-
Mektubat-ı Rabbani (41. Mektup)
Bu mektûb, şeyh Dervîşe gönderilmişdir. Sünnet-i seniyyeye yapışmağa teşvîk etmekde ve tarîkati, hakîkati ve Sıddîklığı bildirmekdedir:
Hak teâlâ, zâhirimizi ve bâtınımızı [dışımızı, içimizi] sünnet-i seniyye-i Mustafâviyyeye “alâ sâhib-i hessalâtü vesselâmü vettehıyye” uymakla zînetlendirsin! Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mahbûb-i Rabbil’âlemîndir. Ya’nî Allahü teâlânın sevgilisidir. Herşeyin en iyisi, en güzeli, sevgiliye verilir. Bunun içindir ki, Nun sûresi dördüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, en büyük, en yüksek olarak yaratıldın) buyuruldu. Yasîn sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, Peygamberlerimden birisin ve doğru yoldasın) buyuruldu. En’âm sûresi, yüzelliüçüncü âyetinde meâlen, (Onlara söyle: Benim gitdiğim yol, doğru yoldur. Bu yolda yürüyünüz, başka dinlere, nefslerinize uymayınız. Doğru yoldan ayrılmayınız!) buyuruldu. Onun dînine, (Doğru yol) buyuruyor. Onun dîni dışında kalan yollara, felâket yolu deyip, bu yollardan kaçınınız buyuruyor.
O Server “aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlâya şükr etmek ve insanlara hakîkati bildirmek için, (Yolların en hayrlısı, doğrusu, Muhammedin “aleyhisselâm” yoludur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Rabbim beni en güzel edeble, edeblendirdi) buyurdu.
İnsanın bâtını, zâhirini temâmlamakdadır. Zâhir ile bâtın, birbirinden kıl kadar ayrılmaz. Meselâ, ağız ile yalan söylememek islâmiyyetdir. Yalan söylemek arzûsunu, zahmet çekerek, uğraşarak, kalbden çıkarmak tarîkatdir. Yalan söylemenin kalbe gelmemesi de hakîkatdir. Görülüyor ki, bâtın işi, ya’nî tarîkat ve hakîkat, zâhir işini, ya’nî islâmiyyeti temâmlamakdadır. Tarîkat yolcularına, yolculuklarında islâmiyyete uymıyan şeyler görünür ve gösterilirse, bunlar, o ândaki serhoşlukdan ve hâl denilen şü’ûrsuzluğun artmasından dolayı olur. Sâliki [tesavvuf yolcusunu], bu makâmdan geçirir, uyandırırlarsa, islâmiyyete uymayan birşey kalmaz. Meselâ, ba’zıları, sekr hâlinde iken, Zât-ı ilâhînin bu âlemi ihâta etdiğini, kapladığını sanmışdır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri böyle söylemiyor. Allahü teâlânın, kendi değil, ilmi herşeyi kaplamışdır diyor ki, âlimlerin sözü dahâ doğrudur. Sôfiyye-i aliyye, bir tarafdan, Zât-ı teâlâya hiçbir şeyle hükm olunamaz, hiçbir ilm Ona yetişemez diyor. Bir yandan da, herşeyi ihâta etmiş, herşeye sirâyet etmişdir, diyor. Sözleri, birbirini tutmuyor. Sözün doğrusu, Allahü teâlâ, bîçûn ve bî-çigûnedir. Ya’nî, hiçbirşeye, düşüncelere benzemez ve nasıl olduğu bilinemez. Ona kavuşan, hayrân, şaşkın ve Ona câhil olur. Orası, mahlûklar için, cehl diyârıdır. İhâta, sereyân gibi sözlerin, o mukaddes makâmda ne işi var? Böyle şeyleri söyliyen, eğer Zât-i ilâhî yerine, te’ayyün-i evveli söyliyoruz derse, sözü o kadar çirkin olmaz. Te’ayyün-i evveli, Zât-i ilâhîden ayrı bilmedikleri için, buna zât diyorlar. Te’ayyün-i evvele vahdet de derler. Mahlûkların hepsinde sârîdir, mevcûddur. Bunun için, Zât-i ilâhî, herşeyi kaplamışdır diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, Zât-i ilâhî, her düşünceden uzakdır. Hiçbirşey, O değildir. Ondan başkadırlar. Te’ayyün-i evvel diye birşey varsa, Zât-i ilâhîden ayrıdır. Bunun ihâta etmesine, Zât-i ilâhînin ihâtası denemez diyor. Görülüyor ki, âlimlerin görüşü, sôfiyyenin görüşünden dahâ ince, dahâ yüksekdir. Sôfiyyenin Zât-i ilâhî dediklerini, âlimler, zâtdan ayrı bilmekdedir. Zât-i ilâhînin yakın olması, berâber olması da böyledir.
Bâtının, ya’nî tarîkat ve hakîkatin ma’rifetleri, zâhirin, ya’nî islâmiyyetin bilgilerine, tâm uygun olduğu makâm, Sıddîklık makâmıdır ki, vilâyet derecelerinin en üstünüdür. Bu makâmdaki ma’rifetler, islâmiyyetden kıl kadar ayrı olmaz. Sıddîklık makâmı üstünde, yalnız nübüvvet, ya’nî Peygamberlik makâmı vardır. Peygambere “aleyhisselâm” vahy ile ya’nî melek ile gönderilen ilmler, Sıddîklara “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ilhâm ile bildirilmekdedir. Bu iki ilm arasındaki fark, yalnız, vahy ve ilhâm arasındaki farkdır. O hâlde, hiç ayrılık olamaz. Sıddîklık makâmının altındaki makâmların hepsinde az çok, sekr [şü’ûrsuzluk, dalgınlık] vardır. Sekrsiz olan, tâm uyanıklık, yalnız Sıddîklık makâmındadır. Peygamberlik ile Sıddîklık bilgileri arasında, ikinci bir fark da, vahy elbette doğrudur. İlhâm ise, zan iledir. Çünki, vahy, melek ile gelir. Melek, ma’sûmdur. Ya’nî öyle yaratılmışdır ki, yanlışlık yapamaz. İlhâm yeri de, yüksek ise de, ya’nî ilhâm yeri olan kalb, âlem-i emrden olup, yüksek ise de, akl ve nefs ile birlikde bulunduğu için, yanılabilir. Evet, nefs mutmeinne olmuş ise de, Fârisî beyt tercemesi:
Olsa da o, mutmeinne,
sıfatları gitmez yine.
Nefs, mutmeinne oldukdan sonra, sıfatlarının, kendisinde bırakılmasında, nice fâide vardır. Sıfatları yok edilseydi, insan, yüksek derecelere ilerliyemezdi. Rûhu, melek gibi olurdu. Kendi makâmında kalırdı. Rûh, ancak nefse uymamakla yükselebilmekdedir. Nefsde azgınlık kalmasaydı, nasıl ilerliyebilirdi. Kâinâtın efendisi “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”, kâfirlerle cihâddan geri dönünce, (Küçük muhârebeden döndük, büyük cihâda geldik) buyurdu. Nefs ile savaşmağa, (Cihâd-ı ekber) dedi. Din büyüklerinin nefslerinin azması demek, çok az (Terk-i azîmet) ve (Muhâlefet-i evlâ) etmesi demekdir. [(Azîmet), islâmiyyetin izn verdiği şeyleri de yapmamak, (Evlâ) da, herşeyin en iyisini yapmakdır. Nefs, azîmeti ve evlâyı istemiyor.] Büyüklerin nefslerinde, yalnız bu terki istemek vardır. Yoksa azîmeti ve evlâyı terk etmezler. İşte, nefslerinin, yalnız bu istemesinden dolayı, cenâb-ı Hakka o kadar çok yalvarırlar, o kadar çok pişmân olur, sızlarlar ki, başkalarının bir senede kazandıkları mertebelere, bir ânda yükselmelerine sebeb olur.
Yine sözümüze dönelim! Sevgilinin ahlâkı, sıfatları, her nerede bulunursa orası da sevilir. Âl-i İmrân sûresinde, (Benim izimde yürüyünüz! Allahü teâlâ, sizi sever) meâlindeki otuzbirinci âyet, bunu işâret etmekdedir. O hâlde, Ona “aleyhissalâtü vesselâm” uymağa çalışmak, insanı, Mahbûbiyyet makâmına kavuşdurur. Aklı olanların, iyi, doğru düşünebilenlerin zâhirleri ile, bâtınları ile Habîbullaha “aleyhissalâtü vesselâm” tâm uymağa çalışması lâzımdır.
Mektûb uzunca oldu. Afv buyurunuz! Her bakımdan güzel olanı anlatan söz, güzel olacağı için, uzadıkça, güzelliği artar. Sûre-i Kehf, yüzonuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbimin kelimelerini yazmak için, deniz mürekkeb olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz biter. Bir deniz dahâ getirsek o da biter) buyuruldu. Vesselâm.
Sözü başka tarafa çevirelim. Düâlarımı bildiren mektûbumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilm sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere gitdi. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyuya “rahmetullahi aleyh”[1] maâş alması için veyâ yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. Dahâ fazla yazıp başınızı ağrıtmıyayım.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Şeyh Ciyu: Nakîb, ya'nî Diyânet İşleri re'îsi Seyyid Ferîdeddîn-i Buhârî
-
Mektubat-ı Rabbani (42. Mektup)
Bu mektûb, yine şeyh Dervîşe yazılmışdır. Kalbden, başkalarını sevmek pasını temizlemek için, en iyi ilâc, sünnet-i seniyyeye [ya’nî islâmiyyete] yapışmak olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, sizlere selâmet versin! İnsan çeşid çeşid şeylere bağlı kaldıkça kalbi temizlenemez. Pis kaldıkça se’âdetden mahrûmdur, uzakdır. (Hakîkat-i câmi’a) denilen kalbin Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi sünnet-i seniyye-i Mustafâviyyeye “alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehıyye” [ya’nî islâmiyyete] tâbi’ olmakdır, uymakdır. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin âdetlerini, kalbi karartan isteklerini yok eder.
Bu büyük ni’mete kavuşmakla şereflenenlere müjdeler olsun! Bu yüksek devletden mahrûm kalanlara yazıklar olsun! Allahü teâlâ, size ve doğru yola tâbi’ olanlara selâmet versin!
[Sünnet kelimesinin dînimizde üç ma’nâsı vardır. (Kitâb ve sünnet) birlikde söylenince, kitâb, Kur’ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i şerîfler demekdir. (Farz ve sünnet) denilince, farz, Allahü teâlânın emrleri, sünnet ise, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sünneti ya’nî emrleri demekdir. (Sünnet) kelimesi yalnız olarak söylenince islâmiyyet ya’nî bütün ahkâm-ı islâmiyye demekdir. Fıkh kitâbları böyle olduğunu bildiriyor. Meselâ (Kudûrî muhtasarı)nda, (Sünneti en iyi bilen imâm olur) diyor. (Cevhere) kitâbında burayı açıklarken, (Sünnet demek, burada islâmiyyet demekdir) diyor.
Kalbi temizlemek için islâmiyyete uymak lâzım olduğu anlaşıldı. İslâmiyyete uymak da, emrleri yapmakla ve yasaklardan ve bid’atlerden sakınmakla olur.
(Bid’at), sonradan yapılan şey demekdir. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve dört halîfesinin “radıyallahü anhüm” zemânlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydâna çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan şeylerdir. Meselâ, nemâzlardan sonra hemen Âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce salâten tüncînâyı ve başka düâları okumak bid’atdir. Bunları Âyet-el-kürsîden ve tesbîhlerden sonra okumalıdır. Nemâzdan, düâdan sonra secde edip de kalkmak bid’atdir. [Ezânı ho-par-lörle okumak bid’atdir.] Dinde yapılan değişiklikler ve reformlar bid’atdir. Yoksa, çatal, kaşık, boyun bağı kullanmak, kahve, çay, tütün içmek bid’at değildir. Çünki bunlar ibâdet değil, âdetdir ve mubâhdırlar. Harâm değildirler. Tütün içmek hakkındaki islâm âlimlerinin sözleri (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında uzun yazılıdır. Bid’at üç dürlüdür:
1- İslâmiyyetin küfr alâmeti dediği şeyleri kullanmak en kötü bid’atdir.
2- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan i’tikâdlar, inanışlar da kötü bid’atdir.
3- İbâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar bid’at olup büyük günâhdır.]
İnsana sadâkat yakışır, görse de ikrâh,
Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah.
-
Mektubat-ı Rabbani (43. Mektup)
Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîd-i Buharî “rahmetullahi aleyh” hazretlerine yazılmışdır. Tevhîd-i şühûdî ve tevhîd-i vücûdî bildirilmekde, ayn-ül-yakîn ve hakk-ul-yakîn anlatılmakdadır:
Allahü teâlâ, size selâmet versin! Her kusûrdan, sıkıntıdan korusun! Âmîn.
Bu yüksek insanların “rahmetullahi aleyhim” tesavvuf yolculuğunda, önlerine çıkan tevhîd iki dürlüdür: Tevhîd-i şühûdî, Tevhîd-i vücûdî.
(Tevhîd-i şühûdî) bir olarak görmekdir. Ya’nî sâlik [yolcu], herşeyi yapanı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhîd-i vücûdî, var olanı, bir bilmekdir. Ondan başka herşeyi yok bilmekdir. Yok olmakla berâber, O bir mevcûdun aynaları sanmakdır. Tevhîd-i vücûdî, ilm-ül-yakîn kısmından oluyor [ya’nî kalb ile bilmekdir]. Tevhîd-i şühûdî ise, ayn-ül-yakîn kısmından oluyor [ya’nî, görmekdir]. Tevhîd-i şühûdî, bu yolda, elbette vardır. [Her sâlik, buna yakalanacakdır.] Çünki, bu tevhîd olmadıkça, Fenâya kavuşulamaz, ayn-ül-yakîn nasîb olamaz. Çünki, birşey görülür ve görünmesi kuvvet bulursa, başka hiçbirşey görülemez. Tevhîd-i vücûdî ise, böyle değildir. Ya’nî, lâzım değildir. Çünki böyle ma’rifet [bilgi] olmadan da, ilm-ül-yakîn hâsıl olur. Mevcûdun bir olduğunu, ilm-ül-yakîn ile bilmek, Ondan başka şeyleri yok bilmeği îcâb etmez. Ya’nî, Allahü teâlâyı var bilmek ve bu bilginin, insanı kaplaması, Ondan başka şeyleri bilmemeği îcâb etdirmez. Meselâ, bir kimsede, güneşin var olduğuna yakîn hâsıl olunca, bu yakîn, bu kimseyi kapladığı zemân, yıldızları yok bilmesi lâzım gelmez. Fekat, güneşi gördüğü zemân, yıldızları elbette görmez. Güneşden başka birşey görmez. Yıldızları görmediği için, yıldızları yok bilmez. Hattâ, var olduklarını, fekat görünmediklerini bilir. Bu kimse, bu zemân, yıldızlar yokdur diyenlere inanmaz. Sözlerinin doğru olmadığını bilir. İşte tevhîd-i vücûdî, bir mevcûddan başka, her şeyi yok bilmek olup, akla ve islâmiyyete uygun değildir. Tevhîd-i şühûdî ise, mevcûdu bir görmekdir ve akla ve islâmiyyete uygundur. Meselâ, güneş doğarken, yıldızlar, yok oluyor demek, doğru değildir. Fekat, bu zemânda, yıldızları görmemek doğrudur. Güneşin ziyâsı çok olduğu ve insanın gözü kuvvetsiz olduğu için yıldızlar görülmemekdedir. Eğer, güneşin ziyâsı, insanın gözünü kuvvetlendirseydi, güneşle birlikde yıldızları da görürdü. Bu görüş (Hakk-ül-yakîn) makâmında olur. İşte Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden ba’zısının, islâmiyyete uymıyor görünen sözlerini, ba’zı kimseler tevhîd-i vücûdî sanmışdır. Meselâ, Ebû Mensûr-i Hallâcın (Enelhak) sözü ve Ebû Yezîd-i Bistâmînin “rahmetullahi aleyh” (Sübhânî) sözü ve bunlar gibi sözler, böyledir. Böyle sözleri, tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle, islâmiyyete uygun olurlar. Bu büyükler, o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka birşey yokdur, demek istemişlerdir. (Enelhak) demek, ben yokum, Allahü teâlâ vardır, demekdir. Kendini görmeyince, var olduğunu bilmemişdir. Yoksa, kendini görüp, Hak teâlâyım dememişdir. Böyle söylemek küfrdür.
Süâl: Kendinin var olduğunu bilmemek, yok bilmek değil midir? Bu da, tevhîd-i vücûdî olmaz mı?
Cevâb: Var olduğunu bilmemek, yok olduğunu bilmek değildir. O zemân, şaşkınlık hâlidir. Akl işlemez. Hiçbir şeye hükm, karâr verecek hâlde değildir.
(Sübhânî) sözü de, Hak teâlâyı tenzîhdir. Kendini tenzîh değildir. Çünki, kendi varlığını bilmemekdedir. Birşeye hükm edemez.
[Hindistândaki islâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül-bahreyn)de diyor ki, (Tesavvuf büyükleri, islâmiyyete uymıyan sözleri söylerken çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter. İhtiyârını giderir. Tesavvuf serhoşları da, böyle şu’ûrsuz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde ma’zûr iseler de, böyle sözlerine uymak câiz değildir).].
(Ayn-ül-yakîn) makâmı, hayret, şaşkınlık makâmıdır. Bu makâmda, ba’zıları, böyle şeyler söylemişdir. Bu makâmdan kurtarıp da, hakk-ul-yakîn makâmına çıkarırlarsa, böyle şeyler söyliyemez ve haddi aşmazlar.
Zemânımızda, tarîkata girmiş birçok kimse, kendilerine tesavvufcu süsü vererek, tevhîd-i vücûdîyi dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor. İlm-ül-yakîne saplanıp, ayn-ül-yakînden mahrûm kalmışlardır. Tesavvuf büyüklerinin sözlerine kendi hayâlleri ile ma’nâ vererek, böyle sözleri, övünerek, her yerde söylemekdedirler.
Tesavvuf büyüklerinin kitâblarında, tevhîd-i vücûdîyi gösteren, böyle sözler görülürse, ilk zemânlarında, ilm-ül-yakîn mertebesinde söylemiş olduklarını, sonra bu makâmdan ilerleyip, ayn-ül-yakîn makâmına götürüldüklerini düşünmelidir.
Süâl: Tevhîd-i vücûdî sâhibi olan, mevcûdü [ya’nî var olanı] bir bildiği gibi, bir vücûd [varlık] görmekdedir. Ya’nî ayn-ül-yakîn mertebesine de mâlikdir.
Cevâb: Tevhîd-i vücûdî sâhibleri, tevhîd-i şühûdînin, âlem-i misâldeki sûretini görmekdedir. Tevhîd-i şühûdîye kavuşmamışdır. Tevhîd-i şühûdî başkadır. Âlem-i misâlde gördükleri, bu sûreti başkadır. Çünki, tevhîd-i şühûdî mertebesinde, hayret, şaşkınlık hâsıl olur. Hiçbir şeye hükm edemezler. Hâlbuki, tevhîd-i vücûdî sâhibi, tevhîd-i şühûdînin, âlem-i misâldeki sûretini gördüğü zemân yine ilm sâhibidir. Çünki, herşeyin yok olduğunu bilmekdedir. Yok demek, bir hükm, karâr vermekdir. Hayret ile ilm, birlikde bulunamaz. O hâlde, tevhîd-i vücûdî sâhibi, ayn-ül-yakîn makâmına varmamışdır. Hâlbuki, tevhîd-i şühûdî sâhibini hayret makâmından ileri götürürlerse, hakk-ul-yakîn makâmındaki ma’rifete kavuşur ki, bu makâmda ilm ile hayret birlikde bulunur. Hayretsiz olan, hayretden önce olan ilm, ilm-ül-yakîndir. Bu cevâbı, bir misâl ile aydınlatalım:
Devlet reîsi olmağa elverişli bir kimse, rü’yâda, kendini devlet reîsi olmuş, o makâmda o işin başında görür. Fekat, bu kimse, elbette devlet reîsi olmamışdır. Yalnız âlem-i misâldeki sûretini, kendinde görmüşdür. Devlet reîsliği nerede, rü’yâda gördüğü sûret nerede! Şu kadar var ki, rü’yâsı, âlem-i misâldeki sûret olmakla berâber, bu kimsenin, bu sûretin aslı olan makâma kavuşmağa elverişli olduğunu haber vermekdedir. Eğer çalışır, uğraşırsa, Allahü teâlânın ihsânı ile, o makâma kavuşabilir. Bir şeye elverişli olmak ile, o şeye kavuşmak, hiç aynı olur mu? Aralarında, çok fark vardır. Ayna yapılacak cam parçası, ayna olmadıkça büyüklerin eline kavuşamaz. Onların cemâli ile şereflenemez.
Bu ince bilgileri yazmakdan maksadım, zemânımızda ba’zıları özenerek, bir kısmı da, yalnız işiterek, bir kısmı ise, hem işiterek, hem de zevk alarak ve ba’zıları da sapıklık ile ve zındıklık ile, tevhîd-i vücûdî yolunu tutmuş, sevâbı, iyiliği, kötülüğü, herşeyi, Allah yapıyor diyor. Hattâ, herşeyi Hak teâlâ biliyorlar. Bu kurnazlıkla islâmiyyete uymuyor, emrleri yapmıyorlar. Böylece, işin kolay tarafını bulmuşlar. İbâdet etmek lâzımdır deseler bile, bunlar ikinci derecededir, asl maksad, islâmiyyetin üstünde, başka şeydir diyorlar. Hâşâ ve kellâ! Öyle değildir. Hiç de, dedikleri gibi değildir. Bunların kötü düşüncelerinden, Allahü teâlâya sığınırız!
Tarîkat ve islâmiyyet, birbirinden başka, ayrı iki şey değildir. Aralarında kıl ucu kadar fark yokdur. Ayrılıkları, yalnız, topluluk ve genişlik, ilm ile ve keşf ile olmakdır. İslâmiyyete uymıyan herşey bozukdur. Atılması lâzımdır. İslâmiyyetin istemediği bir müslimânlık, zındıklıkdır. İslâmiyyete yapışarak hakîkati aramak, tesavvufdur.
Allahü teâlâ, bizi ve sizi ve bütün milletimizi, insanların efendisinin “aleyhisselâm” yoluna, hem zâhirde, hem bâtında, tâm uymakla şereflendirsin! Âmîn.
Sevgili hocam “kaddesallahü sirreh” çok zemân, tevhîd-i vücûdî yolunda idi. Risâlelerinde ve mektûblarında, bu yolu gösterdi. Fekat sonra, Hak teâlâ lutf ederek, bu makâmdan ilerletdi. Bu dar bilgilerden kurtardı. Talebesinden Abdülhak diyor ki, son hastalığından bir hafta evvel buyurdu ki, (Pek iyi anladım ki, tevhîd-i vücûdî, dar bir sokak imiş. Ana cadde, başka imiş. Böyle olduğunu, önceden de biliyordum. Fekat, şimdi , pek yakîn anladım). Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”], hocama hizmet etdiğim zemânlar, tevhîd-i vücûdî yolunda idim. Bu yolu kuvvetlendiren keşfler hâsıl olmakda idi. Fekat, Allahü teâlânın ihsânı, bu makâmdan kurtarıp, dilediği makâmla şereflendirdi. Sözü uzatmamak için, burada kesiyorum. Vesselâm.
-
Mektubat-ı Rabbani (44. Mektup)
Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîd-i Buharî “rahmetullahi aleyh” hazretlerine yazılmışdır. Tevhîd-i şühûdî ve tevhîd-i vücûdî bildirilmekde, ayn-ül-yakîn ve hakk-ul-yakîn anlatılmakdadır:
Allahü teâlâ, size selâmet versin! Her kusûrdan, sıkıntıdan korusun! Âmîn.
Bu yüksek insanların “rahmetullahi aleyhim” tesavvuf yolculuğunda, önlerine çıkan tevhîd iki dürlüdür: Tevhîd-i şühûdî, Tevhîd-i vücûdî.
(Tevhîd-i şühûdî) bir olarak görmekdir. Ya’nî sâlik [yolcu], herşeyi yapanı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhîd-i vücûdî, var olanı, bir bilmekdir. Ondan başka herşeyi yok bilmekdir. Yok olmakla berâber, O bir mevcûdun aynaları sanmakdır. Tevhîd-i vücûdî, ilm-ül-yakîn kısmından oluyor [ya’nî kalb ile bilmekdir]. Tevhîd-i şühûdî ise, ayn-ül-yakîn kısmından oluyor [ya’nî, görmekdir]. Tevhîd-i şühûdî, bu yolda, elbette vardır. [Her sâlik, buna yakalanacakdır.] Çünki, bu tevhîd olmadıkça, Fenâya kavuşulamaz, ayn-ül-yakîn nasîb olamaz. Çünki, birşey görülür ve görünmesi kuvvet bulursa, başka hiçbirşey görülemez. Tevhîd-i vücûdî ise, böyle değildir. Ya’nî, lâzım değildir. Çünki böyle ma’rifet [bilgi] olmadan da, ilm-ül-yakîn hâsıl olur. Mevcûdun bir olduğunu, ilm-ül-yakîn ile bilmek, Ondan başka şeyleri yok bilmeği îcâb etmez. Ya’nî, Allahü teâlâyı var bilmek ve bu bilginin, insanı kaplaması, Ondan başka şeyleri bilmemeği îcâb etdirmez. Meselâ, bir kimsede, güneşin var olduğuna yakîn hâsıl olunca, bu yakîn, bu kimseyi kapladığı zemân, yıldızları yok bilmesi lâzım gelmez. Fekat, güneşi gördüğü zemân, yıldızları elbette görmez. Güneşden başka birşey görmez. Yıldızları görmediği için, yıldızları yok bilmez. Hattâ, var olduklarını, fekat görünmediklerini bilir. Bu kimse, bu zemân, yıldızlar yokdur diyenlere inanmaz. Sözlerinin doğru olmadığını bilir. İşte tevhîd-i vücûdî, bir mevcûddan başka, her şeyi yok bilmek olup, akla ve islâmiyyete uygun değildir. Tevhîd-i şühûdî ise, mevcûdu bir görmekdir ve akla ve islâmiyyete uygundur. Meselâ, güneş doğarken, yıldızlar, yok oluyor demek, doğru değildir. Fekat, bu zemânda, yıldızları görmemek doğrudur. Güneşin ziyâsı çok olduğu ve insanın gözü kuvvetsiz olduğu için yıldızlar görülmemekdedir. Eğer, güneşin ziyâsı, insanın gözünü kuvvetlendirseydi, güneşle birlikde yıldızları da görürdü. Bu görüş (Hakk-ül-yakîn) makâmında olur. İşte Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden ba’zısının, islâmiyyete uymıyor görünen sözlerini, ba’zı kimseler tevhîd-i vücûdî sanmışdır. Meselâ, Ebû Mensûr-i Hallâcın (Enelhak) sözü ve Ebû Yezîd-i Bistâmînin “rahmetullahi aleyh” (Sübhânî) sözü ve bunlar gibi sözler, böyledir. Böyle sözleri, tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle, islâmiyyete uygun olurlar. Bu büyükler, o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka birşey yokdur, demek istemişlerdir. (Enelhak) demek, ben yokum, Allahü teâlâ vardır, demekdir. Kendini görmeyince, var olduğunu bilmemişdir. Yoksa, kendini görüp, Hak teâlâyım dememişdir. Böyle söylemek küfrdür.
Süâl: Kendinin var olduğunu bilmemek, yok bilmek değil midir? Bu da, tevhîd-i vücûdî olmaz mı?
Cevâb: Var olduğunu bilmemek, yok olduğunu bilmek değildir. O zemân, şaşkınlık hâlidir. Akl işlemez. Hiçbir şeye hükm, karâr verecek hâlde değildir.
(Sübhânî) sözü de, Hak teâlâyı tenzîhdir. Kendini tenzîh değildir. Çünki, kendi varlığını bilmemekdedir. Birşeye hükm edemez.
[Hindistândaki islâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül-bahreyn)de diyor ki, (Tesavvuf büyükleri, islâmiyyete uymıyan sözleri söylerken çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter. İhtiyârını giderir. Tesavvuf serhoşları da, böyle şu’ûrsuz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde ma’zûr iseler de, böyle sözlerine uymak câiz değildir).].
(Ayn-ül-yakîn) makâmı, hayret, şaşkınlık makâmıdır. Bu makâmda, ba’zıları, böyle şeyler söylemişdir. Bu makâmdan kurtarıp da, hakk-ul-yakîn makâmına çıkarırlarsa, böyle şeyler söyliyemez ve haddi aşmazlar.
Zemânımızda, tarîkata girmiş birçok kimse, kendilerine tesavvufcu süsü vererek, tevhîd-i vücûdîyi dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor. İlm-ül-yakîne saplanıp, ayn-ül-yakînden mahrûm kalmışlardır. Tesavvuf büyüklerinin sözlerine kendi hayâlleri ile ma’nâ vererek, böyle sözleri, övünerek, her yerde söylemekdedirler.
Tesavvuf büyüklerinin kitâblarında, tevhîd-i vücûdîyi gösteren, böyle sözler görülürse, ilk zemânlarında, ilm-ül-yakîn mertebesinde söylemiş olduklarını, sonra bu makâmdan ilerleyip, ayn-ül-yakîn makâmına götürüldüklerini düşünmelidir.
Süâl: Tevhîd-i vücûdî sâhibi olan, mevcûdü [ya’nî var olanı] bir bildiği gibi, bir vücûd [varlık] görmekdedir. Ya’nî ayn-ül-yakîn mertebesine de mâlikdir.
Cevâb: Tevhîd-i vücûdî sâhibleri, tevhîd-i şühûdînin, âlem-i misâldeki sûretini görmekdedir. Tevhîd-i şühûdîye kavuşmamışdır. Tevhîd-i şühûdî başkadır. Âlem-i misâlde gördükleri, bu sûreti başkadır. Çünki, tevhîd-i şühûdî mertebesinde, hayret, şaşkınlık hâsıl olur. Hiçbir şeye hükm edemezler. Hâlbuki, tevhîd-i vücûdî sâhibi, tevhîd-i şühûdînin, âlem-i misâldeki sûretini gördüğü zemân yine ilm sâhibidir. Çünki, herşeyin yok olduğunu bilmekdedir. Yok demek, bir hükm, karâr vermekdir. Hayret ile ilm, birlikde bulunamaz. O hâlde, tevhîd-i vücûdî sâhibi, ayn-ül-yakîn makâmına varmamışdır. Hâlbuki, tevhîd-i şühûdî sâhibini hayret makâmından ileri götürürlerse, hakk-ul-yakîn makâmındaki ma’rifete kavuşur ki, bu makâmda ilm ile hayret birlikde bulunur. Hayretsiz olan, hayretden önce olan ilm, ilm-ül-yakîndir. Bu cevâbı, bir misâl ile aydınlatalım:
Devlet reîsi olmağa elverişli bir kimse, rü’yâda, kendini devlet reîsi olmuş, o makâmda o işin başında görür. Fekat, bu kimse, elbette devlet reîsi olmamışdır. Yalnız âlem-i misâldeki sûretini, kendinde görmüşdür. Devlet reîsliği nerede, rü’yâda gördüğü sûret nerede! Şu kadar var ki, rü’yâsı, âlem-i misâldeki sûret olmakla berâber, bu kimsenin, bu sûretin aslı olan makâma kavuşmağa elverişli olduğunu haber vermekdedir. Eğer çalışır, uğraşırsa, Allahü teâlânın ihsânı ile, o makâma kavuşabilir. Bir şeye elverişli olmak ile, o şeye kavuşmak, hiç aynı olur mu? Aralarında, çok fark vardır. Ayna yapılacak cam parçası, ayna olmadıkça büyüklerin eline kavuşamaz. Onların cemâli ile şereflenemez.
Bu ince bilgileri yazmakdan maksadım, zemânımızda ba’zıları özenerek, bir kısmı da, yalnız işiterek, bir kısmı ise, hem işiterek, hem de zevk alarak ve ba’zıları da sapıklık ile ve zındıklık ile, tevhîd-i vücûdî yolunu tutmuş, sevâbı, iyiliği, kötülüğü, herşeyi, Allah yapıyor diyor. Hattâ, herşeyi Hak teâlâ biliyorlar. Bu kurnazlıkla islâmiyyete uymuyor, emrleri yapmıyorlar. Böylece, işin kolay tarafını bulmuşlar. İbâdet etmek lâzımdır deseler bile, bunlar ikinci derecededir, asl maksad, islâmiyyetin üstünde, başka şeydir diyorlar. Hâşâ ve kellâ! Öyle değildir. Hiç de, dedikleri gibi değildir. Bunların kötü düşüncelerinden, Allahü teâlâya sığınırız!
Tarîkat ve islâmiyyet, birbirinden başka, ayrı iki şey değildir. Aralarında kıl ucu kadar fark yokdur. Ayrılıkları, yalnız, topluluk ve genişlik, ilm ile ve keşf ile olmakdır. İslâmiyyete uymıyan herşey bozukdur. Atılması lâzımdır. İslâmiyyetin istemediği bir müslimânlık, zındıklıkdır. İslâmiyyete yapışarak hakîkati aramak, tesavvufdur.
Allahü teâlâ, bizi ve sizi ve bütün milletimizi, insanların efendisinin “aleyhisselâm” yoluna, hem zâhirde, hem bâtında, tâm uymakla şereflendirsin! Âmîn.
Sevgili hocam “kaddesallahü sirreh” çok zemân, tevhîd-i vücûdî yolunda idi. Risâlelerinde ve mektûblarında, bu yolu gösterdi. Fekat sonra, Hak teâlâ lutf ederek, bu makâmdan ilerletdi. Bu dar bilgilerden kurtardı. Talebesinden Abdülhak diyor ki, son hastalığından bir hafta evvel buyurdu ki, (Pek iyi anladım ki, tevhîd-i vücûdî, dar bir sokak imiş. Ana cadde, başka imiş. Böyle olduğunu, önceden de biliyordum. Fekat, şimdi , pek yakîn anladım). Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”], hocama hizmet etdiğim zemânlar, tevhîd-i vücûdî yolunda idim. Bu yolu kuvvetlendiren keşfler hâsıl olmakda idi. Fekat, Allahü teâlânın ihsânı, bu makâmdan kurtarıp, dilediği makâmla şereflendirdi. Sözü uzatmamak için, burada kesiyorum. Vesselâm.
-
Mektubat-ı Rabbani (45. Mektup)
Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. Kendine teşekkür etmekde ve insanın muhtâc yaratıldığını, Ramezân-ı şerîfi, orucu ve nemâzı bildirmekdedir:
Allahü teâlâ sizi, çok kıymetli olan dedelerinizin yolundan ayırmasın! Sonu pişmânlık olan işlere karışdırmasın! Âmîn. Allahü teâlâyı sevenler, Allahü teâlâ ile berâberdir. Çünki, hadîs-i şerîfde, (İnsan, sevdiği kimse ile berâberdir) buyuruldu. İnsanın aslı, rûhudur. Rûhun beden ile birleşmesi, Allahü teâlâ ile olmasına biraz mâni’ olmuşdur. Bedenden ayrılıp, bu karanlık yerden kurtulunca, Rabbi ile berâber, Ona yakîn olur. Bunun için, (Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşduran bir köprüdür) buyuruldu. Ankebût sûresinin, (Allahü teâlâya kavuşmak istiyene, o vakt, elbette gelmekdedir) meâlindeki beşinci âyeti, Onun âşıklarına tesellî olmakdadır. Fekat, büyüklerin huzûru, sohbeti ile şereflenmiyen zevallıların hâli harâbdır. Büyüklerin rûhlarından istifâde edebilmek için de şartlar vardır. Herkes bu şartları yerine getiremez. Bütün ni’metlerin sâhibi olan Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu korkunç hâdise ve başımıza gelen vahşîce hücûmlar karşısında, kimsesi olmıyan bu fakîrlerin imdâdına yine, din ve dünyânın efendisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beyti yetişmekdedir. Bu sûretle büyüklerin yolu bozulmakdan kurtuldu. Feyzleri kesilmekden korundu. Evet, bu mubârek yol, memleketde gizli kalmış ve yolcuları, hemen yok gibi olmuşdu. Ehl-i beytin açdığı yol olduğundan, ta’mîrinin, temizlenmesinin de, Ehl-i beyt tarafından yapılması yakışırdı. Başkalarına ihtiyâc olmaması lâzım idi. Ehl-i beytin bu hizmetine şükr etmek, bu fakîrlere lâzım olduğu gibi, bu devlete şükr etmek, onlara da lâzımdır. İnsanların, bâtını cem’ etmesi [kalbini, rûhunu toparlayıp, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşeye bağlanmaması] lâzım olduğu gibi, zâhirde birleşmek, yardımlaşmak da lâzımdır. Hattâ, bu topluluk, berâberlik, dahâ önce lâzımdır. Çünki, bütün mahlûklar içinde, en muhtâc olan insandır.
İnsanların, çok muhtâc olmasına sebeb, insanda herşey bulunduğu içindir. Bunun için, herşeyin muhtâc olduklarının hepsi, insana lâzımdır. İnsan muhtâc olduğu şeye bağlanır. O hâlde, insanların bağlılığı, başkalarının bağlılıklarından dahâ çokdur. Her bir bağlılık, insanı, Allahü teâlâdan uzaklaşdırır. Bundan dolayı, Allahü teâlâdan en uzak olan, en mahrûm kalan mahlûk, insandır. Fârisî iki beyt tercemesi:
Mahlûkların en üstünü insandır,
yüksek makâmdan mahrûm da odur.
Eğer, toparlanıp, geri dönmezse,
ondan dahâ mahrûm, yokdur kimse.
Hâlbuki, insanın, her mahlûkdan, dahâ üstün olmasına sebeb de, yine herşeyin, kendisinde bulunmasıdır. Herşeyi kendinde topladığı içindir ki, insanın aynası mükemmeldir. Bütün mahlûkların aynalarında görünenlerin hepsi, yalnız onun aynasında, bir arada görünmekdedir. Bunun için de insan, mahlûkların en iyisi olmuşdur. Mahlûkların en muhtâcı, en mahrûmu, en kötüsü de, yine bu sebebden insandır. Bunun içindir ki, Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” gibi bir Peygamber insandır ve Ebû Cehl gibi bir mel’ûn da insandır.
Bu fakîrlerin, bir araya toplanmasına, Allahü teâlânın sebeb kıldığı, büyük ni’met, şübhe yok ki, sizsiniz. Bâtınların cem’ıyyeti de, sizin sâyenizdedir. Elbette, (Evlâd, babası gibi olur) müjdesine bakarak, bütün ümmîdler sizdedir.
Lutf etdiğiniz kıymetli mektûb, bizleri mubârek Ramezân ayında şereflendirdi. Bunun için, bu büyük ayın üstünlüklerinden birkaç satır yazmak hâtırıma geldi:
Mubârek Ramezân ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nâfile nemâz, zikr, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir orucluya iftâr verenin günâhları afv olur. Cehennemden âzâd olur. O oruclunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. O oruclunun sevâbı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de afv olur. Cehennemden âzâd olur. Ramezân-ı şerîf ayında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, esîrleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasîb olur. Bu aya saygısızlık edenin, günâh işliyenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. [Bu ayı fırsat bilmelidir.] Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, âhıreti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur’ân-ı kerîm, Ramezânda indi. Kadr gecesi, bu aydadır. Ramezân-ı şerîfde, iftârı erken yapmak, sahûru geç yapmak sünnetdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu iki sünneti yapmağa çok önem verirdi. İftârda acele etmek ve sahûru gecikdirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeğe ve dolayısı ile herşeye muhtâc olduğunu göstermekdedir. İbâdet etmek de zâten bu demekdir.Hurma ile iftâr etmek sünnetdir. İftâr edince, (Zehebez-zama’ vebtellet-il urûk ve sebet-el-ecr inşâallahü teâlâ) düâsını okumak, terâvîh kılmak ve hatm okumak mühim sünnetdir.
Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce müslimân afv olur, âzâd olur. Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytânlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Allahü teâlâ, bu mubârek ayda Onun şânına yakışacak, kulluk yapmağı ve Rabbimizin râzı olduğu, beğendiği yolda bulunmağı, hepimize nasîb eylesin! Âmîn.
[Oruc tutmak güç olan yerlerde, oruc tutanlara ve din düşmanlarının yalanlarına aldanmayıp, oruclarını bozmıyanlara, dahâ çok sevâb verilir. Ramezân-ı şerîf ayı, islâm dîninin nâmûsudur. Âşikâre oruc yiyen, bu aya hurmet etmemiş olur. Bu aya hürmet etmiyen, islâmiyyetin nâmûs perdesini yırtmış olur. Nemâz kılmıyanın da, oruc tutması ve harâmlardan kaçınması lâzımdır. Bunların orucu kabûl olur ve îmânları olduğu anlaşılır.]
-
Mektubat-ı Rabbani (46. Mektup)
Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır. Allahü teâlânın var ve bir olduğu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun resûlü olduğu bedîhîdir, pek meydândadır. Düşünmeğe bile, lüzûm olmadığını bildirmekdedir:
[Bu mektûb, çok mühim olduğundan, (İslâm Ahlâkı) kitâbının 554. sahîfesinin başına da yazdık. Lütfen oradan da okuyunuz!] Allahü teâlâ sizi, kerîm olan babalarınızın yolundan ayırmasın. Onların en üstünü olan birincisine ve geri kalanların hepsine, bizden düâlar ve selâmlar olsun! Allahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, Onun resûlü olduğu ve hattâ onun getirdiği her emrin ve haberlerin, doğru olduğu, güneş gibi meydândadır. Düşünmeğe, isbât etmeğe hiç lüzûm yokdur. Kalbin bunlara inanması için, kalbin bozuk olmaması, ma’nevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. Kalb hasta ve bozuk olunca, kalbin inanması için, akl ile düşünmek, incelemek lâzım olur. Ancak bu sûretle kalb (tasfiye) bulur, ya’nî hastalıkdan kurtulur. (Basîret)den ya’nî kalb gözünden ma’nevî perde kalkarsa, bunlara seve seve inanılır. Meselâ, safrası bozuk kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fekat, safra hastalıkdan kurtulunca, isbât etmeğe lüzûm kalmaz. Hastalıkdan dolayı isbât etmek lâzım olması, şekerin tatlılığına bir kusûr vermez. Şaşı olan, bir şeyi iki görür ve iki kişi var sanır. Şaşıdaki göz hastalığı, karşısındaki bir şeyin, iki olmasını îcâb etdirmez. O iki gördüğü hâlde, görünen yine birdir. Bunun bir olduğunu isbât etmek çok zordur. [Doppelsehen denilen göz hastalığı olanlara ahvel denir.] [Müslimân olmak için, yalnız kalbin îmân etmesi, inanması lâzımdır. Fekat, her müslimânın kalbine, dâhilî düşmanı olan nefsinden ve hâricî düşmanları olan şeytânlardan ve kötü arkadaşlardan hastalık gelmekdedir. Nefs, yaratılışda ahkâm-ı islâmiyyeye düşmandır. Kalbin hasta olması, [nefse uyması demekdir, ya’nî islâmiyyete uymak istememesidir. Ya’nî, islâmiyyetin emrlerinin tadını duymamak, yasak etdiklerinden zevk almakdır.] Bu yasaklara (dünyâ) denildiği, yüzdoksanyedinci mektûbda yazılıdır. Dünyâya düşkün olmak, kalbdeki îmânı za’îfletmekdedir. Bir kimse, nefslerinin esîri olan gâfil insanların sohbetlerinden, sözlerinden, yazılarından, kitâblarından, radyolarından, televizyonlarından uzaklaşırsa ve nefsi (tezkiye) olursa,ya’nî inkâr hastalığından kurtulursa, bu dâhilî ve hâricî düşmanlardan kalbe hastalık gelmez. Mevcûd hastalık da, islâmiyyete uyarak, (istigfâr okuyarak) tasfiye edilince, kalb hakîkî îmâna kavuşur. Nefsin cibillî hastalığından tezkiyesi ve kalbin hâricden gelen hastalıkdan tasfiyesi, mürşid-i kâmilin sohbetinde bulunmakla, kitâblarını okumakla ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla nasîb olur. Kırkikinci ve elliikinci mektûblara bakınız! Mürşid-i kâmil, bütün sözleri, bütün işleri, islâmiyyete uygun olan, Ehl-i sünnet âlimi demekdir. İslâmiyyeti iyi bilmesi, derin âlim olması lâzımdır.]
Din bilgilerini, akl ile isbât ederek [kalbe] inandırmak, kolay değildir. Yakînî, vicdânî bir îmân elde etmek için, isbât yoluna gitmekdense, kalbi hastalıkdan kurtarmak lâzımdır. Nitekim, safra hastasını, şekerin tatlı olduğuna inandırmak için, isbât etmeğe kalkışmakdansa, onu hastalıkdan kurtarmak lâzımdır. [Safrası bozuk olan hastaya] şekerin tatlı olduğu, ne kadar isbât edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünki, şeker ağzına acı gelmekde, vicdânı acı olduğunu bilmekdedir.
[Seyyid Abdülhakîm “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bulundukları uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen (his organlarındaki kuvvetler) olup, görme, işitme, koklama, gıdânın lezzetini alma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.
İkincisi, (akl kuvvetleri) olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş organdaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yokdur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veyâ tecrîbe ile yâhud hesâb ile anlar. İyiyi fenâdan, fâideliyi zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesâb, bu kuvvetlerle yapılır.
Üçüncüsü, (kalb kuvveti) olup, müslimânların havâssına, ya’nî yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûsdur. Kalbdeki bu ma’nevî anlama kuvvetine (Basîret) denir. Bu kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvetleri ile anlaşılan bilgileri [din bilgilerini ve meselâ ma’rifetullahı], bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan dahâ yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da dahâ üstün Nebîler, Nebîlerden dahâ üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül’azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet, Rûhiyyet, Hullet ve Mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur. Elektriğin ampulde, miknâtisin elektrik tellerinin makarasında hâsıl olması gibidir.
İnsanlarda bulunan nefs-i emmâre, din bilgilerine inanmamakda, tabî’ati, yaratılışı, islâmiyyete uymamakdadır. [Bunun için, islâmiyyete uymak, nefse acı gelmekde, ona uymak istememekdedir. Kalb ise, yaratılışında temizdir, sâlimdir. Fekat, nefsin islâmiyyete uymak istememesi hastalığı, kalbe sirâyet ederek, kalb de islâmiyyete uymak istemiyor. İslâmiyyete inanıyor ise de, uyması acı geliyor.] İslâmiyyetin doğruluğunu isbât için, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, hasta olan kalbde buna yakîn hâsıl olması, çok güç olur. [Kalbde yakîn hâsıl olması için, dâhilden ve hâricden hastalık gelmemesi, gelmiş olanın da tasfiyesi lâzımdır. Bunun için, nefsi (tezkiye) etmekden, ya’nî cibillî olan inkâr hastalığından ve kalbi şeytândan ve fenâ arkadaşdan kurtarmakdan başka çâre yokdur. Nefsi tezkiye, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla, sonra (kelime-i tevhîd denilen Lâ ilâhe illallah zikrini çok söylemekle), sonra bir Velînin sohbeti ile, sonra râbıtası ile, sonra hayât hikâyesini okumakla olur. Kalbin tasfiyesi, ibâdet yapmakla, bilhâssa farz nemâzları kılmakla ve çok istigfâr okumakla olacağı, (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbının 1999 târîhli baskısının dokuzuncu sahîfesinde ve (Se’âdet-i Ebediyye) 64.cü sahîfesinde ve (Hak Sözün Vesîkaları) 125.ci sahîfesinde yazılıdır. Kalb böyle temizlendiği gibi, nefsin de, (Kelime-i Tevhîd) okumak ile temizleneceği 52. ve 78.ci mektûblarda yazılıdır. Mekteb, meslek arkadaşı, öğretmen, gazete, televizyon, radyo, islâmiyyete, ahlâka muhâlif ise, bunların fenâ arkadaş oldukları anlaşılır. Kalb, bu üç düşmânın [Nefsin, şeytânın, kötü arkadaşın] şerrinden, hücûmundan kurtulunca, (tasfiye) bulur, ya’nî harâmları sevmek hastalığından kurtulur. Allah sevgisi, kendiliğinden yerleşir. Suyu boşalan şişeye havânın dolması gibi olur.]Veşşemsi sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen, (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günâhda, cehâletde, dalâletde bırakan, ziyân etdi) buyuruldu.
[(Mevâkib tefsîri)nde diyor ki, (Nefs tezkiye edilince, kalb tasfiye bulur. Ya’nî nefs, kötü isteklerden kurtarılınca, kalbin mahlûklara, harâmlara bağlılığı kalmaz.Fârisî beyt tercemesi:
Harâmları istemekden, kesilmedikçe nefs,
kalb ilâhî nûrlara, ayna olamaz hiç!
Nefsin kötülükleri, pislikleri demek, islâmiyyetin beğenmediği, harâm etdiği şeyler [ya’nî, dünyâ] demekdir). Şimdi ba’zıları, Allahü teâlânın fenâ dediği, yasak etdiği şeylere, moda, asrîlik, ilericilik diyor. Allahü teâlânın beğendiği, emr etdiği şeylere gericilik, câhillik diyor. Harâm işleyenlere san’atkâr, aydın, ilerici insan, müslimânlara mürtecî, yobaz, gerici diyenler oluyor. Bunlara aldanmamalı. Dîni, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmelidir.]
Görülüyor ki, bu açık, parlak islâmiyyete ve temiz, doğru yola inanmıyan kimsenin kalbi, şekerin tadını anlıyamıyan safralı gibi, hastadır. Fârisî mısra’ tercemesi:
Bir kimse, kör ise, güneşin suçu ne?
Seyr ve sülûkdan [ya’nî tesavvuf yolunda ilerlemekden] maksad, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmekdir. Ya’nî nefsi ve kalbi hastalıklardan kurtarmakdır. Bekara sûresinde, (Kalblerinde hastalık vardır) meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe, hakîkî îmân ele geçmez. Bu âfetler var iken, akl yolu ile kalbde hâsıl olan îmân, îmânın sûretidir. Çünki nefs, bu îmânın tersini istemekde, küfründe inâd ve isrâr etmekdedir. Böyle îmân, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna îmân etmesi gibidir. Herne kadar inandım dese de, vicdânı, şekeri acı bilmekdedir. Safrası düzeldikden sonra, şekerin tatlı olduğuna hakîkî îmân hâsıl olur. Îmânın hakîkati de, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itmînânından sonra kalbde hâsıl olur. [İtmînân, hakîkî inanmak demekdir.] İşte böyle hakîkî îmân yalnız Evliyâda bulunur ve elden gitmez. Yûnüs sûresinde, (Biliniz ki, Allahü teâlânın Evliyâsı için, azâb korkusu, ni’metlere kavuşmamak üzüntüsü yokdur!) meâlindeki altmışikinci âyet-i kerîmedeki müjde, böyle îmân sâhibleri içindir. Allahü teâlâ, hepimizi bu kâmil, hakîkî îmânla şereflendirsin! Âmîn. [63.cü mektûbu okuyunuz!]
-
Mektubat-ı Rabbani (47. Mektup)
Bu mektûb, yine nakîb ya’nî diyânet işleri reîsi, seyyid şeyh Ferîde gönderilmişdir. Geçen senelerdeki kâfirlerin azgınlığından şikâyet etmekde, müslimânların, dîne hürriyyet veren hükûmete düâ etmesi lâzım olduğunu bildirmekdedir:
Allahü teâlâ sizi, iyilerin iyisi olan atalarınızın yolunda bulundursun ve onların önce, en üstününe “aleyhissalâtü vesselâm”, sonra geridekilerin hepsine, düâlarımızı ve selâmlarımızı erişdirsin!
İslâm âlimi, milletin yanında, bedendeki kalb gibidir. Kalb, temiz, iyi olunca, beden iyi işler yapar. Kalb bozuk olunca bütün uzvlar, hep kötü iş yapar. Bunun gibi, âlimler iyi ise, millet de iyi olur. İleriye gider. Onlar, bozuk olursa, millet de bozulur. Felâkete gider. Ekber Şâhın hükûmeti zemânında, müslimânların başına ne sıkıntılar, ne felâketler gelmişdi, hepimiz biliyoruz. Bin yıl önce, müslimânlar kendi dinlerinde olacak, kâfirler de kendi yollarında kalacakdı. Nitekim, Kâfirûn sûresi, bu hâli haber vermekdedir. Bundan birkaç sene önce ise, din düşmanları, müslimânların önünde, dinsizliklerini açıkca yapıyor, bu mubârek islâm memleketinde ya’nî Hindistânda, müslimânlar, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapamıyorlardı. Yerlerin, göklerin, her çeşid enerjinin sâhibi olan, Allahü teâlânın sevgilisi, Muhammed aleyhisselâma inananların, onun ışıklı yolunda ilerliyenlerin aşağılanması, hırpalanması, ona inanmıyanların, ona düşman olanların el üstünde tutulması, beğenilmesi, ne kadar acı ve korkunç bir alçaklık idi. Müslimânlar, yaralı kalbleri ile, sabr ediyorlardı. İslâm düşmanları [yazıları ile, kalemleri ile, sözleri ile, mevkı’ kuvveti ile ve her vâsıta ile], alay ederek, taşkınca, azgınca saldırarak, yaralara tuz serpiyordu. Hidâyet, se’âdet güneşi, dalâlet ve irtidâd bulutları ile örtülmüş, hak, fazîlet ışıkları, haksızlık, ahlâksızlık perdeleri altına çekilmişdi.
Din düşmanı olanların ölmesi, bunların yerine gelenlerin, müslimânlara da hak ve hürriyyet tanımaları haberi işitildiği ânda müslimânlar, bunlara her dürlü yardım ve hizmeti kendilerine borç bildi. Kavuşulan hürriyyetden fâidelenerek, bu temiz mayalı, asîl kanlı milletin, islâmiyyete yapışmasına, dînin, îmânın kuvvetlenmesine çalışmağı en mukaddes vazîfe bildi. Bütün müslimânların, devlete, hükûmete sözleri ile, yazıları ile ve elleri ile, işleri ile yardım etmesi zâten vâcibdir. İslâmiyyete yardımın en kıymetlisi ve ehemmiyyetlisi, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve ahkâm-ı şer’ıyyeyi meydâna çıkarmak, [Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdını bozmak için çıkarılan kitâblara, mecmû’a ve gazetelere cevâb yazarak, komünistlerin, masonların, mezhebsizlerin devletimize karşı körükledikleri] fitne ve fesâd ateşini söndürmekdir. [Böylece, din hırsızlarının, yehûdî, hıristiyan ve mürtedlerin, müslimân yavrularını aldatmalarını önlemekdir.] İslâmiyyete, hükûmete ve millete, bu imdâdı yapacak olan, ancak, doğru yolda olan âlimlerdir. Böyle âlimler siyâsetle uğraşmaz. Dîni, siyâsete, mal, sandalye ve şöhret kazanmağa âlet etmez. Kendilerine din adamı ismini verip Kur’ân tercemeleri, din kitâbları yazan, mal ve makâm âşıkları, âhıret âlimi değil, dünyâlık toplayıcılarıdır. Bunların kitâbları, mecmû’aları, sözleri zehrdir. Dîni, îmânı bozar ve millet arasına fitne, fesâd sokar. Fârisî beyt tercemesi:
Din adamı görünüp, dünyâya tapan kimse,
kendi yoldan sapmışdır, gayra nasıl göstere?
Ekber şâh zemânında, müslimânların başına gelen belâlara hep böyle, din adamı şekline giren, dinsizler sebeb olmuşdu. Milleti hep bunların kitâbları, gazeteleri kışkırtmışdı. Müslimân ismi altında, yanlış yolda gidenlerin başları, hep bu kötü din adamları olmuşdur. Din âlimi tanınmıyan bir kimse, yoldan çıkarsa, bu sapıklığı, başkalarına bulaşmaz veyâ nâdiren bulaşır. Zemânımızın tarîkatcıları da, müslimânları doğru yoldan çıkarıyor. Bunlar da, sahte din adamlarının [kitâbları, mecmû’aları ve gazetelerdeki] yazıları gibi, gençlerin dîninin, îmânının bozulmasına sebeb oluyor. İşte bugün, her müslimân, elinden gelen yardımı yapmayıp islâmiyyet yine bozulur, hakâret altına düşerse, hükûmete yardımı esirgeyen her müslimân âhıretde mes’ûl olacakdır. Bunun için, bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”] gücüm, kuvvetim olmadığı hâlde, yardıma koşmağa özeniyorum. Güçlükleri yenerek, islâmiyyete ufacık bir hizmet edebilmek yolunu arıyorum. İyilerin çoğalmasını istiyen de, onlardan sayılır buyurmuşlardır. Belki, bu zevallıya da, müslimânlara serbestlik veren, onların hakkını koruyan, âdil hükûmet adamlarına nasîb olan, büyük sevâbların damlaları bulaşır diye ümmîdleniyorum. Kendimi, Yûsüf aleyhisselâmı, birkaç iplikle satın almak için, pazara çıkan kocakarıya benzetiyorum.
Bu günlerde huzûrunuzla şereflenmek ümmîdindeyim. Allahü teâlâ, size din üzerinde konuşmak fırsatını ihsân buyurmuşdur. Her konuşmanızda, müslimânların, dinlerini râhatca ve kolayca öğrenmeleri ve ibâdet edebilmeleri için [ve mürtedlerin müslimânlara saldırmalarını önlemek için] gayret buyurmanızı cândan diliyoruz. Geçici ve sonsuz devletlere kavuşmanız için düâ ederim.
[İslâmiyyet, Allahü teâlânın emrleridir. Hâkim, Allahü teâlâdır. Emri de, Kur’ân-ı kerîmdir. İslâmiyyet, dünyâdan kalkdı. Hiçbir yerde kalmadı. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi, yalnız okumak için göndermedi. Amel için, din âlimlerinin, anlayıp fıkh kitâblarında bildirdiklerini, yapmak için gönderdi. Bunları yapacak, yapdıracak da hakîkî din âlimleridir. Bunlara (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Mısr, Sûriye ve Irak çokdan firenkleşdi. Fransızlar, İngilizler, birinci cihân harbinden sonra buraları işgâl etdiler. İslâm düşmanlığını, ahlâksızlığı, merhametsizliği getirdiler. Fikr hürriyyeti getiriyoruz diyerek, çeşidli fırkalar, partiler kurdular. Her partili, diğerlerine düşman oldu. Milleti parçaladılar. İkinci cihân harbinden sonra, çekilip giderlerken de, din câhili, zâlim kimseleri müslimânların başında bırakdılar. Bu dinsiz hükûmetler, zındanları ve i’dâmları ile, hakîkî islâm âlimlerini imhâ etdiler. Muhammed Abduh, Reşîd Rızâ ve Seyyid Kutb ve Mevdûdî ve teblîg-ı cemâ’atcılar gibi mezhebsiz, reformcu, sahte din adamları da,kitâbları, mecmû’aları ve gazeteleri ile hakîkî din bilgilerini, Ehl-i sünnet ilmlerini yok etdiler. Müslimânlık, ilm üzerine kurulduğundan, ilm ve âlim kalmayınca, islâmiyyet bozuldu. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mu’cize istemek olur. Allahü teâlâ, bunu yapabilir. Fekat, âdeti böyle değildir. İslâm âlimi yetişebilmesi için, islâm ilmleri meydâna çıkıp, yayılıp, yüz sene geçmesi lâzımdır.
Müslimân, yaşadığı memleketin hükûmetine, isyân etmez. Bölücülük yapmaz. Fitne, anarşi çıkaranlardan uzak olur. Kendi îmânını, ibâdetlerini, ahlâkını, hareketlerini düzeltmeğe çalışır. Mezhebsizlerin, münâfıkların kitâblarını, gazetelerini okumaz. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeğe ve yapmağa çalışır. Kimseye fenâlık etmez. Kimsenin canına, malına, hakkına, ırzına, nâmûsuna saldırmaz. İslâmiyyete ve kanûnlara uygun yaşar. Yukarıda bildirilenlerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı hakîkî din kitâblarında mevcûddur.]
-
Mektubat-ı Rabbani (48. Mektup)
Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmışdır. Din âlimlerine hurmet etmek lâzım olduğunu bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hurmeti için “aleyhi ve aleyhimüssalevât vetteslîmât vettehıyyât”, din düşmanlarına karşı olan mücâdelenizde yardımcınız olsun! Mubârek mektûbunuzu okumakla şereflendik. İlm öğrenen ve tesavvuf yolunda çalışan gençlere sarf etmek üzere, bir mikdâr para gönderdiğinizi yazıyorsunuz. İlm öğrenen talebeyi, tesavvufa çalışanlardan önce yazdığınızı görünce çok sevindik. (Zâhir, bâtının alâmetidir) buyurmuşlardır. İnşâallah mubârek kalbinizde de, bu talebe, dahâ önce bulunmakdadır. Arabî mısra’ tercemesi:
Her kabdan, içinde olan, dışarı sızar!
İlm talebesini ileride tutmak, islâmiyyetin ilerlemesine sebeb olur. Bunlar islâmiyyetin bekçileridir. Muhammed aleyhisselâmın dînini, soysuzlara karşı bunlar koruyacakdır. Kıyâmet günü herkese islâmiyyetden sorulacak, tesavvufdan sorulmıyacakdır. Cennete girmek, Cehennemden kurtulmak, ancak islâmiyyete uymakla olur. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler “salevâtüllahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim”, herkesi islâmiyyete çağırmışdır. Kurtuluş yolu islâmiyyetdir. O büyükler, islâmiyyeti bildirmek için gönderildi. O hâlde en kıymetli ibâdet, insanlara yapılacak en büyük iyilik, islâmiyyetin öğrenilmesine, yapılmasına çalışmakdır ve islâmiyyetin bir emrini meydâna çıkarmakdır. Hele, din düşmanları, azgınca, dîne saldırarak, islâm kitâblarını yok etdikleri, müslimân yavrularını aldatdıkları bir memleketde, Allahü teâlânın emrlerinden bir dânesinin yapılmasına sebeb olmak, binlerle, milyonlarla lira sadaka vermekden dahâ sevâbdır. Çünki, bu ufak iş, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak, onların vazîfesine ortak olmakdır. Hâlbuki, ibâdetlerin en kıymetlisi, sevâbların en çoğu onlaradır. Milyonla sadaka vermek, hayrât, hasenât yapmak ise, herkese müyesser olabilir. İslâmiyyetin meydâna çıkmasına çalışmak, nefsin istemediği şeydir. Buna çalışan, nefsi ile cihâd etmiş olur. Hayrât yapmak ise, nefsin hoşuna gidebilir. Fekat, islâmiyyetin öğrenilmesi, yapılması için para sarf etmek, şübhesiz çok kıymetlidir. Bu niyyet ile az bir şey vermek, bu niyyet olmadan sarf edilen milyonlardan aşağı değildir. [Her müslimânın, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını terceme edip, basdıran kurumlara yardım etmesi lâzımdır. Bunlardan bir iki kitâb satın alıp, komşuya, arkadaşa hediyye etmek, hem bu kuruluşlara yardım olur, hem de islâmiyyete büyük hizmet olur.]
Süâl: Nefsine uyan ilm talebesi, nefsi ile cihâd eden sôfîden nasıl üstün olabilir?
Cevâb: İlm öğrenen kimse, nefsine uymakla kendine zarar yaparsa da, herkes onun ilminden fâidelenir. Kendini yakarsa da, başkalarının kurtulmasına sebeb olur. Sôfî ise, kendini kurtarmakla uğraşmakdadır. Başkalarına fâidesi yokdur. İslâmiyyet, insanların se’âdetine çalışanları, kendini kurtarmağa çalışanlardan, dahâ üstün tutmakdadır. [İbni Âbidîn, c. 5, s. 261]
Evet, tesavvuf yolunda ilerliyen bir sâlik, fenâ ve bekâ makâmlarına erer ve sonra insanları da’vet etmek vazîfesi ile şereflendirilirse, Peygamberlik makâmından nasîbi olur. İslâmiyyeti bildirenlerden, herkesi se’âdete erdirenlerden olur. İslâm âlimleri gibi üstün ve kıymetli olur. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, dilediği seçilmişlere ihsân eder. Onun ihsânı pek büyükdür.
[İslâmiyyetin öğretilmesine çalışmak, îmân edilecek şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında bildirdikleri gibi yaymak ile ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya’nî Allahü teâlânın emr ve yasak etdiği şeyleri, fıkh kitâblarına uygun olarak bildirmek ile olur. Evvelâ, ingiliz câsûslarının ve bid’at ehlinin, mezhebsizlerin yalanlarına cevâb verilir. Böyle çalışanlara,beden ile hizmet edenler ve mâl ile, söz ve yazı ile ve düâ ile yardım edenler de, bu sevâba kavuşurlar. Fekat, bu işleri, yalnız Allah rızâsı için ve kanûnlara uygun olarak yapmak ve fitneye sebeb olmamak lâzımdır.]
-
Mektubat-ı Rabbani (49. Mektup)
Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmışdır. Zâhiri, islâmiyyetin emrlerini yapmakla süslemek ve bâtını, Allahü teâlâdan başka şeylere bağlamamak lâzım geldiği bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, sizi, bilinen ni’metlere ve bilinmeyen se’âdetlere kavuşdursun! Bilinen ni’metler, zâhirin ya’nî bedenin, ahkâm-ı şer’ıyyeyi yapmakla süslenmesidir “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Görünmeyen, ma’nevî se’âdet de, bâtının ya’nî kalbin ve rûhun, Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmakdan kurtulmasıdır. Acabâ hangi seçilmiş kimseyi bu iki ni’metle şereflendirirler?
-
Mektubat-ı Rabbani (50. Mektup)
Bu mektûb, seyyid şeyh Ferîde “rahmetullahi teâlâ aleyh” gönderilmişdir. Dünyânın aşağılığını, kötülüğünü bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberi hurmetine “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”, kendinden başkalarına köle olmakdan kurtarsın! Bütün varlığımızla kendisine bağlanmamızı nasîb eylesin!
Dünyâ, görünüşde çok tatlıdır ve güzel sanılır. Hakîkatde ise, öldürücü zehrdir.İşe yaramaz bir maldır. Ona bağlananlara, tutulanlara, kurtuluş yokdur. Onun öldürdükleri leş olur. Âşıkları deli olur. Dünyâ yaldızlanmış pislik gibidir. Şeker kaplanmış zehr gibidir. Aklı olan, bu bozuk mala gönül kapdırmaz. Âlimler buyuruyor ki, (Bir kimse, ölürken malının zemânın en akllısına verilmesini vasıyyet etse, zâhide vermek lâzımdır). Çünki zâhid, dünyâya rağbet etmez, özenmez, üzerine düşmez. Dünyâya düşkün olmaması, aklının çok olduğunu gösterir.
Dahâ yazarsam çok uzayacak. Şunu da bildireyim ki, fazîletler sâhibi Şeyh Zekeriyyâ, bu yaşda defter tutmakla meşgûldür. Buna tutulmuş olmakla berâber, âhıret muhâsebesi yanında çok kolay kalan, dünyâ muhâsebesinden korkmakdadır. Sebebler âleminde şerefli teveccüh ve yardımlarınızı kuvvetli dayanak bilmekdedir. Yeni divânda da, o yüksek makâmın me’mûrlarından olduğunun bildirilmesini ümmîd eder. Beyt:
Bana gönül ver ve cesâreti gör,
Tilkini çağır, bak aslan oluyor.
Allahü teâlâ size görünen ve görünmiyen devlet ve se’âdetler versin!
[Akl, başkadır, zekâ başkadır. Akl, iyiyi kötüyü, fâideliyi zararlıyı anlar, ayırır. Aklı az olanın zekâsı çok olabilir. Zekâsı çok olan kâfirleri, din düşmanlarını, akllı sanmak doğru değildir].
Allaha kulluk ederim, tapdığım dergâh bir,
Bir lahza ayrılmadım tevhîdden, Allah bir.
-
Mektubat-ı Rabbani (51. Mektup)
Bu mektûb, yine seyyid şeyh Ferîde “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. İslâmiyyeti yaymağa teşvîk eylemekdedir:
Allahü teâlâdan dilerim ki, o büyük sülâlenin yardımı ile, islâmiyyet güneşi parlasın, Ahkâm-ı ilâhiyyenin güzelliği, her tarafa yayılsın. Fârisî mısra’ tercemesi:
İş budur, bundan başkası hiçdir!
Bugün de, kimsesiz kalan müslimânların, bu dalâlet girdâbından kurtuluş ümmîdi, ancak, insanların en iyisinin evlâdının gemisindedir. Bir hadîs-i şerîfde: (Ehl-i beytim, ya’nî evlâdlarım, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Buna binen kurtulur, binmeyen helâk olur) buyuruldu. Bu büyük se’âdeti ele geçirmek için, çok çalışınız! Çok şükr, Allahü teâlâ, mevkı’, kuvvet, te’sîrli söz ni’metlerini vermişdir. Zâtınızın şerefi de, bunlara katıldığında se’âdet meydânında bütün akranlarınızdan ileri gitmeniz pek kolaydır. [Hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımaya “radıyallahü anhümâ” ve ikisinin çocuklarına ve bütün torunlarına (Ehl-i beyt) denir.]
Bu fakîr, doğru olan bu islâmiyyeti kuvvetlendirmeğe ve yaymağa yarayan böyle şeyleri söylemek için, yüksek hizmetinizle şereflenmeğe kalkdım. Mubârek Ramezân ayının hilâli Dehlide iken görüldü. Kıymetli vâlidenizin, Dehlide kalmamızı istedikleri anlaşılarak, Kur’ân-ı kerîmin hatmini dinlemek için orada kaldık. Âmir, Allahü teâlâdır. Dünyâ ve âhıret se’âdetinize düâ ederim.
-
Mektubat-ı Rabbani (52. Mektup)
Bu mektûb, yine seyyid şeyh Ferîde yazılmışdır. Nefs-i emmârenin kötülüğünü ve ona mahsûs hastalığı ve ilâcını bildirmekdedir:
Merhamet ederek, düâcılarınıza ikrâm eylediğiniz mubârek mektûbu okuyarak şereflendik. Allahü teâlâ, büyük ceddiniz “aleyhisselâm” hurmetine, ecrinizi çok, derecenizi yüksek, ilm kaynağı olan göğsünüzü geniş ve işlerinizi kolay eylesin! Allahü teâlâ, zâhirimizi ve bâtınımızı, Onun yolunda bulundursun ve düâmıza âmîn diyenleri afv eylesin! Âmîn. Me’mûrlarınız arasında, fitne koparmak, fesâd çıkarmak istiyen, bozuk rûhlu kimseler bulunduğundan şikâyet ediyorsunuz. Kıymetli yavrum! İnsanların nefs-i emmâresi mevkı’ almak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzûsu, şef olmak, herkesin, kendisine boyun bükmesidir. Kendinin kimseye muhtâc olmasını, başkasının emri altına girmesini istemez. Nefsin bu arzûları, ilah olmak, ma’bûd olmak, herkesin kendine tapınmasını istemek demekdir. Allahü teâlâya şerîk, ortak olmağı istemekdir. Hattâ nefs, o kadar alçakdır ki, ortaklığa râzı olmayıp, âmir, hâkim, yalnız kendi olsun, herşey, yalnız onun emri ile olsun ister. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Nefsine düşmanlık et! Çünki nefsin, benim düşmanımdır). Demek oluyor ki, nefsi kuvvetlendirmek, onun, mal, mevkı’, rütbe, herkesin üstünde olmak, herkesi aşağı görmek gibi isteklerini yapmak, Allahü teâlânın bu düşmanına yardım ve onu kuvvetlendirmek olur ki, bunun ne kadar fecî’, korkunç bir suç olduğunu anlamalıdır. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Büyüklük, üstünlük, bana mahsûsdur. Bu ikisinde, bana ortak olmak isteyen, büyük düşmanımdır. Hiç acımadan, onu Cehennem ateşine atarım). [Görülüyor ki, mal, mevkı’, rütbe, kumandanlık, şeflik gibi dünyâ zînetlerini, nefse uyarak değil, Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve yapdırmak için ve millete, müslimânlara hizmet etmek için istemelidir. Bu niyyet ile istemek ve bunları yapmak ibâdet olur.]
Allahü teâlânın dünyâya düşman olması, dünyânın bu kadar alçak olması, nefsi isteklerine kavuşdurduğu, nefsi kuvvetlendirdiği içindir. Allahü teâlânın düşmanı olan nefse yardım eden de, elbette Allahın düşmanı olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, fakîrlikle öğünmüşdür. Çünki, fakîrlik, nefsin isteklerini yapdırmaz. Onu dinlemez. Burnunu kırar. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmesi ve islâmiyyetin emrleri, yasakları, [ya’nî ahkâm-ı islâmiyye] hep, nefsi kırmak, ezmek içindir. Onun taşkınca isteklerini önlemek içindir. İslâmiyyete uyuldukça, nefsin istekleri azalır. Bunun içindir ki, islâmiyyetin bir emrini yapmak, nefsin isteklerini yok etmekde, kendi düşüncesi ile yapılan binlerle senelik riyâzet ve mücâhededen dahâ kuvvetli te’sîr etmekdedir.
[(Riyâzet), nefsin isteklerini yapmamak, (Mücâhede), nefsle uğraşmakdır. Nefsin istemediği şeyleri yapmakdır]. Hattâ islâmiyyete uygun olmıyan riyâzet ve mücâhedeler nefsin isteklerini artdırır. Onu azdırır. Hindistândaki Berehmen papasları ve cûkiyye ismindeki sihrbâzlar, riyâzet ve mücâhedede çok ileri gitmiş, fekat hiç fâidesi olmamışdır. Hattâ nefslerinin kuvvetlenmesine, azmasına sebeb olmuşdur.
[Hindistândaki dinsizler, dört rûhânî sınıfdan en üstününe, Berehmen derler ki, Berehmânî mezhebinin reîsi demekdir. Cûki, hind kâfirlerinin dervîşlerine verilen ismdir].
Meselâ, islâmiyyetin emr etdiği zekâtdan bir kuruşu, islâmiyyetin gösterdiği yere vermek, kendiliğinden, binlerce altın sadaka vermekden, hayrât yapmakdan, katkat ziyâde, nefsi tahrîb eder. İslâmiyyet emr etdiği için, bayram günü, oruc tutmayıp yiyip içmek, kendiliğinden, senelerle oruc tutmakdan dahâ fâidelidir. İki rek’at sabâh nemâzını cemâ’at ile kılmak sünnetdir. Bu sünneti yapmak, gece sabâha kadar, nâfile nemâz kılarak, sabâh nemâzını cemâ’atsiz kılmakdan dahâ iyidir.
Hulâsa, nefs temizlenmedikçe ve şeflik, üstünlük hulyâsından kurtulmadıkça, felâketden kurtulmak imkânsızdır. Sonsuz ölüme gitmeden önce, nefsi bu hastalıklardan kurtarmağı düşünmek lâzımdır. Mubârek (Lâ ilâhe illallah) sözü, insanın içindeki ve dışındaki, bütün yalancı ma’bûdları koğduğu için, nefsi temizlemekde, en fâideli, en te’sîrli ilâcdır. Tesavvuf büyükleri, nefsi tezkiye etmek için, bunu söylemeği seçmişlerdir. Fârisî beyt tercemesi:
(Lâ) süpürgesi ile, yolu temizlemezsen,
(İllallah) serâyına varamazsın!
Nefs, yoldan çıkıp, inâda başlarsa, bu kelimeyi söyliyerek îmânı tâzelemelidir. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” (Lâ ilâhe illallah diyerek îmânınızı yenileyiniz!) buyurdu. Bunu her zemân söylemek lâzımdır. Çünki, nefs-i emmâre, her zemân pisdir. Bu güzel tevhîd kelimesinin fazîletlerini, şu hadîs-i şerîf bildiriyor: (Yerleri ve gökleri, terâzînin bir kefesine, bu kelime-i tevhîdi, ikinci kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe, elbette ağır gelir).
-
Mektubat-ı Rabbani (53. Mektup)
Bu mektûb, yine seyyid şeyh Ferîde yazılmışdır. Âlimlerin birbirleri ile birleşmemesinin, ortalığı karışdıracağını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, sizi, mubârek babalarınızın yolundan ayırmasın! İşitiyoruz ki, temiz kalbiniz, müslimânlığa elverişli olduğu için, dînini seven âlimlerden dördünü seçerek yanınızda bulunmalarını ve islâmiyyetin emrlerini bildirmelerini, böylece islâmiyyete uymayan bir şeyin yapılmamasını arzû buyurmuşsunuz. Bu habere şükrler olsun! Müslimânlara bundan dahâ büyük ne müjde olur? Kalbleri yanık olanlara, bundan dahâ tatlı, ne haber olur? Fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”], bu hayrlı işin yapdırılması için, yanınıza gelmek istemiş ve geleceğimi, birkaç kerre yazmışdım. Bunun için, şimdi de, birşeyler yazmakdan kendimi tutamıyorum. Lutfen kusûra bakmayınız! (Maksad sâhibi olan, deli gibidir) demişlerdir. Size arz etmek istediğim en mühim şey şudur ki, din adamları içinde, mevkı’, ma’âş arzûsunda olmıyan, yalnız islâmiyyetin yayılması ve yalnız islâmiyyetin kuvvetlenmesi için uğraşan, hemen hemen yok gibi olmuşdur. Mevkı’ almak, sandalye kapmak arzûsu araya karışınca, din adamlarından herbiri, ayrı yol tutup, kendi üstünlüğünü göstermek ister. Birbirinin sözlerini beğenmez olurlar. Bu sûretle gözünüze girmeğe çalışırlar. Ma’alesef din işi ikinci derecede kalır. Geçen senelerde müslimânların başına çöken her belâ din adamı geçinen kimseler tarafından geldi. [Göze girmek için, uydurma Kur’ân tercemeleri, yanlış fetvâlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan din kitâbları yazdılar. Din düşmanları da, din adamı şekline girip, istedikleri gibi yazdı. İslâmiyyeti, akla, fenne ve ilerlemeğe uymuyormuş gibi gösterdiler.] Müslimânlar, şimdi de, böyle belâdan korkmakdayız. Dînin ilerlemesi nerede? Yine yıkılmasından endişe duyuyoruz. Allahü teâlâ müslimânları bu sahte din adamlarının şerrinden korusun! Dînini seven bir âlim bulup, seçmeniz yetişir ve büyük bir ni’met olur. Çünki, âhıreti düşünen âlimin sözleri, yazıları, aklı, vicdânı olan herkesi yola getirir. Kalblere te’sîr eder. Fekat, şimdi böyle bir âlim nerede? Bunu bulamazsanız, diğerleri içinden, zararı en az olanı bulmağa çalışınız. (Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini de elden kaçırmamalıdır), sözü meşhûrdur. Ne yazacağımı şaşırıyorum. İnsanların se’âdeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felâkete, Cehenneme sürükliyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dîni dünyâ isteklerine âlet eden, herkesin îmânını bozan din adamı da, dünyânın en kötüsüdür. İnsanların se’âdeti ve felâketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytânı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytân demiş ki: (Bu zemânın din adamları, bizim işimizi görüyor. İnsanları yoldan çıkarmak için, bize iş bırakmıyorlar). Fârisî beyt tercemesi:
Din adamı görünüp, dünyâ toplıyan kimse,
kendi sapıtmış yolu, gayra nasıl göstere?
Bunun için, çok düşünerek hareket ediniz! Fırsat elden çıkınca, bir dahâ gelmez. Size fikr vermeğe utanmam lâzım idi. Fekat, bu mektûbumu, kıyâmetde kurtulmağa sened bilerek yazdım. Vesselâm.
-
Mektubat-ı Rabbani (54. Mektup)
Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmışdır. Bid’at sâhiblerini ve zararlarını, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, insanların Seyyidi “aleyhisselâm” hurmeti için, ecrinizi artdırsın. Kıymetinizi, derecenizi yükseltsin! İşlerinizi kolaylaşdırsın! Kalbinizi genişletsin! İnsana şükr etmiyen kimse, Allahü teâlâya da şükr etmez. Bunun için biz fakîrlerin, sizin ihsânlarınıza şükr etmemiz lâzımdır. Nasıl şükr etmiyelim ki, yüksek hocamızın, dünyâya nûr salmasına sebeb siz idiniz. Sizin arkanızdan, bizlere de, orada Hak teâlâyı istemek sırası nasîb olmuşdu. Sonra, (Büyüklerin ölmesi ile, büyük sanıldım) dedikleri gibi, sıra bu fakîre gelince, şarkdan, garbdan, Hak âşıklarının, bu fakîrin “rahmetullahi teâlâ aleyh” yanına üşüşmesi, hep sizin yardımınız ile olmakdadır. Allahü teâlâ, size, bizim tarafımızdan sonsuz mükâfâtlar, en iyi karşılıklar ihsân buyursun! Fârisî beyt tercemesi:
Vücûdümün her kılı, dile gelse de,
şükr etmiş olamam, ni’metlerine!
Allahü teâlâ mubârek ceddiniz, Peygamberlerin seyyidi “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim minessalevâti vetteslîmâti etemmühâ ve ekmelühâ” hurmetine, sizi, dünyâda ve âhıretde, şânınıza yakışmıyan şeylerden muhâfaza buyursun! Âmîn. Mubârek sohbetinizden uzak düşdüm. Nasıl kimselerle konuşduğunuzu, kimlerin yazılarını okuduğunuzu bilemiyorum. Resmî ve husûsî görüşdüklerinizin, kimler olabileceğini düşünemiyorum. Fârisî beyt tercemesi:
Ciğerleri yakan bu düşünce, uykumu kaçırdı her gün,
ki, kimin âğûşuna düşdün, rü’yâda kimi gördün?
İyi biliniz ki, bid’at sâhibi ile konuşmak, kâfirle arkadaşlık etmekden, katkat dahâ fenâdır. Yetmişiki dürlü bid’at sâhibi vardır. Bunların içinden en kötüsü, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına düşmanlık edenlerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, bunlara kâfir diyor. Sûre-i Fethin son âyetinde meâlen, (Senin Eshâbına kâfirlerin düşman olması için) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîmi ve islâmiyyeti bizlere bildiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlardan biri kötü olursa, Kur’ân-ı kerîm, sağlam olmaz. İslâmiyyete güven kalmaz. Kur’ân-ı kerîmi, Osmân “radıyallahü anh” topladı. Osmân “radıyallahü anh” için, dil uzatılırsa, Kur’ân-ı kerîme dil uzatılmış olur. Zındıkların böyle i’tikâdlarından Allahü teâlâya sığınırız! Eshâb-ı kirâm arasındaki ayrılıklar, muharebeler, nefslerine uyarak değildi. Onların mubârek nefsleri, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmakla, kalbleri cilâlıyan sözlerini dinlemekle, tezkiye bulmuş, emmârelikden kurtulmuşdu. Nefslerinde, islâmiyyete uymıyan istek kalmamışdı. Şu kadar biliyoruz ki, Emîr “radıyallahü anh” haklı idi, Ona karşı duranlar hatâ etdi. Fekat, bu hatâları, ictihâdda yanılma idi. İctihâd hatâsı, fısk, günâh değildir. Hattâ, ayblamağa bile izn yokdur. Çünki, ictihâdda hatâ edene de, bir sevâb vardır. Evet, nasîbsiz Yezîd, Eshâb-ı kirâmdan değildi. Onun tâli’sizliğine karşı, kim ne diyebilir ki, hiçbir kâfirin yapmadığı işi, o bedbaht kimse yapmışdır. Ehl-i sünnet âlimlerinden ba’zısının, ona la’nete izn vermemesi, onun işini beğendikleri için değil, belki pişmân olmuş, tevbe etmişdir dedikleri içindir.
Meclis-i şerîfinizde, kıymetli kitâblardan, kutb-i zemân Bendegî Mahdûm Cihâniyân kitâblarından, hergün bir mikdâr okutulursa, Eshâb-ı kirâmın nasıl medh ve senâ edildiği, ismlerinin ne kadar edeble yazıldığı görülür. Böylece, o din büyüklerine dil uzatanlar, mahcûb olur, utanır. Bu kötü yolu tutmuş olan zındıklar, bugünlerde işi azıtdı. Her memlekete yayılarak, Eshâb-ı kirâmı “aleyhimürrıdvân” kendileri gibi sanıp, kötülüyorlar. Bunun için, birkaç kelime yazdım, ki meclis-i şerîfinizde böylelere yer verilmesin!
[(İbdâ’) kitâbı dörtyüzüçüncü sahîfesinde diyor ki, (La’net etmek ve millete, mezhebe söğmek çok çirkin, pek kötü bir bid’atdir. Bunu, önce yehûdîler söyledi. Müslimânlar arasında da yayıldı. Tirmüzîdeki hadîs-i şerîfde, (Mü’min la’net etmez) buyuruldu. Hazret-i Mu’âviyenin oğlu Yezîde, hazret-i Hüseyni öldürmek için emr etdi sanarak, la’net etmek de doğru değildir). (İhyâ) kitâbında diyor ki, (Yezîdin, hazret-i Hüseyni öldürdüğü veyâ öldürmek için emr verdiği hiç belli değildir. Belli olmıyan bir kötülüğü söylemek câiz değildir. Hele la’net etmek hiç doğru olamaz. Çünki, bir müslimâna, açıkca bilinmiyen bir günâhı yüklemek câiz değildir. Hazret-i Hüseyni öldürene la’net olsun da denilemez. Eğer tevbe etmedi ise , la’net olsun denilebilir. Çünki, hazret-i Hamzayı şehîd eden Vahşî kâfir idi. Sonra, îmân etdi ve tevbe etdi. Buna la’net câiz olmadı.)].
-
Mektubat-ı Rabbani (55. Mektup)
Bu mektûb, seyyid şeyh Abdülvehhâb-i Buhârîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır. Muhabbet bildirilmekdedir:
Çok zemândan beri, huzûrunuzda bulunanlara karşı kalbimde bir muhabbet hâsıl olmuşdur. Dahâ önce aramızda bulunan bağlılıkdan başka olan bu sevgi, bizleri uzakdan düânız ile meşgûl etmekdedir. Âlemlerin efendisi ve her varlığın övündüğü, sevgili Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyât” (Bir kimse din kardeşini severse, bu sevgisini ona bildirsin!) buyurdu. Fakîr de “rahmetullahi teâlâ aleyh” sevgimi bildirmenin iyi ve uygun olduğunu gördüm. Resûlullaha “aleyhissalâtü vesselâm” yakın olanlara karşı bu sevginin hâsıl olması, kıyâmetde kurtulmak ümmîdimizi artdırdı. Allahü teâlâ, sizleri hep sevmemizi nasîb eylesin. İnsanların efendisi hurmetine düâmızı kabûl buyursun “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm!”
-
Mektubat-ı Rabbani (56. Mektup)
Bu mektûb da, şeyh Abdülvehhâba yazılmışdır. Bir seyyide yardım etmesini dilemekdedir:
Bereketleri çok olan kıymetli seyyidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim “ din ve dünyâ efendisinin “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vettehıyyât” zerrelerini taşıdıkları için, kırık kalem ve kısa dil ile hâllerini bildirmekden ve kendilerini övebilmekden çok yüksekdirler. Ancak, se’âdete kavuşmağa sebeb olacağını düşünerek bu işe kalkışılabilir. Belki de onları ağzına almakla şereflenmeyi ve onlara karşı sevgi beslemek emrini yerine getirmek için bu büyük işe kalkışılır. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hurmeti için “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhimüssalâtü vesselâm” o sevgilileri, bizim de sevmemizi nasîb eyle!
Bu mektûbu getiren Mîr Seyyid Ahmed, Sâmâne şehri seyyidlerindendir. İlm öğrenmekde, islâmiyyete sımsıkı sarılmakdadır. Geçim sıkıntısından dolayı oraya gelmişdir. Yüksek kapınızda yer varsa, kendisi çok yakışır ve uygun olur. Eğer yer yoksa, sevenlerinizden birine gönderirseniz, geçim sıkıntısından kurtarılmış olur. Hizmetçilerinizin fakîrlere ve muhtâclara olan yardımlarını iyi bildiğimden, hele çok kıymetli seyyidlerin imdâdına yetişilmesi için birkaç kelime yazmağa kalkışdım. Yola çıkarken izn almak se’âdetine kavuşamadı ise de, bizi sevenlerdendir. Allahü teâlâ sevgisini ve ihlâsını artdırsın! Dahâ uzun yazmak saygısızlığından çekindim.
-
Mektubat-ı Rabbani (57. Mektup)
Bu mektûb, şeyh Muhammed Yûsüfe yazılmışdır. Nasîhat etmekdedir:
Allahü teâlâ, Peygamberlerin efendisi hurmeti için “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” sizi kıymetli babalarınızın yolunda bulundursun! Yüksek hânedânınıza bağlı olanların hepsine yükseklik mîrâs olarak gelmekdedir. Öyle yaşayınız ki, bu mîrâsı kazanmak hakkına kavuşabilesiniz. Zâhirinizi islâmiyyetin zâhiri ile, bâtınınızı da, islâmiyyetin bâtını ile ya’nî hakîkat ile süsleyiniz! Çünki, hakîkat ve tarîkat, islâmiyyetin hakîkatindendirler. İslâmiyyet ise, o hakîkatin kendisidir. Yanlış anlamamalı! İslâmiyyeti başka, tarîkatı ve hakîkatı başka sanmamalıdır. Böyle söylemek ilhâd ve zındıklıkdır. Bu fakîrin size karşı duygusu çok iyidir. Birkaç rü’yâ, vâkı’a buna şâhiddir. Rahmete kavuşmuş olan yüksek babanıza bunu biraz duyurmuşdum. Ayrıca bildireyim ki, şeyh Abdülganî islâmiyyete çok bağlıdır. Yaradılışda iyi bir kimsedir. İşlerinizden birini yaparak yüksek hizmetinizde bulunmak isterse, ihsân buyurunuz! Vesselâm, vel ikrâm.
-
Mektubat-ı Rabbani (58. Mektup)
Bu mektûb, seyyid Mahmûda gönderilmişdir. Tesavvuf büyüklerinin yolunu ve Eshâb-ı kirâmın şânının yüksekliğini bildirmekdedir:
Kıymetli iltifâtnâmenizi almakla şereflendik. Büyüklerimizin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yazılarını zevkle okuduğunuzu anlayınca, birkaç kelime yazarak göndermek îcâb etdi. Böylece, süâliniz cevâblandırılmış ve arzûmuza teşvîk edilmiş olur.
Yavrum! Büyüklerimizin seçdiği tesavvuf yolu, yedi basamakdır. Nitekim, insan da, yedi ayrı cevherden yapılmışdır. Bu basamaklardan ikisi, beden ile nefsin yolu olup, âlem-i halkdandırlar. Beş basamak ise, âlem-i emrdendir ve kalb, rûh, sır, hafî ve ahfânın yoludur. Bu yedi basamakdan her biri geçildikçe, nûrdan ve zulmetden, onbin perde açılır. Nitekim, (Allahü teâlâ ile kul arasında nûrdan ve zulmetden, yetmişbin perde vardır) buyurulmuşdur. Âlem-i emrde olan birinci basamakda, Allahü teâlânın (Sıfât-ı ef’âliyye)si tecellî eder. İkinci basamakda (Sıfât-i hakîkıyye)si tecellî eder. Üçüncü basamakda, Zât-i ilâhînin tecellîleri başlar. Erbâbına saklı olmadığı gibi bu tecellîler artar. Sâlik, her basamakda, kendinden uzaklaşır ve Hak teâlâya yaklaşır. Yedi basamak bitince, yakînlik de temâm olur. Fenâ ve Bekâ ile şereflenir. Vilâyet-i hâssa denilen makâma erişir. Büyüklerimiz, bu yola Âlem-i emrdeki basamakdan başlıyor. Bu beş basamağı aşarken, Âlem-i halkı da aşıyorlar. Başka tesavvuf büyükleri ise, önce Âlem-i halkdan başlıyor. Bu iki basamağı atlamak için senelerle uğraşıyorlar. Bunun için, büyüklerimizin yolu, en kısa yoldur. Başkalarının sonda kavuşduklarını, bu büyükler, başlangıçda ele geçirir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Gül bağçemi gör de behârımı anla!
Bu büyüklerin yolu Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” yoludur. Hayr-ül-beşerin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde [ve mubârek nazarları karşısında] bir kerre bulunmakla, Eshâb-ı kirâmdan herbiri, öyle bir dereceye yükselirdi ki, onlardan sonra gelen Evliyânın en büyüklerinden pek azı, en son olarak, bu dereceye yükselebilmişlerdir. Bundan dolayı, Uhud gazvesinde hazret-i Hamzanın “radıyallahü anh” şehîd olmasına sebeb olan Vahşî “radıyallahü anh” îmân edip, bir kerre Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda bulunduğu için, Tâbi’înin en üstünü olan Veysel Karânîden efdal olmuşdur. [Bunun için, Vahşîye dil uzatmamalıdır. Şerâb içip, had olarak sopa vuruldu sözü doğru değildir.] Büyük islâm âlimi Abdüllah ibni Mubâreke, (Mu’âviye ile Ömer bin Abdül’azîzden hangisi efdaldir?) diye soruldukda, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında giderken Mu’âviyenin “radıyallahü anh” bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden yüzlerce dahâ kıymetlidir) buyurdu. [Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” onlardır ki, Allahü teâlâ onları Habîbinin “sallallahü aleyhi ve sellem” meclisine, sohbetine lâyık olarak halk etmişdir.]
Büyüklerimiz, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” yolunda yürüdüklerinden, başkalarının, en sonda vardıkları derecelere, dahâ başlangıçda ermişlerdir. Bu yolun sonunun nasıl olacağını, bundan anlamalıdır. Bu büyüklerin, nihâyetde erişdikleri dereceleri kim anlıyabilir. Fârisî iki beyt tercemesi:
Dil uzatırsa, bunlara, eğer bir câhil,
Allah korusun! Ağza almam sözlerini,
Cihân arslanları, bu zincire bağlıdır,
Kurnaz tilki, nasıl koparır bu zinciri?
Allahü teâlâ bizleri ve sizleri, bu büyükleri sevmekle şereflendirsin! Âmîn.
-
Mektubat-ı Rabbani (59. Mektup)
Bu mektûb, yine seyyid Mahmûda yazılmışdır. Ehl-i sünnet vel cemâ’ate “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” uymıyanların, Cehenneme girmekden kurtulamıyacağı bildirilmekdedir:
Hak teâlâ, hepimize islâmiyyet yolunda yürümek ihsân eylesin. Kendisine esîr eylesin! Kıymetli mektûbunuz ve tatlı yazılarınız, bu fakîrleri çok sevindirdi. Büyüklerimize olan sevginizi ve onlara karşı ihlâsınızı okumakla mesrûr olduk. Allahü teâlâ, bu ni’metini dahâ artdırsın! Nasîhat istiyorsunuz. Yavrum! Sonsuz kurtuluşa kavuşabilmek için, üç şey, muhakkak lâzımdır: İlm, amel, ihlâs. İlm de, iki kısmdır: Birisi yapılacak şeyleri öğrenmekdir ki, bunları öğreten ilme (Fıkh ilmi) denir. İkincisi, i’tikâd edilecek, kalb ile inanılacak şeylerin bilgisidir ki, bunları bildiren ilme (İlm-i kelâm) denir. İlm-i kelâmda Ehl-i sünnet vel cemâ’at âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığı bilgiler vardır. Cehennemden kurtulan, yalnız bu âlimlerdir. Bunlara uymıyan, Cehenneme girmekden kurtulamaz. Bu büyüklerin bildirdiği i’tikâddan kıl ucu kadar ayrılmanın, büyük tehlüke olduğu, Evliyânın keşfi ve kalblerine gelen ilhâm ile de anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Ehl-i sünnet âlimlerine uyanlara, onların yolunda bulunanlara müjdeler olsun. Onlara uymıyanlara, yollarından sapanlara, onların bilgilerini beğenmiyenlere ve aralarından ayrılanlara, yazıklar olsun! Ayrıldılar, başkalarını da sapdırdılar. Mü’minlerin Cennetde Allahü teâlâyı göreceklerine inanmıyanlar oldu. Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlılara şefâ’at edeceklerine inanmıyanlar oldu. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” kıymetini ve yüksekliğini anlamıyanlar ve Ehl-i beyt-i Resûlü “radıyallahü anhüm” sevmiyenler oldu.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: (Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” kendileri arasında, en yükseği, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk olduğunu sözbirliği ile söylemişdir). Ehl-i sünnet âlimlerinden, Eshâb-ı kirâm üzerindeki bilgisi çok kuvvetli olan, imâm-ı Muhammed bin İdrîs-i Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, buyuruyor ki: (Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” âhıreti şereflendirdiği zemân, Eshâb-ı kirâm, aradı, taradı, yeryüzünde hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan dahâ üstün birini bulamadı. Onu halîfe yapıp emrine girdiler). Bu söz, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın, Sahâbenin en üstünü olduğunda, müttefik olduklarını göstermekdedir. Ya’nî Eshâb-ı kirâmın en yükseği olduğunda icmâ-i ümmet bulunduğunu göstermekdedir. İcmâ’-i ümmet ise seneddir, şübhe olamaz.
Ehl-i beyt için ise, (Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmiyen boğulur) hadîs-i şerîfi yetişir. Büyüklerimizden ba’zısı buyurdu ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmı yıldızlara benzetdi. Yıldıza uyan, yolu bulur. Ehl-i beyti de, gemiye benzetdi. Çünki gemide olanın, yıldıza göre yol alması lâzımdır. Yıldızlara göre yürümezse, gemi sâhile kavuşamaz. Görülüyor ki, boğulmamak için, hem gemi, hem yıldız lâzım olduğu gibi, Eshâb-ı kirâmın hepsini ve Ehl-i beytin hepsini sevmek, saymak lâzımdır. Birini sevmemek, hepsini sevmemek olur. Çünki, insanların en iyisinin sohbeti ile şereflenmek fazîleti, hepsinde vardır. Sohbetin fazîleti ise, bütün fazîletlerin üstündedir.
[(Sohbet), bir kerre de olsa, berâber bulunmak demekdir. (Hazânetürrivâyât)da diyor ki, (Din âliminin bir sâat kadar sohbetinde bulunmak, yediyüz sene ibâdet etmekden dahâ hayrlı olduğu (Mudmerât)da yazılıdır. Emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü anh” vasıyyetlerinden birinde diyor ki, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim. Buyurdu ki, (Kırk gün içinde bir âlim meclisinde bulunmıyan bir kimsenin kalbi kararır. Büyük günâh işlemeğe başlar. Çünki ilm kalbe hayât verir. İlmsiz ibâdet olmaz. İlmsiz yapılan ibâdetin fâidesi olmaz!). (Künûz-üd-dekâ’ık)daki hadîs-i şerîfde, (Âlimin yanında bulunmak ibâdetdir) ve (Fıkh ilmi meclisinde bulunmak, bir senelik ibâdetden dahâ hayrlıdır) ve (Evliyâyı görünce, Allah hâtırlanır) ve (Herşeyin kaynağı vardır. Takvânın menba’ı, âriflerin kalbleridir) ve (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir) ve (Onlarla birlikde bulunan kötü olmaz!) ve (Ümmetimin âlimlerine hurmet ediniz! Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, hayâtda hakîkî rehber islâm âlimleridir].
İşte bunun için, Tâbi’înin en üstünü olan Veysel Karânî, Eshâb-ı kirâmın en aşağısının derecesine yetişememişdir. [Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” îmânı var iken görenlere (Eshâb) denir. Göremiyen, fekat Eshâbdan birini görenlere (Tâbi’în) denir.] Hiçbir üstünlük, sohbetin üstünlüğü kadar olamaz. Çünki, sohbete kavuşanların [ya’nî Eshâb-ı kirâmın] îmânları, sohbetin bereketi ve vahyin bereketi sâyesinde, görmüş gibi kuvvetli îmân olur. Sonra gelenlerden hiçbir kimsenin îmânı, bu kadar yüksek olmamışdır. Ameller, ibâdetler, îmâna bağlıdır ve yükseklikleri, îmânın yüksekliği gibi olur.
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki uygunsuzluklar ve muhârebeler iyi düşünceler ve olgun görüşler ile idi. Nefsin arzûları ile ve cehâlet ile değildi. İlm ile idi. İctihâd ayrılığından idi. Evet bir kısmı ictihâdda hatâ etmişdi. Fekat, Allahü teâlâ, ictihâdda hatâ edene, yanılana da, bir sevâb vermekdedir.
İşte, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” için, Ehl-i sünnet âlimlerinin tutduğu yol, bu orta yoldur. Ya’nî, taşkınlık da, gevşeklik de etmeyip, doğruyu söylemişlerdir. En sâlim ve sağlam yol da budur.
[Şî’îler, Ehl-i beyti sevmekde taşkınlık yapdılar. Ehl-i beyti sevmek için, üç halîfeyi ve bunlara bî’at eden Eshâbın hepsini “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” sevmemek, hepsine düşman olmak lâzımdır dediler. Hâricîler, ya’nî Yezîdîler ise, bu sevgide gevşeklik yapdılar. Ehl-i beyte düşman oldular].
İlmi ve ameli, islâmiyyet gösterir. İlmin ve amelin rûhu gibi, kökü gibi olan ihlâsı elde etmek için, tesavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. (Seyr-i ilallah) ya’nî Allahü teâlâya doğru olan yol gidilmedikce, (Seyr-i fillah) hâsıl olmadıkça, tâm ihlâs elde edilemez. Muhlislerin olgunluğuna kavuşulamaz. Evet, mü’minlerin hepsi ba’zı ibâdetlerinde, az da olsa, güçlükle ihlâs elde edebilir. Bizim dediğimiz ise, her sözde, her işde, her hareketde ve hareketsizlikde, her zemân, kendiliğinden kolayca hâsıl olan ihlâsdır. [(İhlâs), hâlis, temiz etmek, niyyeti temizlemek, yalnız Allah için yapmak demekdir.] Böyle ihlâsın hâsıl olması için, Allahü teâlâdan başka, enfüsî ve âfâkî, hiçbir şeye tapınmamak, bir şeye düşkün olmamak lâzımdır. Bu da, ancak fenâ ve bekâdan ve vilâyet-i hâssaya kavuşdukdan sonra, ele geçen bir devletdir. Güçlükle ele geçen ihlâs, devâm etmez, biter. Zahmet çekmeden ele giren ihlâs, devâmlıdır ve Hakk-ul-yakîn mertebesinde hâsıl olur. İşte, bu mertebeye varan Evliyâ “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ne yaparsa, yalnız Allahü teâlâ için yapar. Nefsleri için, birşey yapmaz. Çünki, nefsleri, Allah için fedâ olmuşdur.
İhlâs elde etmeleri için, niyyet etmelerine lüzûm yokdur. Bunlar Fenâ-fillah ve Bekâ-billah derecelerine yükselince niyyetleri doğrulmuşdur. Bir kimse, nefsine uyduğu günlerde, herşeyi nefsi için yapdığı, bunun için niyyet etmesine lüzûm olmadığı gibi, nefsine uymakdan kurtulup, Allahü teâlâya tutulunca, herşeyi Allahü teâlâ için yapar. Niyyet etmesine hiç lüzûm olmaz. Şübheli olan şeylerde niyyet edilir. Belli olan şeyleri, niyyet ederek, belli etmeğe lüzûm yokdur. Bu, öyle bir ni’metdir ki, Allahü teâlâ dilediği kullarına verir. Devâmlı ihlâs sâhiblerine (Muhlas) denir. İhlâsı devâmsız olup, ihlâs elde etmek için uğraşanlara (Muhlis) denir. Muhlaslar ile muhlisler arasında çok fark vardır. Tesavvuf yolunda ilerliyenlerin, ilmde ve amelde de kazançları olur. Başkalarına, çalışmakla, öğrenmekle, anlamakla, hâsıl olan, kelâm ilminin bilgileri, bunlara keşf yolu ile hâsıl olur. Ameller ibâdetler kolayca, seve seve yapılıp nefsden ve şeytândan hâsıl olan tenbellik ve gevşeklik kalmaz. Günâhlar, harâm olan şeyler, çirkin, iğrenç görünür. Fârisî mısra’ tercemesi:
Bu büyük ni’meti, bakalım kime verirler?
Sonsuz selâm ederim.
-
Mektubat-ı Rabbani (60. Mektup)
Bu mektûb, yine seyyid Mahmûda yazılmış olup, Allahü teâlâdan başka, birşey düşünmemeği bildirmekdedir:
Hak teâlâ, hepimizi, her an kendinin esîri olmak şerefine kavuşdursun! Hakîkî kurtuluş, Ona esîr olmak, tutulmakdır. Ondan başka birşey düşünmemek, hâtıra birşey getirmemek, büyüklerimizin yolunda, pek kolay hâsıl olmakdadır. Hattâ, bu yolun büyüklerinden birkaçı, kırk gün çile çekmiş, kırk gün sonra, hâtırlarına dünyâ düşünceleri gelmez olmuşdur. Hâce-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu ki, (Yok edilmesi lâzım gelen, dünyâ düşünceleri, dâimâ Allahü teâlâ ile olmağa mâni’ olan düşüncelerdir. Yoksa bütün düşünceleri yok etmek lâzım değildir). Bu büyüklerin sevgisi ile dolu olan bir dervîş [ya’nî, İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”], (Rabbinin ni’metlerini say!) emrine uyarak, kendi hâlini şöyle bildirir ki, kalbden, düşünceler, o kadar yok olmuşdur ki, meselâ bu kalbin sâhibi Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar [ya’nî Peygamberliği zemânı olan dokuzyüzelli (950) sene] yaşasa, bu kadar zemânda kalbine bir düşünce gelmez. Bunun için uğraşmasına lüzûm olmaz. Çünki, uğraşmakla olan şey, devâmlı olmaz. Belki kalbine bir düşünce getirmek için senelerle uğraşsa, getiremez. Çile çekmek, uğraşmak demekdir. Uğraşmak, tarîkatda olur. Hakîkat ise güçlük çekmekden, uğraşmakdan kurtulmakdır. (Yâd-i gird) tarîkatda olur. (Yâd-i dâşt) hakîkatdadır. Düşüncelerin yok edilmesi, uğraşmakla olursa, devâm edemez. On gün, kırk gün, bir yerde kapanıp çile çekmekle, düşünceler, devâmlı yok edilemez ve Allahü teâlâ ile berâberlik, devâmlı olamaz. Çünki, uğraşmak tarîkatda olur. Tarîkatda kazanılanlar ise, devâmlı olamaz, tükenir. Hakîkatda devâm bulunmasına sebeb, hakîkatda, uğraşmak olmadığı içindir. Uğraşmak bulunan bir mertebede, sâlike, dünyâ düşüncesi gelince, Allahü teâlâya olan teveccühü, bağlılığı bozar. Bu yolun başında bulunan sâliklerde hâsıl olan, devâmlı teveccüh, başkadır. Yukarda bildirilen devâmlı teveccühe (Yâd-i dâşt) denir ki, en yüksek mertebedir. Hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Yâd-i dâştdan sonra, mertebe yokdur, ötesi cehâletdir).
Tesavvuf hâllerini anlatmağa sebeb, bu yolun talebesini teşvîkdir. Evet, bu yola inanmıyanın, bu yazılara, boş lâf diyeceğini biliyoruz. Ba’zılarına doğru yolu gösterir. Ba’zılarının da, büsbütün sapıtmasına sebeb olur. Fârisî iki beyt tercemesi:
Masal diye okuyan için, masaldır.
Kıymetini anlıyana, tükenmez hazînedir.
Nil nehri çingeneye kan göründü.
Mûsâ aleyhisselâma ise, sâf sudur.
-
Mektubat-ı Rabbani (61. Mektup)
Bu mektûb, yine seyyid Mahmûda yazılmışdır. Olgun üstâd bulup, câhil şeyhlerden kaçmak lâzım olduğunu bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, kendini aramak arzûsunu artdırsın. Ona kavuşmağa mâni’ olan şeylerden sakınmak nasîb eylesin! Lutf etdiğiniz kıymetli mektûb geldi. Allahü teâlâyı istemekde, Onun için yanıp yakılmakda olduğunuzu bildirdiği için, çok hoşa gitdi. Çünki, istemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da, kavuşmanın başlangıcı demekdir. Büyüklerden biri buyuruyor ki, (Vermek istemeseydi, istek vermezdi). İstek ni’metinin kıymetini bilip, bunun elden kaçmasına sebeb olacak şeylerden sakınmalıdır. İsteğin gevşememesine ve ateşin soğumamasına dikkat etmelidir. Bu ni’metin elden çıkmamasına en çok yarayan şey, buna şükr etmekdir. Çünki, sûre-i İbrâhîm yedinci âyetinde meâlen, (Ni’metlerime şükr ederseniz, elbette artdırırım) buyuruldu. Hem şükr etmek, hem de, Ona sığınmak ve başka birşeyi sevmemek için ağlamak yalvarmak lâzımdır. İçden, ağlamak, yalvarmak gelmezse, kendini zorlamalıdır. (Ağlamazsanız kendinizi ağlatınız!) demişlerdir. Kâmil ve mükemmil bir zâtı [ya’nî yetişmiş ve yetişdirebileni] buluncıya kadar, bu isteği, bütün sıcaklığı ile kalbinizde saklamak lâzımdır. Böyle birisi ele geçerse, bütün arzûları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde teneşirdeki meyyit gibi olmalıdır. Önce (Fenâ-fişşeyh)dir. Bu Fenâ, sonra (Fillah) hâline döner. [Ya’nî, tesavvuf yolunun sonuna ermiş ve başkalarını da erdirmek için geri dönüp, herkes gibi görünen, bir kâmil bulunca, ona teslîm olmalı. Önce, kendini onda yok etmeli, ya’nî kendine değil, ona uymalı. Böyle olan kimse, yavaş yavaş, Allahü teâlâda yok olur. Ya’nî kendi arzûları aradan kalkıp, Allahü teâlânın irâdesi ile hareket eder. Kendi irâdesi kalmaz.] Allahü teâlâdan alıp insanlara verecek zâtın, iki taraflı olması lâzımdır. İnsan çok âdî, kötü sıfatlı olduğundan, Allahü teâlâ ile münâsebeti olamaz. İki taraflı bir aracı lâzımdır ki, bu da (İnsan-ı kâmil)dir.
Tâlibin isteğini gevşeten, ateşini söndüren, en kötü şey, nâkıs olan, yolu bitirmemiş olan kimseye teslîm olmakdır. Nâkıs demek, sülûk ve cezbe ile yolu temâmlamayıp, kendisine şeyh, mürşid ismini veren kimse demekdir. Nâkıs şeyhlerin sohbeti semm-i kâtildir. Ona teslîm olan, felâkete gider. Böyle sohbetler, tâlibin yüksek isti’dâdını, kâbiliyyetini bozar. Meselâ, bir hasta, mütehassıs olmıyan, icâzeti bulunmıyan bir tabîbin ilâcını içerse, iyi olmak şöyle dursun, hastalığı artar. İyi olmak kâbiliyyeti de bozulur. O ilâc, önce, ağrıları durdurabilir. Fekat, sinirleri bozduğu, zarar yapdığı için ağrı duyulmaz. Bu hâl, iyilik değil, kötülükdür. Bu hasta hakîkî bir tabîbe giderse, bu tabîb, önce o ilâcın zararlarını gidermeğe uğraşır. Ondan sonra hastalığı tedâvîye başlar.
Bizim büyüklerimizin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunun esâsı sohbetdir. Tesavvuf büyüklerinin birkaç sözünü ezberleyip, söylemekle birşey ele geçmez. Hattâ, tâliblerin isteğinde gevşeklik yapar. Ma’rifetler sâhibi şeyh Tâc “kuddise sirruh”, size yakın bulunmakdadır. Onun mubârek vücûdü, oradaki müslimânlar için büyük bir ni’metdir. Onunla münâsebetiniz azdır. Münâsebet olmayınca, istifâde olmaz. Ara sıra, hâlinizi yazarsanız, cevâbında kusûr etmeyiz. Böylece sevgi, ihlâs zinciri harekete getirilmiş olur.
_________________
Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.
Bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yapdı sanır.
Cümle eşyâ Hâlıkındır, kul elîle işlenir.
Emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir
-
Mektubat-ı Rabbani (62. Mektup)
Bu mektûb, Mirza Hüsâmeddîn-i Ahmed “rahmetullahi aleyh” cenâbına yazılmışdır. Cezbe ve sülûk anlatılmakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevdiği, seçdiği kimselere selâm olsun! Tesavvuf yolu iki kısmdır: Cezbe ve sülûk. Bunlara tasfiye ve tezkiye de denir. [(Sülûk), uğraşarak ilerlemekdir. (Cezbe) çekilip götürülmekdir.] Sülûkdan önce olan cezbenin, ya’nî tezkiyeden önce olan tasfiyenin kıymeti yokdur. Sülûk temâmlandıkdan sonra olan cezbe ya’nî tezkiyeden sonra olan tasfiye lâzımdır ve seyr-i fillahda hâsıl olur. Önce olan cezbe ve tasfiye, sülûkü kolaylaşdırmağa yarar. Sülûk olmadan, maksada kavuşulamaz. Yol temâm gidilmedikçe, cemâl-i ilâhî görünmez. Önceki cezbe, sonra olan cezbenin sûreti, nümûnesi gibidir. Hakîkatda, birbirinden başkadırlar. Büyüklerimizin, (Sonda olan şeyler, başlangıçda yerleşdirilmişdir) sözünden maksad, (Nihâyetin sûreti, görünüşü yerleşdirilmişdir) demekdir. Nihâyetin kendisi, başlangıca sığabilir mi? Elbet sığmaz. Nihâyet, başlangıca, hiç benzemez. O hâlde sûretden, hakîkata geçmek lâzımdır. Hakîkati bırakıp, sûretle oyalanmak, uzakda kalmak, ilerliyememekdir. Allahü teâlâ, hepimizi sûretden kurtarıp, hakîkata kavuşdursun! Âmîn.
-
Mektubat-ı Rabbani (63. Mektup)
Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmışdır. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hep, aynı îmânı söyledikleri bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ bizi ve sizi “rahmetullahi aleyhim ecma’în” kerîm olan babalarınızın yolundan ayırmasın! Babalarınızın en üstününe ve geri kalanların hepsine selâmlar olsun!
Allahü teâlâ, Peygamberler “aleyhimüsselâm” vâsıtası ile, insanlara, sonsuz kurtuluş yolunu göstermiş ve sonsuz azâbdan kurtarmışdır. Eğer Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” mubârek vücûdları olmasaydı, Allahü teâlâ zâtını ve sıfatlarını kimseye bildirmezdi. Kimsenin, Allahü teâlâdan haberi olmazdı. Kimse Ona yol bulamazdı. Allahü teâlânın emrleri ve yasakları bilinemezdi. Allahü teâlâ ganîdir. Ya’nî hiçbir şeye muhtâc değildir. İnsanlara acıdığı için, insanlara iyilik ederek, emr ve yasakları göndermişdir. Emrlerin ve yasakların fâideleri insanlaradır. Allahü teâlâya hiç fâideleri yokdur. Allahü teâlânın, bunlara ihtiyâcı yokdur. Peygamberler olmasaydı, Allahü teâlânın beğendiği şeyler ve beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden ayrılamazdı. O hâlde, Peygamberlerin gönderilmesi, pek büyük ni’metdir. Bu ni’metin şükrünü hangi dil söyliyebilir. Kim, bu şükrü yapabilir? Bize ni’metlerini gönderen, bizlere islâm dînini bildiren, bizleri Peygamberlere “aleyhimüssalâtü vesselâm” inanmak se’âdetine kavuşduran Rabbimize hamd ederiz.
Bütün Peygamberlerin dinlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi söylemişlerdir. Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları için, (Haşr) [mezârdan kalkınca, arasat meydânında toplanmak] ve (Neşr) [hesâbdan sonra Cennete ve Cehenneme gitmek, dağılmak] için ve Peygamberler için ve melek gönderilmesi için ve melekle kitâblar gönderilmesi için, Cennetin sonsuz ni’metleri ve Cehennemin sonsuz azâbları için söyledikleri hep aynıdır. Sözleri birbirine uygundur. Halâl, harâm ve ibâdetler için olan sözleri, ya’nî fürû’âta âid sözleri ise, başka başkadır, birbirine uymaz.
Allahü teâlâ, bir vakt, o vaktin insanları için, zemânlarına ve hâllerine uygun emrleri, bir ülül’azm Peygambere göndermiş ve o insanların, buna uymalarını emr buyurmuşdur. Birçok sebebler, fâideler için, Allahü teâlâ, ahkâm-ı şer’ıyyede değişiklikler yapmakdadır. Çok def’a, din sâhibi, aynı bir Peygambere, başka başka zemânlarda, birbirine uymıyan emrler göndermişdir. Ya’nî, önceki emrleri, sonradan nesh etmiş, değişdirmişdir.
Bütün Peygamberlerin, söz birliği ile söylediği hiç değişmiyen sözlerden biri, Allahü teâlâdan başka, bir şeye ibâdet etmemek, Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmamakdır. Mahlûklardan ba’zısını, başkalarına rab, ma’bûd yapmamakdır. Bu sözü, yalnız Peygamberler söylemişdir. Onların yolunda gidenlerden başka, hiç kimse bu devletle şereflenmemişdir. Peygamberlerden başkaları, bu sözü söylememişdir. Peygamberlere inanmıyanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın bir olduğunu söylemişse de, bunlar, yâ müslimânlardan işiterek söylemiş veyâ varlığı lâzım olan, birdir, demişdir. İbâdet olunacak, yalnız Odur dememişlerdir. Hâlbuki müslimânlar hem varlığı lâzım olan, hem de ibâdet olunmağa hakkı olan birdir, demekdedir. (Lâ ilâhe illallah) demek, ibâdet olunacak, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yokdur. İbâdet ancak Ona yapılır, demekdir.
Bu büyüklerin birlikde söyledikleri ikinci söz, kendilerini, herkes gibi insan bilir, yalnız Hak teâlâya ibâdet olunur derler. Herkesi, yalnız Ona ibâdet etmeğe çağırırlar. Hak teâlâ, hiçbir şeyle birleşmemişdir. Hiçbir maddede yerleşmemişdir derler. Peygamberlere inanmıyanlar ise, böyle söylememiş, hattâ, başda bulunanlar, kendilerine tapdırmak istemiş, Hak teâlâ bize hulûl etdi, bizdedir demişlerdir. Böylece, kendilerine ibâdet olunmak lâzım geldiğini, ilah olduklarını söylemekden sıkılmamışlardır. Kendileri, kulluk vazîfelerinden çekilerek, her dürlü çirkin, kötü şeyleri yapmışlardır. İlah oldukları için, kendilerinin sorumsuz olduklarını, herşeye tecâvüz edebileceklerini, kendilerine hiçbir şeyin yasak olmıyacağını sanmışlardır. Her sözlerinin doğru olduğunu, hiç yanılmıyacaklarını, her istediklerini yapabileceklerini sanarak aldanmışlar, milleti de, aldatmışlardır. Böyle alçaklara la’net olsun! Bunlara aldanan ahmaklara, yazıklar olsun!
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sözbirliği ile bildirdikleri birşey de, kendilerine melek geldiğini söylemişlerdir. Peygamberlere inanmıyanlardan hiçbiri, bu devlete kavuşmamışdır. Melekler, muhakkak ma’sûmdur. Ya’nî vazîfelerini elbette doğru yapar. Hiç yanılmaz ve hiç kötü, pis değildirler. Vahyi, değişdirmeden, unutmadan getirirler. Allahü teâlânın kelâmını taşırlar.
İşte, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” her sözü, Hak teâlâdandır. Her getirdikleri emr, haber, hep Hak teâlâdandır. İctihâd etdikleri her söz de, vahy ile sağlamlaşdırılmışdır. İctihâdlarında ufak şaşırsalar, Hak teâlâ, hemen vahy göndererek düzeltir. Hâlbuki, Peygamberlere inanmayıp, kendilerini ilah, ALLAH tanıtan, sizi, biz yaratdık, biz kurtardık, deyip kendilerine tapdıran kâfirlerin her sözü kendilerindendir. Sözlerini doğru sanırlar. O hâlde, insâf edelim! Ahmak, câhil bir kimse, kendini ilah, ALLAH sanıp, kendine tapınmasını emr eder, her kötü zararlı işi yaparsa, buna inanılır mı? Onun yolunda gidilir mi? Fârisî mısra’ tercemesi:
Senenin nasıl mahsûl vereceği, behârından belli olur.
Bu kadar uzun anlatmamıza sebeb, açıkça anlaşılmak içindir. Yoksa, hak bâtıldan, nûr zulmetden ayrıdır. Nitekim Allahü teâlâ İsrâ sûresi seksen birinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hak gelince, bâtıl gider, bâtıl her zemân gidicidir) buyuruyor. Yâ Rabbî, bizleri, o büyüklerin “aleyhimüssalevât” yolunda bulundur! Âmîn.
Seyyid Meyân pîr Kemâli iyi tanırsınız. Bu husûsda birşey yazmamıza lüzûm yok. Şu kadar var ki, bu fakîr, bir müddetden beri onun yakınlığından haz duyuyorum. Kapınızın eşiğini öpmek arzûsunda idi. Amma şu sıralarda hasta olup, yatağa düşmüşdür. Düzelince hizmet ve huzûrunuza kavuşacakdır.
-
Mektubat-ı Rabbani (64. Mektup)
Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde “kuddise sirruh” yazılmışdır. Cismin ve rûhun lezzet ve elemlerini bildirmekde ve cisme olan musîbet ve acılara, sabr tavsıye edilmekdedir:
Allahü teâlâ, sizi her sıkıntıdan korusun! Dünyâ ve âhıretin efendisinin “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” hurmetine dünyâ ve âhıretin iyiliklerine kavuşdursun!
Dünyâ lezzetleri ve elemleri iki dürlüdür: Birisi cismin [ya’nî nefs-i emmârenin], ikincisi rûhun lezzetleri ve acılarıdır. Cisme lezzet veren herşey, rûha elem verir. Cismi inciten herşey, rûha tatlı gelir. Görülüyor ki, rûh ile cesed, birbirinin nakîzi, aksidir. Fekat, bu dünyâda rûh, cism derecesine düşmüş ve cismle birleşmiş, kendini cisme kapdırmışdır. Rûh, cism hâlini almış, ona lezzet veren şeylerden lezzet duymağa ve cisme acı gelen şeylerden elem duymağa başlamışdır. İşte avâm, ya’nî câhil halk böyledir. Vettîn sûresinin, (Onu [rûhu], sonra en aşağı dereceye indirdik) meâlindeki âyet-i kerîmesi bunların hâlini göstermekdedir. Bir kimsenin rûhu, eğer bu esîrlikden, bu bağlılıkdan kurtulmaz, kendi derecesine yükselmez, kendi vatanına kavuşmaz ise, ona yazıklar, binlerle yazıklar olsun! Fârisî iki beyt tercemesi:
Mahlûkların en yükseği insandır.
O makâmdan mahrûm kalan da, odur.
Bu yoldan, eğer geri dönmezse,
Ondan dahâ mahrûm, olmaz kimse.
İşte, rûhun hastalıklarından biri, elemini lezzet sanması, lezzetini elem anlamasıdır. Onun bu hâli, mi’desi hasta bir kimseye benzer ki, bu kimse safrası bozuk olduğundan, tatlıyı acı sanır. Bu kimseyi tedâvî etmek lâzım olduğu gibi, rûhu da, bu hastalıkdan kurtarmak, akl îcâbıdır. Rûhun tedâvî edilerek cismin elemlerinden, acılarından lezzet duyması, sevinmesi lâzımdır. Fârisî beyt tercemesi:
Kavuşmak için, bu lezzet ve sevince,
Can çıkıncaya dek, çalış, gündüz ve gece!
İyi düşünerek ve inceleyerek anlaşılıyor ki, dünyâda eğer, derd ve musîbetler olmasaydı, dünyânın hiç kıymeti olmazdı. Dünyânın zulmetini, sıkıntısını, hâdiseler, acı olaylar gidermekdedir. [Dünyâ dertleri, rûha elem verir. Bu elemi, inkisârı, ibâdet olur, derecesi yükselir.] Dertlerin, elemlerin acılıkları, bir hastalığı iyi edecek, fâideli ilâcın acılığı gibidir. Bu fakîr, anlıyorum ki, bozuk niyyet ile, gösteriş için, menfe’at için yapılan, ba’zı ziyâfetlerde, yemeğe kusûr bulmak veyâ başka sûretle, yapılan eziyyet ile, ziyâfet verenin kalbinin kırılması, yemekdeki zulmeti, niyyetin bozukluğu ile hâsıl olan günâhı gidermekde, kabûl olmasına sebeb olmakdadır. Eğer müsâfirlerin şikâyeti, hakâreti olmasaydı ve ziyâfet sâhibinin kalbi kırılmasaydı, yemek karanlık ve günâh olacak, kabûl edilmiyecekdi. Kalbin kırılması, kabûle sebeb oldu.
O hâlde, hep cism ve cesedimizin râhatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz: Vezzâriyât sûresinde, ellialtıncı âyet-i kerîmede meâlen, (İnsanları ve cinni, yalnız ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruldu. İbâdet de, kalbin ve rûhun kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kendini hakîr bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünyâ, müslimânların âhıretlerine, Cennetdeki ni’metlerine göre, bir zindân gibidir. Müslimânların, bu zindânda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O hâlde, dünyâda eziyyet, sıkıntı çekmeğe alışmak lâzımdır. Burada mihnetlere katlanmakdan başka çâre yokdur. Allahü teâlâ, mubârek ceddiniz hurmetine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti eymenühâ”, biz za’îf kullarına bu yolda yürüyebilmek nasîb eylesin. Âmîn.
[(Reşehât)da, Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleri “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hulâsası, özü de, kalbin her zemân Allahü teâlâdan âgâh olmasıdır). 46. cı ve 99. cu mektubları ve 155. ci Ma’sûmîyeyi okuyunuz!]
-
Mektubat-ı Rabbani (65. Mektup)
Bu mektûb, Hân-ı a’zama yazılmışdır. Müslimânlığın bugünkü hâline ve müslimânların çekdiği sıkıntılara teessüf etmekdedir:
Allahü teâlâ kuvvetinizi artdırsın. Onun dînini yükseltmek için, din düşmanları ile olan mücâdelelerinizde yardımcınız olsun. Muhbir-i sâdık “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” buyurdu ki: (İslâmiyyet garîb, kimsesiz olarak başladı. Son zemânlarda, başladığı gibi, garîb olarak geri döner. Garîb olan müslimânlara müjdeler olsun!). Bundan önceki hükûmet zemânında [Ekber şâh[1] zemânında] müslimânlar, o kadar garîb olmuşdu ki, kâfirler, açıkça müslimânlığı kötülüyor, müslimânlarla alay ediyorlardı. Dinsizliklerini, ahlâksızlıklarını, sıkılmadan açıklıyordu. Çarşıda, pazarda kâfirleri ve dinsizliği övüyorlardı. Müslimânların, Allahü teâlânın emrlerinden birçoklarını yapması, [söylemesi ve yazması] yasak edilmişdi. İbâdet edenler, islâmiyyete uyanlar ayblanıyor ve kötüleniyordu. Fârisî beyt tercemesi:
Peri yanaklarını saklamış, şeytân nâz ediyor,
şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor.
Sübhânallah! Yâ Rabbî, sana hamd ederim! (İslâmiyyet kılıncın altındadır) buyuruldu. Bu şerefli dînin parlaklığı, hükûmet reîslerine bağlı kılındı. Hâlbuki iş tersine dönmüş, devlet, hükûmet, islâmiyyeti yıkmağa uğraşıyordu. Bu hâle yazıklar olsun, teessüfler olsun, pişmânlıklar olsun! Sizin mubârek varlığınızı, cenâb-ı Hakkın büyük ni’meti biliyoruz. Din düşmanlarının hücûmları karşısında, perîşan olan mü’minleri kanadı altında koruyacak, sizden başka bir kahraman bilmiyoruz. Allahü teâlâ sevgili Peygamberi ve Onun Ehl-i beyti “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vettehıyyât velberekât” hurmetine, kuvvetinizi artdırsın! Yardımcınız olsun! Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Bir kimseye deli denmedikçe, onun îmânı temâm olmaz!). Bu zemânda, islâm sevgisinin, islâm gayretinin alâmeti olan, bu cünûn [delilik], sizin temiz rûhunuzda görülmekdedir. Bu ni’meti veren, Allahü teâlâya hamd olsun! Bugün, öyle bir gündür ki, az bir hareket, [bir söz, bir yazı] hemen kabûl olunup pekçok sevâb verilir. Eshâb-ı Kehfin “rahmetullahi teâlâ aleyhim”, bu kadar kıymet ve şöhret kazanmasının sebebi, yalnız hicret etmeleri idi. Düşman saldırdığı zemân, suvârîlerin az bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zemânında, pek ince, güç ta’lîmleri, bu kıymeti alamaz. Bugün sizin, söz ile yapdığınız cihâd, cihâd-ı ekberdir. Size nasîb olan bu ni’metin kıymetini biliniz. Var kuvvetiniz ile, din düşmânlarını rezîl edip, [islâmiyyetin emrlerinin yapılmasına, harâmların çirkinliğinin, zararlarının anlaşılarak kaçınılmasına], hakkı söylemeğe çalışınız! Bu söz ile [ve kalem ile] olan cihâdı, [top ile] kılınç ile olan cihâddan dahâ kârlı biliniz! Bizim gibi eli yazmaz, dili söylemez zevallılar, bu ni’metden mahrûmuz. Arabî beyt tercemesi:
Ni’mete kavuşanlara, ni’metler âfiyet olsun,
zevallı âşık da, birkaç damla ile doysun!
Fârisî beyt tercemesi:
Aranan hazînenin yolunu gösterdim sana,
belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!
Hâce-i Ahrâr [Ubeydüllah-i Taşkendî] “kuddise sirruh”[1] buyurdu ki, (Eğer şeyhlik yapsaydım, hiçbir şeyh, bir yerde, bir mürîd bulamazdı. Fekat, bana başka vazîfe verildi. O vazîfe de, islâmiyyeti yaymak ve islâmiyyeti kuvvetlendirmekdir). Bunun için, sultânlara, [devlet reîslerine, meb’ûslara] gidip nasîhat verirdi. Te’sîrli sözleri ile, hepsini doğru yola getirirdi. Onlar vâsıtası ile, islâmiyyeti yayardı. Allahü teâlâ, büyüklerimize olan sevginiz ve saygınız hurmetine, sözlerinize te’sîr ihsân etmiş, dîne olan bağlılığınızı, arkadaşlarınıza heybetli olarak göstermişdir. O hâlde, hiç olmazsa, müslimânlar arasına yayılmış, âdet hâline gelmiş olan, kâfirlerin âdetlerinin [bayramları, noel geceleri, dansları, baloları, erkek-kadın bir arada oturmaları] müslimânlar arasından kaldırılması için çalışmanızı, müslimân evlâdlarını kâfirlere mahsûs olan, bu gibi çirkin şeylerden korumanızı istirhâm ederim. Allahü teâlâ, bizim tarafımızdan ve bütün müslimânlar tarafından size bol bol mükâfât versin! Bundan önceki hükûmet zemânında, islâmiyyete karşı, açıkca düşmanlık vardı. Şimdi, böyle düşmanlık, öyle kin ve inâd görülmiyor. Ba’zı kusûrlar varsa da, inâd ile değil, bilinmediği içindir. Bugün müslimânlar da, kâfirler gibi serbest konuşabilmekde, onlardaki hürriyyete kavuşmakdadır. Kâfirlerin kazanmaması, eski kin ve düşmanlığın başımıza gelmemesi, müslimânların zulm ve işkenceye düşmemesi için, düâ edelim ve uyanalım. Din düşmanlarına fırsat vermiyelim. Fârisî mısra’ tercemesi:
Îmânıma saldırdıklarından, söğüd yaprağı gibi titriyorum!
Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Peygamberlerin efendisinin “aleyhi ve alâ âlihissalevât” yolundan ayırmasın! Fakîr, ânî bir yolculukla, buraya geldim. Size haber vermeden, birkaç hâtıra yazıp bırakmadan ve kalbimdeki, size karşı olan sevgiyi bildirmeden, ayrılmak istemedim. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki: (Bir kimse, din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin!). Size ve doğru yolda bulunanların hepsine selâm olsun!
Âlimin bir nazarı, bulunmaz hazînedir,
Bir sohbeti, yıllarca, bitmez kütübhânedir.
[Şimdi, her dildeki kitâblarımız (Internet) vâsıtası ile bütün dünyâya yayılmakdadır. Allahü teâlânın bu ni’metine ne kadar şükr etsek azdır.]
-
Mektubat-ı Rabbani (66. Mektup)
Bu mektûb, yine Hân-ı a’zama “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. Bu yolu medh etmekde ve Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâm olsun! Büyüklerimizin yolunda, nihâyet, başda yerleşdirilmişdir. Hâce-i Nakşibend [Behâeddîn-i Buhârî] “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki: (Nihâyeti, bidâyetde yerleşdirdik.) Bu yol, tam Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” yoludur. Çünki, o büyükler, o Serverin “aleyhisselâm” sohbetinde, dahâ birinci günde, öyle şeylere kavuşdu ki, sonra gelen en büyük Evliyâ, en nihâyetde, ancak, bundan bir parçaya kavuşabilmişdir. İşte bunun içindir ki, Vahşî, hazret-i Hamzayı “radıyallahü anhümâ” şehîd etmiş iken, müslimân olunca, bir kerrecik, Seyyid-il-evvelîn vel-âhirînin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” sohbeti ile şereflendiği için, Tâbi’înin en üstünü olan, Veysel Karânîden dahâ yukarı oldu. Hayr-ül-beşerin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” sohbetinin başlangıcında Vahşîye “radıyallahü anh” nasîb olanlara, Veysel Karânî, o kadar yüksek olduğu hâlde, en nihâyetde bile kavuşamadı. Demek ki, zemânların, asrların en iyisi, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” asrıdır. Sonra gelenler, (Sonra) kelimesinden dolayı çok geride kaldı. Dereceleri de, hep sona kaldı. Abdüllah ibni Mubârekden birisi sordu ki, (Mu’âviye mi dahâ yüksekdir, Ömer bin Abdül’azîz mi?). Cevâbında buyurdu ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında giderken, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden, birkaç kerre dahâ hayrlıdır).
İşte büyüklerimizin yolu, (Silsiletüzzeheb)dir. Bu yolun, başka yollardan üstünlüğü, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” zemânının, sonraki zemânlardan üstünlüğü gibidir. Bu yolun büyükleri, öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ, bunlara fadl ve merhameti ile, dahâ başlangıcda, nihâyetin tadını tatdırmışdır. Bunların derecelerini, başkaları anlıyamaz. Bunların vardığı makâmlar, başkalarının vardıkları makâmların çok üstündedir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Gül bağçemi gör de, behârımı anla!
Fârisî mısra’ tercemesi:
Senenin bereketi, behârından belli olur.
Bu ni’met, çok büyükdür. Allahü teâlâ, bunu ancak dilediğine nasîb eder. Onun ni’metleri pek çokdur. Hâce Nakşibend “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki: (Biz, cenâb-ı Hakkın fadlına, ihsânına kavuşduk). Allahü teâlâ, bizi ve sizi, bu büyükleri sevmekle şereflendirsin ve yollarında bulundursun! Âmîn.
-
Mektubat-ı Rabbani (67. Mektup)
Bu mektûb, Hân-ı Hânâna “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. Bir muhtâcın gönderildiği bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, bizi ve sizleri Peygamberlerin efendisinin “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” yolunda bulundursun. Zâhirimizi ve bâtınımızı bu yoldan ayırmasın. Bu düâmıza âmîn diyenlere rahmet eylesin! Çok mühim olan iki şey, elimde olmıyarak, bu yazımla başınızı ağrıtmağa beni sürükledi. Birincisi, incindiğimizi zannetmeyiniz. Belki sevgimiz ve ihlâsımız artmakdadır. İkincisi fazîlet ve salâh sâhibi olan bir muhtâcın ihtiyâcını bildirmekdir. Kendisi ma’rifet ve şühûd zînetleri ile süslüdür. Nesebi kerîm, hasebi şerîfdir. Muhterem efendim! Doğru sözü bildirmek biraz acı olur. Çoklarına çok acı gelir. Az kimseye de az acı gelir. Bu acılığı bal gibi tatlı olarak alabilecek ve dahâ var mı diyecek mes’ûd bir kimse lâzımdır.
Hâllerin değişik olması, mahlûkların sıfatıdır, özelliğidir. Temkîne ya’nî hâllerin değişmemesine kavuşanlar da, az da olsa değişiklikden kurtulamaz. Zevallı mahlûk, çok olur ki, celâl sıfatlarının saltanatı altında kıvranır. Başka zemân da, cemâl sıfatlarının esîri olur. Bir zemân (Kabz) ya’nî sıkıntı olan yerdedir. Başka zemân (Bast), genişlik meydânındadır. Her zemânın hükmleri birbirine benzemez. Dün öyle idi. Bugün böyledir. Hadîs-i şerîfde, (Mü’minin kalbi, Allahü teâlânın parmaklarından iki parmak arasındadır. [Ya’nî Onun kudreti altındadır.] Kalbi, istediği gibi değişdirir) buyuruldu. Vesselâm.
-
Mektubat-ı Rabbani (68. Mektup)
Bu mektûb, yine Hân-ı Hânâna “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. Tevâzu’ zenginlere, nazlanma da fakîrlere yakışır demekdedir:
Allahü teâlânın yapdığında hayr vardır.
Fârisî beyt tercemesi:
Bildirilmesi lâzım olanı söyledim sana,
Yâ fâidelenirsin, yâ da çarpar kulağına.
Tevâzu’, gınâ sâhiblerine yakışır, istignâ ise fakîrlere yaraşır. Çünki, herşeyin ilâcı, zıddı iledir. Üç mektûbunuzdan da yalnız istignâ, nazlılık anlaşılmakdadır. Tevâzu’ ya’nî alçak gönüllülük yapmak istediğinizi biliyoruz. Fekat, meselâ son mektûbunuzda (Allahü teâlâya hamd etdikden ve Resûlüne salâtdan sonra ma’lûm olsun ki...) diyorsunuz. Bu sözü nereye ve kime karşı yazdığınızı iyi anlamalısınız. Evet, fakîrlere çok hizmet etdiniz. Fekat hizmetin edeblerini gözetmek de lâzımdır. Ancak, fâidesine böyle kavuşulabilir. Böyle olmazsa boşuna uğraşılmış olur. Evet Onun “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü etemmühâ ve ekmelühâ” ümmetinin sâlihleri tekellüf, gösteriş yapmakdan uzakdır. Fekat tekebbür edenlere karşı tekebbür yapmak, sadaka vermek gibi sevâbdır. Bir kimse, Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirreh” hazretleri için, kibrlidir dedi. Bunu işitince, (Benim kibrliliğim, Onun “celle celâlüh” büyüklüğündendir) buyurdu. Bu yolun yolcularını aşağı ve gerici sanmamalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Saçı sakalı karışmış çok kimseler vardır ki, hangi kapıya gitseler kovulurlar. Allaha yemîn etseler, istedikleri şeyi ihsân eder) buyurdu. Fârisî beyt tercemesi:
Az söyledim, dikkat etdim kalbini kırmamağa,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana.
Size bağlı olanların, sizi sevenlerin, herşeyin doğrusunu düşünmeleri ve size doğru söylemeleri lâzımdır. Her toplantıda sizin iyiliğinizi ve başarınızı özlemeleri, kendi çıkarlarını düşünmemeleri gerekir. Böyle yapılmazsa hıyânet olur. Yalnız size birkaç fâide sağlamak için, bu sefere başlamışdık. Fekat sevenleriniz ve hizmetcileriniz kavuşmamıza sed çekdiler. Kusûru bizden bilmeyiniz. Bu sözler, her ne kadar acı görünüyor ise de, sağ ol, yaşa diyenleriniz çokdur. Onlar size yetişir. Fakîrlerle görüşmek, kendi ayblarını, kusûrlarını anlamak içindir ve gizli kötülüklerini meydâna çıkarmak içindir. Şunu da bildirelim ki, bu sözlerimiz sizi incitmek için değildir. Size iyilik yapmak içindir. Kalbinizi yakmak, nasîhat yapmak için olduğunu iyi biliniz! Hâce Muhammed Sıddîk, bir gün önce gelmiş olsaydı, elbette yanınıza gelirdim. Fekat Serhend yakınlarında kendisiyle karşılaşdık. Özrümüzü kabûl buyurunuz. Hayr yalnız Allahü teâlânın yapdığındadır.
-
Mektubat-ı Rabbani (69. Mektup)
Bu mektûb, yine Hân-ı Hânâna “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. İnsanı dünyâda ve âhıretde yükseltecek olan tevâzu’un ne olduğu ve kurtuluşun ancak Ehl-i sünnete uymakla olduğu bildirilmekdedir:
Her hamd Allahü teâlâya mahsûsdur. Allahü teâlânın Resûlüne salât ve selâm olsun! Kardeşimiz Mevlânâ Muhammed Sıddîk ile gönderilen okşayıcı, kıymetli mektûbunuz geldi. Lutf buyurmuşsunuz. Allahü teâlâ, size hayrlı karşılıklar versin! Mektûbunuzda, fakîrlerin, edeblerini gözetmişsiniz ve alçak gönüllülük göstermişsiniz. (Allah için tevâzu’ edeni, Allahü teâlâ yükseltir) hadîs-i şerîfine göre, bu aşağı davranışınızın dünyâda ve âhıretde yükselmenize sebeb olacağını umarım. Belki de sebeb olmuşdur. Size müjdeler olsun!
İnâbet ve rücû’, ya’nî bir rehbere bağlanmak kelimelerini yazıyorsunuz. Dervîşlerden birinin elinde inâbet yapdığınızı tesavvur buyurunuz. Bunun iyi netîcelerini ve meyvalarını bekleyiniz! Fekat, bu inâbetin haklarını, şartlarını elden geldiği kadar gözetmelidir. Vasıyyetlerden, nasîhatlardan hangi birini yazayım? İlmlerden, ma’rifetlerden hangisini bildireyim? Çünki, müctehid olan derin âlimler ve doğru yolda olan tesavvufcular “şekkerallahü teâlâ sa’yehüm” söylemedik bir şey bırakmadılar. Sermâyesi az olan bu fakîrin “rahmetullahi aleyh” mektûblarından birkaçını, sevdiklerimiz size getirmişlerdir. Onları gözden geçiriniz. Sözün özü şudur ki, kurtuluş yolu, ancak Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate uymakdır. Allahü teâlâ, onların sözlerine, işlerine, îmân edenleri ve ibâdetlerdeki bildirdiklerine uyanları çoğaltsın! Çünki, Cehennemden kurtulacağı müjdelenmiş olan bir fırka, bunlardır. Bunlardan başka olan fırkalar, helâk olacak, felâkete sürüklenecekdir. Bugün bir kimse, böyle olduğunu bilse de, bilmese de, yarın herkes anlayacakdır. Fekat, o zemân fâidesi olmayacakdır. Yâ Rabbî! Ölüm bizi uyandırmadan önce, sen bizi uyandır!
Seyyid İbrâhîm çok eskiden beri yüksek kapınıza bağlı olanlardandır. Düâcılarınız arasında bulunmakdadır. Kereminizden, ihsânınızdan beklenilir ki, ihtiyârlık ve ihtiyâc zemânını, çoluk çocuğu ile üzüntüsüz geçirmesi ve son nefesinizde selâmete kavuşmanıza düâya bol zemân bulması için kendisine sığınak olasınız. Vesselâm.
-
Mektubat-ı Rabbani (70. Mektup)
Bu mektûb, yine Hân-ı Hânâna yazılmışdır. İnsanın âlem-i halkı ve âlem-i emri kendinde toplaması, hem Hakdan uzaklaşmasına, hem de Hakka yaklaşmasına sebeb olduğunu bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, sizi Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” dîninin gösterdiği doğru yolda bulundursun! Bu düâya âmîn diyenlere merhamet eylesin! Âlem-i emrin ve âlem-i halkın insanda toplanması, onun Hakka yaklaşmasına, kıymetli ve üstün olmasına sebeb oldu. İnsanın Hakdan uzaklaşmasına, doğru yoldan sapmasına ve Ondan câhil kalmasına sebeb olan da, yine bu topluluğudur. Bu toplulukdan dolayı insanın aynası, tâm olup, Hakka yaklaşmışdır. Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının, hattâ Zât-i ilâhînin kendinde görünmesine müste’id olmuşdur. Hadîs-i kudsîde, (Göke ve yere sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım) buyurması, buna işâretdir. İnsanın, âlemdeki zerrelerden, her zerreye muhtâc olması, onun Hakdan uzaklaşmasına sebeb olmuşdur. Çünki, insanın herşeye, her zerreye ihtiyâcı vardır. Bekara sûresinde, (Yerde olan herşeyi, sizin ihtiyâcınızı karşılamak için yaratdım) meâlindeki, yirmisekizinci âyet-i kerîme, bunu bildiriyor. İnsan, bu ihtiyâcından dolayı herşeye gönül vermekdedir. Bu yüzden, Hakdan uzaklaşmakda, doğru yoldan ayrılmakdadır. Fârisî iki beyt tercemesi:
Mahlûkların en üstünü insandır,
o makâmdan, mahrûm kalan da odur.
Bu yoldan eğer, geri dönmezse,
ondan dahâ mahrûm olmaz kimse.
Görülüyor ki, varlıkların en üstünü insandır. Mahlûkların en aşağısı, en kötüsü de, yine odur. Çünki, âlemlerin Rabbinin sevgilisi olan Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” insan olduğu gibi, âlemlerin Rabbinin düşmanı olan Ebû Cehl bin Hişâm da insandır. O hâlde kalb, herşeyi sevmekden kurtulmadıkça, herşeyden münezzeh [ayrı] olan, bir varlığın sevgisine kavuşamaz. Bu ise, en büyük harâblık, aşağılıkdır. Birşeyin hepsi ele geçmezse, hepsi de elden kaçırılmamalıdır, formülüne göre, birkaç günlük ömrü, islâmiyyetin sâhibine “aleyhissalâtü vesselâm” uyarak geçirmelidir. Çünki âhıretin azâbından kurtulup, sonsuz ni’metlere kavuşmak, ancak Ona “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymakla olur. Bunun için de, altın, gümüş eşyâsı ve kâğıd parası ve ticâret eşyâsı ve çayırda otlayan hayvanları olanın, islâmiyyete uygun olarak, zekât vermesi, böylece mala ve hayvanlara bağlı olmadığını göstermesi lâzımdır. Yirken, içerken, güzel elbise giyerken, keyfini, zevkini düşünmeyip, ibâdetleri yapmak için kuvvetlenmeği ve A’râf sûresinin (Nemâz kılarken süslü, temiz örtününüz!) meâlindeki otuzuncu âyet-i kerîmesine uymağı niyyet etmelidir. Bunlara, başka niyyetleri karışdırmamalıdır. Böyle niyyet yapılmazsa, yapmak için, kendini zorlamalıdır. Ağlıyamazsan, kendini ağlat, sözü meşhûrdur. Böyle niyyet edebilmek için, durmadan Allahü teâlâya düâ etmeli, yalvarmalıdır. Fârisî beyt tercemesi:
Umarım, kabûl ede, göz yaşımı,
O ki, inci yapar, su damlasını.
Bunun gibi, her şeyi, dînini seven ve kayıran, doğru âlimlerin, yazılarına uygun yapmalı, islâmiyyetin izn verdiği (Ruhsat)lardan kaçınıp, islâmiyyetin üstün gördüğü (Azîmet)lere sarılan bu âlimlere uymağı, sonsuz azâbdan kurtulmağa vesîle bilmelidir. Nisâ sûresi, yüzkırkaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Îmân eder ve ni’metlere şükr ederseniz, Allahü teâlâ, size azâb etmez!) buyuruldu.
-
Mektubat-ı Rabbani (71. Mektup)
Bu mektûb, Hân-ı Hânânın oğlu Mirzâ Dârâb için yazılmış olup, Allahü teâlâya şükr etmek, islâmiyyete uymakla olduğunu bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, kuvvetinizi artdırsın ve yardımcınız olsun! İyilik edene teşekkür lâzım olduğunu akl da, islâmiyyet de göstermekdedir. Şükrün derecesi, gelen ni’metlerin mikdârına bağlıdır. Ni’met, ne kadar çok ise, şükr etmek lüzûmu da çok olur. Görülüyor ki, zenginlerin, zenginlik derecesine göre, fakîrlerden dahâ çok şükr etmesi lâzımdır. Bunun içindir ki, bu ümmetin fakîrleri, zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girecekdir.
Allahü teâlâya şükr etmek için, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uygun bir i’tikâd edinmek lâzımdır. Çünki, Cehennemden kurtulan, yalnız bu fırkadır. İ’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyete uygun hareket etmelidir. İslâmiyyeti de, bu fırkanın müctehidlerinin kitâblarından öğrenmelidir. [Dinden haberi olmıyan, reformcu müftîden, câhil hâfızdan, dinsizlerin, gençleri aldatmak için gazetelerdeki, dîni medh eden, aldatıcı yazılarından öğrenmemelidir.] Bundan sonra, Ehl-i sünnetden olan, tesavvuf büyüklerinin gösterdiği yolda [Kalbi] tasfiye ve [Nefsi] tezkiyeye sıra gelir. Şükrün bu üçüncü kısmı, şart değilse de, fâidesi pek büyükdür. Fekat, iki önceki kısm şartdır. Çünki, islâmiyyetin aslı, temeli bu ikisidir. İslâmiyyetin kemâli, olgunlaşması ise, üçüncü kısm ile olur. Bu üç kısm, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdı ve islâmiyyetin emrleri ve tesavvuf büyüklerinin yolu dışında kalan herşey, sıkıntılı riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler olsa dahî, hep günâhdır ve itâ’atsizlikdir ve şükr etmemekdir. Hind Berehmenleri ve eski Yunan felesofları, çok riyâzet ve mücâhede yapdı. Fekat, Peygamberlere “aleyhimüsselâm” uymadıkları için, Allahü teâlâya şükr değil, günâh oldu. Hiçbiri kabûl edilmedi. Kıyâmetde Cehennemden kurtulamıyacaklardır. O hâlde, seyyidimizin, efendimizin, kurtarıcımızın ve günâhlarımızın afvı için şefâ’atcimizin, kalblerimizi, rûhlarımızı tedâvî eden mütehassısımızın, ya’nî Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” efendimizin yoluna ve Onun dört halîfesinin yoluna yapışınız! Onun dört halîfesi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hidâyete ulaşdırıcı, se’âdete erdiricidir. Allahü teâlâ, bu yolda gidenlerden râzı olur.
[Allah, senden râzı olsun demek, bu hâl ile râzı olsun demek değildir. Allahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni, râzı olduğu hâle soksun demekdir].
-
Mektubat-ı Rabbani (72. Mektup)
Bu mektûb, hâce Cihâna yazılmış olup, âhıreti istiyenin dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Dünyâyı terk etmek nasıl olacağını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, selâmet ve âfiyet versin! Din ile dünyâyı birlikde kazanmak imkânsızdır. Âhıreti kazanmak istiyenin, dünyâdan vaz geçmesi lâzımdır. Bu zemânda, dünyâyı temâmen terk etmek, kolay değildir. Hiç olmazsa, hükmen terk etmek, ya’nî terk etmiş sayılmak lâzımdır. Bu da, her işde islâmiyyete uymak demekdir. Yiyecekde, içecekde, giyecekde ve ev kurmakda islâmiyyete uymak lâzımdır. İslâmiyyetin emrlerini aşmamak lâzımdır. Altın ve gümüşün ve ticâret eşyâsının ve kırda, çayırda otlıyan dört ayaklı hayvanların zekâtını vermek farzdır. Bunların zekâtını elbette vermelidir.
İslâmiyyete uymakla zînetlenen bir kimse, dünyânın zararından kurtulmuş olur ve âhıreti kazanır. Dünyâyı [ya’nî nefsin arzûlarını], böyle hükmen de terk edemiyen kimse, münâfık demekdir. Îmânlı olduğunu söylemesi, âhıretde kendisini kurtaramaz. Yalnız dünyâda, malını ve cânını korur. Fârisî beyt tercemesi:
Söyledim sana, işin özünü,
İster sıkıl, ister dinle sözümü.
Dünyânın bu kadar gösterişli hâli, hademesi, hizmetçileri, tatlı yemekleri, çeşidli şerbetleri, süslü, câzibeli elbiseleri ve nice zevkleri karşısında, hangi baba yiğit, hangi bahtiyar kimse, bu doğru söze kulak verip dinler? Fârisî beyt tercemesi:
İncilerin ağırlığı sağır etmiş kulağını,
duymaz olmuş, ne yapayım, ağlamamı, sızlamamı.
[Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Ya’nî, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veyâ denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakîn demekdir. (Biz en yakîn olan gökü, çırağlarla süsledik) âyet-i kerîmesindeki dünyâ kelimesi böyledir. Ba’zı yerde de, ikinci ma’nâ ile kullanılmışdır. Meselâ, (Denî, alçak şeyler mel’ûndur) hadîs-i şerîfinde böyledir. Ya’nî, (Dünyâ mel’ûndur) demekdir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın, nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâîsidir. Ya’nî, harâm ile mekrûhlardır. Şu hâlde, Kur’ân-ı kerîmde zem edilen, kötü denilen dünyâ, harâmlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemişdir. Çünki, cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermekdedir. Bu sözümüzü isbât eden vesîka, varlığın ve insanlığın ikincisi olan, İbrâhîm halîl-ür-rahmânın malıdır “salevâtullahi aleyh”. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları, ova ve vâdîleri dolduruyordu].
Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Muhammed aleyhisselâmın yoluna uymakla şereflendirsin!
Şeyh meyân Zekeriyyâ eski defterdardır. Âlim ve fazîletli bir insandır. Bir zemândan beri habsdedir. İhtiyârlık, geçim darlığı ve habsde uzun zemân kalması yüzünden muhtâc ve acınacak hâldedir. Fakîri bulunduğu birliğe çağırıp, kurtulmasını istiyor. Mesâfe uzak olduğu için gelemedim. Kardeşimiz Hâce Muhammed Sâdık, huzûrunuza geldiğinden, birkaç sözle başınızı ağrıtdım. İnşâallah o zevâllı, yüksek teveccüh ve kereminizden umulana kavuşur. Çünki, âlimdir ve yaşlıdır. Vesselâm evvelen ve âhıren.
Âkıl isen kıl nemâzı, çün se’âdet tâcıdır.
Sen nemâzı öyle bil ki, mü’minin mi’râcıdır.
-
Mektubat-ı Rabbani (73. Mektup)
Bu mektûb, Kılınç hânın oğlu Kılıcullaha yazılmış olup, kaçınması ve yapılması lâzım gelen şeyleri bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm” parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünyâ, imtihân yeridir. Dünyânın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Tâze, güzel, körpe sanılır. Fekat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leşdir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplükdür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehrlenmiş şeker gibidir. Aslı harâbdır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan aklsızdır, büyülenmişdir. Âşıkları delidir, aldatılmışdır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmânlık çeker. Server-i kâinât, Habîb-i Rabbil’âlemîn “aleyhi ve alâ âlihissalevât vettehıyyât” buyurdu ki, (Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir). Demek ki, bir kimse, dünyâyı râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Ya’nî, âhıretde, eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyâya düşkün olmakdan ve dünyâyı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekden muhâfaza eylesin!
Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünyâ, nedir biliyor musun? Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaşdıran şeyler demekdir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı’ düşüncesi, Allahü teâlâyı unutduracak kadar aşırı olursa, dünyâ olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-ya’nî) ile, ya’nî fâidesiz, boş şeylerle vakt geçirmek, [kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmû’a ve romanlar], hep bunun için dünyâ demekdir. Âhırete fâidesi olmıyan ilmler, dersler de, hep dünyâdır. Hesâb, hendese [ya’nî matematik ve geometri], astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde kullanılmazsa [ya’nî kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa] bunlarla uğraşmak, boşuna vakt öldürmek olur ve dünyâ olur. Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri [ve son zemânlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları] se’âdet yolunu bulur, âhıretdeki ebedî azâbdan kurtulurlardı.
[Liselerde, üniversitelerde okunan ulûm-i akliyye, ya’nî tecribî ilmler, ya’nî fen bilgileri ve yabancı diller, islâmiyyete ve mahlûklara hizmet etmek niyyeti ile öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, fâideli olur. Bunlara çalışmak lâzım olur ve sevâb olur. Bunun içindir ki, ecdâdımız, Şâm, Bağdâd, Semerkand ve Endülüs müslimânları her dürlü fende ve güzel san’atda pek ileri gitmiş, dünyâ birinciliğini ellerinde tutmuşlardı. Avrupanın ilm ve fen adamları, asrlar boyunca, islâm fakültelerine gelip ihtisâs kazanırlar ve bununla öğünürlerdi. Müslimânların o parlak medeniyyetlerinin eserleri, bugün meydândadır ve dünyâ münevverlerini hayrân bırakmakdadır.
Bugün liselerde, üniversitelerde okutulan ve insanın bütün gençlik hayâtına mal olan bilgiler, Allahü teâlânın emrlerine uyarak kullanılırsa, fâideli olur ve dünyâ ve âhıretin kazanılmasına sebeb olur.
Medeniyyet demek, yalnız ilm ve fen demek değildir. İlm ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlmde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gafletdir. Pek yanlışdır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaşdıran yeni buluşların artması, medeniyyeti göstermez. Bunları medeniyyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmağa benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harb vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fekat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir.
Medeniyyet, ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya’nî, beldeleri, memleketleri i’mâr etmek ve bütün insanları, rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmakdır. Bu iki gâyeye vâsıl olmak, ancak ve yalnız ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla olur. İslâmiyyetden ayrıldıkca medeniyyet geriler. İşte liselerde, üniversitelerde öğrenilen bilgiler, bütün fen vâsıtaları, fabrikalar, ağır sanâyı’, memleketleri i’mâr için, insanları râhat etdirmek için kullanılırsa, fâideli olur, sevâb olur. Memleketleri tahrîb, insanların hürriyyetini ellerinden almak, köle yapmak için kullanılırsa, fâidesiz olur, günâh olur. Bunların fâideli olması, medeniyyete hizmet etmesi ancak ve yalnız islâm dînine uygun kullanmakla olur. Avrupa, Amerika, asrlardan beri, islâm ahlâkını, islâm hukûkunu inceliyor. İslâm dîninin emrlerini, yasaklarını alıp, kendilerine mal ediyor. Onların bugünkü ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri, islâmî kıymetler ve esâslar sâyesinde olduğu açıkça görülmekdedir. Demek ki, bir milleti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, ya’nî Allahü teâlânın emrleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilmler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanâyi’ de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demekdir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur.
O hâlde, dedelerimizin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dünyâ çapındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki kısmını, ya’nî hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şeklde yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu başarınca, maddî, ma’nevî olgunlaşacak, bütün milletlere örnek olacak, bütün dünyâca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.
Hadîs-i şerîfde, (El Cennetü tahte zılâlissüyûf) buyuruldu. Ya’nî (İslâmiyyet, kâfirlerdeki silâhların hepsini yapmakla ve bunları iyi kullanmak ile sağlam kalır). Bunun için, fen bilgilerine çok çalışmamız, atom bombası, roket, radar, füze yapmamız lâzımdır. Aksi takdîrde din yıkılır. Bindörtyüz bu kadar sene evvel, bugünün kurtuluş yolunu, bu hadîs-i şerîf, bizlere göstermişdir. (İnsanların (milletlerin) dinleri, kendilerini idâre edenlerin dinleri gibi olur!) hadîs-i şerîfi de, müslimânların çalışarak, kâfirlerden üstün olmasını emr buyurmakdadır. Bu hadîs-i şerîfleri iyi anlamalı ve dört el ile sarılmalıdır].
Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-ya’nî ile, ya’nî fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!) Fârisî beyt tercemesi:
Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka,
hepsi câna zehrdir, şeker bile olsa.
Yıldızlarla uğraşmak, ya’nî astronomi ilmi, nemâz vaktlerini anlamağa yarar demişlerdir. Bunun ma’nâsı, nemâz vaktlerinin bilinmesine yarıyan ilmlerden biri de, ilm-i nücûmdur demekdir. Yoksa kozmoğrafya bilinmezse, nemâz vaktleri anlaşılamaz demek değildir. Astronomiden haberi olmıyan çok kimseler vardır ki, nemâz vaktlerini, bu ilmleri bilenlerden dahâ iyi anlar. Mantık, hesâb ve diğer lise dersleri, hep böyle olup, bunların hepsi islâmiyyetin gösterdiği yerlerde kullanılırsa ve ilm-i kelâm da, islâmiyyetin tek se’âdet ve medeniyyet yolu olduğunu isbât etmek için kullanılırsa câiz olur [ve çok sevâb olur].
Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni’ olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İnsâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden önce, lise bilgileri ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeğe mâni’ olmakdadır.
[(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı ilm kısmında buyuruyor ki: Her mü’minin, en önce, Ehl-i sünnet i’tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emrler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emrleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti, yeni müslimân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve nemâzın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm nemâzının üç rek’at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramezân gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zemân farz olur. İşte, herşeyi zemânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zemân, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özr hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san’ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emr ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san’ata başlıyacaksa zemânın ona âid fen bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisâs yapması farz olur. Her san’at, ticâret, zirâ’at da hep böyledir. Herkese kendi san’atını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka san’at bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb zemânında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her müslimâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak ise farz-ı kifâyedir).
Harâmları öğrenmek de, herkese başka dürlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun’î ipek giymek erkeklere de harâm değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların harâm olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikde oturanların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları, ya’nî bakmak câiz olan ve olmıyan kadınları öğrenmesi farz olur. [Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden yukarısını açdığı yerlerde bulunan müslimânların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günâhdır.]
Kalbe âid bilgileri, ya’nî ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkd) “ya’nî kin bağlamak”, (Hased) [Başkasında bulunan ni’metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır], (Kibr) [Kendini büyük bilmek, üstün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibr olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur], (Sû’i zan) etmek [İyi insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm olduğunu öğrenmek, her mü’mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya’nî, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, nemâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san’at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fekat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki: (Ulûm-i nakliyyeden ya’nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir). Nemâzda kırâ’eti anlatırken diyor ki: (Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan dahâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilm öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).]
Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutf ve ihsân ederek, bu genç yaşda tevbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşdurmakla şereflendirmişdi. Bilemiyorum ki, nefs ve şeytânın ve din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zemânıdır. Para bol, nefsin her arzûsunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların çoğu da uygunsuz! Fârisî beyt tercemesi:
Cânım, yavrum! Sana sözüm, yalnız şudur:
körpeciksin, yolun da çok korkuludur.
-
Cevap: Mektubat-ı Rabbani
Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve soğukdan, sıcakdan korunmağa niyyet etmeli ve her mubâh için [ve ders çalışırken böyle] gerekli niyyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsatdan elden geldiği kadar kaçınmışdır. Mubâhları, zarûret mikdârı kullanmak da azîmetdir. Bu devlet, bu ni’met ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, harâm ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izn vermişdir. Pekçok şeyleri mubâh etmişdir. Halâl olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, harâm edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, harâm etdiği lezzetleri, dahâ fazlası ile mubâhlarda da yaratmışdır. Halâl olan çeşid çeşid ni’metlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından dahâ büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden dahâ büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennetde Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni’metlerinin hepsinden dahâ tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olmaması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır.
Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmakdan, pişmân olmakdan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanc zemânıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakt ele geçmez. Vakt de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zemânında, yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaz’ıyyet elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük ni’met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özr ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etdi) buyurdu. Eğer dünyâ işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fekat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.
Gençlik zemânında, insanı üç din düşmanı olan, nefs, şeytân ve kötü insanlar aldatmağa uğraşmakdadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkda yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm etdiği zemân, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zemânında yapılan büyük ta’lîmlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz.
Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ’at, tevâzu’, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emr edilmişdir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yokdur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslîm olarak, emrleri yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşeye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emr ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Herşeye muhtâc olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emrleri yapmağa, cândan sarılmamız lâzımdır.
Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyâda biri, mevkı’, rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emr verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmağa, böyle çalışılmıyor. [Allahü teâlânın emrleri vazîfe bilinmiyor ve (vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, sonra nemâz) gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emrleri birinci vazîfe olmak lâzımdır.]
Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir:
1- Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. [Bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün İsveç hareketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, nemâzın işini görmekde, duşlar, banyolar, plâjlar, abdestden dahâ modern temizlemekdedir denilmesidir.]
2- Allahü teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemekdir. Bu emrlerin büyüklüğünü, mevkı’, kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmekdir. Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ’atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır.
Ey evlâdım! Yalancılığı çok def’a görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlüke bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?
Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş “aleyhissalâtü vesselâm”, tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermekdedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, müslimânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünki, tehlükeli zemânlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akl îcâbıdır.
Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, yapdıklarınızı hep görmekdedir) buyurulduğu hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmakdan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü teâlânın görmesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebeb ile işlemek, îmânı mı gösterir, kâfir olmağı mı gösterir?
Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin! Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!) Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak etdiği, harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılmalısın. Gece nemâz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük se’âdet olur.
[Cum’a, Arefe, Bayram, Kadr, Berât, Mi’râc, Aşûre, Mevlid ve Regâib gecelerinde ibâdet etmek çok sevâbdır. Mevlânâ Muhammed Rebhâmî “rahmetullahi aleyh” (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının, Hind basması, yüzyetmişikinci sahîfesinde buyuruyor ki, büyük islâm âlimi, imâm-ı Nevevî “rahmetullahi aleyh”, (Ezkâr) kitâbında buyuruyor ki, gecenin oniki kısmından bir kısmını (ya’nî bir sâat kadar) ihyâ etmek, ya’nî okumak, kılmak, düâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İbni Âbidîn)in dörtyüzaltmışbirinci (461) sahîfesindeki yazıdan da, böyle olduğu anlaşılmakdadır. (Hakâyık-ı manzûme)de diyor ki, fıkh kitâblarında, sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir. Nevevî, şâfi’î mezhebinde müctehiddir. Hanefîlerin de, geceleri, böyle ihyâ etmeleri uygun olur). Hakâyık-i manzûme kitâbı, Mahmûd-i Buhârînin olup iki cilddir ve (Manzûme-i Nesefî)nin şerhidir. Kıymetli fıkh kitâbıdır. Mahmûd-i Buhârî, 671 [m. 1271] senesinde, Buhârâda vefât etmişdir.]
Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâzımdır. [Birçok kitâblar, meselâ Murâd Molla kütübhânesinde, (1113) numaralı (Surre-tül-fetâvâ) kitâbı ondördüncü sahîfesinde, (Zekât vermek lâzım olup da, (o sene vermeyip), özrsüz gecikdiren günâha girer ve şehâdeti kabûl olmaz) buyurmakdadır.] Zekâtı kolayca verebilmek için, altından ve gümüşden ve ticâret eşyâsından, fakîrlerin hakkı olan kırkda biri, senede bir kerre [meselâ her Ramezân-ı şerîf ayında] zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zemân, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişde, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe lüzûm yokdur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekâtdan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât olmaz. [Nâfile sadaka olur.] İşte böylece, hem zekât verilmiş olur, hem de, her zemân muhtâclara yapdığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakîrlere yapdığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karışdırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tama’kârdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmamakda inâdcıdır. Onun için, biraz aşırı yazdım. Yoksa, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermişdir. Onun verdiğine el uzatmağa kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır.
Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyâda ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla hakdan kurtulmak mümkin olur. Fekat, âhıretde, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz.
[Kâfirlerin haklarını da gözetmek lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâfirlerin de mallarına, canlarına ve nâmûslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.] İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru âlimlere sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek insanların sözleri ve kitâbları, te’sîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. [Para kazanmak için, rey kazanmak, mevkı’ almak için, din kitâbı yazan, nutk söyliyen, müslimânları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitâblarından kaçmak lâzımdır.] Doğru âlim, güvenilir kitâb bulunamayan yerlerde, bu gibilerden ancak, çok lüzûmlu şeyler sorulabilir. Va’zları, nutkları dinlenmez.
Ey oğlum! Bizim gibi fakîrlerin, yukarıda ta’rîf etdiğimiz, alçak dünyâ düşkünleri ile, ne işimiz vardır ki, onların gidişlerinin iyiliğine, kötülüğüne karışalım? Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamışdır. Fekat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmekdedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebeb olmuşdur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fekat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fekat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve âlimlerin “rahimehümullah” milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep işlemek içindir. Bilmek, kıyâmetde fâideli değil, şefâ’atcı değil, azâb yapılması için huccet ve şâhid olacakdır. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki, (Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, ilminin fâidesini görmiyen, gidişi ilmine uymıyan âlimdir).
Yavrum, o zemânki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünki, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o se’âdet tohumunun açılıp büyümesine mâni’ oldu. Fekat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeğe elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir. O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçdiği yola kavuşduracağı ümmîd olunur. Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleşdiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini içinize yerleşdirmesini ve kalbinizi, bu dünyâ çerçöplerine bağlamakdan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Fârisî beytler tercemesi:
Aşk öyle bir ateşdir ki, yanarsa eğer,
Ma’şûkdan başka herşeyi yakar, kül eder.
Hakdan gayrıyı katl için (LÂ) kılıncı çek,
(LÂ) dedikden sonra, birşey kaldımı bir bak.
(İLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitdi;
Sevin ey aşk! Hakka ortak kalmadı bitdi.
-
Mektubat-ı Rabbani (74. Mektup)
Bu mektûb, Mirzâ Bedî’uz-zemâna “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. Fakîrleri sevmek ve onlara iyilik etmek ve islâmiyyete uymak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Şerefli mektûbunuz ve latîf yazılarınız geldi. Allahü teâlâya hamd olsun! Okuyunca, fakîrlere sevginiz ve bağlılığınız anlaşıldı. Çünki bu sevgi, se’âdetin sermâyesidir. Onlar, Allahü teâlânın celîsleridir, hep Onunla birlikdedirler. [Çünki, Buhârî ve Müslimdeki hadîs-i şerîfde, (Beni zikr ederken onunla berâberim) buyuruldu.] (Onlarla birlikde olanlar şakî olmaz) buyuruldu. [Bu hadîs-i şerîf, (Buhârî) ve (Müslim) sahîhinde yazılıdır. Onları bulamayıp, kitâblarını okuyanlar da şakî olmaz.] Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, kâfirlere gâlib gelmesi ve işlerin kolaylaşması için, muhâcirlerin fakîrleri hurmetine düâ buyurduğu, [Taberânîde ve Ebû Nu’aym ve Hâfız-ı Münzirînin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” (Tergîb) kitâbında] bildirilmekdedir. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” muhâcirlerin fakîrlerinin şânlarını bildirmek için, (Saçları karışmış çok kimse vardır ki, kapılardan kovulurlar. Allahü teâlâya yemîn etseler, yemîn etdikleri şeyi elbette yaratıp verir) buyurdu.
Ey mes’ûd insan! Kıymetli mektûbunuzda, (Dünyâ ve âhıretin sâhibi...) yazmışsınız. Bu söz, ancak Allahü teâlâ için söylenir. Elinden hiçbirşey gelmiyen bir köle, nasıl olur da, herhangi bir bakımdan sâhibi ile ortaklığı arayabilir? Sâhib olmak yolunu tutabilir? Hele âhıretde. İster hakîkat olarak, isterse mecâz olarak düşünülsün, mâlik ve sâhib yalnız Allahü teâlâdır. Hak teâlâ, kıyâmet günü, (Bugün, mülk kim içindir?) buyurur. Cevâb olarak yine kendisi, (Kahhâr, Gâlib olan bir Allah içindir) buyurur. O gün kullar için, korkudan sığınmakdan başka birşey yokdur. Pişmânlıkdan, şaşkınlıkdan başka birşey yapamazlar. Allahü teâlâ, o günün şiddetini, kulların sıkıntısının çokluğunu bildirmek için, Hac sûresinin birinci [1] âyetinde meâlen, (O günün zelzelesi çok büyük şeydir. O gün kadınlar memedeki çocuklarını unuturlar. Hâmile hâtûnlar çocuklarını düşürürler. İnsanlar serhoş olmuşlar sanılır. Onlar serhoş değildir. Fekat, Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir) buyuruldu. Fârisî iki beyt tercemesi:
Sorulur o gün işlerden, sözlerden,
Kalbi titrer Nebîlerin korkudan._
Enbiyânın şaşırdığı bir yerde,
Günâhlara özr bulmak nerede?
Nasîhatların başı şudur ki, islâmiyyetin sâhibine “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” uymak lâzımdır. Resûlullaha uymıyanlar, âhıretde azâbdan kurtulamaz. Bundan sonra, dünyânın süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldırış etmemek lâzımdır. Çünki, Allahü teâlâ dünyâyı sevmez, ona kıymet vermez. Bunun için, kulun dünyâlığı olmakdansa, olmaması dahâ iyidir. Dünyânın kimseye fâide vermediğini ve elden çabuk çıkdığını herkes bilmekde, hattâ görmekdedir. Dünyânın malına, mevkı’ine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da, ânsızın hepsini bırakıp gidenlerin hâlini görerek ibret alınız! Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Peygamberlerin en üstününe “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” uymakla şereflendirsin! Âmîn.
-
Mektubat-ı Rabbani (75. Mektup)
Bu mektûb, yine Mirzâ Bedî’uz-zemâna “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. Mahlûkların en üstününe uymağı, önce i’tikâdı düzeltmeği, sonra fıkh bilgilerini öğrenmeği bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, size selâmet ve âfiyet versin! Dünyâ ve âhıret se’âdetlerine kavuşmak için, dünyâ ve âhıretin efendisine “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” uymak lâzımdır. Ona uymak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak, önce i’tikâdı düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, o büyüklerin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp bildirdikleri halâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mubâh ve müştebeh [şübheli] bilgilerini öğrenmek ve bütün işlerini bunlara uygun olarak yapmak lâzımdır. Bu iki i’tikâd ve amel kanadları elde edildikden sonra, eğer ezelde mes’ûd olmuş ise, mukaddes âleme uçmak nasîb olur. Bu iki kanat olmadan yükselmek olamaz. Bu alçak dünyâ, arkasından koşmağa değmez. Bunun, malının, mevkı’inin değeri yokdur ki özenilsin. Değerli, kıymetli şeyleri aramalıdır. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeble yaratdığı, gönderdiği için, kendisine kavuşduran sebebi, o vesîleyi Ondan istemelidir. Fârisî mısra’ tercemesi:
İş budur, bundan başkası hiçdir.
Bu fakîrlere “rahmetullahi aleyhim ecma’în” yakınlık göstererek yardım istiyorsunuz. Size müjdeler olsun! Sağlam olarak ve kazanarak geri dönersiniz. Fekat, bir şartı gözetmek lâzımdır. O da, kalbi yalnız bir yere bağlamakdır. Kalbi birkaç yere bağlamak, insanı harâb eder. (Bir yerde olan, her yere kavuşur. Heryere dağılan hiçbir yer bulamaz) sözü meşhûrdur. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın nûrlu caddesinde bulundursun. Doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâmın izinde bulunanlara selâm olsun!
-
Mektubat-ı Rabbani (76. Mektup)
Bu mektûb, Kılınc hâna gönderilmiş olup, terakkî, vera’ ve takvâ ile olur. Mubâhların fazlasını terk etmelidir. Hiç olmazsa, harâmlardan sakınıp, mubâhları azaltmalıdır. Harâmlardan sakınmak, iki dürlü olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, sizi her üzüntüden korusun. İnsanların en üstününün “sallallahü aleyhi ve sellem” hurmeti için, her kusûrdan muhâfaza buyursun!
Sûre-i Haşrin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün getirdiği emrleri alınız, itâ’at ediniz! Nehy, men’, yasak etdiği şeylerden sakınınız!) buyuruldu. Görülüyor ki, dünyâda felâketlerden, âhıretde azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır: Emrlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden, en büyüğü, dahâ lüzûmlusu, ikincisidir ki, (Vera’) ve (Takvâ) denir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında, birisinin çok ibâdet etdiğini, çok uğraşdığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden, çok sakındığını söylediklerinde, (Hiçbirşey, vera’ gibi olamaz!) buyurdu. Ya’nî, yasaklardan sakınmak, dahâ kıymetlidir buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Dîninizin direği vera’dır) buyurdu. İnsanların meleklerden dahâ üstün olabilmesi, vera’ sâyesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sâyededir. Melekler de, emrlere itâ’at etmekdedir. Hâlbuki melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, vera’a sarılmak ve takvâ üzere olmak, herşeyden dahâ lüzûmludur. İslâmiyyetde en kıymetli şey takvâdır. Dînin temeli takvâdır. Vera’ ve takvâ, harâmlardan kaçınmak demekdir. Harâmlardan temâmen kaçınabilmek için, mubâhların fazlasından kaçınmalıdır. Mubâhları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubâh, ya’nî islâmiyyetin izn verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmağa başlar. Şübheliler ise, harâm olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvân gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, birgün uçuruma düşebilir. Vera’ ve takvâyı tâm yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmağa niyyet etmelidir. Böyle niyyet etmeden, az kullanmak da, günâh olur. Azı da çoğu gibi zararlı olur. Mubâhların fazlasından temâmen kaçınabilmek, her vakt ve hele bu zemânda, hemen hemen mümkin değildir. Hiç olmazsa, harâmlardan kaçınmalı, mubâhların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmağa çalışmalıdır. Mubâhlar, lüzûmundan fazla işlendikde, pişmân olup tevbe etmelidir. Bu işleri, harâm işlemeğe başlangıç bilmelidir. Allahü teâlâya sığınmalı ve yalvarmalıdır. Bu pişmânlık, tevbe ve yalvarmak, belki mubâhların fazlasından büsbütün sakınmak yerine geçerek, böyle işlerin âfetinden, zararından korur. Büyüklerden biri buyuruyor ki, (Günâh işleyenlerin, boynunu bükmesi, bana, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından dahâ iyi geliyor).
Harâmlardan kaçınmak da, iki dürlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın haklarına dokunan günâhlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günâhlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, dahâ mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbirşeye muhtâc değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtâc oldukları gibi, hasîs ve alçakdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce halâllaşsın, ödesin! Zîrâ o gün altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından alınacak, sevâbları olmazsa, hak sâhibinin günâhları, buna yüklenecekdir).
[İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) kitâbını açıklarken, nemâza niyyet bahsi, ikiyüzdoksanbeşinci sahîfede buyuruyor ki, (Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını afv etmezse, bir dank hak için, cemâ’at ile kılınmış, kabûl olmuş yediyüz nemâzı alınıp, hak sâhibine verilecekdir). Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüşdür.]
Birgün, Eshâb-ı kirâma karşı: (Müflis kime denir, biliyor musunuz?) buyuruldukda: (Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz) dediler. Buyurdu ki: (Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok nemâz, oruc ve zekât sevâbı bulunur. Fekat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevâbları, bu hak sâhiblerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevâbları biterse, hak sâhiblerinin günâhları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır). [Bu hadîs-i şerîf de gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” herhangi birine dil uzatan, söğen, iftirâ eden, âhıretde muhakkak cezâsını görecekdir.]
Sizin için ne kadar hamd etsek, ne kadar teşekkür etsek azdır. Çünki sizin mubârek vücûdunüz sâyesinde, büyük Lâhor şehrinde, böyle bir zemânda, ahkâm-ı şer’ıyyenin çoğu meydâna çıkmakda, tatbîk edilmekdedir. Bu memleketde din kuvvetlenmekde, islâmiyyet yerleşmekdedir. Bu fakîre göre, Lâhor şehri, Hindistânın kalbi gibidir. Bu şehrin hayr ve bereketi, bütün Hindistân şehrlerine yayılmakdadır. İslâmiyyetin bu şehrde kuvvetlenmesi, bütün şehrlerde kuvvetlenmesine yol açıyor. Allahü sübhânehü ve teâlâ, kuvvetinizi artdırsın. Her işinizde yardımcınız olsun! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden, hak üzere olan, doğru yolda yürüyen, her zemân bulunacakdır. Bunlara karşı duranlar, bunlara zarar yapamaz. Bunlar, Allahü teâlânın takdîr etdiği sâate kadar, işlerini yapacakdır). İlm deryâsı, başımın tâcı olan hocama karşı kuvvetli bağlılığınızı düşünerek, şu birkaç satırımla, o kıymetli sevgiyi tâzelemek istedim. Râhatsız etmemek için bu kadar yazıyorum. Cenâb-ı Hak, zât-i âlînizi hakîkî devletlere ve sonsuz se’âdetlere kavuşdursun. Sevgili Peygamberi “aleyhi ve alâ âlihissalevât vetteslîmât” hurmetine düâmı kabûl buyursun! Âmîn.
-
Mektubat-ı Rabbani (77. Mektup)
Bu mektûb, Cebbârî hâna yazılmışdır. Allahü teâlâya ibâdetin nasıl olacağı bildirilmekdedir:
Her dürlü hamd, Allahü teâlâ içindir. Onun seçdiği kullarına selâm olsun. Fârisî beyt tercemesi:
Allahdan başkasına tapınmak hiçdir,
Hiç ile uğraşmak ise delilikdir.
Bîçûn ve bî-çigûne olan ya’nî nasıl olduğu bilinemiyen bir yaratana “celle sultânüh” ibâdet edebilmek için, Ondan başka şeylere kul olmakdan kurtulmak, kalbini Ondan başka hiçbirşeye bağlamamak lâzımdır. Bunun da işâreti, alâmeti, Ondan gelen ni’metler ile sıkıntıları birbirinden başka dürlü karşılamamakdır. Başlangıçda, Onun gönderdiği ni’metler, verdiği sıkıntılardan dahâ tatlı gelir. Fekat, bu makâmın sonuna varılınca, her iş Ona bırakılır. Her gönderdiği uygun gelir, tatlı gelir. Onun ni’metine kavuşmak ve azâbından kurtulmak için yapılan ibâdet, kendi kendine tapınmak olur. Kendi kurtuluşu ve râhatlığı için çalışmış olur. Fârisî beyt tercemesi:
Arzûlarının ardında koşdukça sen.
âşıkım deyince, yalan söylersin!
Bu ni’mete kavuşmak, tâm Fenâ ile olur. Kalbi ona bağlamak, Onun zâtını sevmekle olur. Bu bağlantı, bu teveccüh de, Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyyenin “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye” başlangıcıdır. Bu büyük ni’mete kavuşmak da, Onun dînine tâm uymakla ele geçebilir “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ”. Çünki, her Peygambere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Peygamberlik yolundan gönderilmiş olan din, o Peygamberin vilâyetine uygundur. Çünki, vilâyetde sâlikin yüzü, büsbütün Allahü teâlâya karşıdır. Onu Peygamberlik makâmına indirdikleri zemân, o nûr ile birlikde iner. O üstünlük, insanlar arasında bulunduğu zemân da, kendinde bulunur. Peygamberlik makâmının derecelerine kavuşmak da, hep bu nûr ile olur. Bunun içindir ki, (Bir Peygamberin vilâyeti, kendi Peygamberliğinden dahâ üstündür) demişlerdir. Görülüyor ki, her Peygamberin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolu kendi vilâyetlerine uygundur. Onun yoluna uymak, Onun vilâyetine kavuşmağa sebeb olur.
Süâl: O Serverin “aleyhissalâtü vesselâm” yoluna uyanlardan birçoğu, o Serverin vilâyetine kavuşamıyor. Başka bir Peygamberin makâmı altında bulunuyor. Onun vilâyetine kavuşuyor. Bu nasıl oluyor?
Cevâb: Peygamberimizin “aleyhissalâtü vesselâm” yolu, bütün yolları kendinde toplamışdır. Ona indirilmiş olan kitâb, gökden inmiş kitâbların hepsini içine almışdır. Bundan dolayı, bu dîne uymak, bütün dinlere uymak olur. Sâlik, yaradılışında hangi Peygambere “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” uygun oldu ise, onun vilâyetini alır. Şunu da bildirelim ki, Onun vilâyeti “aleyhissalâtü vesselâm” bütün Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vilâyetlerini kendinde toplamışdır. Onların vilâyetlerinden birine kavuşmak, bu vilâyetin parçalarından bir parçaya kavuşmak olur. Bu vilâyetin kendisine ya’nî o vilâyetlerin toplamına kavuşamamak, Resûlullaha tâm uyamamakdan ileri gelmekdedir. Tâm uyamamanın dereceleri vardır. Bunun için, elde edilen vilâyetler de, başka başka olur. Tâm uymak ele geçerse, bu vilâyetin kendine kavuşulur. Başka bir Peygamberin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dînine uyan bir kimsede, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyât” hâsıl olsaydı, yukardaki süâl sorulabilirdi. Hâlbuki, böyle birşey olmamışdır.
Bize ni’metlerini gönderen ve doğru yola kavuşduran ve sağlam dîni ihsân eden Allahü teâlâya hamd olsun! Doğru yol, Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Onun dînidir. Yasîn sûresinin başında, (Sen elbette Peygamberlerdensin. Tâm doğru yoldasın!) meâlindeki âyet-i kerîmeler, böyle olduğunu göstermekdedir. Allahü teâlâ bizi ve sizi, o yüce Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” dînine uymakla şereflendirsin. Ona tâm uyanların ve Evliyâsının büyüklerinin hurmeti için “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” düâmızı kabûl buyursun! Âmîn. Bu düâmızı size ulaşdıran zâtın yolculuğu sizin tarafınıza olunca bu birkaç kelime ile muhabbet zincirini harekete getirdi. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi sübhânehü ledeyküm.
-
Mektubat-ı Rabbani (78. Mektup)
Bu mektûb, yine Cebbârî hâna yazılmışdır. Sefer der Vatan ve seyr-i âfâkî ve enfüsî bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ, doğru olan bu islâmiyyetin caddesinde ilerlemek ihsân eylesin! Dehli ve Egre yolculuğundan geri döneli birkaç gün oldu. Alışdığımız vatanda yine yerleşdik. (Vatanı sevmek îmândandır) hadîs-i şerîfinde bildirilen sevgi, kendini gösterdi. [Bunun hadîs olduğu (Mesnevî)de de bildirilmekdedir.] Vatana kavuşdukdan sonra, yolculuk olursa, vatan içinde olur. (Sefer der Vatan) Nakşibendiyye büyüklerinin “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” temel sözlerinden biridir. Bu tarîkatde bu seferi, dahâ başlangıcda tatdırırlar. Nihâyeti başlangıcda yerleşdirdikleri buradan belli olur. Bu yolun yolcularından dilediklerini (Meczûb-i sâlik) yaparlar. İnsanın dışında ilerletirler. (Seyr-i âfâkî) denilen bu dış yolculuk bitdikden sonra (Seyr-i enfüsî) denilen insanın içindeki yolculuğa başlatırlar. (Sefer der Vatan), bu ikinci yolculuk demekdir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Bu büyük ni’meti, bakalım kime verirler?
Arabî beyt tercemesi:
Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun,
Zevallı fakîr âşık, birkaç damlayla doysun.
Bu büyük ni’mete kavuşmak, ancak gelmişlerin ve geleceklerin efendisine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” uymakla ele geçebilir. Bir kimse, kötü huylarını yok etmezse ve emrlere uyarak ve yasaklardan sakınarak kendini süslemezse, bu ni’metin kokusunu bile duyamaz. İslâmiyyetden kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl ve mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc denir ki, onu dünyâda ve âhıretde rezîl olmağa sürükler. Allahü teâlânın sevgili Peygamberine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” ayak uydurmayan bir kimse, felâketlerden kurtulamaz. Birkaç günlük dünyâ hayâtını, Hak teâlânın râzı olduğu şeyleri yapmakla geçirmelidir. Bir kimsenin işlerinden, onun sâhibi râzı olmazsa, onun yaşaması nasıl olur? Hak teâlâ, onun büyük, küçük her yapdığını bilmekde ve görmekdedir. Hâzırdır ve nâzırdır. Utanmak lâzımdır. Eğer bir kimsenin, onun çirkin ve kötü işlerini gördüğünü anlasa, onun gördüğü yerde bozuk birşey yapmaz. Ayblarını, kusûrlarını onun gördüğünü istemez. Müslimânlara ne oldu ki, Hak teâlânın hâzır olduğunu bilerek, Onun beğenmediği şeyleri yapmakdan sıkılmıyorlar? Bu nasıl müslimânlıkdır? Hak teâlâya, kendi kusûrlarını gören bir kimse kadar kıymet vermiyorlar. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozuk olmasından Allahü teâlâya sığınırız. Hadîs-i şerîfde, (Lâ ilâhe illallah diyerek îmânınızı tâzeleyiniz!) buyuruldu. Şânı, şerefi çok büyük olan bu sözle her ân, îmânı tâzelemeli. Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tevbe etmeli, Ona yalvarmalıdır! Belki, tevbe etmek için başka zemân ele geçmez. Hadîs-i şerîfde, (Sonra yaparım diyenler helâk oldu) buyuruldu. Ya’nî, iyi işleri gecikdirenler, bu günün işini yarına bırakanlar aldandı, ziyân etdi. Boş zemânı kıymetlendirmelidir. Bu zemânlarda, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır. Tevbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük ni’metlerinden biridir. Hak teâlâdan, her ân bu ni’meti istemelidir. İslâmiyyeti iyi bilen ve hakîkat âleminden haberi olan Allah adamlarından yardım beklemeli, bunlardan imdâd istemelidir. Böylece, Hak teâlânın lütfuna kavuşarak, Onun mukaddes tarafına çekilir. Ona karşı baş kaldıramaz olur. İslâmiyyetden kıl ucu kadar ayrılık bulundukça, kendini tehlükede bilmelidir. Bu ayrılıkların, uygunsuzlukların hepsini yok etmelidir. Fârisî beyt tercemesi:
Kurtulurum sanma sakın, ey Sa’dî hoca!
Muhammed aleyhisselâma uymadıkca.
Ehlüllah, ya’nî Allah adamlarına karşı gelmekden çok sakınmalıdır. Hele arada pîrlik ve rehberlik bağı varsa ve ondan istifâde yolu açılmış ise, onun ufak bir şeyini beğenmemek, öldürücü zehr olur. Dahâ çok yazmağa lüzûm yok sanırım. Bu birkaç kelime de, aramızdaki muhabbet ve ihlâs dolayısı ile yazıldı. Sizi usandırmıyacağımızı sanırım.
Şununla da başınızı ağrıtayım ki, Molla Ömer ve Şâh Hüseyn, temiz kimselerin çocuklarıdır. Hizmetinizde bulunmak istiyorlar. Hizmetcileriniz arasına girmeleri umulur. İsmâ’îl de bu dilekle hizmetinize gelmişdir. Bineceği yok ise de, hâline uygun bir iş bulacağı ümmîdindedir. Başınızı dahâ ağrıtmıyayım. Vesselâm, vel-ikrâm.
-
Mektubat-ı Rabbani (79. Mektup)
Bu mektûb, yine Cebbârî hâna yazılmış olup, bu parlak dînin geçmiş dinlerin herbirini bir araya getirmiş olduğunu ve bu dîne uymak, bütün dinlere uymak olacağını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın getirdiği parlak dîne uymak ve bu doğru yolda ilerlemek, böylece rızâsına, sevgisine kavuşmak nasîb eylesin! Çünki, Allahü teâlâ, bütün ismlerinin ve sıfatlarının kemâllerini, üstünlüklerini, en sevgili kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmda toplamışdır. Bütün bu üstünlükler, kula yakışacak şeklde Onda görünmekdedir. Ona indirilmiş olan kitâb, ya’nî Kurân-ı kerîm, bütün Peygamberlere “aleyhimüsselâm” indirilmiş olan kitâbların hepsinin hulâsasıdır. Hepsinde bildirilmiş olanlar, bunda da vardır. Bu büyük Peygambere “aleyhissalâtü vesselâm” verilmiş olan din de, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş, alınmışdır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmakdadır. Meselâ, meleklerden bir kısmına rükü’ etmek emr olunmuşdur. Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, ya’nî ayakda ibâdet etmeleri emr edilmişdir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden ba’zısına yalnız sabâh nemâzı emr edilmişdi. Başkalarına, başka vaktlerin nemâzı emr olunmuşdu. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri, bu dinde emr olundu. Bunun için, bu dîni tasdîk etmek, inanmak ve bu dînin emrlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdîk etmek ve hepsine uymak olur. Demek oluyor ki, bu dîni tasdîk edenler, ümmetlerin en hayrlısı, en iyileri olur. Bu dîne inanmıyan, beğenmiyen, buna uymak istemiyen de, geçmiş dinlerin hepsine inanmamış, hiçbirine uymamış olur. Bunun gibi, insanların en üstünü, iyilerin seçilmişi olan Muhammed aleyhisselâma inanmıyan, o büyük Peygambere dil uzatan bir kimse, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının kemâllerine, üstünlüklerine inanmamış olur. Resûlullaha “aleyhissalâtü vesselâm” inanmak, Onun üstünlüğünü anlamak da, bütün kemâlleri anlamak ve inanmak olur. Demek ki, bu yüce Peygambere inanmıyan, Onun getirdiği dîni beğenmeyen kimse, ümmetlerin, insanların en kötüsü, en aşağısıdır. Bunun içindir ki, Tevbe sûresinin doksansekizinci [98] âyetinde meâlen, (A’râbın küfrleri ve münâfıklıkları, başkalarınınkinden dahâ şiddetlidir) buyuruldu.
Fârisî iki beyt tercemesi:
Arabistânda doğan, Muhammed “aleyhisselâm”,
Dünyâ ve âhiretin efendisi Odur hemân!
Toprak altında kalsın, ezilsin, batsın her zemân,
Onun kapısında toz, toprak olmak istemiyen!
Bütün ni’metleri, iyilikleri gönderen Allahü teâlâya hamd olsun ki, sizin bu islâmiyyeti ve onun sâhibini sevdiğiniz, iyice inandığınız ve uygunsuz davranışlarınıza pişmân olduğunuz görülmekdedir. Allahü teâlâ bu uyanıklığınızı artdırsın! Âmîn.
Allahü teâlâya hamd ve şükr olsun ki, bu islâmiyyete ve islâmiyyetin sâhibine “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” güzel i’tikâd ve güzel düşünce, güzel şeklde sizde görülmekde ve dâimâ uygunsuz hareketlerinize pişmân olmak elinize geçmekdedir. Allahü teâlâ dahâ çoğunu nasîb eylesin.
İkinci olarak şunu da ricâ edeyim ki, düâcınızın bu mektûbunu size getiren Şeyh Mustafâ, Kâdî Şerîhin soyundandır. O temiz sülâlenin çocukları bu memleketde saygı gören büyüklerden olmuşlardır. Maddî bakımdan da râhat yaşamışlardır. Adı geçen şeyh Mustafânın maâşı yokdur. Bu yüzden asker olmak yolundadır. Senedler ve emrler de yanındadır. Umulur ki, sizin vâsıtanızla, bu sıkıntıdan kurtulup, cem’iyyete kavuşur. Dahâ fazla yazıp başınızı ağrıtmıyayım. Kendisini sadr-ı a’zama o şeklde ısmarlayınız ki, işi olsun ve tefrikadan kurtulup cem’iyyete ulaşsın. Vesselâm vel ikrâm.