-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tarık suresi ayet 14
O, bir şaka değildir.
Yani yağmurun yağması ve bitkilerin yeryüzünü yararak çıkması nasıl bir oyun olmayıp, ciddi bir iş ise, Kur'an'daki haber (insanın Allah'a dönmesi) de bir oyun değildir. Bilâkis o kesin bir sözdür ve bu va'd yerine gelecektir.
Tarık suresi ayet 15
Doğrusu onlar, hileli bir düzen planlayıp-kuruyorlar;
Yani, kâfirler Kur'an mesajını yenilgiye uğratabilmek için her türlü yola başvurmaktadırlar. Bu ışığı önleyebilmek ve insanları şüpheye düşürebilmek için, peygambere karşı iftira kampanyası açmışlardır. Ancak bu takdirde küfr ve cehalet devam edebilecektir. Allah'ın Elçisi ise, bu karanlığı aydınlığa dönüştürmeye çalışmaktadır.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tarık suresi ayet 16
Ben de bir düzen kurup hazırlamaktayım.
Yani, Allah'ın tedbiri sayesinde, onların tüm hileleri boşa çıkacak ve önlemeye çalıştıkları aydınlık yayılacaktır.
Tarık suresi ayet 17
Sen şimdi küfretmekte olanlara bir mühlet ver, kendilerine az bir süre tanı.
Yani onlara bir zaman tanı, bırak ne yaparlarsa yapsınlar. Onlar çok geçmeden yaptıklarının karşılığını görecekler ve tedbirleri boşa çıkacaktır.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
İnfitar suresi ayet 1
Gök yarıldığı zaman,
İnfitar suresi ayet 2
Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman,
İnfitar suresi ayet 3
Denizler fışkırtıldığı zaman,
Âyette geçen "Denizler fışkirtılacaktır." ifadesi Abdullah b. Abbas tara*fından "Birbirlerine karışacaklardır." Şeklinde, Katade tarafından "Suyu tatlı olan denizler suyu tuzlu olanlara karışacaktır." şeklinde, Hasan-ı Basri tarafın*dan "Birbirlerine karışıp suları yok olacaktır." şeklinde, Kelbî tarafından ise "Fışkırıp dolacaklardır." şeklinde izah edilmiştir.
İnfitar suresi ayet 4
Kabirlerin içinde olanlar dışına çıkarıldığı zaman,
İnfitar suresi ayet 5
Her nefis neyi yaptığını neyi de ertelediğini bilecektir.
Âyette geçen "Her nefis neyi yaptığını neyi de ertelediğini bilecektir." ifadesi Kurezi tarafından "Herkes kıyametin koptuğu günde o gün için kendisi*ne fayda verecek ne gibi salih amelleri işlediğini ve ölümünden sonra ne gibi amellerin yapılmasına sebep olduğunu bilecektir." şeklinde izah edilmiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
İkrime, Abdullah b. Abbas, Katade ve İbn-i Zeyd ise bu âyeti şu şekilde izah etmişlerdir: "İnsan, kıyametin koptuğu gün, kendisine farz kılınan hangi amelleri işlediğini ve hangi amelleri de işlemeyip terkettiğini bilmiş olacaktır."
Diğer bir kısım âlimler ise bu âyeti: "Her nefis işlediği hayır ve şerri ve işlemediği hayır ve şerri bilecektir." şeklinde izah etmişlerdir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Şems suresi ayet 1
Güneşe ve onun parıltısına andolsun.
Burada "duha" kelimesi kullanılmıştır. Kelime, aydınlık ve ısıya da delalet etmektedir. Arapça'da bunun genel anlamı, güneşin epeyce yükselmesini ifade eden kuşluk vaktidir. Ama güneş yükseldiği zaman sadece aydınlık değil ısı da verir. Onun için "duha" kelimesi güneş'e nispet edildiği zaman, "aydınlık" ve dolayısıyla gündüzün güneşli olması tam olarak ifade edilmiş olur.
Şems suresi ayet 2
Onu izlediği zaman aya,
Şems suresi ayet 3
Onu (güneş) parıldattığı zaman gündüze,
Şems suresi ayet 4
Onu sarıp örttüğü zaman geceye,
Yani, gece geldiğinde güneş örtülmüş olur. Gündüzün aydınlığı gece olunca kararır. Bu durum şöyle açıklanmıştır: Gece güneş'e ortaktır. Çünkü gece olduğu zaman güneş ufuktan aşağı batar. Dolayısıyla unun aydınlığı dünyanın gece olan kısmına ulaşmaz.
Şems suresi ayet 5
Göğe ve onu bina edene,
Yani, tavan gibi onu yeryüzüne astık. Bu ayette ve sonraki iki ayette "ma" kelimesi kullanılmıştır. Yani, "ma bennahâ", "ma tahahâ", "ma sevvaha" şeklinde kullanılmıştır. Müfessirler bu "ma"yı mastar olarak anlamışlardır. Buna göre ayetleri şöyle tefsir etmişlerdir: "Gökyüzünü kaim etmeye yemin olsun", "yeryüzünü beşik yapmaya yemin olsun", "nefsin düzenlenmesine yemin olsun". Bu üç cümleden sonraki ifade olan "nefse takva ve fücuru ilham etti" sözü, yukarıdaki tefsirlere uymamaktadır. Diğer müfessirler "ma"yı, "men" veya "ellezi" manasında anlamışlar ve bu cümlelerin anlamını şöyle vermişlerdir: "gökyüzüne asan", "yeryüzünü döşeyen" ve "nefsi düzenleyen".
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Şems suresi ayet 6
Yere ve onu yayıp döşeyene,
Şems suresi ayet 7
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene,'
Düzenlemekten kasıt, insana doğru ve dik bir cisim verilmesi; el, ayak ve beyin itibariyle insanın uygun bir hayat yaşayabilmesi için bunların hepsinin uyumlu olmasıdır. İnsana görme, duyma, dokunma, tatma ve koklama hisleri verilmiştir. Bunların aracılığıyla en iyi şekilde ilim elde edebilir. Ona akıl, düşünce ve mantık, hayal gücü, hafıza, temyiz gücü, karar verme gücü, irade kuvveti ve diğer pek çok kuvvetler bağışlanmıştır. Bunlar dolayısıyla dünyada iş yapmaya muktedirdir. "Düzenleme" ifadesi, insanların kötü yaratılmadığı, iyi fıtrat üzere yaratıldığına da şamildir. Yapısında hiçbir eğrilik ve eksiklik bırakılmamıştır ki doğru yola gitmesine engel olsun. Aynı konu Rum suresinde şöyle belirtilmiştir: "Sen yüzünü Allah'a birleyici olarak doğruca din'e çevir. Allah'ın fıtrat kanununa ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rum 30) . Rasulullah (s.a) da şöyle açıklamıştır: "Her çocuk fıtrat üzere yaratılmıştır. Ancak ana ve babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar. Hayvan ana karnından sağlam olarak doğar. Onu, kulağı kesik olarak doğmuş gördün mü?" (Buharî, Müslim) . Yani müşrikler cahiliye hurafeleri dolayısıyla sonradan hayvanların kulaklarını keserler. Yoksa Allah (c.c.) hiçbir hayvanı ana karnından, kulağı kesik olarak dünyaya göndermez. Diğer bir hadiste Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim buyuruyor ki, ben bütün insanları hanif (salim fıtrat) olarak dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar gelerek onu din (onun fıtrî dini) 'den saptırdılar. Benim helal ettiklerimi onlara haram ettiler. İnsanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müsned-i Ahmed) Müslim'de de bunun benzeri bir rivayet vardır.
Şems suresi ayet 8
Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun) .
"İlham", "lehm" kelimesinden türemiştir. "Yutmak" anlamına gelir. "Lahama şey'un ve tehemehû" yani, "filan şahıs o şeyi yuttu" ve "elhemtuhu eş-şey" yani "ona yutturduk". Bu anlam esas alınarak, anlam itibariyle "ilham", ıstılah olarak Allah (c.c.) tarafından insanlara şuur dışında, zihinlerinde yerleştirilmiş manasında kullanılmıştır.
İnsanın nefsine iyi ve kötü'yü ilham etmenin iki anlamı vardır. Birincisi, yaratıcısı ona iyi ve kötü eğilimi yerleştirmiştir ve bu his herkeste mevcuttur. ikincisi, herkeste şuursuz olarak şu tasavvurlar oluşmuştur: Ahlâk bakımından hangi şey iyi, hangi şey kötüdür ve iyi ahlâk ve amel ile kötü ahlâk ve amel birbirine eşit değildir, fücur (kötü ahlâk) çirkin bir şeydir, takva (kötülükten sakınmak) iyi bir şeydir. Bu düşünceler insan için yabancı değildir. İnsanın fıtratı buna aşinadır. Yaratıcısı ona doğuştan iyi ve kötüyü temyiz etme yeteneği vermiştir. Aynı nokta Beled suresinde şöyle ifade edilmiştir: "Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (Beled 10) . Dehr suresinde ise "Biz ona yolu gösterdik. Ya şükredici veya nankör olur" (Dehr 3) denmiştir. Kıyamet suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Kendini kınayan (nedamet çeken) nefse yemin ederim ki..." (Kıyamet 2) ve "Doğrusu insan kendisini kurtarmak gayesiyle delil gösterse bile (kendini kurtaramaz) . Çünkü gözü, dili ve ayağı gibi bütün uzuvları kendi aleyhinde şahitlik eder" (Kıyamet 14-15)
Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki, Allah (c.c.) fıtrî ilhamı her mahlukatın mahiyetine göre vermiştir. Tâhâ suresinde şöyle ifade edilmiştir. "Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir, dedi." (Tâhâ 50) . Örneğin hayvanların her çeşidine kendi ihtiyacına göre ilim ilhamı verilmiştir. Sözgelimi balık kendi kendine yüzmeye başlar, kuşlar uçar, arılar kendi kendine petek yapar. İnsanlara da çeşitli mahiyetlerine göre ilham yoluyla ilim verilmiştir. İnsanın bir yönü, hayvanî varlığa sahip olmasıdır. Bu açıdan ilham yoluyla ilme en iyi örnek, doğumdan hemen sonra çocuğun annesinden süt emmeye başlamasıdır. Eğer Allah (c.c.) fıtrî olarak ona bu ilmi vermeseydi dünyadaki hiçbir teknik bunu öğretemezdi. İnsanın diğer yönü, kendisine akıl verilmiş olmasıdır. Bu bakımdan insanlar ilham yoluyla verilen ilim işinde peş peşe keşif ve icatlarda bulunarak medeniyeti ileri götürmüşlerdir. İcat ve keşiflerin tarihine bakılırsa görülecektir ki, icat kişinin kafa yormasının sonucu değildir. Her icat, başlangıçta insanın zihninde birdenbire oluşan ilhama dayanarak gerçekleşmiş, sonra da yeni bir icat olmuştur. Bu iki mahiyet dışında kişinin bir de ahlâkî varlığı sözkonusudur. Bu bakımdan Allah (c.c.) ona hayır ve şerrin farkını; hayrın iyi, şerrin ise kötü bir şey olduğunu ilham olarak vermiştir. Bütün insan toplumlarının hayır ve şer tasavvurundan yoksun olmaması evrensel bir gerçektir. Bu nedenle tarihteki her nizamda iyiliğe mükafaat ve kötülüğe ceza tasavvuru vardır. Değişik şekilde de olsa bu vardır. Her devirde ve medeniyetin her seviyesinde bu tasavvurun mevcut olması, bunun insanın fıtratında mevcut olduğunun apaçık ispatıdır. Diğer bir delil de, bu tasavvuru insanın fıtratında Hakim yaratıcısının varetmesidir. Çünkü bu tasavvurun, insanın meydana geldiği maddi unsurlardan ve bu dünyanın maddî nizamını işleten kanunlardan kaynaklandığına dair bir iz yoktur.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
tahsin33 paylaşımlarınız için tşk ederiz Emeğinize sağlık Allah(c.c) razı olsun...
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Emeğinize sağlık Allah(c.c) razı olsun...
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Şems suresi ayet 9
Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur.
Şems suresi ayet 10
Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.
Burada, yukarıdaki ayetlerde zikredilen şey üzerine yemin edilmiştir. Şimdi bu şeylerin nasıl delil olduğunu düşünelim. Kur'ân-ı Kerim'in üslubunda, insanın zihnine yerleştirilmek istenen gerçekler için, görülen şeyleri delil olarak ileri sürmek vardır. İnsan bu şeyleri ya görmekte ya da bu şeyler kendi içinde mevcut bulunmaktadır. Bu üsluba uyularak burada da birbirine zıt iki şey, alamet ve neticelerinin aynı olmadığı, birbirinin tersi olduğu şeklinde ileri sürülmüştür. Bir tarafta güneş çok parlak ve aynı zamanda sıcaktır. Onun karşısında ay'ın kendisi aydınlık değildir. Güneş varken o gökte olmasına rağmen görünmez. Ancak güneş battıktan sonra parlar. O zaman da geceyi gündüze çevirecek kadar aydınlık olmaz. Ayrıca onun parlaklığında, güneşin ısısı ile meydana gelen şeyleri oluşturacak kadar sıcaklık da yoktur. Ama ay'ın kendine has bazı özellikleri de güneşte yoktur. Aynı şekilde bir tarafta gündüz diğer tarafta gece olması birbirinin zıttıdır.
İkisinin tesir ve sonuçları da aynı değildir. hatta en ahmak insan bile gece ve gündüzün aynı olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyemez. Diğer taraftan, Allah (c.c.) göğü yükseğe asmış ve yeryüzünü gökyüzü altında yatak gibi döşemiştir. İkisi de kainata ve nizamına hizmet etmektedirler. Ama ikisinin tesir ve neticeleri gök ile yer kadar farklıdır. Bu deliller ileri sürüldükten sonra insanın nefsine işaret edilerek şöyle buyurulmuştur. İnsanın parçalarını, hislerini, zihnî kuvvetlerini tam bir uygunluk içinde düzenleyerek; yaratıcısı onun içine, birbirine zıt olan iyilik ve kötülüğü iki eğilim olarak yerleştirmiştir. Aynı zamanda ilham yoluyla ikisi arasındaki fark da anlatılmıştır. Buna göre birisi fücurdur ve kötü bir şeydir, öbürü ise takvadır ve iyi bir şeydir. Şimdiye dek güneş ve ay, gece ve gündüz, gök ve yeryüzü nasıl aynı şey olmadıysa, onların tesir ve neticeleri nasıl birbirinden farklı ise, fücur ve takva da birbirine zıttır. Buna rağmen ikisinin sonucu nasıl aynı olabilir? İnsan bu dünyada iyilik ve kötülüğü bir tutmaz. Hayır ve şer, iyi ve kötünün ölçüsü ne olursa olsun onun iyi kabul ettiği şey değerlidir, onu övmelidir. Karşılığında ayrıca mükafaat da vermelidir. Bunun tersine onlara göre kötü olan şey de kötülenmelidir ve onu işleyene ceza verilmelidir. Ama asıl karar insanın elinde değildir. Bu, insana fücur ve takvayı ilham eden yaratıcıya aittir. Aslında fücur, yaratıcı indinde fücurdur. Takva da O'nun kabul ettiği takvadır. Allah'ın indinde bu iki şeyin neticesi de ayrıdır. Birisi kendini tezkiye edenlerin kurtuluşa ve başarıya erişeceği sonuçtur. Diğeri ise, kendini nefsanî isteklere bağlayanların sonucudur. Onlar başırısızlığa ve hüsrana uğrayacaklardır.
"Tezkiye"nin manası temizlemek, yetişmektir. Siyak ve sibaktan da anlaşılıyor ki, kim nefsini fücurdan temizler, takvaya yükselir ve içinde iyilik geliştirirse o kişi kurtuluşa ulaşır. Bunun karşısında "dessâhâ" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin mastarı "tedessiye"dir. Manası bastırmak, örtmek, kaçırmak ve saptırmaktır. Siyak ve sibakına göre anlamı şöyle olur: Nefsinin iyilik eğilimlerini bastıran ve nefsini kötülük eğilimlerine çeken kişi. Fücura o kadar destek verir ki, takvayı bastırır ve tıpkı toprağın ölüyü saklaması gibi takvayı saklar. Bu kişi hüsrana uğrayacaktır. Bazı müfessirler bu ayetin manasını şöyle vermişlerdir, "Hüsrana düşmüş o kişi ki, Allah (c.c.) onun nefsini bastırmıştır." Ancak bu tefsir dil bakımından yanlıştır. Çünkü Kur'an'ın beyan şekline aykırıdır. Burada failin Allah (c.c.) olduğu söylenmek istenseydi o zaman ayet şöyle olurdu: "Kurtulmuş o kimse ki Allah (c.c.) onun nefsini bastırmış". İkincisi, bu tefsir aynı konuyla ilgili olarak Kur'an'ın diğer yerlerinde geçen ifadeye terstir.
A'lâ suresinde Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir." (A'lâ 14) Allah (c.c.) Abese suresinde Rasululüllah'ı muhatab alarak şöyle buyurmuştur: "Onun tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese7) . Bu iki ayette kendini temizlemek kulun fiili olarak zikredilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de yer yer bu dünyanın insan tipi için imtihan yeri olduğu belirtilmiştir. Mesela Dehr suresinde, "Doğrusu biz insanı, halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık. İmtihan için onu işitici, görücü yaptık" (Dehr 2) denmiştir. Mülk suresinde de şöyle buyurulmuştur: "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır" (Mülk 2) . Buradan anlaşılıyor ki, eğer imtihan eden imtihan edilenleri önceden temizlemişse imtihanın bir anlamı yoktur. Onun için sahih tefsir, Katade, İkrime ve Said b. Cübeyr'den rivayet edilen tefsirdir. Buna göre "zekkâha" ve "dessâha"nın faili Allah (c.c.) değil, kuldur. İbn Abbas'tan Dahhak, ondan Cüveybir b. Said, ondan İbn Ebî Hatim'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a) bu ayetin anlamını şöyle açıklamıştır: "Kurtuluşa ulaşmış o nefs ki Allah (c.c.) onu temizlemiş". Bu Hadis Rasulullah'tan sabit değildir. Çünkü Hadis'in senedindeki Cüveybir, metruk-u hadis'tir. Dahhak ise İbn Abbas'ı görmemiştir. Fakat İmam Ahmed, Müslim, Neseî ve İbn Ebi Şeybe'nin Hz. Zeyd b. Erkam'dan rivayet ettiği hadis sahihtir. Rasulullah bu hadiste şöyle dua etmiştir: "Allah'ım nefsime takva bağışla ve onu temizle. Sen temizleyenlerin en iyisisin, velimsin, mevlamsın." Benzeri kelimelerle İmam Ahmed, Taberânî, İbn Merduye ve İbn Münzir; Abdullah b. Abbas ve Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Anlamı şudur: Kul tezkiye için istekte bulunabilir. Onu nasip ve tevfik etmek her hâlükârda Allah'a bağlıdır. Aynı şey "tedessiye" için de geçerlidir. Allah (c.c.) kimsenin nefsini zorla kötülüğe sevketmez. Ama bir insan kötülükte ısrar ederse Allah (c.c.) onu takva ve tezkiyeden mahrum eder. Onun nefsini bırakır ki pisliğe batarsa batsın.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
ArzuNur, yagmur-damlası,
Allah CC sizlerden de razı olsun
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Kevser suresi ayet 1
Şüphesiz, biz sana Kevser'i verdik.
Burada kullanılan "Kevser" kelimesinin tam karşılığı sadece lisanımızda değil, hiçbir lisanda bir tek kelime ile verilemez. Bu kelime, kesretin mübalağa sigasıdır. Lugat manası, "sınırsız bolluk"tur. Ama burada kullanılış biçimi ile sadece kesret değil, aynı zamanda hayr, iyilik ve nimette de bolluk anlamı taşır. Bu kesretten, ifrat ve çokluğun en aşırısı kasdedilmiştir. Bundan kasıt, bir hayr ve iyilik değil, sayısız iyilik ve nimetlerin çokluğudur. Surenin tarihi arka-planında açıkladığımız gibi, o zamanki şartlar gözönüne alınırsa, düşman, Hz. Muhammed'in (s.a.) her bakımdan kötü durumda olduğunu zannediyordu. Onlara göre Rasulullah kavminden kesilmekle çaresiz kalmış, ticareti mahvolmuş, ismini devam ettirebilecek erkek çocuğu ölmüş, yanında sayılı birkaç kişiden başkası yer almamış, değil Mekke'de, bütün Arabistan'da kulak asılmayan bir dava edinmişti. Onun için Kureyşlilere göre Rasulullah'ın kaderi, bu davada başarısız olacağı ve öldükten sonra da Onu hatırlayan kalmayacağıydı. Bu şartlarda Allah (c.c.) tarafından "Biz sana Kevser verdik" buyurulmuştur. Buradan kendiliğinden şu anlam çıkmaktadır: "Muhaliflerin zannediyorlar ki, sen mahvoldun. Sana daha önce verilen nimetlerden de mahrum olduğunu sanıyorlar. Ama gerçek şu ki, biz sana sınırsız iyilik ve sayısız nimetler bağışladık. Bu nimetler arasında Rasulullah'ın sahip olduğu sayısız ahlâkî faziletler de vardır. Bunun içine nübüvvet, Kur'an, ilim ve hikmet gibi büyük nimetler de girer. Bu, tevhid ve hayat nizamının nimetine de şamildir. Bu nimet, herkesin anlayacağı, akıl ve fıtrata uygun, bütün dünyaya yayılabilecek özellikteki evrensel usûlleri içerir ve sürekli yayılmaya devam edecektir.
Bu, "refea ez-zikr" (Rasulullah'ın zikrinin yükselmesine) de şamildir. Bundan dolayı Rasulullah'ın mübarek ismi 1400 seneden beri dünyanın her köşesinden yükselmektedir ve kıyamete kadar da yükselecektir. Bu, Rasulullah'ın davetinin daha sonra evrensel bir ümmet meydana getirmesine ve bu ümmetin, hak din İslam'ın bayraktarı olması nimetine de şamildir. O nimetin içinde, temiz ve yüksek ahlâkta insanların diğer ümmetlerden çok olması da vardır. O ümmet, bozuk halde iken bile diğer bütün ümmetlerden daha çok iyilik taşıyacaktır. Bunda, Rasulullah'ın, hayattayken davetin başarısını görmesi nimeti de vardır. O'nun meydana getirdiği cemaat bütün dünyaya hakim olmaya muktedirdi. Bunda, Rasulullah'ın erkek çocuktan mahrum olmasına rağmen düşmanın zannettiğinin tersine, bu dünyada izinin kalması nimeti de şamildir. Allah, Müslümanları O'nun manevi evlatları yaparak kıyamete kadar isminin yükselmesini sağlamıştır. Ayrıca kızı Fatıma'dan da cismanî evlat bağışlamış ve böylece neslinin bütün dünyaya yayılmasını sağlamıştır. Bu evlatların sahip olduğu şeref Rasulullah'a nispet edildiklerinden dolayıdır.
Allah'ın Rasulullah'a ne kadar bol nimet nasip ettiği bu dünyada da görülebilir. Bunun dışında "kevser"den murad, iki tane daha büyük nimettir. Allah (c.c.) bunları Rasulullah'a ahirette verecektir. Onların mahiyetini anlama imkanımız yoktur. Onun için Rasulullah bunları açıklamıştır. Buna göre Kevser'den murad, kıyamet günü haşr meydanında Rasulullah'a verilecek olan bir Kevser havuzudur. İkincisi, Rasulullah'a cennette verilecek olan Kevser nehridir. Bu ikisi hakkında çok hadis rivayet edilmiştir. Bu hadisler o kadar çok raviden nakledilmiştir ki sıhhati hakkında en ufak bir şüpheye bile mahal yoktur.
Kevser havuzu hakkında Rasulullah'ın açıklaması ayrıntısı ile şöyledir:
a) Bu havuz kıyamet günü Rasulullah'a verilecektir. Herkesin susadığı o zor şartlarda O'na bu havuz verilecektir. Rasulullah bu havuzdan ümmetine su verecektir. Oraya önce Rasulullah varacak ve havuzun arkasına gelecektir. Rasulullah buyurdu ki, "Ümmetim o havuz başında toplanacaktır." (Müslim, Kitabu's-Salat; Ebu Davud, Kitabu's-Sünne) "Ben o havuza sizden önce ulaşacağım." (Buharî, Kitabu'r-Rikak ve Kitabu'l-Fiten; Müslim, Kitabu'l-Fedail ve Kitabu't-Taharet; İbn Mace, Kitabu'l-Menasık, Kitabu'l-Zühd; Müsned-i Ahmed'de İbn Mesud, İbn Abbas ve Ebu Hureyre'den rivayet) "Ben sizden önce oraya varacağım ve sizin için şahitlik yapacağım.
Allah'a yemin ederim ki o havuzu şimdiden görmekteyim." (Buharî, Kitabu'l Cenaiz, Kitabu'l-Megazî, Kitabu'r-Rikak) Rasulullah bir defasında Ensar'a şöyle buyurdu: "Benden sonra siz bencillik ve akrabayı kayırma ile karşı karşıya kalacaksınız. Siz, Kevser havuzu başında benimle buşulana kadar sabredin" (Buharî, Kitabu'l-Menakıbu'l-Ensar ve Kitabu'l-Megazî; Müslim, Kitabu'l-İmare; Tirmizî Kitabu'l-Fiten) "Ben kıyamet günü havuzun ortasında olacağım." (Müslim, Fedail) Ebu Berza Eslemi'ye sorulmuştur: "Siz havuz hakkında Rasulullah'tan bir şey duydunuz mu?" O da cevap vermiş ve "Bir değil iki değil, üç değil, dört değil, beş değil pek çok defa duydum. Onu yalanlayanlara Allah (c.c.) O'nun suyunu nasip etmesin" demiştir. (Ebu Davud, Kitabu's-Sünne) Ubeydullah b. Ziyad, havuz hakkındaki rivayetleri yalan kabul ediyordu. Hatta o, Ebu Berza Eslemî, Bera b. Azib ve Aziz b. Amr'ın bütün rivayetlerini yalanlamıştı. Sonunda Ebu Sebre, üzerinde Resulullah'ın, "Bilin, benim ve sizin buluşmanız havuz başında olacak" sözünün yazılı olduğu ve Abdullah b. Amr bin As'tan duyarak naklettiği bir yazı göstermiştir.
b) O havuzun genişliği hakkında çeşitli rivayetler vardır. Ama pek çok rivayete göre uzunluğu, Eyle'den (İsrail'in bugünkü Eylat limanı) Yemen'in San'a şehrine kadar veya Eyle'den Aden'e kadar, ya da Amman'dan Aden'e kadardır. Genişliği ise Eyle'den Huafa'ya (Cidde ve Rabiğ arasında bir yer) kadar olacaktır. (Buharî Kitabu'r-Rikak, Ebu Davut et-Tayalisî hadis no: 995; Müsned-i Ahmed, Hz. Ebubekir ve İbn Ömer'den rivayet, Müslim, Kitabu't-Taharet ve Kitabu'l-Fedail; Tirmizî, Ebvabu'l Suffetu'l Kıyame; İbn Mace, Kitabu'z-Zühd) Bundan da anlaşılıyor ki, kıyamet günü bugünkü Kızıldeniz'in Kevser havuzuna çevrileceği sanılıyor. En doğrusunu Allah (c.c.) bilir.
c) Bu havuz hakkında Resulullah buyurdu ki, "Bunun içine bir cennet nehrinden su aktarılacaktır." (Bunu ileride anlatacağız.) Yani iki kanal aracılığıyla buraya cennetten su verilecektir. (Müslim, Kitabu'l Fedail) Diğer bir rivayette, "Cennetin Kevser nehrinden bir nehir, bu havuz tarafına akıtılacaktır" buyurulmuştur. (Müsned-i Ahmed, İbn Mesud'tan rivayet) .
d) Rasulullah bunun keyfiyetini şöyle açıklamıştır: Bu havuzun suyu sütten (Bazı rivayetlere göre gümüşten, bazılarına göre de kardan) daha beyaz olacaktır. Buzdan daha fazla serin ve baldan daha tatlı olacaktır. Suyun altındaki toprağın kokusu misk kokusu olacaktır.
Gökteki yıldızlar kadar ibrik orada hazır bulunacaktır. Bu havuzdan bir defa su içen hiçbir zaman susamayacaktır. Bundan mahrum kalan da hiç bir zaman susuzluğunu gideremeyecektir. Bütün bunlar lafzî farklılıklar ile pek çok hadiste nakledilmiştir. (Buharî, Kitabu'r-Rikak; Müslim, Kitabu't-Taharet ve Kitabu'l-Fedail; Müsned-i Ahmed, İbn Mesud'dan, İbn ömer b. As'tan rivayetler; Tirmizî, Ebvabu'l Suffetu'l Kıyame; İbn Mace, Kitabu'z Zühd; Ebu Davud, Tayalisî hadis no: 995 ve 2135) .
e) Rasulullah kendi devrindeki Müslümanları tekrar tekrar uyararak kendisinden sonra sünnetini değiştirenlerin bu havuzdan uzaklaştırılacağını ve bu havuza gelmelerine izin verilmeyeceğini bildirmiştir. Rasulullah şöyle demiştir: "Ben diyeceğim ki bunlar benim ashabımdır. Bana şöyle cevap verilecek; sen bilmiyorsun onlar senden sonra neler yaptılar. Ondan sonra ben de onları defederek uzaklaşmalarını söyleyeceğim." Bu konu pek çok rivayet ile açıklanmıştır. (Buharî, Kitabu'r Rikak, Kitabu'l Fiten; Müslim, Kitabu't Taharet, Kitabu'l Fedail; Müsned-i Ahmed, İbni Mesud ve Ebu Hureyre'den rivayet; İbn Mace, Kitabu'l Menasık, İbn Mace'nin bu konuda naklettiği hadislerde çok açık ifadeler vardır. Rasulullah buyurdu ki, "Ben sizlerden önce havuz başında olacağım. Sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim. O zaman beni mahcup etmeyin. İyi bilin ki bazılarını kurtaracağım, bazıları ise benden uzaklaştırılacak. Ben, Ey Rabb'im bunlar benim ashabımdır, diyeceğim. Allah (c.c.) buyuracak ki, sen bilmezsin, onlar senden sonra ne gibi şeyler icad ettiler." (İbni Mace'nin bu rivayetini Rasulullah Arafat'ta hutbede söylemiştir.)
f) Rasulullah kendi döneminden sonra kıyamete kadar gelecek olan Müslümanları, onların aralarından da Rasulullah'ın yolundan sapanların bulunacağı ile uyarmıştır. Rasulullah, "sünnetimi değiştiren bu kişiler havuzdan uzaklaştırılacaklardır. Ben diyeceğim ki; Rabb'im bunlar benim ümmetimdendirler. Bana şöyle cevap verilecek: Sen bilmezsin bunlar senden sonra neleri değiştirerek sapıttılar. Ondan sonra ben de onları kovarak havuza yaklaştırmayacağım." Bu konuda pek çok rivayet bulunmaktadır. (Buharî, Kitabu'l Musakat, Kitabu'r Rikak, Kitabu'l Fiten; Müslim, Kitabu't Taharet, Kitabu's Salât, Kitabu'l Fedail; İbn Mace, Kitabu'z Zühd; Müsned-i Ahmed, İbn Abbas'tan rivayet) .
Havuz hakkındaki rivayetler, elliden fazla sahabeden mervidir. Genellikle bundan kasıt Kevser havuzudur. İmam Buharî, Kitabu'r Rikak'ın son babına, "bâbun fi'l havz ve kahe Allahu inne a'teynâ ke'l kevser" başlığını koymuştur. Hz. Enes'in rivayetinde bir açıklama vardır. Rasulullah Kevser hakkında şöyle buyurmuştur: "O havuz, ümmetimin, etrafında toplanacağı havuzdur."
Cennette Resulullah'a verilecek olan Kevser isimli nehirin zikri pek çok rivayette geçmiştir. Hz. Enes'ten, Miraç'ta Rasulullah'a cennetin gösterildiğine dair rivayetler nakledilmiştir. (Bazı rivayetlerde Rasulullah'ın kavli olarak belirtilmiştir.) O sırada Rasulullah, kenarında inci, elmas ve pırlanta taşlarından bir kubbe yapılmış bir nehir gördü. Altındaki toprak ise misk kokuyordu. Rasulullah Cebrail'e veya kendisini gezdiren meleğe, "bu nedir?" diye sordu O da, "bu Kevser nehridir ve Allah (c.c.) sana hediye etmiştir" dedi. (Müsned-i Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Ebu Davud Tayalisî, İbn Cerir) Hz. Enes'ten rivayet edilmiştir ki, Rasulullah'a şöyle sorulmuştur veya bir şahıs sormuştur: "Kevser nedir?" Rasulullah, "Bu Allah'ın bana cennette verdiği bir nehirdir. Onun toprağı misktir. Suyu sütten daha beyaz ve baldan daha tatlıdır" demiştir. Müslim, Ahmed, Tirmizî, İbn Cerir, Müsned-i Ahmed'deki başka bir rivayete göre Rasulullah Kevser'in özelliğini açıklayarak "içinde taş yerine inci olacaktır" buyurdu. İbn Ömer, Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu nakleder: "Kevser cennette bir nehirdir. Onun kenarı altındandır. Suyu, inci ve elmas üzerinden akmaktadır. (Yani taş yerine inci ve elmas vardır.) Onun toprağı miskten daha iyi kokacaktır. Suyu kardan daha beyaz olacaktır. Buzdan daha serin, baldan daha tatlıdır." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbn Mace, İbn Ebi Hatim, Darimî, Ebu Davud Tayalisî, İbn Münzir, İbn Merduye, İbn Ebi Şeybe) Usame b. Zeyd'den rivayet edilmiştir ki, Rasulullah bir defasında Hz. Hamza'ya gitmişti. O evde yoktu. Hz. Hamza'nın hanımı Rasulullah'ı ağırladı. Konuşması sırasında kadın, "kocam bana, size cennette Kevser isminde bir nehir verildiğini söyledi" dedi. Rasulullah, "evet" dedi ve ekledi, "onun altında yakut, mercan ve inciler olacak." (İbn Cerir ve İbn Merduye bunun senedinin zayıf olduğunu, ama bu konudaki pek çok rivayetin bunu desteklediğini söylerler.) Bu merfu rivayetler dışında, kevserden kastın nehir olduğuna dair Sahabe ve Tabiine ait pek çok kavil nakledilmiştir. Yukarıda zikredilen özellikler bu kavillerde de beyan edilmiştir. Meselâ, İbn Ömer, İbn Abbas, Enes b. Malik, Hz. Aişe, Mücâhid ve Ebu Aliye'nin kavilleri, Müsned-i Ahmed, Buhari, Tirmizi, Neseî, İbn Merduye, İbn Cerir ve İbn Ebi Şeybe gibi hadisçilerin kitaplarında rivayet edilmiştir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Kevser suresi ayet 2
Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.
Bunun farklı tefsirleri çeşitli büyüklerden menkuldür. Bazılar namazdan kastı beş vakit namaz olarak anlamış, bazıları da Kurban bayramı olarak anlamışlardır. Bazıları da bundan kastın namaz olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre "nahr"dan kasıt, namazda elleri bağlamaktır. Bazıları ise namazda elleri kaldırarak tekbir getirmeyi anlamışlardır. Bazıları ise namaza başlarken, rükû ederken, rükûdan kalktığında elleri kaldırmak olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre bundan murad, Kurban bayramı namazı kılmak ve sonra kurban kesmektir. Ama siyak ve sibaka dikkat edildiğinde anlamı şöyle olur: "Ey peygamber, Rabbin sana o kadar büyük iyilik yaptı ve o kadar büyük nimet verdi ki, şimdi onun için namaz kıl ve kurban kes!" Bu emir verildiğinde Kureyş'teki ya da bütün Arabistan'daki müşrikler değil, bütün dünyadaki müşrikler kendi yaptıkları tanrılara ibadet etmekte ve onlar için kurban kesmekte idiler. Burada maksat, namaz ve kurbanı sadece Allah (c.c.) için yerine getirerek müşriklerin tersine kendi yolunda sebat etmesini belirtmektir. Başka bir yerde buyurulduğu gibi: "De ki, namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabb'ı Allah (c.c.) içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim." (En'am, 162-163)
Aynı anlamda İbn Abbas, Ata, Mücahid, İkrime, Hasan Basrî, Katade, Muhammed b. Ka'b el-Kurzî, Dahhak, Rubey b. Ans, Ata el-Horasanî ve pek çok diğer müfessirler benzer açıklamalar yapmışlardır. (İbn Kesir)
Fakat Rasulullah'ın, Allah'ın emriyle kurban bayramı namazı kılıp kurban kesmeye Medine'de başlaması, ayetlerde önce namaz sonra kurban zikredildiği için Rasulullah'ın bu şekilde amel edip müslümanlara da böyle emretmesi bu ayetin ne tefsiri ne de nüzul sebebi değildir. Bu, Rasulullah'ın ayetlerden çıkardığı bir yorumdur. Tabii ki Rasulullah'ın yorumu da bir nevi vahiydir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Kevser suresi ayet 3
Senin düşmanın, asıl sonu kesik (ebter) olandır.
Burada "Şanieke" kullanılmıştır. "Şani", "şe'n" kelimesindendir. Manası, buğz ve düşmanlıktır. Bir şahıs buna dayanarak başka şahsa kötü davranır. Kur'an'da bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Ey müslümanlar, sizden bir grup, düşmanlık nedeniyle bir kavme haksızlık etmesin." Dolayısıyla "şanieke"den kasıt, Rasulullah'a düşmanlık eden herkestir. Düşmanlıkta o kadar ileri gitmiştir ki, Rasulullah'a küfretmekte, O'nu alaşağı etmeye çalışmakta, O'na ayıp yakıştırmaya uğraşmakta ve böylece rahatlamayı amaçlamaktadır.
"Hüve'l ebter" (o ebterdir) buyurulmuştur. Yani, o, Rasulullah'a ebter (kökten kesilmiş) diyor. Halbuki asıl ebter kendisidir. Ebterin açıklamasını surenin girişinde yapmıştık. Bu kelime, "beter" kelimesinden gelmektedir. Manası "diken"dir. Ama ıstılah olarak çok geniş anlamlarda kullanılır. Bir hadiste, ikinci rekatı olmayan tek rekat namaza "buteyra" denmiştir. Yani bu, tek rekat demektir. Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Herhangi önemli bir iş, Allah'ın adıyla başlanmadığı takdirde ebterdir." Yani ona başarı nasip olmaz, sonu da iyi olmaz. Başarısız insana da ebter denir. Vasıta ve imkândan mahrum olana da ebter denir. Bu şahsın iyilik ve hayırdan yana payı kalmamışsa ve onu başarmak için ümidi yoksa buna da ebter denir. Bir kimse kabile, aile ve ona yardımcı olanlardan ilişkiyi keserek yalnız kalmışsa ona da ebter denir. Bir kimsenin erkek çocuğu yoksa veya ölmüşse onun için de ebter kullanılır. Çünkü çocuğunun ölümünden sonra ismini sürdürecek kimse kalmayacaktır. Kureyş'teki kafirler hemen hemen bütün bu anlamlarda Resulullah'a ebter diyorlardı. Bunun üzerine buyurulmuştur ki, "Ey Nebi! Sen ebter değilsin, asıl ebter senin düşmanlarındır." Bu, sadece kafirlerin söylediklerine bir karşılık değildi. Kur'an-ı Kerim'in önceden bildirdiği ve harfiyen doğru çıkan bir gerçekti. Önceden bildirilen bu haber ispatlanana kadar herkes Rasulullah'ı ebter zannediyordu. Hiç kimse, sadece Mekke'de değil, Arabistan'da da meşhur ve başarılı olan Kureyş'in nasıl ebter olabileceğini düşünemiyordu. Onlar, mal, mülk ve evlad nimetlerinin yanısıra bütün ülkede yardımcılara da sahiptiler. Ticaret onların elindeydi. Hac nizamını onlar yönettiği için Arabistan'ın bütün kabileleri üzerinde etkileri vardı. Birkaç sene geçmeden bütün bu durum tersine döndü. Ahzab savaşı sırasında (Hicrî 5) Kureyş ve pek çok Arap, Yahudi kabileleri Medine'ye hücum ederek Rasulullah'ı mahsur bıraktılar. Müslümanlar, şehir çevresinde hendek kazarak kendilerini korumaya mecbur kaldılar. Ama üç seneden kısa bir süre sonra (Hicrî 8) işte bu müslümanlar Rasulullah'ın önderliğinde Mekke'ye hücum ettiklerinde artık Kureyşlilere yardım edecek hiç kimse kalmamıştı. Onlar çaresizlik içinde teslim olmuşlardı.
Ondan sonra bir sene içinde bütün Arabistan Rasulullah'ın eline geçmişti. Ülkenin her köşesinden kabilelerin heyetleri gelerek biat etmişlerdi. İslam'ın düşmanları böylece çaresiz kalmışlardı. Daha sonra onların izleri öyle kaldırılmıştı ki, evlatları bu dünyada devam etmesine rağmen bugün hiç kimse bu evlatların, Ebu Cehil, Ebu Leheb veya As b. Vail ya da Ukbe b. Muiyt gibi İslam düşmanlarının çocukları olduğunu bilmez. Bilseler de, hiç kimse kendisini onlara nispet etmez. Tersine Rasulullah'ın nesli bugün bütün dünyada devam etmektedir. Milyonlarca Müslüman her zaman, Rasulullah'a bağlı olmakla iftihar eder. Binlerce insan sadece Rasulullah'a değil, onun ashabının ailesine mensup olmayı da iftihar vesilesi kabul eder. Mesela bir kimse seyyiddir, Hz. Ali'nin soyundandır. Bazıları Abbasî, bazıları Haşimî, kimisi Sıddıkî, kimisi de Farukîdir. Bazıları Osmanîdir. Kimisi Zübeyrîdir. Kimisi de Ensarîdir. Ama isim olarak Ebu Cehil veya Ebu Leheb olan bir kimse görülmez. Tarih de ispatlamıştır ki, asıl ebter Rasulullah değil düşmanlarıydı ve şimdi de asıl ebter yine Rasulullah'ın düşmanlarıdır.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Ala suresi ayet1
Rabbinin yüce ismini tesbih et,
Tamkarşılığı "Yüce Rabbinin adını tesbih et" şeklinde olan bu ayet birkaç anlama gelmekle birlikte hepsini de mündemiçtir.
a) Allah (c.c.) kendisine layık isimlerle anılmalı, anlam ve kavram bakımından noksanlık ifade eden ya da bir mahlukun ortak koşulmasına veya onlarda zât, sıfat ve efal itibariyle yanlış bir tasavvur meydana gelmesine neden olacak isimlerle anılmamalıdır. Bundan dolayı itiyatlı olmak bakımından en sağlam yol, Allah'ı Kur'an'da bildirilen güzel isimleriyle veya bu güzel isimlerin diğer dillerdeki karşılıkları ile anmaktır.
b) Allah'ın isimlerini mahlukata vermemek gerekir. Bazı sıfat şeklindeki isimler sadece Allah'a mahsus olmadığı gibi, kullar için de kulanılabilir. Örneğin Rauf, Rahim, Kerim, Semi, Basir vs. Fakat bu isimlerin Allah'a atfedildiği şekilde kullanılmamasına dikkat edilmelidir. Örneğin El-Kerim, Er-Rahim, Es-Semi, El-Basir vs.
c) Allah'ın isimlerini tazim ile anmak gerekir. Allah'ın isimlerini uygunsuz yerlerde, istihza ile, hafife alarak, tuvalette, günah işlerken, Allah'ın adı anıldığı zaman alay eden kimselerin yanında ve beyhude işlerin yapıldığı mekânlarda(ki oradaki insanlar bunu duyunca kızarlar) zikretmek uygun olmaz. İmam Malik hakkındaki şu rivayet pek meşhurdur: Ondan bir dilenci para istediğinde, şayet vermeye muktedir değilse, başkalarının dediği gibi "Sana Allah (c.c.) versin" demez ve dilenci de kızgın bir halde birşey söylemeden çeker gidermiş. Diğer insanlar gibi davrandığında, dilencinin sırf bu sebepten ötürü Allah'a isyan edebileceğinden çekinirmiş.
Hz. Ukbe bin Amir el-Cüheynî'den rivayet olunan bir hadise göre, Rasulullah bu ayet nazil olduktan sonra, secde ederken "Subhane rabbiye a'lâ" denmesini, Vakıa suresinin son ayetinin nüzulundan sonra da (Azim olan rabbinin adını tesbih et) "Subhane Rabbiyel azim" denmesini istemiştir. (Müsned-i Ahmet, Ebu Davud, İbni Mace, İbn Hayyan, Hakim, İbn Munzir) .
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
A'lâ suresi ayet 2
Ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi,
Yani yeryüzünden gökyüzüne kadar, kainattaki herşeyi, en mükemmel surette, ölçülü ve düzenli bir şekilde yaratmıştır. Secde-7'de bu husus şöyle anlatılmıştır: "O (Allah) ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı." Bu nizamın mükemmel bir ölçüyle yaratıldığına ve onun bir yaratıcısı olduğuna, bizzat bu muazzam nizamına kendisi şehadet etmektedir... Bu bir tesadüf olmadığı gibi, bir kaç tane yaratıcının da eseri değildir. Çünkü o takdirde sayısız parçaların biraraya getirilmesiyle bu kadar ahenkli ve uyumlu bir güzelliğin oluşması mümkün olmazdı.
A'lâ suresi ayet 3
Takdir etti, böylece yol gösterdi,
Yani herşeyin daha yaratılmadan fonksiyonu tayin edilmiş ve o fonksiyonuna göre şekil almıştır. Kendisine uygun özellikler verilmiş, yaşayacağı yer belirlenmiş, hayatını sürdürebilmesi için ne gibi imkanlar gerekiyorsa temin edilmiş ve nihayet onun sonu da kararlaştırılmıştır. İşte tüm bu plan kaderdir ve bu kader umumi olarak kainattaki her varlık için sözkonusudur. Açıkça anlaşılmaktadır ki, bu kainat plansız, programsız bir oluşum değildir. Bilakis Hakim ve Habir olan Allah (c.c.) tarafından yaratılmış ve planlanmıştır.
Yani hiçbir mahluk başı boş bırakılmamıştır. Yaratılan herşeyin bir görevi vardır ve o görevine göre yönlendirilmiştir. Yani Allah (c.c.) sadece Halık değil, aynı zamanda Hâdi (Yol gösterici) dir. Allah (c.c.) yarattığı herşeyin yolunu gösterme sorumluluğunu üzerine almıştır. Nitekim Allah (c.c.) arza, güneşe, yıldızlara da yol göstermektedir. Yine hava, su, ışık ve bitkilere de yol gösteriyor ve onlar da görevlerini yerine getiriyorlar. Madenler de tıpkı böyledir. Tüm varlıklar Allah'ın kendilerini yarattığı sebebe dayalı olarak görevlerini hakkıyla yerine getirmektedirler. Diğer bir örnek de bitkilerdir ki, Allah'ın emrine uyarak köklerini toprağın derinliklerine salarlar ve Allah'ın onlara gıdalarını verdiği yere kadar köklerini uzatırlar.
Daha sonra da dal, budak salarak meyva verirler. İşte böylece de kendilerine verilen görevi yerine getirmiş olurlar. Yeryüzü, hava, su, her çeşidine ayrı bir özellik verilmiş sayısız cinste hayvanlar ve insanı hayretler içinde bırakan bu nizamın bizzat kendisi, tüm bunların bir yaratıcısı olduğunu ilân etmektedir. Allah'a ortak koşan, hatta ateist olan bir kimse bile, bu nizamın ne kadar muazzam olduğunu kabul etmek zorundadır. Hayvanlara öylesine bir içgüdü verilmiştir ki, değil insanoğlunun kendisi, en hassas aletler bile onların tesbit edebildikleri bazı şeyleri tesbit edemezler. İnsanoğlu için iki türlü yol gösterme söz konusudur. Birincisi insanın tabii olarak sürdürdüğü hayatı ile ilgilidir. Örneğin her çocuk doğduğundan hemen sonra süt içmeyi öğrenir ve göz, kulak, burun, kalp, mide, ciğerler, damarlar vs. tüm organları birden kendi görevlerini yaparlar. İnsanın bizzat kendisi bunu idrak etmese bile, bu organlar fonksiyonları icra ederler. Çünkü onların çalışmaları insanoğlunun iradesine bağlı değildir. Allah (c.c.) insanı çocukluğundan ergenliğine, olgunluğundan yaşlılığına kadar sürekli bir değişim içine sokar. Bu değişim de insanın elinde değildir. Bu değişim insanın iradesiyle alâkalı olmadığı için, onun iradesi olmasa da bu değişiklikler yine de vuku bulacaktır. Buraya kadar anlatılanlar insan şuurunun dışında cereyan eden bir yol göstermedir. İkincisi insan aklı ve zihinsel hayatı ile ilgilidir. Bunun mahiyeti insanın iradesi dışında cereyan eden olaylardan oldukça farklıdır. Çünkü insanoğluna bu sahada geniş bir özgürlük tanınmıştır. Bu sahada birincisinde olduğundan daha farklı bir yol gösterme sözkonusudur. Dolayısıyla insanoğlu ne kadar karşı çıkarsa çıksın, Allah (c.c.) her varlığa fıtratına uygun bir yol göstermiştir. İnsana geniş bir özgürlük vermiş olmasına rağmen yine de ona istikametini tayin edebilmesi için, bir yol göstermemiş olması mümkün değildir.
A'lâ suresi ayet 4
'Yemyeşil otlağı' çıkardı.
Bu ayette geçen kelimenin aslı mer'a'dır. Hayvanlar için yem anlamına gelmekle birlikte, yukarıdaki ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı gibi, tüm bitkiler için kullanılmıştır.
A'lâ suresi ayet 5
Ardından onu kuru, kara bir duruma soktu.
Yani o sadece ilkbaharı değil sonbaharı da getirendir. Sizler bu mevsimlerin kudretlerini bizzat görmektesiniz. Bir tarafta baharın getirdiği yeşillikler, temiz hava, bitkilerin açması, diğer tarafta ise, bu bitkilerin sararıp solması, kurumuş yapraklar haline dönüşmesi, rüzgârların onları dağıtmasıyla birlikte nehirlerde çöp gibi taşınmaları vs. Bu nedenden ötürü insan sadece baharın olduğu şeklinde yanlış bir düşünceye kapılmamalıdır. Çünkü bir de onun sonbaharı vardır. Kur'an'da bu konu çeşitli yerlerde farklı ifadelerle anlatılmıştır.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
A'lâ suresi ayet 6
Sana okutacağız, sen de unutmayacaksın.
Hakim'in Sa'd bin Ebu Vakkas'tan, İbn Merduye'nin de İbn Abbas'tan rivayet ettiği bir hadise göre, Resulullah ayetleri unutmamak için korkudan aceleyle tekrarlardı. Mücahid ve Kelubî, Rasulullah'ın, Cibril'den vahyi aldıktan sonra unutmak endişesiyle, birinci kısmı tekrarlamaya başladığını naklederler. Bu sebepten dolayı Allah, Rasulullah'a "Emin ol, biz sana okutacak ve hafızana yerleştireceğiz. Unuturum diye endişelenme, hiçbir kelimeyi unutmayacaksın. Cibril sana vahyi okurken sadece dinle" demiştir. Burada üçüncü kez Rasulullah'a vahyi nasıl alacağı hakkında yol gösteriliyor Bu husus bundan önce iki farklı yerde (Taha-114 ve Kıyamet-16-19) de ifade edilmişti. Bu ayetler ile Kur'an Rasulullah'a nasıl bir mucize olarak nazil olmuşsa, her kelimenin ezberletilmesinin de mucize olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki Rasulullah'ın, kendisine okunan bir kelimeyi unutarak, aynı anlamda farklı bir kelime dahi söylemesi mümkün değildir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
A'lâ suresi ayet 8
Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız.
Bu hem Hz. peygamberin şahsına, hem de izinden giden ümmetine yönelik bir müjdedir. Ayrıca bu dinin yapısını bu davanın gerçek mahiyetini, insan hayatındaki fonksiyonunu ve varlık düzenindeki yerini, konumunu belirlemektedir. iki kelime ile de olsa: "Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz". Bu iki kelime inanç sisteminin ve aynı zamanda bu evrenin en önemli gerçeklerinden birini dile getirmektedir. Böylece bu peygamberin karakteri bu inanç sisteminin karakteri ve bu evrenin karakteri ile ilişkiye geçmektedir. Kudretin elinden kolaylıkla yaratılan; yoluna kolaylıkla devam eden, kolaylıkla amacına doğru yönelen varlıkla, peygamber ve akidenin bağını sağlamlaştırmaktadır. Öyle ise bu bir ışık patlamasıdır. Sınırı olmayan gerçeğin ufuklarına, boyutlarına ve derinliklerine kadar ulaşan bir patlama...
Yüce Allah'ın kendisini kolay olana muvaffak ettiği insan bütün hayatı boyunca kolay bir yol izleyecektir. Oluşuma, hareket ve yönelişi Allah'a doğru olan bu evrenle uyum içinde yoluna davam edecektir. Bu koca evrenin çizgisinden sapanların dışında hiç kimseyle çatışmayacaktır. Bunlar ise koca evrenle karşılaştırıldıklarında hiçbir ağırlığı ve hiçbir değeri olmayan yaratıklardır. Bu durumda insan bütün bir evren ile bütün olaylar, varlıklar ve kişilerle ayrıca olaylara varlıklara ve kişilere hükmeden yasalar ile bütünleşerek kolay, yumuşak, düzenli bir hareket içine girer. Elinde kolaylık, dilinde kolaylık, attığı adımında kolaylık, işinde, eyleminde kolaylık, yaklaşımında kolaylık, düşüncesinde kolaylık, işleri ele alışında kolaylık, işlere çözüm getirmesinde kolaylık vardır. Kendisine karşı kolaylık, başkasına karşı kolaylık vardır.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
A'lâ suresi ayet 9
Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa,
Genel olarak müfessirler bunu, birinci cümleyi "Biz sana kolay bir şeriat verdik, ona uymak kolaydır", ikinci cümleyi, "Nasihat et, çünkü nasihat faydalıdır" şeklinde iki ayrı cümle olarak anlamışlardır. Benim anladığıma göre fezekkir kelimesi bu iki cümleyi birleştirmektedir. Yani, Ey Nebi! Senin dini tebliğ ederken zor durumda kalmanı istemiyorum. Sen sağır ve körlere yol göstermekle mükellef değilsin. Bilakis sana tebliğ yapabilmen için en kolay yolu öğrettik. Sen tebliğ ettiğinde tebliğinden kimlerin yararlanıp, yararlanmadığı ortaya çıkacaktır. Sen tebliğe devam et. Tebliğine kim kulak verir ve kabul ederse, o zaman onu terbiye etmek sana düşer. Tebliğe sırtını çeviren kimselerin peşinden gitmene gerek yok. Aynı konu Abese suresinde daha değişik bir şekilde ifade edilmiştir: "Kendisini müstağni gören kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, sana gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır o bir hatırlatmadır. dileyen onu düşünüp öğüt alır" (Abese-5-12)
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
DJ-Filistinli,
Allah CC razı olsun
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Burûc suresi ayet 1
Burçları olan göğe andolsun,
Âyette geçen "Burçlar" ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas ve Deh-hak'a göre "Köşkler" demektir.
Mücahid ve Katade'ye göre "Yıldızlar" demektir.
Süfyan b. Hüseyin'e göre "Kurn ve su" demektir.
Taberi'ye göre ise "Güneşin ve ayın menzilleri" demektir.
Zira burç kelimesinin sözlük anlamı "Kule"dir.
Gökte bu tür kuleler ay ve güneşin menzilleri şeklinde anlaşılmaktadır.
Taberi diyor ki:
"Gökteki ay ve güneşin menzilleri on iki'dir. Ay bu menzillerden her birini iki gün ve bir günün üçte biri kadar bir zamanda aşar. Böylece tamamını yirmi sekiz günde kateder. İki gün de gizlenir ve görünmez olur. Güneş ise bu menzillerden her birini ancak bir ayda kateder. Böylece bu menzillerin tümünü on iki ayda katetmiş olur.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Burûc suresi ayet 2
O vaadolunan güne.
Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyd'e göre vaadedilen gün'den maksat, kıyamet günüdür. Bu günün kıyamet günü olduğu hakkında Taberi Ebu Hureyre'den ve Ebu Malik el-Eş'ari'den hadis rivayet etmiştir
Burûc suresi ayet 3
Şahid olana (görene) ve şahid olunana (görülene) .
Şahidlik eden ve şahidlik edilenler hakkında müfessirler tarafından birçok görüş ileri sürülmüştür. Ancak benim anladığıma göre, şahidlik eden ifadesiyle kıyamet günü hazır bulunanlar, şahidlik edilenler ifadesi ile de kıyamet günündeki dehşetli manzaralar kastolunmaktadır. Aynı zamanda bu görüş Mücahid, İkrime, Dahhak, İbn Nûcî ve diğer müfessirlere aittir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Burûc suresi ayet 4
Kahrolsun Ashab-ı Uhdûd
Burûc suresi ayet 5
'Tutuşturucu-yakıt dolu o ateş,'
Burûc suresi ayet 6
Hani kendileri (ateş hendeğinin) çevresinde oturmuşlardı.
Burûc suresi ayet 7
Ve mü'minlere yaptıklarını seyrediyorlardı.
Ashab-ı Uhdud ile müslümanları ateş dolu hendeklere atarak diri diri yakan kimseler kastedilmektedir. Onları yakarlarken bir de seyrederek eğlenmişlerdir. "Vay onların haline!" Yani onlar lanetlenmişler ve Allah'ın azabına müstehak olmuşlardır. Bu hususun teyidi için üç şey üzerine yemin edilmiştir:
1) Burçlara sahip olan gökyüzüne
2) Kıyamet gününe
3) Kıyamet gününün dehşetli manzaralarına, ki ona her mahluk şahid olacaktır.
Birincisine yemin edilmektedir. Çünkü Allah (c.c.) mutlak kudret sahibidir, yeryüzüne ve gökyüzüne hükmedendir. Zavallı insan O'ndan nasıl kaçabilir?
İkincisine de yemin edilmektedir; çünkü, bu dünyada zulmedenler iyi bilmelidirler ki, o gün çok uzak değildir. Müslümanlar insaf ve adaletle karşılaşırlarken, kâfirler işledikleri cürümlerin cezasını çekeceklerdir.
Üçüncüsüne yemin edilmekle, kâfirlerin çaresiz Müslümanları ateşe atarak seyretmeleri ve eğlenmelerine karşılık, kıyamet günü de herkesin onları seyredecekleri ve eğlenecekleri anlatılmak isteniyor.
Kâfirlerin müslümanları ateş dolu hendeklere atarak katletmeleri hakkında bir çok rivayetler nakledilmiştir. Tüm bu rivayetler bu tür hadiselerin insanlık tarihi boyunca birçok kez meydana geldiğini göstermektedir.
1) Bir Hadis-i Şerif'te Süheyb el-Rumî Rasûlullah'tan (s.a) şöyle bir rivayette bulunmuştur: "Bir Kral ve bir sihirbaz vardı. Sihirbaz çok yaşlandığı için bir gün Kral'a 'bana bir genç verin de onu yetiştireyim' diye arzeder ve bunun üzerine Kral da bu iş için bir genç görevlendirir. Ancak bu genç, sihirbazın yanına giderken, yolu üzerindeki bir rahibe (galiba hristiyanlığa mensup birine) uğradı.
Böylece ondan feyz alarak iman ehli olmuştu. Onun elinden körler ve cüzzamlılar şifa bulmaya başladılar. Fakat Kral'a bu gencin dininden döndüğü haber verilince, Kral öfkelendi ve ilk önce rahibi öldürdü, sonra da genci öldürmek istedi. Ancak gence hiçbir şey tesir etmiyordu. Sonunda genç Kral'a şöyle söyledi: "Şayet beni öldürmek istiyorsan, halkı topla ve bana ok atarken "Bu gencin Rabbinin ismiyle" de. Ben ancak o zaman ölürüm! Kral da böyle yaparak genci öldürdü. Halk tüm olanları gördükten sonra 'bu gencin Rabbine iman ettik' dediler. Bunun üzerine Kral'ın müşavirleri 'korktuğumuz husus başımıza geldi. Bu halk bizim dinimizi bırakarak, o gencin dinini kabul etti.' deyince Kral oldukça kızdı ve yolların kenarlarına hendekler kazdırarak, içinde ateş yakmalarını emretti. O gencin Rabbine iman edenlerden dönmeyenleri ateşe attırıyordu. (İmam Ahmet, Müslim, Neseî, Tirmizi, İbn Cerir, Abdurrezzak İbn Ebi Şeybe, Tabarânî, Abd bin Humeyd)
2) Hz. Ali'den (r.a) rivayet olunduğuna göre, İran Kisrâsı, birgün içkiden dolayı sarhoşken, kendi kızkardeşi ile zina etmiş ve ikisi arasındaki ilişki devam etmişti. Bu haber halk arasında yayılınca, Kisrâ, 'Tanrı kızkardeşlerle evlenmeyi helâl etti.' diye ilan etmiş, halk da buna karşı çıkınca azab etmeye, hatta onları ateş dolu hendeklere atarak öldürmeye başlamıştı. Hz. Ali, Mecusilerde, kızkardeşle evlenmenin o zamandan başladığını söyler. (İbn Cerir)
3) İbn Abbas da buna benzer bir olayı (galiba İsrâiliyata dayanarak) şöyle nakletmiştir: "Babilliler, İsrailoğulları'nı Hz. Musa'nın dininden dönmeleri için zorladılar ve dinlerinden dönmeyenleri ateş dolu hendeklere attılar. (İbn Cerir, Abd bin Humeyd)
4) Bu olaylar içinde en meşhuru Necran hristiyanlarının başına gelendir. Bunu İbn Hişam, Taberî, İbn Haldun ve Mu'cem-ul-Buldan'ın sahibi ile diğer müslüman tarihçiler rivayet ederler. Bu olayın özeti şöyledir:
Himyer (Yemen) Kral'ı Tuban Esed Ebu Karib, bir defasında Medine'yi ziyaret etti. Orada yahudilerle temas ederek, dinini değiştirdi ve yahûdi oldu. Beni Kurayza'dan (yahûdilerin Medine'deki kollarından biri-çev) iki yahûdi alim alarak Yemen'e getirdi. Böylece orada yahûdiliği yaymaya başladılar. Daha sonra oğlu Zûnuvas tahta geçer ve Necrân'ı (Arabistan'ın güneyinde hristiyanların en kuvvetli merkezlerinden biriydi) ortadan kaldırmak için hücum ederek oranın halkını yahûdi olmaları için zorlar. (İbn Hişam bunların Hz. İsa'nın gerçek dini üzerinde bulunduklarını söyler) Zûnuvas Necran'ı ele geçirdikten sonra halkı yahûdiliğe davet edince, halk bu daveti reddetti.
O da bundan dolayı birçok kimseyi, ateş dolu hendeklere atarak yaktı ve bir çoğunu da katletti. Toplam 20.000 kişi öldürüldü. Necran ahalisinden bir şahıs, dost Zûsaliban'a gitmeyi başardı. Bir rivayete göre Rum Kayseri'ne gitti, yine bir başka rivayete göre ise Habeşistan Kral'ı Necaşi'ye giderek, bu zulmü ona anlattı. Birinci rivayete göre Rum Kayseri Habeşistan kralı'na mektup yazdı. İkinci rivayete göre ise, Necaşi, Rum Kayseri'ne deniz kuvvetleri göndermesi için ricada bulundu. Sonunda Habeşistan, Uryat isimli bir komutanın emri altında 20.000 askeri Yemen'e gönderdi. Zûnuvas öldürülerek yahûdi hakimiyeti ortadan kaldırıldı ve Yemen Habeşistan sınırlarına dahil edildi.
İslâm tarihçilerinin açıklamaları bu olayı sadece tasdik etmekle kalmaz, ayrıca ayrıntılı bir biçimde bilgi de verirler. Yemen ilkin M. 340 Yılında hristiyanların eline geçti ve M. 378'e kadar hakimiyetleri devam etti. O zaman hristiyan misyonerler Yemen'e geldiler. Bu dönemde zahid, mücahid ve iman sahibi bir hristiyan seyyah olan Faymiyun, Necran'a geldi ve halka putlara tapmaktan vazgeçmeleri için tebliğ etmeye başladı. Bu tebliğ sayesinde Necran halkı hristiyanlığı kabul etti. Necran'ı üç kişi idare ediyordu. Biri o kabilenin başkanlığını, dışişlerini ve askeri işlerini yürüten Seyyid, ikincisi içişlerini yürüten Akib, üçüncüsü dini işleri idare eden Papaz. Güney Arabistan'da Necran önemli bir stratejik konuma sahipti. Aynı zamanda ticaret ve sanayi merkeziydi. Sûnî ipek, deri ve silah sanatları revaçtaydı, ayrıca Yemen cübbesi de meşhurdu. Bundan da anlaşılıyor ki Zûnuvas, sadece dinî endişelerle değil siyasi ve ekonomik nedenlerle Necran'ı işgal etmek için yola çıkmıştı. Necran'ın Seyyidi Harise hakkında bir süryâni tarihçisi olan Haritas şöyle yazar: "Zûnuvas onu katletti ve onun iki kızını öldürdükten sonra, kızlarının kanını içmesi için karısı Roma'yı zorladı. Sonra onu da katletti. Papaz Paul'un mezarını kazdırdı ve kemiklerini ateşe attırdı. Ateş dolu hendekler içinde kadınları, erkekleri, çocukları, papaz ve rahipleri yaktılar. Toplam 20.000'den 40.000'e kadar insan telef oldu." Bu olay M. Ekim 523'de vukû buldu. Nihayet M. 525'de Habeşistan Yemen'e saldırarak Zûnuvas'ın Himyer saltanatına son verdi. Hüsni Gurap'ta (Yemen'de bir bölge) yapılan arkeolojik araştırmalar sırasında birtakım levhalar bulunmuş ve bunların üzerindeki yazılardan bu olayları aydınlatıcı bilgiler elde edilmiştir.
M.6. yüzyılda hristiyanların çeşitli kitaplarında Ashab-ı Uhdud hadisesi zikredilmiş ve bizzat görenler tarafından ayrıntılı bir biçimde nakledilmiştir. Şahidlerden bazıları anlatma yolunu seçerken, bazıları da bizzat yazmışlardır. Şu üç kitabın yazarı da o dönemde yaşamışlardır.
Birincisi Prokopiyus, ikincisi Cosmos Indcopleustis (bu Necaşi'nin (Elesboan) emri ile o zaman Batlamyus'un Yunanca kitabını tercüme ediyordu. Habeşistan'ın sahil şehri Andolis'te oturuyordu) . Üçüncüsü Johannes Mala'dır ve ondan sonra da bir çok tarihçi bu olayı nakletmiştir. Daha sonraları Johannes of Ephesus (öl. 585) yazdığı kitap olan Kanisa Tarihi'nde Necran hristiyanlarının ateşe atılmaları hadisesi hakkında, Simeon'un, Dercila'nın başkanı Abbot von Gabula'ya yazdığı bir mektubu nakleder. Papaz Simeon, bu hadiseyi bizzat görenlerden (Yemenli'lerden) rivayet etmiştir. Bu mektup ayrıca M. 1881 ve M. 1890'da 'Hristiyan Şahidlerinin Hayatı' adlı bir kitapta yayınlanmıştır. Yakubî Patriarch Dionusisus ve Zacharia of Mitylene sûryani lisanında basılan kitaplardan nakletmişlerdir. Yakub Surucî de Necran hristiyanları hakkında bilgi vermiştir. Erreha (Edessa) Papazı Pulus, Necranlı hristiyanların katledilmeleri dolayısıyla bir mersiye de yazmış ve bu mersiye günümüze kadar gelmiştir. Süryani lisanında yazılmış kitabın İngilizce tercümesi (Book of the Himyarites) müslüman tarihçilerin açıklamalarını onaylamaktadır. British Museum'da bu devirle ilgili Habeşistan'dan gelen birtakım vesikalar bulunmaktadır ve bu vesikalar da hadiseyi doğrulamaktadırlar. Filbî, kendi seyahat kitabında (Arabian Highlanda) Necranlıların Ashab-ı Uhdud olayının geçtiği yeri hâlâ bildiklerini yazmaktadır. Ummi Hark'ın yanında bir tepe üzerinde bazı resimler de bulunmaktadır. Ayrıca Necran'daki Kâbe'nin yeri de Necran halkı tarafından bilinmektedir. Habeşistan hristiyanları Necran'ı ele geçirdikten sonra buraya Kabe şeklinde bir mabed inşa etmişler ve Mekke'deki Kabe-i Muazzama yerine bunu dinî merkez kılmak istemişlerdir. Buranın papazları başlarına sarık sararlardı. Ayrıca bu mabedi 'Haram' (kutsal-çev-) ilân etmişlerdi. Roma buraya mâlî yardımda bulunuyordu. Mabedin papazları Rasulullah (s.a) ile münazara yapmak için Mekke'ye gelmişlerdir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Burûc suresi ayet 12
Şüphesiz ki rabbinin yakalaması çok şiddetlidir.
Ey Muhammed, şüphesiz ki rabbinin yakalaması ve intikam alması pek şiddetlidir.
Allah teala bu âyet-i kerimeyle Hz. Muhammed (s.a.v.)in ümmetini uyarmakta, onların, Hz. Muhammed'i yalanlamaları ve inkar etmeleri yüzünden geçmiş ümmetler gibi cezalandınlabileceklerini hatırlatmaktadır
Burûc suresi ayet13
"Çünkü ilkin var eden de, diriltecek olan da yalnız O'dur."
İlim adamlarının çoğunluğundan gelen rivavetlere göre kasıt, yaratılmışlardır. İlk olarak onları, O, var ettiği gibi, ölümden sonra diriliş halinde de tekrar onları yaratacak olan O'dur.
İkrime rivayetle dedi ki
Kâfirler şanı yüce Allah'ın, Ölüleri dirilteceğine hayret etmişlerdir.
İbn Abbas dedi ki:
Dünya hayatında iken yanma azabını onlar için ilk olarak var edeceği gibi. âhırette de bu azabı onlar için tekrar yaratacaktır.
Burûc suresi ayet 14
"O, çok mağfiret eden, pek sevendir."
mü'min kullarının günahlarını çokça örtüp, günahları sebebiyle onları rezil ve rüsvay etmeyen, gerçek dostlarını "pek sevendir."
ed-Dahhâk,
İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: (Vedûd) tıpkı sizden bir kimsenin kardeşine müjde ve sevgi vermeyi istemesi gibi (sever) Yine ondan rivayete göre "el-Vedüd: pek seven" gerçek dostlarının günahlarını bağışlayarak onlara sevgi gösterendir.
Mücahid: Gerçek dostlarına çokça sevgi gösteren demek olup, burada "feûl" veznindeki lafız "fail" anlamındadır.
İbn Zeyd:
Rahim (pek merhametli) dernektir diye açıklamıştır.
el-Müberred,
İsmail b. İshak'dan naklettiğine göre Vedûd, çocuğu olmayan demektir, demiş
Buna göre, âyetin anlamı şöyle olur: O kullarına mağfiret buyurur, oysa O'nun kendisi sebebiyle onlara mağfirette bulunacağı bir evladı da yoktur. Böylelikle onlara karşılıksız mağfiret etmekle lütufta bulunmuş olur.
"Vedûd"un mevdûd (pek sevilen) anlamında olduğu da söylenmiştir. "Rekub"un binilen "helûb"un da süt veren anlamında olduğu gibi. Salih kulları onu pek sever, demek olur.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Burûc suresi ayet 15
Arş'ın sahibidir, Mecîddir.
Asım dışında kalan Kufeliler: "Mecîd" "Arş’ın sahibi" şeklinde kesreli ve "Arş"ın sıfatı diye okumuşlardır. "Rabbinin" lafzının sıfatı diye de açıklanmıştır. Yani senin Mecid olan Rabbinin azab ile yakalayışı pek çetindir. Burada arada başka ifadelerin girmesi (ona sıfat olmasına) engel değildir. Çünkü bunlar da şiddeti açıklamak bakımından sıfat hükmündedirler. Diğerleri ise; "Zu" "Sahib" lafzının sıfatı olarak ref ile okumuşlardır ki bu da yüce Allah'dır.
Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü Mecid, kerem ve lütuftaki en ileri dereceyi ifade eder.
Şanı yüce Allah da bununla muttasıftır. Bununla birlikte el-Mü'minün Sûresinin sonlarında (23/116. âyet-i kerimede) yüce Allah'ın arşı "el-Kerim" olmakla nitelendirilmiş bulunmaktadır.
"Arş'ın sahibi" mutlak mülk ve saltanatın sahibi elemektir. Nitekim "filan kişi mülkünün tahtı üzerindedir" denilir, isterse o fiilen tahtın üzerinde olmasın.
Burûc suresi ayet16
"Ne dilerse yapandır."
Dilediği hiçbir şeyi engelleyecek kimse yoktur.
ez-Zemahşerî dedi ki:
"...yapandır" buyruğu hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir Burada; "Fa’âlun" "Yapandır" şeklinde gelmesi, O'nıın dileyip, yaptığı şeylerin son derece çok oluşundan dolayıdır.
Taberî de şöyle demiştir
"Yapandır" anlamındaki lafzın katıksız bir nekre olmakla birlikte ref ile gelmesi. "O, çok mağfiret eden, pek sevendir" anlamındaki buyruğun irabına tabi kılmak suretiyledir.
Ebu's-Sefer'den şöyle dediği nakledilmiştir:
Peygamber (sav)'ın ashabından bir grub, Ebu Bekir (r.a)'ın hastalığında onu ziyaret etmek üzere girdiler ve:
"Sana bir doktor getirelim mi?" dediler, O:
"Doktor beni gördü" dedi.
"Sana ne dedi?" diye sordular:
"Ben dilediğimi yapanım, dedi"
diye cevab verdi
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Burûc suresi ayet 17
"Geldi ya sana! O orduların haberi!"
Yani ey Muhammed, o kâfir ve peygamberlerini yalanlayan toplulukların haberi sana gelmiş bulunmaktadır.
Bu buyruk ile ona (Peygambere) ünsiyet vermekte ve onu teselli etmektedir. Sonra bunların kim olduklarını açıklayarak:
Burûc suresi ayet18
"Firavun ile Semûd'un"
diye buyurmaktadır. Burada bu iki lafız da "ordular" anlamındaki lafızdan bedel olarak cer konumundadırlar. Yani, şüphesiz ki sen, bunların peygamber ve rasulllerini yalanlamaları üzerine Allah'ın onlara neler yaptığını bilmiş bulunuyorsun. "Hayır!" Şu sana iman etmeyen,
Burûc suresi ayet 19
"Hayır! bu kâfir olanlar" kendilerinden öncekilerin yaptıkları şekilde seni "yalanlamaktadırlar."
Özellikle Firavun ve Semûd'u sözkonusu etmesi, Semûd'un Arap topraklarında yaşamış olmaları, onların kıssalarının Araplarca -eski dönemlerde yaşamış olanlardan olmakla birlikte- meşhur olmasıdır. Firavun'un durumu da kitab ehli ve diğerleri nezdinde meşhur idi, O da son dönemlerde helak edilenlerdendi, Böylelikle bu ikisinin sözkonusu edilmesi, helak hususunda kendileri gibi olanların da helak edileceğine delil olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Burûc suresi ayet 20
"Halbuki Allah, onları arkalarından kuşatandır."
Yani Firavun’un başına indirdiği belaların benzerini bunların başına indirmeye kadirdir. Etrafı kuşatılan kimse tıpkı muhasara altına alınmış bir kimse gibidir. Allah, onları çok iyi bilendir. O bakımdan Allah, onları cezalandıracaktır, demek olduğu da söylenmiştir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Burûc suresi ayet 21
"Doğrusu o, çok şerefli bir Kur'ândır."
Şerefi, cömertliği, bereketi sonsuzdur. O insanların ihtiyaç duydukları din ve dünya ahkamına dair bir açıklamadır. Müşriklerin iddia ettikleri gibi değildir.
"Mecid: Çok şerefli" yaratılmamış anlamındadır, diye de açıklanmıştır.
Burûc suresi ayet 22
"Levh-i Mahfuzdadır."
Levh-i Mahfuz’da olan, yani her türlü tahriften, her türlü bozulmadan, her tür-lü eksiklik ve fazlalıktan muhafaza edilmiş, Allah katında sabitleştirilmiş, kıyâmete kadar insanları hakka, hidâyete, doğruya, cennete ulaştıracak bir kitap.
Levh-i Mahfuz; Arapça'da korunmuş levha demektir. İslâm'da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah'ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur'an'-da Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübîn (Apaçık Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubîn (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabul-Kader (Kader Kitabı) da denir.
Levh-i Mahfuz adı Kur'an'da yalnız bir âyette geçer. Bu âyette Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'da bulunduğu bildirilir. Ancak hiçbir tanım ge-tirilmez. Buna karşılık birçok âyette nitelikleri belirtilerek tanımlanır.
Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'-âm, 6/59),
olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Gâf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (Hadîd, 57/22)
her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yâsîn, 36/12),
gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (en-Neml, 27/75),
temiz yaratılan melek-lerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır.
elinizde böyle korunmuş şanlı bir kitap durmaktadır. Öyleyse sağda solda kurtuluş aramayın! Buna gelin! Bununla beraber olun ki kurtulasınız. Unutmayın ki kitapsız kurtuluş mümkün değildir!”
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tekvir suresi ayet 1
Güneş, köreltildiği zaman,
Güneşin dürülmesi hakkında kullanılan 'Tekvir', eşsiz bir anlatımın ifadesidir. Arapçada 'Tekvir', dürülmek, sönmek, sarmak anlamına gelir. Örneğin başın üzerine sarığın sarılması şeklinde ifade edilir. Çünkü sarık açık iken dağılır. Bu münasebetle Tekvir, güneş ışınlarının yayılmasına benzetilmiştir. Yani güneş ışınları, sarık gibi dağılmış ve etrafa yayılmıştır. Kıyamet gününde de sarık gibi toplanacak ve o zaman güneş sönecektir
Tekvir suresi ayet 2
Yıldızlar, bulanıklaşıp-döküldüğü zaman,
Yani güneş sistemi dağılmış olacak ve yıldızlar sönecektir. Çünkü (kederet) karanlık anlamında kullanılmıştır. Yıldızlar yalnızca dağılmakla kalmayacak, aynı zamanda da söneceklerdir.
Tekvir suresi ayet 3
Dağlar, yürütüldüğü zaman,
Başka bir ifadeyle, yerçekimi ortadan kalkacak ve dağlar ağırlıklarını kaybedip, yerlerinden sökülerek yürütüleceklerdir.
Tekvir suresi ayet 4
Gebe develer, kendi başına terkedildiği zaman,
Araplara kıyamet gününün şiddetini idrak ettirebilmek için, en iyi açıklama tarzı seçilmiştir. Çünkü o zaman bugün olduğu gibi otobüsler, kamyonlar yoktu ve develer Arapların en kıymetli varlıklarıydı. Özellikle gebe develer daha da kıymetliydi. Bunun için Araplar develerine çok iyi bakarlar ve onları kaybolmasınlar diye korurlardı. Develerine ilgisiz kalmak zorunda olmaları demek, o gün çok büyük bir afetle karşı karşıya kalacaklar demektir. Öyleki en kıymetli varlıklarıyla bile ilgilenemeyeceklerdir.
Tekvir suresi ayet 5
Vahşi-hayvanlar, bir araya toplandığı zaman,
Dünyayı genel bir afet sarınca, her türden vahşi hayvanlar bir araya toplanır ve o zaman yılanlar ısıramaz, arslanlar parçalayamaz hale gelirler.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tekvir suresi ayet 6
Denizler, tutuşturulduğu zaman,
Bu ayette "succiret" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime 'tescir' den mazi-meçhul sigasıdır. Tescir, Arapça'da tandır içindeki ateşi tutuşturmak, körüklemek anlamına gelir. Gerçi denizlerin tutuşturulması insana ilk bakışta tuhaf gelebilir ama eğer suyun gerçek yapısını dikkate aldığımız zaman, bunun hiç de tuhaf olmadığını görürüz. Bu öyle bir mucizedir ki, Allah (c.c) suyu iki farklı gazdan (oksijen ve hidrojen) yaratmıştır. Biri (oksijen) ateşin yanması için gereklidir, ikincisi (hidrojen) ise, kendi kendine tutuşarak ateş alır. Bu iki gaz birleştiğinde suyu meydana getirirler ve ateşi söndürücü bir özellik alırlar. Allah Teâlâ işte bu hususa dikkati çekmektedir. Yani bu iki gaz birbirinden ayrıldığında, hidrojen kendi kendine tutuşur ve oksijen de bu ateşi hızlandırır. Zaten bu gazların asıl özellikleri de budur.
Tekvir suresi ayet 7
O zaman ki nefisler çiftleşir.
İnsanlar ölümden sonra tekrardan ruhen ve bedenen diriltileceklerdir.
Bu ayetlerden itibaren kıyametin ikinci safhası başlar.
Tekvir suresi ayet 8
Ve 'diri olarak toprağa gömülen kızcağıza' sorulduğu zaman:
Katade diyor ki: "Cahiliye döneminde bir kısım insanlar, kız çocuklannı sevmez ve onları diri diri toprağa gömüp öldürürlerdi. Buna mukabil köpekleri*ni beslerlerdi. İşte Allah teala onlann bu halini bu âyet-i kerimeile kınamıştır.[
Tekvir suresi ayet 9
"Hangi suçtan dolayı öldürüldü?"
Bu ayetler Allah'ın (c.c) nefret ve gazabının ne kadar şiddetli olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ'nın bundan daha fazla nefret ve gazab gösterebileceği tasavvur edilemez adeta.
Allah'ın (c.c.) gözü önünde, kız çocuklarını diri diri gömen anne ve babalar çok büyük bir nefret kazanmışlardır. Allah (c.c.) orada onlarla muhatap olmayacak ve 'Bu masum yavruyu niçin katlettiniz?' diye onlara soru bile sormayacaktır. Onlardan yüzçevirerek, o masum yavruya "senin ne kabahatin vardı ki, seni katlettiler?" diye soracaktır. İşte o zaman masum kız çocuğu uğradığı zulmü, yani anne ve babasının onu nasıl diri diri toprağa gömdüklerini anlatacaktır. Ayrıca bu iki ayette çok önemli iki konu, birkaç kelime ile açıklığa kavuşturulmuştur. Birincisi Araplar'a şu husus anlatılmak isteniyor: "Sizler öylesine sapıklık içindesiniz ki, kendi çocuğunuzu yine kendi ellerinizle diri diri toprağa gömüyor, bunca cehalet ve sapıklığınıza rağmen, Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği hidayeti inkâr ederek ıslah olmayı dahi kabul etmiyorsunuz." İkincisi bu, ahiret ve hesap günü için çok açık bir delildir. Çünkü diri diri toprağa gömülen o çaresiz ve mazlum yavrunun, bu dünyada hiçbir hâmisi ve yardımcısı olmamış, ona insaf ve adalette bulunulmamıştır. Yani cahiliyye toplumu bu çirkin ve korkunç fiile seyirci kalmış, anne ve babası hiç utanmamış ve hiç olmazsa akrabaları dahi müdahalede bulunarak karşı çıkmamışlardır. Kısaca cahiliyye toplumu bu mücrimleri ne kınamış ne de onlara bir ceza vermiştir. Oysa Allah'ın (c.c) saltanatı içerisinde, bu kadar büyük bir zulme uğramış kimselerin haklarının yerini bulmaması mümkün müdür?
Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmelerinin çeşitli nedenleri vardı. Birinci neden, mâli-ekonomik idi. Çünkü fakirlikten ötürü aile fertlerinin az olması isteniyordu ve erkek çocuklar büyüdükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyorlardı. Fakat kız çocuklar büyüdükten sonra evlenecekleri için daha küçük yaşta iken öldürülüyorlardı. İkinci neden ise, genel kargaşa ile kabileler arasındaki sürekli savaş idi. Erkek çocuklara, büyüdüklerinde savaş zamanlarında yararlı olmalarından ötürü önem gösteriliyordu. Oysa kız çocukları savaş zamanlarında bir işe yaramadıkları gibi, ayrıca korunmaları da gerekiyordu. İşte bu nedenden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürüyorlardı. Üçüncüsü Arap kabileleri birbirlerine hiç haber vermeden savaş açarlar ve esir aldıkları kızları ya pazarda satarlar ya da kendileri cariye olarak kullanırlardı. İşte tüm bu nedenlerden ötürü Arapların kadının doğumundan önce bir çukur kazdıkları ve doğan çocuk kız olursa onu çukura atarak diri diri gömdükleri rivayet olunur. Şayet anne yavrusunun gömülmesine karşı çıkar yahut anne tarafından akrabalar mâni olurlarsa baba mecburen bir süre çocuğa bakar ve bir fırsat bulduğunda, kızı çöle götürerek diri diri gömerdi. Bir gün bir müslüman bu çirkin fiili kendisinin işlediğini anlatmıştır.
Bu rivayet Dârimî'nin Süneni'nin 1. babı'nda beyan olunmuştur: 'Bir adam Rasûlullah'a (s.a.) geldi ve cahiliyye döneminde şöyle yaptığını anlattı; "Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki ben onu çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Birgün yine ben onu çağırdım ve koşa koşa yanıma geldi. Sonra onu beraberime alarak, yolda rastladığımız bir kuyuya onu elinden tutarak attım. Kulaklarıma gelen son sözleri "babacığım, babacağım" diyen çığlıklarıydı.' Bunları duyunca Rasûlullah'ın (s.a) gözlerinden yaşlar süzüldü. Ve bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri: 'Ey filan! Sen Rasûlullah'ı (s.a.) üzdün' dedi. Rasûlullah (s.a) 'ona engel olmayın, neler hissettiğini anlatsın' diyerek o adama 'bu olayı yeniden anlat' diye buyurdu. O şahıs da bu olayı yeniden anlatınca, Rasûlullah (s.a) mübarek sakalı ıslanıncaya değin ağladı. Daha sonra ona 'cahiliyye döneminde yaptığın için Allah (c.c.) seni affetti. Kendi hayatına yeniden başla' diye buyurdu."
Bunu 'kız çocuklarının katledilmesini kötü kabul eden hiç kimse yoktu' şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü bir toplum ne kadar bozulmuş olursa olsun herşeye rağmen iyilik duygularından tamamen yoksun olması düşünülemez. Bunun için, Kur'an, olayı uzun uzun açıklama cihetine gitmemiştir. Sadece dehşet verici ve çok keskin bir tavırla, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına 'sen ne yaptın ki, seni diri diri toprağa gömdüler' diye sorulacağı bir vaktin muhakkak geleceği anlatılmıştır. Arapların cahiliyye dönemlerinde bu çirkin fiilin işlenmesine rağmen, iyi karşılanmadığı da vâkidir. Örneğin Tabârânî'nin bir rivayetine göre şair Ferezdak'ın dedesi Sa'sa bin Naciye el-Mücasi, bir gün Allah'ın (c.c.) elçisine (s.a) "Ya Rasûlallah! Ben cahiliyyede bazı iyi işler de yaptım. Bunlardan birisi ben 360 kız çocuğunu diri diri toprağa gömülmekten kurtardım ve her çocuğu kurtarmak için iki deveyi karşılık olarak verdim. Bana bu iş için de bir mükâfat var mıdır?" Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Evet vardır. Bunun mükâfatı Allah'ın (c.c.) seni İslâm'ın nimetine kavuşturmasıdır."
Gerçekten bu İslâm'ın büyük nimetlerindendir. Öyle ki, Araplar da böyle bir zulme son verdiği gibi ayrıca kız çocuklarının doğmalarının kötü bir hadise ve musibet olduğu, dolayısıyla bu musibete mecburen katlanılması gerektiği anlayışını da ortadan kaldırdı. Bu anlayışın tam aksine İslâm'da kız çocuklarının terbiye edilmesi ve onların iyi birer hanımefendi olarak yetiştirilmesi teşvik edilmiştir. Resûlullah'ın (s.a) kız çocukları hakkındaki düşünce ve inançları nasıl değiştirdiği birçok hadislerle sabittir. Burada örnek olarak birkaç hadisi zikrediyoruz.
- Eğer bir kimse kendisine kız çocuğu verilerek imtihan edilmiş ve o da çocuğuna iyi muamele etmişse, bu ameli onu cehennem ateşinden korur. (Buhari, Müslim)
- Eğer bir kimse iki kız çocuğu büyütmüşse, kıyamet günü onunla benim aram şöyle olacaktır, diyerek Rasûlullah (s.a.) iki parmağını gösterdi. (Müslim)
- Eğer bir kimse üç kız çocuğunu ya da kızkardeşlerini iyi terbiye etmiş ve onlara şefkat göstermiş ve kendisine ihtiyaçları kalmayıncaya kadar büyütmüşse, bu kimse için cennet vacip olur. Bir şahıs, ya Rasûlallah iki çocuğu olsa? dediğinde Rasûlullah (s.a.) , evet ona da cennet vacip olur, dedi. Bu hadisi rivayet eden İbni Abbas (r.a) buyuruyor ki, "Eğer bir kimse Rasûlullah'a "bir kız çocuğu?" diye sorsaydı. Ona da aynı cevabı verirdi. (Şerh-us-Sunne)
- Eğer bir kimse, kız çocuğu doğduğunda, onu diri diri toprağa gömmeyerek, onu zelil etmemiş ve erkek çocuklarını ondan üstün tutmamış ise Allah (c.c.) bu adama cenneti nasip edecektir. (Ebu Davud)
- Eğer bir kimsenin üç kız çocuğu doğar ve o da sabrederse, imkânlarına göre onlara iyi bakar, iyi yedirir, iyi giydirirse, kıyamet günü onlar onu cehennem ateşinden korurlar. (Buhari, İbni Mace)
- Eğer bir müslümanın iki kız çocuğu varsa ve o onları iyi yetiştirirse, bu onun cennete girmesine vesile olur. (Buhari, el-edebül-müfred)
- Rasululah Şuraka bin Cûşum'a şöyle buyurdu: "Ben sana en büyük sadakanın ne olduğunu haber vereyim mi?" Şuraka "Söyleyin ya Rasullahlah" dedi. "Kızın boşandıktan veya dul kaldıktan sonra sana gelirse ve senden başka geçimini sağlayan yoksa, ona bakman en büyük sadakadır." (Buharî, el-edebül-müfred)
Bu talimatlar sadece Araplarda değil, İslâm nerelere yayılmışsa oradaki kadın hakkında olan düşünceleri değiştirmiştir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tekvir suresi ayet 10
Sahifeler (amel defterleri) açıldığı zaman,
Defterler neşredilecek. Hesap, kitap için, ceza ve mükâfat için amel defterleri açılacak, neşredilecek. Hani adam yazar yazar da ben ölünce bu yazdıklarımı neşredin diye yazıp çizdiklerini bir yerlere verir ya. İşte aynen onun gibi, dünyada kendi doldurduğumuz, kendi yazdığımız defterlerimiz neşredilecek. Yaptık mı, yapmadık mı? İşledik mi, işlemedik mi? Çocuklarımızı gömdük mü, gömmedik mi? Onları dinsiz bırakarak öldürdük mü, öldürmedik mi? Çevremizdeki ölüleri diriltmeye gittik mi gitmedik mi? Bu uğurda hem kendimizi hem çevremizi, çoluk çocuğumuzu, hem çevremizi dirilmek için kaç kere gittik? Ne kadar bunu dert edindik? Ne kadar zaman ayırdık? Başka ye-re gitmeye gerek yok. Çok lafa da gerek yok. İşte defterde hepsi yazılı. Amel defterleri açılmış ve her şey ortaya dökülmüştür
Tekvir suresi ayet 11
Gök, sıyrılıp yüzüldüğü zaman
Sonra semâ yarıldığında. Gök yerinden oynadığında. İmtihan döneminin bitmesi ve hesap, kitap döneminin başlamasıyla semânın defteri de dürüldüğünde. Kıyametin konu edildiği her bölümde semânın yarılması, şak şak olması, semâlığının bitirilmesi söz konusu edilir. Pek bilemiyoruz. Semâ nasıl yarılacak? Bu sadece o gün olacağı için bugünden bilemiyoruz. Semâ yerinden oynatıldığında, semânın yarılması söz konusu. Bugünkü bilgimizle bunu anlamak mümkün değil. Zira bir şey ona tümüyle ihata edilemiyorsa bilinemez. Semânın eni boyu belli değil. Semâyı tümüyle ihata edecek bir bilgimiz yok.
Meselâ dünyanın hiçbir yerini bilmeyen, sadece küçük bir köyünde doğup büyüyen bir adam evinin damının sallanmasından kâinatın sallandığını nereden bilecek? Bilemez bunu değil mi? İşte aynen bunun gibi deniyor ki dünya yarılacak. Nasıl yarılacak? Neresinden yarılacak? Atmosferle birlikte mi yarılacak? Dünyaya yakın bölümü mü yarılacak? Veya madde olduğuna inanılmayan, yani madde kabul edilmeyen bir kâinat ayla güneş arasında, dünya ile güneş arasında bir boşluk var da orası mı yarılacak? Yani aradaki bu boşluklar mı yarılacak? Nasıl olduğunu, nasıl olacağını bilmiyoruz ama Rabbi-miz haber verdiği için aynen inanıyoruz. Evet sema yarılacak
Tekvir suresi ayet 12
Cehennem ateşi çılgınca kızıştığı zaman,
Cehennem kızıştırıldığı, daha bir alevlendirilip tutuşturulduğu, cennet de yaklaştırıldığı zaman. Cehennemin insan ve taşla tutuşturacağını biliyoruz. Cehennemin tutturağı insan ve taşlardır. Atıldıkça biraz daha tutuşturulacaktır. Cehennemin binlerce yıllık boşluk olduğunu sünnetten biliyoruz. Orada irin insanlara içirileceğini, gözlerin oyulacağını, beyinlerin patlatılacağını, karınların deşileceğini, insanların insanlıktan çıkarılacağını, derilerin soyulup eritileceğini biliyoruz. Ama fırın yakılır da daha bir odun atılarak kızdırılır ya. Veya soba ya-kılır, yakılır da üşüdük deyince kömür ya da odun atılarak daha bir ya-kılır ya. İşte anlıyoruz ki cehennem de yeni misafirlerini, yeni konuklarını bekleme, karşılama adına daha bir kızıştırılacakmış. Hani Nebe’ sûresi:
Diyordu ya. Cehennem pusu kurmuş, müşterilerini bekliyor. Kütüklerini bekliyor diyordu ya. İşte müşterilerini görünce biraz daha kızıştırılıp tutuşturulacaktır cehennem.
Tekvir suresi ayet 13
Cennet de yakınlaştırıldığı zaman,
İşte bu cennet sizi ona varis kıldığımız cennettir. Bunu anladık da cennete varis olmayı acaba nasıl anlayacağız. Peki cennette kim ölmüş de biz onların malına, makamına varis olmuşuz? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur. Bir hadisten anlıyoruz ki Hz. Adem atamızdan bu yana dünyaya gelen her bir insan için ister mü’-min ister kâfir olsun, biri cennette ötekisi de cehennemde olmak üzere iki yer, iki makam yaratılmaktadır. Yeryüzüne gelen bu insanlardan her kim ki küfrü tercih eder ve Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayarak sonunda cehenneme giderse, onun cennetteki makamı boş kalmaktadır. Cennete gidenlerin de cehennemdeki makamları boş kalmaktadır. İşte cehenneme giden kâfirlerin cennetteki boş kalan yerleri, makamları mü’minlere verilecek, mü’minlerin cehennemde boş kalan yerleri de kâfirlere verilecektir. İşte biz böylece kâfirlerin cennetteki makamlarının tümüne varis olacağız.
İşte kâfirlere, cehennemliklere bu kaybettikleri cennetleri, makamları gösterilecek onlara ve denecek ki, işte burası sizindi, burayı kendiniz kaybettiniz. Böylece anlıyoruz ki mü’minler iki kere sevinecekler, kâfirler de iki kere kahrolacaklardır. Mü’minler girecekleri cenneti görünce bir sevinecekler, kurtuldukları, azat oldukları cehennemi görünce bir daha sevinecekler. Çünkü cenneti kazanmış olmak ayrı bir nîmet, cehennemden kurtulmuş olmak ayrı bir nîmettir. Kâfirler de iki kere kahrolacaklar. Çünkü cehennemi boylamak ayrı bir azap, cenneti kaybetmiş olmak ayrı bir yıkılıştır. Adam cennetteki kaybettiği yerini, makamını gördükçe: “Tüh be! Yuh olsun bana! Demek burası benimdi ha! Demek burayı ben kaybettim ha! Demek bu makamı ben yitirdim ha!” diyerek kahrolacak ve sürekli azap içinde olacaktır.
Tekvir suresi ayet 14
(Artık her) Nefis, neyi hazırladığını bilip öğrenmiştir.
O gün kişi kendisi için neyin hazırlandığını bilip anlayacaktır. Yaşadığı bir dünya hayatının sonunda, işlediği amellerinin karşılığı olarak kendisine neresinin hazırlandığını anlayacaktır.
O gün insan neye sa’y ettiğini? Ne adına ve nerede sa’y ettiğini anlayacaktır. Dünyadayken nereye yönelmiş? Nereye gidiyormuş? Yaşadığı hayat kendisini nereye götürüyormuş? Amelleri hayat programı kendisine neresini hazırlamış, bunu anlayacak o gün. Ama anlamaz komaz olsun. Ne kıymeti var artık bunu anlamanın. Geçmiş olsun. Dünyada anlayacaktı bunu. Dünyada aklını başına alacak ve geleceği için hazırlık yapacaktı.
Kişi o hengamede bilecek ve anlayacak. Yaşadığı dünya hayatı kaç paralık bir hayatmış? Amellerinin gramı neymiş? Ciğeri kaç paralıkmış? Barsağının değeri neymiş? Hayatının değeri neymiş? A-mellerine karşılık neresi kendisine verilmiş? Kaç puan almış? Yaşadı-ğı bir dünya hayatının sonunda kendisine ne hazırlanmış? Cehennem mi, cennet mi? Köşk mü, azap mı, bunu anlayacak.
Meselâ dünyada bir yere adam alınacak, beş bin kişi imtihana giriyor, beş kişi kazanıyor. Kazananların listesi okunuyor. Bir falan, iki falan, üç filan, dört ve beş bitti. Diyelim ki kazananların içinde bizim ismimiz çıkmadı. Nihâyet kazanmadık yani sonunda ceza filan yok, sadece kazanamadık. Ama bir olay düşünün ki, meselâ bir cinâyet iş-lenmiş, bin tane zanlı var, bunlardan beş kişi işlemiş suçu. Deniyor ki, şu anda suçluları okuyoruz. Düşünün o anda ismi okunanların durumunu. Ama bu da öyle insanın ödünü patlatacak bir şey değil. Nihâyet dünyada biten bir ceza ile sonuçlanacak. Ama öbür taraftaki anlamayı bir düşünün. Adam anlamış ki ebedîyen cehennemlik. Ebedîyen ateşin ve azabın içinde. Bunun yıkılışını bir düşünün. Artık dünya dolusu mal da verse işi bitiktir.
Peki ne yapalım? Acaba ne yapsak? Nasıl etsek de böyle bir duruma düşenlerden olmasak? İslâm insanı böyle çaresiz ortada bı-rakmaz. Eğer gerçekten çare arıyor, akıl yoruyorsanız, gerçekten bu-nu dert ediniyorsanız işte cevap. Hayır hayır! Bu anlayışınızı değiştirin. Bu malla mülkle, evle arabayla, arsayla, bu karıyla, kızla, makamla mansıpla aldanmayı bırakın.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tekvir suresi ayet 15
«Yemin ederim o (gündüzleyin) sinip gizlenen (yıldız)lara; (geceleyin) ortaya çıkıp gözükenlere..»
Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine indirilen ilâhî vahyin gücünü, erişilmezliğini ve her bakımdan insan gücünü aştığını belirtirken konumuzu oluşturan âyetlerle, astronomi konusunda iki önemli bilgi veriyor:
1- Yıldızlar hem kendi yörüngelerinde, hem de bağlı bulundukları sistemlerle birlikte hareket halindedirler. Zira «hunnes» ve «künnes», «ce-vari» kelimesiyle birlikte «dönüp dolaşarak eski yerine gelmek ve sinip belirsiz olmak» mânasına delâlet eder.
2- Yıldızların geceleri gözükmesi, gündüzleri belirsiz hale gelmesi güneşle dünyamız arasındaki durumla ilgili bir olaydır. Şöyle ki, âyette yıldızların bizatihi ışık kaynağı olmadıkları, sadece güneşten alıp yansıttıkları vurgulanıyor ve araştırıcılara ip ucu veriliyor.
Tekvir suresi ayet 16.
Akıp saklanıveren yıldızlara andolsun.
"Hunnes": Hanis lâfzının çoğuludur. Geri dönen, saklanan şeyler demektir. Ahuların ağaçlıklar arasında gizlenmeleri gibi. "Künnes" de Kani; lâfzının çoğuludur, yuvalarına girip kaybolan şeyler manasınadır. Burada bunlardan maksat, ya Zühal, Müşteri, Merrih, Zühre ve Utarit denilen beş yıldızlardır ki: Gündüzleri kaybolup geceleri doğarlar. Veyahut maksat, bütün yıldızlardır ki: Gündüzleri göze görünmezler, geceleri ise göze görünürler..
Tekvir suresi ayet 17
«Karanlığa gömülüp gelen geceye..»
Âyette «âsâse» fiili kullanılmıştır ki bu, iki zıt mânaya delâlet eder: Yüz çevirip gelmek, arka dönüp gitmek..
el-Ferrâ'a göre : Bu, daha çok arka dönüp gitmek mânasına yaygın bir kavramdır. Cevherî de aynı hususu belirtmiştir. O halde âyeti şu iki manâ ile yorumlamamız mümkündür: Gece, karanlığıyla arkasını dönüp gittiği veya yüz çevirip geldiği zaman..
Tekvir suresi ayet 18
«Teneffüs eden (ağarıp nefes nefes belirginleşen) sabaha..»
Teneffüs, alınan havayı dışarı vermek mânasına geldiği gibi, ayrılıp bölünme, kademeli belirme mânalarına da delâlet eder. Bu, daha çok sabahın yavaş yavaş aydınlığını aksettirmesine ve o demlerde canlıların tatlı ve okşayıcı esen havayı teneffüs etmelerine de işaret olabilir.
Cenab-ı Hakk'ın Dört Şey İle Yemin Etmesi
Şüphesiz ki Allah'ın eşyadan veya olaydan biriyle veya birkaçıyla yemin etmesi, o şeyin insan hayatından yana önemine ve ilâhî düzenin kusursuz işleyişine açık delil sayılır. Çünkü eşyayı belli hizmetler çerçevesinde programlayan O'dur. İnsanların yararına var kılıp hazırladığı her şey, şükrü karşılanmayacak kadar değerlidir ve aynı zamanda ilâhî kudreti yansıttığı için de kutsaldır:
Böylece dört önemli konu üzerinde durulup her birinin ezelde çizilen esasa göre gerçekleştiğine işaretle ilâhî kudret ve sanatın erişilmezliği anlatılmakta ve Melek Cibril vasıtasıyla indirilen Kur'ân âyetlerinin insan kudretini aşarak her cümlesiyle ilâhî kaynaktan süzülüp Hz. Muhammed'in (A.S.) pâk ve nezîh kalbine ilka edildiği bildirilmektedir.
O bakımdan Kur'ân'ın insan sözü, onun kafasının ürünü olmadığı, Melek Cebrail'in kalbine ve diline aktarıldığı. Onun da bu yüce emaneti aynen Hz. Muhammed'e (A.S.) teslim ettiği vurgulanmakta ve en ince hesaplarla
Nasıl yıldızları mevcut özellikleriyle yaratıp kusursuz bir plâna göre fezaya serpiştiren biz değilsek; gece ve gündüzü biteviye oluşturup devam ettirmek de bize ait değilse, ilâhî beyân ve belâğati bütün haşmetiyle kendinde taşıyan Kur'ân da insanoğlunun eseri değildir ve olamaz da.. O halde Allah'ın kitabına bu acıdan bakıp onu incelememiz farzdır. Okumadan, inceliğini, yüceliğini kavramadan, mükemmelliğini, erişilmez-liğini tesbit etmeden ona inanmak fazla önem taşımıyacağı gibi, onu red ve inkâr etmek de hiçbir olumlu sonuç vermeyecektir. Aksine münkirin bilgisizliği, ilgisizliği, araştırmadan hüküm vermeye kalkıştığı, anlamadan neticeye varmak istediği ortaya çıkar ki bu, son derece gülüne ve aptalca bir tutum ve tavır olmaktan ileri geçemez.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tekvir suresi ayet 19
Hiç tartışmasız o (Kur'an) , üstün onur sahibi olan bir elçinin gerçekten (Allah'tan getirdiği) sözüdür;
Şerefli bir elçi ile vahy getiren melek kastedilmektedir. Aynı zamanda Allah Teâlâ Rasûlin Kerim ifadesi ile Cibril-i Emin'in mesajı kendinden değil, daha üst bir makamdan getirdiğini vurguluyor. Yani Cibril-i Emin Allah'tan Rasûlullah'a (s.a.) mesajı aktarmaktadır. Hakka-40'ta şöyle buyurulmaktadır. "Şübhesiz o elbette şerefli bir elçinin sözüdür." Buradaki Rasûlin Kerim ifadesi Rasûlullah (s.a) için kullanılmıştır. Bu vahyin Hz. Muhammed'in (s.a.) bir sözü olmadığı, sadece Allah'ın (c.c.) sözünü aktardığı anlamına gelir. Yani Allah'ın (c.c.) Rasûlü sıfatıyla, Muhammed bin Abdullah olarak değil.
Her iki yerde de, şerefli bir elçinin sözüdür ifadesi kullanılmıştır. Bir yerde şerefli elçi ile Allah'tan peygambere mesajı aktarması dolayısıyla Cibril-i Emin kastedilirken, Hakka 40'ta da şerefli elçi'nin Rasûlullah (s.a) olduğu beyan edilmiştir. Buradaki ifade Rasûlullah'ın (s.a) Kur'an'ın kendi uydurduğu anlamına gelmez. Şerefli elçi ifadesinin kullanılmasının nedeni, peygamberin bir Rasûl olarak Allah'ın (c.c.) sözünü aktarmasıdır, Muhammed bin Abdullah olarak değil. Yani 'şerefli bir elçinin sözü' ile birinde Rasûlullah, (s.a.) diğerinde Cibril-i Emin kastedilmektedir. Kısaca Cibril-i Emin Rasûlullah'a (s.a.) aktarmakta, Rasûlullah'ta insanlara tebliğ etmektedir.
Tekvir suresi ayet 20
(Bu elçi,) Bir güç sahibidir; arşın sahibi katında şereflidir.
Necm sûresi 4 ve 5. ayetlerinde bu konu şöyle anlatılmıştır: "O kendisine vahyedilen vahiyden başkası değildir. Onu müthiş kuvvetleri olan öğretti." Cibril-i Emin'in müthiş kuvvetlerinin ne olduğu meselesi müteşabihattandır. Cibril-i Emin'in diğer meleklerden daha seçkin olduğu çok açık bir şekilde bellidir.
Müslim 'Kitab-ul-İman'da Hz. Aişe (r.a) 'dan, Rasûlullah'ın (s.a) Cibril-i Emin'i iki defa asıl şekliyle gördüğü ve 'Cibril-i Emin o kadar büyüktü ki, yeryüzü ve gökyüzünü kaplıyordu,' dediği rivayet olunmuştur. Buhari, Müslim, Tirmizi, Müsned-i İmam Ahmet'de, Hz. Abdullah İbn Mesut'tan (r.a) rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) Cibril-i Emin'i anlatırken 600 kanadı olduğunu söylemiştir. Bundan Cibril-i Emin'in ne kadar güçlü olduğu anlaşılmaktadır.
Tekvir suresi ayet 21
Ona itaat edilir, sonra güvenilirdir.
Yani Cibril-i Emin meleklerin üstünde emir sahibidir.
Yani o itimad edilen bir kimsedir.Allah (c.c.) ona nasıl vahyetmişse o hiç eksiltmeden ve kendisinden bir şey katmadan aktarır.
Tekvir suresi ayet 22
Sizin sahibiniz bir deli değildir.
Arkadaşınız (Sahibuküm) ifadesi ile Hz. Muhammed (s.a) kastolunmaktadır. Hz. Muhammed'ten arkadaşları olduğu şeklinde bahsedilmesinin nedeni, Mekkeliler için Hz. Muhammed'in (s.a.) yabancı biri olmadığına, çocuklarının bile onu tanıdıklarına dikkat çekmektedir. Hz. Muhammed'in (s.a) ne derece akıl sahibi biri olduğunu biliyorsunuz. O halde böyle birine bile bile mecnun demekten utanmıyor musunuz? (İzah için bkz. Necm: 2-3)
Tekvir suresi ayet 23
Andolsun o (peygamber) , onu apaçık bir ufukta görmüştür.
Melek Cebrail'in inmesiyle birlikte Hz. Muhammed'de (A.S.) meydana gelen değişikliğin üzerinde duruluyor ve onun bir başka tarafı hatırlatılarak : «Onu Ona, çok çetin güce sahip Melek (Cebrail) öğretti ki, o güzel bir görünümdedir ve en yüksek ufukta iken doğruldu. Sonra yaklaştı ve sarktıkça sarktı. O kadar ki (aralarında) iki yay boyu veya daha az bir mesafe kaldı» buyuruI maktadır ki, bu en yüce ufukun doğu cihetinde aydınlığın etrafa yayıldığı bir sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu ufukta Melek Cebrail'i asıl suretinde görmüştü. Ayrıca Resûlüllah'ın (A.S.) bu meleği bir defa da Sidretülmünteha'nın yanında aynı surette gördüğü söz konusudur.
Tekvir suresi ayet 24
O, gayb (haberlerin) e karşı (söylediklerinden dolayı) suçlanamaz (ya da cimrilikte bulunup kıskançlık yapmaz)
Resûlüllah {A.S.) Efendimiz, Allah'ın son elçisi olarak kendisine indirileni insanlara tebliğ ve onları Hakk'a irşâdla görevliydi. Gaybı bildiğini hic bir zaman iddia etmedi. Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiğini bildi; gaybe kapı açılınca görebildi, açılmayınca göremedi. Aynı zamanda Cenâb-ı Hak'tan inen vahyi günü gününe tebliğde kısıtlayıcı da değildi. Donatıldığı lâhutî bilgiler hususunda aç gözlü, inhisarcı da olmadı. O hep ilâhî talimat çerçevesinde görevini kusursuz yerine getirmeye çalıştı. Zira Onun kişisel bir arzusu ve dâvası yoktu; hele dünyevî menfaatlerden yana hiçbir temayülü söz konusu olamazdı. Yüklendiği o büyük dâva bütünüyle Allah'a aitti ve yalnız O'nun için her şeye göğüs geriyor, her saldırıya katlanıyordu.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tekvir suresi ayet 25
Kur'ân, İlâhî Rahmetten Kovulmuş Şeytanın Sözü Değildir
Kureyş Kabilesi'nden bazı câhil şaşkınların, garazkâr gafillerin, şeytanın zaman zaman Muhammed'e gelip fısıldadığını ve birtakım garip sözleri Onun kulağına attığını iddia ettikleri oluyordu. Oysa cin ve şeytanların oyuncağı haline gelen hiçbir kâhinden bu kadar ulvî, düşündürücü, yönlendirici ve aklı harekete geçirici bir söz işitilmemlşti. Bunun bir benzeri yoktu. Arap Yarımadasında hiçbir ünlü şâirin bir kâhinin peşine takılarak onun ağzından çıkan sözlerin tesiri altında kaldığı ve o sözlerinin erişilmez olduğunu kabul ettiği de görülmemiştir. Ama Hz. Muhammed'in (A.S.) mübarek dudaklarından inci misali dökülen Kur'ân âyetleri gönülleri bir anda fethediyor, en ünlü şâir ve edipleri şaşkına çevirip derin düşünmeye sevkediyor ve çok geçmeden kalplerini İslâm hidâyetine açma şuurunu veriyordu.
O bakımdan ilgili âyetle, müşriklerin böyle ölçüsüz, akıl ve mantık dışı iddia ve iftiraları reddediliyor ve Hz. Muhammed'e (A.S.) ilâhî vahyi getirenin en büyük ruh Melek Cebrail olduğu açıklanıyor.
Aynı zamanda yüce âleme sinsice yükselip meleklere verilen ilâhî haberleri dinlemeye çalışıp kulak hırsızlığı yaparlarken şihablar (meteoritler) le kovulan cin ve şeytanların ilâhî vahyi getirmeleri, yani buna aracı olmaları hiçbir zaman düşünülemez
Tekvir suresi ayet 26
Ohalde nereye gidiyorsunuz?
Cenâb-ı Hak, Kur'ân ve Peygamberle ilgili belgeleri, birtakım özellikleri açıklayıp akla ışık tuttuktan, vicdanlara seslendikten sonra, bunca gerçekler ortada dururken hâlâ inkârda ısrar edenlere soruyor: «O halde nereye gidiyorsunuz?!» Yani neden akıl nîmetini gerçeği bulmakta kullanmıyorsunuz? Size birçok hakikatleri getirip teblîğ eden son peygambere neden uymuyorsunuz? Yoksa aklınızı mı kaybettiniz? Vicdanlarınız büsbütün köreldi mi? Bu dâvada Hz. Muhammed'in (A.S.) kişisel bir çıkarı bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Sizden bir ücret mi istiyor? İrili, ufaklı taştan yontulmuş bir sürü putlar mı, yoksa kâinatı yaratıp denge ve düzende tutan, yeryüzünü nimetlerle donatıp insanoğlunun hizmetine veren o eşi, dengi, benzeri olmayan Allah mı hayırlıdır? Sahte ilâhlarla mâbud-i hakikî arasında kıyas yapamıyacak, tercihinizi kullanamayacak kadar insanlığınızı mı kaybettiniz?! Bu yanlış ve tehlikeli yolda yürüyerek nereye varmak istiyorsunuz?
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tekvir suresi ayet 27
O (Kur'an) , alemler için yalnızca bir zikirdir;
Bu âyetle iki önemli husus üzerinde duruluyor: Birincisi, Kur'ân'ın bütün milletler için yönlendirici, eğitici öğüt özelliğini taşıması ve insanları yaratıp terbiye eden, kemale erdiren Rablerine irşad eden bir rehber olması; ikincisi, onun daha çok aklını kullanıp dosdoğru yolda istikamet üzere yürümek isteyenler için unutulmaması gereken bir eğitim müfredatı içermesidir.
O halde Kur'ân'dan feyiz almanın, taşıdığı rahmet boyasına boyanmanın yolu, akıl ve idrâki en iyi şekilde kullanmayı bilmek ve doğru olanı seçip bulmaktır. Aynı zamanda aklın önünde engel teşkil eden nefsanî duyguları tesirsiz hale getirip aklın ve imânın emrine vermek suretiyle beden şehrinde aklı vezîr, imânı hükümdar kılmaktır.
Tekvir suresi ayet 28
O, âlemler için, sizden doğru davranmayı arzu edenler için katıksız bir öğüttür.
İnsanla Kur'ân arasında belirgin bir çizgi vardır ki ona, «doğ-ruyolu bulma çizgisi» diyebiliriz. Kişi mevcut yeteneklerini ve yardımcı âmilleri harekete geçirerek o çizgiye geldiği takdirde Kur'an'dan nasîbini almaya başlar; gelmediği takdirde kendine haksızlık etmiş olur.
Bunun için Cenâb-ı Hak : «Sizden doğru davranmayı arzu edenler için bir öğüttür» buyurmakta ve bundaki hikmeti anlamamız için bize ışık. tutmaktadır
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
Tekvir suresi ayet 29
«Âlemlerin Rabbı olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz
Bu âyetle çok ince ve o nisbette önemli ve hassas bir konuya işaret ediliyor. Âyetin zahirî anlatımından, «Cenâb-ı Hak bir şeyi dilemedikçe kimse onu dileyemez» veya «Cenâb-ı Hak dilemedikçe kimse bir şey dileyemez» veya «Allah kulu hakkında istikamet dilemedikçe kul müstakim olamaz» gibi mânalar anlaşılıyor. Ancak böyle bir mana ve yorum, kulun işlediği ve işlemediği her fiil ve işte mazur olduğu neticesini doğurur. İrade ve isteğiyle bir şey yapmadığı düşüncesine kapı açıp sorumluluğu kaldırır. Oysa küllî irâde ile cüz'î irâde arasındaki ilgi ve inceliği bildiğimiz takdirde böyle bir ı sonuç çıkarmamızın hiçbir zamanı isabetli olamayacağı rahatlıkla anlaşılır.
Şüphesiz Cenâb-ı Hak, kulları hakkında hep hayrı, iyiliği, doğruyu diler. Ancak bu dileme sadece kendi sınırı içinde kalır; yani bir şeyi dilemek başka, o şeyi işleyip yürütmek başkadır. Cenâb-ı Hak, sünnetullahı gereği, kulunda bir istek, arzu, heves, doğruyu seçme, hidâyete yönelme gayretini ve o gayretle belirlenmiş sınıra geldiğini görünce, -dilediği takdirde- o kulu hakkında hidâyetle tecellide bulunur. Böylece kulun dilemesi Allah'ın dilemesine bağlı kalmakla O'nun hidâyet ile tecellisine muhtaç bulunmaktadır
Tekvîr Sûresi'ne kıyamet olayının bazı safhaları açıklanarak başlandı, Kur'ân'ın istikamet üzere olan mü'minler için katıksız bir öğüt olduğu bildirilerek sûre noktalandı. Allah'a hamd, Resûlüllah'a (A.S.) salâtu selâmlar olsun.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
mehasin,
Allah CC sizden de razı olsun
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
İnşirah suresi ayet 1
Biz, göğsünü senin İçİn açıp genişletmedik mi?
"Şerhu's-sadr:
Göğsün (açılıp genişletilmesi)"; anılması demektir. Yani Biz, senin göğsünü İslâm'a açmadık mıi1
Ebû Salih, İbn Abhas'tan:
Senin kalbini yumuşatmadık mı? diye açıkladığı rivayet etmiştir. ed-Dahhak'ın rivayetine göre de İbn Abbas şöyle demiştir:
Ey Allah'ın Rasûlü göğüs hiç açılır mı? diye sordular. "Evet, hem de genişler" diye buyurmuştur,
Ey Allah'ın Rasûlü! Bunun bir alâmeti var mı diye sordular. Şöyle buyurdu:
"Evet, aldanış diyarından uzaklaşış, ebedilik diyarına dönüş, ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanış.
el-Hasen'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Biz, göğsünü senin için açıp genişletmedik mi?" Yani (göğsü açılıp) hüküm ve ilim ile dolduruldu.
Sahih'de, Enes b. Malik'ten, onun -kavminden bir kimse olan- Malik b. Sa'saa'dan rivayete güre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur;
"Ben Beyt'in yanında uyku ile uyanıklık arasında iken birisinin şöyle dediğim duydum:
Bu (bizim aradığımız) üç kişiden birisidir. Bana altından bir leğen getirildi. İçinde Zemzem suyu vardı. Göğsüm şuraya ve şuraya kadar açıldı."
Katade dedi ki:
Ne demek istiyor diye sordum. (Malik): Karnının aşağı tarafına kadar dedi. (Peygamber devamla) buyurdu ki: "Kalbim çıkarıldı, kalbim Zemzem suyu ile yıkandı, sonra tekrar yerine kondu. Sonra da iman ve hikmet ile dolduruldu." Hadiste ayrıca uzunca bir olay nakledilmiştir
Peygamber (sav)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Beraberinde su ve kar bulunan bir kuş suretinde iki melek bana geldi. Onlardan biri göğsümü açtı, diğeri ise gagasıyla açarak onu yıkadı."
Bir diğer hadiste şöyle denilmektedir; Bana bir melek geldi, kalbimin üzerini yardı, kalbimden bir parça çıkardı ve şöyle dedi:
"Senin kalbin ona konulanı oldukça iyice koruyan, güçlü bir kalptir. Gözlerin iyi gören basiretli gözlerdir. Kulakların iyi işitir. Sen Ailah'ın Rasûlü Muhammed'sin. Dilin doğru söyler, nefsin huzur ve sükun içerisindedir. Senin yaratılışın mükemmeldir ve sen dosdoğru bir kimsesin."
"Açıp genişletmedik mi?"
Genişlettik, anlamındadır. Bunun delili de bu buyruğa "ve... çok ağır gelen yükünü üzerinden indirmedik mi" buyruğunun ona atfedilmiş olmasıdır. Bu aynı manayı ihtiva eden bir atıf değil, tevili manaya yapılmış bir atıftır. Çünkü aynı manayı ihtiva edecek şekilde atfedilmek istenseydi: " Ve sana ağır gelen yükü indiriyoruz" demesi gerekirdi. O halde bu; "açıp, genişletmedik mi" buyruğunun "açıp genişlettik" anlamında olduğunun delilidir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
İnşirah suresi ayet 2
Ve yükünü indirip atmadık mı?
Bir de senin sırtından yükünü almadık mı? Ki o yük senin belini çatır çatır çatırdatmış, sırtını gıcırdatmış, belini bükmüş, bel kemiklerini gevşetmiş, sırtını zayıflatmış, sırtını ezmişti.
Rabbimizin indirdiği bu yük konusunda bazı müfessirler demişler ki, efendim Allah’ın Resûlü nübüvvet öncesi bir kısım günahlar işlemişti, bazı hataları olmuştu da peygamberlik sonrası işte bunların hacâleti altında, üzüntüsü içinde bulunuyordu da Rabbimiz onları indirdiğini, bağışladığını anlatıyor demişler.
Yani buradaki Rabbimizin indirdiği vizr kelimesini günah olarak anlamışlar. İşte nübüvvet öncesi işlediği bu günahlarından ötürü Allah’ın Resûlü çok üzülüyor, çok sıkılıyordu da Allah bunları affetti, onun omuzundan onları indirdi demişlerdir.
Bu çok yanlış bir anlayıştır. Zira Rasûlullah Efendimizin hayatı Peygamberliğinden önce de tertemizdi.
Allah’ın Resûlü Kureyş’in gözlerinin önünde doğup büyümüştü. Çocukluğu, gençliği onların arasında geçmişti. Çocukluğundan beri onun hayatına muttali olan, tüm geçmişini bilen Kureyş ona bir tek günah bile isnat edememiştir. Eğer böyle bir fiyaskosunu bilselerdi bunu ayyuka çıkarırlardı. Seni şöyle şöyle yaparken görmedik mi ey Peygamber? Seni falan zaman şu şu günahları işlerken yakalamadık mı? Şimdi böyle bir geçmişin sahibi olarak bize neler söylüyorsun? derlerdi. Ama Rasûlullah Efendimizin can düşmanları olan Kureyş müşrikleri zerre kadar bu konuda ona bir şey isnat edememişlerdir. Rabbimiz da Yunus sûresinde Rasûlullah Efendimizin Nübüvvet öncesi hayatının temizliğine şehadet etmektedir:
“Ey Muhammed, de ki: “Allah dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?”
(Yunus 16)
De ki ey peygamberim: “Eğer Allah dileseydi ben bunu size okumazdım. Allah dileseydi ben bunu size duyurmazdım. Allah dileseydi bu Kur’an’ı size bildirmez ve öğretmezdim. Size risâletten söz etmezdim. Muhakkak siz de biliyorsunuz ki ben daha önce aranızda bir ömür boyu yaşadım. Çocukluğum, gençliğim aranızda geçti. Bundan önceki hayatımı biliyor ve tanıyorsunuz. Bundan önce size bu tür şeylerden bahsettiğim oldu mu? Daha önce din, iman, kitap, vahiy gibi şeylerden hiç söz ettim mi? Düşünmüyor musunuz?
Veya daha önce benden utanacağım bir davranışa şahit oldunuz mu? Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? Gerçekten de Allah’ın Resûlünün risâlet öncesi kırk yılı onların arasında geçmişti. Bu dönem içinde senelerce Allah’ın Resûlü’nün Allah bana vahyediyor, bana vahiy geliyor dediği hiç görülmemiştir, duyulmamıştır. Ne göklerden, ne Allah’tan, ne gaybdan, ne cennetten, ne cehennemden, ne dirilişten, ne hesaptan, kitaptan, ne geçmişten, ne gelecekten bir gün bile olsun tek kelime söz söylememiştir. Çocukluğundan itibaren herkesin sevip saydığı çok iyi bir insandı, ama kendisine Rabbi tarafından vahiy gelene kadar toplumun yönünü belirleyecek, uçuruma doğru giden toplumunu kurtuluşa götürecek bir bilgisi olmadığı için de hiçbir şey diyemiyordu.
İşte Rabbimiz buyurur ki, kırk yıl sizin aranızda büyümüş, bundan önce bu konularda size tek kelime bile söylememiş, hayatında yüz kızartıcı, başını önüne eğdirecek bir tek fiyaskosu olmamış bir peygamberin bu geçmişi onun peygamberliğinin en büyük delilidir diyerek o insanları bu konuda düşünmeye çağırıyordu. Diyordu ki, ne gördünüz onda? Hangi günahına, hangi yüz kızartıcı durumuna muttali oldunuz?
İnsanlar onun böyle bir şeyine şahit olamadıkları gibi Allah’ın Resûlü tenhada da günah işleyecek bir yapıda değildi. Kaldı ki eğer tüm Kureyş’i atlatıp onların göremeyeceği bir tenhada günah işlemiş te onun sıkıntısı altında olmuş olsaydı, o zaman bu günahı asla Allah’tan gizli kalmayacağı için Rabbimiz onun önceki hayatının temizliğine şehadette bulunmazdı. Eğer Allah’ın Resûlü tüm insanları atlatarak gizlice günah işleyen birisi olsaydı elbette Allah onu savunup insanlığa örnek yapmazdı.
Öyleyse buradaki vizr günah değildir. Bu vizr ağır yük demektir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
İnşirah suresi ayet 3
Ki o, senin belini bükmüştü;
Allah’ın Resûlü kavmini, Mekke toplumunu koyu bir cehalet içinde gördükçe çok üzülüyordu. İnsanlar cansız putlara tapınıyor, şirk adam boyu yükselmiş, ahlâksızlık ve fuhuş toplumu boğacak hale gelmiş, kuvvetliler zayıfları eziyor, kız çocukları diri diri topraklara gömülüyor, toplum yaratıcılarından habersiz süratle cehenneme doğru yuvarlanıyordu. Bütün bu durumları gören Allah’ın Resûlü çok üzülüyordu. Bu korkunç fesadın önünü alabilecek bir çare, bir yol bilemiyor, bulamıyordu. İşte bu çaresizlik onun belini büküyor, sırtını çatırdatıyordu. İşte Rabbimiz de ona bir kitap, bir şeriat indirerek yol gösterdi ve sırtındaki o yükü indiriverdi.
Veya meselâ önceleri Allah’ın Resûlü bu dinin hâkimiyetinin, bu dinin yayılmasının sorumluluğunu kendi omuzlarında hissediyor ve bunun derdiyle beli bükülüyordu da daha sonra gelen âyetlerle Rab-bimiz bu dinin hâkimiyetinin, bu dinin yayılmasının bizzat kendisine ait olduğunu, Peygamberinin böyle bir sorumluluğunun olmadığını anlatarak Rasûlullah Efendimizin omuzlarındaki yüklerini indiriyordu.
Veya yine daha önce de ifade ettiğimiz gibi Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri ezberlemeye çalışıyordu. Bunun sorumluluğunun kendisine ait olduğunu zannediyor ve bunu kendisine dert ediniyordu. Bunu sırtında bir yük ve sorumluluk biliyordu da, Rabbimiz gönderdiği daha önce okuduğum âyetleriyle: “Peygamberim! Sen yorulma! Sen bunu dert edinme! Gelen âyetleri, sûreleri ezberleyeceğim diye dilini hareket ettirip durma! Sen nötr ol! Sen Bizim elçimizin oku-yuşuna tabi ol! Şunu kesinlikle bilesin ki Biz sana okuyacağız ve sen öğrenmiş olacak ve asla unutmayacaksın! Biz onu, o Kur’an’ı senin beynine kazıyacak, kalbine nakşedeceğiz!” buyurarak onun bir yükünü daha indiriyordu.
Bir de Allah sevgilisine onun yükünü hafifletecek, onun derdini ve dâvâsını paylaşacak arkadaşlar, dostlar, sahâbeler verdi. İnananlar verdi Rabbimiz ona. O kadar ki, onun dâvâsı uğruna kendi çocuklarından, çoluklarından, mallarından, mülklerinden, doğup büyüdükleri öz vatanlarından bile vazgeçebilecek kadar sevgilinin yoluna baş koyabilecek sevgililer verdi. Bu kadar çok ve samimi havari hiçbir peygambere nasip olmamıştı. İşte Rabbimiz onun yükünü omuzlayacak, onun yükünü ve dâvâsını paylaşacak bu sahâbeleriyle omuzlarındaki ağırlığı indirip hafifletiverdi.
Daha önce hiç kimseye nasip olmayacak biçimde Rabbimiz Peygamberine yardımcılar verdi. İşte bu cemaat, bu ümmet, bir Peygamberin yükünü hafifleten, derdini ve sorumluluğunu paylaşan en büyük destektir.
-
Cevap: Kurandan Okuyalim
İnşirah suresi ayet 4
“Senin adını, senin şanını yükseltmedik mi?”
“Peygamberim, senin zikrini, senin şanını yüceltmedik mi?” di-yor Rabbimiz. Bu âyet-i kerîmede Rasûlullah Efendimizin adının, namının, şanının yüceltilmesi anlatılıyor demişler. Rabbimiz efendimizin adını kendi adıyla birleştirmiştir.
Meselâ kelime-i şehadette ve kelime-i tevhidde Rasûlullah Efendimizin adı Rabbimizin adıyla birlikte zikredilmektedir. Rasûlullah Efendimizin adı lafzan Rabbimizin adıyla anılır. Tüm namazlarımızda Rasûlullah Efendimizin adı zikredilir. Namazlarında tüm mü’minler Rasûlullah Efendimize salât u selâm getirir. Cuma hutbelerinde tüm dünyada Resul-i Ekrem’in mübarek ismi zikredilir. Yeryüzünde bir ka-rış yer yoktur ki orada Ezan-ı Muhammedî ile Rasûlullah Efendimizin adı ilân edilmesin!
İbni Hibban’ın sahihinde Ebu Hureyre efendimizden şöyle bir hadis nakil edilmektedir:
“Cebrâil (a.s) bana geldi ve dedi ki: “Ey Muhammed, Rabbim ve Rabbin şöyle buyuruyor: “Bilir misin senin zikrini nasıl yücelttim?” “Yüce Allah en iyisini bilir” dedim. Dedi ki: “Ben anıldıkça sen de benimle beraber anılacaksın.”
(İbni Hibban, sahih: 5/162)
Hattâ bırakın insanları Ahzâb sûresinin ifadesiyle Allah ve melekleri bile Rasûlullah Efendimize salât u selâm ederler:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere salât edip onu överler; ey inananlar! Siz de onu övün, ona salât ve selâm getirin.”
(Ahzâb 56)
Yine Rasûlullah Efendimizin bu şerefinin yüceltilmesini kendisine Kur’an’ın indirilmesi şeklinde de anlamışlar. Kendisine Kur’an gibi mûcizu’l beyan bir kitabın indirilmesi de Rasûlullah Efendimizin şanının, şerefinin yüceltilmesidir denmiştir. Enbiyâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Andolsun ki, size şerefiniz ve öğüt veren bir Kitap indirdik; akletmiyor musunuz?”
(Enbiyâ 10)
Rabbimizin bu âyetinden anlıyoruz ki Kur’an’ın indirilişi hem Rasûlullah Efendimiz, hem de bizler için en büyük bir şereftir. Kur’an, Peygamber ve onun yolunun yolcusu mü’minler için şeref kaynağıdır. Ama tabi Kur’an’dan bizde ne kadar varsa, kaç sûre, kaç âyet varsa o kadar şerefimiz var demektir.
Rasûlullah Efendimizin adının yüceltilmesini, şanının, şerefinin artırılmasını böyle anlamışlar. Bir de bu şan ve şerefin yüceltilmesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Peygamberim, senin şanını yüceltmedik mi? Yani seni dinde odak nokta kılmadık mı? Sensiz Müslümanlık ol-maz demedik mi? Yani bu dini seninle birlik bir din kılmadık mı? diyor Rabbimiz. Öyle bir din ki, Peygambersiz kabul edilemez. Öyle bir din ki, Peygambersiz anlaşılamaz, Peygambersiz yaşanamaz. Yani Peygambersiz Müslüman olunamaz. Hangi konuyu gündeme getirirseniz getirin, hangi hükümle amel etmek isterseniz isteyin mutlaka o konu-yu Peygamberle birlikte gündeme getirmek, Peygamberle birlikte anlamak ve yaşamak zorundasınız.
Düşünce, iman, itikat, namaz, oruç, hac, zikir, fikir hangi konu olursa olsun Peygamberle birlikte anlamak zorundasınız. Peygamber planında anlamak zorundasınız. Peygambersiz hiçbir konuyu anlamak mümkün değildir. Rasûlullah onu nasıl anladı? Rasûlullah o konuda ne dedi? Nasıl amel etti? Nasıl uyguladı? Mutlak sûrette bunu bilmek zorundayız. Çünkü Allah’ın Resûlü dinde temeldir. Onu diskalifiye ederek, onu ve onun anlayışını görmezden gelerek ne iman mümkündür, ne de müslümanlık. Bu dinin hangi konusu olursa olsun mutlaka ona müracaat etmek zorundayız. İşte Rasûlullah Efendimizin adının, şanının yüceltilmesini böyle anlıyoruz.
Yine bakıyoruz ki Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz kendisine itaat istediği her bir yerde Peygamberine de itaat istemektedir:
“Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin....”
(Nisâ 59)
Allah peygamberini dinde temel kabul ederek kendisine istediği itaati aynı zamanda peygamberine de isteyerek, “her konuda ona muhtaçsınız, onsuz dine girmeniz de, dini yaşamanız da mümkün değildir” diyerek onun adını, onun şanını ve şerefini yücelttiğine göre bizler her konuda onu örnek bilecek, kıstas bilecek ve ona müracaat edeceğiz. Onun gibi olmaya, onun gibi inanmaya ve onun gibi amel etmeye çalışacağız. O zaman da tabii ki zorlanacağız. Ona benzemeye, onun gibi tavizsiz, ivazsız bir müslüman olmaya yöneldiğimiz zaman, ona benzemeye azmettiğimiz zaman elbette tüm hayat bizi zorlayacaktır. Evde hanımlarımız, okulda müdür zorlayacak, düzen, ekonomik hayatımız, âdetler, töreler, çevremiz, akrabalarımız, yasalar, kısacası tüm toplum karşımıza çıkacak, tüm sahte ilâhlar yolumuzu kesecek, tüm yapay tanrılar ve tanrıçalar önümüze barikatlar koyacaktır. O zaman da üzülmeyin, diyor Rabbimiz.