Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Adi geçen "Alti Bölük" efradi, hayvan besledikleri için devlet merkezinden fazla uzak olmayan ve mer'asi bol yerlerde ikamet ediyorlardi. Bu yüzden bunlardan bir kismi Bursa ile Edirne, bir kismi da Istanbul ve civarinda ikamet etmek zorunda idiler. Kanunî Sultan Süleyman zamanindan baslamak üzere, bunlardan 300 kisi, sefer zamanlarinda devlet merkezinde bir çesit yaverlik yapmak vazifesi ile görevlendirilmislerdi. Mülazim adi verilen bu 300 kisi, baris zamanlarinda mirî mukataalarin idaresi ile cizye cibâyeti (toplanmasi) gibi islerle görevlendirilmislerdi.
Kapikulu süvarilerini meydana getiren her bölügün âmiri olarak ayri ayri agalari vardi. Bunlar, Sipah agasi, Silahtar agasi, Sag ulûfeciler agasi gibi isimler aliyorlardi. Belge ve kanunnâmelerde bu isimler aynen kullaniliyordu. Nitekim 18 Muharrem 973 (15 Agustos 1565) tarihli Semendire ve Belgrad'a kadar yol üzerinde bulunan kadilara gönderilen hükümde bu isimlerden ayni lafizlarla söz edilmesi bunun örneklerinden biridir. Protokol bakimindan bunlarin en ileride olani Sipah agasi oldugu gibi, bunun komutasinda bulunan bölük de en itibarli bölük idi. Agalardan baska her bölügün bölükbasilari, kethüdalari, kethüda yeri, katip ve kalfa isimlerini tasiyan bir komuta heyeti ile basçavus ve çavus adlarinda küçük rütbeli zâbitleri vardi.
Kapikulu süvarilerinin kullandiklari silahlar, genellikle o dönemde her kavim ve millet tarafindan kullanilan silahlardi. Bunlarin orijinalligi, silahlarin imal ve kullanilmasinda idi. Türk silahlarinin daha hafif, yani tasinma ve kullanilmasinin kolay olmasi bir üstünlük sagliyordu. Hafif silahlar grubuna giren bu silahlar, ok, yay, kalkan, harbe veya mizrak ile bele takilan balta, pala veya hançerle atlarin eger kasina asilmis olan gaddare denilen genis yüzlü kisa bir kiliç ve bozdogan ismi verilen yuvarlak basli bir agaç topuzdu. Kapikulu süvarilerinin bellerindeki ok keselerinde (sadak) oklari vardi. Muharebelerde, bu silahlardan duruma göre uygun olanini kullanirlardi. Bu süvarilerin üzerlerinde çelik zirhli gömlekler vardi. Kalkanlari ise elbise ve basliklarinin renginde boyanmisti. Muharebelerde yanlarinda yedek hayvanlari da bulunurdu.
Sultan III. Murad döneminden önce hariçten bir kimsenin giremedigi bu ocaga, adi geçen hükümdar zamaninda, disardan iltihaklar basladi. Ocak teskilâti bozulduktan sonra "veledes" denilen süvari ogullari da ocaga alinmaya baslamisti. Kanunî Sultan Süleyman zamaninda sayilan yedi bin kisi civarinda iken, hariçten ocaga girenler yüzünden bu sayi yirmi bini bulmustu. Bilahere Kaptan-i Derya Kara Murad Pasa'nin, ocaklari, Ibsir Pasa aleyhine kiskirtmasi sonucunda süvari mevcudu, ocaktan tard edilmis olanlari da tekrar almak suretiyle elli bine ulasmisti XVII. asrin ortalarinda, vezir olarak Osmanli Devleti'ne hizmet etmis bir aile olan Köprülüler iktidara geçince, devletin inhitatini uzunca bir süre yavaslatmaya ve hatta durdurmaya basladiklari gibi bazi islahat hareketlerinde de bulunmaya tesebbüs etmislerdi. Iste bu dönemde, süvari bölüklerinde yapilan tenkisatla sayilan on bes bin civarina indirilebilmisti. Bunlarin, yaptiklari bazi isyanlari da bastirilinca takibata ugradilar. Bunun üzerine önemleri kalmayan bir sinif haline geldiler. Zaman zaman zorbaliklar yapan ve isyan eden bu askerî birliklerin, Dördüncü Murad ile Köprülü Mehmed Pasa'dan yedikleri iki büyük darbe, bunlari önemsiz bir hale getirmisti. Hezarfen Hüseyin Efendi, bunlarin, bu dönemdeki sayilarini su rakamlarla bize aktarmaktadir. Ona göre Sipah bölügü 7203, Silahtar bölügü 6254, Ülûfeciyan-i yemin 488, Ulûfeciyan-i yesâr 488, Gureba-i yemin 410, Gruba-i yesâr 312 olmak üzere toplam 15155 kisiye kadar yükselmektedir.
XVIII. asirdan itibaren sayi ve güçleri giderek zayiflayan Kapikulu süvarisi de "Vak'a-i Hayriye" diye adlandirilan ve yeniçeriligin ortadan kalkmasiyla sonuçlanan olayda lagv edildiler. Yeniçerilerin bu siralardaki serkeslik ve isyanlarina katilmayan bu ocak mensuplarindan, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarina müsaade edilmisti.
EYÂLET ASKERLERI
Osmanli kara ordusunun ikinci kismini meydana getiren, devletin büyümesinde, gelismesinde ve sinirlarini genisletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlan : Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Timarli Sipahiler olmak üzere 3 grup halinde ele alabiliriz.
YERLIKULU
Yerli Kulu piyadesi, eyalet pasalari ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanlari da bunlar tarafindan tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî siniftir. Rikab-i Hümayûndaki askere Kapikulu dendigi gibi, devlet merkezinin disinda bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maas alabilen bu askerî sinifin iasesi, eyalet veya sancak beyi vasitasiyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi. Bu sinifa dahil askerleri de gördükleri hizmetlere göre: 1 Azepler, 2 Sekban ve tüfekçiler, 3 Icareliler, 4 Lagimcilar, 5 Müsellem'ler olmak üzere bes gruba ayirmak mümkündür.
AZEPLER
Yerlikulu askerinin ilk sinifini meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardi. Ordunun ön saflarinda yer almalarindan dolayi düsman taarruzuna en çok onlar maruz kaliyorlardi.
Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanli askerî teskilâtinda: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmis bir askerî sinif için kullanilmaktaydi.
Klasik Osmanli ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birligidir. Bununla beraber yine ayni adi tasiyan ve 1450'den sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan teskil olunan kale azepleri de vardir.
Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren XVI. asrin yarisina kadar meydana gelen harplerde hafif okçu kuvvetlerine ihtiyaç vardi. Bu bakimdan, harp esnasinda ne kadar azebe ihtiyaç varsa tesbit edilirdi. Tesbit edilen miktar, sancaklara taksim edilirdi. Böylece ihtiyaca göre 20 veya 30 hâne (ev)den bir azep istenirdi. Istenilen azebin bekâr, güçlü ve kuvvetli olmasi lazimdi. Sancaga bagli kazalardan seçilen her azebin ücret ve masrafi onu seçen yere ait olup bu, XV. asrin sonu ile XVI. asirda her azeb için 300 akça tutmakta idi. Her azebin, askerden kaçmamasi için bir kefili vardi. Kaçtigi takdirde masraf bu kefilinden alinirdi. Azeplere verilecek para, azeb alinan yer ile halkinin servetine göre tahsil edilirdi. Sefer hazirligi esnasinda azeplerin toplanmasina "Azep çagirtmak" denirdi. Bunlarin maaslari olmadigindan harp zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayilirlardi.
Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatilmis olan azepler, ordunun ön saflarinda bulunduklarindan ilk olarak onlar düsman hücumuna maruz kalirlardi. Bunlarin gerisinde toplar, onlarin arkasinda da yeniçeriler yer alirdi. Savas basladigi zaman azepler saga sola açilmak suretiyle topçunun rahat ates etmesine imkan saglarlardi.
Bahsimize konu teskil eden ve iki asirdan fazla büyük hizmetler ifa eden hafif piyade azepleri, XVI. asir ortalarinda, Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin sonlarina dogru ilga edildiler. Kale azepleri ise 1826 senesine kadar hizmetlerine devam ettiler.
SEKBAN VE TÜFEKÇILER
Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasil oldugu zaman, gönüllü olarak toplanan köy halkindan olduklari için, diger birlikler gibi saglam bir askerî egitime sahip degillerdi. "Salyâne"den kurtulmak için zaman zaman Hiristiyanlar bile bu birlige istirak edebiliyorlardi. Bunlar, bulunduklari bölgenin pasasindan baskasini tanimazlardi. Hizmet gördükleri müddetçe ulûfe alirlardi. Sekbanlar, "Bayrak" ismi ile siniflara ayrilirlardi. Sekban bölükbasisi ve Bayraktar adinda subaylari vardi. Bunlar, silah olarak kiliç kullanirlardi.
Zamanla sekbanlarin önemleri azalinca bunlarin yerini "Tüfekçi" adi ile yeni bir piyade sinifi aldi. Her elli-altmis tüfekçi bir bayrak kabul edilerek, "Gönüllü zabiti" adi verilen bir subayin komutasi altinda bulunurdu. Her sancak veya eyaletteki tüfekçi bayraklari, "Tüfekçi basi" adi verilen bir subayin komutasina verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beser tüfekçi basi varsa, bunlardan biri bas seçilerek adina "Serçesme" denirdi.
ICÂRELILER
Hudud boylarinda bulunan sehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir siniftir. Ücretle vazife gördüklerinden dolayi kendilerine bu isim verilmistir. Komutanlari, topçulugu iyi bilen ve "Topçu agasi" adi verilen bir kimsedir. Topçu agasi, eyalet pasalarinin komutasinda bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi.
LAGIMCILAR
Yerlikulu askerinin bir bölümünü teskil eden bu sinif, hududa yakin bulunan önemli bazi kalelerin aniden muhasara edilmesi düsünülerek kurulmus bir siniftir. Ayrica düsman tarafindan kazilacak hendek ve tünellere mukabil hendek ve tünel kazmak suretiyle harbi kazanmak gayesi güdülmüstü. Kapikulu ocaklarindan olan Lagimcilarla ayni vazifeyi görmelerine ragmen bunlarin durumlari daha farkli idi. Zira bunlar, baris zamanlarinda da bagli bulunduklari kalelerde bulunuyor ve genellikle Hiristiyan tebeadan meydana getiriliyorlardi. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lagimcibasi" denilen bir subayin komutasina verilmislerdi.
MÜSELLEMLER
Osmanli Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarinda ordunun geçecegi yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karsilik baris zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayiliyorlardi. Zaten bu ismi bu yüzden almislardi. Rumeli'de genellikle Hiristiyan tebeadan olan müsellemlere karsilik, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.
SERHAD KULU
Osmanli kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sinifi olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarina göre ayri kategorilerde mutalaa edilmistir. Bu sinif: Akincilar, Deliler, Gönüllüler ve Besliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrilmislardir.
AKINCILAR
Serhad kulu grubunun en önemli birligini akincilar teskil ederdi. Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çikacaktir.
Serhad denilen hudud boylarinda bulunan akincilar, fevkalade disiplinli bir teskilâta sahiptiler. Bunlar, atlarla düsman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düsmandan elde edilen esirler vâsitasiyla ögrendikleri bilgileri degerlendirerek önemli bir istihbarat agi kurmuslardi. Öncü kuvvetler olduklari için, ordunun kesif hizmetlerini görüyorlardi. Bundan baska onlar, düsman topraklarindaki araziyi tedkik ederek orduya yol açiyorlardi. Çok seri hareket ettikleri için, düsmanin pusu kurmasina imkan vermiyorlardi. Ayrica ordunun geçecegi yerlerdeki mahsûlü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sagliyorlardi. Akincilar, esir almak suretiyle bölgede bulunan nehirlerin geçit yerlerini de ögreniyordu. Bunun içindir ki akincilar, esas ordudan dört bes gün daha ileride bulunurlardi. Günümüzün motorize birlikleri gibi pek seri ve sür'atli hareket ettikleri için, düsmana karsi dehset saçar ve onlarin maneviyati üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardi.
Islâmî suurdan kaynaklanan bir ruha sahip olan akincilarin, ordunun basarisi için yaptiklari akinlarda, pekçok esir aldiklari bir gerçektir. Akinci anlayisina göre savasmak (cihad yapmak) hem dinî hem de millî bir vazifedir.
Hafif süvari birlikleri olduklarindan, düsman kale ve ordusu üzerine varmayan akincilar, ordu için yollan açiyorlardi. Bu yollarin birkaç yönden açilmasi gerekiyordu. Ordunun hedefi olan ülke, hem maddî hem de manevî bir sekilde yipratilmali idi. Düsmanin, maddî güç kaynaklari yok edilmeli, ekonomisi ile ordusu hirpalanmali idi. Halka korku salip onlarin manevî güçlerini kirmak gerekiyordu. Elde edilmesi mümkün olan her türlü gizli bilgi elde edilmeliydi. Akincilarin açtiklari bu yol ve verdikleri hizmetten sonra, Padisah veya Serdar-i Ekrem asil ordu ile gelip harp ederlerdi.
Akincilar içinde devsirme yoktur. Bu sinifa, Arnavut ve Bosnak gibi, Osmanlilar vasitasiyle Müslüman olanlar da alinmazdi. Akinci olabilmek için Osmanli Türkü olmak gerekiyordu. akinci beylerinin çogu, Osman Gazi'nin arkadaslari olan maruf komutanlarin çocuklaridir. Akinci beyleri, istediklerini ocaga alir, istemediklerini de almazlardi. Bu konuda Divan anlari tamamiyla serbest birakmisti. Bu yüzden Divan, onlarin bu tasarruflarina karismazdi. Akinci ocagi beyleri, genis bir yetkiye sahip ve dogrudan dogruya padisahtan emir alan kimselerdi.
Büyük bir kismi, Avrupa ve Balkan halklarinin dillerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple sinirlarin ötesinde kendilerine bagli birçok ajanlari vardi. Bu ajanlar sayesinde akincilar, Orta Avrupa ve ötesi hakkinda günlük bilgileri elde edebiliyorlardi. Bu sekilde hareket etmek, onlar için bir zorunluluktu. Aksi takdirde girisecekleri akin bir felaketle sonuçlanabilirdi.
Her biri ayri bir komutana bagli bulunan akinci birlikleri, ayri ayri yerlerde ikamet ediyorlardi. On kisilik akinci birliginin komutanina onbasi, yüz kisilik birlik komutanina yüzbasi, bin kisilik birligin komutanina da binbasi deniyordu. Bütün bunlarin üstünde de "Akinci beyi" denilen akinci komutani vardi ki, buna akinci sancakbeyi denirdi.
Düsman ülkesine yapilan bir akinin, akin adim alabilmesi için o taarruzun akinci komutanlarinin emrinde olmasi lazimdi. Akinci komutani kendisi sefere istirak etmez, gönderdigi birlik te 100 veya daha fazla kisiden meydana geliyorsa buna "Haramîlik", 100 kisiden daha az ise buna da "Çete" denirdi. Hazar zamaninda (harb olmadigi zaman) akincilar, kendi is ve talimleri ile mesgul olurlardi. Düsman ülkesine yapilan akinlar, gelisigüzel degil, bir plan ve program dahilinde olurdu.
Rumeli'de ayri ayri ocaklar halinde bulunan akincilar, komutanlarinin isimleri ile anilirlardi. Osmanlilar'in ilk fetihleri zamaninda Evrenos Bey akincilari vardi. Daha sonra Mihalogullari, Turhan ve Malkoç Bey akincilari meydana çikti. XVI. asir sonlarina kadar söhretlerini muhafaza eden akincilar, Osmanli fetihlerinde önemli rol oynamislardi. Genelde Akincilar, Rumeli sinir boylarinda kullanilmakla birlikte zaman zaman Anadolunun dogusunda da istihdam edilmislerdir.
Savaslarda basarili olan akincilara dirlik tahsis edilince timarli akincilar ortaya çikti. Böylece akincilar, timarli ve vergiden muaf olanlar diye iki gruba ayrilmis oldular. XVII. asir baslarindan itibaren vergiden muaf olanlar, bazi kadilar tarafindan vergi vermeye zorlanmis görünmektedirler. Merkezden gönderilen emirlerle kadilarin bu neviden davranislarindan vaz geçmeleri istenmektedir. Nitekim 1014 (1605) senesine ait bir hükümde söyle denilmektedir:
"Akinci taifesinin sakin olduklari yerin kadilarina hüküm ki, kadimu'l-eyyamdan olan sefer-i hümayunuma eser akinci taifesi sefere estikleri (sene) umûmen avanz-i divâniye ve tekâlif-i örfiyeden muaf ve müsellem olmak babinda emr-i serifim vârid olmus iken, haliya taife-i mezbureye kudat tarafindan tekâlif çektirilmekle, sefere ihraç olunmak lazim geldikte taife-i mezbûre sair reaya gibi hem tekâlif çekeriz ve hem sefere teklif idersiz deyü sefere gitmekte taallul ettikleri ilam olundu. Imdi taife-i mezbûre memur olduklari sefere gelüp hizmet ettiklerinden sonra tekâlif ile rencide olunmamak ferman olunmustur."
Akincilarin silahlan, bir zirhli gögüslük ve yaka ile mizrak, kalkan ve atlarinin egerine takili basi topuzlu bir bozdogandi. Akincilarin tamami zirh kullanmazdi. Bunlarin yiyecekleri ve kaplari da kendileri gibi hafifti. Atlarinin egerine asili birer küçük kushâne ile yemek islerini görürlerdi. Çogu zaman bu tencerede pirinç, kavurma veya koyun pastirmasini pisirirlerdi.
XVI. asir sonlarina kadar Bati'da önemli hizmetlerde bulunan akincilarin sayisi, zaman ve sartlara bagli olarak azalip çogaliyordu. Nitekim 1530 Budin ve 1532 Alman seferinde sadece Mihaloglu Mehmed Bey'in komutasinda 50 binden fazla akinci vardi.
Eflak Beyi Mihal'in isyanindaki harekâtta (1595), Vezir-i A'zam Sinan Pasa'nin tedbirsiz hareketi sonucu adeta mahv olurcasina zayiat veren akincilar, bundan sonra pek fazla is yapamadilar. Gerçi XVII. yüzyilin ilk yarisi içinde cüz'î bir kuvvetle bazi muharebelerde görünmüslerse de eski kuvvet ve kudretlerine ulasamadilar. Bundan sonra akincilarin vazifesi, Tatar ve Kirim Hani kuvvetleri tarafindan görülür olmustu. Varligini ismen de olsa uzun süre devam ettiren akincilik, 1826 yilinda resmen ortadan kaldirilmisti.
DELILER
Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teskil ediyordu. Bunlarin büyük bir kismi Türk'tü. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlilar da akincilar gibi gözünü budaktan sakinmiyorlardi. Gerçekten bu sinifa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asir "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayi halk arasinda "deli" olarak meshur olmustu. Iri yan ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birligi, ocaklarini Hz. Ömer'e kadar dayandirirlar. Fevkalade cesaret, atilganlik ve korkunç kiyafetleri ile düsmana dehset veren Deliler, hep galip gelirlerdi. Bu sinif askerî birligin parolasi "yazilan gelir basa" seklinde idi. Böyle bir anlayis ve suura sahip olduklari için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi.
Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akincilarin bütün silahlan vardi. Bunlarin her ellialtmis kisisi "bayrak" adi ile bir birlik meydana getiriyordu. Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibasi" adinda bir subayin komutasinda idi. Birkaç delibasinin askerleri de "Alaybeyi" veya "Serçesme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayin komutasina havale edilmislerdi.
XVI. asirlardan önce pek görülmeyen bu askerî birlik, Türklerden baska Bosnak, Sirp ve Hirvat gibi Müslüman olmus cengaverlerden meydana gelmisti. Bunlar, tamamiyle Rumeli halkindan olduklari için orada bulunurlardi.
Baslarinda, benekli sirtlan derisinden yapilmis ve üzerine kartal kanatlari takilmis bir baslik bulunurdu. Salvarlari kurt veya ayi derisinden olup tüyleri disarda idi. Bu kiyafetleri ile deliler, düsmana büyük bir korku verirlerdi.
Devlette, zaaf belirtilerinin görüldügü XVIII. asirdan itibaren bu askerî birlik de önemini kayb etti. Yeniçerilerin ortadan kaldirilmasi ile bunlar da lagv edildi.
Serhad kulu askerini teskil eden "Gönüllü" ve "Besliler" diye iki ayri birlik daha vardir. Hafif süvari birlikleri olan bu birlikler, zamanlarina göre önemli hizmetler ifa etmislerdi. Bunlar, hududlardaki sehir ve kasabalarin muhafazasina memur edilmislerdi. Bu birlikler, ulûfelerini bulunduklari yerin maliyesinden aliyorlardi. Atli ve tüfekli olan gönüllü sinifi sag ve sol gönüllüler diye ikiye ayriliyorlardi. Besliler de sag ve sol besliler diye ayrildiklari gibi "Cemaat-i besluyan-i evvel", "Besluyan-i sani", "Besluyan-i salis" ve "Besluyan-i rabi" gibi isimler alirlardi.
TIMARLI SIPAHILER
Osmanli eyâlet kuvvetlerinin en kalabalik ve önemli sinifini timarli sipahi denilen atli birlikler meydana getiriyordu. Devletin büyüyüp gelismesinde baslica rolü oynayan toprakli ve timarli süvari teskilâti, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Osmanlilar, bu sistemi daha da gelistirmislerdi. Bu sayede Osmanlilar, bir taraftan topragin islenmesini saglarken, öbür taraftan devletin atli ihtiyacini gideriyorlardi. Bu mânâda kendilerine dirlik verilmis olan toprak sahipleri, buna mukabil devletin muhafazasini üzerlerine almislardi. Kurulus döneminden itibaren devam edegelen bu sistem, uzun müddet devam etmisti. Böylece devletin asker ihtiyaci, kendilerine timar vermek suretiyle halk tarafindan karsilaniyordu.
Dirlik verilen timar sahibi, elindeki imkânlardan istifade ile "Cebelû" veya "Cebelî" denilen bir askerî güç bulundurmak zorunda idi. Timarli sipahilerin besleyecekleri asker (cebelû) sayisi, timarin gelirine göre degisiyordu. Sefer esnasinda timar sahibi olan sipahi, cebelûleri ile birlikte harbe istirak etmek zorunda idi. Aksi takdirde geri verilmemek üzere timari elinden alinirdi. Mesru bir mazeretinden dolayi gelemeyen veya beylerbeyinin emri ile güvenlik mülahazasiyla yerinde kalip sefere istirak etmeyenler için böyle bir ceza uygulanmazdi. Atli olan bu askerî sinif, binicilikte ve kiliç kullanmada son derece maharet sahibi idi. Piyadelerin korunmasi bunlarin sayesinde mümkün oluyordu.
Cebelûler, genellikle Anadolu gençlerinden teskil ediliyorlardi. Bununla beraber bazan sipahinin para ile satin aldigi veya savaslarda esir etmis oldugu kimselerden de olabilirdi. Cebelûnun bütün masrafi "sahib-i arz" da denen timar sahibine aitti. Sipahi, kendi bölgesinde veya bagli bulundugu sancak dahilinde oturmak zorunda idi.
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Timarli sipahiler her sancakta bir kisim bölüklere ayrilmislardi. Her bölügün "Subasi" denilen çeribaslari ile bayraktar ve çavuslari vardi. Timarli sipahilerden her on bölük (bin kisi) bir alaybeyinin komutasi altinda bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bagli bulunduklari sancakbeylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutasi altinda sefere giderlerdi. Timarli sipahilerin iyi atlari, kiliç, kargi, kalkan ve oklari ile baslarinda migfer, üstlerinde de zirh bulunurdu. Savas esnasinda ordunun sag ve solundaki kanatlari teskil ederek hilal seklini almak suretiyle yandan gelecek saldirilara karsi merkezi muhafaza ediyorlardi. Savasta ölen sipahinin çocuklari devlet tarafindan himaye edilir ve çocuklarindan birine dört bin, ikincisine üç bin akçalik timar baglanirdi.
Bilindigi gibi mirî arazi rejiminin bir sonucu olarak ortaya çikan dirlik sisteminde sipahî, topragin gerçek sahibi degildir. Bu sebeple o, tasarruf hakkini elinde bulundurdugu araziyi herhangi bir sekilde satamayacagi gibi varislerine miras da birakamazdi. O, devlet tarafindan belli hizmetler karsiliginda kendisine verilen araziyi kullanma (tasarruf) yetkisine sahiptir. Kanunnâmelerle belirlenen kaidelerin disina çikamaz. Bu bakimdan, vazifesini kötüye kullandigi veya timarinda çalisanlara (reâya) zulm ve teaddi ettigi kesin olarak belirlenen sipahinin topragi elinden alinirdi. Kendisi ayrica cezaya da çarptirilirdi. Bununla beraber sipahinin seferde ölmesi halinde timari çocuklarina kalirdi. Nitekim daha Osman Gazi zamaninda, sipahi, çocuklari ve timarla ilgili bazi kanunlarin yürürlüge girdigi bilinmektedir. Asikpasazâde'nin ifadesine göre ölen dirlik sahibinin timari, ogluna verilecektir. Sayet ölen kimsenin oglu küçük ve sefere gidemeyecek yasta ise, o zaman onun yerine hizmetçileri sefere gideceklerdir. Böyle bir uygulama, seferdeki sipahiye daha bir kuvvet kazandiriyordu. Insan ruh dünyasinin karmasik isteklerinden biri de kendinden sonra evlatlarina bir seyler birakma arzusudur. Binaenaleyh, tam anlamiyla maliki olmasa bile öldükten sonra topraginin kendi çocuklarina intikal edecegini bilen bir sipahi, sefer esnasinda cephe gerisinden emin demekti. Bu da ona ayri bir güç veriyordu. Çünkü ölse bile, devletin kendi çocuklarini koruyacagini biliyordu. Bu bilgi, ona bir dinamizm veriyordu.
Kanunî Sultan Süleyman'in son zamanlarina kadar Türk ordusunun en güçlü askeri olan timarli sipahi, bilhassa XVI. yüzyilin sonlarindan itibaren bu sinifin arasina da yabancilarin girmesiyle yavas yavas bozulmaya yüz tutmustu. Bunlarin, disiplinli ve muntazam olmalari, Kapikulu ocaklari ile bir denge sagliyordu. Timarlarin önemlerini kayb etmesi, timarlarin muharib olmayan siniflara verilmesi ve bazi timar gelirlerinin mukataa-i miriye adi ile hazineye aktarilmasi, bunlarin nüfuzlarinin azalmasina sebep oldu. Keza, XVII. yüzyilin ortalarindan itibaren hizmet bölüklerinin kaldirilmasi üzerine timarli süvariler, adeta yaya, müsellem ve yörükler gibi top, cephane ve diger harp levazimatini, nakl etmek, kalelere zahire ***ürmek, tamir islerinde hizmet görmek ve benzer daha nice geri hizmetleri ile vazifelendirildiler. Bu uygulama, teskilat için ikinci bir darbe oldu.
XVII. asir baslarina kadar Anadolu ve Rumeli'deki timarli sipahîlerle, bunlarin kanunen beraberlerinde harbe ***ürmeye mecbur olduklari "Cebelû" sayisi 90 binden fazla iken bu miktar, sonralari üçte bire inmisti. Timarli sipahi askerinin azalmasi sonucunda valiler, kapilarinda besledikleri derme çatma levend, sarica, sekban gibi kuvvetlerle bunlarin yerlerini doldurmaya çalistilar.
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Osmanli Devleti, Islâm dîninin en yüksek makâmi olan halîfelik müessesesine de sâhip oldugundan, bütün dînî teskilâtlar mevcuttu. Halîfe, seyh-ül-islâm, kadiasker, kadi, müderris, nâib, kassam, seyh, imâm, hatip, müezzin gibi dînî vazifeliler, bunlara ilâveten tekke ve zâviyelerde de pîr, dede, baba, postnisin vardi. Halîfelik makâmi, 1517'de Misir'in fethi üzerine Osmanli Devletine geçmisti. Seyh-ül-islâm, ulemanin yâni âlimlerin basiydi. Fetvâ da verirlerdi. Fetvâ ve kiymetli eserleriyle taninan meshur seyh-ül-islâmlar yetisti. En meshurlari Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Ebüssü'ûd, Ibni Kemâl Pasa, Âli Cemâlî efendilerdir. Kadiasker; ilmiye mesleginin en yüksek makamlarindandi. Ordunun ser'î ve hukûkî meselelerine bakardi. Dîvân-i hümâyûn yâni hükûmet üyesiydi. Kâdi; dînî ahkâma göre hüküm veren ve tatbik eden, hükümetin idârî tasarruflarina âit emirlerini yerine getiren makam, hâkim olup, sehrin de idârecisiydi. Müderris; medrese ögretim üyesi, profesör karsiligi kullanilirdi. Dînî teskilât mensubu olmalarina ragmen, müderrisler, dînî bilgilerde oldugu gibi, fen bilgilerinde de âlimdiler. Süleymâniye Medreseside müderrisler fennî ders okuturlardi. Müderrislerin dereceleri olup, yardimcilari da vardi. Nâib; ser'î mahkemelerde kadi adina çesitli kararlar verebilir ve onun vekilidir. Kadi'nin vazife aldigi yerin büyüklügüne göre naibleri olurdu. Kaza, kadi, bab, mevali, ayak ve arpalik naibleri olmak üzere çesitleri vardi. Kassam; vefât edenlerin ve sehidin mirâsini varislere Islâm-ferâiz ahkâmina göre taksim etmekle vazifeliydi. Seyh; tekke, dergâh, zâviye, hankâh basinda bulunurdu. Seyh'e pîr, mürsit de denirdi. Imâm; câmilerde ve mescitlerde veya baska yerlerde cemâate namaz kildiran vazifeliydi. Hatip; vaaz vermekle vazifeliydi. Her câminin bir, büyüklerinin birkaç hatibi oldugu gibi, gezici olanlari da vardi. Müezzin; câmilerde ezân okumakla vazifeliydi. Tekkelerde seyh, pîr, dede, baba, postnisin bulunur, tasavvuf kâidelerine göre derece alirlardi. Osmanlilarda dînî teskilât mensuplarinin hepsi imtihanla vazifeye alinip, icâzetnâmeleri vardi. Dînî teskilât mensuplari basta pâdisâh olmak üzere, herkesten hürmet ve saygi görürlerdi. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Ehl-i beyte çok hürmetkâr olan Osmanli sultanlari, Resûlullah efendimizin neslinden gelenler için Nakib-ül-esraflik müessesesini kurdular. Peygamberimizin kizi Fâtimâtü'z-Zehra ile amcaoglu ve dâmâdi hazret-i Ali'nin ogullarindan hazret-i Hüseyin'in soyundan olana Seyyid, hazret-i Hasan'in soyundan olana Serif denir. Nakibül-esrâflar, bu mübârek insanlarin haklarini korumak, adlarini, âilelerini, evlâdlarini ve bulunduklari yerleri, islerini kaydetmek ve dâvâlarina bakip, sicillerini tutmakla vazifeliydi. Nakib-ül-esrafin vekili olan Nakib-ül-esraf kaymakami ve alemdar adinda yardimcilari vardi.
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Islâm ülkelerindeki ilmî hayatin gelismesinde XI. asrin müstesna bir yeri vardir. Zira bu asirdan itibâren sistemli bir egitim ve ögretim mahalli olarak medreseler, halkin kültürel ve dinî anlayis bakimindan yetisip gelismesinde faal bir rol oynamaya basladilar. Osmanlilar döneminde ise medreseler, hem program,hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kayd ettiler. Bu bakimdan, Osmanli sehirlerinin fizikî gelismesinde de medreselerin önemli bir yeri oldugu söylenebilir.
Osmanlilar, medrese egitimi ve dolayisiyla ilim ve bu sahanin adamlarina deger verdiklerinden, bunlarin tahsil ve egitim konusunda karsilasabilecekleri her türlü sikintiyi ortadan kaldirmaya çalismislardi. Bu devlette ilim ve mensuplarina itibar edilip saygi gösterildigi için Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi birçok Islâm ülkesinden bilginler Istanbul'a akin etmisti. Bu akin sebebiyle devletin merkezi olan Istanbul, yavas yavas Islâm dünyasinin ilim merkezi haline gelir.
Osmanlilar, medreselerdeki egitim ve ögretim faaliyetlerini vakiflar vasitasiyla devam ettirdiler. Fatih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunlarin giderlerini saglamak için vakif kurmasindan sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da basta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensuplari ve maddî durumu iyi olan halk tarafindan pekçok medrese insa olunmustu. Yalniz Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da insa edilen medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Fetihten XIX. asra kadar Istanbul'da insa edilen medrese sayisi 500'ü asmaktadir. Ancak bunlarin büyük bir kismi yangin ve deprem gibi tabiî âfetlere maruz kalarak yikilip yok olmus veya terk edilmistir.
Orta ve yüksek ögretimi gerçeklestiren Osmanli medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafindan 731 (1330) tarihinde Iznik'te açilmisti. Orhan Gazi, bu medrese için vakiflar kurmustu. Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakif köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfî vergiler) muaf idiler. Nitekim Orhan Gazi'den çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136 (23 Subat 1724) tarihli bir "arz" (arsiv belgesi), Iznik'e bagli Kozluca Köyü'nün, adi geçen medreseye vakfedildigini göstermektedir.
Ilk dönem Osmanli ilim hayati hakkinda bilgi veren D'Ohsson'a göre Osmanli Devleti'ndeki ilmî faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde baslamisti. O, bu konuda su bilgileri vermektedir: "Osman Gazi, Sögüt'te yeni imparatorlugun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere karsi da gayet mütesebbis idi. Ilmî yönden ilerlemeyi ve en azindan eski medreseleri olduklari gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahdi ve oglu Orhan Gazi, Iznik'te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asri mütecaviz bir zaman boyunca Osmanli medreselerinin en yüksegi olarak bakilacak olan bir medrese yaptirdi. Yeni kurulmus (731/1330) ve kendi ismi ile adlandirilmis olan bu medresenin idaresi, Islâm âlemindeki diger bütün medreseler gibi müderris titri altinda Seyh Davud-i Kayserî'ye verildi."
Iznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV. yüzyilda da korumus ve bu yüzden sehre "âlimler yuvasi" ünvani verilmisti. Iznik Medresesinin yetistirdigi ünlü âlimlerden biri de Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi Molla Fenarî'dir. Osmanlilarin, ilk birbuçuk asir içinde yaptirmis olduklari medreselerin derece ve sinif itibariyle en mühimleri Iznik, Bursa ve Edirne'de idi. Devletin kurulusu esnasinda Iznik Medresesi, beyligin birinci sinif medresesi idi. Bu medresede yapilan egitim ve görülen ögretimin derecesi hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisligine (Ögretim Üyeligi'ne) tayin edilmis olan sahislar, bunlarin hayatlari ve eserleri, dolayisiyla ilmî kapasiteleri tedkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir egitim ve ögretim kurumu oldugu düsünülebilir. Gerçekten Kahire'de ihtisasini yapip memleketine dönen ve orada birçok talebe yetistiren Davud-i Kayserî (öl. H. 751/M. 1350)'nin söhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri'den getirterek Iznik'te yaptirdigi medreseye müderris olarak tayin eder. Iznik medresesinin ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî, Muhyiddin Arabî'nin üvey oglu Sadreddin Konevî'nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddin Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adli eserini serheden Kemaleddin Abdurrezzak el-Kâsî (öl. 1329)'nin halifesi olup yüksek tahsilini Misir'da yapmisti. Davud'un halefleri olan Taceddin el-Kürdî ve Alaeddin el-Esved de devrin büyük bilginleri arasinda sayiliyorlardi. Bu nokta göz önünde tutulursa Iznik Orhaniye medresesini yüksek seviyeli egitim ve ögretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir.
Bursa'nin fethinden sonra orada da medreseler kurulur. Bundan dolayi Iznik ikinci dereceye inerek Bursa'daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alir. Orhan Gazi'den sonra oglu Murad (Murad Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge'de eski Kaplica civarinda bir câmi, medrese ve imâret yaptirarak, bu konuda babasindan asagi olmadigini göstermisti.
Yildirim Bayezid, Hisar disinda bir câmi ve medrese yaptirmakla Bursa'nin bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve sehrin hisar disina tasmasi ile genislemesini sagladi. Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da kurdugu medrese, digerlerine nazaran ayri bir hususiyete sahiptir. "Sultaniye Medresesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmed Sah Efendi (öl. 839/1435)'dir. Molla Semseddin Fenarî'nin oglu olan bu zatin ilk dersinde ögrencilerden baska Bursa'nin belli basli âlimleri de hazir bulunmus, yeni müderris Mehmed Sah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermisti. Sultaniye müderrislerinin, böyle umumî sekilde ders vermeleri bir gelenek haline gelmistir. Bilhassa Bursa Sultaniyesi kurulduktan sonra Iznik medresesi, ikinci dereceye düsmüstü. Buna karsilik bir ilim merkezi olarak Bursa ilk siraya yükselmisti. Bu durum, Sultan II. Murad'in Edirne'de Üç Serefeli Câmii yanindaki Saatli medresesini kurana kadar devam eder. Edirne devlet merkezi olduktan sonra II. Murad zamaninda 841 (1437) yilinda baslanarak bazi ârizalar sebebiyle 851 (1447) senesinde tamamlanan Üç Serefeli Câmii yanindaki medrese ile Dâru'l-Hadis, o tarihte Osmanli ülkesindeki medreselerin üstünde yer aldi. Böylece, Bursa'daki Sultaniye Medresesi, gerek egitim ve ögretim, gerekse tahsisati bakimindan ikinci dereceye düstü. Üç Serefeli medrese müderrisine o tarihe kadar hiç bir medrese ögretim üyesine verilmeyen yüz akça yevmiye verildi. Halbuki bundan önce Iznik medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz, Bursa'daki Sultan Medresesi müderrisinin ise günde (yevmiye) elli akça idi.
Görüldügü gibi Bursa'nin fethinden hemen sonra orada da çesitli medreseler kuruldu. Suurlu ve ne yaptigini bilen bir politika sonucu sinirlari yavas yavas genisleyen Osmanli Devleti'nde, pekçok devlet ricali, mektep, medrese, imâret ve câmi gibi farkli sahalara hizmet veren kurumlari açmakta adeta birbirleri ile yarisiyorlardi. Örnek olmasi bakimindan sadece Istanbul'un 1453 yilindaki fethinden sonra Fatih'in yaptiklarini vermek istiyoruz. Buna göre otuz yillik hükümdarligi döneminde basta Istanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere devletin çesitli sehirlerinde 85'i kubbeli olarak 300 kadar câmi 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çesitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptirdigi görülmektedir. Bunlarin çogunun zamanla yikildigina da isaret etmek gerekir.*
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
764 (1363) tarihinde Edirne'nin fethinden sonra, Rumeli'deki fetihlerin daha saglikli ve basarili olabilmesi için devlet merkezi buraya nakledilir. Edirne'nin devlet merkezi olmasi, burada da medreselerin hizla açilip çogalmasina sebep olur. Zira biraz önce de görüldügü gibi herkesten önce devletin basinda bulunanlar, bulunduklari yerlerde egitim kurumu açmayi bir gelenek haline getirmislerdi. Böyle bir anlayistan dolayidir ki, hemen her zaman devlet merkezinin bulundugu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yogunlastigi merkez oluyordu. Nitekim Istanbul'un fethi ve devletin merkezi haline gelmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafindan yaptirilan "Sahn-i Semân" medreseleri ön plana geçtiler. Fatih Kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye meshur olan medreselere vakfiyesinde "Medâris-i Semâniye" denilmektedir.
Fatih külliyesi kurulunca sekiz büyük medreseye "sahn" adi verilmisti. Bu tabiri her ne kadar ilk tomar Arapça vakfiyede bulamiyorsak da Fatih'in tashihinden ve külliye müderrislerinin tedkikinden geçen meshur kanunnâmede bu tabiri görüyoruz. O halde bu tabir, Fatih'ten günümüze kadar gelmektedir. Fatih külliyesi büyük medreselerinden her birini mâna itibariyle birer fakülte sayabiliriz. Vakfiyelerinde buralara aklî ve naklî ilimlerde mütehassis müderrislerin (profesör) tayin olunacagi açikça belirtildigine göre buralarda tip, fikih (Islâm hukuku), hey'et (astronomi) ve ilâhiyat okutuluyordu. Bu büyük medreselerin odalarinda birer yüksek ilim talebesi (danismend) oturuyordu. Bunlar, seviyesi yüksek dersleri okuyunca branslarina göre daha sonra hekim (doktor), fakih, fen adami, maliye ve devlet memuru oluyorlardi. Bu sahn medreselerine musila-i sahn olan Tetimmeler de, adeta bugünkü lise tahsilini bitirerek geldiklerine göre Semaniye Medreselerine alem olan sahn tabiri yüksek bir tahsil derecesini gösteriyordu.
Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim usulü, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir metod takip etmis olup, medreselerin sayilari arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir düzene tabi tutulmuslardi. Bunun içindir ki ilk defa Sultan II. Murad, daha sonra da Fâtih Sultan Mehmed tarafindan medreselerin bir siniflandirilmaya tabi tutuldugu görülür. Fatih medreselerinin (Sahn-i Semân) yapilmasi, Osmanli ülkesindeki medrese teskilâti için bir yenilik sayilmaktadir. Onun için kisa ve özet bir sekilde de olsa bu medreselerden bahsetmek istiyoruz.
Fatih'in kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye adlandirilan medreselere "Semâniye medreseleri" de denilmektedir. Fatih Sultan Mehmed, Istanbul'u feth ettikten sonra, Imparator Jüstinyen'in esi Teodora tarafindan yaptirilan Havariyûn kilisesi yerine câmi yaptirir. Daha sonra câminin dogu ve bati kismina "Sahn-i Semân" denilen sekiz medrese yapti ki, bunlar yüksek tahsil içindi. Bunlarin arkalarinda da "Tetimme" adi verilen ve sahn medreselerine ögrenci yetistiren sekiz medrese daha yaptirir. Vakfiyedeki bilgi ve Âli'nin kaydina göre burasi Istanbul'un ortasina denk geldigi için buraya sahn denmistir. Tarihî rivayetlere göre bu medresenin programini Vezir Mahmud Pasa ile matematik ve astronomi âlimi Ali Kusçu tertip etmislerdir. Dördü câmiin dogu kisminda, dördü de bati tarafinda bulunan bu medreselerden her birinin ondokuz odasi vardi. Sekiz müderristen her birinin birer odasi ve elli akça yevmiyesi vardi. Ayrica, beser akça yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz medreseden her birine birer "muid" (asistan) verildi. Her medresenin onbes odasina ikiser akça yevmiye (burs, kredi), imâretten ekmek ve çorba (yemek) verilmek üzere birer "danismend" konuldu. Geri kalan iki oda da kapicilarla ferras denilen temizlik isçilerine tahsis olundu.
Sahn medreselerinin arka taraflarinda yüksek tahsile, yani Sahn-i Semân medreselerine danismend yetistirmek üzere "Tetimme" veya "Musila-i Sahn' ismiyle sahn medreselerinden küçük olarak sekiz medrese daha insa edilmisti. Bu medrese, derece itibariyle orta tahsil seviyesinde idi.
Sahn medresesi talebelerine danismend, Tetimme talebesine de Suhte (galat olarak softa) deniyordu. Tetimmelerden her hücreye üç ögrenci konmustu. Bu odalardan her birisine ihtiyaçlarina sarf edilmek ve mum parasi olmak üzere 5'er akça tahsis edildigi gibi yemekleri de imâretten veriliyordu.
Bilindigi gibi egitim ve ögretim, hiç bir devletin vazgeçemeyecegi bir mecburiyettir. Bununla beraber her devlet, vatandasini, kendi sartlari, ihtiyaçlari ve ileriye dönük hedeflerini gözönünde bulundurarak yetistirmeye çalisir. Osmanli Devleti de vatandasini kendi durum ve sartlarina uygun bir sekilde yetistirmeye gayret etmistir. Bu gayenin tahakkuku için de egitim ve ögretim müesseseleri kurmustur. Devletin kurulusu ile baslayip, yikilisina kadar çesitlenerek gelisen bu müesseseler, devlet ve çogunlukla vakiflar vasitasiyla kuruluyorlardi. Bu müesseseleri, klasik ve yeni diye iki gruba ayirabilecegimiz gibi, örgün ve yaygin egitim müesseseleri diye de ayirmak mümkündür.
ÖRGÜN EGITIM MÜESSESELERI
Bu müesseseler, belirli yas ve bilgi seviyesindeki insanlari, yine belirli zaman ve disiplinlere göre yetistirmek üzere kurulmus bulunan müesseselerdir. Bu kuruluslarin, sivil ve askerî olmak üzere iki sahada sekillendiklerini görüyoruz. Bir bakima, özel egitim ve ihtisas konusuna girdigi için askerî müesseseleri daha sonraya birakip sivil egitim kurumlarindan bahsetmek istiyoruz. Bu arada, yaygin egitim müesseseleri diyebilecegimiz, câmi ve tekke gibi kurumlardan bir önceki ciltte bahsedildigi için burada bunlara temas edilmeyecektir.
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Güzel San'atlar, mîmârî, çinicilik, minyatür sahalarinda muhtesem, nâdide eserler verildi. Mîmarlik sahasinda, kendine has, estetik mâhiyette sanat eserleri yapildi. Bunu sivil, askerî, dînî, mülkî, adlî, sosyal ve kültürel eserlerde en güzel sekilde basta Istanbul olmak üzere, memleketin her tarafinda görmek mümkündür. Topkapi, Yildiz, Çiragan, Göksu Kasri, Dolmabahçe, Beylerbeyi saraylari, Selimiye Kislasi, Kuleli Askerî Lisesi, Anadolu ve Rumeli Hisarlari, Bursa Yesil, Ulu câmileri, Edirne'deki Selimiye Câmii, Istanbul'daki Fâtih, Mahmûd Pasa, Süleymâniye, Sehzâdebasi, Sultanahmed, Nûruosmâniye, Vâlide Sultan; Manisa'da Murâdiye, Hâtuniye câmileri; Mahmûdpasa, Sultan Süleyman, Sultanahmed, Fuadpasa, Mahmud Sevket Pasa, Hürrem Sultan, Naksidil Sultan türbeleri; Nilüfer Hâtun Imâreti, Kapaliçarsi, Sultanahmed Çesmesi, Mîmar Sinân Sebili, Fâtih, Süleymâniye medreseleri, Haseki, Gureba Hastâneleri Osmanli mîmârî eserlerinin nümûneleridir.
Çinicilik; dekoratif sekiller olup yaygin olarak câmilerde, saraylarda ve diger eserlerde kullanildi.
Minyatür; nakkaslar tarafindan kâgit, duvar, tahta ve tasa zarif sekilde islenirdi. Kat'i denilen kâgit oymaciligi sanati da vardi.
Hat; güzel yazi sanati olup, yazarlarina hattat denir: Kûfî, Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî', Icâze, Ta'lik, Divânî, Celi, Rik'a, Ma'kili dâhil, bin kadar çesidi vardi. Halicilik, kumasçilik, dericilik, ciltçilik, kitapçilik, tezhipçilik, porselencilik, kehribarcilik, mürekkepçilik, mobilya, sandalcilik da ayri birer sanat dali olarak, her sahada eserler verildi.
Ahlâk; Osmanli idâresinde Islâm ahlâki hâkimdi. Pâdisâhin sarayinda Islâm ahlâki en güzel sekliyle yasanir, buradan halka yayilirdi. Enderunda yetistirilerek tasra çikarilan beyler ve askerler bir taraftan haremde yetistirilerek üstün ahlâk sâhibi kimselerle evlendirilen câriyeler, güzel ahlâkin çevreye yayilmasinda baslica âmil oldular. Memlekette umûmî kâideler dâhil gayri müslimler hâriç herkes Islâm ahlâkina ve örfe uymak mecburiyetindeydi. Vatanseverlik, Osmanlilik suuru, vakâr, büyüge hürmet, küçüge sefkât, vefâ ve sadâkat, hayirseverlik, cömertlik, merhamet ve müsâmaha, tevekkül, nâmus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kiymet ve idealleri basligi altinda toplanabilen ahlâk ölçülerine riâyet edilirdi. Güzel ahlâk, kiymet ölçüleri sâyesinde memleket emniyet ve huzur içinde olup, tam bir kardeslik havasi hâkimdi. Osmanli ahlâkini gören devrin sefir ve seyyahlari yazdiklari eserlerde gibtayla bahsetmekte ve okuyanlari imrendirmektedirler. Sultan Ikinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamâninda Osmanli ülkesinde bulunan Edmondo da Amicis, Constantinople (Istanbul) 1883 adli eserinde söyle yazmaktadir: "Pasasindan sokak saticisina kadar istisnâsiz her Türkte vakâr, agirbaslilik ve asillik ihtisami vardir. Hepsi derece farklari ile, ayni terbiyeyle yetistirilmislerdir. Kiyâfetleri farkli olmasa, Istanbul'da bir baska tabakanin oldugu belli degildir... Istanbul'un Türk halki, Avrupa'nin en nâzik ve kibar cemâatidir. En issiz sokaklarda bile bir yabanci için küçük bir hakârete ugrama tehlikesi yoktur. Namaz kilinirken bile bir Hiristiyan câmiye girip Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakis degil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadin sesi duyamazsiniz. Fuhusla ilgili en küçük bir tezâhüre sâhit olmak imkân disidir. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tikamak, yüksek sesle konusmak, çarsida bir dükkâni lüzûmundan fazla isgâl etmek, ayip sayilir."
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Islâm cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle, sosyal huzuru saglamak için yapilan is; Emr-i bil ma'rûf ve nehy-i anil münker. Bu vazife, muslümanlarin bir kisminin yapmasiyla digerleri üzerinden sakit oldugu için islâm devletlerinde hükümdarlar bu isle vazifeli me'murlar tâyin etmislerdir. Osmanlilardan önceki islâm devletlerinde bu vazifeye hisbe ve bunu yapan me'mura da muhtesib; Osmanlilarda ise bu ise ihtisâb, vazifelisine de ihti sâb agasi ve muhtesib denilmistir.
Iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vaz geçirmek gayesiyle kurulan bu müesseselerin basinda bulunan muhtesib, dînin hos karsilamayip çirkin gördügü her türlü kötülügü (münkeri) ortadan kaldirmaya çalisirdi. islâm ülkesinde müslümanlarin Cuma namazinda camiye gitmelerine dikkat eder, sayilari kirki asan topluluklarda cemâat teskilâtinin kurulmasini saglardi. Ramazan ayinda alenen oruç yiyenler, içki içip sarhos olanlar, iddet beklemeden evlenen kadinlar, yasak mûsikî âleti çalip âlem yapanlar, velhâsil islâm'a muhalif hareket edenler hep muhtesibe hesap vermek mecbûriyetindeydiler.
Muhtesib, devleti temsîlen bu vazifeye getirildigi için genis bir tâzir (cezalandirma) salâhiyetine de sâhibdi. Okullari teftis eder, düsmanin eline geçtigi zaman isine yarayabilecek her türlü harb malzemesinin satisini yasaklardi. Çarsilarin nizâm ve intizâmini saglamaya, ölçü ve tartilari kontrol etmeye, dinle alay edenleri takibe, komsu hakkina tecâvüzü önlemeye, zimmîlere âid binalarin müslümanlarinkinden daha yüksek yapilmamasina dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhibdi.
Muhtesip, herhangi bir sikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolasip gördügü uygunsuz hâllere âninda müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkinda islem yapabilmesi için her seyden önce, yapilan kötü isten haberdâr olmasi gerekirdi. "Falanca bu suçu islemis olabilir" gibi bir düsünce veya tecessüsle (kisilerin gizli hâllerini arastirmakla), rastgele kimselerin laflari ile bir kimse hakkinda islem yapamazdi. Kendisi veya kendisine yardimci me'murlarin sâhid olmalariyla münkerin islendigine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil müslümanin sehâdet etmesi lâzimdi.
Münkerin islendigi sabit olduktan sonra, hatâyi bilmeden islemis olma ihtimâli oldugu için ilk önce münâsib bir sekilde, o isin kötülügünü münkeri isleyene anlatirdi. Allahü teâlâdan korkmak lâzim oldugunu söyler, nasihat ederdi. Tatli sözden anlamaz, verilen nasîhatla alay etmeye kalkisan olursa, dil ile ta'zîr eder, "Günahkâr, ahmak, câhil, Allah' tan korkmaz" gibi sözler söyleyerek azarlardi.
Azarlamak da fayda vermezse, elle müdâhale ederdi. Içkiyi döker, ipek elbiseyi çikarir, oyun âletini kirar, gasb edilmis araziden çikarir, bunlari yapmak için de herhangi bir yerden izin almasi gerekmezdi. Duruma göre dövmekle veya baska bir ceza ile tehdîd eder, bütün bunlar fayda vermez ve kisi hâlâ münkerde (kötülükte) israr ederse döverdi. Münkeri isleyen; muhtesibe karsi koyar, onu ta'zîr eder, saldirirsa; son çâre olarak silâh kullandigi da olurdu.
Muhtesibde bâzi sartlar aranirdi. Her seyden önce ihtisâb isini üstlenecek kisi yâni muhtesib; müslüman ve mü'min olmaliydi. Zîra emr-i bil ma'rüf ve nehy-i anil münker, dînî bir hizmettir. Muhtesiblik kisilere bir yetki ve hâkimiyet tanidigindan dînin aslini inkâr eden ve müslüman olmayan kisiler bu vazifeye tâyin edilmez, böylece müslümanlarin serefi gözetilirdi.
Vazifelerinden bir kismi, âninda müdâhaleyi gerektirecek cinsten olan muhtesibin, bütün bu isleri yaparken bilgi ve kudret gibi iki melekeye sâhib olmasi lâzimdi, insanlarin baska müdâhaleye lüzum kalmadan, kendiliklerinden münkeri (kötülügü) terk etmeleri için, muhtesib tâyin edilecek kisilerin akilli, zekî, ilim sahibi, yüzü nurlu, heybetli ve vakar sahibi kimselerden seçilmeleri gerekirdi.
Erkek ve mükellef olmalidir. Bulug çagina gelmemis, âkil-bâlig olmamis bir çocugun emir ve yasaklara riâyet etmesi, 'gerekli ikazlarda bulunmasi caiz olmakla beraber henüz bunlardan sorumlu degildir. Üstelik bilfiil men etmek ve mesru olmayan bir seyi ortadan kaldirmak, devlet otoritesini temsil eden me'murun yapabilecegi bir is oldugundan bu vazîfe çocuga verilemezdi.
Muhtesibin sâdece dînî emir ve yasaklarin yaninda me' muriyetini ilgilendiren iktisadî konulari da bilmesi sartti, ilmiyle âmil olan muhtesibin bildigi seyleri öncelikle kendi nefsine tatbik etmesi çok önemliydi. Aksi hâlde yâni kendi bildigi ile amel etmeden baskasinin amel etmesini istemesi, cemiyet üzerinde menfî te'sirlerin meydana gelmesine sebeb olurdu. Her fiil ve sözünde Allahü teâlânin rizâsini gözetmeli, riya ve gösteris gibi baskasina yaranmaya sebeb olacak kötü huylardan uzak bulunmaliydi.
Muhtesib, verâ ve takva sahibi olmaliydi. Çünkü bildikleri ile amel etme önemli ölçüde buna baglidir. Ancak böyle bir özellige sâhib olan kimseler vazîfelerini kötüye kullanmazlar. Bâzi kisilerin kötülüklerinden men edilmesine ilim ve takva kâfî gelmeye bileceginden, böyle durumlarda yavas ve yumusak davranmak gerekir, bunun için güzel ahlâka da sâhib olmasi lâzimdi.
Osmanli Devleti'nde muhtesiblik yüksek bir makam kabul ediliyordu. Her ne kadar bu makam, devlet teskilâtinda uygulanan iltizâm usûlünden dolayi bir çesit satin alinan bir hizmet görünümünde ise de, mâli imkân bakimindan bu makami satin alabilecek kudrete sâhib herkese verilmiyordu. Zîrâ bu muhtesiblik (ihtisâb agaligi) bir kisiye verilirken; "ihtisâb agasi olan kimesne mechûlü'l-hâl (huyu, yasayisi, inanci bilinmeyen) kimesne olmayip, hüsn-i hâl ile ma'rüf (iyi özellikler, iyi halleriyle taninmis) ve istikâmet ile mevsûf (dogrulukla vasiflanmis) bir kimesne ola" perensibinden hareket ediliyordu. Bu sebeple de ancak istenilen vasiflara hâiz olanlara bu görev veriliyordu.
Osmanli idarî teskilâtinda pek çok me'mûriyet hizmetinde oldugu gibi ihtisâbda da vazîfe süresi prensip olarak bir seneydi.
Bu sekilde bir kisi ayni isde uzun süre tutulma***** suistimallerin önüne geçilirdi. Iltizâm usûlü ve bir sene müddetle ihale olunan bu vazife karsiliginda, tâlib olandan bedel-i mukâtaa adiyla bir meblag alinarak eline bir berât verilirdi.
Osmanli devlet teskilâtinin genis kadrosu içinde yer alan ve hemen hemen bütün müslüman devletlerde muhtesib diye isimlendirilen bu görevliyi Osmanlilar da genellikle ayni sekilde isimlendirdiler. Bununla beraber bâzan ihtisâb emini bâzan da ihtisâb agasi diye isimlendirildigi oldu. 1826 senesinde ihtisâb nezâretinin kurulmasindan sonra ise unvan olarak, ihtisâb nâzin kullanildi.
Osmanlilarda ihtisâb vazifesini yapmakla ilk defa kimin ve ne zaman tâyin edildigi bilinmemekle beraber, Âsikpasa Târihi'nde bildirildigine göre; ilk uygulama Osman Gâzi'nin; "Her kim pazara bir yük getire, sata iki akçe virsün ve satmazsa hiç bir sey virmesün" emriyle baslamistir. Kenz-ül-Küberâ'daki kayda göre ise Germiyan ve Osmanogullarinda muhtesibe mühim yer verilmistir. Fâtih Sultan Mehmed Han'in Istanbul'u fethinden sonra ise sehrin, ticarî, iktisâdi ve buna paralel olarak içtimâi nizâmini saglamak ve diger hizmetleri görmek üzere tâyin ettigi hâkimlerden sekizincisi ihtisâb agasiydi iktisâdi hayattaki vazifeleri ise bir kanunnâme ile söyle belirtilmisti: "Bütün san'at ehline hükmedip ta' zîr ve cezalandirma, alisverisde hile edenleri tekdir ve tenbihe me' mûr..." Bu sekilde kadisi bulunan sehir ve kasabaya, kadiya bagli olarak bir de muhtesib tâyin edilmis, Osmanli cemiyet hayâtinda sehir yasayisini saglam temellere oturtmak ve kurulu sosyal düzeni korumak için tedbirler alinmisti. Bunun yaninda zarurî günlük ihtiyâç maddelerinin halkin eline uygun ve ucuz bir sekilde geçmesini saglamak için esnaf ve diger ticâret erbabi kontrol altinda tutulmustu.
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Genis yetki ve selâhiyetlere sahip bulunan muhtesib, bütün bu vazifeleri tek basina yerine getiremezdi. Onun için muhte sibler ilk zamanlardan itibaren kendilerine bagli olarak çalisan bir takim yardimcilar kullandilar. Degisik mesleklere mensup kimseler arasindan seçilen bu yardimcilara arif, emin, gulâm, avn ve haberci gibi isimler veriliyordu.Bunlarin seçimi de bizzat muhtesib tarafindan yapiliyordu. Yardimcilarin vazifelerini ifâda titizlik göstermeleri, hareket ve davranislarinda ölçülü davranmalari gerekiyordu. Aksi hâlde; muhtesib tarafindan derhâl vazifelerine son verilirdi.
Sehirler büyüyüp, iktisadî hayât gelistikçe hüddâm-i ihtisâb denilen muhtesib yardimcilari da çogaldi. Bundan dolayi daha önceleri bir veya bir kaç kisi olan yardimci sayisi sehrin büyüklügü ölçüsünde gittikçe artti. Özellikle yeni yeni ortaya çikan san'at ve meslekler, bu artislarda mühim rol oynadilar. 1480'lerde Bursa muhtesibi tarafindan bezzâzistanda sâdece kumas ölçücülügü yapmak için ilyasoglu Pîri adinda birinin emin tâyin edildigi görülmektedir.
Osmanli devlet teskilâtinda köklü degisikliklerin yapildigi sultan ikinci Mahmûd Han zamaninda 1826 yilinda yeniçeriligin kaldirilmasindan sonra sehir idaresinde bir bosluk dogdu. Bunu gidermek için de daha genis selâ hiyetlerle kontrolü saglayacak yeni bir idâri sistemin kurulmasi gerektiginden, ihtisâb nazirligi kurularak, baslangiçta muhtesîb, ihtisâb agasi veya ihtisâb emini unvani ile ihtisâb isine bakan kimse de ihtisâb nâzin unvanini aldi. Her türlü inzibatî görevi üstlenen bu teskilâta, bostancibasi, mimarbasi, hamam ve hamallar yazicisi gibi vazifelilerle, mahallelerin nüfûs kayit ve yoklamasini yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imamlari yardimci görevli kabul edildi.
1845'de surta (polis) ve 1846' da zaptiye müsirligi kuruldugundan, ihtisâb nezâretinin bir kisim vazîfe ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf isine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sinirlanarak baska müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulundugu durum, bir çok aksakliklarin meydana gelmesine sebeb olunca, bâzi tedbirler alindi. 1854'deyapilan bir resmî teblig ile istanbul Sehremaneti (Belediye) idaresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lagvedildi.
Muhtesibin Görevleri:
Osmanlilarda muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür.
l- Muhtesibin iktisâdi ve içtimaî hayatla ilgili vazifeleri:
Muhtesib özellikle esnaf teskilâtlarini kontrol eder, mahallî pazarlarin organizasyonu ile mesgul olurdu. Kadi veya dîvân tarafindan tesbit edilmis bulunan fiyatlarin uygulanip uygulanmadigini kontrol, satis mahallerini teftis eder, lonca âzalarinin tâbi oldugu ve ihtisâb rüsumu denilen vergilerin satici ve san'atkârlardan toplanip toplanmadigini da kontrol edip esnafa nezâret ederdi.
Herhangi bir meslege intisâb edip dükkan açmak, öncelikle muhtesibin iznine bagliydi, ihtisâb agasi, her türlü esnaf ve san' atkarin, kethüda ve yigitbasilari vasitasiyla kefillerini tesbit ederek isim ve eskâllerini deftere yazar, ondan sonra çalisma izni verirdi. Istanbul'a disardan gelip esnaflik yapmak isteyenlere ise izin vermezdi.
Emrindeki kol oglanlari vasitasiyla vergi toplardi. Bu vergilerin bir kismi san'atkâr ve tüccarlardan bir kismi da tüketilen ve ihraç edilen bütün mallar üzerinden alinmaktaydi. Bunlar; günlük ihtiyâç maddesi satan dükkan sahiplerinden alinan yevmiye-i dekâ kîn vergisi, üretimi yapilan kumas, nal, bakir, tepsi, mücevherat vb. emtiadan kalite kontrolü yapilip damgalandiktan sonra alinan damga vergisi; sehir pazarlarindaki alimsatimlardan alinan bâc-i bâzâr vergisi, gida maddesi, saman, odun, odun kömürü, insâat kerestesi, tugla, küp, hasir, yem, tas, demir vb. emtiayi getirip limanlara bosaltan ve liman hizmetlerinden faydalanan gemilerden alinan gemi ihtisâbiyesi vergisi; lonca azalari ile sebze, peynir, yogurt, tursu, pasta, sekerleme, pastirmacilardan vb. senede bir veya iki defa kabala olarak alinan resm-i bitirme vergisi ve cerime, bâyiiyye (pazar yerlerine gönderilen madde ve esyadan gümrük ihtisâb resminden baska olarak alinan resim), evlenme, kapi hakki, hakk-i kapan, kislak, hakk-i dümen ve mizan gibi vergiler alinirdi.
Muhtesib ayni zamanda degisik isimler altinda topladigi bu vergilerin büyük bir kismini; hazîne adina hak sahibi kimselere (savasta yaralanmis asker, sehîd yetimlerine vb.) bir nevi emekli maasi olarak veriyor, bir kismini da emrinde çalisanlar ile diger masraflara harciyordu.
istanbul'dan kara ve deniz yoluyla tasraya gidenler nüvvâbdan olursa, kazasker tezkirecile rinden, esnafdan iseler kethüdalarindan, digerleri mahalle imamlarindan, gayr-i müslim ler de patrikhanelerinden; isim, söhret ve eskâllerini belirten, ayrica kefaleti bildiren mühürlü bir ilmühaber alip, istanbul mahkemesine ibraz edip, oradan tezkire almak zorundaydilar. Tasradan Istanbul'a yâhud baska bir yere gideceklerin mahallî nâiblerden tezkire almalari gerekiyordu. Muhtesibler böylece sehirlere gelip gidenleri bu tezkireler vasitasiyla siki bir tâkib altinda tutarak, hem asayisin korunmasini sagliyorlar, hem de isteyen herkesin köyleri terkedip sehre, sehri terkedip, köylere yerlesmelerini önleyerek, vergi ve zirâatin aksamamasini sagliyorlardi, özellikle, güzelligi dillere destan olan Istanbul'a, Anadolu ve Rumeli'den esas mesleklerini ve zirâati birakip gelenlerin ve issiz güçsüz takiminin gelip yerlesmemesi için mahallelerde arada sirada yoklamalar yapilir, muntazam tutulan nüfus defterlerinde olmayanlar geldikleri yere gönderilirlerdi.
Osmanli Devleti'nde cemiyetin sosyal siniflarini tesbite ve onlari tanimaya yarayan bir kiyafetler kânunu vardi. Bu sistem sayesinde toplumda disiplin saglandigi gibi, fiyatlarin basibos bir sekilde yükselmesi de önleniyordu. Bu yüzden herkes kendi sinifi için tahsis edilip belirlenen kiyafetlerinden baskasini giyemezdi. Bilhassa farkli dinlerden olanlarin kendileri için tesbit edilen özel kiyafetlerden baska bir sekilde giyinmemeleri, kolaylikla taninmalarina sebeb oldugu için önem tasiyordu. Özellikle yahûdî ve hiristiyanlarin müslümanlara âid kiyafetlerle dolasmalari yasak oldugundan, muhtesiblerin bu uygulamayi devamli kontrol etmeleri gerekiyordu.
Bunlarin yaninda inhisarlari (tekelleri) kirmak, herkesin üreticiden mal alip fahis fiyatlarla satmamalari için, üreticiden mal almaya izin belgesi olan ruhsat tezkiresini vermek, disaridan askere yazilmak için gelen, fakat yaslari küçük oldugundan mümkün olmayan çocuklari esnaf yanina çirakliga yerlestirmek, ihtiyâç duyulan yerlere bölgesinden zahîre göndermek, posta hizmetlerini görmek, hekim ve hastalarin durumlari ile yakindan ilgilenerek yol ve sokak kaldirimlarini tamir etmek, evlenen gayr-i müslimlerden resm-i ruhsatiyye vergisi almak, bahçe-i âmire mahsûlünün satilmasi için yapilan dükkanlarin kirasini almak gibi görevleri vardi.
2- Muhtesibin dînî hayatla ilgili vazifeleri:
Büyük ölçüe iktisâdi hayatla ilgili bulunmasina ragmen, muh tesib, ayni zamanda dînî vazifeleri de olan bir yetkiliydi. Bu yönüyle o, mesru olmayan, dînin kötü ve çirkin kabul ettigi her türlü davranisa karsi derhâl harekete geçmek zorundaydi. Ahlâkin bozulmamasini saglamak, umûmî yerlerde din ve geleneklere uygun olmayan davranislara meydan vermemek gibi vazifelerle mükellefti. Muhtesibler, namazin sartlarini yerine getirmeyen imamlari kontrol edip vazifeden alir ve cemâate devam etmeyenleri uyarirlardi. Içki kullananlari, talih oyunlari ile ugrasanlari, fuhsiyatla istigâl edenleri hesaba çekerlerdi. Bilhassa dînî yönde müslümanlari rencide edebilecek davranislara mâni olmak muhtesibin vazifeleri arasindaydi. Hattâ standartlara uygun mezar kazmayanlar ile mezarliklarda hayvan otlatanlar bile muhtesib tarafindan sorguya çekilip cezalandirilirlardi.
3- Adlî vazifeleri:
Muhtesib, Osmanli adaleti mekanizmasinda kadinin yetkisi dâhilinde is gören bir görevliydi. Kapali veya açik bütün pazarlari devamli kontrol eder, ihtisâb nizâmina aykiri hareketini gördügü kisileri kusurlarinin agirligi derecesinde cezalandirirdi. Bu cezalar falakaya yatirip dövmek, degnek ve falakadan ziyâde terbiye edilmesi gerekenleri habse göndermek, sürgüne gönderilmesi gerekli ise bâb-i ali,ye bildirmek seklinde özetlenebilir. Özellikle falakaya yatirip dögme cezasi suçun islendiginin tesbit edildigi anda, sicagi sicagina halkin içinde gerçeklestirilir, dövülenin nefsine çok agir geldigi için çok te'sirli olurdu. Muhtesib bundan baska, bilhassa yalanci sâhidlik edenleri cezalandirir, borçlarini zamaninda ödemeyenlerden icra yoluyla borcun tahsilini bizzat uygulardi.
Muhtesib cezalari uygularken, kendi veya me'murlari tarafindan görülmüs ve açik ve sarîh dâvalara baktigindan sâhid ve delile gerek duymaz, rahat hareket edebilirdi.
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Iktisadî Hayat, Sanayi ve Ticaret; Devlet ve özel sektörce yapilirdi. Umumiyetle önemli ve büyük sektörler devletçe, küçük ve daha çok piyasa ihtiyaci olan isletmeler, özel sektörce karsilanirdi. Devlet sektörü, millî savunma, devlet ve saray ihtiyaçlarini karsilardi. Silâh, sanayi ve harb malzeme ve levâzimati devletçe yapilirdi. Harb gemileri devlet tersanelerinde yapilmasina ragmen, özel sektörce de isletilen tersaneler vardi. Ihracat mallari özel sektörce imâl edilirdi. Osmanli silâh sanayii çok ileri olmasina ragmen ihracati yasakti. Üstün teknik, ates gücü ve kaliteli malzemeden imâl edilen Osmanli silâhlarina sahip olmak, Avrupalilar'in meraklarindan olup, çesitli yollardan saglananlar da çok fahis fiatlarla alinirdi. Ticaret kara ve deniz yoluyla yapilirdi. Kara ticareti kervan ve kafilelerle, deniz ticareti de ticaret filolariyla yapilirdi. Osmanli karayollari dünyanin en bakimli yollari olup,granit tas döseliydi. Granit yollar ordu, kervan ve yayalarin geçmesi içindi. Sürüler granit yolun iki tarafinda tesviye edilmis iki toprak seritten geçerdi. Tesviye edilmis toprak yollar da vardi. Ondokuzuncu yüzyildan itibaren de memleket demiryolu agi ile örüldü. Tüccar devletin himayesinde olup, serbest, huzur ve emniyet içinde hareket ederdi. Türk armatörlere ait ticaret filolari olup, bu armatörle rin gemileri, ticaret hanlari ve çok büyük servetleri vardi. Sehirlerde büyük ticaret merkezi mahiyetinde Kapali çarsilar vardi. Bunlarin en meshuru hâlâ kullanilan Istanbul Kapali Çarsisi'dir.
Ticaret hanlari, toptanci tüccarin hem yazihane, hem depo olarak kullandigi is hanlariydi. Istanbul, dünyanin en büyük is ve ticaret merkeziydi. Esnaf loncalar hâlinde teskilâtlanmisti. Esnaflarin is kollari çok çesitli olup, kalite ve temizlik esasti. Ipek, pamuk, kil ve yünden çesitli kumaslar dokunurdu. Ak alemli, Ankara Sofu, Malatya Sofu, abâyî, nefsi Halep, muhayyir, seranik, berek, bogasi, kutnî, mukaddem, menevseli, nakisli, sali, çatma, binislik, çaksirlik astar, kadife ve ibrisim dokumalari meshurdu. Sap, demir, kursun, gümüs, madenleri isletilirdi. Osmanli ihraç mallan; ipek, ipekli kumaslar, yün ve yünlü kumaslar, pamuk ve pamuklu dokumalar, yapagi, tiftik yünü, mazi, hali, sapti. Ihraci yasak olanlar; zahire, bakliyat, at, silâh, barut, kursun, bakir, kükürt, sahtiyan, gön olup disariya çikarilmazdi. Yalniz zahire ender olarak, memleket sikintiya düsmiyecek derecede ihtiyaç fazlasinin çikmasina müsaade edilirdi. Sulh zamaninda ihtiyaç fazlasi; balmumu, donyagi, koyunderisi, çadirbezi, pamuk, pamuk ipligi, mesin yapragi, ipek, ipekli dokumalarin ihracina da müsaade edilirdi. Çuha, sülyen, zeybak, bakir tel, sari teneke, üstübac, kâgit, cam, sirca, boya, igne, boncuk, makas, ayna, kürk, balik disi, ithâl edilirdi. Osmanli Devleti'nin ticarî muamele yaptigi mühim ticaret ve iskele merkez lerinden, Istanbul, Izmir, Selanik, Avlonya. Draç, Payas, Trablussam, Sayda, Iskenderiye, Basra, Kalas, Kefe, Sinop, Trabzon limanlari ile Istanbul. F.dirne. Gümülcine, Filibe, Sofya, Üsküp. Manastir, Yanya, BosnaSaray, Budin, Bursa, Ankara, Izmir, Konya, Diyarbekir, Mardin, Erzurum, Halep, Sam, Kahire, Iskenderiye, Bagdad, Musul baslica ticaret merkezleriydi. Yabancilarin haberlesmesini sagliyan (sâi) denilen postaci teskilâti ve bunlarin basinda (Sâibasilik) adiyla posta müdürlügü teskilâti vardi. Ihracat ve ithalât uzun zaman Osmanli hâkimiyetinde devirlere göre, mevcut devletlerle yapilirdi. Bunlara zamana göre; Ceneviz, Venedik, Dubrovnik, Floransa, Bizans, Milono, Napoli, Katalon (Ispanya), Lehistan, Roma, Rusya, Ingiltere, Prusya, Avusturya, Almanya, Iran, Misir Memlûkleri idi. Devlet tüccara ve müstahsile her bakimdan destek ve yardimci olurdu. Son devirlerde yerli ve yabanci bankalar kuruldu. Osmanli iktisadî ve ticarî sisteminde faiz yoktu. Son devir amatör arastirmacilar ve mes'elenin esasini bilmeyen ve kasitli olarak faiz oldugu yaziliyorsa da aslinda izin verilip, fakat o da çok az tatbik edilen (lyne) yolu ile ödünç verme, faiz zan edilmektedir.
Cevap: Osmanlı - Osmanlı Devleti Hakkında Herşey.
Osmanlilarda bütün dînî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler kurulusundan sonuna kadar her seviyede ögretilip, tatbik edilerek, yayildi. Osmanli Devletinin kurulusunda, kurucularin etrafinda Anadolu Selçuklulari devrinde yetisen âlim ve velîler vardi. Osman Gâzi dâhi, devrin seyhlerinden olan ve bölgede büyük îtibar görüp, hürmet edilen Seyh Edebâlî'nin talebesi ve dâmâdiydi. Osman Gâziden sonra pâdisâh olan Sultan Orhan Handan Vahideddîn Hana kadar bütün Osmanli sultanlari ilme hizmet edip, mesgul olan âlimlere hürmet göstererek onlarin teveccühünü kazanmislardi. Memleketin her tarafi ilim yuvasi müesseselerle donatilarak, isik ve feyz kaynagi olmustur. Osmanlilar devrinde yapilan mektep ve medreselerden, yazilan kitap ve diger eserlerin bâzilarindan hâlâ faydalanilmaktadir. Osmanlilar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usûl-i hadis, ilm-i hadis, ilm-i üsûl-i kelâm ilm-i kelâm, ilm-i usûl-i fikih, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kiraat, akâid, belâgat, ilm-i Kur'ân, ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerden de; riyâziye (matematik), hendese (geometri), heyet (astronomi) ilm-i nebâtat (botanik), hikmet-i tabi'iyye (fizik), ilm-i kimyâ (kimyâ), ilm-i tip, mantik, felsefe, içtimâiyet (sosyoloji), Dogu ve Bati dilleri ve edebiyati, Slav dilleri, cografya, târih, lügat dâhil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sahalarinda her devirde pekçok âlim yetisip, kiymetli eserler birakarak, ilme hizmet ettiler.
Osmanlilarin kurulusundan îtibâren dînî ve hukûkî sahada yetisen meshur ilim adamlari ve eserlerinden bâzilari: Serefüddîn Dâvûd-i Kayserî (vefâti 1350), Iznik Medresesi müderrislerindendi, on üç kadar eser yazdi. Seyh-ül ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fususü'l-Hikem adli meshur eserini Matlau Husus-il-Kilem fî Meânii Fusus-il-Hikem adiyla serh etti, yâni açikladi. Molla Fenârî (vefâti 1431) yüzden fazla eser yazdi. En meshur eseri Fusus-ül-Bedâyi li Usûl-is-Serayi. Ibn Melek Izzuddîn Abdüllatif (vefâti 1394), müderris olup, fikihtan Mecmau'l-Bahreyn ve Mülteka'n-Nehreyn, Menzilül Envâr, hadisten Mesârik-ül-Envâr. Hizir Bey (vefâti 1459) ilim dagarcigi lakâbiyla taninir. Istanbul'un ilk kâdisidir. Yetistirdigi talebelerinden Muslihuddîn-i Kastalânî, Hocazâde, Tâcizâde, Hatipzâde, Muarrifzâde, Kâdizâde-i Rûmî, Mûsâ Pasa ve Tazarruat sâhibi Sinan Pasa meshurdur. Molla Hüsrev (vefâti 1480) Dürer, Gurer, Mirkat, Mir'at eserlerinin sâhibidir. Hocazâde Muslihüddîn Mustafa (vefâti 1488), Tehâfüt sâhibidir. Sinan Pasa (vefâti 1486) Tazarruât, Tezkiret-ül-Evliyâ eserlerinin sâhibidir. Ali Kusçu (1397-1474), dînî ve fennî ilimlerde eser sâhibidir. Zîc-i Gurgâni'yi tamamladi. Müderristi, Risâle-i Muhammediye ve Risâle-i Fethiyye eserlerinin sâhibidir. Molla Lütfi (vefâti 1495), müderristi. Hendeseden Târif-ül Mezbah, Mevzuat ve daha birçok kitabi vardir. Müeyyedzâde Abdurrahman (vefâti, 1516), Mecma-ül-Fetâve, Cüz'ü Lâyetecezza eserlerinin sâhibidir. Âli Cemalî Efendi (vefâti 1520). Zenbilli Âli Efendi adiyla da taninan meshur seyhülislâmdi. Muhtarat fetvâlarinin toplandigi eseridir. Ibn-i Kemâl Ahmed Semseddîn Pasa (vefâti 1536), (Müftiüs-sekaleyn yâni insan ve cinin müftüsü ünvâni sâhibidir. Seyhülislâmdi. Üç yüz kadar eseri vardir. Atufî Hayreddîn Hizir (vefâti 1541) Arap edebiyatinda, tefsir, hadis ve kelâmda ihtisas sâhibiydi. Ravz-ul-Esnan fî Tedbir-i Sihhat-i Lebdan adli tibbî eserinin yaninda daha on bes kiymetli telifi vardir. Kinalizâde Ali (vefâti 1565), müderristi. Ahlâk-i Alâî, Tabakât-i Hanefiyye, Durer ve Gurer Hâsiyesi ve daha on kadar eseri vardir. Tasköprülüzâde Ahmed Îsâmüddîn (vefâti 1561), Sakayik-i Nu'mâniye, Mevzuat-ül-Ulûm adli telifleriyle taninir. Celâlzâde Sâlih Efendi (vefâti 1565), müderristi. On dört kadar eseri vardir. Câmi-ül-Hikâyat Tercümesi, Târih-i Misr-i Cedid, Târih-i Budin, Fetihnâme-i Rodos, Mohaçnâme eseriyle taninir. Ahmed Cevdet Pasa (1823-1894) Mecelle'yi hazirlayan heyetin baskani olup Kisas-i Enbiyâ ve Malûmat-i Nafi'a eserleri meshurdur. Diger ilim ve teknik sahalarda da pekçok âlim yetisip, kiymetli eserler vermislerdir. Edebiyat; yedi yüz yila yakin iktidarda kalan ve dünyânin en büyük devleti olan Osmanli Devleti; basta pâdisâhlar olmak üzere pekçok sâir ve edib yetistirdi. Dünyânin en verimli lisanlarindan olan Osmanlica yazi ve dilini gelistirdi. Yazma ve basma pekçogu Türkiye kütüphâne ve arsivlerinde olmak üzere, dünyânin her tarafinda pekçok Osmanlica eser vardir. Osmanlica; devlet lisaniydi. Osmanli sultanlari halîfe ünvânini da tasidiklarindan Osmanli Türkçesiyle yazilip basilmis eserler dünyânin dört bir tarafina yayilmistir.