye atom bombası olup, o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddi ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilemez.
"Onun için dindar milletvekilleri, bu tâcili lâzım gelen hakikatı, te'hir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi; bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Dinsiz bir millet yaşayamaz, Rus da dinsiz kalamaz"
"İki dehşetli harb-ı umuminin neticesinde de beşerde hâsıl olan bir intibah-ı kavi ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat'iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'an ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur'ana kılıç çekemez' diye, ta 1950'lerde ihtarda bulunuyor.
"Bu arada 1952 Gençlik Rehberi davasında Hz.Üstadımıza ait latif bir muhavereyi bizzat Hayrullah Lim'den dinlemiştim, onu nakletmek isterim, şöyle:
"İstanbul Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul'a giden ve Ankara'da bir müddet beraber kaldığımız Konyalı Hayrullah Lim kardeşimiz, İstanbul dönüşü bir hâtırasını şöyle naklediyor:
"Mahkeme günü o muazzam kalabalıkta Hz. Üstadı salona götürmek üzere iki kişi koluna girdik. O zaman mahkeme salonu, şimdiki büyük postahanenin üst katında idi. Merdivenler, her taraf Üstadı göreceğiz ümid ve şevki ile yanan, kaynayan bir gençlik kitlesiyle ve polislerle dolu idi. Hz. Üstadın yanında ve koltuğunda beraber yürümekteki sevincime, heyecanıma zaten hudut yok. O sırada merdivenleri çıkıp dış salonlardaki muhteşem kalabalığı ve kaynaşan cemaatı görünce Hz. Üstad, gayet sakin sanki hiç kimse yokmuş haleti içinde bana:
"Hayrullah! Bunlar kim?'
"Ben heyecanla ve şevkli, titrek sesimle:
"Üstadım! Bunlar üniversite talebeleri...
"Peki ne için gelmişler?'
"Üstadım sizin mahkemeniz için...' dedim. Ve cevaben gayet derinden gelen bir sada ile:
"Acaaiib! buyurdular.
"Ben Hz. Üstadın bu haletine çok taaccüb ettim ve şaştım. Ben nerede ise heyecandan bayılacaktım. Baktım Üstad hiç oralı değil, orada kimse yokmuş sanki...'
"Hz. Üstadın bu haline bizzat aynı mahkemede müdafaasını yapan avukat Abdurrahman Şeref Laç şöyle dile getiriyor:
"Bir Müslüman, ak saçlı bir Müslüman. Saçını, başını ve yaşını bütün ömrü boyunca nurla ağartmış bir Müslüman. Saçı, başı, yaşı ve bütün vücudu Allah'ın nuriyle yıkanmış, tertemiz ve bembeyaz bir Müslüman. Bütün ömrü boyunca in'am-ı Hak olan hayatını, Türk milletinin salâh ve hakikî saadeti için vakfetmiş; emr-i İlâhî olan ruhunu, feleğin hakikî mâliki Allah'a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeye azmetmiş; bina-yı Sübhanî olan bedenini, yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir Müslüman, bugün 'Demokrasi vardır' denilen bir gün kalkıyor, yalnız 'Allah' diyor, 'Kitap' diyor, 'Resûl' diyor ve gençliğe, 'Dikkat' diyor. Der demez arkasından savcı (Dâvâyı açan savcı) yapışıyor.
"Gel buraya... Suç işledin!' diyor.
" Ve âfâkı kapkara bir zulmet kaplamıştır.
"Fakat, bakın şu asil ve necip ihtiyar Müslümana! Ne kadar sakin ve ne kadar rahattır. Zira kesrette değil, vahdettedir. Gecenin zulmetinden ve gündüzün rengârenginden bifüturdur. Belâ zindanında safayı seyretmektedir. Cefa safhasında vefa bulan, mazhar-ı tecellî olandır. Zira eşya hakikatlerinden haberdardır. Kesafeti letafete kalbetmiştir. Kanı çekilmiş, damarlarında kan yerine feyz-i hak ve nur cereyan etmektedir ve savcı bu Müslümanı kolundan yakalamış hapse sürüklemektedir.'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bediüzzaman, Maarif ve Diyanetin Risale-i Nur'u neşrini zaruri görüyordu"
"Daha önce de arzettiğim gibi Hz. Üstad, Ankara'ya, merkez-i hükümet olması hasebiyle çok ehemmiyet veriyordu. Orada Nur'ların neşri, derslerin devamı umum memleket sathına tesir edecek bir kıymet ve vüs'atı haizdi. Bizi o merkeze gönderirken, maarif ve diyanet dairelerinin Nur'lara sahip çıkmalarını arz ediyordu. Bana yazdırıp imzasını kendi mübarek eliyle attığı şu gelecek mektubu, o iki dairenin ileride inşaallah Nur'a tam sahip çıkacağının bir parlak beşareti ve ümidi telâkki ediyoruz.
"Bu millet, bu vatanın saadet-i dünyevî ve uhreviyesine maarif ve diyanet vasıtasiyle çalışan zatlara beyan ediyorum ki' diye başlayan ve Hz. Üstadımızın 'Eddâi Said Nursi' kendi mübarek dest-i hattiye imza ettikleri yazı maalesef gazetede neşredilmeyip ortadan kaybolmuştur.
"Bu yazıda Hz. Üstadımız, maarif ve diyanet dairelerini zikrederek bu iki dairede Risâle-i Nur'un ele alınmasını, neşrini zaruri görmekte ve bu hakîr talebesini, o iki dairelerde Nur'ların kabulü ve neşri için gönderdiğini beyan buyurmaktadırlar.
" Filvâki o zamandan, Hz. Üstadımızın o teveccüh, o himmet ve nazarlarından pek kısa bir müddetten sonra o iki dairede, maarif ve diyanet dairelerinde Nurlar parlamıştır. 1956'da o iki daire mensuplarının beraberliği ile Risâle-i Nur'lar Ankara'da, merkez-i pay-ı taht-ı hükümette mecmualar halinde matbaalarda tab edilmeye başlanmış ve devam edegelmiştir. Ve Nur dersaneleri ile Ankara ve İstanbul ve Anadolu, baştan başa bir Nur-u Kur'an dershanesi olmuştur. Ezelden ebede kadar bütün mahlukat sayısınca Rahmanü'r-Rahim Halıkımıza şükürler ve hamd ü senalar olsun.
"Yâni: 'Eddâi Said Nursi' imzası ile Hz. Üstadımızın duaları, rahmet-i İlahiyece kabul edilmiştir.
"Emirdağ Lahikas'ında yer alan mektup bu hakikatın bir ifadesidir...
"Ankara'da Nur'lara çalışan gençlere Hz. Üstadımızın o zamanda gönderdiği mektuplardan birisi:
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir"
"Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur'un genç kahramanları
"Evvelâ; Ruh-u canımızda sizi Ankara gibi yerde harika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi tebrik ediyoruz. Hakikaten ümidimizin fevkinde ehl-i maarif ve mektepliler kısmında çok ehemmiyetli bir intibaha vesile oldunuz. Bir senede Ankara gibi bir yerde bu hizmetiniz on senede ancak yapılacak. Az bir zamanda bu vazife-i imaniyeyi yaptığınıza kanaat edip kuvvet-i maneviyeniz ehemmiyetsiz hâdiselerle kırılmasın. Belki daha şiddetli çalışmanıza vesile olsun. O gibi yerlerde dahilden ve hariçten gelen yirmi kadar siyasî ve içtimaî cereyanların hodfuruşane ve garazkârane çarpıştıkları bir zamanda Kur'ân ve imana hizmetiniz ve üniversitelerin Nur'lara takdirkârâne sahip çıkmaları; bütün Nurcuları sevindirdiği gibi, ileride inşâallah âlem-i İslâmı da sevindirecek. Sizlerin az hizmetinizde mükâfat çoktur. Bâzan askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde olduğu gibi; sizler ve İstanbul Üniversiteli Nurcuları dahi az zamanda çok vazife gördünüz. Mesâinizin semeresi az da olsa kanaat ediniz. Mücahede cephesinde bazı zaiflerin geri çekilmesi cesurlarda daha ziyade kahramanlık damarını tahrik ettiği gibi; Nur fedâkârları, vehhamların çekilmesiyle daha ziyade gayret ve sebâta; belki şevk ile daha ziyade çalışmaya sebep olmak gerektir. Evet Risâle-i Nurun mühim bir hakikatından siz fıtraten bir ders aldınız. Yine o hakikatı, nazar-ı dikkate alınız; o da şudur:
"Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir. Amma bizi muvaffak etmek ve halka kabûl ettirmek ve muarızları kaçırmak ise, o vazife-i İlâhiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlûb da olsak, kuvve-i mâneviyeye ve hizmetinize noksanlık vermeyecek. O noktada kanaat etmek lâzımdır. Meselâ bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celaleddin-i Harzemşah'a demişler: 'Cengiz'e karşı muzaffer olacaksın.' O demiş: 'Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i İlahiyedir. Ona karışmam.' Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delaletiyle, siz de bu kahramana iktida etmelisiniz. Binden bir-iki adam sizden kabûl etse, yine sarsılmamak gerekir. Bazen bir-iki adam bine mukabil geliyor.'
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstad hayatının sonunu Isparta'da geçirmek istiyordu"
"Daha önceden ifade ettiğim gibi Samsun'da hapiste iken haber almıştım: Hz. Üstad, Emirdağ'dan Isparta'ya gitmiş ve orada yerleşmiş diye... 1953 senesinde... Bu gelişleriyle yeni bir hizmet safhası açılıyordu Nur dairesinde, âlemde... Daha senelerce evvel, ömrünün sonunu Isparta'da geçirmeyi temenni etmişti. 'Gaye-i hayalim' diyordu. Barlalı Sıddık Süleyman ve Şamlı Hafız'a yazdığı mektuplarında da temennisi bu idi. Ahir hayatını Isparta'da geçirmek...
"Hapiste iken, 1953'ün sonbaharında samimi bir halet ve hasret içinde Üstadımın Isparta'ya gelişini tebrik eden bir mektup yazmıştım. O mektubu muazzez Nur Üstad Tiryak Risalesîne koydurmuş, neşrettirmişlerdi.
"Samsun'dan sonra bir ay Eflâni'de kalıp, tekrar lütf-u İlâhî eseri Isparta'ya Hz. Üstadın huzuruna vardığımızda Tahirî, Zübeyir, Ceylan, Bayram beraber idiler.
"Zübeyir, Abdullah, Hüsnü, ben Samsun'da iken tevkif edilip Urfa ve Isparta cezaevlerinde üç ay kadar kalmışlar. Tahliyeden sonra Abdullah ve Hüsnü kardeşler yine Urfa'da kaldılar. Zübeyir istifa edip Üstadımızın hizmetine geliyor. Bu mektubunda Üstadımız buna temasla:
"Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacı zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta'da o sistemde birisini isteyecektim' diye buyurmuştu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Nur hizmetinde yeni bir devir"
"Hz. Üstadın odası ayrı idi. Bizi de yanına hizmetine kabul buyurdular. O günlerdeki ders ve haletleri etraflıca ifade edebilmek zaten mümkün değil. Yalnız şurasını hemen ifade edeyim ki: Hz. Üstadın âhir hayatında talebelerinden böyle bir cemaat ile bir evde bulunmaları, Risale-i Nur hizmetine ait yeni bir safhanın, yeni bir inkişafın, umuma taalluk eden bir hizmetin tezahürü idi. Bizim için bu, ne kadar şerefli, ulvî bir mazhariyet ise, mes'uliyetimiz noktasından da büyük ve ağır bir emanetin tevdii idi. Nitekim ileride bir gün buyurdular: 'Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı dahi kaldıramaz. Siz, burada benim yanımda başta göz gibisiniz. Az bir suçunuz da, ameliniz de büyüktür' diye ifadede bulunmuşlardı. 'Şüphesiz, lâyıkıyla o kudsi hizmeti ifa edemediğimi daima itiraf ederim... Onun şefkat ve himmetini ve duasını talep ediyoruz.
"Fitnat Hanım Teyzenin evinin üst kısmını kiralamışlardı; ahşap fakat sıhhî bir evdi. Ev sahibi altta kalıyordu. Yan tarafta bir evde de büyük oğlu, çoluk çocuğu ile beraber kalıyordu. O zaman Isparta'da Hüsrev, Tahirî, Tenekeci ve Terzi Mehmed Efendiler. Nuri Benli, Kâtip Osman, Hilmi Efendi gibi çok Nur talebeleri vardı. Isparta havalisi ise,bilhassa Sav, Kuleönü, İslamköy, Atabey, Eğirdir, Barla gibi yerlerde çok Nur talebeleri vardı. Barla dağlarının arkasında şanlı Senirkentliler var. O da Isparta'nın bir kazası. Senirkent dahil, bir mektubunda Isparta ve Barla'dan şöyle bahsediyor muazzez Nur Üstad:
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Isparta ve civarı benim için taşı toprağıyla mübarektir"
"Ben Barla'yı, Süleyman ve Tevfik gibi kardeşlerimi unutamıyorum. Hayalen çok vakitlerde kendimi orada tahayyül ediyordum. Ahir hayatımı da o mübarek yerde geçirmek isterdim ve bazı vakitte Senirkent'te oturmak arzu ederdim. Fakat şimdilik ihtiyar elimde değil. Isparta ve civarı benim için taşı toprağıyla mübarektir. Isparta'nın Medreset'üz-Zehrâsı ise; umum Anadolu Üniversitesi ve alem-i İslâmın darü'l-fünunu olacağını kuvvetle ümit ediyoruz. Onun için ben kabrimi o havalide istiyorum.'
"Zaten Nur'ların telifi ve neşri de buradan başlamış ve Ispartalı kahraman, mübarek, sadık ruhların, Nur'lara sahip olmasıyla, alemde dal budak salmış. Onun için Isparta, Risale-i Nur'a daima sahip çıkmıştır. Ve yine müteaddid mektuplarında Üstadımız Isparta hükümetinden sitayişle bahsetmektedir.
"Benim son hayatım Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Isparta taşıyla toprağıyla benim için mübarektir. Hatta yirmi beş seneden beri beni işkence ile tazib eden eski hükümete kalben ne vakit hiddet etmişsem, hiçbir zaman Isparta hükümetine hiddet etmeyip, o mübarek vatandaki hükümetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlayan, hakiki vatanperver olan Demokrat namında hamiyetli ahrarlar, yani hürriyet-perverler, Nur ve Nurcuları takdir etmeklerine çok minnettarım. Onların muvaffakıyetine çok dua ediyorum. İnşaallah o ahralar, istibdat-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer'iye'ye vesile olacaktır."
Said Nursî
-
Cevap: Mustafa Sungur
Isparta kahramanları
"Ahirete göç eden Savlı Hafız, İslâmköylü Hafız Ali gibi çok talebelerini evliyâ-i azime arasında, onlara dua ediyorum diye beyanları var.
"Hüsrev, Tâhirî gibi, bahadırlar da oralardan çıkmışlar. Tahsin Tola, Mustafa Gül, Küçük Ali, Ali İhsan Tola gibi Tola'lar Isparta toprağının mahsulü... Denizli, Eskişehir hapsinde ekseriyetiyle yatanlar hep onlar. Hapistekilere erzak götürürken heybelerin alt kısmına Risaleler koyarak heybelerini içeri sokturup boşalttıktan sonra alıp, her hafta görüş günü Isparta-Denizli arasında mekik dokuyan ve mütemadiyen heybeleriyle nazar-ı dikkati üzerlerine çekip (Heybeliler) diye anılan yine onlar... Ve 1955'te Başvekil Menderes'le görüşüp Nur'un serbest neşriyatının mebdeini hazırlayanlar, yine onlar... Senirkent-Isparta... 1935'te Eskişehir'e 120 kişilik bir kafile halinde kelepçeli olarak askerî arabalarla sevkedilen ve yolda 'Ruhi' isminde ehl-i vicdan, kafile başkanı subayın bu kafilenin masumiyetlerini görmesiyle, kelepçeleri bırakılıp öylece sevkedilen ve yollarda emniyet mülâhazasıyla yerleştirilen jandarma müfrezelerine, o mübarek subay tarafından, 'Bunlar denildiği gibi zararlı insanlar değil' diye telkin edilip yolda imha edilmekten kurtulan bu Nur'un sadık talebe ve hadimlerine, umumuna binler selâm ve âhirete intikal edenlere de Allah'tan sonsuz rahmetler niyaz ederiz.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Hapiste bir kişiye vesile olmak, dışarıda otuza bedeldir"
"Huzuruna vardığımızda, zaten âdet-i âliyeleridir. Kendi dua ve himmet ve irşadiyle husul bulan hizmetleri, faaliyetleri talebesinin hizmeti gibi dile getirerek, talebesini okşar, aşırı şefkat gösterir. Bizim de Ankara'dan hapsimizden bahsetti. Ve bu arada; 'Hapiste bir kişiye vesile olmak, dışarıda otuza bedeldir. Otuz kişiye mukabildir' gibi ifadede bulundu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstadın yüce mevkii"
"1954 senesinin başlarında Samsun hapsinden tahliyeden sonra, tekrar hizmetine kabul edildiğim Üstadımızın evinde, bizim oturduğumuz oda, evin şimal cephesine doğruydu. Tahirî, Ceylân umumiyetle yazıyorlar. Zübeyir, zil çaldıkça hizmet-i Üstada koşuyor. Bayram evin, yemek vesair işlerini ekseriyetle görüyor. Üstadla her sabah, bazen öğle, ikindi beraber ders okuyoruz. Hz. Üstad bizleri çağırıyor. Nurlardan bir bahis, bir mektup veya müdafaattan bir kısım okutturuyor, soruyor, soruşturuyor. Bittabi biz yeni geldiğimiz için hapislerden, Ankara'dan, Eflâni'den, Safranbolu'dan, çoluk çocuğumuzdan, bizim Ahmed'den sordu, bahsetti. Benim hapiste kendilerine arzettiğim mektubu okuttular. Şevkle dinlediğinden bahsettiler. Vesaire... Şurasını kaydetmeden geçemiyeceğim.
"Üstadımızın huzur-u daimide olduğu için, dakikalarını , zamanını ve duygularını neticesiz, boş şeylere, bir an da olsa sarf etmediğinden, sorup soruşturması, alâkaları, kendisinin ebede bakan âlemine ait olması itibariyle, onun âleminde, dairesinde yer tutmak, ruha ûlvî bir inşirah verir, bir aşk ve şevke medar olur; bir huzur tahsiline sebeptir.
"Bu sebepledir ki; ben Hz. Üstadı ziyaret eden kimi dinlemişsem, dikkat ediyorum. Anlatırken birden değişiyor, bir ulviyet, letafet ve huzur kesb ediyor. Demek Üstadla görüştüğü o dakikalar, zamanlar, beka âleminden birer sahne imiş, hayatının leyle-i kadri mesabesinde imiş. Artık bundan, siz Üstadı düşünün. 'Elif-be' den başlayarak 90 yaşına yaklaşan o muhteşem Said'in ebediyet âlemlerinin sonsuz ufuklarına, Allah rızasının nâmütenâhi meratibine kaç vesilelerle ve mazhariyetlerle kanat açıp uçtuğunu ve şimdi Risale-i Nur Külliyatının okunup yayılmasıyla, dahil ve hariçte neşriyle, onun dersinden intibaha gelenlerin de ayrı ayrı safhalarda muvaffakiyetli tarzın devamı ile, hak dinin devamından gelen netice-i maneviyeyi de mülâhaza ederek, hülâsa: Diyanet âleminde, cihad âleminde, siyaset âleminde ve saltanat âleminde gibi tâ kıyamete değin devam eden, husul bulan, netice veren muhteşem şahs-ı maneviyesine hayretle, akıl ve kalp gözüyle bakınız. Nasıl bu asır, onunla güller açmış, tezeyyün etmiş ve halâ da etmekte... Sultanhisar'daki merhum Atıf Ağabey, Hz. Üstad Kastamonu'da iken yazdığı bir mektubunda dediği gibi:
"Güldür Saidî, Ya Rab! Ta ki, o güldükçe, onun gülmesinden güller açsın, 'Âlem gül ve gülistana dönsün... Bu münasebetle.
"Muhterem Mehmed Feyzi ve Emin Efendiler, diyorlar:
"Otuz günde bir defa gülmeyen Üstadımızın, Atıf'ın mektubu geleceği aynı gün bir günde otuz defa güldü.'
"Merhum Hasan Atıf, Nur'un mübarek talebelerindendir. Yazı ile hizmet-i Nuriyesini uzun yıllar devam ettirdi. O da merhum Tahirî gibi bahadırlardandır.
-
Cevap: Mustafa Sungur
Hüsrev Ağabeyin Üstadı tavsifi
"Bu münasebetle Hz. Üstadın dellâl-ı Kur'an olan şahsiyet-i maneviyesini beyan sadedinde, Nur'un kahramanı Hüsrev Ağabeyin, Hz. Üstadın Abdurrahman'la beraber olan fotoğrafın arkasına yazmış...
"Bu günde Mele-i A'lânın arzda medâr-ı süruru.
"Bu günde sekene-i arzın Mele-i A'lâdan medar-ı iftiharı.
"Bu günde Habibullahın medar-ı nazarı.
"Bu günde Müslümanlığın sertacı.
"Bu günde tarikatların şâhı,
"Bu günde hakikatların imamı,
"Hem bu günde mahbub-u Hüda,
"Hem bu günde allâme-i asır
"Hem bu günde zulmetin Nur'u
"Hem bütün günlerde Mehdî-i A'zam...
"Hem Molla Said-i Nursî,
"Hem Bediüzzamani'l-Kürdî
"Sevgili Üstadımız, sizlere en mübarek, en kıymettar, en sevgili bir hediye olarak takdim etmekle müftehiriz, Hüsrev' diye imzasını atmış.
"Bu beyanlar ve ifadeler, otuz beş sene önce Risale-i Nur'un dar bir dairede iken, talebeleri, hapislere sevkedildiği müthiş bir zamanda ve ümitsizliğin çoklarını sardığı bir devrede, Nur'dan aldığı iman neşesiyle bir talebenin yazdığı kanaatlarıdır. Şimdi ise aradan kırk sene geçmiş, Kur'anın dersi olan Nurlar, içte ve dışta süratle yayılıyor, neşrediliyor bir duruma gelmişiz. Onun için, bu ifadeleri, bir dava olarak değil, o zamanlara ait geçmiş bir hatıra olarak, hem de merhum, muhterem Hüsrev Ağabeyimizin bir hatırası olarak yâd etmek istedik.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstadın ders halkasındayız"
"Samsun'dan geldiğimde Isparta'da Nur Üstadı dört talebesi ile beraber ikamet ediyor bir halde buldum. Biz de beraber sine-i Üstada dahil olduktan sonra bir gün yatsıya yakın Hz. Üstad odamıza teşrif etti; 'Bir ihtar var, size Arabî risalelerimi ders vereceğim, size Arapça öğreteceğim ve yarın sabahtan itibaren başlayacağız' dedi. Sonsuz sürur duyduk. Yarın sabah tesbihatı müteakip bizi çağırdı, karşısına oturduk. Kendileri zaten daima yatakta, yorgan yarı vücuduna kadar çekili bir halde bulunurdu. 'Tesbihatı yaptınız mı?' diye sordu. 'Yaptık' dedik. Ve evvela, Mesnevî-i Nuriye'nin Türkçe mukaddemesini, sonra tercüme edilen Arapça mukaddemeyi okudular. Ve Arabî Mesnevî'den de bir parça okuyup izah ettiler. Bu suretle ilk Arabî derse başlamış olduk. Artık ondan sonra her sabah dersimize devam ettik. Kendileri okuyor ve Türkçeye tercüme ederek ders veriyordu. O münasebetle, yani okuduğumuz bahisler münasebetiyle Üstadımız, bu hakikatları ders aldığı zamanları ve hatıralarını da der-hatır ederek, hayatından ve bu hakikatları ders alışındaki ruhî, kalbî ve fikrî seyr-i sülûkünden ve hayatının muhtelif safhalarındaki çok hususlardan da bahsederlerdi.
"O günlerde benim vaziyetim; Üstadımızın böyle bir dersine, onun okumasına ve izahına muhatap olmak ve dersinde bulunmak gibi bir nimete nailiyetimdeki sonsuz lütf-u İlahî tecellisine karşı, şükründen aciz bulunduğumuz bir halet-i haz ve sürura gark olduğumuzdan ve Üstadımızın mübarek lisanından çıkan o derslerdeki cümle ve kelimeler hakikaten ruhumuza, kalbimize, bütün varlığımıza uzanan nurdan huzmeler gibi geldiği, tesir ettiği için; o dersleri, o kelimeleri adeta teneffüs eder, içer gibi idik ki, fikren ben şimdi o haletlerin ve o hatıraların çoğunu doğrusu ifade edemiyorum. Ve zaten sonra anladık ki, akıldan ziyede ruh ve kalbimiz ders almış. Tâ Üstadımız ikaz ve ihtarlar ile akıl, fikir ve gözümüze soka soka mesâil-i Nuriyeyi izah ettiler. Sonra benim aklım bir derece uyandı Elhamdülillah. Yine onun irşadı ile... Bizi, hayal alemimizden, akıl ve fikir, hizmet ve mantık sahasına çıkardılar. Cenab-ı Hak ebeden razı olsun. Bu da malum olduğu üzere benim vüs'atime göredir. Rabb-i Rahimin ihsan ettiği nisbettedir. Hâzâ min fadli Rabbî...
"Mesnevî'den evvela Katre Risalesini okuduk. Katre Risalesi, iman-ı Billah ve Tevhide dairdir. Kainatın bütün nev'leri ile ve erkânı ile ve azası ile ve eczası ile; ve o ecza, cüzleri ile; ve o cüzler hücreleri ile; ve o hücreler, zerreleri ile, ve o zerreler, tarlası olan esir ile 'La ilâhe illallah' söyleyerek, elli beş lisan ile Hakkın varlığına ve birliğine şahadet ve delaletlerini ihtiva ediyor. Bu Katre Risalesi hakkında devr-i Meşrutiyette Şeyh Saffet Efendinin bir takrizi var, aynen şöyle:
"Fazıl-ı muhterem, meclis-i mesafih ve Tetkik-i Müellifat-ı Şer'iye ve Reis-i Alisi Şeyh Saffet Efendi Hazretlerinin takrizidir.
"Cenab-ı Hakka hamd ve kendisine Kur'an nazil olan Peygamberimize ve dinin binasının tahkim ve tahmid eden âl-i ashâbına salat ü selam olsun. 'Tevhid denizinden bir katre' namındaki risale gözüme tecelli etti. O denizle bu katre arasında bir fark göremedim. Çünkü, o katre, hakikatte o denizden geliyor ve o denize dökülüyor.
*Mustafa Sungur Ağabeyin Afyon Hapishanesinde yazmış olduğu el-Hüccetü'z-Zehra'yı Hz. Üstad tashih etmiş ve sonuna şu mübarek duayı yazmıştı:
"Yâ Erhamerrâhimin İsm-i Âzamın ve Fâtiha-i Şerifenin ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hürmetlerine bu risaleyi yazan Sungur Mustafa'yı Cennetü'l-Firdevste ebedi mes'ut ve hizmet-i imaniyede dâimî muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin..."
Tevhid denizinde avuçla su içmekte ve İslâmiyet memesinden sot emmekte kardeşimiz olan allâme Bediüzzaman Said Nursi'nin sayinden dolayı Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun.'
El-fakir, Tûrabü Akdâmi'l-Ulemâ
SAFFET (r.h.)
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Cenab-ı Hak ona hayat mektebinde kâinatı ders vermiş"
"Mesnevî-i Arabîyi ders aldıkça görüyorduk ki: Risale-i Nur'da okuduğumuz hakikatleri Hz. Üstad 40-50 sene önceleri yazmış. Ama icmalen yazmış. Aynı hakikatler, delil ve bürhanlar. 40-50 sene önce telif ettiği o Arabî risalesinde bu ilimlerin tahsili hususunda diyor:
"Ben kırk senelik ömründen ve otuz senelik ilmî seyr-i sülûkümde dört kelime ile dört kelam öğrendim.'
"Demek daha çocuk yaşında iken, aynı hakikatlerin mebde-i tahsiline başlamış, mütemadiyen aynı mes'eleleri takip ede ede, ders ala ala, tedris ede ede imrar-ı hayat eylemiş. Gavs-ı azam hakkında söylediği, '90 sene müddetle hakaik-i imaniyenin hakkalyakin, ilmelyakin ve aynelyakin derecatına uruç eden' sözünü bu necip Üstad hakkında da söyleyebiliriz. Hele onun dağları, taşları, dereleri, suları, bağ ve bahçeleri, hayvanları ve ağaçları ve bunların çiçek, yaprak ve meyvelerini mütalaa etmesindeki hayat sahnelerine göz attığımız zaman; o büyük mütefekkirin ne derece keskin nazarlı ve bir muallim-i âlem olduğunu görmekteyiz. Risalelerdeki hakikatlerle onun hayat sahneleri arasında bağlantı kurdukça, Cenab-ı Hakkın ona, hayat mektebinde, kainat kitabını ders verdiğini anlıyoruz. Ve sonra zamanı gelecek, İslâm dinine en ehemmiyetli bir zamanda küllî ve cihanşümul bir hizmet ifa eyleyecek... Maddede boğulanları, yine maddenin izahı ile kurtaracak. Maddede bulduğu iman ve tevhid nurlariyle insanlığı nur-u imana ve Allah'a çağıracak. Anlıyoruz...
-
Cevap: Mustafa Sungur
"İnsan kâinata bakar da, nasıl bilmediği bir mesele kalır?"
"Bu arada merhum biraderleri Abdülmecid Efendi Hazretlerinin naklettiği bir hatırayı hatırladım. Şöyle dedi: 'Bir gün Seyda, gençliğinde, gündüz vakti bir taşın üstüne oturdu ve ellerini bacakları üzerine koyarak başını kaldırdı, şöyle bir afaka baktı ve dedi ki: 'Abdülmecid! İnsan kâinata bakar da nasıl bilmediği bir mes'ele kalır?'
"Demek kâinattan dersini alan bir dellal... Âyetü'l-Kübra öyle demiyor mu? 'Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kainatta fikren seyahat eden ve her şeyden Halıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakin derecesinde İlâhını, Vücub-u Vücud noktasında bulan dünya misafiri...