Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
Süleyman Efendinin Talebeliği:
Osman Efendi farklı bir gözle bakmaya başladığı oğlunu İstanbula gönderirken, içinde, sevinç, umut, heyecan ve ayrılıkların ayrılmaz parçası olan hüzün, birbirine karışmıştı. Oğluna bakarken, dolu dolu olan gözlerinde muhabbet ve hürmet bir aradaydı.Daha önce kendisinin de geçtiği yollardan geçmek üzere İstanbula gönderiyordu onu.
İstanbul o zaman, zamanın ilim ve medeniyet merkezi, ulemâ-i kirâmın toplandığı bir yerdir. Osman Efendi oğlunu başka yere gönderemezdi. Çünkü ilim sâhasında Mısırda bulunan Ezher Üniversitesi vardı. Mısır, îtikâdî yönden sağlam değildi. Vehhâbi ve reformist cereyanlar orada cirit atıyordu. Ama İstanbul her yönüyle sağlamdı. Ehli takvâ olan Osman Efendi, ümidini bağladığı ciğerpâresini İstanbula gönderirken ona başlıca 3 nasihatte bulunmuştur ki; herkes için geçerlidir.
1- İstanbulda parasız kalmak âhirette imansız kalmak gibi zordur. Onun için iktisatlı ol, on kuruşa alacağın bir şeyi beş kuruşa almaya gayret et.
2- Usûl-ü fıkıh ilmine iyi çalışırsan, dîninde kuvvetli olursun
3- Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde kuvvetli olursun...
Babasının bu çok fâideli nasihatını gönlünde muhâfaza eden Süleyman Efendi (K.S) hem usûl-ü fıkha, hem mantığa ve hem de diğer bütün derslere iyi çalıştı. Hem de ne çalışma. O insan üstü gayrete, bazen vücudu isyan ediyor, burnundan gelen kan, önündeki kitabın sayfalarına damlıyordu. Fakat o, gene de http://www.yesilforum.com/Smileys/default/m05.gif etmiyor, çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordu...En büyük düşmanı uykuydu.
Uykunun pençesinden kurtulabilmek için fincan fincan kahve içer, kış gecelerinde pencerenin önünden alarak, avucunun içinde top haline getirdiği karları, gömleğinin yakasıyla ensesi arasına koyardı. Karlar yavaş yavaş eriyerek boynundan sırtına doğru akar ve böylece kendisini uykuya karşı korumaya çalışırdı.
Bir gün ağır şekilde hastalandı ve yatağa düştü. Hastalığı öyle ağırdı ki, hayattan ümidini kesmişti. O böyle yorgan döşek yatarken, üstâzı Salâhuddin İbn-i Mevlânâ (K.S) kendisini ziyarete geldi. Hayattan ümidini kesen Süleyman Efendinin gözlerinden inci gibi yaşlar süzülüyordu. Üstazı, bunun üzerine Evladım, sen hiç üzülme dedi. bu hastalıktan iyileşeceksin. Okuyup büyük adam olacaksın ve çok itibar göreceksin. Hatta sen, kaptan-ı gayr-ı müslim olan bir gemiye binecek olsan, o dahi sana saygı gösterecek...
Tabi ki herkesin yapacağı gibi Süleyman Efendi (K.S) İstanbula -pâyitahta- gelir gelmez ilk iş olarak ecdâdını ziyaret ediyor. Bu meyanda büyük dedesi İdris Bey tarafından akrabalık bağı kurulan, cennet mekân Fatih Sultan Mehmet Hânı ziyarete gider. Fâtih câminin içine girip câminin ortasındaki kuyunun başına gelince Hz. Fatihin ruhâniyeti zuhûr eder. Elinde iki kâse su bulunmaktadır. Süleyman Efendi (K.S) hayretler içinde bakarken, Hz. Fatih elindeki kâselerden birini uzatıp içmesini söyler. Süleyman Efendi(K.S) her ikisini de içer.
Senelerce önce rüyâsında Rasülüllah (S.A.V)i görerek aldığı emirle, Bağdatta kürsüye çıkan Abdülkadir Geylâni (K.S) Hazretleri ne konuşacağını düşünürken yine sevgili peygamberimizin (S.A.V) emriyle
Yâ Ali koş evlâdıma yardım et fermânıyla ve Fahr-i Kâinatın bir mübârek tükrüğü ile bülbüller gibi coşan Abdülkadir Geylâni misâli, ilmin eşiğine gelen Süleyman Efendiye de Rasulüllah Efendimizin izniyle Hz. Fatih tarafından iki kâse su içirilmiştir.
İşte bu iki kâse su, Süleyman Efendi (K.S) nin hem zâhiri ve hem de bâtınî ilimlerde yed-i tûla (zirve) sahibi olacağına işâret ediyordu.
Fatihte Sahn Medresesine kayıt yaptırmak için gelen Süleyman Efendiye medresenin kadrosunun dolu olduğu söylenir, yalnız bodrum katta yer olduğu bildirilir. Burası öyle bir yerdir ki, penceresi dahi yok, mum ışığında ders çalışılabilen bir mekân. Râzı olursan orada kalıp tahsilini yapabilirsin derler. Süleyman Efendi (K.S) medresede okuma hevesiyle bu teklifi seve seve kabul etmiştir. Ne Hikmetse, bir çok müstesnâ büyük âlimlerin yetiştiği yerde o bodrum olmuştur. Süleyman Efendi (K.S) medreseye adım atarken yeni mezun olmuş bir büyük âlimle karşılaşır. O âlim genç Süleyman Efendiye çeşitli sualler sorar. Aldığı cevaplardan çok memnun kalınca medresede okuduğu kitaplarını Süleyman Efendiye hediye eder.
Fatihte Sahn Medresesine kaydolan Süleyman Efendi Büyük lakâbıyla da anılan Bafralı Ahmed Hamdi Efendinin ki bu zât, devrin en büyük dersiâmlarındandır, ders halkasına dâhil olur. Buradaki tahsil hayatı da oldukça parlak ve başarılı geçer. Derslere olan iştiyâkı ve üstün zekâsıyla dikkatleri celbeder. Medrese muhitlerinde kendisi hakkında yetişirse iyi bir âlim olacak görüşü yaygın olur. Ahmed Hamdi Efendi onun hem aklını, hem de derslerini öğrenme hususundaki kâbiliyetlerini takdir eder, o derse gelinceye kadar talebeleri meşgul eder, o gelince derse başlardı. Zaman zaman dersini takip için onu yerine halef bıraktığı oluyordu. Ona olan hayranlığından, nesebi yakınlıkta arzu etmiş, fakat, takdîr-i ilâhi, bu işin gerçekleşmesine müsaade etmemişti.
Süleyman Efendi, İstanbulda ki tahsili sırasında, bir yılda veya iki yılda bir olmak üzere izne gelebilmektedir. Bu sıla-i rahimler sırasında Osman Efendi oğluna gâyet hürmetkâr davranmaktadır.
Günler günleri kovalar ve Süleyman Efendi, tarihler 1916 yı gösterirken, Bafralı Hamdi Efendir17;den icâzetnâmesini alır. Derecesi birinciliktir ve Süleyman Efendi, 28 yaşındadır.
İlmî kariyerine son noktayı koyabilmek ve dersiâm olabilmek maksadıyla, Süleymâniye Medreselerinden Medresetül Mütehassisîne kaydolur.(Hafız Ahmet Paşa Medresesi 30 Eylül 1916) Seçtiği bölüm Tefsir ve Hadistir. Medresetül Mütehassisine kaydolmadan önce, Medresetül Kuzât ( Kâdı yetiştiren mektep)inde (şimdiki Hukuk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanmış, fakat bunu büyük bir sevinçle pederine mektupla bildirdiği zaman ondan aldığı telgraf şu olmuştur.
Süleyman; ben seni cehenneme göndermek için İstanbula göndermedim. Pederleri bu telgraf ile kendisine peygamberimizin üç kâdıdan (hâkimden) ikisi cehennemde, birisi cennettedir. Hadisi şerifini hatırlatıp kâdılığa yönelmemesini istiyordu.
Süleyman Efendi (K.S) pederine telgrafla verdiği cevapta kendisinin asla kâdılığa talip olmadığını, maksadının ise devrinin bütün zâhiri din ilimleri sahasında kemâle ermek ve vukûfa sahip olmak istediğini bildirerek pederlerini rahatlatır. Gönlünü huzûra erdirir.
Süleyman Efendi (K.S) büyük bir iştiyakla Medresetül Mütehassisine devam eder. Azim ve gayretin neticesi olarak daha 2. Sınıftayken 1918 yılında tefsir, hadis ve usul-ü fıkıh şubelerinden İstanbul müderrisliği ruûsuna nâil oluyor. Nihayet 27 Mayıs 1919 da Medresetül mütehassisinin tefsir ve hadis şubelerinden birincilikle mezun olup dersiâm (Ord.Pröfesör) olduğu gibi Medresetül Kuzattan da (Hukuk Fakültesi) iyi derece ile diplomasını alıp Kaadilik rütbesine ulaştı. Böylece hukuk ilimlerinde de yedi tûlâ sahibi olur. Ancak Süleyman Efendi (K.S) hiçbir zaman hâkimliğe talip olmadı. Onun yapacağı işler hazır bekliyordu.
Süleyman Efendi (K.S.) harf inkılâbını tasvip etmiyordu. Bundan fevkalâde rahatsız olmuştu. Konuşmalarında sık, sık bu konuyu dile getiriyor ve alfâbe değişikliğinin getireceği sıkıntılara dikkat çekiyordu. İslâma, İmana, âdet ve ananelere, sanata, ticaret ve ziraate; en zararlısı, İslam harflerinin kaldırıp atılmasıdır, buyururlardı ve misal olarak Japonyayı verirlerdi. Atom bombasının atılmasıyla Japonya Amerikaya boyun eğmek zorunda kaldı, ancak okuyup yazma ve milli kültürleri hususunda serbest bırakılmayı müttefiklerine kabul ettirdi. Bilindiği gibi kısa sürede kendi eserleriyle geliştiler.
Alfâbe değişikliği demek insanın geçmişi ile, kültürüyle bağının koparılması demektir. Dünyalar değerindeki ilmi ve fikri eserlerin kütüphâne raflarında tozlanması, çürümeye terk edilmesi demektir. Bırakın avam kesimi, ilâhiyat tahsili yapan gençlerin bile büyük kısmı bugün bu eserleri okuyup anlayamamaktadır. Bu da sonu yıkıma giden, toplumda maddi mânevi sıkıntılar meydana getiren bir durumdur.
Harf İnkılâbıyla alâkalı olarak, meşhur İtalyan Türkolog Prof. Rossi, Viyana da verdiği bir konferansında Güzel Türkçer17;yi hiçbir kuvvet yıkamamıştır. Yeni harfler yıkacaktır. Bu harfler müslüman Türklerin geçmişleriyle, tarihleriyle, gelenekleriyle alâkalarını koparacaktır. diyordu.
Yeni devrin siyâsi simâlarının hâkim olduğu anlayışı en bâriz şekilde gösteren ifâde, Bizim ne şark ile, ne şark milletleriyle, ne müslümanlıkla, ne islam ilimleriyle münâsebetimiz yok. Onlardan bütün alâkamızı kestik kendilerini tanımıyoruz. Hâriciye vekili Tevfik Rüştü Arasın büyük bir cüretkârlıkla söylediği sözlerdi bunlar. Bu ülkeyi yöneten insanların zihniyeti bu yöndeydi. Buna benzer daha nice ifâdeler, beyânatlar vardır. Merakı olanlar TBMM zabıtlarını ve konuya ilgi duyan, değerli araştırmalar yapan yazarların eserlerini okuyabilirler.
İşte böyle bir devirde Süleyman Efendi vazifesini icrâ etmeye çalışıyordu. Vâizlik hizmetini hiç aksatmadan yapıyordu. Uzun müddet İstanbulun Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni câmi, Şehzâdebaşı, Kasımpaşa camii kebir ve daha nice câmilerde vaaz etmiştir. Dedik ya İstanbulda o zaman mevcut olup da vaaz etmediği câmi yoktur desek yeridir. O kendisine Peygamber Efendimizin şu Hadis-i şerifini şiâr edinmiştir. Din nasihatle kâimdir. Din nasihatle kâimdir, Din nasihatle kâimdir.
Aynı zamanda mensubu bulunduğu Nakşî tarikatının başbuğlarından olan Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin Tarikunâ tarîkus-sohbet sözünü kendine düstûr edinmişti. Bulunduğu her mekânda irşad vazifesiyle uğraşmış, din ve îman mevzularını yasak olmasına rağmen her şeyi göze alarak en ince teferruatına kadar anlatmıştır.
Ayrıca Süleyman Efendi Süleymâniye Medreselerinde İslam Hukukundan başka Roma hukuku, Deniz ve Kara Ticaret Hukuku ile Devletler Hukuku da tahsil etmiş bulunmaktaydı. Süleyman Efendi bu kadar kısa zamanda bu ilimleri okumuştu ama nasıl ? Boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Derslere daha fazla vakit ayıra bilmek için uykusunu kısardı. Dünyada makam ve mevkide gözü yoktu. O maddi ve mânevi bütün ilimleri tahsil ederek ileride alacağı mânevi vazifeye hazırlık yapıyordu. Mâlum tek kanatlı kuş uçmaz diye bir söz vardır. Süleyman Efendi dine hizmet etmek, Ümmeti Muhammedr17;in kurtuluşunu temin etmek için bütün gayretini gösterip ilim tahsil ediyordu. İlim tahsili hususunda kapasitesini o kadar zorlardı ki, bazen okuduğu kitapların sahifelerine kanlanan gözlerinden kanlı yaşlar damlardı. Uykuya karşı amansız bir mücadele verirdi. Uykuya mağlup olmayıp, çok ders çalışmak için her gün bol miktarda kahve içerlerdi. Uzun kış gecelerini ders çalışarak, fâideli geçirmek için pencereden uzanıp aldıkları bir avuç karı sıkıştırıp kar topu haline getirdikten sonra, gömleği ile omurilik soğanı arasına koyardı. Vücudunun sıcaklığı ile yavaş yavaş eriyip sırtından aşağı akan kar suyu daima uyanık bulunmasını sağlardı.
Uykuya hasret öyle günleri geçerdi ki; Bir gün kendi kendine şöyle düşünür, Bir ay hiç bir şeyle meşgul olmam, istirahat eder, dinlenirim, bu geçen sıkıntıları unuturum. Ancak ileride de göreceğimiz gibi bu hayallerini uygulama sâhasına geçirmeye fırsat bulamayacaktır. Bu esnâlarda bir rüya görür ve kendisinin uykuya hasret kalacağını, mühim vazifelerin kendisini beklediğini, çok gayret etmesi gerektiği ikâzını alır.
Böylece Süleyman Efendinin maddi tahsil hayatı noktalanmış oluyordu. Devrinin akli ve nakli ilimlerini en iyi derece ile tahsil etmişlerdi. Artık Süleyman Efendi müfessirdi, muhaddisti. Zira Medresetül Mütehassisinin tefsir ve hadis bölümünden icâzet almıştı. İcâzet, işin maddi yönünü gösteriyordu. Fakat o dersiamlık ve vâizlik hayatında bunu bil fiil icra ediyordu. Seçmiş oldukları mevzuu ile ilgili âyet ve hadisleri mutlaka okurlardı.
Süleyman Efendinin Kaadılığı da vardı. Zîra Medresetül Kuzât (Hukuk Fakültesi) mezunuydu. Hukûki meselelere karşı engin bir vukûfu vardı. Lâkin o hiç bir zaman kâdılık yapmaya teşebbüs etmemiştir.
Süleyman Efendi(K.S)r17;nin hayran olduğumuz husûsiyetlerinden biride şu idi. Hazret bir meselenin izâhını yaparken dâima delille konuşurdu. Konuşmaları mutlaka bir âyet-i celîle ve hadis-i şerife istînâd ederdi. Yeri geldiğinde derhal Arapçasını da okurdu. Âyet ve Hadis-i Şerif ile irtibatlandırmadan konuştuğuna hiç rastlamadım. Bunun daha ilerisi var mı? Tam bir Osmanlı müderrisi idi. Ayrıca bir müceddid husûsiyeti taşıdığını her hâl ve hareketiyle ispat ediyordu.
Gerçekten de Süleyman Efendi, zâtına mahsus tatlı bir üslupla hitap ederdi. İstanbulda vaaz etmediği câmi pek kalmamıştır dersek mübalağa yapmış olmayız. Her yerdeki vaazında; onun konuşmalarından istifâde etmek için ve onunla tanışabilmek için büyük kalabalıklar olurdu. Âyet-i Kerimelerin ve Hadis-i şeriflerin sebebi nüzul ve vurûdunu da dikkate alarak tefsirini, îzahını akıllarda en iyi derecede kalacak şekilde yapardı. Konuşmalarında dini, dünyevî, insanlar için faydalı olan şeylerden bahsederdi. O devirde yasaklanmış olan bazı meseleleri bile dile getirmekten korkmazdı. Bir gün Sultan Ahmet Camii vaazında Cezayirli müslümanlardan bahsetmiş , hükümetimizin onların aleyhine olan tutumlarını eleştirmiş devlet yardım etmiyor bâri biz müslümanlar hiç değilse dua ile yardım edelim, Cezayir müslümanları, kadınları kollarındaki bileziklerini, parmaklarındaki yüzüklerini vererek İstiklâl harbinde bize yardım etmişlerdir. Eğer onlara yardım etmezsek, onların hürriyet ve istiklalleri için geceleri kalkıp hiç değilse iki rekat namaz kılıp yalvarmazsak mesul oluruz efendiler deyip onlar için dua etmişlerdir. Bundan dolayı da karakola celbedilerek ifâdesi alınıp mahkemeye sevk edilmiştir. Bir hayli mahkemeden sonra berâet etmiştir.
Süleyman Efendi (K.S.) dünya politikasını dış ve iç siyaseti takip ederdi. Her gün gazete aldırır ve dış politika ile ilgili kısımlarını okurdu. Pratik zekâsının ve tecrübesinin ürünü olarak ilerde nasıl bir siyâsi yol takip edileceğini kestirir ve bunda isâbet ederlerdi. Tahsil hayatının sona ermesinden sonra da boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Hep halkı irşad etmek için vaazlarda bulunur, vaaz haricinde yine kendini sevenlerle bir araya gelip, Ümmet-i Muhammedin evlâdına nasıl fâideli oluruz diye istişârelerde bulunurdu.ALLAH MÜBAREĞİN ŞEFAATLERİNE CÜMLEMİZİ NASİL EYLESİN İNŞALLAH.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
CENAB-I HAK cümlemizi ve cümlenizi son nefese kadar/son nefes dahi;imanda,hidayette ve ALLAH yolunda hizmette daim eylesin.KEMAL KACAR ABİMİZ.
Mustafa ÜNAL Asaletin göçü En doğru haberci diyor ki ''Alimin ölümü alemin ölümüdür '' Kemal Kacar gibi gönül ve hizmet adamlarının da öyle Manevi dinamiklerin kaybı toplumlar için bir kişinin eksikliğinden öte sonuçlar doğurur Belki görünürde dünyamızdan eksilen tek kişidir Ama gerçek hiç de göründüğü gibi değildir Şahsında ete kemiğe büründürdüğü metafizik değerlerle devleşen Kacar gibi insanlar derin ve devasa boşluklar bırakarak göçerler bu diyardan Ve hep de nedense yaşarken fark edilmeyen büyüklükleri yokluklarında anlaşılır Kemal Kacar'la görüşme imkanı bulmuştum Galiba üç yıl önceydi bir Ramazan akşamı iftarda bir arada bulunmuştuk Yaşı çok ilerlemişti Ancak yüksek sesle konuşarak iletişim kurabilmiştik Hani ''Yüzünden nur akıyor '' denir ya tam o şekilde simasına yansıyan ışığı rahatlıkla görebiliyordunuz Klasik Osmanlı beyzadelerini andıran asil ağırbaşlılığı da dikkat çekiciydi O kadar ki kendisine saygı duymamanız mümkün değildi Karizmasını temiz bir yüzle soylu ağırbaşlılığın oluşturduğunu söyleyebilirim Odaya girip çıkanlar olduğunda elini kesinlikle öptürmediğini gördüm Bize dönüp şöyle demişti ki Lütfen elimi öpmeye tevessül etmeyin Ben geldiğimde de ayağa kalkmayın Sonradan da öğrendim ki bunlar onun hiç taviz vermediği katı kurallarıymış Son anına kadar ilkelerine bağlı kalmış İftar sonrası birlikte kahve içtik Kahveyi sevdiğini söylemişti 'Müsait zamanda uzun görüşme' randevusunu alarak ayrıldım Bir iki teşebbüsüm oldu sağlık sorunları nedeniyle bir daha görüşemedik Bir ay önce rahatsızlığını duyunca yeğeni olan dostum eski Ulaştırma Bakanı Arif Ahmet Denizolgun'a ''geliyorum'' diyerek İstanbul'a gittim Denizolgun her şeyiyle yakından ilgileniyordu ''Biraz önce kan tahlilini yaptırdık iyi çıktı '' dedi Hastalığından diğer ihtiyaçlarına kadar her türlü günlük bakımını tamamen üstlenmişti Akrabalık ilişkilerinin ötesinde çok özel hukukları vardı ''Bazı rahatsızlıkları var ama şu sıralar iyi Bu şartlarda görüşmek doğru olmaz '' dedi Belli ki göç vakti yaklaşmıştı Bir ay sonra da her nefs için kaçınılmaz kural onun için de geçerliydi Haberi ilk duyduğumda 'Göçtü kervan kaldık dağlar başında ' gibi bir duyguya kapıldım Başsağlığı dilemek için yeğeni Arif Ahmet Denizolgun'u aradım Üzgündü Neylersin ki emir büyük yerden geliyordu ''Büyük kayıp '' dedi ve ekledi Kemal Bey sadece benim teyzemin kocası değil aynı zamanda hocamdı Hepimizin yetişmesi için çok büyük emekler sarf etti İlahi mesajın hizmetine ömrünü verdi Bu uğurda her türlü sıkıntıya meşakkate katlandı Hayatı dolu dolu yaşadı Yaşamında bir saatlik bile hizmet boşluğu yoktur O kadar ki istirahat için uyumaya fırsat bulamadığı olurdu Çok az uyuduğunu söyleyebilirim Daha doğrusu uyumaya vakit bulamazdı Mizaç olarak sert görünür Hizmete ilişkin kurallarda tavizsizdi katıydı Ancak sert görüntüsüne rağmen yakından tanıyanlar bilir müthiş müşfikti Bütün bu değerlerin taşıyıcısı bir gönül ve hizmet adamından yoksun bir dünyanın üzerine doğuyor artık güneş Kemal Kacar gibi dinamikler sayesinde ayağımızın altından kaymakta olan toprağa daha sağlam basıyorduk Giderek toprak gevşiyor dolayısıyla işimiz zorlaşıyor.CENAB- ALLAH MEKANINI CENNET EYLESİN.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
RİZELİ ALİ DAYININ HAZRETİMİZİ BULMASI: Kendisi gemicilikte çalışıyor. Bir gün gemiyi yüklemişler. Karadeniz'e doğru giderken gemi Rusya tarafında bir yerde batmış. Karaya yakın bir yer olduğu için yüzerek çıkmışlar. Ruslar "bunlar Türk ajanı" diye taş ocaklarında çalışmaya götürmüşler ki çok uzakmış. Günlerce yürümüşler ve nihayet varmışlar. sabahtan akşama kadar çalışmaya başlamışlar. Günde bunlara küçük yarım ekmek veriyorlar. Ali Dayı doymuyormuş. Ekmekçiye "ben çok çalışıyorum bir ekmek kafi gelmiyor onun için bana iki ekmek getirebilirmisin" diyor. İnsaflı biri imiş ki kabul etmiş. Arkadaşlarına göstermemek için "afedersiniz " kafasını çuvalın içine sokuyor, iki ekmek yiyiyormuş. Bir gün ekmeğin bir parçasını kedi kapmış, kaçmış. Ali Dayı da kedinin peşine takılıyor.Kedi kaçıyor Ali Dayı kovalıyor. 5 Dakika devam ediyor. Ali Dayı bir de bakmış ki kendini Türkiye'de bulmuş. Ahmediyye ile Mahmudiyye kitaplarını okumuş. Bunlar kardeşmişler, isimlerini kitaba vermişler. Kitapta Mehdi'yi anlatıyor. Çok uzun kolları var diye tarif ediyor. Ve Ali Dayı Mehdi'yi aramaya koyuluyor. Tekrar denizcilik şirketine gidiyor. Diyor ki " Ben falan tarihte batan gemiden kurtulanlardanım". "Nasıl kurtuldun" diyenlere anlatıyor, inanmıyorlar ama iş veriyorlar. Bir gün "gideyim de Yeni Cami'de namaz kılayım" demiş. camiye girmiş, Üstazımız vaaz ediyor. Kürsüden "Merhaba Ali Dayı" diyor. Ali Dayı da "merhaba Efendim" diyor. Efendi Hazretleri "benim boyum elim uzun ama senin bildiğin kadar değil" diyor. Ali Dayı kitaptan okuyunca daha uzun zannediyor. Ali Dayı "tamam Mehdi'yi buldum, namazdan sonra yanına gideyim" diyor. Fakat Efendi Hazretlerini kaçırıyor. Seyr-i Sülukunu tamamlamış Kaptan Amca "benim Üstazım var gel seni oraya götüreyim" diyor. Yeni Cami'ye gidiyorlar. Ali Dayı orada Efendi Hazretleri ile müşerref oluyorALLAH MÜBARAĞİN ŞEFAATLERİNE CÜMLEMİZİ NAİL EYLESİN İNŞALLAH..
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
• Benim evlatlarım, Yusuf (a.s.) güzelliğindedir.
• Ben size "eceztü" dediğim zaman sizler alim olmadınız, ilmin anahtarlarını almış oldunuz. Bu aldığınız anahtarla Anadolu'ya gidecek, büyük büyük kitapları açacaksınız ve onun içindeki hakikatleri Ümmet-i Muhammed'in evladına anlatacaksınız.
• Ben şu denî dünyayı, evlâtlarımın kirli tırnağına değişmem.
• Bir meşaiyyun var, bir de işrakiyyun var. İşrakiyyun: Önce inanıyor, sonra hikmetini araştırıyor. Meşaiyyun bunun zıddıdır. Kainatı inceler http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ı bulur. Bizim sûfî mezhebimiz işrakiyyun üzerine kurulmuştur. Zahirilerle farkımız; biz cevizin içini, onlar kabuğunu yerler.
• Biz akla ve zekâya kıymet vermeyiz. Salıverdin mi evinin yolunu bulabilecek kadar aklı olsun kâfidir.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
Tasavvuf bir ilimdir. Hem de başlıbaşına bir ilim...
Tasavvuf, kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip, kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallere bezenip http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gifü Telâyı yakın olmayı öğretir.
Tasavvufun hedefi insandır ve insanı islahtır. Bu sebeple, tasavvufun insana nasıl baktığını bilmek lazımdır:
İnsanın iki cephesi vardır.
1- Maddi vücut
2- Manevi vücut.
Maddi vücut herkes tarafından bilinen ve görülen vücuttrur. Manevi vücut ise gözle görülmez. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde isimleri geçen, Kalb, ruh, Akıl, Nefs gibi unsurlar hep manevi vücudun azalarıdır.
İnsanın maddi vücudunun yaşaması için yemeye, içmeye, teneffüs etmeye ihtiyacı olduğu gibi, manevi vücudun da gıdaya ihtiyacı vardır. Manevi vücudun gıdası ise nurdur. Nur, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gifü Teâla Hazretlerinden gelir. Peygamber ve onun varisi Mürşid-i kamil denilen büyük velilerin manevi kalblerinden dağıtılır. Manevi vücut ancak, bu nuru aldığı takdirde sıhhatli yaşayabilir. Nur alamayan manevi vücut önce hastalanır, sonra da ölür. Bu manevi ölümdür. Bu duurmdaki insan, yaşayan ölü gibidir.
"Ben nefsimi temize çıkarmam Muhakkak nefs, mübalağa ile kötülüğü emredicidir. ancak rabbimin rahmet ettikleri müstesna. sureti katiyyede benim rabbim gafurdur, rahimdir. (Yusuf - 12/53)
"İnsanın en büyük düşmanı iki kaşının arasındaki nefsidir" Hadis-i Şerif
"Nefs kötülüklerin deposodur" (Mektubat-ı Rabbani)
İşte din ve tasavvuf, insanın içindeki bu habis ve kötü varlığın terbiyesi ve temizlenmesi ile alakalıdır. Başta peygamberler, sonra da peygamberleri n varisi olan alimler ve evliyâullah = Mürrşid-i Kâmiller hep insandaki bu kötü varlığın temizlenmesi, nefsin mağlup olup ruhun galip gelmesi için çalışırlar.
En Kestirme Yol
Nefsin temizlenmesi ve kalbin nur ile dolmasının en kestirme yolu,Muhammed Bahâüddin Şah Nakşıbend (k.s.) şöyle buyuruyorlar:
Yolumuz ender bulunan yollardandır. Sağlam halkadır. Resulullah (s.a.v) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetlerine tutunmaktan başka bir şey değildir. ashab-ı Kiramın takib ettiği yolu izlemekten başka bir gaye yoktur."
İlk Adım
Hakiki bir mürşid-i kâmile gelip bu ilmi öğrenmek isteyen bir mümin, nefsinin terbiyesi için ilk adını atmış olur. artık o mürşide kendini teslim etmiş ve manen biat etmiş olur. Bu maksatla bir mürşide gelip bağlanan kişiye mürüs (http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ı isteyen kişi) denir.
Mürid, geçmiş günahlarına tövbe etmiş, farzlarını yapmaya ve haramlardan sakınmaya kesin olarak söz vermiştir. Artık bu kişinin nefsi sıkı bir takip ve kontrol altına girmiş demektir. Sonra mürüd kalbine ve ruhuna http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gifü Teâla Hazretlerinden gelen nuru almayı öğrenir. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif^dan gelen bu nuru almakta vasıta, başta peygamberler sonra da onun varis ve vekili olan mürşid-i kâmillerdir.
Nurun Alınışı
Mürid tenha ve temiz bir yerde kıbleye dönerek oturur. Gözlerini yumar. Mürşidinin tarif ettiği sûre ve duaları okuduktan sonra dilini damağına yapıştırır. sonra aklından ve kalbinden (masivayı) mahlukatı düşünmeyi çıkarır. Bütün dikkatini nurun çıkış ve dağıtım merkezine toplar. Ve oradan manevi kalbine http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'dan gelen nurun geldiğini düşünür. bir müddet sonra da dilini hiç oynatmadan sırf lalbinden "http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif" ismi şerifini zikreder. Bu, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'a yakın olmanın ilk adımıdır. Artık insana nur geldikçe ruh kuvvetlenir. Nefs de böyle bir ruha galip gelemez ve vücut idaresini eline geçirmez.
Kutub ve Kutublar
Veliliin en üst derecesindeki zatlara"kutub" denir. Kutublar, her devirde bir veye iki, en fazla üç kişi olur. Bunlara; üçler denir; Kutbü'l aktab, Gavsü'l âzam, Kutbü'l ûlâ diye isimlendirilirler. Üçlerin en yüksek decede olanı Kutbü'l-aktab'tır.Kutbü'l-aktab, kutubların kutbu demektir. Bu zât, Peygamber Efendimizin tam varisidir.
Velayet derecelerinin en yüksek makamına çıkmış bu zatlara, Mürşid-i kamil, insan-ı kâmil, Şeyh veya vâris-i Resül ismi verilir. Bu zatlar, Resülüllahın manevi vücudundan aldıkları http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın nurlarını kendi mânevi vücutları vasıtasıyla, isteyen insanların mânevi vücutlarına dağıtırlar. Yaşadıkları devrin insanlarını irşad ederler.
Silsile-i Sâdât
Bu büyük veliler, Kur'ân-ı Kerimde Neml sûresinde anlatılan, Yemen'den Kudüs'e, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Belkıs'ın sarayını getiren Süleyman aleyhisselamın veziri (Asaf bin Berhaya) gibi büyük salâhiyet ve tasarruflara sahiptirler.
Sahabe-i Kiram bu hususta en öndedir. Bu yüksek hallerin sahibi http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif dostları Sahâbe-i Kiram'dan sonra da devam etmiştir. Hatta, birbirlerine bağlı zincir halkaları gibi bir silsile halinde, biri diğerine vazifesini devrederek günümüze kadar gelmişlerdir.
Tasavvufta iki silsile mevcuttur. Biri, Zikr-i Hafi = Gizli Zikir Silsilesi, diğeri Zikr-i Cehri = Açık Zikir Silsilesi.
Gizli zikir silsilesi Hazreti Ebubekir Efendimize dayanır. Açık zikir silsilesi de Hazreti Ali Efendimize dayanır. Tasavvuf erbabı her fert, mutlaka bu iki silsileden birine bağlanır.Bütün tarikatlar=yollar, bu iki ana koldan gelmişlerdir. Daha sonraları bu iki kol,
1. Nakşi Silsilesi
2.Kaadiri Silsilesi diye anılmıştır.
Bu silsilere Silsil-i Zeheb (Altun Silsile), Silsile-i Kibrîti Ahmer isimleride verilmiştir.
Altun Silsil'yi teşkil eden zevat-ı kiram'ın adedi 33'dür. bu sırlardan bir sırdır.
Mürşid-i Kâmilin Vasıfları
Her şeyin hakikisi ve sahtesi bulunduğu gibi mürşidi kamilinde hakikisi ve sahtesi mevcuttur.
Sahtesinin şerrinden kotrunmak ve hakikisine kavuşmak için Cenâb-ı Hakka çok iltica etmek lazımdır. Çünkü her devirde sahteleri, hakikilerinden çok fazla olmuştur.
Sahtesinde bulunan en açık vasıflar şunlardır:
1- Sahte mürşid, en başta dinin emirlerine ve Resülüllah Efendimizin sünnetine uymaz.
2- Her devirde görülen en açık misali kadın erkek münasebetlerindedir.Kadın cemaatle bir arada bulunur. Kadınlara elini öptürür.
3- Sahte mürşidin, sohbetlerinde ve toplantılarında rüyaya çok geniş yer verilir.
4- Hadis-i şeriflere ve ayeti kerimelere ulemanın verdiği manaların dışında manalar verilir. Sünnetler yanlış yorumlanır.
5- Dinin yayılması için değil, kendi tarikatının yayılması için çalışılır.
6- İnsanların hidayete ermeleri için çalışmaktan ziyade istikameti düzgün insanlarla uğraşır ve onlarla meşgul olur.
7- Mekruhlara ehemmiyet vermez.
8- Nafile ibadetleri insanların gözü önünde yapar.
9- Zamanlı zamansız, yerli yersiz insanların gözü önünde ağlar.
10- Çoğu Vahdet-i vücud'a inanır.
11- Namazını hep Mekkede kılıyor diye ve buna benzer nice şeyleri şakşakçılarına yaydırır.İlk zamanlar buna tabi olanlar büyük bir zevk duyar, huzur alır, ibadete bağlılığı artar. Şeytan o kimseyi sahte mürşide bağlamak için ondan vesveseyi kaldırır, o kimsenin kolayca ve zevkle ibadet etmesini sağlar. Fakat daha sonra onu daha büyük ve delalete sokar.
13- Erkek ve kadın mürüdlerine bol keseden halifelikler vererek onları dünya menfaatiyle kendilerine bağlar.
Gerçek Mürşid
"Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de, meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişilerde, gösterişli zahir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu süretle kendilerine tabi olmak, manevi feyzinden her hususuta istifade etmek caiz ve sahih olur. şöhreti arşa çıksa, hakiki mürşidin misali, meyvesidir." (2)
Üveysi İrşad
Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden yardım isteyen birine yardımlarda bulunur ve onu manene terbiye eder. İşte bu şekilde cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta "Üveysi" olarak irşed olma ha denir. bu hal ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur.
Kaynaklar:
1) Altun Silsile, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Yayınevi,
2) Süleyman Hilmi Tunahan
3) Mektubat-ı Rabbani
4) Yusuf, 53
5) Araf, 179
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
ALLAH DSOTLARININ VASIFLARI
AŞK: http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk adını alır. İmâm-ı Rabbânî; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.
İbrâhim Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, kalpte http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.
TAKVÂ : Velîlerin hepsi takvâ sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’dan korkarak, haramlardan, yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. Harama düşmemek için, haram veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı altına girer.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif, o takvâ sâhiblerini sever." (Âl-i İmrân sûresi: 76) Rasûlullah efendimiz; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle." duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Berîka'sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda geçen ilimden maksat faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır." demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: "Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir."
VERÂ : Helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak helâle, harama dikkat etmeye verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık'ta geçen hadîs-i şerîflerde; "Hiçbir şey verâ gibi olamaz." ve "Dîninizin direği verâdır." buyrulmuştur. Ebû Hüreyre hazretleri, kıyâmet günü, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın huzûrunda kıymetli olanların verâ ve zühd sâhipleri olduklarını beyân etmiştir.
İmâm-ı Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz deyip bunları şöyle saymıştır: Gıybet etmemeli, mümine sû-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek için, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.
Hasan-i Basrî hazretleri, zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır demiştir.
ZÜHD : Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî şunları söylemektedir: "Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi temin eder."
El-Câmiu's-Sagîr'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir." Berîka'da geçen bir hadîste ise; "Dünyâda zâhid olanı, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı, insanlar sever." buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî; "Zahid âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır." demiş, Lokman Hakîm de; "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun." buyurmuştur.
İHLAS : Hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif için yapmak demek olan ihlâs hakkında, Mektûbât'taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder." Hilyetü'l-Evliyâ'da kaydedildiğine göre, Rasûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel'i, Yemen'e vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir."
Seyyid Emîr Külâl; "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez." demiş; Sehl-i Tüsterî'ye; "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır." cevâbını vermiş; "Zîra ihlasta nefsin nasîbi yâni payı yoktur." diye bir açıklamada da bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî ise, ihlâs ile, uzun yılların amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.
MARİFET : Gönülle bilmek, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet diye isimlendirilir. Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanın izzetinin, îmân ve mârifet ile olduğunu, mal ve mevki ile olmadığını belirtmiştir. Ahmed bin Hadraveyh; "Mârifetin hakîkati, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’dan başka her şeyden ümîdini kesmektir." demiştir. Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî, mârifet ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’a yakın olma hâlinin, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçeceğini ifâde etmiştir. Ebü'l-Hasan bin Sâî ise; "Mârifet, her durumda kulun, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın verdiği nîmetlere şükretmede âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesi ile ele geçer." demiştir.
http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı kalp ve rûhla tanıyıp bilmeye mârifetullah da derler. Sülûk-ül-Ulemâ adlı eserde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak mârifetullaha sâhib olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, mârifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez." buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm, bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha kavuşmak olduğunu belirtmiş, İmâm-ı Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ muhabbeti bulunan kimsenin mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir.
Hâdimî hazretleri; "Mârifetullah bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâmiyet) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı." demiştir.
İLİM : Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâlarına geldiği gibi, okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile elde edilen mâlumât ve bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup, buna kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yollarını bildirir. Kalp ve rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve ameller, tasavvuf, ahlâk mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh gibi latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme ilm-i bâtın denilir. Deylemî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; "İlm-i bâtın, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın sırlarından bir sırdır. O'nun hükümlerinden bir hükümdür. Dilediği kulunun kalbine verir." buyrulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; "İlm-i bâtın ile kulun, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’a yakınlığı artar. Bu ilim, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif adamı denen velîlerin ve tâlibleri O'na kavuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara doğru yolu gösteren âlimlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." demiştir.
Genel olarak ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Rasûlullah efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışılarak elde edilen ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî de denilir.
Hâce Ubeydullah Ahrâr ise : "İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna "kesbî" denir. İlm-i ledün ise, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna "vehbî" de denir." buyurmuştur.
İmâm İbn-i Mâce'nin Sünen'inde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zirâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır." buyrulmuştur. Ed-Dürrü'l-Muhtâr'daki hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur: "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevaptır." Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullah efendimiz; "İlmi ile amel edene, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif, bilmediklerini bildirir." buyurmuştur.
Abdülhak-ı Dehlevî Merec-ül-Bahreyn isimli kıymetli kitabında, Ahmed Zerrûk'dan alarak diyor ki: "İmâm-ı Mâlik; "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan (bid'at sâhibi) yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır." buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun mezhebi yoktur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demektir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî'nin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Haris-i Muhâsibî, Şâfiî idi (kaddesAllah esrârehüm)."
Ebü'l-Esved ed-Düelî; "Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmederler." demiş, Lokman Hâkim de oğluna şunu söylemiştir: "Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım." Ayrıca; "Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sâyesinde sultanlar sofrasında otururlar." buyurmuştur. Bir de Abdülhak-ı Dehlevî, "İnsanın göğsünü genişleten şeylerden biri ilimdir." demiştir.
LEDÜNNİ İLİM : İlm-i ledün veya ledünnî ilim, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65)
Hem Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.
Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür."
Seyyid Abdülhakîm Arvasi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan hazretleri, ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir."
YAKÎN : Şek ve şüpheden uzak olan doğru, sağlam, sarsılmayan şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâda, îmâna yakîn adı verilir. Râmûzu'l-Ehadîs'teki bir hadîs-i şerîfte; "Âgâh olunuz ki, insana dünyâda yakîn ve âfiyetten (rûhen sağlam ve günâhlardan uzak olmaktan) daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'tan o ikisini isteyin." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî; "Yakîn ihsân edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerametler, zât-ı ilahînin zikrinden ve kalbin bu zikir ile zînetlenmesinden aşağı kalır." demiştir. Hazret-i Ali ise; "Îmân ağaç gibi olup, kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir." buyurmuştur.
MAİYYET : Sözlükte berâberlik, beraber olma demek olan maiyyet, tasavvufta http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif ile beraber olma, O'na kavuşma yolu mânâsında kullanılır. Muhammed Bâkî-billah; "Maiyyet yolu, cezbe (http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın çekmesi) yollarından biridir. Maiyyet yolundan http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’a kavuşmak nasîb olursa, vâsıta, aracı olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir." hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir." demiştir. İmâm-ı Rabbânî ise; "Yüksek hocamın, lutfederek, acıyarak mübârek gönlünü, bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), maiyyet, ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mârifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı." demiştir.
SEYR U SÜLÛK : Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk denilir. İmâm-ı Rabbânî; "Seyr ve sülûkdan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir." demiş, bu çirkin sıfatların başında nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir. Seyrin çeşitli kısımları vardır. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i fil-eşyâ, seyr-i ilallah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi. Muhammed Bâkî-billah, seyr-i enfüsîden (insanın kendinde yaptığı yolculuktan) önce olan şeylerin yâni ilerlemelerin hepsinin seyr-i âfâkî olduğunu dile getirmiştir.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakınmak” şarttır. Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.
Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:
Dünya üzerinde öyle mübarek zâtlar var ki, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif onları insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsınlar diye hizmetine almıştır.
Onlar insanlığın irşadı için, kurtuluşu için görevlendirilmiş velilerdir. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'tan başkası önünde eğilmezler ve O'nun rızasından başka bir şey de talep etmezler.
Onların gayeleri sadece Alemlerin Rabbi http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'tır. Sözleri O'nu zikirden ibarettir. Güneş gibidirler. İnsanlar için bir ışık, insanlık için bir aydınlık... Yol'dan, Yolumuz'dan haber verirler, rehberlikleri ile önümüzü aydınlatırlar. Hiç bir karşılık talep etmeden, beklemeden...
O aydınlıktan faydalanabilmek için onları bilmek, tanımak, yaptıkları irşadı anlamak gerek. İrşad nedir, mürşid kimdir bilmek gerek.
Dünya hayatının en şerefli ve en değerli işi, gönülleri Hakk'a uyarıp, duygu ve düşünceleri http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif ile buluşturmaktır. Çünkü şuur sahibi bütün varlıkların yaradılış gayesi http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ı tanımak ve O'na ibadet etmektir. (Zariyat, 56)
Bu gayeden uzaklaşıldığı an, hayat manasını yitirmiş, imtihan kaybedilmiş, dünya hayatıyla birlikte ebedi hayat da hüsrana uğramış olur.
Muhtelif ayet ve hadislerde işaret edildiği üzere, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın zikri bütünüyle yeryüzünden kalktığı zaman dünyanın da varlık sebebi ortadan kalkmış ve kıyamet vacip olmuş olur. Demek ki, dünyayı ayakta tutan şey http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın zikridir. İşte insanın yüzünü Hakk'a çevirmekten ibaret olan irşadın değeri, bu yaradılış gayesinden kaynaklanmaktadır.
Böylesine şerefli bir vazifeyi, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif en seçkin kulları olan peygamberlerine ve onların vârislerine vermiştir. Şayet irşaddan daha değerli ve şerefli bir iş olsaydı, Cenab-ı Hak peygamberlerine o vazifeyi verirdi.
İrşadın manası ve ehemmiyeti
Kelime olarak irşad: Hak ve hakikate, iyiye, doğruya tercüman olmak, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif yolunu göstermek manalarına gelmektedir. Tasavvufî manasıyla irşad ise: http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ı kullarına, kullarını da http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'a sevdirmektir. Belirli bir eğitimi ve metodu olan bu irşadı, şu şekillerde de tarif edebiliriz:
* Yaratıcısıyla tanışık olmayan ruhları onunla tanıştırmak, Rabbi'yle tanışık olan ruhları da onunla olan münasebetlerinde derinleştirip yükseltmek.
* Potansiyel olarak insanlık kabiliyetine sahip olan insanı, fiilen insan haline sokmak. Diğer bir tabirle “insan-ı kâmil” yapmak.
* İnsanın şer kabiliyetini hayır kabiliyetine çevirmek suretiyle, şeytan ve onun temsil ettiği kötülükleri bertaraf etmek.
* İnsanı iyiliğe, ibadete, güzel ahlâka, salih amele, istikamete… hasılı Rabbi'nin rızasına yöneltmek suretiyle O'na ulaşmasını sağlamak.
Mürşidin mana ve keyfiyyeti
İrşad eden, doğru yolu gösteren rehber zata mürşid denir. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın, doksan dokuz güzel isminden biri de “er-Reşîd” dir (bkz. Hûd Suresi, 87). Reşîd, mürşid anlamına gelmektedir. Çünkü asıl olarak hak ve doğru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allahu Tealâ'dır. Nebileri ve rabbanî alimleri vasıtasıyla insan ve cinleri ilâhi kitabının nurlu beyanlarına davet etmektedir. İnanan-inanmayan herkese merhamet buyurup, onları ebedi azaptan kurtaracak mürşidleri aralarından çıkarmaktadır.
Nitekim, her devirde bu vazifeyi hakkıyla yapabilecek mürşidleri yetiştirmek farz-ı kifayedir. Ayet-i kerimede: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir sınıf bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Âl-i İmran, 104) buyurulmaktadır.
Tasavvufta kemale ermiş, olgunlaşmış, evliyalık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kabiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zata mürşid-i kâmil denir.
Umumi manada mürşid-i kâmil, kalp ve kafa izdivacına muvaffak olmuş bir mana kahramanı, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber vârisidir. Ulaşmak isteyenle ulaşılacak olan arasında bir köprü mesabesinde olan mürşidin en belirgin vasfı, Hakk'a yakınlıktır. Onun fizikî alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açıktır. O, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varlığın esrarına aşina bir arif, dünya- ahiret bilgileriyle donanmış bir bilgedir. Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansıtan bir velîdir. İşte böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir.
Bu vadide, gavs ve kutuplardan düz nasihatçılara kadar birçok irşad ehlinden bahsetmek mümkündür. Fakat ruhlara insan-ı kâmil olma ufkunu açamayanlara mürşid denemez. Denemez; zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir atasözümüzde, “Kendi muhtâc-ı himmet bir dede, bilmez ki gayra nasıl himmet ede” denilir.
Vaiz-mürşid farkı
Vaaz ve nasihatle meşgul olanlar, ihlâslı olmak kaydıyla, irşad adına kısmen halka faydalı olabilirler. İlim öğretirler, faydalı ve doğru olanı kitaplardan okuyup anlatabilirler. Bazı konularda hayır ve iyiliğe de sevk ederler. Fakat kendisi kemale ermeyen nefs erbabı bir kimsenin, terbiye ile başkalarını kemale erdirmesi mümkün değildir. Muhataplarını nefs ve şeytanın hilelerinden kurtaramazlar. Hakiki http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif sevgisini veremezler. Terbiye etmeye kalktıklarında, kendilerini de muhataplarını da helâk ederler. Nefs ve şeytanın oyuncağı olurlar. Zaten terbiye ettikleri görülmüş bir şey de değildir. Böylelerinin hali, İmam-ı Gazalî Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakasında akrep olan bir kimsenin boynundaki akrebe aldırış etmeyip, eline aldığı bir yelpazeyle başkalarının burnundaki sineği kovalamasına benzemektedir.
Sıradan bir irşad eriyle Hakk'a yakınlık kazanmış velî bir mürşid arasında, en az yerden Arş'a kadar manevi mesafe vardır. Velîlik mertebesine yeni adım atmış mübarek bir zatla, gavs ve kutup gibi zirvelere tırmanmış http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif dostları arasında da belki bir o kadar mesafe daha vardır.
Onun için gavs ve kutup gibi zatlar hem malumdurlar, yani zahirde beşeriyet mertebesindedirler, hem de meçhuldürler ki, sırları gaybü'l-gaybdedir. Hak'dan başka onlara kimse muttali olamamıştır. Kendi evladından ve müridlerinden çok sayıda velî yetiştiren Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin şeyhi Üftade Hazretleri şöyle demiştir: “Beni, ehil, evlad ve etbadan hiç kimse bilememiştir”
İşte bu gibi kutbiyyetini gavsiyyetle derinleştirmiş bir kâmil, mana atmosferine giren herkese ufkunun boyasını çalar, onları Kur'an ve Sünnet malzemesiyle adeta yeniden inşa eder.
Mürşidlerin makamları
Kâmil bir mürşidin velîlik makamına ulaşması mutlaka gereklidir. Aksi halde velî olmayan bir zatın taliplerine manevi u***** açması bir tarafa, onlara zarar bile verebilir. Velâyet ise, fenafillâh (http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'da fani olma) makamıyla başlar. Bu, bir nevi yeryüzünden mesela Süreyya yıldızına kadar olan basamakları çıkmak gibidir. Velî bu mesafeyi bazen adımlarıyla, bazen de manevi bir vasıtayla çekilerek çıkar. Sonunda her türlü yön, mesafe ve mekândan münezzeh olan http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'a vasıl olur.
Vuslata eren bir velînin tevhidi ve dolayısıyla da imanı kemale erer. Nefsanî ahlâkından soyunur. Rahmanî ahlâk ile ahlâklanır. Cenab-ı Hakk'ın tecellilerine mahzar olur. Lâkin bu makamda olan bir kimsenin alemi, şu gördüğümüz fizikî alem değildir. Her ne kadar cismi bu alemde olsa da, ruhu Arş-ı A'lâ ve onun üzerindeki manevi alemlerle alâkadardır. Bulunduğu alemin kayıtlarıyla sınırlıdır. O yüzden vecd ve istiğrak halleri galiptir. Çoğu zaman Allahu Tealâ'nın dışındaki her şeye (mâsivaya) şuurları kapalıdır. Avamdan olan halkla onların dünyası apayrıdır. İşte bunun için fenafillâh makamından bekabillâha dönmeyen bir velîye irşad görevi verilmez.
Bekabillâh, vuslat ile kemale erdikten sonra, bir bakıma çıktığı merdivenlerden geri dönüp, fizikî alemdeki insanların seviyesine inmektir. İrşad vazifesini yerine getirebilmek için bu iniş zaruridir. Zira, velî ile talibin arasında -makam bakımından olmasa da- mertebe açısından bir uçurum olmamalıdır.
Bir velî, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'a vuslat yolunda çıkarken ne kadar çok yükselirse, halkın seviyesine inişi de o kadar fazla olur. Aynı şekilde, fizikî aleme doğru ne kadar çok inerse makamı o kadar yüksek, irşadı o denli kuvvetli olur. Çünkü inişi fazla olduğundan mahluklara yakınlığı artar. Böylece kendisinden çokça istifade edilir. Nübüvvetten başka velâyet makamının da sultanı olan Hz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, çıkışta herkesten yukarı, inişte ise herkesten aşağı indi. Bu yüzden onun irşadı bütün peygamberlerden kuvvetli oldu ve bütün insanların peygamberi oldu.
Şu halde fenafillâh ve bekabillâh makamlarına ulaşan bütün mürşidler, prensipte kâmil bir velî olmakla birlikte, aralarında yerle gök kadar mesafe bulunabilmektedir. Aradaki bu fark hiç şüphesiz irşada da yansımaktadır. Ayrıca kutbiyyet ve gavsiyyet makamlarının sultanları ile bu makamda olmayanların ahiretteki şefaatleri her halde bir olmayacaktır. Hatta ehl-i keşfin beyanına göre, Gavs, duasıyla sûfi olmayanların da imdadına yetişir, onların son nefeste imanla kabre girmelerine vesile olur.
Kâmil mürşidlerin sözleri ölmüş kalpleri diriltmek için devadır. Onlar ashab-ı makâl gibi çuvallarla laf etmezler. Pek az ve inci gibi tane tane konuşurlar. Halleri her şeyi anlatmaya kâfidir. Bakışları manevi kalp hastalıklarının şifasıdır. Taş kesilmiş kalpler, onun sevgisine kavuşmakla yumuşak olur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere: “Görüldükleri zaman http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif hatırlanır.” Cismanî yüzleriyle http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle Allahu Tealâ'ya bağlıdırlar. Dışları halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kutside Cenab-ı Mevlâ, “onların gören gözü, tutan eli, işiten kulağı” olduğunu beyan etmektedir. Kim bilir, belki de Hak Tealâ Hazretleri günde kaç kere kalplerinde tecelli edip, “Kalbin nasıl dostum?” diye sormaktadır.
Dolayısıyla böyle bir kalbe girebilmek kadar büyük bir saadet yoktur. Çünkü o kalbe girmek Hz. Rasulullah'ın kalbine girmek ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın rızasına nail olmak manasına gelmektedir. Paha biçilmez değerde bir kristale benzeyen o kalbi kırmak ise, şekavetlerin en büyüğüdür. Çünkü bunun manası da yine hadis-i kutside belirtildiği üzere, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif ile savaşmaktır.
Bir mürşide halife olmak
Kâmil mürşidlerin en tatlı ideallerinden biri de kendilerinden daha büyük mürşidler yetiştirmektir. Bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp, onların terbiyesi ile meşgul olurlar. Nihayet belirli mertebe ve makamlara ulaşan talip, mürşidinden icazet alarak halife olur. Yani mürşidlik yapmaya ehil bir kimse haline gelir. Bir mürşidin çok sayıda halifesi olabileceği gibi, hiç olmayabilir de.
Genel olarak iki türlü hilâfet şekli vardır. Birincisi işaretle verilen halifelik, ikincisi de zaruretle verilen halifeliktir. İşaretle halifelik, silsiledeki meşayih-ı kiramın mana alemindeki ittifakı ve işaretleriyle verilir. Tabii bu silsilenin başı Hz. Peygamber s.a.v.'dir. Cenab -ı Hak kimi seçtiyse, mürşid ona hilafet verir. Makbul ve üstün olan hilâfet şekli budur. Mürid, bu çeşit hilâfeti geri çeviremez. Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) mürşidlerin halifeleri ekseriyetle böyledir. İstisnaları azdır.
Zaruri halifelik ise, bir ihtiyaç veya maslahata binaen, müridin makamı kemale ermediği halde sadece mürşidin izniyle verilen halifeliktir. Bu tip halifelerin mürşidi hayatta olduğu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eğer kemale ermeden mürşidi vefat ederse, onun işi tehlikeli ve zordur.
Yukarıda anlatılanların dışında, bir de müridler tarafından halife ilan edilen şahıslar vardır ki, bunların gerçekte mürşidlikle bir alakaları yoktur. Umumiyetle herhangi bir halife bırakmayan mürşide bağlı müridler bunu yaparlar. Belki seçtikleri zat çok iyi, muhterem ve hatta velî bir zat olabilir. Ama yukarıda anlatıldığı gibi, mürşidlik başka bir şeydir. Kâmil mürşid tarafından izin verilmedikçe irşadları muteber değildir. Hz. Peygamber s.a.v.'e kadar uzayan bir icazet silsilesinden de mahrumdurlar. Bu gibi zatlar cemaatin önünde hayırlı hizmetler yapan bir ağabey fonksiyonundan öte geçemez. Hakiki terbiye veremez. Başkalarına halifelik izni veremez. Verse de geçerli olmaz. Fenâ ve bekâ mertebelerine ulaşamadığı için, kendilerine rabıta yapılmasına izin veremez, daha doğrusu vermemelidir. Çünkü böyle bir rabıtanın faydası yoktur.
Ders vermek üzere kendilerine vekâlet verilen şahıslara ise vekil denilir. Bazı tasavvufî kollarda bunlara halife diyenler de vardır. Fakat söz konusu zatların mürşidlikle bir alakaları yoktur. Mürşidleri vefat eder ya da vekâletten azlederse, bunların vazifeleri sona erer.
Mürşidlik babadan oğula geçer mi?
Mürşidlik kesinlikle babadan oğula, kardeşten kardeşe, kan bağıyla veya irsiyetle geçen bir vazife değildir. Mürşidlik, ancak amel edip matlup olan mertebelere ulaşan ve ilmi olan salike http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın ihsan ettiği bir görevdir. Bu saadete nail olan, mürşidin oğlu da olabilir, yabancı birisi de...
Fenafillâhtan bekabillâh makamına kim döndü ise, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın izniyle ona vazife verilir. Dönmeyene irşad izni verilse de, böylelerinin mürşidi hayatta değilse irşad vazifesi yapmamaları daha uygundur.
Kâmil mürşidlerin dikkatle üzerinde durdukları konulardan biri de, bu makamın layık olana verilmesidir. Üftade Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakın çevrede kâmil mürşidlik makamına elverişli hiç kimse kalmasa, dünyanın öbür ucundan layık olan getirilip o makama oturtulur. Tarih boyunca bu hassasiyete sahip olmayanlar kısa zamanda dağılıp gitmişlerdir. Nitekim dergâhların çöküşünü hazırlayan önemli sebeplerden birisi de budur. Geçmişte bazı tasavvufî kollarda, yetişmiş erkek evladı bulunmadığı için beşikteki şehzadeye hilâfet verenler çıkmıştır. Fakat “beşik şeyhliği” diye bir kavramın tarihe geçmesine sebep olan bu kollar, çok sürmeden yok olup gitmiş, isimleri bile unutulmuştur.
Elbette ki gavslık, mücedditlik gibi manevi zirvelerde dolaşan, çevresine feyz, nisbet ve nur saçan büyük imamların ailelerinden büyük zatların çıkmasından daha tabii bir şey yoktur. Hatta bunlardan bazılarının kıyamete kadar devam etmesi beklenir. Mesela mana gözüyle istikbale bakan Gavs-ı Kasravî Hazretleri'nin, kendi aile ocağından yedi tane gavsın çıkacağını müjdelediği rivayet edilir.
Bir mürşidin evlatlarının hepsi birden nazarını Hakk'ın rızasına diker ve bu gaye uğrunda ihlâsla amel ederse, Allahu Tealâ onların sa'y u gayretlerini boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hak hem sonsuz merhamet sahibi, hem de âdil-i mutlaktır. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür (Zilzal, 7-8). Şah Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin amelini işleyen, onun makamına ulaşır.
Çoğu kere demircinin oğlu demirci, çiftçinin oğlu çiftçi olduğu gibi, peygamberlerin oğul ve kardeşlerinden peygamber, mürşidin yakınlarından da mürşid çıkmıştır. İbrahim a.s.'ın oğlu İsmail a.s.; Yakup a.s.'ın oğlu Yusuf a.s.; Musa a.s.'ın kardeşi Harun a.s. bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde mürşidlik görevi İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nden oğlu Muhammed Masum Hazretlerine, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin Hazretleri'ne intikal etmiş, sonraki silsilede de bunun birçok örnekleri görülmüştür.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sahte veya yetersiz mürşidler
Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakınmak” şarttır. Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.
Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:
* http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın emirlerine ve Hz. Rasulullah'ın sünnetine doğru dürüst uymamak. Dinî, şer'î konularda zaaflar göstermek.
* Kur'an ve hadis-i şeriflere ulemanın verdiği manaların dışında yanlış manalar vermek, olmayacak biçimde yorumlamak.
* Kadınlarla karışık bir vaziyette oturup sohbet etmek, onlara el öptürmek veya mahremsiz teke tek görüşmek.
* Sohbet ve toplantılarında rüyaya geniş yer vermek.
* Haksız yere milletin malını yemek, girdiği menfaat ilişkilerinde muhatabına zarar vermek veya aldatmak.
* Sun'î zorlamalarla bir kısım keramet gösterilerinde bulunmak. (Bu tipler bazen istidraç yoluyla insanın kalbinden geçenleri de söyleyebilirler.)
* Kendisinden başka önüne gelen herkese, hatta dindarlık ve salâhiyetiyle tanınan şahıslara bile, kâfir, münafık damgasını vurmak.
* Şeytanın vehim ve vesvesesiyle bir takım hezeyanlarda bulunmak, kendisine vahiy geldiğini vs... söylemek.
* İnsanın gönlüne huzur verecek, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ı hatırlatacak nuranî bir simadan mahrum bulunmak.
Yolu bitirmemiş nakıs mürşide teslim olmak da İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin ifadesiyle öldürücü bir zehirdir. Bir hasta, mütehassıs olmayan, diploması bulunmayan bir hekimin ilacını içerse iyi olmak şöyle dursun, hastalığı artar. İyileşme kabiliyeti de bozulur. O ilaç önce ağrıları durdurabilir. Sinirleri bozduğu, zarar verdiği için ağrı duyulmaz. Fakat bu hal iyilik değil, kötülüktür. Bu hasta hakiki bir hekime giderse, hekim önce o ilacın zararlarını gidermeğe uğraşır. Ondan sonra hastalığı tedaviye başlar.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
ÂRİF: http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’dan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O'nu gönülle bilen ve O'nun rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere ârif-i billâh veya yalnız ârif denir. Künûz-ul-Hakâik'da kaydedilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: "Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın (haramlardan sakınmanın) kaynağı âriflerin kalpleridir." Süleymân bin Cezâ, ârif kimsenin alâmetini şöyle belirtiyor: "Susması; tefekkürü, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın büyüklüğünü düşünmesi, gördüklerinden ibret, ders alması ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın râzı olup beğendiği şeyleri istemesidir." Bâyezîd-i Bistamî ise; "İrfân sâhibi, ârif odur ki: Seninle yediğini, içtiğini, seninle eğlendiğini, alış-veriş ettiğini görürsün; ne var ki, onun kalbi yüce http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'a bağlıdır. O'ndan başka hiç bir derdi yoktur." Yine o; "Ârif boş yere konuşmaz, devamlı http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı düşünür." demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de; "Rasûlullah efendimizin sünnetini terk edeni ve O'ndan gelen edebleri gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!" îkazını yapmaktadır.
VELÎ :Bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi olan, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın ve Resûlünün çok sevdiği kimselere velî ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biliniz ki, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın evliyâsı için azâb korkusu yoktur. Nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü de yoktur." (Yûnus sûresi: 62) buyrulmuştur. Büyük muhaddis Ebû Nuaym el-İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ kitabında zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Evliyâ görülünce, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif hatırlanır." buyrulmuştur. Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i kudsîde ise; "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur..." buyrulmaktadır.
http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın râzı olduğu, beğendiği kullarına, evliyâya, erbâb-ı kulûb, erbâb-ı dil, ibnü'l-vakt de denmektedir.
http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve zikrini gönlünden hiç çıkarmayan, gafletten uzak, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif adamı kimselere, velîlere Ricalullah, Ehlullah adı da verilmektedir.
Yahyâ bin Muâz; "Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif ile berâber olur." demiş, İmâm-ı Rabbânî de; "Mahşerde, önce Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), sonra evliyâ-yı kirâmın (kuddise sirruhum), http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın izni ile günâhı çok müminlere şefâat edeceklerini ifâde etmiştir.
ŞEYH : Zahir ve batın ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hakk yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, şeyhlerin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâde etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir.
En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın büyüklerinden 1240 (H.638)'ta Şam'da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî'nin ünvanıdır.
PÎR : Tasavvufî literaturde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Tasavvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; "Pîr, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’a kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan (arzulanan, istenilen) Hak sübhânehüdür." demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; "Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetişmiş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir." demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olursa, yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ; "Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’a yalvarmalı ve duâ etmeli." tavsiyesinde bulunmaktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi; "Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapatır." demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; "Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyidir." demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olacağını belirtmektedir.
GAVS : Arapçada imdâd etmek, yardım etmek ve kurtuluş mânâlarına gelen bir kelime olan gavs kelimesi, tasavvufta yüksek husûsî bir mertebede bulunan velî, insanlara yardıma yetişen büyük zât hakkında kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre gavs denilen büyük velî zâta, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın izni ile insanların imdâdına yetişmesi sebebiyle bu lakab verilmiştir. Gavs, Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan ayrı ve yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makâmlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır.
Gavs-ı a'zam en büyük gavs (yardımcı) demek olup, tasavvufta bu dereceye ulaşan Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabıdır. O, insanlara ve cinnîlere yardım eden, imdâdlarına yetişen büyük bir velî olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de anılır.
EBDÂL : İnsanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça bilmediği ve dünyânın nizâmı (düzeni) ile vazîfeli olup bunlardan biri vefât edince, yerine başka bir velî bedel kılındığından yâni görevlendirildiğinden ve çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdâl veya büdelâ kelimesi ile tanınmışlardır. İrşâd ehli yâni insanlara doğru yolu gösteren velîlerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğunu Seyyid Şerîf Cürcânî ifâde etmiştir. Hilyet-ül-Evliyâ'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalpleri, İbrâhim'in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif, onlar sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler." Abdullah ibni Mes'ûd; "Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?" diye sorunca; "Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle yetiştiler." buyurdu.
KUTUB (Çoğulu AKTÂB ) : Evliyâlıkta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub ve bunun çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir.
Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da denilen bu zât her zaman bulunur. Rasûlullah efendimiz zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâlin (kutb-i medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Rasûlullah efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys el-Karânî idiler.
Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ül-ârifîn denir.
Kutb-i irşâda gelince: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd, İmâm-ı Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Rasûlullah efendimiz zamânının kutb-i irşâdı idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz.O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’ı zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."
EVTÂD : Evliyâdan (http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın sevdiği kıymetli kullarından) ve ricâl-ül-gaybdan (açıkça bilinmeyen velîlerden) mübârek dört zât vardır ki, büyük âlim ve velî Mollâ Câmî'nin ifâde ettiğine göre bunlar, dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevî bakımdan huzûr ve râhatlığı sağlamakla vazîfelidir. Evtâddan dünyânın doğu tarafında bulunan zâtın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülalîm, kuzeydeki zâtın ismi Abdülmürîd, güneydekinin ismi ise Abdülkâdir'dir (r.aleyhim).
http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı mübârek kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî'nin belirttiğine göre, insanların imdâdlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına sebeb olan bu insanlara nücebâ denilmektedir.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
Bu dinin garip anlarında hizmet gören, saltanatını sürmeden ölmez. Benim kardeşlerim fukara olmayacak.
• Bu dünyanın cefâsından sefâsına sıra gelmez, gâfil olmayın, ilme çalışın, geçen günler geri gelmez.
• Ders okuturken takıldığınız bir yer olursa, orada fazla durmayın. Nasıl ki etrafı kazılan bir ağaç kolayca devrilirse, evveli ve âhiri anlaşılan kitabın da ortasını anlamak kolaylaşır.
• Dışımız halk ile, içimiz Hak ile...
• Din asıl, dünya ve siyaset fer'idir. Dünya ve siyaset dinin inkişâfına alet olabilir. Fakat din, dünya menfaat ve siyasetine âlet olamaz. Âlet edenlere lanet vardır.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
Günümüzde İslami bilimler dünyası ile gündelik hayat arasındaki bağların kopması neticesinde Tasavvuf deyimleri olarak adlandırabileceğimiz zikir, vird, âdâb , takvâ, verâ, zühd, ihlâs, mârifet, ilim, yakîn, maiyyet, seyr, kurb, cezbe, vecd, mevâcîd, havâtır, ahvâl, tasarruf, teveccüh, himmet, cem'iyyet, huzûr, hilâfet, mahbûbiyyet, ferdiyyet ve benzeri tasavvufî terimler izaha muhtaç duruma düşmüştür.Tasavvufi literatürde , mutasavvıf,sufi, mürşid, mürîd,şeyh, velî, evliyâ gibi yaygın bilinen terimler yanında kimi şahıslar hakkında, âbid, ârif, âşık, zâhid, , muttakî, ümmî, derviş, erbâb-ı dil, erbâb-ı kulûb, ricalullah, ehlullah, ebdâl , büdelâ, evtâd, kutub, aktâb, gavs, havass, nücebâ, murâd, muhlis, muhlas, mukarreb, müceddid, mükemmil, ricâl-i gayb, üveysî, pîr, üstâd... gibi bugün karmaşık görünen bâzı tâbirler de kullanılmaktadır.Bunlardan başka, muhtelif olağanüstü hâllere verilen isimler ve mânâları da tasavvuf hakkında ön bilgisi olmayanlar için anlaşılmaz gelebilmektedir.Bu sayfalarda tasavvufun anlaşılmasını kolaylaştıracak bu terminoloji izah edilmeğe çalışılmıştır.
TASAVVUFUN ANAHTAR TERİMLERİ :
MUTASAVVIF : Gafletten uzak olarak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’dan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu Hakk'ın zikri ile süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibine mutasavvıf denilir.
Abdülhak-ı Dehlevî : "Mutasavvıfların hepsi Ehl-i sünnettir. Bid'at sâhiplerinden (dinin aslında olmadığı halde sonradan meydana çıkarılan işlere ve uydurulan sözlere inananlardan) hiçbiri http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın mârifetine (O'nu tanımaya) yaklaşamamıştır. Velâyet (evliyâlık) nûrları bunların kalplerine girmemiştir."demiştir.Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurmuştur: "Mürşid (rehber, doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf, Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif’dan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uymayı terk ederek, gayriye yönelmekten ve meşgûl olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hakk'a ibâdet eder ve şeytana uymaz."
MÜRŞİD : Tasavvuf yolunda kendisinden önceki yetkili kişinin manevi izni ile insanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran tasavvuf terbiyesine ehil kişiye mürşîd denilir. Mürşidin olgunluğuna işaret eden bir terim ise "mürşîd-i kâmil"dir.
İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Rasûlullah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan velilerdir.
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, irfan anahtarının, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî de; "Mürid, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahdır." demiştir.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimse kendisini irşâd edecek, doğru yolu gösterecek bir mürşide ulaşamamışsa, büyük zâtların sohbet kitaplarını okusun ve onlara uysun."
Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ise, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın rızâsına kolayca erebileceğini ifâde etmiştir.
SİLSİLE : Tasavvufi yolların hepsinde günümüzdeki mürşidden Rasulullaha kadar ulaşan bir manevi zincir söz konusudur.Bu zincirin tarihen sağlıklı oluşu tasavvufi feyz ve bereketin intikalinde çok önemlidir.Bir tasavvuf yolunun son terimidir.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
1-)Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)
"Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır."
http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasülü (s.a.) buyurur:
"http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın benimle gönderdiği ilim ve hidayet, yeryüzüne sağnak halinde yağan yağmura benzer. Kara parçasının bir kısmı bu rahmet yağmurunu emer ve üzerinde yemyeşil çayırlar ve mahsuller yetiştirir. Diğer bir kısmı da bu suyu tutarak insanların içmesini , hayvanların, bitkilerin ve diğer canlıların istifadesini sağlar. Toprağın geri kalan ölü kısmı ise bu yağmurun suyunu tutmadığ gibi, ekin ve yeşillik de bitirmez. "(bk. Buharî, ilim, 20) Bu hadis-i şeriften http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü'nün getirdiği hidayet ve rahmet yağmurlarından insanların kabiliyetleri nisbetinde istifade ettikleri anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.)'in Muhammedi mektebinden yetişen, O'nun hidayet ve ma'rifet yağmurundan kana kana içen ve "bu yağmuru tutarak başkalarına da içiren" yıldız şahsiyetlerden birisi ve birincisi Hz. Ebû Bekir (r.a.)'dir. O, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasulü'ne inanan ilk müslüman ve O'nun ilk halifesi. Malının tamamını http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif yolunda tasadduk eden ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasülüne gelen zararı karşılayan ilk insan. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif elçisinin: "Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır. "diye övdüğü ve en çok sevdiği...
FAZiLETE ERMENİN BEŞ ESASI
Kendisine bu fazîlete nasıl erdiği sorulduğunda verdiği cevap, tasavvufî telakkîdeki ruhî yükseliş, ahlakî olgunluk ve manevî kemale erişin esaslarını oluşturmaktadır. Buyurur ki:
- Bu fazîlete beş şeyle erdim:
1. İnsanları iki grup olarak gördüm. Bunlardan bir grubu talib-i dünyadır; dünyanın peşinden koşmaktadır. Bir grubu da talib-i ukbadır; ahiret endişesi taşımaktadır. Ben ise ne talib-i dünya, ne de talib-i ukba oldum. Talib-i Mevla olmayı tercih ettim. Rabbımın rızasına ermeyi herşeyin üstünde tuttum.
2. Müslüman olduğum günden beri ma'rifet-i ilahiyye ile meşguliyetin ve onun bana verdiği hazz sebebiyle dünya nimetlerine meyletmedim ve doyasıya yemek yemedim.
3. Yüce yaratıcımın muhabbetinin bana verdiği manevî zevk sebebiyle, aşk hararetini söndürmemek için kanasıya su içmedim.
4. Dünya ameliyle ahiret ameli karşılaştığında daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5. Rasülullah (s.a.)'in sohbetine çok sıkı bir şekilde devam ettim. Daima O' nunla birlikte bulunmaya gayret ettim. Hicrette arkadaşı, mağarada yoldaşı ve daima sırdaşı oldum.
Hz. Ebû Bekir'in bu cevabında adeta tasavvufi eğitimin gayesi ve temel esasları anlatılıyor. Ki onlar da rıza-i Barîye ermek; zühd yani dünyaya değer vermemek; yemeyi, içmeyi uykuyu azaltıp Cenab-ı Hakk'ı unutmamak ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif rasûlü ile sohbet.
RASÛLULLAH'TAN İN'İKAS-I HÂL
http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü'nün sohbetleri, ashab-ı kirama ruhanî bir hayat yaşatır, sahabileri dînî his ve heyecana, aşk, vecd ve muhabbete gark ederdi. Sahabîler, O'nun konuşmalarını, başlarındaki kuşu uçurmaktan korkan kimsenin titizliği ile huşu içinde dinlerlerdi. Hz. Ebû Bekir ve diğer sahabîler, bu sohbetlerde aldıkları ve öğrendikleri aşk, vecd ve heyecanı kendilerinden sonrakilere nesil be-nesil aktararak yaşattılar, bu suretle http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü'nün ruhanî hayatı kaybolmadan "altın silsile"'içinde günümüze ulaştı. Ancak bu ruhanî hayat yazılabilecek ve sözle anlatılabilecek bir husus olmadığı için sohbet ve beraberlik sayesinde gönülden gönüle aktarılarak "in'ikas-ı hâl"yoluyla intikal etmiştir. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü'nün "http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif kalbime neyi ilka ettiyse ben de onu Ebû Bekir'in sadrına ilka ettim." buyurması bu hal yansımasının ifadesidir. Kur'an'da mutlak bir ifadeyle: 'Bilesiniz ki http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın Rasülü aranızdadır.' (el-Hucürât, 49/7) buyrulması, bu yolla Muhammedî hasletlere sahip insanların aramızda daima bulunacağına işaret olmalıdır.
Peygamber, ya da peygamber varisi arif ve mürşidlerle sohbet; ya da beraber bulunma, insanı erdirici, Hakk'a vardırıcı en önemli vesilelerden biridir. Çünkü sohbet ve birliktelik sayesinde insan, sohbetine devam ettiği şahsın haline bürünür, kabiliyet ve istidadına göre onun boyasına boyanır. Şahsiyeti onun şahsiyetiyle bütünleşir ve aynîleşir. Psikoloji'deki "idendi-fication"; aynîleşme ve kişilik transferi dedikleri budur.
KEMAL VE CEMAL AYNASI
http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü'nün yanından hiç ayrılmayan, O'na gönülden bağlı ve canını her zaman O'na fedaya hazır olan Ebû Bekir (r.a.) O'nun kemalinin ve cemalinin aynası oldu. Bir bakıma önce http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasulü'nde, sonra da http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'da fenaya erdi, vuslatı buldu, marifet-i İlahiyye kaynağına ulaştı. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)'in vefatı sırasında bütün herkes şaşırmış, Hz. Ömer bile kılıcını çekerek: "Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum." şeklinde bir tepki göstermişti. Ama Ebû Bekir (r.a.) fena fillah'a ermenin ve http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif île bakayı bulmanın şuur aydınlığı içinde önce http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü'nün yüzündeki örtüyü kaldırıp baktıktan sonra: "Ölümün de hayatın gibi güzel. Sen iki kere ölmeyeceksin, mukadder olan ölümü taddın." demiş ve dışarı çıkarak şu konuşmayı yapmıştı: "Ey insanlar! Muhammed'e tapanlar bilsin ki Muhammed ölmüştür. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'a tapanlar ise http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın diri ve hiç ölmeyeceğini bilirler." Sonra şu ayeti okudu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip geçti. O, ölür ve öldürülürse siz gerisin geri mi döneceksiniz?" (Âlü İmran, 3/144) Hz. Ebû Bekir, bu konuşmasıyla gönlü Hz. Peygamber sevgisiyle dopdolu olan Hz. Ömer gibi sahabîleri, uyardı.
Hakk'a vuslatın ve O'na ermenin adı olan "fena" kavramı, tasavvufi eğitimde fena fi'l-ihvan ile başlar, fenafi'ş-şeyh ve fena fi'r-Rasul ile devam eder, fena-fillah, ve baka billahta sona erer. İşin başında bulunan mübtedi bir salik, önce ihvana hizmette fani olur, sonra mürşidine muhabbet ve hizmetle fenaya erer. O'nun ardından Rasülullah'ın ahlakını ve hallerini benimseyerek o sıfatlarla muttasıl olmaya çalışır ve fenafi'r-Rasûlü bulur, bunu sağlayınca da ahlak-ı ilahiyyeye erer. Bu hâle eren kul, artık http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif ile görmeye, duymaya, düşünmeye, konuşmaya başlar ki, böylece bir kudsî hadiste anlatılan özellikler tahakkuk etmiş olur. (bk. Buharı, Rikak, 38)
Hz. Ebü Bekir'in "altın silsile"deki yeri sıddîklığı, hizmeti, ibadeti, vera ve takvası, ahlakî olgunluk ve mahfî-meşreb oluşuyla alakalıdır.
SIDDÎKIYET SIFATI
http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasulü'nü başından sonuna kadar destekleyen, yerine göre koruyup himaye eden Ebû Bekir (r.a.)'in "Siddık lakabı hem ilahî, hem de nebevi kaynaklıdır. Nitekim müşriklerin http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlünü ve müslümanları iyice bunalttıkları bir sıra da O'nu teselli etmek için bir ikram-ı ilahi olan Mi'raç olayı gerçekleşti. Her doğruya sırt çevirmekte mahir olan Kureyş keferesi, hemen buna da karşı çıkıp inanmadılar. Bununla da kalmayıp inanan insanları bi bahane ile yoldan çevirmeye kalkıştılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e de gelerek: "Arkadaşın neler söylüyor, duydun mu? Buna da inanacak mısın?" dediklerinde Ebû Bekir'den suratlarına şamar gibi patlayan şu cevabı aldılar: "Bunu o mu söylüyor, öyleyse doğrudur."
İşte Ebû Bekir'in bu kesin tasdiki üzerine: "Doğruyu getiren (Muhammed) ve O'nu tasdik eden (Sıddîk) muttakilerdir."(ez-Zümer, 3) ayeti nazil oldu. Siddîkiyet makamı peygamberlikler sonraki ilk manevi makam sayılmıştır.
Fedakarlık ve İsarı:
O'nun http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif yolunda ve Hz. Peygamber uğrundaki fedakarlığı ile boy ölçüşebilecek bir başkasını tarih kitapları kaydetmiyor. Sahip olduğu 40.000 dirhemlik servetini işkence altında inim inim inleyen köleleri satın alıp azad etmeye harcamaktan başlayan maddi fedakarlığı, canını ortaya koyarak devam etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)'e malıyla en çok destek olan sahabî o olduğu gibi, O'na işkence yapmaya kalkışanlara tek başına karşı koyar ve cesaretle O'nu koruyan da odur. Hicrette tek başına O'na yoldaş ve arkadaş olmuş, muhafızlık etmişti. Bedir, Uhud ve diğer gazalarda http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlüne gelebilecek ilk saldıralara o karşılık vermişti. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü, "orduya yardım ediniz" buyurduğu zaman malının tamamını getirmiş, "çoluk çocuğuna neyi bıraktın?" sorusuna "http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ı ve Rasûlünü" cevabım vermişti. Bu onun feragat ve fedakarlıkta abideleşen yönüdür. Yine bu anlayışın bir uzantısı olarak: "http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ım ahirette vücûdumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım de başkasına yer kalmasın; bütün kulların hesabına ben yanayım" diye dua etmişti. O'nun bu düşüncesinin bazı tasavvuf büyüklerine intikal ettiği ve bu silsilenin bir halkasını oluşturan Bayezîd'in de benzer sözler sarfettiği bilinmektedir.
Hakk'a ve Halka Hizmeti:
Siyasi idarede iki yıl gibi kısa bir zamanda mühim işler başaran, mürtedleri tepeleyen, yalancı peygamber Müseylime'nin işini bitiren, Kur'an-ı cem'eden ve bir yıl süreyle hiç kimsenin haksızlık iddiasıyla başvurmaya gerek duymayacağı şekilde mahkemelerin ve hapishanelerin boş kalmasını sağlayan dünyada benzeri görülmemiş bir adelet dağıtıcısı olan Ebû Bekir (r.a.) http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü'nün sağlığında da halkın hizmetine koşan, genç-ihtiyar herkese yardım etmeye alışmış bir fazilet abidesiydi. Nitekim bir gün Peygamberimiz (s.a.) soruyor: "Bugün içinizde oruçlu olan var mı?" Bir tek Hz. Ebû Bekir'den "Evet" cevabı geliyor. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif elçisinin peşpeşe sorduğu: "Bugün hiç cenaze teşyiine iştirak edeniniz oldu mu? Bugün bir yoksulu doyuranınız var mı? Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız oldu mu?' şeklindeki sorularda da sadece O'ndan müsbet cevap gelince Efendimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Bütün bu faziletleri kendisinde toplayan kimsenin gideceği yer cennettir"
Müslim'in rivayet ettiği bu hadisten Hz. Ebû Bekir'in hem şahsî, hem de topluma hizmet açısından en mühim faziletler şahsında topladığı görülmektedir. Bu fazîletler O'nun üsve-i hasenesi; yani en güzel örneği olan http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasûlü'nden öğrendiği ve ümmete örnekler halinde sunduğu faziletlerdir.
İbadet ve Ruhî Hayatı
Hz. Ebû Bekir (r.a.) huşu ve takva üzere ibadet ederdi. Namaza kalktığında havf ve haşyetinden dolayı kesilmiş bir ağaç gibi titrer, fakat kalbindeki huzur hali sebebiyle huşûunu korurdu. Gözü yaşlıydı. Yanık sesiyle Kur'an okurken ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif aşkı ile ciğeri püryan olduğundan yanında duranlar onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını anlatırlardı. "biz keremi takvada, zenginliği yakin elde etmede, şerefi engin gönüllülükte bulduk." derdi. Takvada, şefkatde çok ileri, yufka yüreklilikte ve yumuşak başlılıkta en öndeydi. Daima yüreği yanık bir şekilde ah vah ettiği için kendisine "Evvah"derlerdi. Nitekim Hz. İbrahim'e de "Evvah"denildiğini Kur'an'dan öğreniyoruz. (bk. et-Tevbe, 9/214; Hûd, 11/75) O'nun coşkulu ibadeti, yanık ve ağlamaklı bir sesle Kur'an okuyuşu pekçok Mekkeli'nin dikkatini çekerek müslüman olmasını sağladığı için müşrikler O'nu açıktan namaz kılmaktan ve Kur'an okumaktan menetmeye çalışmışlardı.
Zeka ve sezgi yönünden son derece güçlüydü. Bu yüzden rüya tabirinde de mahirdi. Hz. Peygamber (s.a.)'in en yakîni olmasına rağmen sözlü rivayet ve nakillerinin azlığı sebebiyle müşahede erbabının ve hal ehlinin öncüsü sayılırdı. Çünkü hal, kal ile anlatılamaz, ancak yaşanarak anlaşılırdı.
Zühd, Vera' ve Takvası:
Maldan ve dünyaya aid şeylerin sevgisinden geçmiş, tevhid gerçeğine ermek için mihnet, çile ve sıkıntı yolunu seçmiş, bu yüzden kendi iradesiyle fakrı ihtiyar etmişti. "ilahi, dünyayı bana genişlet ve beni ona karşı zahid yap" diye dua ederdi. Yani bana önce dünyamı ver, sonra onun afetlerinden korunmak için sevgisini gönlümden al ve ben ihtiyarî fakr içinde olayım, demek isterdi.
Varlığa sevinmez, yokluğa yerinmezdi. Zaman olurdu ki, altı gün üstüste hiç yatak açmadan sabahladığı olurdu, rahatını aramazdı.
Kızı Aişe validemizin, giydiği bir elbisesinden hoşlandığını hissedince onu:
"Bilmez misin ki, bir kimse dünya zineti sebebiyle kendini beğenirse onu çıkarıncaya kadar Rabbının gazabına uğrar" diye uyarmıştı. Çünkü o, katıksız marifet duygusundan bir tad almış, bu tadın onu tadanları Yüce http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın zatından başka her şeyden alıkoyacağını anlamıştı.
Takva ve vera duygusunun bir gereği olarak zaman zaman parmağıyla dilini tutup: "Başıma ne geldiyse hep bunun yüzünden" derdi. Bazen da diline sahip olmak için ağzına çakıl taşları koyduğu rivayet edilirdi.
Ağza giren ve ondan çıkanın http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif ve Rasûlünün istediği istikamette olmasının vera olduğunu bildiği için haram ve şüphelilerden son derece sakınırdı. Nitekim bir kölesinin sihir karşılığı aldığı sütten bilmeden içmiş, durumu öğrenince parmağını boğazına sokarak bu sütü midesinden çıkarmıştı.
HAFÎ ZİKİR TELKİNİ:
Hz. Ebû Bekr'in tasavvuftaki ve altın silsile'deki en önemli yeri hafî zikrin onun vasıtasıyla öğrenilmiş ve yaşanmış olmasıdır. Tabakat kitapları ve hakkında yapılan araştırmalar, onun hafî meşrebliğinde birleşiyor. Hz. Ömer sadakasını açıkça halkın arasında getirip teslim ettiği halde Ebû Bekir (r.a.), gizlice veriyor. Hz. Ömer, gece kıldığı namazlarda Kur'an'ı yüksek sesle okuduğu halde o, alçak sesle okumayı tercih ediyor.
Niçin öyle yaptığı sorulduğunda da:
"Kendisine münâcâttâ bulunduğum zatı dinliyorum. O'ndan anlıyorum ki, O, bana uzak değildir, O'nun işitmesi açısından alçak sesle, yüksek ses, birdir." karşılığını verirdi.
"Ashabımın seçkinleri yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" buyuran http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasülü insanların karakter yapılarının farklılığına ve farklı yapılardaki insanların kendilerine benzeyen bir sahabîye uymak suretiyle doğru yolu bulacağına işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve diğer büyük sahabîler tek tek ele alındığında hepsi büyük örnek şahsiyetler, ama karakterleri ayrı ayrı. Biri son derece dışa dönük, teklifsiz ve rahat yapıya sahip. Diğeri temkinli, teennili ve kısmen içe dönük bir kimlik taşıyor. Bu bakımdan hoşlandıkları şeyler ve ruhî hayatları da farklılıklar arz edebiliyor. Nitekim Hz. Ebû Bekir'de "hafî zikir" sırrı tecelli ederken, Hz. Ali ve Hz. Ömer'de "cehrî zikir" sırrı tecelli ediyor. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Teala Kur'an'da zikrin hafîsini de, cehrîsini de; yani gizlisini de açıktan olanını da emrediyor. (bk. el-A'raf, 7/205; el-Hacc, 22/36) Hz. Peygamber (s.a.), her iki zikrin de öğreticisi ve icracısıdır. Bu bakımdan tasavvufî telakkîye göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebû Bekir'e Sevr mağarasında gizli zikri telkîn ve ta'lîm buyurmuştur. Hadis kaynaklarında geçmediği için, bazılarının karşı çıktığı bu rivayeti Kur'an doğrulamakta ve: "ikisi mağarada iken O, arkadaşına: "Üzülme http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif bizimle beraberdir." diyordu. (et-Tevbe, 9/40) buyurmaktadır. Maiyyeti; yani http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif ile olmak O'nu unutmamak ve hiçbir an hatırdan çıkarmamaktır. Hafi zikir de bu değil midir? Kalpdeki http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif bağını sürdürmek değil midir? Kur'an'daki zikirle ilgili emirle-re bakacak olursak onlar da iki türlüdür: Biri mutlak zikir, diğeri isim zikri. Doğrudan http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ı anmayı, unutunca hatırlamayı emreden ayetler (mesela: el-Ahzab, 33/41 ;el-Kehf, 18/23) mutlak zikre; "sabah akşam rabbının ismini an!" (el-İnsan, 76/25) şeklindeki ayetler isim zikrine işarettir. Mutlak zikir, bir bakıma hafi zikir sayılabilir. Bu ayetler muvacehesinde Hz. Ebû Bekr'in karakter yapısına en uygun hafî zikirle meşgul olması ve tamamen ruhî bir hal olan bu zikre aid yazılı ve sözlü rivayetlerden çok, silsile ile gönülden gönüle intikal eden bir in'i'kasın bulunması gayet tabiîdir.
HZ. EBÛ BEKR'İN HİLYESİ
Hz. Ebû Bekir, orta boylu, hafif sarıya meyyal beyaz tenli, gür saçlı, seyrek sakallıydı. Sakalına kına yakardı. Açık alınlı çukurca gözlü, keskin bakışlı idi. Yüzü ve bedeni zayıf olmakla birlikte omuzları genişçeydi. Bacakları ince kemikli, çekik uyluklu, ince ve narîn vücutlu idi. Buna rağmen kuvvetli ve şecaatliydi. Gençliğinde vücûdu dümdüzdü. Yaşlandığında hafifçe öne doğru eğilmişti. İlahî aşk ve haşyetle dopdolu olduğundan duruşu hüzünlüydü. Peygamber sevgisiyle dolu gönlü sebebiyle yüzü güleç ve sevimliydi.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
2-)Selman Fârisî (r.a.)
Hilye-i Selmân-ı Pâk
Selman uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlü ve sık sakallıydı. Bünyesi sağlam ve güçlüydü. Dostluğu külfetsizdi. Samimi ve geçim ehli bir zattı.
Altın silsilemizin üçüncü halkası http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasülü'nün "bizden ve ehl-i beytimizden" iltifatına mazhar Selman el-Farisî'dir. Asıl adı Mabih iken müslüman olduktan sonra http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif elçisi tarafından Selman yada Sel-manu'1-Hayr diye adlandırıldı. ibn İslam diye künye aldı. İran'ın Isfahan bölgesinden. İranlılardan ilk müslüman. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) "Arab'ın ilki benim, Rum'un Suheyb, Habeş'in Bilal, Fars'ın da Selman" buyurmuştur. (Sıfatu's-Saf-ve, 1,538 Bezzar ve Taberani'den naklen)
Selman, Isfahan'ın Cey köyünde çiftlik sahibi ve kabile reisi zengin bir ailenin çocuğu. Babası Büd veya Büdehşan adlı bir zat. Aile ve çevresinin dini ateşperestlik. Selman da önceleri o dinin müntesibi. Ancak gönlünde alev alev yanan bir hak ve hakikat sevgisi, onu hak din aramaya sevketti. Önce hıristiyanların ibadeti ve kilisesi dikkatini çekti. Hristiyanlığın aslını öğrenmek için Şam tarafına gitti. Oradan Musul, Nusaybin ve Ammuriye'ye geçti. Ammuriye'de karşılaştığı ve kendisine hizmet ettiği rahip kendisine: "Hz. İbrahim'in Hanif ve tevhid diniyle gelecek son peygamberin zuhurunun pek yaklaştığını ve O'nun Arap toprağında ortaya çıkacağını" söyledi. Bunun üzerine Ammuriyye'ye gelen Benî Kelb kabilesi ticaret kervanıyla Şam üzerinden Medine'ye yakın Vadi'l-Kura'ya geldi. Benî Kelp kabilesi tüccarları buraya kadar kendilerine refakat eden bu iranlı arkadaşlarına -her nedense- ihanet ederek köle diye bir yahudiye sattılar. Selman'a Ammuriyye'de karşılaştığı ve hizmetinde bulunduğu rahip, vefatı sırasında gelecek olan son peygamber hakkında şu ipuçlarını veriyor: "Arap toprağında zuhur edecek ve iki taşlık arasında hurmalık bir yere hicret edecek. İki kürek kemiği arasında peygamberlik mührü olacak. Hediyye kabul edip sadaka almayacak."
Selman Medine'de köle olarak bulunduğu sırada Hz. Peygamber'in zuhurunu haber alınca bir yolunu bulup ilk fırsatta yanına gitti. Ammuriye'deki rahibin verdiği ipuçlarına göre Resülullah'ı süzdü ve uzunca bir teftişten sonra O'nda rahibin haber verdiği bütün özelliklerin var olduğunu gördü. Hemen aradığını bulan insanların gönül coşkusu ve ruh haleliyle Rasülullah'ı kucakladı ve müslüman oldu.
Selman (r.a.) köle oluşu sebebiyle Bedir ve Uhud gazvelerine katılamamıştı. Ancak http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasülü bizzat ve O'nun uyarısı üzerine ashab-ı kiram, Selman'ın bedelini ödeyerek hürriyetine kavuşturdular. Selman yıllar yılı aradığı ve bulmak için pekçok sıkıntılara katlandığı hak din ve onun yüce peygamberine kavuşmuştu. Artık onun en büyük hazzı zamanını http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasülünün dizinin dibinde, mescidin sofasında geçirmek, ondan gördüğü, duyduğu ve öğrendiği hakikati sünger gibi emerek ruhuna nakşetmek ve bununla hayatına yön vermekti. Ashab-ı kiram arasına karışınca samimiyeti, sadakati ve becerikliliği ile kısa zamanda sevildi. Sahabîler adeta onu paylaşamaz oldular. Özelikle Hendek gazvesinde engin tecrübesi ve bilgisi herkesi kendine hayran bıraktı. O günün harp imkanlarına göre çok yeni ve modern sayılabilecek, şehrin çevresine hendek kazma fikri, onundu. Bir nevi sur vazifesi görecek olan hendeğin kazımında Selman (r.a.) canhıraş bir şekilde çalıştı ve beş arşın derinliğinde, on arşın boyundaki hendeği bir günde kazmaya muvaffak oluyordu. O'nun bu başarısı ashab arasında paylaşılamaz hale gelmesini sağladı. Muhacirler" Selman bizdendir" derken ensar da "Selman bizdendir" diye ona kucak açıyordu. Bunlara şahid olan Sevgili Peygamberimiz Selman'a dünyalar değer bir iltifatta bulunarak "Selman bizim ehl-i beytimizdendir" buyurdu.
Hz. Peygamber (s.a.)'in hicret sonrası, dünya tarihinde bir benzerine rastlanmayan engin bir anlayışla Mekkelilerle Medinelileri kardeş yapması (muahat) sırasında Selman ile Ebu'd-Derda'yı kardeş ilan etmişti.. Bu iki fakir ve zahid sahabî birbirlerini sık sık ziyaret eder, birbirlerinin ihtiyaçlarını görerek yardımlaşırlar, yer yer birbirlerini sünnet çizgisinde uyarırlardı. Selman uzun hayat tecrübesi, seyahatları ve ince zekası sayesinde daha mutedil bir zühd ve ibadet hayatını seçtiği halde Ebu'd-Derda hazretlerinin ruh haleti biraz daha farklı şekillerde tezahür ediyordu. Nitekim bir defasında Selman(r.a) Ebu'd-Derda'yı ziyarete vardı. Fakat onu evinde bulamadı. Arkadaşının hanımı Ümmü'd-Derda'yı eski bir elbise içinde ve perişan bir halde görünce dayanamadı ve "durumlarının nasıl oduğunu" sordu.
Ümmü'd-Derda da biraz kahırlanarak "Halimiz nasıl olacak, kardeşin Ebu'd-Derda dünyayı boşadı. Maşallah geceleri kaim, gündüzleri saim. Bize hiç baktığı yok" dedi. Selman bunları duyunca üzüldü. Tam geri dönüp gitmek üzere idi ki Ebu'd-Derda geldi. Selman'ı görünce hemen kucaklayıp oturttu ve bir sofra hazırlayıp getirdi, Selman'ı da buyur etti. Selman: "Sen oturmayacak mısın?" diye sorunca o: "Ben oruçluyum" cevabını verdi. Selman bu sefer: "Vallahi sen sofraya oturmadıkça bir lokma bile yemem."diye diretti. Ebu'd-Derda çaresiz nafile orucunu bozup kardeşiyle birlikte sofraya oturdu. Geceleyin istirahata çekildiler. Gecenin ilk üçtebir ve yarısı vaktinde Ebu'd-Derda namaza kalkmak istediyse de Selman izin vermedi. Gecenin son üçtebiri olunca "Haydi şimdi kalkıp teheccüd kılalım" dedi ve birlikte kalkıp namaz kıldılar. Namazdan sonra Selman, Ebu'd-Derda'ya şunları söyledi: "Bak kardeşim, senin üzerinde Rabbının da, nefsinin de, ailenin de, misafirinin ve komşunun da hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını vermelisin. Rabbın için namaz kıl, oruç tut kulluk yap, nefsini de unutma, ye iç, istirahat et, hayat yoldaşını da ihmal etme!"
Selman (r.a.) zühdî yaşayışı ve dünyaya değer vermeyen anlayışıyla tanınan bir sahabiydi. Nitekim Kinde kabilesinden bir kadınla evlenmişti. Zifaf gecesi kadının yanına girdiği zaman her tarafın kıymetli taşlar ve kumaşlarla süslendiğini görünce dayanamadı: "Evimiz ateşi yakılmış cehenneme dönmüş. Oysa dostum http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasülü bana: Dünyadaki eşyan bir yolcunun azığı, yani yol eşyası kadar olsun" buyurmuştu, dedi. Evin süsleri sökülüp atılıncaya ve sade bir hale konuluncaya kadar içeri girmedi. http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif elçisinin bu sözünü kulağına küpe yapan Selman, bir başka defasında Sa'd bin Ebî Vakkas'a da aynı şeyi söylemişti. Olay şöyle meydana geldi. Selman (r.a.) hastalandı. Sa'd de onu ziyarete geldi. Selman'ı ağlıyor gören Sa'd şaşırdı ve ağlamasının sebebini sordu. Selman şu karşılığı verdi. "Ağlayışım ölümden korkumdan, ya da dünyaya düşkünlüğümden değildir. Rasülullah'ın tavsiyelerine uyamamış, emirlerini yerine getirememiş olmaktandır. Çünkü o bize:
"Dünyalığınız bir yolcunun azığı kadar olsun" buyururdu. Şu çevremdeki eşyalara bak." Oysaki o sırada çevresinde bulunan eşya da bir çamaşır leğeni, bir büyükçe çanak ve bir de abdest ve gusül için kullanılan su kabından ibaretti. Vefatından sonraki terikesi de ondört dirhem tutarında birşeydi.
Hz. Ömer'in hilafeti zamanında Medain'e vali tayin edildi. Valilik onun hayat standardında herhangi bir değişiklik meydana getirmedi. Çünkü o, izzet ve şerefin dünyevi makamlarda ve üniformalarda değil, iman ve uhrevi hayatta olduğuna inanıyordu. Vali olduğu halde doğru dürüst bir evi ve elbisesi bile yoktu. Hırkasını hem cübbe gibi giyer, hem de bir kısmını altına serip yatak, birazını da üstüne örtüp yorgan olarak kullanırdı. Kendisine ev yapmak isteyen bir müslümana "Ayağa kalktığımda başımın değeceği yükseklikten, uzandığımda ayaklarımın erişeceği genişlikten fazlasını istemem, demişti.
Valiliği sırasında şehrin ve halkın her türlü işiyle uğraşır, halk arasında pejmürde bir kıyafetle dolaşmaktan çekinmezdi. Onu bu kılıkla görenler tanıyamaz, vali olduğunu bilemeden yük taşıtırlardı. Vali olduğunu anlayanlardan yükü sırtından almak isteyenler olursa da ona izin vermez, gidecekleri yere kadar yüklerini taşıyıverirdi.
İnsanoğlu'nun yediklerinin en tıyb olanının el emeği olduğu inancıyla maişetini temin için hurma yaprağından zenbil ve sepet örer, onu satarak geçinirdi. Hammaddesini bir dirheme aldığı hurma yaprağından sepet ördükten sonra onu üç dirheme satar, bir dirhemiyle hammaddenin borcunu öder, geri kalan iki dirhemin birini çoluk çocuğunun nafakasına ayırır, diğerini infak ederdi. Valiliği sırasında yaşı ilerleyince uykusu azalmıştı. Bu yüzden gece karanlığı basınca namaza başlar, namazdan yorulunca zikir ve fikirle meşgul olurdu. Bedeninin dinlendiğini hissedince tekrar namaza kalkardı.
Yeme-içmenin bir amaç değil, bir araç olduğuna inandığından yemeğe düşkünlük göstermezdi. Nitekim bir defasında yemek konusunda kendisine ısrar edenlere şunları söylemişti. "Israr edip durmayın, bu kadarı kafî. Çünkü ben http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif Rasülünün şöyle buyurduğunu işitmiştim: Dünyada iken karınlarını çokça doyuranlar, kıyamet günü en çok aç kalacak olanlardır. Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir." (bk. Hilye-tü'1-evliya, l, 199)
Nefse sahip olma ve onu sabra alıştırma konusunda açlık ve az yemenin, atın önünden arpayı, itin önünden eti alıp azaltmak derecesinde etkili olacağını vurgulayan Selman, bir başka defasında bir vesak tutarında bolca rızık aldı. Tabii onun bu konudaki "hassasiyetini bilenler hemen sordular: "Ya Selman bu ne hal?" O, nefse hakim olmanın yollarından birinin, onun meşru isteklerini sınırlı olarak karşılamak oluğuna işaret için söyle konuştu: "Nefs ihtiyaç duyduğu azığı görünce mutmein olur ve insana ibadetini ifsad edecek bir vesvese veremez."
Tasavvuftaki "El kârda gönül yârda" prensibi onun şu sözlerinde ma'kes bulmuştur: "Düşünürken Rabbını an, hüküm vereceğinde, insanlara bir pay dağıtacağında, dünyevi meşguliyetlerin sırasında daima O'nu hatırla."
Selman ile Ebu'd-Derda'nın dostluğu yıllar yılı devam etti. Selman Medain valisiyken Ebu'd-Derda ona şöyle bir mektup yazdı:"... Hakk Teala sizden sonra beni mal ve evlad ile rızıklandırdı. Bir de Arz-ı Mukaddese'de mukim kıldı..."
Selman şu karşılığı verdi: " Mektubunuzda mal ve evladla merzuk kılındığınızı yazmışsınız. Bilesiniz ki hayır ve fazilet, mal ve evlad çokluğunda değil, hilmin çok, ilmin yararlı olmasındadır. Mukaddes beldede bulunduğunuzu yazmışsınız. Mukaddes Belde orada yaşayanları takdis edip yüceltmez. Asıl şeref ve yücelik, Cenab-ı Hakk'ı görür gibi ibadet etmek, ihsan duygusuna ermek, nefsini ölülerden bilip kendinde varlık görmemektir."
Selman (r.a.) bu mektubunda tasavvufun esası sayılan ihsan ve gariplik, yani fakr ve zühd mefhumlarını dile getirip terviç etmektedir.
Peygamberimiz (s.a.)'in elini onun omuzuna koyarak: "Bunlardan öyle erler çıkacak ki iman Süreyya yıldızında olsa muhakkak ona yetişir." bk. Tecrid Trc., XI, 201) buyurup adeta Selman için bir hedef göstermiştir. Belki bu yüzden o, İran'ın fethi sırasında orduda bulunmuş ve halkı nebevi üslupta Hakk'a davet etmeden onlarla savaşmamıştır. İran'ın fethinden sonra da Medain valiliği yapan Selman'ın manevi ve ruhani etki alanı daha çok İran, Isfahan ve ötesi yani Türkistan bölgesidir. Çünkü silsilesinde Selman (r.a.)'a yer veren Nakşbendiliğin en yaygın olduğu bölge, burası olmuştur.
Selman (r.a.) rivayete göre ikiyüz küsur sene yaşamış ve 35/655 yılında vefat etmiştir.
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
3-)Kasım Bin Muhammed (r.a.)
Selman Farisi'den sonra, "altın silsile" tabiîn nesline geçiyor. Emanetin sahibi bu sefer Hz. Ebû Bekir'in torunu Kasım bin Muhammed. Künyesi de Ebu Muhammed. Annesi İran hükümdarlarından Yezdcürd'ün kızı. Bu yüzden Hz. Peygamberin torunu İmam Zeyne'l-abidin ile teyzezade. Hicri 30, Miladi 650 yılında doğdu. Emevi döneminin karışık ve karmaşık siyasi ve sosyal ortamında büyüdü. Halası Hz. Aişe validemizin şefkat ve merhametine mazhar oldu. Hz. Aişe validemizin, onun başını bile tıraş ettiği rivayet edildiğine göre, ona gösterdiği ilgi ve yakınlık anlaşılmış olur.
BABASI İÇİN MAĞFİRET DİLERDİ
Hz. Kasım, Hz. Aişe validemiz başta olmak üzere, Ebu Hüreyre, İbn Abbas gibi büyük sahabilerden hadis ve ilim aldı. Medine'nin yedi büyük fakihinden biri oldu. Hadis ve sünnet bilgisine vukufu, tefsir ilmine vukufundan daha üstündü. Fıkıh ve tasavvufta üstaddı. Yaşadığı dönem, siyasi kargaşaların çok olduğu, emirlerin ve zenginlerin dünyaya fazla rağbet ettiği bir dönemdi. Bu yüzden o yıllarda zahid alimler, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının zühd yaşayışına büyük bir özlem duymaktaydı. Hz. Kasım da bu bağrı yanık, gözü yaşlı bahtiyarlardandı. Babası Muhammed b. Ebu Bekir'in Hz. Osman devrindeki taşkınlıklarından dolayı Cenab-ı Hakk'tan babası adına mağfiret dilerdi.
"Tasavvuf arayı açmak değil, kapamaktı", o da bunu yapmak için güzel hasletleriyle dostluk ve kardeşlik için elinden geleni yapardı. Onun bu fazilet abidesi davranışları çağdaşları, tarafından takdirle karşılanırdı. Nitekim Yahya bin Said: "Biz, çağımızda Kasım bin Muhammed'den daha faziletli birini görmedik" derdi.
Mekke ve Medine arasında Kudeyd denilen yerde 102/720 veya 108/726 yılında yetmiş yaşlarında olduğu halde vefat etti. Ölmeden önce gözlerini kaybetmişti. Öleceğini anlayınca oğluna: "Beni içinde bulunduğum giysilerle;gömlek, izar ve rida ile kefenleyin" dedi. Oğlu: "Babacığım, bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sorduğunda: "Dedem Ebu Bekir de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kafi, sonra dirilerin yeni giysiye ölülerden daha çok ihtiyacı var." cevabını verdi. Bundan sonra oğluna, önce kabrini dümdüz yapmasını, ondan sonra ailesine haber vermesini vasiyet etti.
"ELİMDE OLSA HİLAFETİ ONA VERİRDİM"
Ömer bin Abdülaziz'in "Elimde olsa hilafeti Kasım bin Muhammed' e bırakmak isterdim" diye halim övdüğü. İmam Malik'in "Kasım bu ümmetin fukahasındandır" diye sena ettiği Ebu Bekir torunu, gerçekten asalet ve mehabet timsaliydi. Daima düşünceli ve haşyetliydi. Yüzü gamlı, alnı secdeden aşınmış bir haldeydi.
Ömer bin Abdülaziz ile münasebetleri şöyle başlamıştı. Abdülmelik bin Mervan öldüğünde Ömer bin Abdülaziz çok üzülmüş, yetmiş gün süreyle yas tutmuştu. Bunu duyan Kasım, Halife 'nin yanına giderek: "Bilmez misin ki, eslafımız musibeti de, nimeti de aynı gözle görür ve aynı tavırla karşılardı. Nimete tezellül, musibete tecemmül gösterirdi. Yani nimete layık olmadığı düşünerek şükreder, musibete de hikmetini arayarak sabrederdi." Bu nasihattan çok hoşlanan Ömer bin Abdülaziz, Kasım'a ayrı bir ilgi gösterir olmuştu. Çünkü gönlüne onun sayesinde dünyadan zühd anlayışı dolmuştu.
BÜYÜK BİR FAKİH
Kasım fakihti. Sabahın erken saatinde mescide gelir, iki rekat namaz kılar, sonra etrafını çevreleyen insanların muhtelif sorularını cevaplardı. Akşamleyin yatsı namazından sonra arkadaşlarıyla ahiret hakkında sohbetlerde bulunur, onları vera ve takva konusunda aydınlatırdı.
Devrinde ricalden sayılmak fıkhı konulan cevaplamak için "iyi bir sünnet bilgisine sahip olmak gerekti" O, çağdaşları arasında bu konuda da tekti. Bu yüzden rivayet ettiği hadisler genellikle ahkam ve menâ**** dairdi.
Kendisine bilmediği konularda sorulan sorulara "Bilmiyorum" demekten çekinmezdi. Bildikleri için de: "Bildiğim şeyleri gizlemek bana helal olmaz" derdi. Çok üstüne gelenlere de şunu söylerdi: "Kişinin, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'ın kendisine farz kıldığı şeyleri bildikten sonra cahil olarak yaşaması, bilmediği şeyler hakkında söz söylemesinden daha iyidir."
İtikadı konulardaki bocalamaları ve özellikle Kaderiyecilerin sapık fikirlerini hoş karşılamaz ve bu görüşlerde ısrar edenlerin lanete uğrayacağını söylerdi.
100 BİN DİRHEMİ FUKARAYA DAĞITTI
Zahiddi, zühdünün gereği, kendisine verilmiş bulunan 100. 000 dirhem ganimet malına elini sürmemiş, fukaraya dağıtmıştı. Sıkıntılı ve dar zamanında ihtiyacı olduğu halde kendisine verilen zekat malını fukaraya dağıtırdı. Yine böyle bir para getirildiğinde onları fakirlere dağılıp namaza durdu. Yanında bulunanlar, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Her biri bir şey söyledi. Oğlu da şöyle konuştu: "Siz zekatınızı öyle birine pay ettidiniz ki, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'a andolsun, kendisine bir kuruş bile ayırmadı." Kasım bu söz üzerine namazı kısa tuttu ve selam verince oğluna: "Yavrum, bildiğin şey hakkında konuş, bilmediğin konularda diline sahip ol" dedi. Kasım, bu ifadesiyle aslında çocuğuna: "her doğrunun her yerde söylenmemesi gerektiğini" öğretmek istemişti. Yoksa oğlunun söyledikleri doğruydu. Fakat yanında, kendisi hakkında böyle sözler sarfetmesi onu rahatsız etmişti.
Birgün vasiyetini yazdırmak üzre bir katip çağırdı ve katibe:
"Yaz" dedi. "Bu Kasım bin Muhammed'in vasiyyetidir. Kasım, http://www.yesilforum.com/Smileys/de...icon_allah.gif'tan başka tanrı bulunmadığına şahidlik eder. Eğer o, buna şahidlik edenlerden olmasaydı, şakilerden olur, yolunu şaşırırdı." Kasım bu sözleriyle kalpte bulunan gerçek iman duygusunun insanı şakavetten ve sapıklıktan alıkoyacağını ve imanın insanı hayra götüren bir muharrik bulunacağını anlatmak istemekteydi. Aslında zikir, namaz ve her türlü ibadetten gaye de bu imanı güçlendirip hayatımıza yön vermesini sağlamak değil midir?
NAZİK BİR KONU
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi ilmine güvenmez, bildiğiyle övünmezdi. Nitekim bir bedevi gelip birgün kendisine: "Sen mi daha alimsin, yoksa Salim mi?" diye sordu. Bu Salim muhtemelen Hz. Ömer'in torunu olan Salim olmalıdır. Kasım, zor bir soruyla karşı karşıyaydı. "Ben daha alimim" dese, nefsine pay çıkarmış olacaktı. Bu ise edebine yakışmazdı. "Salim benden daha bilgilidir" dese, işin gerçeği o değildi. Çünkü Salim'in bilgisi kendisinden daha azdı. En iyisi bu safhada nefsine pay çıkarmadan ve fakat Salim'i de incitecek bir söz sarfetmeden cevap vermekti. Kasım öyle yaptı: "Salim gerçekten saygıya layık değerli bir insandır" dedi.
Sıddikî silsile, Hz. Ebu Bekir Sıddîk'tan sonra arasına Selman'ı katarak Kasım île yine Sıddîk ailesine geçdi. Kasım, devrinin değerli bir mürşid ve mübelliğ olarak Arap, Acem demeden bütün ümmete hizmet etti. Annesinin İranlı olması sebebiyle Farsça da bildiği için tesir alanı hayli genişti. Ancak onun çağında İslami İlimler henüz bağımsızlık kazanmamıştı. Bu yüzden o, hadis öğretirken; sünneti anlatırken onlarla birlikte fıkıh ve tasavvufu da talim etmekteydi. O devirdeki bütün alimlerin durumu aşağı yukarı aynıydı. Özellikle mutasavvıflar, tasavvufun yanında ya hadis, ya da fıkıh ilmiyle meşguldüler. Hatta fıkıh ilmi, akaid ilmini de içine almaktaydı. Bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber":İnanç esasları demekti. Nitekim İmam-ı Azam'ın aynı adı taşıyan eseri inanç esaslarını kapsamaktadır.
Hz. Kasım'dan sonra silsile, ehl-i beyt'e intikal ederek İmam Cafer-i Sadık hazretlerine geçecektir.
- rahmetullahi aleyhimâ -
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
ellerinize sağlık paylaşım için Allah Razı olsun...
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
Alıntı:
tugaygalip Nickli Üyeden Alıntı
ellerinize sağlık paylaşım için Allah Razı olsun...
teşekkür ederim kardeşim..
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
emeğine sağlık hayrunnisa kardeşim...
gerçekten çok güzel bir paylaşım olmuş....
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
teşekkürler mehmet_can kardeşim..
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
ALLAH C.C. razı olsun kardeşim
emeğine sağlık...
RABBİM bizi hakiki evlat olmayı nasip eylesin...amin
dua ile.....
Cevap: üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.z Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu
Elinize sağlık, Allah razı olsun..