Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
11. Mahmud İncir Fag’nevi (k.s.)
Hâce Arif Rivgirî (k.s.) Hazretlerinin eshabının efdali ve halifelerinin en büyüğü olup, en yakın sırdaşı idi.
Orta boylu olup çok güzel bir sureti vardı.
Buhâra'ya üç fersah mesâfede bulunan Fagne isimli kasabada doğmuş ve Emkeng isimli beldeyi kendisine vatan edinmiş, maîşetlerinin temini için ticaretle (mimarlıka) iştigal etmişlerdir.
Birçok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalâletten hidâyete, doğru yola ve seâdete kavuşmasına vesile oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü ve kendisinden sonra Halîfesi Hâce Ali Ramîtinî Hazretleridir.
Hocası Arif Rivgirî'den icâzet alıp, insanları doğru yola irşad ile va-zifelendirilince, vaktin icabı sesli zikre başladı. Sesli zikre başlaması, hocası Hâce Arif Rîvgirî'nin vefât hastalığı sırasında, Rîvgir tepesi üze-rinde olmuştur. Hâce Arif Hazretleri bunu duyunca : "Şimdi vaktidir" buyurmuşlar ve bu hali kabul etmişlerdir. Hâce Arif Rîvgirî'nin vefâtından sonra, Kale Kapısı önündeki mescidde sesli zikre devâm eyledi. Zikr-i cehrî Muhammed Bahâü'd-dîn Şah Nakşibend (k.s.) Hazretlerine kadar devam etti.
UYUYANLAR UYANSIN
Bir gün yakınları ile saâdet meclislerinde zikr-i cehrî ile iştigal eder-ken, Buhâra'nın büyük âlimlerinden Hâfızü'd-dîn Hazretleri:
—"Tarîkatınız zikr-i hafî üzerine te'sis edilmişken sizin cehren zikre muhabbet göstermenizin sebebi nedir?" diye sorduklarında :
—"Uyuyanlar uyansın, gafiller işitsin ve hak yoluna, şerîat ve tarîkat hedeflerine doğru yürüsünler diye" buyurmuşlardır. Bu cevap üzerine Hâfizü'd-dîn Hazretleri:
—"Niyetiniz dürüsttür ve bu hal size helâldir." cevabını vermişlerdir.
Hâfızü'd-dîn Hazretleri hakîkatin mecâzdan ayrılma hudûdunun olması için, sesli zikrin sınırını (şartını) rica etti. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
—"Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, boğazı, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyâdan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühden münezzeh olan yapabilir." buyurdu.
MERD OL
Büyük âlim Ali Ramîtinî anlatır:
Hâce Mahmud İncir Fagnevî (k.s.) zamanında dervişlerden biri Hızır' aleyhisselamı gördü ve sordu:
—"Bu zamanda eteğine yapışılacak, doğruluk caddesi üzerinde sâbit mürşid kimdir?" Hızır (A.S.) cevap verdi:
—"Hâce Mahmud İncir Fagnevî"dir.
Yine bir gün Hâce Ali, Hâce Mahmud'un bağlıları ile Ramitin'de zi-kirle meşgulken başı üstünden bir ak kuş geçiyor ve açık bir dille:
—"Yâ Ali! Erkekliği elden bırakma, merd ol" diyor. Kuşun gagasın-dan dökülen bu açık kelimeler, halkada bulunanlara öylesine dokunuyor ki, kendilerinden geçiyorlar. Akılları başlarına gelince soruyorlar:
— "Bu ne haldir?" Şu cevabı alıyorlar:
—"O kuş Hâce Mahmud Hazretleridir. Hazreti Allah O'na öyle bir keramet vermiştir ki, Mûsa Peygamber ile nice kelime söyleştiği makamda O'nu uçurur. Şimdi Hâce Evliyâ-i Kebîr'in halifesi Hâce Dıhkan ölüm halinde bulunduğu için kendisine ziyarete ve hatırını sormaya gidiyor. Çünkü o, Allahü Teâlâ'dan son nefeste, kendisine yardımcı olması için ev-liyâsından birini göndermesini istemişti. Hâce Mahmûd, bu sebeble onun yanına gidiyor." buyurdu.
Büyüklerden Hâce Dıhkan ölüm yatağında dua etmiş:
— Ya Rabbi! dünyadan ayrılmak üzereyim. Bana öz dostlarından bi-rini gönder de bu korkunç geçitte elimden tutsun, bana medet etsin.
Biraz sonra kapı açılıyor ve Muhmud İncir Fagnevî Hazretleri görü-nüyor.
— Geldim sana medet etmeye, diyor.
Hâce Hazretleri Hicret-i Celile-i Nebeviyye'nin 715 (M.1315) veya 717 senesinde irtihal buyurmuşlardır. (Kuddise Sirruhu)
Hâce Mahmud İncir Fagnevî (k.s.) Hazretlerinin
Varisi:
HÂCE ALİ RAMÎTİNÎ (k.s.),
Halifeleri:
Hâce Emir Hüseyin Vapekî, Hâce Emir Bilal Hüseyin Vapekî.
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
12. Hace Arif Ramitini (k.s.)
Hâce Mahmud İncir Fagnevî Hazretlerinin en büyük halifelerinden ve Nakşibendiyye meşayıhının da büyüklerindendir. Silsile-i Tarîkat-ı Aliyye içerisinde "Hâce Azîzan Ali" diye meşhur oldukları gibi, helâlinden kazanç te'min etmek için kumaş dokuyuculuğu yapar ve kendisine "Nessac" da denirdi. Büyük makamların ve acaib kerametlerin sahibi idiler. Buhâra yakınlarında Ramîtin isimli kasabada doğdular.
ZİKRİ KESİR
Şeyh Hasan Belfarî'nin eshabının ileri gelenlerinden Şeyh Bedreddin Hemedânî, Hâce Ali Ramitinî Hazretlerinin huzuruna gelerek:
—"Allah'ı çok zikrediniz" nazm-ı celîli ile me'mur olduğumuz zikr, zikr-i cehrî mi dir?, Zikr-i hafî mi dir? diye sordukları zaman, Hazret-i Şeyh şu cevabı verir:
—"Mübtedi'ye göre cehrî, müntehî'ye göre hafî" Yani, daha yolun başında olanlar için cehrî, yolun sonuna gelenler için ise hafîdir.
HALLAC'A YARDIM
Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) buyurmuşlardır ki:
—Hallâc-ı Mansur zamanında, Hazret-i Abdü'l Hâlik Gucdüvânî (k.s.)'nin müridlerinden birisi bulunmuş olsaydı elbette ona imdad edip onu "Vahdet-i Vücud" makamından çıkarırdı.
AZİZAN LAKABI
Reşâhat sahibi Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) Hazretlerinin kerametlerinden olarak rivayet eder ki:
—"Bir aralık Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) hazretlerinin evinde fakirlik hasıl olmuştu. İki üç gün süren bu zamanda ev halkı açlıktan gayet üzüntülü idiler. O sırada Hz. Şeyhin muhlislerinden bulunan genç bir aşçı, içi pirinç pilavı doldurulmuş bir horoz getirip hediye eder ve lütfen kabul buyurması ricasında bulunur. Bu halden Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) Hazretleri çok memnun olur ve:
—"Ey oğlum! icabet kapısı açıktır, ne istersen iste" buyurur. Genç aşçı şu dilekte bulunur:
—"Zâhir ve bâtında sizin şeklinizle şekillenmek istiyorum, başka bir isteğim yoktur" diye cevap verir. Hazret-i Hâce:
—"Evladım bu iş çok ağır bir yüktür, tahammül edemezsin" demesi üzerine, genç aşçı:
—"Efendim dileğim budur, fakat irade siz efendimindir." der. Cenâb-ı Şeyh:
—"O halde pek âlâ diyerek onun elinden tutup kendi halvethâne-i seâdetlerine götürerek karşısına oturtur ve bir saat murakabe ettikten sonra, o genç aşçı zâhir ve bâtın bi-aynihî şeyhi sûretinde teşekkül eder, fakat kendinden geçerek bayılır. Ondan sonra 40 gün daha yaşar ve sonra da rahmet-i Hakk'a kavuşur. İşte kendisine aynen benzeyen bu genç sebebiyle"Azîzân = İki aziz" lakabı verilmiştir.
Madden ve manen birbirine tıpatıp benzeyen iki zat...
SÖZLERİNDEN
—"Güzel güzel işler yapmaya çalışınız; onların hesabını yapmaya kalkışmayınız. Kendi kendinize kusurunuzu anlamaya çalışınız, eksik yanlarınızı biliniz; hemen onları tamamlamaya bakınız."
KALB
Resulüllah Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
—"Cenâb-ı Hakk, bir gün ve bir gecede mümin kulun kalbine üç yüz altmış kere bakar."
Ali Ramitinî Hazretleri bu hadîs-i şerîfi, şöyle açıkladı:
—"Kalbin, üç yüz altmış deliği vardır. Her uzvun da, üç yüz altmış tane barsak yolundan ve diğer yerlerden gelen damarı vardır. Bütün bu damarlar, kalble birleşir. Kalb, Cenâb-ı Hakk'ın zikrinden etkilenir ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmet nazarına has bir duruma gelirse, ondaki bu hal, bütün organlara geçer. İşte o zaman, organ kendi haline uygun bir şekilde ibadet ve taatle meşgul olur. O ibadet ve taattan meydana gelen her uzvun nuru, kalbe gelen nazardan ibaret olan feyze ulaşır.
İMAN
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne
—"İman nedir?." diye sorulduğu zaman şöyle dedi:
—"Maddeden kesilmek, mana ile birleşmektir. Bu sorunun cevabını daha çok onun güzel sanatlarından almaktır.
ÜÇ SORU
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne büyük alim Şeyh Rükneddin üç soru sordu.
Birinci soru :
—"Sen de, ben de fakirlere, yoksullara hizmet etmekteyiz, onlara yemek yedirmekteyiz. Senin yedirdiğin yemekte ne var ki, onda hiç bir zorlama yapmazsın, halk sana teşekkür eder; senden razı olurlar. Benden de şikâyet ederler ve razı olmazlar. Bunun sebebini anlatır mısın?.
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri, bu soruya şöyle cevap verdi:
—"İyilik edenlerden çoğu kimseler, iyilik ettikleri kimselerin başına kakınç olurlar. Tabi insanların da, pek azı minnet yükünü çekebilir. Öyle ise, mümkün olduğu kadar insanlara minnet yükü vurmamaya çalış. O zaman onlardan hiç kimseyi senden şikayetçi bulamazsın.
İkinci soru:
—"Duyduğuma göre, Hızır aleyhisselam seni terbiye edip yetiştirmeyi üzerine almış. Bu nasıl olur?.
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri, buna da şu cevabı verdi:
—"Allah'ın sevdiği kimseleri, Hızır aleyhisselam da sever.
Üçüncü soru:
—"Duyduğuma göre, sen Cenâb-ı Hakk'ı cehren (açıktan ve sesli) zikrediyormuşsun.. Bu sana nereden geldi?.
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri, bu soruyu da şöyle cevapladı:
—"Ben de, sana bunu söyleyecektim. Duydum ki, sen de Cenâb-ı Hakk'ı gizli gizli zikrediyormuşsun. Mademki senin öyle zikrini başkası duydu; o da cehri zikir yerine geçer.
DUA
— Allahü Teala hazretlerine hiç isyan etmediğiniz bir dille dua ediniz ki , duanız kabulolsun. (Yani duada Allah dostlarını vesile ederek dua ediniz ki duanız kabul olsundemektir)
ZİKR-İ CEHRİ
Mevlâna Seyfeddin Fıdda, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne şöyle sordu:
—"Neden cehri zikir yapıyorsun?."
Buna da şu cevabı verdi:
—"Ulemânın ittifakı odur ki, son nefeste cehrî zikir yapılacaktır. Bunun delîli de, Resulüllah Efendimiz'in (s.a.v.) şu hadis-i şerifidir:
—"Ölülerinize şehadet cümlesi olan 'Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resulüh' Cümlesini telkin ediniz." Buradaki telkin sesli telkindir.
ZİKR-İ KESİR
Mevlânâ Şeyh Bedreddin Meydani, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne şöyle sordu:
— "Cenâb-ı Hakk, Kur'an'-ı kerimde (33/41) : 'Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikrediniz.' buyuruyor. Bununla, bize çokça zikretmeyi emretti. Bu zikirden murad olan mânâ, dil zikri midir, kalb zikri midir?."
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri şöyle cevap verdi:
—"Bu yola ilk girenler için dil zikridir. İşin sonuna varanlar için de kalb zikridir. Bu yola ilk giren kimse, Cenâb-ı Hakk'ı zorlama ile yapmacık zikretmeye çalışır. Müntehinin, yani, işin sonuna ulaşan kimsenin durumu öyle değildir. Kalb, zikirden etkilenince, onun bu etkisi, bütün bedene varır. Hemen her organ, zikretmeye başlar. İşte o zaman, zikir-i kesir gerçekleşir. Yine o zaman, bir günlük amel, bir senelik amel yerine geçer."
SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİNDEKİ
RİSALESİNDEN:
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesinde bir riasalesi mevcuttur. O risalede şöyle buyurur:
Allahü Teâlâ Hazretlerinin sevdiği kul olabilmenin 10 şartı vardır:
1- Zâhirî ve bâtınî temizlik.
2- Dilin temizliği.
3- Zarûret olmadıkça yabancılarla beraber olmamak.
4- Oruç tutmak.
5- Çokça zikir.
6- Kalbe gelen masivayı (mahlukatı düşünmeyi) defetmek
.7-Allaha tevekkül ve bütün işlerin Allahın bilgisi ve kudreti dahilinde bir hikmete dayalı olarak olduğuna inanmak.
8- Allah dostları ile sohbet.
9- Allahın ahlakı ile ahlaklanmaya çalışmak.
10- Helal ve temiz lokma yemek.
MÜRŞİD
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri şöyle buyurdu:
—"İrşad işine giren bir kimse müridin yeteneğini, kabiliyetini bilmelidir. Bunu bildikten sonra ona zikir telkini eder; kabiliyetine göre onu yetiştirir. Bir kimse, mürid terbiyesi işine girmiş ise kuş yetiştiricisi gibidir. Kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir. Haddinden fazla ona yem yüklememelidir."
ÜÇ BAYRAM
Biri, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin huzurunda şöyle bir şiir okudu:
Kalbini eritir ulvî aşk her âşıkın;
İki bayram herkese nefesinden bakın..
Bunu dinledi ve şöyle dedi:
—"Asıl üç bayram vardır: Zikirde başarı, zikir, zikrin kabulü.."
SEVGİ
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri şöyle buyurdu:
—"Bu yolda en esaslı şey, veli kulların kalb sevgilerini elde etmeye çalışmaktır. Zira bu üstün velilerin kalbleri, hikmet-i ilahiye kaynağıdır. Onların sevgisini elde eden sâlik, büyük bir nasîbe kavuşmuş olur; onlardaki üstün haller, kendisinde de görülmeye başlar."
YÜKSEK HALLERİNDEN
Şöyle anlatıldı:
—"Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri ile, zamanında yaşayan Seyyid Ata arasında bir vak'a geçmişti.
Bir gün Seyyid Atâ'nın dilinden, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri hakkında edep dışı bir söz çıktı. O gün, Türklerden bir gurup gelip bulunduğu şehri yağmaladılar. Malları alıp çoğunu da esir ettiler. O esirler arasında Seyyid Ata'nın oğlu da vardı. Oğlunun esir edildiği haberini alan Seyyid Atâ, anladı ki, bu belâ, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri hakkında yaptığı hatadan başına geldi. Allah tarafından bir ceza idi bu.
Bunun üzerine koşa koşa Ali Ramitinî'ye gitti, ve ondan özür diledi. Sonra Ali Ramitinî (k.s.) Hazretlerini ve diğer bazı zatları evine davet etti. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri, onun bu davetteki maksadını anlamıştı.
Hizmetçiler sofrayı açtılar, yemekler de geldi. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
—"Seyyid Ata'nın oğlu gelmeden ben bu yemeğe el sürmem.. O da gelip bizimle yemek yemeli.."
Böyle dedikten sonra sustu. Orada hazır bulunanlar beklemeye başladılar. Tam o anda kapı çalındı. Açtıkları zaman gördüler ki, Seyyid Ata'nın oğlu..
Şöyle anlattı:
—"Ben hiçbir şey bilmiyorum. Düşmanın elinde esirdim. Sonra da kendimi burada buldum.
İki şehir arasında on günlük mesafe vardı.
İLAHİ İLHAM
Şöyle anlatıldı:
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne Buhara'dan Harzem'e gitmesi için ilham yolu ile ilahi ferman çıktı. Hemen toplandı ve Harzem tarafına yollandı.
Harzem'e geldiği zaman sur kapısına gelip konakladı. Oranın padişahına da bir elçi gönderdi; şu haberi yolladı:
—"Fakir bir dokumacı sizin ülkenize girmek istiyor; orada kalmak niyetinde.. İzin verirseniz şehre girecek, vermezseniz dönüp gidecek."
Daha sonra giden elçiye şöyle dedi:
—"Eğer Şehre girmem için için verirse, kendi mühürü ile mühürlü bir yazı versin."
Elçi gidip padişaha durumu anlattığı zaman, hem padişah, hem de yanındakiler onun bu isteği karşısında güldüler; alay ederek :
—"Bunların ahmak oldukları belli.. Kendisine nasıl bir yazı istiyorsa yazın, verin." dediler.
Elçi, yazıyı aldı ve Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ne getirip verdi. O da şehre girdi. Şehirde büyüklerin yolunda devam etmeye başladı.. Her gün çarşıya çıkar, sanatkarların kapılarında durur, orada çalışanlara şöyle derdi:
—"Bugün buradan alacağınız ücret nedir?" Onlar da:
—"Şu kadar " derlerdi. Bunun üzerine Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri onlara şöyle derdi:
—"Ücretinizi ben vereceğim. Gelin abdest alın, birlikte oturalım. Gün batıncaya kadar Allah'ı zikredin."
Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin sözünü dinleyip her kim geldiyse, kuvvetli tasarrufu ile kendisinde bir manevi güzel haller meydana geldi. Onlardaki bu hal, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretlerin'den ayrılmamalarına ve onunla sohbet etmeye, yanında kalmaya çekti. Günler geçtikçe, onun yanına gelenler, müridler çoğaldı. Bu durumu gören hasetçiler hemen padişaha koştular ve gammazladılar. Dediler ki:
—"Şehrinize bir şeyh gelmiş. Herkes onun çevresinde toplanıyor, onun müridi oluyor, onunla arkadaş olmaya can atıyor. Bu işin sonu iyi değil. Ülkenin düzeni bozulabilir, fitne çıkabilir? Çıkacak bu fitneye de hiç kimse mani olamaz."
Padişah ve etrafındakiler korktular. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'ni şehirden çıkarmak istediler. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri bu haberi aldığı zaman, elçisini yine padişaha yolladı. Padişahın izin kağıdını eline tutuşturdu. Padişaha gidip şöyle demesini istedi:
—"İşte sizin izin kağıdınız.. O bu şehre girerken, sizin izin kağıdınızla girdi. Eğer verdiğiniz hükümden dönüyorsanız, çıkıp gider."
Elçi padişaha gitti. Daha önce kendisinden aldığı yazılı izin kağıdını da ona verdi. Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin dediklerini de söyledi.
Padişah, bu durumdan çok utandı.
Sonra da, Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri'nin ziyâretine geldi. Yaptığı son işten dolayı kendisinden özür diledi. Temiz bir sevgi ile ona bağlandı ve bundan da çok faydalar gördü.
NASİHATLERİNDEN
"Alahü tealanın sevgili kulu olmanın 10 şartı vardır.
1 -Temizlik. Bu da iki kısımdır. Zahiri temizlik, batıni temizlik
2- Dilin temizliği (dili muhafaza
3- Mümkün meretebe insanlardan uzak kalmak
4-Oruç tutmak
5-Allahü Teala'yı çok zikir
6- Kalbe gelen kötü düşünceleri defetmektir.
7- Allahü Teala'nın hükümlerine olduğu gibi rıza göstermek.
8- Salihlerle sohbet.
9- Ahlak-ı ilahi ile ahlaklanmak.
10- Helal ve temiz lokma yemek."
Hâce Azîzân'dan sordular:
—"Namazdan üst üste kazâ borcu olan ne zaman uyanır?" Şöyle buyurdular:
—"Doğan güneş onu uykuda yakalayamaz hale geldiği zaman."
Şöyle buyururlardı:
—"Allah'a tevbe ediniz!" meâlindeki âyette hem işâret ve hem de beşâret vardır. İşâret tevbeyedir, beşâret de kabul edileceğine dairdir. Kabul edilmeyecek olsaydı emredilmezdi.
Şöyle buyurdular:
—"Her hâl-ü kârda amel lâzımdır. Amel yapılınca da onu yapmamış bilmek, nefsi her zaman suçlu bilmek ve her ameli yeniden yeni baştan işlemeye muhtaç kabul etmek lâzımdır."
Buyurdular ki:
—"Bu yolda maksûda kavuşmak için, nice çileden daha üstün bir şey vardır: Allah dostunun gözüne girmek."
BUYURDULAR Kİ...
— "İki halde kendinizi çok sakınınız: Söz söylerken ve yemek yerken.
— "Hizmeti minnet bil; minneti hizmet bilme."
—" Kul Hakka aşık olursa, Hızır da kula aşık olur."
— "Yiyeceği temiz ve besmele ile pişiren kimselerin yiyeceğinden yemelidir.
— "Mürşidlerin, canavar terbiyecisi gibi olmaları lazımdır. Zira hay-van terbiyecisi onların huyunu bilir. Mürşid de terbiye işinde her saliki kendi kabiliyet ve istidadına göre yetiştirmek borcundadır.
— "Bu yolda ermek nice nefs çilesinden daha üstün olarak bir Allah dostunun gönlüne girmekle olur.
HALİFELERİ VE OĞULLARI
Hâce Hazretlerinin dört büyük halîfesi olup hepsi de, hâlen ve kaalen fazl-ü kemâl sahibi idiler. Ve herbiri Şeyhlerinin irtihallerinden sonra irşad işiyle uğraşmışlardır. Bu dört halîfenin dördünün de isimleri Mahmud idi. Birincisi, Hâce Mahmud Külahduz (Kalpak diken) Harzem'de medfundur. İkincisi, Hâce Mahmud Salâh Belhî'dir ki, Belh şehrinde medfundur. Üçüncüsü Hâce Muhammed Bâverdî'dir. Dördüncüsü, Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî'dir ki, kendisinden sonra yerine geçen varisidir. Kabr-i şerifleri Semâs'dadır. (Rahmetullahi aleyhim ecmaîn)
Hazret-i Hâcenin iki oğlu olup her ikisi de zâhir ve bâtın ilimlerin hepsine sahip birer âlim, âmil ve ârif-i kâmil idiler. Büyük oğlunun ismi Hâce Muhammed olup hicrî 715 tarihinde, peder-i âlîlerinin irtihallerinden 19 gün veya 40 gün sonra vefat etmiştir. Küçük oğlunun ismi İbrahim olup 793 tarihinde vefat etmiştir.
Hace Azizan Ali Ramitinî Hazretleri , müridlerine şu emri verdi:
—" Muhammed Baba Semasi'ye bağlanınız, emrini tutunuz; hayatta kaldığı müddetçe yolundan ayrılmayınız.
VEFATI
Hâce Ali Ramitinî (k.s.) Hazretleri hicrî 715 yılında ve zilkaade ayının 28'inci pazartesi günü (130) yaşında Harezm şehrinde irtihal-i dâr-ı bekâ eylemişlerdir. (k.s.)
H. 721 veya 728'de (M. 1328) tarihinde vefat ettiğine dair de rivayet vardır. Kabri Harezm'dedir. Mühim ziyaret merkezlerinden biridir.
Hâce Ali Ramîtinî (k.s.) HazretlerininVarisi:
HÂCE MUHAMMED BÂBÂ SEMÂSÎ,
Halifeleri: Hâce Muhammed Bâverdî, Hâce muhammed Belhî, Hâce muhammed Külahdüz,
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
13. Muhammed Baba Semasi (k.s.)
Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî (k.s.) Hazretleri Ramîtin ile Buhâra arasında bulunan ve Râmîtin'e iki kilometre, Buhâra'ya ise altı kilometre uzaklıkta bulunan Semâs (bazı kaynaklarda Semmas) köyünde doğdu. Mîlâdî 1354 (H.755)'te orada vefât etti. Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramîtinî Hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra irşâd makamına, Muhammed Bâbâ Semâsî'yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.
Hâce Azîzân Ali Ramîtinî Hazretlerinin hizmetlerinde bulunarak çok faide elde etmiş ve çok da feyz almışlardır. Hâce Azîzan Hazretleri Buhâra'dan Harezme teşrif buyurdukları vakit, Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazreleri de O'nunla beraber gelmiştir.
KASR-I ÂRİFÂN OLACAK
Reşâhat sahibi nakleder ki; Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazreleri, Hâce Muhammed Bahâü'd-dîn-i Nakşibend Hazretlerini (k.s.) evladlığa kabul edip terbiye buyurmuşlardır. Şâh Nakşibend Hazretlerinin doğumundan evvel, yuksek babalarının evlerinin önünden geçerken:
—"Bu topraktan tarîkata önder olacak irfan meydanının yiğidinin kokusu geliyor. Yakında bu hane bir kasr-ı ârifân olacakdır." buyurmuş-lardır.
Pîr-i Tarîkat Muhammed Bahâü'd-dîn Nakşibend Hazretleri, dünyayı teşrif ettiklerinin üçüncü günü, Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazreleri, tesadüfen yine evlerinin önünden geçerken:
—"Ötedenberi kokusunu duymakta olduğumuz, rayiha-i irfan bu gün fazlalaşmıştır. Galiba o ârîf zât dünyaya geldi." buyurdular. Bu haberi Muhammed Şâh Nakşibend Hazretlerinin büyük babasına ulaştırdılar. O zat da hemen Cenâb-ı Bahâü'd-dîn'i, Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretlerine getirerek teslim ettiler.
Hazret-i hâce sevindi:
—"Yeni dünyaya gelmiş olan bu çocuk artık bizim oğlumuzdur. Biz O'nu evlatlığa kabul ettik. İşte gönüllerimizi okşayan kokusunu duydu-ğumuz bu zat yakında tarîkatın önderi olacak ve o zaman herkes ona bağlanacak." dedi. Daha sonra en büyük halîfeleri olan Emir Kilâl Hazretlerine:
—"Oğlum Bahâü'd-dîn'i sana havale ettim. Zahiren ve bâtınen yetiş-tirilmeleri senin için büyük bir vazifedir. Sakın ha kusur etmeyesin." diye emir buyurmaları üzerine, Cenâb-ı Emir Kılâl Hazretleri de bu emri çok acele yerine getireceğine dair söz verdiler.
RIZAN NEREDE İSE
Pîr-i Tarikat Hâce Muhammed Bahâü'd-dîn Hazretleri buyurdular:
—Evlenmek istediğim zaman Büyük Babam (aleyhirrahme) beni, Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretlerinin huzuruna gönderdi. Kendisiyle görüşme şerefine nail olduğum vakit O'nun ilk zuhur eden kerametleri şu olmuştur:
Yüksek huzurlarına gideceğim günden bir evvelki gecede, kalbimde niyaz, ağlama ve tazarru fikri peyda olup Hazret-i Hâcenin camiine gitmiş ve iki rek'at namaz kılarak:
—"İlâhî! senin belâlarına sabra huccet ve muhabbet-i rabbaniyende zuhur edecek mihnetlere tahammül ve tâkat ihsan eyle." diye dua iste-miştim. Sabahleyin yüksek huzurlarına vardığım zaman, birdenbire bana hitaben:
—"Ey oğul! duayı şöyle yapmalıydın: "İlâhî! Rızâ-i ilâhiyen ne şeyde ise, bu zayıf kulunu o şeyde bulundur." Eğer Mevla hikmet-i kâmilesi icabı dostuna belâ gönderirse, yine kendi inâyeti ile o dostuna belâsına tahammül kuvvetini de ihsan eder. Yoksa kulun kendi dileği ile belâ is-temesi küstahlıktır. İşte Hazret-i Hâce geceki vak'ayı mükâşefe ile beni terbiye buyurdular. Sonra yemeği birlikte yedik. Bir ekmek arttı. Bunu yanında sakla dedi. Ben de kendi kendime şöyle düşündüm; Biz burada yedik, karnımız doydu, şimdi de evimize gideceğiz. Acaba bu ekmek ne işimize yarayacak. Yolda beraber gidiyorduk. Ben kendilerini kemâl-i edeple takip ediyordum. Fakat içimden hâlâ o ekmeği düşünüyordum. Hazret-i Şeyh benim hâlimi keşf edip:
— "Kalbi faydasız şeylerden korumak lâzımdır.” diyerek beni ikâz buyurdular. Yolda, ahbaplarından birisinin evine uğradı. Ev sahibi, bu ziyaretten son derece memnun kalarak bizi sevinçle karşıladı. Lâkin içinde bir sıkıntı olduğu yüzünden belli idi. Hâce Hazretleri sıkıntısının sebebini sorunca o da şu cevabı verdi.
—"Bir kâse sütüm var fakat, ekmeğim yok ki, beraber yiyelim. Bunun üzerine Hâce Hazretleri bana dönerek:
—"Ne işe yarayacak diye merak ettiğin ekmek işte işe yaradı, buna ver." buyurdular.
SÖZLERİNDEN
—"Talibler için en kestirme yol, ilahi hikmetlerin dolu olduğu bir gönüle girebilmektir."
—"Hiç günah işlememiş bir dille dua edin; reddolmaz. Hakiki dost vasıta kılınarak yapılan dua böyledir."
Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretlerinin dört büyük halîfeleri var idi. Onlar, Hâce Sûfî Suhârî, oğlu Hâce Muhammed Semâsî, Hâce Dânişmend ve Hâce Emir Kilâl Hazretleridir. (Rahmetullahi aleyhim ec-maîn)
Cenâb-ı Hâce Hicrî 755 (M. 1354) senesinde irtihal eylediler. Memleketi olan Semâs'da medfundur. (k.s.)
Kuddise sirruhu
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
14. Seyyid Emir Kilal (k.s.)
Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiye-i aliyye'nin on dördüncüsüdür.
Hâce Bâbâ Semâsî Hazretlerinin halifelerinin en üstünü idiler. Zamanında bulunan ulemâ ve evliyâ arasında şerîat, tarîkat ve marifet hususunda en fazla ilme sahip idi. Hazreti Hüseyin Efendimizinin so-yundan olup, seyyid idi. Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin (k.s.) talebesi ve Muhammed Bahaüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için Kilal (bazı kaynaklarda Külal) ismiyle meşhur olmuştur.
Salih bir zat olan babası Seyyid Hamza, Medine'den gelip Buhâra'nın Efşene köyüne, sonra da Sühari'ye yerleşmiştir.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Buhâra'nın Sühari kasabasında doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. M.1370 (H.772) senesinde Sühari'de vefat etti. Kabri de oradadır. Büyük bir âlim ve mürşid'i kamil olup, her ânını sünnete uygun olarak geçirdi. Pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemale erdi. Üstün hallerini gösteren çok menkıbesi vardır.
Annesi anlatmıştır:
"Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine hamile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hal başımdan üç defa geçti. Çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hamile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helalden olmasına daha çok dikkat edip, ihtiyatlı dav-randım."
Bir defasında, o devrin en meşhur velisi Seyyid Ata beraberinde za-manın maruf zatlarıyla, büyük bir cemaat halinde, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin babası Seyyid Hamza'nın bulunduğu köyden geçiyordu. Bu yolculuğu sırasında tanışıp dost oldular. Bundan sonra Seyyid Ata'nın her ne zaman oraya yolu düşse evvela Seyyid Hamza'nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görüşürdü. Yine bir defasında Efşene köyüne uğramış ve seyyid Hamza'nın yanına gelmişti. Bu gelişinde Seyyid Ata ona bir müjde verip;
—"Ey Kardeşim! Allahü Teâlâ sana şanı pek yüce olacak bir evlat verecek. Cihan, baştan başa onun hizmetine girecektir. Bu çocuk doğduğu zaman, ismini Emir Kilal koy!" dedi. Aradan yıllar geçti. Seyyid Hamza'nın bir oğlu oldu. Seyyid Ata'nın işareti üzerine, ismini "Seyyid Emir Kilal " koydu.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Yirmi sene Baba Semâsi Hazretlerinin sohbetlerine ve derslerine devam etti. Her hafta pazartesi ve perşembe günleri, Sühârî'den 30 km kadar uzakta bulunan ve hocasının ikamet ettiği Semas'a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde kemale ulaştı. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin vefatından sonra, onun yerine geçip, irşad vazifesi yaptı. İnsanların İslam ahlakı ile ahlaklanmasını, kalbin ve ruhun kötü huylardan kurtulmasını öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi.
DİŞİ YERİNE TAKTI
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, hocası Muhammed Baba Semâsî'nin yanında, Semâs'ta bulunduğu sırada orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemaat arasında anlaşmazlık çıkmış iş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve taraftarları, kırılan dişin diyetini almak için hakime müracaat etmeye karar verdiler. Fakat önce Muhammed Baba Semâsî'ye dınışalım, kendi başımıza iş yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Baba Semâsî Hazretlerinin huzuruna gidip, durumu arzettiler.
—"Kırılan dişi verin." buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında ta-lebe olan Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'e kırık dişi uzatıp;
—"Evladım, şu işi hallet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin." buyurdu.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, evliyanın ruhaniyetini vesile kılıp, Allâhü Teâlâya dua ederek, kırık dişi yerine koydu. O anda, duası be-reketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hale geldi. Dişi kırılan kimse, bu hadise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikayet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler.
KÂBEYİ GÖRÜYORDU
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir gün sohbet ederken, kendisini bir hal kapladı. Bu sırada hac yapanların hallerini, nerede ve ne yapmakta olduklarını gördüğünü söyleyerek,anlatmaya başladı. Meclisinde bulunanlardan biri:
—" Kabe'yi nasıl görüp de anlatıyor? Kabe buraya çok uzakdır." Diye düşündü. Biraz sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, böyle düşünen kimsenin yanına yaklaşıp, elinden tuttu ve;"Gözlerini yum, başını kaldır, bak ne göreceksin." buyurdu. O da söylediği gibi yaptı. Birden gözüne Kâbe ve tavaf edenler göründü. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini de tavaf edenler arasında gördü. Bunun üzerine adam hayretler içinde kalıp, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'nin ayaklarına kapandı, yanlış düşüncelerden dolayı af diledi. Bundan sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—"Ey cahil kişi, bir kimse kendisinde bir şey olmazsa, başkasında da yok zanneder. Gönül aynası açılmadıkça da hiç bir şeyi göremez, idrak edemez." dedi. O kimse tövbe edip, salih ve makbul kimselerden oldu.
ALLAHTAN KORKAN
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir defasında talebeleriyle birlikte evliyanın meşhurlarından Hayrun Ata'nın kabrini ziyarete gitmek için yola çıkmıştı. Yolun bir kısmını yürümüşlerdi ki, yolun ilersinden bir gayretli arslan ortaya çıkıp yolda durdu. Arslanı gören talebeler endişelenip, huzursuz olmaya başladılar. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri hiç al-dırmadı. Arslanın yanına yaklaşınca, yelesinden tutarak yoldan çıkardı ve kenara bıraktı; talebeler geçtiler. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine, aslan başını yere koyarak, saygı gösterir gibi hareketler yaptı. Sonra oradan uzaklaştılar. Bu hali gören talebeleri;
—"Efendim bu nasıl bir iştir" diye sual ettiler. Bunun üzerine buyurdu ki:
—"Ey dostlarım, şunu biliniz ve dikkat ediniz ki, her kim gerçekten Allâhü Teâlâdan korkarsa, her şey ondan korkar, zarar vermez. Allah'tan korkmayan kimse, her şeyden korkar. Bir kimse, dâimâ Allâhü Teâlâdan korkar bir hâlde olursa, Allâhü Teâlâ ona korkutucu bir şeyi, musallat etmez. Hattâ o kul, Allah'tan korktuğu için her şey ondan korkup, çekinir."
CENAZE NAMAZI
Nakledilir ki, bir köyde sâlih zatlardan biri vefât edeceği sırada, cenâze namazını Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, uzak bir yerde bu-lunuyordu. O zât vefât edince, o beldenin âlimleri, velîleri toplandı. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim, dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sûfi ;
- " Haberci göndermenize lüzum yok. Bu durum ona Allâhü Teâlâ'nın izni ile malum olur. Ve buraya gelir" dedi. Bu arada iki kişi gidip haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri aniden karşıdan gözüktü. Halk onu görünce karşılamaya koştular. Ve bu kerameti karşısında onu daha çok sevip bağlandılar. Sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vefat eden zatın cenaze namazını kıldırdı. Ve toplananlarla birlikte kabre götürüp defnettiler. Cenaze defnedildikten sonra kalabalık bir cemaat camide toplandı. Oradaki alimler bu iş için kendisine bir işaret ulaşıp ulaşmadığını ve nasıl malum olduğunu sordular. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurduki:
—"Ey kardeşlerim! Resülüllah Efendimiz buyurduki; "Kalb kalbe kar-şıdır." Yine Resûlüllah Efendimiz buyurduki; "Mümin müminin aynasıdır" "Her kaptan içindeki sızar."
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bunları söyledikten sonra halk onun marifet sahibi büyük bir veli olduğunu anlayıp kendi kendilerine
—"Biz bu zatın büyüklüğünü bilmiyormuşuz." dediler. Bu sırada ce-maat içinde bulunan âlimlerden Mevlana Tâceddin, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine, kendisini talebeliğe ve hizmetkarlığa kabul etmesini söyledi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—"O bizim vazifemiz değildir." buyurarak; "Bari seni mânevî evlat-lığa kabul edeyim. " deyip onu mânevî evlatlığa kabul etti. Öyle bir te-veccühde bulundu ki, Mevlâna Taceddin, o anda marifet ilmine kavuşup, maksadına ulaştı.
GERÇEK KERÂMET EHLİ
Nakledilir ki, Kebş şehrinde Seyyid Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden birinin de bulunduğu bir micliste Kerametten söz açılmış ve Mevlana Celâleddîn Kebşî;
—" Şimdi böyle gerçek keramet ehli nerede bulunur. Göz açıp ka-payacak kadar kısa bir zaman içinde, doğudan batıya dünyâyı dolaşsın." deyince, o talabe ;
—" Evet şimdi böyle bir zât vardır. O benim hocam Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'dir." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ Celâleddîn Kebşî;
—"Bizi sohbetine kavuştur da, onun ayaklarının tozunu gözlerimize sürme yapalım."dedi. Talebe;
—"Sizin oraya kadar gitmenize lüzum yok, eğer buraya teşrif etmesi için tam bir teveccüh yaparsanız, bir anda burada olur."dedi. Bu söz üzerine, Mevlânâ Celâleddîn Kebşî teveccüh edip, Allâhü Teâlâ'ya hâlis kalble duâ etti. Sonra içeride bulunan cemâat birdenbire ayağa kalktı. Çünkü Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri çok uzakta olmasına rağmen, içeri giriverdi. Bu hâle çok şaşırdılar. Sonra da oturup sohbete başladılar. Mevlânâ Celâleddîn, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine;
—"Efendim, sizi bu hâle kavuşturan şey nedir? Burayı bir ânda teşri-finiz nasıl oldu?" diye sordu. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri, sohbete başlayıp buyurdu ki:
—"Bizi, sizin samîmî arzunuz bu diyâra getirdi. Bir kimse Allâhü Teâlâ'ya ihlâs ile yalvarır, tam samîmiyetle bir şey ister ve duâ ederse, Allâhü Teâlâ onu maksadına kavuşturur.
Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn Kebşî;
—" Efendim, talebeniz ve hizmetçiniz olmakla şereflenmek istiyo-rum." dedi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ona;
—"Biz seni evlâtlığa kabûl ettik." buyurdu. Sonra ona teveccüh na-zarlarıyla bakıp, bir anda yüksek derecelere kavuştu. Orada bulunanlar bu hâli görüp;
—"Ey Mevlânâ Celâleddîn, uzun zamandan beri uğraşıp ömür tü-kettin, fakat şimdi maksadına kavuştun." dediler. Onların böyle söyleme-leri üzerine, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—"Siz kendi işinizi onun işiyle bir mi tutuyorsunuz? O, işini tamam-lamış, yolları katetmiş ve vakti gelmiş. Sâdece bizim bir işâretimize, te-veccühümüze ihtiyâcı kalmıştı." buyurdu.
SEVDİĞİ KULLARI...
Türkistan' dan Buhârâ'ya bir grup insan, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini ziyârete geldi. Buhâra'dakiler, gelenlere;
—"Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri sizin diyârınıza gitmemiştir, siz onu nereden tanıyorsunuz?" dediler. Gelenler;
—"Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bizim memleketimizde o kadar tanınmış ve sevilmiş ki, anlatmakla bitmez. Biz, onun talebeleriyiz. O çok defâ bir anda bizim memleketi teşrif eder, biz de sohbetinde bulunurduk. Bu hadise çok vukû buldu. Biz böyle aniden teşrif edip, bizimle sohbet eden zata kim olduğunu sorduğumuz zaman, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri olduğunu söylerdi. İşte biz de, böylece onun talebelerinden olduk. Buhârâ'dakiler, anlatılan bu hâdiseye hayret edip, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini daha çok sevdiler. Bağlılıkları kat kat arttı.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"Allâhü Teâlâ, sevdiği kullarına öyle ihsânda bulunmuştur ki, bir ânda doğudan batıya gidip gelirler. Başkalarının bundan haberi olmaz."
TİMUR HANLA MÜNASEBETİ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri Buhârâ'da Cumâ namazını kılıp, ta-lebeleri ile birlikte ikâmet ettiği yere dönüyordu. Yolculukları sırasında, Gülâbâd ile Fetihâbât arasında, yeşillik bir yerde oturan bir cemâate rasladılar. Sohbet ediyorlar ve sohbetlerinde; evliyalıktan, kerâmetten bahsediyorlardı. Bu cemâat arasında, Timur Han da bulunuyordu . Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri talebeleriyle birlikte oradan geçerken, Timur Han onları görüp ;
—"Bunlar kimdir? diye sordu.
—"Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ve talebeleridir."dediler. Timur Han bu sözü duyar duymaz kalkıp süratle yanlarına geldi. Huzuruna varıp, Fevkalade bir edeple önünde durdu. Sonra şöyle dedi:
—"Ey, dinin büyük alimi! Ey doğru ve yakın yolun kılavuzu ! Burada biraz durup sohbet ediniz ve bize nasihatta bulununuz da , dervişler is-tifade edip, bereketlensinler." dedi. Bunun üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri;
—"Dervişlerin sözleri gizli olur. Bu bizim vazifemiz değildir. Büyüklerin rûhâniyetinden bir işâret olmadıkça, bir şey söylemeyiz. Hiç bir zaman kendinden bir söz söyleme ve gafil olma. Görüyorum ki, senin başına büyük bir iş çıkacak ve bunda muvaffak olacaksın." buyurdu. Sonra yola devâm ettiler. Evine varınca, zâviyesinde bir müddet durup, yatsı namazı vaktinde dışarı çıktı. Cemâatle birlikte yatsı namazı kıldı. Namazdan sonra bir müddet oturup, büyüklerin rûhâniyetine teveccüh etti. Sonra hemen, Şeyh Mansûr adında bir talebesini yanına çağırdı. Talebe huzuruna gelince, ona;
—"Hiç durma süratle Emîr Timura git ; derhâl Harezm tarafına ha-rekete geçmesini söyle. Eğer oturuyorsa, hemen kalksın, ayakta ise ha-rekete geçsin, hiç durmasın. Çünkü velîlerin rûhâniyetleri, onun ve oğ-lunun bütün memlekete baştan başa hâkim olacağını bildirdi. Harezmi alınca Semerkand'a hareket etsin.
Haberi götüren Şeyh Mansur, süratle Timur Hânın bulunduğu yere gitti. Timur Hânı ayakta bekler bir halde buldu. Haberi aynen iletti. Tîmur Hân bu haberi alır almaz, hemen ordusunu harekete geçirdi. O harekete geçip gideceği yolun yarısına vardığı anda Tîmur Hân'ın düşmanları çadırına hücüm ettiler. Tîmur Hân ise Harezm'e yürüyüp orayı aldı. Sonra Semerkand'a yürüdü, orayı da fethetti. Böylece her gün yeni bir zafere ulaşıp hep muzaffer oldu ve işleri daima iyi gitti.
HELAL ET
Bir gün Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bir talebesiyle evine git-mişti. Evine gittiği talebesi ise, ava gittiğinden evde yoktu. Bu sebeple evine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin teşrif ettiğini haber vermek üzere, bir haberci gönderildi. Hiç bir av bulamamıştı. Hemen eve dönmek üzere hareket etti. Bir av bulamadığı için üzülmüştü. Dönerken, karşısına iki kuş çıktı. Kuşlara atıp, vurdu ve yanına alıp sevinerek evine döndü. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin teşrifine çok sevinip, avladığı iki kuşu pişirip ikram etti. Kuşlar pişirilip konduğu sırada, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri talebesine;
—"Eğer bu iki kuş da karşına çıkıp avlamasaydın, hiç av getiremez-din, o zaman ne yapardın?" deyip talebelerine şöyle buyurdu; :
—"Ey dostlarım, şunu biliniz ve rahat olunuz ki, bizim maksadımız, Allâhü Teâlâ'nın rızâsını kazanmaktır. Allâhü Teâlâ sizi, hem dünyada, hem de ahirette utandırmaz, mahrum bırakmaz. İnşallah fadl ve keremine kavuşturur.
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, bir gün Şeyh ibrâhim adında bir zâtın bulunduğu Kıraman denilen yere gitmişti. Şeyh ibrahim Kıramanî'ye;
—"Bize helal et bul. "dedi. Şeyh ibrahim;
—"Bu iş oldukça zor, helal et az bulunur " dedi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ona; Sen silahını al, ava çık. Kuşları kendine çağır, gel-diklerinde bir kaç tane avla." dedi. Bunun üzerine Şeyh İbrahim, silâhını alıp ava çıktı. Kuşları çağırdı, yanına pek çok toplandı. Bir kaç kuş avlayıp, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'ne götürdü. Bu hâdiseden sonra, Şeyh İbrahim şöyle demiştir:
—"Her ne zaman ava çıkıp kuşları çağırsam, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin bereketiyle yanıma toplanırlar, ben de avlardım "
KUŞ YERE DÜŞTÜ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri, Kermine şehrine gitmişti. Bu şehirde bulunduğu sırada, bir grup kimse ile sohbet ediyordu. Sohbette bulunanlardan her biri, kendi hocasından ve hocasının üstünlüklerinden bahsediyordu. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri'nin talebesi de söze karışıp, benim hocam, hepinizin hocasından üstündür. Çünkü o, hem seyyid hem mürşid-i kâmildir dedi. Bu sırada, orada toplanıp konuşmakta olanların üzerinden bir kuş sürüsü geçiyordu. Bâzıları Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebesine dediler ki:
—"Eğer dediğin gibi hocan büyük bir velî ise, haydi duâ et de, onun hürmetine şu kuşlardan biri önümüze düşsün!"
Onların bu isteği üzerine Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin Talebesi Alahü Teâlaya dua edip hocasının hürmetine bu işin gerçek-leşmesini istedi. O talebe dua eder etmez kuşlardan biri cemaatin üzerine düşüverdi. Orada bulunanlar hayretten şaşıp Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin büyük bir veli olduğunu anladılar.
TAKVA ve ADALETTEN AYRILMASIN
Timûr Hân Semerkand'ın yanına yaklaşarak yerleşince, Buhâra'ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerine haber gönderip,
—"Bizim Buhârâ'ya gelmemize musaade eder mi? Şâyet izin veril-mezse, kendilerinin Semerkandı teşrif etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle yapalım. "dedi. Timur Han'ın bu arzusu üzerine, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri gelmesini ve gitmeği kabûl edeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Timur Hanla görüşmek üzere , oğlu Emir Ömer'i vazifelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi :
—"Oğlum! Emir Timûr'a söyle! Eğer Allâhü Teâlânın razı olduğu yolda yürümek istiyorsa, takvâdan ve adaletten asla ayrılmasın. Bunları kendisine şiar edinsin ki, kıyamet günü kurtulabilsin! Yine talebelerimizle her zaman ona dua ettiğimizi söyle. Eğer dünyaya meylederse, bu durumların faydasına kavuşamaz.
—"Emir Kilâl Hazretlerinin oğlu Emir Ömer, Semerkand'a gidip, Timûr Han ile görüştü. Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhâra'ya dönmek üzere Timur Han'dan müsâade istedi. Ayrılırken, Timur Han ona;
—" Buhâra ve çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabul edin." dedi. Emir Ömer;
—"Buna izin yok." dedi. Bunun üzerine Timur Han;
—"Öyle ise Buhâra şehrini Emir Kilâl Hazretlerine bağışlayayım." deyince, Emir Ömer yine;
—"Buna izin yok." dedi. Timur Han;
—"Hiç olmazsa, Buhâra yakınında ikame etmekte olduğunuz köyü size bağışlayayım." diyerek, çok temennide bulundu. Emir Ömer şöyle dedi:
—"Babamdan sizin için, şu sözleri işittim: "Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa, takvadan ve adaletten ayrılmasın. Kıyamet günü Allâhü Teâlâ'nın rahmetine kavuşmak bununla olur." buyurdu.
SICAK EKMEK
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir ev yaptırmakta idi. Bu binanın inşası için pekçok kimse toplanmış çalışıyordu. Bir gün Emir Kilâl, aniden evine gitti. O gidince, orada çalışanlar dediler ki:
—"Emir Kilâl gerçekten veli ise, bizim her birimize birer sıcak ekmek verir. "
Bir müddet sonra Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri geldi. Yanında hiçbir şey yoktu. Yerine oturunca, binanın inşasında çalışanlardan bazıları birbirine;
—"Eğer veli olsaydı, bizim arzu ettiğimiz şeyi getirirdi." diyerek, aralarında konuşmaya başladılar. Daha sonra onlar böyle konuşurlarken, Emir Kilâl hemen ayağa kalkıp;
— "Ey tahammülsüzler, işte istediğiniz!" diyerek, elini koltuğunun al-tına sokup, her birine sıcak bir ekmek çıkarıp verdi. Onlar da söyledikleri sözlerden dolayı pişman olup, tövbe ettiler. Bundan sonra, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri onlara buyurdu ki:
—"Ey dostlarım, biz arzu ederiz ki, siz bizden ahireti, ahirette kur-tulmayı taleb edesiniz. Nefsinizin isteklerini terkediniz ki, ahirette utanıp, mahcub olmayınız. Eğer şükrederseniz, Allahü Teâlã size her istediğinizi ihsan eder. Bu dünyada ne yaparsak ahirette onun karşılığını bulacağız. Ey dostlar, dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kimse heva ve hevesinden vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş kalan avcı gibidir. Eğer insan, Allâhü Teâlâ'yı unutur, gaflete dalarsa, belaya ve musibete düşer. Ne yazık ki, ömür bitmek üzere olduğu halde, insan dünyalıklara dalmış, nefsinin esiri olmuş ve ahiret yolculuğunu unutmuş, ihmal etmiştir. Şiir:
"Ey ömrünü cahillerle rüzgara veren!
Sen ömrünün kıymetini nasıl bilirsin?
Yarın toprak altında yalnız kalınca,
Tövbe edeyim dersin, ama yapamazsın!"
ŞEYH BAZERGAN ÖLDÜ
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri bir defasında, Buhârâ'da Cuma namazı kılmak için talebeleriyle Buhâra'ya gidiyordu. Buhâra'ya var-dıklarında, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri dedi ki:
—"Ey dostlarım, Şeyh Muhammed Agâî Bâzergân, şu anda Belh şehrinde vefat etti." Bu söze şaşıranlar oldu. Çünkü kendisi Buhâra şehrinde olduğu halde, Belh şehrindeki bir hadiseyi haber veriyordu. Bu söze hayret edenlere buyurdu ki:
—"Biliniz ki Allâhü Teâlâ, resulü Muhammed aleyhisselama tam tabi olan kullarına öyle dereceler ihsan eder ki, her zaman doğuda ve batıda ne vuku bulursa, gözlerinin önünde görüp dinlerler. Belh şehrinin uzaklığı nedir ki!" Bunun üzerine talebeleri, o günün tarihini yazdılar. Daha sonra gördüler ki, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin işaret ettiği gün, o zât vefat etmişti.
GÖZLERİ GÖRMEZ OLDU
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin yaşadığı diyarda bulunan Kermine şehrinden bir adam ava çıkmıştı. Bu, Emir Kilal'i tanıyıp çok severdi. Ava çıkarken; "Eğer avlamak istediğim kazlardan avlayabilirsem, ikisini Emir Kilâl'e götürüp hediye edeceğim." diye niyet etti. Nihayet bir mikdar kaz avladı. İki tanesini Emir Kilâl'e vermek için ayırdı. Evine, şeh-rin ileri gelenlerinden biri geldi. O iki kazı görüp, gözü onlarda kaldı. Kazlar, kuzu gibi iri ve semiz idi. Gelen kimse, ev sahibine; "Bu kazları pişir de yiyelim." dedi. Ev sahibi; "Onları, Emir Kilâl hazretlerine vermek için ayırdım. Onları yememiz uygun olmaz, ben buna cesaret edemem." dedi. Gelen adam ısrar edip;
—"Ne olursa olsun bunları yiyelim, ben oğlu vasıtasıyla ondan özür dilerim." diyerek, ev sahibini ikna etti. Ev sahibi kazları pişirtip, o şehrin meşhurlarından olan o kimsenin önüne koydu. Tam yiyeceği sırada, yüzüne kazlardan öyle bir buhar ve sıcaklık yükseldi ki, gözlerine tesir edip, gözleri görmez oldu. Kazları yiyemedi ve yaptığı işe pişman oldu, tövbe etti. Hemen Emir Kilâl Hazretlerine bir at hediye etti. Birkaç gün sonra gözleri iyileşip eski haline döndü.
RİCALÜL GAYB VELİLER
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri, bir gece kendinde bambaşka bir hal hissedip;
—"Hocamın yanına gideyim, bakalım benim hakkımda ne emreder ve ne buyurur?" diye düşündü. Sonra, Emir Kilal'in yanına gitti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Gece vakti, varıp hocamın odasına girdiğimde, kalabalık bir ce-maat vardı. Hayret ettim. Bunlar, hiç görmediğim ve tanımadığım kimse-lerdi. Kalabalıktan oturacak yer kalmamıştı. Herkes başını eğmiş, sessizce oturuyordu. Ben de başka bir yere oturarak başımı yere eğip beklemeye başladım. Bir müddet böyle durdum. Sonra başımı kaldırıp baktım ki, odada hocam Emir Kilâl'den başka hiç kimse görünmüyordu. Hocam bana bakıp;
—"Sana müjdeler olsun, şimdi sen artık maksada kavuştun, ama bunu gizli tut." buyurdu. Bundan sonra hocama;
—"Burada gördüğüm, sonra da birdenbire kaybolup görünmez olan zâtlar kimlerdi?" diye sordum. Buyurdu ki:
—"Bunlar ricâl-ül-gayb denilen velilerdi. Aralarında HÂCE Gülan ve Abdülhalik Gucdüvani de vardı. Bunlar öyle zatlardır ki, vefatlarından önce ve sonra, Allâhü Teâlâ'nın dinine hizmet ederler. Bugün sen de onların sohbetinden (feyzinden) pay aldın."
NASİHATLERİ †£J @ä §πj †o
—"Evliyanın kerameti haktır. Aklen ve naklen câizdir. Bu hususta ev-liyadan çok nakiller vardır. Malum ve meşhur olup, hiç şüphe yoktur. Kalbi iman nuruyla aydınlanmış olan herkes, evliyanın kerametine inanır ve bu hususta hiç şüphe etmez. Buna misal çoktur. Süleyman aley-hisselamın veziri Asaf'ın Saba melikesi Belkıs'ın tahtını bir anda Sana'dan Kudüs'e getirmesi gibi.
Bir başka Misal: Hazret-i Ömer, Bir defasında Medine-i müneverede mescidde, Peygamber Efendimizin mimberi üzerinde hutbe okuyordu. Bu sırada çok uzaklarda düşmanla cihad eden ordu kumandanına;
—"Ya sariye, dağa dağa!" buyurdu. Uzakta olan kumandan Sâriye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücû-mundan korundu. Bu, apaçık bir keramettir. Eğer bir kimse, bu keramet, mucizeden aşağı değil derse, bu yanlıştır. Çünkü, hiç bir veli Peygamber derecesinde olamaz. Evliya-i kiram buyurmuşlardır ki:
—"Evliyadan meydana gelen keramet, Peygamber Efendimizin mu-cizesinden dolayıdır ve peygamberin peygamberliğini tasdik eder. Ona tabi olmayı gösterir. Eğer peygamberler doğru sözlü olmasıydı, evliyanın kerameti de hasıl olmazdı. Çünkü evliya, Nebî'ye tabi olmuştur."
NASİHATLERİNDEN...
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri kendine ait bir yerde dergah inşa ettiriyordu. Çalışanlardan biri, kendi kendisine;
—"Hiç kimse bir şey getirmiyor." dedi. Aradan az bir zaman geçmişti ki, bir adam geldi. Çok miktarda ekmek ve üzüm getirdi. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin huzuruna varıp, gece gündüz diş ağrısı çekmekteyim. Sizin duanızı almak için geldim, bana yardımcı olunuz, tâkatım kalmadı dedi. Emir Kilâl, gelen adama;
—"Yanıma yaklaş bakayım, hangi dişin ağrıyor?" dedi. Adam yak-laştı. Emir Kilal parmağını ağzına sokup, ağrıyan dişinin üzerine koydu. Sonra İhlas suresini okudu. Gelen kişinin diş ağrısı kesilip, hiç hastalan-mamış gibi oldu. Bundan sonra Emir Kilâl hazretleri buyurdu ki:
—"Ey dostlar! ihlaslı olunuz. Her işinizi Allah rızası için yaparsanız, kurtulursunuz. İhlassız yapılan amel, üzerinde padişahın mührü bulun-mayan para gibidir. Üzerinde padişahın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlas ile yapılan az amel, Allâhü Teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlassız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibadeti ve işi, ihlas ile yapınız. Böylece Allâhü Teâlâya yakın ve rızasını kazananlardan olunuz. Ey dostlarım! İhlas ile amel yaparsanız korkmayınız, bu size ahirette itibar ve şereftir. Eğer tama sahibi olup dünyaya düşkün değilsen, sonunda va-racağın yeri düşün. Merd o kimsedir ki, önce iyice düşünür, sonra amel etmeye başlar. Böylece, sonunda yaptığı işten utananlardan olmaz."
NASİHATLERİNDEN...
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri maraz-ı mevtinde (ölüm hastalı-ğında) bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasiyet etti:
—"Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhis-selamın yoluna tabi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saadetlerin ve nimetlerin vasıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
—"İlim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır." Yani her müslüman erkek ve kadının, kendine lazım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir:
1- İman ve itikad bilgileri.
2- Namazla ilgili bilgiler.
3- Oruçla ilgili bilgiler.
5- Eğer zengin ise, hac ile ilgili bilgiler.
6- Ana-baba hakkını öğrenmek. Allâhü Teâlânın kendisinden razı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızasını kazanır. Resûlullah Efendimiz; "Allâhü Teâlânın rızası, ana-babanın rızasını kazanmakla elde edilir" buyurdu. Bu bakımdan, ana-babanın hakkını gözetmek mühimdir.
7- Sıla-i rahim, (Akrabayı ziyaret).
8- Komşu hakkını gözetmek.
9- Lazım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek.
10- Helali ve haramları öğrenmek lazımdır. Çünkü insanların çoğu, bil-mediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helak olmuştur.
Şiir:
"Dünya talibleri, hep hırs ile mest oldular,
Para için, daim kendilerini bozdular.
Hüdaya yaptıkları ahidleri bozdular,
Hepsi Mûsa'ya düşman, Fir'avn'a dost oldular."
NASİHATLERİNDEN......
—İyi biliniz ki, dünyayı ve dünyaya düşkün olanları sevmek, sizin, Allâhü Teâlânın razı olduğu yolda yürümenize mani olan büyük bir en-geldir. Daima Allâhü Teâlâyı hatırlayıp, O'nu zikrediniz. Böylece dininizi dünyaya değişmemiş olursunuz. Daima Allâhü Teâlâdan korkunuz! Hiçbir ibadet, Allah korkusundan daha tesirli değildir. Allâhü Teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allâhü Teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.
Ey dostlarım, daima Allâhü Teâlâyı zikrediniz. Allâhü Teâlâdan başka herşeyi bırakınız. "La ilahe illallah" Kelime-i tevhîdini söylerken "Lâ" derken nefyediniz, Allâhü Teâlânın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allâhü Teâlâyı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekat vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut ve memnun olması temizler. İhlas sahibi oluncaya kadar ihlas, kurtuluşa erinceye kadar da kurtuluşu arayınız.
— Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helal lokma yemeye bağlı-dır. Bunu, iyi biliniz. Helal lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifade edilir. Resulullah sal-lallahü aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte buyurdu ki: "Bir kimse, hiç ha-ram karıştırmadan kırk gün helal yerse, Allâhü Teâlâ onun kalbini nur ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini kal-binden giderir."
—Tövbe ediniz. Tövbekar ve edebli olmak lazımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün taatların başıdır. Tövbe, sadece dil ile olmaz! Tövbe, işlenen günahlara kalbden pişmanlık ve bir daha günahı işlememektir. Allâhü Teâlâdan daima korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp, tövbe ediniz, başkaları sizden hoşnud olsun günahlarınıza pişman olup, o kadar ağlayıp tövbe ediniz de, gerçekten size tövbekar densin. Dünyada iken günahlara pişman olup, kulluk vazifesini yaparak ahireti kazanmak lazımdır. İşte bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allâhü Teâlânın rızasını aramak ve kötü işleri terketmek, ahde vefa göstermek, emanete ihanet etmemek, kendi kusurlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, daima Allâhü Teâlâyı zikretmekle meşgul olmaktır. Hiçbir işe, Allâhü Teâlânın ismini söylemeden (Besmelesiz) başlamayınız ki, ahirette yaptığınız bu işten dolayı utanmayasınız. Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.
—Allâhü Teâlânın emirlerine itaat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla terketmeyiniz.
—Emr-i maruf ve nehy-i münker, iyilikleri emredip, kötülüklerden sa-kındırmak vazifesini yerine getiriniz. Dinin yasak ettiği şeylerden, dine uygun olmayan işlerden ve bid'atlerden sakınınız. Ayet-i kerimede mealen buyruldu ki:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları ateşten (Cehennem'den) koruyunuz ki, onun yakacağı insanlar ve taş-lardır..." (Tahrim suresi:6) Ahirette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız!
Rivayet edilir ki, Fudayl bin iyâd şöyle anlatmıştır: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdülallâm'ı gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlı-yordu. Bunun üzerine;
—"Bu soğukta böyle terlemenin sebebi nedir?" dedim. Cevabında;
—"Bir gün burada bir günah işleniyordu. Ben buna mani olmak iste-dim. Fakat mani olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyamet günü bunun günahından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum." dedi. Ya siz, her gün hem kendiniz, hem de başkaları için nice emr-i marufu kaçırıyorsunuz, halinize bir bakınız!
—İşlerinizi, dinimizin emirlerine uygun yapınız. Bir iş yapacağınız zaman, bakınız, dinin emirlerine uygun ise, onu kabul edip yapınız. Uymuyorsa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dinin emirlerine yapışmaktır ve Allâhü Teâlânın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi halini düşünür. İnsanlar ile kendi arasındaki hududa, hakka riayet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezayı bildiren nice ayet-i kerimeler nazil olmuştur.
— Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlerken, gelir-ken, yerken ve içerken, Allâhü Teâlâya ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganimet biliniz, yaptığınız işleri kurtuluşunuza vesile olacak şekilde yapınız. Helal rızık kazanmak için çalışınız. Kâfi miktarda kazanıp, israf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dinimizin emrine uygun olarak davranınız. Resulullah Efendimiz; "İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır." buyurdu. Helalinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibadet ve taat yapmak için dinlenmiş olasınız. Fakat, Allâhü Teâlâyı zikretmeden uyumayınız. Resulullah Efendimiz; "Alimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır." buyurdu.
CAMİ İNŞAATI
Bir gün Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri, talebeleri ile oturmuş soh-bet ediyordu. Bu sırada içeriye güzel yüzlü bir genç girdi. Hiçbir şey söylemeden oturdu. Orada bulunanlar, onu hiç tanımıyorlardı. Bir ara Emir Kilâl Hazretleri ona bakıp;
—"Tamam oldu mu?" dedi. Gelen genç de;
—"Bir açıklık kalmıştı, o da tamamlandı." dedi. Gelen genç biraz oturup, gitmek üzere kalktı, bir şey söylemeden kapıya doğru yürüdü. Orada bulunanlardan bir kısmı, gencin yanına koşup, yakalayıp konuşmak istediler.
—"Sen kimsin? Gelince bir şey söylemedin ve giderken müsaade is-temedin. Emir külal'e; "Bir yer kalmıştı, o da tamamlandı." dedin. Bu halin ne ve bu sözün manası nedir? Bunları bize açıkla ve kendini tanıt." dediler. Bunun üzerine genç,
—"Ben, Rum vilayetindenim ve Emir Kilal'in talebelerindenim. Bizim memleketimizde bir cami yapılıyordu ve bu cami inşası ile Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri ilgileniyordu. Bitince haber vermemizi emretti. Cami tamamlandı, ben de haber vermek üzere geldim." dedi. Bunları dinleyenler, çok şaşırıp;
—"Nasıl olur? Biz onun talebeleriyiz ve hocamız Rûm diyarına git-medi." dediler. Gelen genç; "Ben de onun talebesiyim, her gün arkasında namaz kılardım. Bizim memleketimizde çok talebesi ve tanıyıp seveni vardır." dedi.
—"Peki girince neden selam vermedin ve giderken neden izin iste-medin?" dediklerinde;
—"Bunları kalben söyledim." dedi. Ayrılırken de;
—"Bizim karşımıza mühim bir iş çıktığı zaman, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri gelir. Bizim memleketimizde, sizin burada olduğundan daha meşhur ve daha çok tanınıp sevilmiştir." dedi. Bunları dinleyen ta-lebeleri, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin tasavvuftaki derecesinin yüksekliğini ve tasarrufunun çokluğunu görüp, ona sevgi ve bağlılıkları kat kat arttı.
NASİHATLERİNDEN....
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri buyurdular ki:
—Ey talebelerim! insanların maksada, saadete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; ahiret yolunu bırakıp, yalancı dünyaya sarılmalarıdır. Ahiret saadetini isteyen kimse, doğru itikada sahip olup, bid'at ve dalalet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesaba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişatınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hal, gaflet içinde olmanın delilidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allâhü Teâlânın rızasını aramaktır. Onlar, buna kavuşmuşlardır. Allâhü Teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zat yaratır. Böylece herkesi belalardan, felaketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle olan zata talebe olunuz. Böylece dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammedin aydınlatıcıları olan alimlere yakın olunuz. Resulullah Efendimiz;
—"Alimler, Peygamberlerin varisleridir." buyurdu. Sakın, ilmi ve alimleri sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesilesidir. Resulullah Efendimiz;
—"Kim alimi ve ilmi severse, hata işlemez." buyurdu.
Cahiller ile görüşmek, insanı Allâhü Teâlâ'dan uzaklaştırır. Sema' yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten sema' halinde olan kimsenin hali öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse sema' halinde olduğunu gösterir.
—Ruhsatlardan uzak durup, azimet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselerin işidir. Eğer bundan daha çok nasihat isterseniz, Abdülhalık Gucdüvani hazretlerinin nasihat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifayet eder. Akıllı olana bir işaret yeter."
VASİYETİ, VEFATI
Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vasiyetini yaptığı sırada, oğulları; Emir Burhan, Emir Şah, Emir Hamza, Emir Ömer ve talebelerinin çoğu huzurunda bulunuyordu. Bu oğullarından Emir Burhan'ın yetiştirilmesini, en başta gelen talebesi ve halifesi Bahaüddin-i Buhari'ye havale etti. Diğer oğlu Emir Şah'ı, Şeyh Yadigar'a, Emir Hamza'yı, Mevlana Arif Diggerânî'ye, Emir Ömer'i de, Mevlana Cemaleddin Dehkesani'ye yetiştirilmeleri için havale etmişti. Oğullarınadergahın hizmetleriyle alakalı olarak;
—"Hanginiz, Allâhü Teâlânın kullarına hizmet etmek için benim ve-kilim olur?" buyurdu. Oğulları;
—"Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna nasıl güç yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabul ederse, biz onun hizmetine girelim." dediler. Oğulları böyle deyince, Emir Kilâl Hazretleri başını eğip, murakabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı.
—"Büyüklerin ruhaniyeti, Emir Hamza'nın bu işi kabul etmesini işaret buyurdular." dedi. Emir Hamza, kabullenemeyeceğini arzetti ise de;
—"Bunu kabul etmekten başka çare göremiyorum. Kabul edeceksin, bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun." buyurdu.
Bundan sonra Emir Kilal, talebelerinden ayrılıp, hususî odasına geçti. Üç gün, üç gece dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar, neden üç gündür dışarı çıkmadığını sordular. Buyurdu ki:
—"Üç geceden beri, benim ve talebelerimin hali nasıl olur? diye dü-şünüyordum. Gayb den kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: Ey Emir Kilal! Kıyamet gününde seni, senin talebelerini, dostlarını, sizin mutfağınızdan uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile affettim." Allâhü Teâlâ, fadlından ve kereminden ihsan etti" dedi. Bunları söylediği Perşembe günü sabaha doğru vefat etti.
VEFATINDAN SONRA
Nakledilir ki, bir defasında Mekke-i mükerremeden ve Medine-i mü-nevvereden tasavvuf ehli kimseler, bir cemaat halinde Buhâra'ya geldiler. Buhâra'da Sûhârî köyüne gitmek istediklerini söyleyerek, bu köyü sordular. Bunun üzerine kendilerine; "Siz nereden geliyorsunuz ve bu köyü niçin soruyorsunuz?" dediler. Onlar da Mekke ve Medine'den gel-diklerini, Suhari köyünü sormalarından maksadlarının, orada ikamet etmekte olan Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerini ziyaret etmek ve onunla görüşmek olduğunu söylediler. Buhâra'da görüştükleri kimseler onlara; "Malesef, Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretleri vefat etti." dediler. Gelenler; "Madem mübarek yüzünü görmek nasib olmadı, bari oğullarıyla görüşelim." Dediler. Bu maksadla Sûhârî köyüne gittiler. Seyyid Emir Kilal (k.s.) Hazretlerinin oğulları, onlarla görüşüp sohbet ettiler. Onlara;
—"Babamız Mekke ve Medine'ye hiç gitmemişti. Siz onu nereden tanıyorsunuz?" dediler. Gelenler;
—"Biz de buralara hiç gelmedik. Fakat biz Emir Kilâl hazretlerini Kâbe'de gördük. İki üç seneden beri hac mevsiminde bizimle beraber Kâbe'yi tavaf ederdi. Mekke ve Medine'de pekçok kimse ona biat edip talebe olmuştu. Fakat bu sene Kâbe'ye gelmedi. Merak edip, ona olan muhabbetimiz ve hasretimiz sebebiyle görmeye gelmiştik, fakat nasib olmadı." dediler. Böylece, Emir Kilâl hazretlerinin, kerâmetle, her sene hac mevsiminde, bulunduğu beldenin halkı farkına varmadan Kâbe'ye gittiği anlaşıldı. Gelen ziyaretçiler, daha sonra Emir Kilâl hazretlerinin kabrini ziyaret edip, dua ettiler. Sonra da oğullarından müsâade alarak Sûhârî köyünden ayrıldılar.
EMANETİN TESLİMİ
Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri, Şâh Nakşibend Hazretlerinin terbiyesini, üstazlarının da emirleri ile daha çocukken üzerlerine aldılar. Mahmut İncir Fagnevî Hazretlerinden, Seyyid Emir kilâl Hazretlerine gelinceye kadar gizli ve açık zikir birleştirilmiş bulunuyordu. Şâh Nakşibend Hazretleri, Abdü'l-Hâlıkı Gucdüvânî hazretlerinin de ruhâniyetiyle terbiye olmaya başlayınca ve O'nun te'siriyle açık zikri tamamiyle terk edip gizli zikre bağlandılar. O kadar ki, Emir Kilâl Hazretlerinin meclisinde açık zikir başlayınca halkadan ayrılıp dışarı çıkmaya başladılar. Bu hal diğer müridlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Emir Kilâl Hazretleri ise şöyle buyurdular:
—"Siz oğlum Bahaüddin hakkında kötü bir zanna düşmüş ve O'nu kusurlu görmüş bulunuyorsunuz. Bu haliniz O'nu anlayamamaktan do-ğuyor. O'nun üzerinde Hazreti Allah'ın hususi bir nazarı vardır. Kulların hali de işte o nazara bağlıdır. Benim O'na nazarım ise kendi irademle değildir." Daha sonra Şâh Nakşibend Hazretlerini çağırıp buyurdular:
—"Oğlum Bahâüddin! Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî'nin sana âit mübarek nefeslerini yerine getirdim. O beni nasıl terbiye ettiyse benim de seni öyle terbiye etmemi emir buyurmuşlardı. Ben de öyle ettim. Sonra da göğüslerini işaret ederek ilâve ettiler: "Sana memelerim kuruyuncaya kadar süt verdim. Artık senin ruhaniyet kuşun beşeriyet semalarını aştı. Mârifet kokusu burnuna hangi istikâmetten erişirse oraya yönel ve dilediğini iste."
Emir Kilâl Hazretleri Ölüm döşeğinde yakınlarına, umumi manada, Hâce Bahâüddin Nakşibend'e bağlanmalarını vasiyet etti. Müridler itiraz eder gibi oldular:
—"O, açık zikirde size tâbi olmamıştır.
Emir kilâl Hazretleri de şöyle buyurdular:
—"O'nda gördüğünüz her iş Allah'ın hükmüyledir. Kendi iradesinin o işte bir payı yoktur."
Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri Hicrî 772 (M.1370) senesi irtihal buyurarak Sûhar isimli beldeye defnedilmiştir. (Kaddesallahü Sirrahül Azîz)
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
15. Muhammed Bahaüddin Nakşibend (k.s.)
Babasının adı Muhammed, dedesinin adı Muhammed. Kendi adı, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend El-Buhârî. Lakabı, Belâ Gerdan. (Bütün bela ve musibetleri kendi üzerine alıp müridanını her türlü sıkıntıdan koruyan manasına) Seyyid Emir Kilal Hazretlerinin talebesidir. Daha st makamlarda Üveysî olarak yetişmiştir ki Abdül-halik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin ruhaniyeti ile yetişmiştir. Buhâra'nın Kasr-ı Ârifân kasabasında dünyayı şereflendirdiler.
DOĞUMU
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, Muharrem ayında dünyaya geldi. Doğduğu yıl, hicretin 717. (M.1317.) yılı idi. Doğduğu yer ise ( Buhâra'ya bir fersah uzakta) Kasr-ı Ârifân kasabası idi.
Evliyaullah'ın en büyüklerinden ve Seyyid Emir Kilâl Hazretlerinin en büyük halîfelerinden olan Şâh Nakşibend, tarîkatın imâmı, hakîkatın pîri, şerîat ve ehl-i sünnetin önderidir. Daha çocukluğunda mübarek yüzünde velîlik eserleri açıkça görülmüştür.
"Ravzatü'l-İslâm" isimli eserin müellifi Şeyh Şerafeddin Muhammed Nakşibendî'nin rivayetine göre temiz ve şerefli nesebleri bir kaç vasıta ile İmam Câferü's-Sâdık Hazretlerine dayanır. Şöyle ki; Hazret-i Muhammed Bahaüddin bin Seyyid Muhammed Buhârî bin Seyyid Celâl bin Seyyid Burhâneddin bin Seyyid Abdullah bin Seyyid Zeynelâbidin bin Seyyid Kaasım bin Seyyid Şâban bin Seyyid Burhâneddin bin Seyyid Mahmud bin Seyyid Bulhak bin Seyyid Taki bin İmam-ı Mûsa Kaazım bin İmam Câferü's-Sâdık (Radıyallahü anhüm ecmaîn)
Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretleri, Hazreti Şâh Nakşibend'in doğumundan önce Kasr-i Arifan'dan geçerken, tarîkatta imam olacak emsalsiz bir zatın zuhur edeceğini müridlerine müjdelemişler ve henüz üç günlük yeni doğmuş bir çocuk iken O'nu evlatlığa kabul edip, zâhiren ve bâtınen terbiye etmeleri için Seyyid Emir Kilâl Hazretlerine havale buyurmuşlar idi.
ŞEYHLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, tarikata zahirde, önceleri Muhammed Bâbâ Semâsî yolundan girdi; ondan sonra da, seyyid Emir Kilâl ile devam ettirdi. Ancak, esas irşadı, Hâce Abdülhalik Gucduvanî (k.s.) hazretlerinin ruhaniyeti ile (Üveysî) oldu..
İLK HALLERİ VE ÇALIŞMALARI
Hakîki manada hidayete erişini, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri şöyle anlatıyor:
— Heniz 18 yaşındaydım. Dedem beni Semâs'a yolladı ki, büyük Arif, Meşhur Mürşit Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî'ye hizmet edeyim diye.
Onun yanına vardığım zaman, henüz akşam olmamış, güneş bat-mamıştı. Onun bereketi ile içimde bir sükûnet, huşu, yakarış, Allâhü Teâlâ'ya bir dönüş buldum.
Bir seher vakti idi; kalktım, abdest aldım; Muhammed Bâbâ Semâsî'nin müridlerinin bulunduğu mescide gittim. İlk tekbiri aldım, na-maza başladım. Secdeye vardığım zaman Allâhü Teâlâ'ya çokça yalvarıp yakardım; sonunda dilime şöyle bir dua geldi:
— "Allahım, bela yükünü kaldırmak, sevgi mihnetini çekmek için bana güç ihsan eyle."
Sonra sabah namazını Muhammed Bâbâ Semâsî ile kıldım. Namaz bittikten sonra bana döndü, keşif yolu ile içimden geçenleri, okuduğum duayı hatırlattı ve şöyle dedi:
— Oğlum, dualarında : "Allahım, bu zayıf kuluna rızâna muvafık ameller işlemeyi nasib eyle!." diye dua etmen daha uygun olur. Çünkü Allâhü Teâlâ, kulunun bela içinde olmasından hoşnut değildir. Eğer sev-diği bir kula belayı (hikmeti icabı ) verirse, ona taşıma gücünü de verir ve o belâdaki hikmetini de ona anlatır. Bu sebeple, bir kulun belayı seçmesi doğru olmadığı gibi edebe de uygun değildir.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Hazret-i Şeyh Muhammed Baba Semâsî vefat ettikten sonra, de-dem beni alıp Semerkand'a götürdü. Onun âdeti idi: Her nerede hak ehli bir zat duysa, beni alıp onun yanına götürürdü; ondan bana duâ etmesini isterdi. Onların duâ bereketleri de bana gelirdi. Daha sonra da beni Buhâra'ya götürdü; beni orada evlendirdi. Esas kaldığım yer, Kasr-ı Ârifân idi. Allah'ın bana bir yardımı oldu ki; HÂCE-i Azizan'ın kavuğu bana geldi. O sıralarda hallerim iyi, ümitlerim kuvvetli idi. Seyyid Emir Kilâl'den sohbet nasibimi alıncaya kadar bu halim devam etti. Bir gün Seyyid Emir Kilâl, bana şöyle dedi:
— Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî bana şöyle dedi: "Bu oğlumun terbiyesinde gayreti elden bırakma. Bu oğlum Muhammed Bahaüddin'e dikkat et, ona şefkatli davran. Onun terbiyesinde kusur edersen, hakkımı sana helal etmem." Ben de ona şöyle dedim: "Eğer bu vasiyeti yerine getirmezsem adam değilim."
Seyyid Emir Kilal bu vaadini yerine getirdi.
ZAMANIN GELMEDİ Mİ
Muhammed Bahâüddin Şah Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Hakîki manada uyanışım, dönüşüm şöyle olmuştu: Sessiz bir yerde bir arkadaşımla oturmuş, onunla konuşuyordum. Konuşmamı onun yüzüne baka baka yapıyordum. Tam bu sırada şöyle bir ses duydum:
— Senin, henüz bize tam dönme zamanın gelmedi mi?. Bu söz üze-rine büyük bir hale kapıldım. Hemen bulunduğum yerden koşarak çıktım; orada duracak halim kalmamıştı. Oraya yakın bir yerde su vardı; o suda boy abdesti aldım. Elbisemi de yıkadım. İki rekât namaz kıldım. Aradan nice seneler geçti; Onun gibi iki rekât namaz kılmak istedim; ama mümkün olmadı.
NASIL GİRMEK İSTERSİN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— İlk cezbeye kapıldığım zaman bana : "Bu yola nasıl girmek istiyor-sun?. " dendi. Dedim ki:
— Her dediğimi, her istediğimi yapmak; her arzumun yerine gelmesi şartı ile girerim. Bana şöyle dendi:
— Olmadı, biz ne dersek onun yapılması gerekir. Dedim ki:
— Benim gücüm yetmez. Ancak benim dediğim olursa girerim; İstediğim olursa adımımı atarım. Aksi halde bu yola girmem.
Bu sual cevap iki kere tekrar edildi; ondan sonra beni bırakıp gittiler; tam onbeş gün öyle kaldım. Bende büyük bir üzüntü meydana geldi. Sonunda bana : "Senin istediğin olacaktır." diye söylendi. Ben de şöyle dedim:
— Öyle bir yol istiyorum ki, oraya her giren kimse, vuslat (Allah'a ulaşıp kavuşma) makamı ile müşerref olsun.
ONU BURADAN ÇIKARIN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Bir gün cezbe hali, kendimden geçme hali beni bastırdı. Bu hal içinde çıkıp gittim. Hemen her yola girdim. Ayaklarım dikenden yara oldu. Sonunda gece oldu, içimden Seyyid Emir Kilâl'i ziyaret etmek geldi. Mevsim de kıştı; hava dondurucuydu. Üzerimde eski bir kürkten başka bir şey yoktu. Seyyid Emir Kilâl'in konağına gittim. Müridleri arasında oturuyordu. Beni görür görmez "Bu da kim? diye sordu. Beni ona tanıttılar; Bunun üzerine şöyle dedi:
— Onu buradan çıkarın.
Dışarı çıktım. Nefsimin bu yoldan nefret etmesinden, azmasından, teslim boynunu bağdan sıyırmasından korktum. Fakat Allah'ın bana yar-dımı, rahmeti yetişti. Kendi kendime şöyle dedim:
— Allâhü Teâlâ'nın rızasını kazanma için her perişanlığa katlanacağım. Bu kapıdan da ayrılmam mümkün değil..
Sonra başımı tevazu ile, kırık gönülle o yüksek kapının eşiğine koy-dum. İçimden de şöyle geçirdim:
— Başımı bu eşikten kaldırmayacağım. Başıma ne gelirse gelsin, al-dırmayacağım.
Üzerime yavaş yavaş kar yağıyordu; hava da çok soğuktu. Orada öylece kaldım. Sabah yakındı ki; Seyyid Emir Kilâl dışarı çıktı. Ayağını başıma bastı. Benim orada olduğumu anlayınca, başımı eşikten kaldırdı; evine götürdü, beni müjdeledi ve şöyle dedi:
— Bu saadet elbisesi, senin üstün değerini anlatır.
Sonra mübarek eli ile ayağımdaki dikenleri temizledi, yara yerlerini sildi. Ve bana bol bol feyizler verdi, mânevî yardımlar etti. O kadar çok lütuflar eyledi ki; Tarifi zordur.
DİKENLİ ODUNLAR
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Buhâra'daydım. Seyyid Emir Kilâl ise Nesef'teydi. Bir gün içim-den şöyle geçti: "Seyyid Emir Kilâl'in ziyaretine gideyim."
Hemen hazırlanıp, yola çıktım. Makamına varıp, kendisine selam verdiğim zaman bana şöyle dedi:
— Oğlum, tam da lazım olacağın zaman geldin. Yemek hazırlaya-cağız, bize odun getirecek biri gerekli..
Onun bu işaretini teşekkürle kabullendim. Hemen odun getirmeye gittim. Odunda dikenler vardı, sırtıma batıyordu; fakat aldırış etmeden getirdim. O odunları getirirken de şöyle diyordum:
Cemal kâbesi gayem, o beni koşturan; Arkamdaki diken ip beni coş-turan..
HIZIR ALEYHİSSELAM
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Bir gün cezbe hali bana ağır basmıştı. İçimden, Seyyid Emir Kilâl'in ziyaretine gitmek geldi. O Nesef'te bulunuyordu. Rıbat-ı Cağrai'ye geldiğim zaman, bir atlı ile karşılaştım. Elinde de büyük bir sopa vardı. Başına da keçe külah giymişti. Yanıma geldi, elindeki sopa ile bana vurdu. Ve türkçe şöyle dedi:
— Sen atı gördünmü?.
Ona hiç bir cevap vermedim. Yol boyunca, bana sataştı durdu; yo-lumu değiştirmeye çalıştı. Ben de ona şöyle dedim:
— Ben senin kim olduğunu biliyorum.
Rıbat—-ı Keravel'e kadar beni izledi; peşimden ayrılmadı. Sonra da, kendisi ile arkadaş olmamı istedi. Ben hiç aldırış etmedim; hiç konuşma-dım. Yürüdüm, gittim. Seyyid Emir Kilâl'in huzuruna vardığım zaman bana şöyle dedi:
— Yolda sana Hızır aleyhisselam geldi; neden ona yüz vermedin?. Şöyle dedim:
— Benim niyetim size gelmekti. Sizden başkası ile meşgul olamaz-dım.
KABİRLERİ ZİYARETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Sülûk halimin ilk günleri idi. Haller ağır basmıştı; kararsız bir hal almıştım. Bu yüzden geceleri Buhâra'nın çevresini dolaşıp duruyordum. Bu arada kabirleri de ziyaret etmeyi âdet edinmiştim. Bir gece, Muhammed b. Vasi'in kabrini ziyaret ettim. Orada bir kandil yanıyordu, içinde de yeteri kadar yağ vardı; uzunca da bir fitili vardı. Ancak, onun fitilinin biraz oynatılması gerekiyordu. Böyle olursa yağı çeker, aydınlığı yenilenirdi. Orada biraz oturduktan sonra bana bir işaret geldi; şöyle deni-yordu:
— Şeyh Ahmed Acğaryo'nun kabrine teveccüh et.
Oraya gittim. Orada da aynı şekilde bir kandil buldum. Tam bu sırada iki kişi geldi. Belime iki kılıç bağladılar. Bir merkebe bindirdiler. Doğruca Şeyh Ahmed Müzdahin'in kabrine götürdüler. Oraya gittiğimiz zaman yine öncekilere benzer bir kandil gördük. Orada eşekten indim, kıbleye doğru oturdum.
Bu teveccüh sırasında kendimden geçtim; rüya gördüm. Kıble duvarı yarıldı. Büyük bir deve çıktı; onun üzerinde de cüsseli bir adam vardı. Sarığını sarkıtmıştı. Bu sarkan sarık, kendisini örtmüştü. Devenin çevre-sinde de kalabalık bir cemaat vardı. Onların arasında Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî de bulunuyordu.
İçimden şöyle geçirdim:
— Keşke bileydim, bu cüsseli adam kimdir?. Çevresindekiler kimler-dir?. Onlardan biri bana şöyle anlattı:
— O deve üstündeki cüsseli adam, Abdülhalik Gucdüvanî'dir. Çevresindeki cemaat ise, onun halifeleridir.
Daha sonra, onlardan her birine işaret ede ede, şöyle dedi:
— Bu, Şeyh Ahmed Sıddık'tır. Bu, Şeyh Evliya Kebir'dir. Bu, Şeyh Arif Rivgirî'dir. Bu, Şeyh Mahmud İncir Fağnevî'dir. Bu, Şeyh Ali Ramitenî'dir. Sonunda Muhammed Bâbâ Semâsî'ye kadar saydı. Sonra şöyle dedi:
— Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana kavuk verdi. Kendisini tanıdın mı?.
— Evet dedim. Halbuki o kavuk hikayesi üzerinden uzun bir zaman geçmişti, ben de onu unutmuştum.
Şöyle dedi:
— O kavuk, senin evindedir. Onun uğuru, bereketi ile Allâhü Teâlâ, senden büyük bir belâyı kaldıracaktır.
Bundan sonra, o cemaat bana şöyle dedi;
— Şimdi iyi dinle, Hazret-i Şeyh-i Kebir Abdülhâlık Gucdüvani sana bazı şeyler söyleyecek; onların hepsine senin ihtiyacın var. Hak yolda olduğun süre, onlar sana lâzım olacak. Onlara dedim ki:
— Bana yol verin, o zata selâm vereyim.
Perdeyi araladılar, ona selâm verdim; o da konuşmaya başladı. Sülûk halinin başında, ortasında, sonunda neler gerekse hepsini anlattı; sonunda şöyle dedi:
— O gördüğün kandiller senin için hem bir işârettir, hem de müjdedir. İşaret odur ki: O fitilleri biraz oynatsan; nurların arta, sırlar sana açıla... Müjde de şudur; Bu yol için senin tam bir kabiliyetin var. Öyle ise, bu kabiliyetin hakkını ver ki, makamları aşasın, en yükseğine ulaşasın. Doğru ol, meşru emirler caddesinde yürü. Hem de her halinde.. İyiliği söyle, kötülükten çekindir. İşin kolayına kaçmaktan uzak dur; oldukça gayret isteyen işlere gir. Olmaya ki, din dışı hareketlere giresin. Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetleri, hadis-i şerifleri senin yönünü tayin etmeli.. Allah ona salat ü selâm eylesin. Ondan gelen haberleri araştır. Onun izlerini izle. Onun değerli ashabının hallerini gözden uzak tutma.
Bu emirler üzerinde çok durdu. Beni teşvik etti.
Sözlerini tamamladıktan sonra Şeyh'in halifesi bana şöyle dedi:
— Bu gördüğün rüya değil gerçektir. Bunun alâmetini anlamak ister-sen, yarın Mevlâna Şemseddin Enbikûtî'ye git. Ona bir dava durumunu bildir. Ona de ki:
— Falan Türk'ün, Saka aleyhine açtığı dava doğrudur; hak Türk'ündür. Sen ise, Saka'ya yardım ediyorsun, onun tarafını tutuyorsun.
Şayet Saka, haksız olduğunu kabul etmez ise ona şöyle söylersin:
— Bende, senin aleyhine iki delil var; şöyleki:
1) Ey Saka, sen susuzsun. (O, bu sözün manasını anlar.)
2) Ey saka, sen yabancı bir kadınla cinsî münasebette bulundun. O kadın da senden hamile kaldı. Onun karnındaki çocuğu düşürttün; sonra da götürüp falan üzüm bağının falan yerine gömdün.
Daha sonra, Şeyh'in halifesi bana şöyle dedi:
— Bu emri, birinci gün Mevlâna Şemseddin'e ulaştırdıktan sonra ikinci gün, üç tane kuru üzüm al, Seyyid Emir Kilâl'in hizmetine git. Yolda giderken, falan yerde yaşlı birini göreceksin. Sana sıcak bir ekmek verecektir. O ekmeği ondan al, fakat onunla konuşma; yoluna devam et. Yolda bir kafileye rastlayacaksın. Bunları da geçtikten sonra bir atlı gö-receksin; ona öğüt ver, onun tevbesi senin elinde olacaktır. Sendeki Hâce-i Azizan'a ait kavuğu da Seyyid Emir Kilâl'e ver.
Daha sonra beni o yere götürenler dürttüler, uyandım; kendime gel-dim.
BÜYÜK KAVUK
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Sabah oldu, Zivertun'daki evime gittim. Aileme kavuktan sordum; hemen bana getirdiler. Dediler ki:
— Uzun zamandan beri bu kavuk şurada duruyor.
O kavuğu görür görmez, bana büyük bir hal geldi; ve çok ağladım. Sonra, hemen o kavuğu aldım, aynı saatte Enbikete'ye gittim. (Enbikete, Buhâra köylerinden bir köydür. )
Daha sonra Mevlana Şemseddin'in mescidine gittim. Sabah namazını onunla kıldım. Namazdan sonra, bana verilen haberi tebliğ ettim; hayret etti.
O sırada, Saka da orada idi; yine Türkün iddiasını reddetti. Bana verilen belgeleri, delilleri söyledim. Bilhassa yabancı kadınla yattığını in-kâr etti. Bunun üzerine, mescidde bulunan cemaatten bir gurup bahsi geçen üzüm bağına gitti. O yeri kazdılar, düşük çocuğun cesedini bul-dular. Bundan sonra Saka yalvarmaya, özür dilemeye başladı. Oradakilere büyük bir hal geldi; Mevlâna Şemseddin ve oradaki cemaat ağlamaya başladılar.
İkinci gün, bana tayin edilen yoldan Nesef'e gittim. Üzerime de üç tane üzüm tanesi aldım.
Mevlâna gideceğimi anlayınca, bana birini yolladı, çokça da lütuflar eyledi. Sonra şöyle dedi:
— Görüyorum ki, arama elemleri seni sarmış. Ulaşmayı elde etme ateşi sana tesir etmiş. Senin şifan bizdedir. Burada kal, senin terbiye hakkını verelim. Seni en üstün gayene erdirelim. Üstün himmetin nisbe-tinde seni yükseltelim.
Bunun üzerine ben ona:
— Ben, sizden başkasının çocuğuyum. Terbiye memesini ağzıma da koysanız onu kabul edemem, deyince sustu. Yola çıkmama izin verdi.
Benim bir kuşağım vardı. İki kişi çağırdım. Onlara Çok sıkı bir şekilde iki taraftan belime sarıp bağlamalarını tembih ettim. Sonra yola çıktım. Anlatılan yere geldiğim zaman, yaşlı birini gördüm. Bana sıcak bir ekmek verdi. Ekmeği aldım. Onunla hiç konuşmadan geçip gittim. Gide gide bir kafileye rastladım. O kafilenin adamları bana sordular:
— Nereden geliyorsun?. Dedim ki:
— Enbikete'den geliyorum. Yine sordular:
— Oradan ne zaman çıktın?. Dedim ki:
— Güneş doğarken çıktım.
O kafilenin yanında iken kuşluk vakti olmuştu. Şaşırdılar:
— Ora ile bura arasında dört fersahlık yol var. Halbuki biz gecenin ilkinde çıktık; buraya da yeni geldik, dediler. Onları orada bıraktım, yola devam ettim.
Giderken, bir atlı ile karşılaştım. Yanına geldiğim zaman, kendisine selâm verdim. Bana sordu:
— Sen kimsin, ben senden korkuyorum?. Dedim ki:
— Kormana gerek yok; tevbeye gelmen benim elimde olacak.
Hemen atından indi. Tam bir tevazu gösterdi. Niyet etti, tevbeye geldi. Yanında şarap yükü vardı; hepsini döktü. Onu da geçip gittim. Sonra Nesef sınırına geldim. Seyyid Emir Kilâl'in makamına doğru yol-landım.
Seyyid Emir Kilâl'i görünce, kavuğu huzuruna bıraktım. Uzun süre sustuktan sonra şöyle dedi:
— Bu, Azizan'ın kavuğudur.
— Evet öyledir, dedim.
Bana şöyle dedi:
— Gelen emir odur ki: Bu kavuğu, on katlı bohça içinde saklayasın.
Onu aldım, emrettiği gibi yaptım.
Bundan sonra bana kelime-i tevhid zikrini telkin etti; gizli okumamı söyledi. Devamlı bununla meşgul olmamı emretti.
Bu işte, hep onun emrini tuttum.
Bana biraz gayret isteyen işleri yapmam emredilmişti; bunun için de açık zikri yapamazdım. Sonra, meşru ilimlerin nurlarını almak için, ilim sahiplerini izlemeye başladım. Resulüllah'ın (s.a.v) izini izledim. Onun hadis-i şeriflerini okumaya başladım. Kendisinin ahlâkı üzerine durdum; Eshab-ı kiram'ın hallerini araştırdım. Bana emredildiği üzere, bütün bunlarla amel ettim. Bu yaptıklarımın tam tesirini gördüm, büyük fayda-sını aldım.
Hasılı: O gördüğüm vakada, Hazret-i Şeyh Abdülhalik Gucdüvanî bana ne dediyse, hemen hepsi de zamanında ortaya çıktı.
SİKKE VERDİ
Abdü'l Hâlik Gucdüvânî Hazretleri bana döndü, hakkımda çok büyük inâyet buyurdu, bir sikke verdi ve şöyle dedi:
—"Bu sikkenin kerameti odur ki, bunu üzerinde taşıyan zâta nâzil olacak belalar, bunun bereketiyle o kimseden defolur.
Daha sonra sülûkun başlangıç, orta ve sonlarına ait yüksek sözleri bana beyan buyurdular.
BELALAR
Şeyh Mahmud İncir Fağnevî'nin zamanından, Seyyid Emir Kilal'e kadar cehrî zikir de yapılırdı. Bunun için toplanırlardı. Ancak, ayrı ayrı zikrettikleri zaman gizli zikir yaparlardı. Şah Nakşibend Hazretleri bu yolun başına geçince işin ağır tarafını tercih etmiş, gizli zikirde kalınmıştır.
Emir Kilâl'in müridleri bir araya geldikleri ve açık zikre başladıkları zaman, Şâh Nakşibend Hazretleri onların yanından kalkar giderdi. Kalkıp gitmesi, onlara ağır geldi. Bu yüzden onların bazısı, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri hakkında iyi düşünmezdi. O, onların hatırının kırılmasına, incinmelerine aldırış etmezdi. Çünkü, har manada Seyyid Emir Kilâl'in hizmetindeydi ve ona karşı edepte kusur etmemek, edep hakkını ödemekti ki; bunu da hakkıyla yapıyordu.
Günler geçip giderken, Seyyid Emir Kilâl, Şah Nakşibend Hazretlerine her gün biraz daha iltifat ediyordu. Onu itina ile koruyor; yanından da hiç ayırmıyordu.
Bir gün, Seyyid Emir Kilâl'in müridleri, mescidinin onarımı için top-landılar; beş yüz kadar vardılar.
Oradan çıktıktan sonra hepsi Seyyid Emir Kilâl'in huzuruna gelip oturdular. Seyyid Emir Kilâl, onlar arasında Şah Nakşibend Hazretleri hakkında iyi düşünmeyenlere, onu eksikli kusurlu bulanlara baktı. Sonra da onlara şöyle dedi:
— Şeyh Bahaüddin hakkında düşündükleriniz yanlıştır; doğru değil-dir. Allâhü Teâlâ onu kabul buyurmuştur ama, siz bilmiyorsunuz. Gözüm, bakışım onadır; bu da Cenabı Hakk 'ın onu kabulünden ötürüdür.
O anda, Şah Nakşibend Hazretleri orada değildi. Mescidin kerpicini taşıyordu. Birini gönderdi, çağırttı; gelince de şöyle dedi:
— Oğlum, Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî'nin vasiyetini tam olarak yerine getirdim ; senin için ne lazımsa yaptım.
Sonra da göğsünü işaret ederek şöyle dedi:
— Sana terbiye sütünü verdim; sonunda bitti. Ne var ki, senin kabi-liyetin, hep güçleniyor. Şimdi sana izin veriyorum. Meşayih ara, onlardan faydalan. Himmetin gayretin büyüklüğü nisbetinde onlardan feyizler almaya çalış.
Şah Nakşibend Hazretleri bu sözleri şöyle yorumluyor:
—" Seyyid Emir Kilâl'in üsteki sözleri benim için büyük bir ibtilaya (bela ve musibetlere girmeme) sebeb oldu. Bir denemeden, diğer bir denemeye geçtim.
DİGER ŞEYHLERLE...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Bundan sonra Mevlâna Arif Dikkeranî ile yedi sene sohbet ettim. Ondan sonra da Şeyh Kusem'in sohbetine girdim. Bir gece uyumuşum, Hakim Ata'yı gördüm. Hakim Ata Türk şeyhlerinin büyükleri arasındaydı. Rüyada, bana bir dervişi tavsiye etti. Uyandığım zaman, o dervişin suretini muhayyilemde buldum.
Benim çok iyi bir ninem vardı. Gördüğüm rüyayı ona anlattım; şöyle dedi:
— Oğlum, yakında sana Türk şeyhlerinden nasih gelecek.
Bundan sonra, hep o dervişle karşılaşmayı arzu edip durdum; onunla buluşmayı bekledim. Sonunda onunla Buhâra'da karşılaştım. Görür görmez de tanıdım. Onun ismi şuydu: Halil Ata..
Onu gördüm görmesine ama, o saatte onunla sohbet etmek içimden gelmedi. Eve gittim. Gönlüm, hep onunla meşguldü.
Akşam vakti olmuştu; bir şahıs bana geldi, şöyle dedi:
— Derviş Halil seni istiyor.
Hemen ziyaret hediyesini aldım, çabucak ona gittim. Onu görür görmez istedim ki, daha önce gördüğüm rüyayı anlatayım. Bana Türkçe şöyle dedi:
— Gördüğün rüyayı biliyorum, anlatmana gerek yoktur.
Bunun üzerine kalbim ona kaydı; onun sözünden çok çok etkilendim. Onun sohbeti ile üstün hallere erdim.
Sonra Maveraünnehir halkı, onu başlarına başkan seçtiler, kendilerini sultan ettiler. Böyle iken yine onun yanından ayrılmadım. Onun saltanat günlerinde, kendisinden çok büyük haller gördüm. Kalbim ona karşı daha çok sevgi ile doldu.
Bu Halil Ata da, beni yetiştirme işinde üstün gayret gösterdi; hallerimi üstün etmeye çalıştı, bana çok şefkatli davrandı. Çok kere bana hizmet edeplerini öğretirdi.
Altı sene Halil Ata'nın sohbetinde kaldım; Saltanat süresinde yanın-dan ayrılmadım. Zahirde onun hizmet edeplerine riayet ediyor, ona karşı bir kusur işlememeye çalışıyordum; kimselerin olmadığı yerde de, onun özel sohbetinde oluyordum. Çok kere, seçkin müridleri arasında şöyle derdi:
— Her kim Allah rızası için bana hizmet ederse, halk arasında büyük olur.
Ben, onun bu sözüyle ne demek istediğini, kimi anlatmak istediğini biliyor, anlıyordum. O beni anlatmak istiyordu.
Şunu unutmamak gerekir ki, sultanlara tazim etmek, onlara saygı göstermek; onların dıştakı saltanatları, azametleri için olmamalıdır. Çünkü onlar sultanlar sultanı Allah'ın, Celâl sıfatının zuhur yerleridir.
Aradan bir süre geçtikten sonra Halil Ata'nın saltanatı çöktü. Onun intikali ile haller değişti. Bir anda o saltanat, o debdebe toz olup gitti. Onun böyle olması, bende dünyaya karşı daha da gani gönüllü zahid olma arzusu doğurdu. Dünya işlerine karşı içime bir kesiklik geldi. Sonra Buhâra'ya döndüm; Zivertun'da kaldım.
...............
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Arayış içinde olduğum ilk günlerin birinde Allâhü Teâlâ'nın sevgili kullarından biri ile karşılaştım. O zamanlar, cezbe halim ileri idi. Bana dedi:
— Görülen duruma göre, sen ashaptan birini andırıyorsun, dedi. Şöyle dedim:
— Allah dostlarının himmet nazarına uğrarsam, ümidim odur ki, de-diğin gibi olurum. Bana yine sordu:
— Vaktin nasıl geçiyor, neler yapıyorsun? Şöyle dedim:
— Bulunca şükrediyorum, bulamayıncada sabrediyorum. Gülümsedi ve şöyle dedi:
— Bu dediğin kolay iştir. Asıl önemli olan, Nefsini biraz zora koşup bir hafta yiyecek içecek bulamasan dahi nefsin sana baş kaldırmaya..
Onun böyle demesi üzerine, kendisine tevazu gösterdim, kendisinden yardım istedim. Bana şöyle dedi:
— Gönül almaya bak, güçsüzlere hizmet et. Zayıfları, gönlü kırıkları koru. Bunlar öyle kimselerdir ki: Halktan hiç bir gelirleri yoktur. Bununla beraber tam bir sükûnet, tevazu, kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara bul.
Onun bu emrini tuttum. Söylediği yolda uzun süre çalıştım. Ondan sonra da bana hayvanlara bakmayı emretti; onların hastalıklarını tedavi etmemi istedi. Tek başıma onların yaralarını sarmayı, temizlemeyi iyi ni-yetle, ihlasla bu işleri yapmamı emretti. Bu hizmeti de yerine getirdim; bana nasıl anlattıysa öyle yaptım. Bu sıralarda öyle bir hale geldim ki: Yolda giderken bir köpek görecek olsam; olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini isterdim. Ondan önce adım atmazdım. Bu halim yedi sene devam etti.
Bundan sonra bana kendi köpeklerine sadakatla, saygı ile bakmamı, onlardan yardım istememi emretti; sonra şöyle dedi:
— O köpeklerden birinin bakımını yaparken, büyük bir mutluluk du-yacaksın.
Onun bu emrini de bir ganimet bildim; hiç bir gayreti elden bırak-madım. Onun işaretindeki manayı anladım; verdiği müjdeyi bekledim. Bu bakımdan sırasında bir köpeğin yanına gittim; bende büyük bir hal meydana geldi. Onun önünde durdum; beni bir ağlamak tuttu. Ben öyle ağlamakta iken o sırt üstü yattı, ayaklarını göğe dikti. Bundan sonra hazin hazin sesler çıkarmaya, ağlamaya, inlemeye başladı. Ben de ellerimi açtım, tevazu ile, kırık gönülle:
— Amin!. dedim, o da sustu, döndü.
Yine o günlerden biri idi. Evden çıktım, bazı yerlere gittim. Yolda harba gördüm. Ki bu, güneşe aşık büyük kelerdir; güneşin rengine göre rengi değişir. Güneşe dalmıştı; onun güzelliğine hayrandı. Onu o halde görmekten bana büyük bir vecd geldi. Kendi kendime şöyle dedim:
— Bundan şefaat isteyeyim.. Şu anda bu, şefaat makamındadır.
Bunun üzerine karşısında tam bir edep ve saygı ile durdum. Ellerimi kaldırdım. Ben öyle ederken, o daldığı alemden ayrıldı; sırt üstü yattı, göğe doğru yüzünü döndürdü. O, bu halde iken ben:
— Amin!. diyordum.
Bundan sonra o zat, bana yollarda halkın geçip gitmesine mani olan şeyleri temizlememi emretti. Bu işe de hayli zaman koşup durdum. O kadar ki: yolların taşından, toprağından eteğimin temiz durduğunu hiç kimse görmedi.
Hâsılı: O büyük zat, bana her ne emrettiyse, tam bir sadakatle, temiz niyetle yaptım. Özümde bunların çok güzel sonuçlarını gördüm; Hallerimde tam bir yükselme oldu.
BUZDA BOY ABDESTİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Bir gece, arkadaşlarımla birlikte Zivertun'daki evdeydik; uykuda iken bana boy abdesti almayı gerektiren bir hal oldu. Hemen uyandım, geceleyin boyabdesti almak için dışarı çıktım. Mevsim kıştı, bütün sular da donmuştu. Hangi suya gittiysem, şiddetli soğuktan donmuştu. O buzları kıracak bir şey de bulamadım. Bu durumu arkadaşlardan hiç birine de haber vermedim. Onlara zorluk vermek istemiyordum. Üzerimde de eski bir kürkten başka bir şey yoktu. Zivertun'dan ümidimi kesince, Kasr-ı Ârifân'daki evime gittim. Orada buzu kıracak bir şey aramaya başladım. Ailemden hiç kimseyi de bu durumdan haberdar etmek istemedim.
Evin hemen her yanını aradıktan sonra; mescidin yakınında bulunan havuz kenarında su alınan bir kap buldum. Onunla buzu kırmaya başladım. Bu işte çok zorlandım; Hatta elim bile yaralandı. Sonunda o kapla havuzdan su çıkardım; Boy abdesti aldım. Çok üşüdüm. Boy abdestini aldıktan sonra o kürkü yine giydim. Aynı saatte, o şiddetli soğuğa rağmen, Kasr-ı Ârifân'dan Zivertun'a döndüm.
FENAYI HAKİKİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Değişik haller yaşadığım günlerin birinde şu bostandaydım. (Bostan, dediği yer, kendi kabridir.)
Orada ben vardım, benimle ilgilenen bir topluluk vardı.
Orada otururken, ilahî cezbe bende ağır bastı. İlahî lütuf geldi, çır-pınmaya başladım. Öyle bir hal aldım ki, ne durabildim, ne de bir şeyle meşgul olabildim. Dinlenme istiyordum.
Kararsız bir şekilde kalktım. Neden, niçin kalktığımı da pek bilmiyor-dum. Hemen kıbleye döndüm, bir yerde oturdum. Aynı anda kendimden geçtim.
İşte o zaman hakîki fenâ halini buldum. Hakîki mânâda Allâhü Teâlâ'nın varlığında yok olup gittim. O anda kendimi, sonsuz olarak nurdan bir deniz, bir yıldız gibi gördüm. Sonra da o nurdan deniz içinde eridim, bittim. Bende zahirî hayat eseri kalmadı.
Orada hazır olanlar, benim bu halimden ötürü ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladılar.
Aradan geçen altı saatten sonra yavaş yavaş beşeriyet halim bana geldi.
KIPÇAKLARIN İSTİLASI
Şöyle anlatıldı:
— Kıpçak askerleri Buhâra şehrini kuşatmışlardı. Bu yüzden, Buhâra halkı, o kadar sıkışmış durumdaydılar ki, damları helâ gibi kullanıyorlardı. Bu sırada, Şâh Nakşibend (k.s.) Efendimiz de, namaz için hazırladığı bir damda oturuyordu. Huzuruna, samimî iki kişi geldi; bunlar ilme çalışıyorlardı. Onlara şu emri verdi:
— Şu oturduğumuz damın çevresindeki damların pisliğini temizleyin. Sonra da şöyle dedi:
— Buhâra medreselerinin helâlarını ben çok temizledim. Bu yolda, Hak yolcusu sâlike varını bolca harcamaktan, bir şeyin sahibi olmamaktan, üstün gayret sahibi olmaktan başka bir şey fayda etmez. Beni ancak bu kapıdan içeri aldılar; erdiğime, ancak bu şekilde erdim.
Başka bir cümlesinde ise şöyle dedi:
— Bu yolda varlığı yok etmek, nefsin varlığını görmemek kabul devletinin, ulaşmanın sermayesidir. Bu makamda ben, varlıkların her bir tabakasına nefsimi bağladım; yan yana durduttum. Sonunda baktım ki: Onların her bir ferdi, nefsimden çok çok daha iyi.. Daha sonra nefsimi artık tabakasına çektim. Gördüm ki, onların da bir yararı var. Kendi nefsi-min hiç bir yararını görmedim.
Sonunda köpek artığına geldim, kendi kendime şöyle dedim: "Bunun ne yararı var?."
Sonra da şu hükmü verdim: İşte nefsim de bunun gibi bir şey.. Ancak, daha sonra öğrendim ki, onun da faydası varmış..
Bundan sonra şunu bir gerçek olarak bildim ki: Nefsimin asla bir faydası yoktur.
NE İSTİYORSAN İSTE...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Bir gece, Zivertun çevresini dolaşmaya çıktım. Sonunda çiçeklik olan bir yere gelip kaldım. Orada anlatılması zor bir hale kapıldım; bana şöyle dendi:
— Zatımızdan ne istiyorsan iste. Tevazu ile, huzurla şöyle dedim:
— Allahım, rahmet deryalarından bana bir damla ver, inayet hazine-lerinden bana bir katre gönder. Şöyle dendi:
— Zatımızdan bir damla mı istiyorsun?.
Bundan da bana büyük bir hal geldi. Titremeye başladım. Yüzüme kuvvetli bir tokat attım. Bu tokatın acısını günlerce duydum. Sonra da şöyle dedim:
— Ey Kerim Allah, taşıma gücü ile birlikte bana rahmet, inayet deni-zini bağışla.
Bundan sonra bağış eseri derhal görüldü; inayet eserini sezdim. Ereceğime o anda erdim.
HİMMETİ YÜKSEK TUTUN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri müridlerine bir gün şöyle dedi:
— Eğer himmetinizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayakları-nızla başıma basmalı, istediğiniz makama çıkmaya çalışmalısınız.
VEYSEL KARÂNİ VE TİRMİZÎ...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün sülûk hallerini açıklıyordu. Bu arada, büyüklerin ruhaniyet durumlarından yardım istemenin büyük tesirleri olacağını anlattı; sonra şöyle dedi:
— Veysel Karânî Efendimizin ruhaniyetine yönelip teveccüh etmenin; içten, dıştan bağlardan kopmakta, tam manası ile mânâ âlemi ile bağlantı kurmakta büyük tesiri vardır.
İmam Muhammed b. Ali Tirmizî'nin ruhaniyetine yönelmekte ise, in-sanın kendisine ait sandığı geçici sıfatların bir an önce silinip gitmesinde çok faydası vardır.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin menkıbe-lerini derleyen Mevlâna Salâh şöyle anlattı:
— Hicretin 709. (M.1387) yılı idi. Şâh Nakşibend Efendimizin ya-nındaydım. Şöyle anlattığını dinledim:
— Yirmi sene var ki, ben Hakim Tirmizî'nin izini takib ediyorum. Onun kendine mal edeceği bir sıfatı yoktu; şu anda ben de öyleyim.
Onun bu anlattığından bir şey anlayan anladı; anlamayan da anlamadı.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir başka cümlesinde şöyle anlattı:
— Biz, bu yola ayak basarken, iki yüz kişi idik. Gayret ettim, çalıştım; esas gayeye erdim.
İLK GÜNLERİNDE
"Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahü Teâlâdan, Resûlüllahtan, Kur'an-ı kerimden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım."
İLK GÜNLERİNDE
Yine şöyle anlatmıştır:
— "Hak yolda ilerlemeye, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım günlerde, birgün yolum bir kumarhaneye uğradı. İnsanların toplanıp kumar oynamakta olduklarını gördüm.. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbr şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devam ettiler. Nihayet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyalık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu: "Bu kadar kaybıma rağmen bu oyunda başımı dahi versem oyundan vazgeçmem." Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyan görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hasıl oldu ki, o günden i'tibaren Hak yolunda talebim hergün biraz daha arttı."
İLK GÜNLERİM
Yine şöyle anlatmıştır:
—"Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle olmuştur: Âilem ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbet çok fazla idi. Birgün evimde otururken, aileme ve çocuklarıma pek fazla iltifat ve muhabbet gösterdim. Bu sırada aniden kulağıma gizli bir ses geldi. "Herşeyi bırakıp Allaha dönme zamanı daha gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca halim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rek'at namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Herşeyden el çekip, Allahü teâlaya döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rek'at namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zivertûn köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün camisinde kılıyordum. Birgün nasıl olduysa, bir vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Camiinin, âlim ve takvâ sahibi bir imamı vardı. Bana dedi ki: "Ben seni, ibadet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin." İmâma dedim ki: "Zât-ı âliniz benim hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum." Ben böyle deyince, imam efendi bana şu beyti okuyarak cevap verdi:
"Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,
Demirin hâlis olması ateş iledir."
Bu söz kalbime öyle te'sirli oldu ve içime öyle bir dert salıp, beni öyle bir aşka düşürdü ki, ben bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allahü Teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tabi olmak isterken, Allahü Teâlânın inayeti ile bir ayet-i kerimede bildirildiği gibi, "Allahü Teâlânın açmış olduğu kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez" dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok te'sir etti. Onlar da benim bulunduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allahü Teâlâdan başka herşeyi bırakıp, Allahü Teâlâya (rızasına) kavuşmaktı. Allahü Teâlâya sonsuz hamdü senalar olsun ki, bana inayet-i Rabbani erişerek maksadıma kavuşturdu."
İLK GÜNLER
— "Talebeliğimin ilk günlerinde, büyük hocam Hace Muhammed Bâbâ Semâsî hazretlerinin emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdiğim. Bunların faidelerini ve te'sirlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlüllah (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunmamı söylemişti. Ben bu vasiyeti tuttum. Bu hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine devam edip, nasihatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere göre amel ettim. Allahü Teâlânın ihsânıyla bunların fâidesini gördüm. Tasavvufda en faydalı ve maksada çabuk kavuşturan şey, Allahü Teâlâya cân-ı gönülden, kendinden geçerek dua ve niyaz etmek, yalvarmak ve Allahü Teâlânın rızasını istemek, nefsi ezmek, onu mağlup etmektir. İşte bizi bunun için bu kapıdan içeri aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekanda sarı yüz ve eski elbise ararlar. Atlas ve ipeğin pazarı buradan başka yerdedir. Bir sâlih, hakikat yolunda kendi nefsini Fir'avn'ın nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yüzbin defa daha aşağı görmeli. Eğer böyle olmazsa, o salih hakikat yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi tezkiye kolay değildir. Fakat bu, yolda maksada ulaşmak için bir ipucudur. İşte ben de bunun için nefsimi varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinattaki her şey ile karşılaştırdım. Hakikatte herşeyi her varlığı, her mahluku daha üstün ve daha hoş gördüm. O hale geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi biri arasında kıyas yaparak düşündüm. kendimi aşağı ve aciz gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pası temizledi. Kâinatta ne varsa hepsinden faide gördüm. Fakat nefsimden hiçbir faide görmedim. Nefsimin önüne geçmemiş olsaydım, onu terbiye etmeseydim ve kendi isteği ile başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan içeri almadıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice zararları olacaktı."
IRMAK TERSİNE AKTI
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, bir defasında Şeyh Seyfeddin adlı bir zatın ırmak kenarında bulunan kabri karşısında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanlardan bir kısmı Bahâüddîn Buhârî hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hallerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada, evliyanın meşhurlarından olan Şeyh Seyfeddin ile Şeyh Hasen Bulgârî arasında geçen kerametler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki:
—"Eskiden velilerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acaba bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır? "Bunun üzerine Behâeddin hazretleri buyurdu ki:
—"Bu zamanda öyle zatlar vardır ki, şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar." Bu sözler Bahâüddîn hazretlerinin mübarek ağzından çıkar çıkmaz, önlerinde akmakta olan ırmak ters akmaya başladı. Bunun üzerine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri;
—"Ey su! Ben sana yukarı ak demedim" buyurdu. Irmak tekrar eski yöne akmaya başladı. Bu kerametini o kadar çok kimse gördü ki, bu sebeple çokları Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin büyüklüğünü anlayıp, tam bir teslimiyetle ona bağlandılar ve saâdete kavuştular.
YAĞMUR YAĞDI
Bir defasında Nesef'de büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur beklediler. Fakat bir damla yağmur düşmedi. Nesef halkı, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin duasını almak için aralarından birini huzuruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahâlisi kuraklıktan dolayı mahzun ve kederlidir, dedi. Bunun üzerine, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"Üzülmesinler, Allahü Teâlâ onlara yağmur gönderecek." Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Nesef'e yağmur yağmaya başladı. Bir gün ve bir gece devam etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.
BİR SOHBET YETERDİ...
Bir talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Ben küçük yaşta Cenânyan denilen yerden Buhârâ'ya geldim. Alimlerin derslerine devam ettim. Sonra kalbime Kâ'be'yi ziyaret etme arzusu doğdu. Mekke'ye gidip, Kâ'be'yi ziyaret etmek şerefine kavuştum. Buhârâ'ya döndüm. Fakat nefsim çok azgındı. Hatta eşkıyâlık yapacak kadar kötü idi. Ben bu halde iken, bende bir çekilme hali hasıl oldu. Bu hal, beni ister istemez Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna sürükledi. Huzuruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediğim sillenin te'sirinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek bağırdım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu halime öfkelenip;
— "Sus" dedi. Sonra da; "Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamam olurdu. buyurdu."
ŞEYH ÖMER'İN HİKÂYESİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden Şeyh Ömer Taşkendi şöyle anlatmıştır:
—"Benim Bahâüddin Buhârî'ye muhabbetim ve talebe olmam şöyledir: Önce Taşkend'de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin faziletini, hallerini anlatırlardı. Böylece görmediğim halde ona karşı içimde bir muhabbet hasıl oldu. Birgün Taşkend'deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasına rabıta ediyordu. Bir müddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri gözüme göründü ve kulağıma;
—"Senin Horasan'a gitmen gerekir" diye söyledi. Yemekten sonra Horasan'a, oradan da Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin yakın talebelerinden Mevlana Celâleddîn'in bulunduğu yere gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi tarafından çağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemâat çıktı. Beni çağırıp huzura kabûl ettiler ve;
—"Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Fakat seninle baş başa görüşmek istedim. Onun için beklettim" dedi. Bundan sonra ben halimi ona anlattım ve çok ağladım, bana yardımcı olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki:
—"Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri sana kâfidir, teveccühüne kavuşursun" Sonra onun faziletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzuruna kavuşmak için hemen yola çıkmamı söyledi.
Yolculukta başıma ba'zı hadiselerin geleceğini de işaret etti. Derhal Nesef tarafına doğru yola çıktım. Oradan da Horasan'a hareket etmek üzere bir gemiye bindim. Gemi bir müddet yol aldıktan sonra, sabah namazının vakti girdi. Gemide bir ezân okudum. Fakat yolcular namaza kalkmadılar. Bu duruma üzülüp, onlara nasihat ettim. Fakat bana kızdılar. Bu durum karşısında bende öyle bir hal oldu ki, kendimi suya atmak istedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat suya batmadım. Öyle bir hal oldu ki, suyun üzerinde yürümeye başladım. Gemidekiler bu halimi görünce ağlamaya başladılar.
—"Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız" dediler. Bunun üzerine tekrar bindim. Sabah namazını, gemideki yolcular ile cemâat olup kıldık. Bir müddet yolculuktan sonra Amûre kal'asına vardık. Orada da acâib hadiseler oldu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine iltica ettim. Şirmüşter denilen bir dergaha vardım. Yola devam ederken bir kervana rastladım. Bana dediler ki:
—"Bu çöle dalma, çok büyük bir çöldür yolunu şaşırırsın. Burada dur, şayet yola devam edecek olursan sağ tarafa yönel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helak olursun." Kervan geçip gittikten sonra, kendi kendime; "Ben, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup, hak yola gireceğim için bana tehlike gelmez" dedim. Çöle dalıp yürümeye başladım. Bir müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım. Kendi kendime ba'zı nefis yemekleri düşünerek; "Âh o yiyecekler olsa da yesem" dedim. Ben böyle düşünürken, o anda önüme birdenbire bir sofra geldi, üzerinde tam arzu ettiğim yemekler vardı. Bu durum karşısında halim değişti. ağlamaya başladım.
—"Ey Allahım, senin rızanı arayan kimseye her ne lâzım olursa ihsân ediyorsun. Ben de senin rızandan başka birşey aslâ taleb etmeyeceğim" dedim. O yemekleri yiyip, çölde yola devam ettim. Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı, beni görünce sağa sola kaçışmaya başladılar. "Eğer ben bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmî isem, ceylanlar benden kaçmazlar" dedim. Ben böyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yüzlerini sürmeye başladılar. Bu durum karşısında da halim değişti ve çok ağladım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine karşı muhabbetim o kadar arttı ki, huzuruna bir an evvel kavuşmak için can atıyordum. Ehan denilen yere vardığımda, yine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin bereketi ile acâib hâllere kavuştum. Oradan Serahs'a vardım. Kendi kendime; "Heryerde Allahü teâlanın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan müsâade almadıkça bu şehre girmeyeyim" dedim. Ben böyle düşünürken, karşıma divâne hâlde bir kimse çıktı. Halk onu görünce; "Divâne Dâvûd geliyor" dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu karşılayıp, selâmün aleyküm diyerek selam verdim. "Ve aleykesselâm" deyip selamımı aldı.
—"Hoş geldin Türkistanlı derviş" dedi. Beni yanına yaklaştırıp, koynundan bir ekmek çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını bana verdi.
—"Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mülkün yarısını da sana verdim" dedi. Bu hadiseden sonra Serahs şehrine girdim. Çarşıya girince, bir başka divane gördüm. Çocuklar taşa tutuyorlardı.
—"Bu divânenin adı nedir?" diye sordum. "Câvâdâr'dır. Bu beldenin divânelerindendir" dediler. Kendi kendime;
—"Bundan da izin alayım" dedim. Bir tarafdan da çocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp;
—"Ey Türkistanlı derviş, söz divâne Dâvûd'un söylediği gibidir" diyerek ilk karşılaştığım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işaret etti. Bundan sonra bende güzel bir hal, cem'ıyyet hasıl oldu. Yemek arzu ettim ve;
—"Her halde bu şehirde Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ben ilk lokmayı onun elinden yerim" dedim. Bu sırada yanıma birisi gelip;
—"Ben Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin hizmetçilerindenim. Evime buyur" dedi. Beni evine götürdü. Üç çeşit yemek getirdi. Sonra bana;
—"Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Behrâb denilen yere gitmişler, oradan da buraya teşrif edecekler. Buraya teşrif edinceye kadar sen bizde kalacaksın, Senin yerin burasıdır" dedi. Birkaç gün sonra Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin oraya teşrif etmek üzere oldukları haberini aldık. Karşılamak üzere derhal dışarı çıktık. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir merkeb üzerinde ve etrafında talebeleri olduğu halde teşrif ettiler. Bir mezarlığa yöneldiler. Ziyaretinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalabalıkdan yanlarına yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi kendime;
—"Çok uzaklardan geldim. Çok zahmetlere katlandım. Acabâ bana neden hiç iltifat etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım" diye düşündüm. Bu düşünceler hatırımdan geçtiği sırada, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri merkebden inip, yanına yaklaşmamı istediler. Bana;
—"Hoş geldin ey Taşkendli derviş Ömer, yanlış anlama, daha sen buraya geldiğin saatte haberdar oldum. Şimdi şu gördüğün kalabalık ile bir müddet meşgulüm" buyurdu. Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzuruna kabul edip;
—"Başından geçen hadiselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Çölde önüne sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divâne ile karşılaşman ve vukû bulan diğer hadiseler hep bizim teveccühümüz ile oldu" buyurdu. Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda bulundular ki, bambaşka bir hale gelip, çok ağladım.
—"Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Ben de;
—"Şimdiye kadar geçen ömrümü zayi etmişim" dedim.
—"Öyle söyleme; yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki müşâheden ve teslimiyetin ondan daha büyüktür" buyurdu. Sonra;
—"Şimdi sen, bulunduğun hali mi, yoksa geçen halini mi istersin?" diye sordu. Ben de;
—"Bu halimi istedim" dedim.
—"Bu iş tâbi olmadan olmaz" buyurdu.
—"Ne işaret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm" dedim. Ben böyle deyince;
—"Huyunuz mübârek olsun!" buyurdu."
NAMAZ VE KURAN
Talebelerinden Emir Hüseyin de şöyle anlatmıştır:
—"Benim evim Kasr-ı ârifan'da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyazdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yok idi. Tam gençlik cehâleti içinde idim. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri camiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihayet bir gece rü'yamda Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini gördüm. Mübarek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka haller kaplamıştı. Âniden Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri evime geldi. Bana dedi ki;
—"Aynayı sana kim verdi?"
—"Siz verdiniz efendim" dedim.
—"Niçin namaz kılıp, Kur'an-ı kerim okumazsın?" dedi.
—"Kur'an-ı kerim okumayı bilmiyorum" dedim.
—"Ben sana namaz ve Kur'an-ı kerim öğretirim" buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekçok ihsana ve ni'mete gark etti."
DUVARDA KIRK ALTIN
Nakledilir ki, Şeyh Şâdî adında bir zat,, Kasr-ı ârifân'a gelip, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna girerek, ziyaretlerine gelmekte kusur ettiğini söyleyip affetmelerini istedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona şaka yaparak;
—"Bedâva özür kabul edilmez" buyurdu. Gelen zat;
—"Bir öküzüm vardır, onu size vereyim"dedi.
—"Onu kabul etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabul edilir" buyurdu. Şeyh Şâdî; "Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?" diye hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip altınlarını getirdi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin önüne koydu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri altınları sayıp, içinden bir tanesini ayırdı. Diğerlerini geri verdi.
—"Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap, kaldırdığın mahsûlü Allahü teâlanın kullarına dağıt" buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını göstererek;
—"Bu altın haramdır" buyurdu. Daha sonra o zâta;
—"Hâce hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?" dediler. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini tanıyıp, ona talebe olmadan önce bir kumarda kazanmıştım, dedi.
KURTLAR GELDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, talebelerinden birini, bir işi için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, ağacın gölgesinde uyudu. Uyur uyumaz rü'yasında hocası Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'ni gördü. Elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp;
—"Uyan, kalk, burası uyuyacak yer değildir" dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Bir de gördü ki, iki kurt, kendisine doğru yaklaşmış, hücum etmek üzeredirler. Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devam etti. Kasr-ı ârifân'a varınca, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca; "Hiç öyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirahat edilir mi?" buyurdu.
NEHİRE ATTI
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında bulunan talebelerinden Emîr Hüseyn'e;
—"Kendini bu suya at" buyurdu. Daha böyle derdemez, Emîr Hüseyin hiç tereddüt etmeden kendini akan suya attı ve suyun içinde kayboldu. Aradan bir müddet geçti. "
— Ey Emir Hüseyn, çık gel!" buyurdu. Emir Hüseyin derhal sudan dışarı çıktı. Elbisesinden en ufak bir yer bile ıslanmamıştı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona;
—"Ey Emîr Hüseyin, kendini suya atınca ne gördün?" diye sordu. Emîr Hüseyn dedi ki:
—"Emriniz üzerine kendimi size feda ederek suya atınca, bende öyle bir hal hasıl oldu ki, kendimi birden bire gayet güzel döşenmiş bir odada buldum. Bu odanın hiç kapısı yoktu. Kapı aradım, orada zât-ı âlinizi gördüm. Bana bir kapı gösterdiniz.
—İşte bu kapıdan çık, buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı açtınız, ben de kapıdan çıktım. İşte huzurunuza geldim" dedi.
HAMUR PİŞMEDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnetine tam uyar, Peygamberimiz (s.a.v.) yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resulüllahın (s.a.v.) işlediği her sünneti işlerdi. Bir defasında Peygamberimiz (s.a.v.) Eshab-ı kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı kirâmdan bir grup, her biri bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mübarek eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı kiramın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamberimizin (s.a.v.) koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübarek elini dokunduğu hamura te'sir etmedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Resûlüllaha uymak için talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mübarek elinin dokunduğu hamura ateş te'sir etmedi. Resûlüllaha (s.a.v.) uymaktaki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: "Her hususta tâbi olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır.
BÜTÜN DÜNYA
En büyük halifesi ve yerine irşâd makâmına geçen Hâce Alâüddîn-i Attâr (k.s.) buyurdu:
—"Hâce Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin bereketi ile kendisinden ettiğim istifadeyi beyan edip, ifşa etsem, bütün dünyayı evliyalık makamına ulaştırırım. Ama Allahü Teâlânın âdet ve iradesi böyle değildir."
ÖNÜNDEKİ SOFRA GİBİ
Hazret-i Azîzân, ya'ni Ali Râmîtinî (r.a.) buyurdu ki:
—"Bu büyükler, bütün dünyayı, önlerindeki sofra gibi görürler. Biz deriz ki, belki tırnağın yüzü gibidir. Onların nazarından bir şey örtülü değildir."
Hâce hazretleri, talebeleri ile bir kimsenin evinin terasında otururlarken, gönülleri yakan, kalblere te'sir eden bir sohbet ettiler. Sohbet esnâsında talebelerine; "Siz mi beni buldunuz, ben mi sizi buldum?" dediler. Talebeleri; "Biz sizi bulduk" dediler.
"Mâdem ki, siz beni buldunuz, bu terasta beni bulun" buyurup, talebelerinin gözünden kayboldu. Talebeleri her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri söze pişman olup; "Sizin cazibeniz olmasa, siz lutf etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir?" deyip özür dilediler. Bunun üzerine Hâce hazretleri kendisini gösterdi. Biraz önce oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.
KULAĞA PAMUK
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Buhârâ'da, yaz mevsiminde bir akşam, talebeleriyle birlikte Atâullah adında bir zâtın evinin damında oturmuş sohbet ediyordu. Mübârek ağzından inci gibi güzel sözler dökülüyor, dinleyenlere feyz çağıyordu. Evin yakınına, Buhârâ vâlisinin sarayı vardı. O akşam vâli de, sarayının damında adamlarıyla birlekte def ve çalgı çalıp, eğleniyordu. Ses her tarafa yayılıyordu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri;
—"Bizim bu sesleri işitmemiz caiz değildir, kulağımıza pamuk tıkamak lazımdır" dedi. Böyle söyledikten sonra, sohbet meclisinde bulunan talebeleri ve kendisi, çalgı sesini işitmez oldular. Halbuki vâli ve adamları sabaha kadar çalgı çalmışlardı. Sabahleyin komşular, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin talebelerine; "Biz çalgı sesinden sabaha kadar uyuyamadık, siz nasıl durabildiniz?" dediler. Talebeler;
—"Hocamız bu sesi dinlememiz uygun olmaz, kulağımıza pamuk tıkamamız lazımdır" buyurdu. O andan i'tibaren sabaha kadar hiç çalgı sesi işitmedik" dediler. Bu durum, o vâliye anlatıldı. Vâli durumu öğrenince, yaptığı işe pişman olup, tövbe etti. Bu Hadise Buhârâ'da günlerce anlatıldı. Herkes Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin büyüklüğünü gördü. Ona muhabbetleri daha çok arttı.
ARADIĞIN BURADA...
Hâce Behâüddîn Nakşıbend hazretleri, Buhârâ'nın Gülabâd semtinde bir talebesinin evinde bulunuyordu. Bu sırada kapının önüne bir atlı gelip durdu. İçerden Hâce hazretleri atlıya seslenip;
—"İçeri gel! Aradığın buradadır" buyurdu. Atlı bu da'veti işitip, atından indi. kapıyı açtı ve içeri girdi. Gelen zâta;
—"Gördün mü, seni buraya çektik. Tirmiz'e hakîkatı aramak için geliyordun" buyurdu. İçeri giren o yolcu, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin elini öptü ve şöyle dedi:
—"Buyurduğunuz gibi, Tirmiz'e bana doğru yolu gösterecek birini aramaya gidiyordum. Fakat yolda bir yere vardım, artık atım yürümez oldu. Ne kadar zorladıysam da bir türlü yürütemedim. Bir adım bile atmadı. Anladım ki, bunda bir sır vardır. Atın dizginlerini serbest bıraktım. At dönüp Buhârâ yoluna düştü. Hiç dokunmayıp, kendi haline bıraktım. Nereye gidecek diye merak ediyordum. Nihayet geldi, bu evin kapısının önünde durdu. Bunun üzerine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri o kimseye iltifat edip, yetiştirmek üzere talebeliğe kabul etti.
YÜKSEK HALLERİNDEN
Bir başka talebesi şöyle anlatmıştır: Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini tanımadan önce yüz altınım vardı. Bir sandıkta saklı idi. Birgün bu altınlarla ticaret yapma hevesine kapıldım. Altınları alıp, Buharâ'ya gittim. Hazır elbise alıp, köylerde satmaya başladım. Buhârâ köylerinden birinde bulunduğum sırada, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin oraya teşrif ettiğini duydum. Eşyamı bir yere emanet bırakıp, ziyaretine gittim. Huzuruna girince, elini öpüp bir kenara oturdum. Bana;
—"Bu köye niçin geldin?" diye sordu. Bir miktar elbise aldım, onları satmak için geldim.
—"Elbiselerini getir göreyim" buyurdu. Gidip getirdim. Baktıkdan sonra karşıdaki dağı göstererek;
—"Eğer benden dünyalık istersen, şu dağı sana altın yaparım" buyurdu. Böylece dünyaya düşkün olmamayı, asıl maksadın ebedi saâdete kavuşmak olduğunu bildirdi. Ben de bunun üzerine dünya sevgisini kalbimden çıkarıp, varımı yoğumu Allah yolunda harcadım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine talebe oldum. Ondan sonra hiç geçim kaygusu ve sıkıntısı çekmedim.
AĞLAYAN VE TİCARET YAPAN
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri hacda iken, Ka'be'yi tavaf sırasında, aksakallı bir ihtiyarın ka'be'nin örtüsüne sarılarak ağladığını ve göz yaşları ile orayı ıslattığını gördü. İmrenilecek bir halde olan ihtiyarın, bir de kalbine teveccüh etti. Keşfiyle gördü ki, ihtiyarın kalbi tamamen dünyalık şeylerle meşgul. Minâ pazarında ise genç bir tüccar gördü. Bu genç tüccar, aşağı yukarı ellibin altın değerinde alış veriş yapıyordu. Görünüşte tamamen dünyaya dalmış gözüken gencin kalbini hep Allahü teâlayı zikretmekle meşgûl bir hâlde gördü.
FAKİRDİ
En başta gelen talebelerinden Alâeddîn Attâr şöyle anlatmıştır:
—"Hace Behâeddin Nakşıbend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek birşey bulunmadığından, eski bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı. Mâişetlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helal yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi birşeyden uzak dururlardı. "İbâdet on kısımdır. Dokuzu helal rızık aramaktır. Diğer kısmı sâlih ameller ve ibâdetlerdir" buyurulan hadîs-i şerîfi bildirirlerdi.
ORUÇ
Buyurdu ki: "Oruç bana mahsustur. Onun karşılığını ben veririm" buyurulan kudsi hadis-i şerifte, hakiki oruca işaret vardır. Bu ise, Allahü Teala'dan başka herşeyi (Mâ-sivâyı) terketmektir."
ESMA-İ İLAHİ
Yine buyurdu ki: "Allahü Teâlanın doksandokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa, cennete girer" buyurulan bu hadis-i şerifteki "Ahsa" kelimesinin bir ma'nası saymaktır. Diğer bir ma'nası ise, bu ism-i şerifleri öğrenip, bilmektir. Bir ma'nası da, bu esma-i şerifin mûcibince amel etmektir. Meselâ "Rezzak" ismini söylediği zaman, rızkı için aslâ endişe etmemeli. "Mütekebbîr" ismini söyleyince, Allahü Teâlânın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir."
YARDIM EDERİZ
Yine bir gün, Behâeddin Buhari hazretlerine
— Bu dereceye nasıl ulaştınız? diyesordular.
—"Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla ulaştım" buyurdu.
SOHBET YOLU
Yine buyurdu ki:
— "Bizim yolumuz sohbettir. Halvette (yalnızlıkta) şöhret vardır. Şöhret ise afettir. Hayır ve bereket cemiyyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet bir kimsenin arkadaşında fani olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, ba'zılarının kalblerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerine başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan ba'zılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hasıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz."
KABİLİYETE GÖRE
Yine buyurdu ki:
—"İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbiliyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yükünü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselama;
—"Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol! buyurulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, talib de bu yola girme kâbiliyeti peydâ olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine bir iş yapmamalıdır ki, işin neticesimeydana çıksın. Sünnet-i seniyyeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dikkatli davranmalıdır ki, kendinde ehlullahın tam bir ma'rifetine kavuşma saadeti nail olsun."
NEFSE MUHALEFET
Buyurdu ki:
—"Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsini muhalefet etmeye (nefsinin isteklerine boyun eğmemeye) muvaffak olduğu için şükretmesi lazımdır. Ebdâllerin makâmını isteyen kimsenin, halini değiştirmesi, ya'ni nefsine muhâlefet etmesi lazımdır, buyurulmuştur."
SÜNNETE UYMAK
Buyurdu ki:
—"Bizim yolumuz, Allahü Teâlanın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshab-ı kirama tabi olmaktır. İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve hahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenler, istersek cezbe ile, dilersek bir başka usulle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan alim bir tabibe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesmbit eder ve ona göre ilaç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten faide hasıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, muhabbet tohumu yer almıştır. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu, denir. Bizim sohbetimize dahil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâladan başka herşeyden alakasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü Teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazifemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez."
VASITAYIZ
Buyurdular ki:
— Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü Teâlânın minâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu halde bu yolda ilerleyen kimse, kıyamete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zatın terbiye nimetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez."
MURADLARDAN..
Bir defasında da buyurdu ki:
—"Biz Allahü Teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk. Bizi murâdlardan, çekip götürülenlerden eyledi."
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yolunun esaslarından olan;
—"Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik" buyurması, Resûlüllah (s.a.v.) efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.
KALBE TEVECCÜH
Buyurdu ki:
—"Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalb ile de Allahü Teâlaya teveccühtür. Kalb ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmektir. Yeme içme giyme ve oturmada, işlerde ve adetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan alimin sohbetini ganimet bilmektir. Hocasının huzurunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve ele geçen şey; Allahü Teâlânın devamlı huzurunda olmaktır. Eshâb-ı kiram zamanında buna "İhsan" ismi verilmiştir. Ya'nî her an Allahü teâlanın gördüğünü bilmek ve Allahü Teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmek haline İhsân denilmiştir. Bu yolda ilerleme esnasında; nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hallere gömülmek, fena ve beka makamlarına ulaşmak, üstün ahlak ile ahlaklanmak gibi on makam ele geçer."
ŞERİATA UYMAK
Yine buyurdu ki:
—"İslam dininin hükümlerini yapmak, ya'ni emirleri yapıp yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hatta mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret miktarınca kullanmak, tamamen nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyalık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Velâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa Cenab-ı Hakk'ın feyzi her an gelmektedir."
İŞİ İYİ YAPMAK LAZIM
Hace Alâüddin Gucdüvani de şöyle anlatmıştır: "Ben Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin son hastalıklarında, vefatından önce huzurunda idim. Ölüm halinde iken huzuruna girmiştim. Beni görünce;
—"Ala! Sofrayı getir yemek ye!" buyurdu. Bana hep "Ala" diye hitab ederlerdi. Ben emrine uymak için sofrayı getirip, birkaç lokma yedim. Hocam o halde hasta iken benim yemek yiyecek takatim yoktu. Sofrayı kaldırdım. Mübarek gözlerini açıp, sofrayı kaldırmış olduğumu gördü. Tekrar;
—"Alâ! Sofrayı getir yemek ye!" buyurdu. Sofrayı getirip, birkaç lokma daha yiyip kaldırdım. Yine sofranın kalkmış olduğunu görünce;
—"Sofrayı getir yemek ye! Yemeği iyi yiyip, işi de iyi yapmak lazımdır" buyurdu. Dört defa böyle oldu."
HAYATININ DİĞER SAFHALARI
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri üç kere hacca gitti.
Sonunda Merv'e geldi ve oraya yerleşti. Burada bir süre kaldıktan sonra Buhâra'ya gitti. Buhâra'da Kasr-ı Ârifân'da kaldı. Daha önce bu yerin adı Kasr-ı Hinduvan'dı.
Hemen her yana, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin ünü yayıldı. Ülkenin hemen her yerinden, ona, "Merhaba" demek için kafile kafile insanlar gelip gitmeye başladılar. Onun himmeti ile kâinat nurlanıp ay-dınlandı. Kalblerin karanlığı, ondan gelen ilim bereketi ile gizli ilimlerle aydınlandı, açıldı. Şerli nefisler, onun himmeti ile sürur doldu, sevinç doldu.
Hemen her hali ile gizli ilimler dağıtmaya, Allah vergisi sırları açık-lamaya, Cenâb-ı Hakk'ın tekliğine dair maarif duyguları vermeye, Muhammedî feyizleri aktarmaya devam etti.
YÜKSEK İZAHLARI...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin üstünlü-ğünü anlatan çok belgeler, deliller vardır.
Bir kudsî hadis-i şerifte şöyle geldi:
— "Nefsin, senin bineğindir; ona şefkatli davran."
Bu kudsî hadis-i şerifi, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle açıkladı:
— Burada anlatılan "Nefis.." ile mutmainne nefis murad edilmekte-dir. O nefis, Yusüf suresinin 53. âyetinde buyrulan:
"Ancak Rabbımın merhamet ettiği nefis müstesna.." emri ile şeref-lenmiştir.
Velî kullardan bazısına öyle bir hal gelir ki; ilâhî emirlere karşı baş eğme durumuna kavuşurlar. Bu hallerinde onlar, verilen emre karşı ke-sinlikle aykırı hareket etmezler.
EZÂ'NIN MANASI
Resulüllah (s.a.v) efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "Eziyet veren şeyi yoldan at."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şerifi şöyle yorumladı:
— "Eza.." kelimesinden murad olunan mânâ nefistir. "Yol.." kelime-sinden murad ise, Hak yoludur. Nitekim, Bayezid-i Bestamî'ye de şöyle buyurulmuştur:
— "Nefsini at da gel."
DÖRT AYRI İFADE
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (r.a) şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyden önce Allah'ı gördüm.
Hazret-i Ömer (r.a) de şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyin sonunda Allah'ı gördüm.
Hazret-i Osman (r.a) da şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyle beraber Allah'ı gördüm.
Hazret-i Ali (r.a) de şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyde Allah'ı gördüm.
Dört Hulefa-i Raşidin'in bu sözleri görüldüğü gibi değişiktir. Bu deği-şiklik durumu Şâh Nakşibend Efendimize sorulduğu zaman şöyle dedi:
— Bu değişik görüşler, esasta aynıdır. Ayrılık sadece sözdedir. Değişik anlatmaları, içinde bulundukları hallerden gelir.
SEVENLERİ BEKLEYEN HAL
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle bu-yurdu:
— Cenabı Hakk'ı isteyen, belâ istemiş olur.
Bu mana, bir kudsî hadis-i şerifte şöyle anlatıldı:
— "Beni seveni belaya çarptırırım."
Aynı mana, bir başka hadis-i şerifte de anlatılmıştır; şöyle ki:
Adamın biri, Resulüllah (s.a.v) Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa'ya geldi, şöyle dedi;
— Ey Allahın Resülü, seni seviyorum. Şu cevabı aldı:
— "Öyle ise, yoksulluğa hazırlan."
Bir başkası geldi; o da şöyle dedi:
— Ya Resûlellah, ben Allah'ı seviyorum. Buna da şöyle buyurdu:
— "Öyle ise belaya hazırlan."
MÜMİNİN FİRASETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine şöyle so-ruldu:
— Allah'ın velî kulları gönüllerden geçenlere, gizli amellere, gizli hallere nasıl vakıf olurlar?. Şöyle dedi:
— Allâhü Teâlâ'nın, onlara ikram eylediği firâset nuru ile.. Nitekim, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "Mümin kulun firâsetinden sakının; zîrâ o, Allah'ın nuru ile bakar."
KERÂMET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nden bir gün, keramet göstermesini istediler; şöyle buyurdu:
— Bunca günahla yeryüzünde gezebiliyoruz; bundan daha iyi ke-ramet mi olur?.
SOFİLERİN BAZI SÖZLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün, bazı tasavvuf ehli zatların:
— Sofî yaratılmış değildir, cümlesinin manası soruldu, şöyle dedi:
— Hakikatte sofînin bazı halleri vardır ki, o hali taşıdığı vakit kendisi yoktur. Bu söz de, o hale, o vakte göredir; her zaman için geçerli olmaz; Halbuki sofî de, diğer mahlukat gibi yaratılmıştır.
İSMİN SAHİBİ
Cüneyd-i Bağdadî, bir cümlesinde şöyle demiştir; Allah ondan razı olsun:
— Okuyucuları bırak, sofîlere git.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine soruldu:
— Okuyucu kimdir; sofî kimdir?.
— Şöyle açıkladı:
— Okuyucu, bir isme tutunur kalır; onunla meşgul olur. Sofî ise, ismin sahibi Allah ile olur.
FAKİR VE FAKR HÂLİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'ne sordular:
— Fakir odur ki, Allah'a muhtaç olmaz, cümlesindeki mânâ soruldu şöyle dedi:
— Bundan murad olan mânâ şudur: Cenâb-ı Hakk'tan bir dilekte bu-lunmasına gerek kalmaz. Nitekim, aynı mana, İbrahim Aleyhisselamın şu cümlesinde dahi geçer:
— Rabbımın halimi bilmesi, istememe yer bırakmaz.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine soruldu:
— Fakir hali tamam olunca, Allah zuhura gelir, cümlesinin ifade ettiği asıl mânâ nedir?. Şöyle anlattı:
— Burada ifade edilen mânâ maddi varlığın yokluğa gömülmesidir, kuldaki geçici sıfatların silinmesidir.
Daha sonra şu beyitleri okudu:
Kim olur ki, sen olmasan Allah'tan başka;
Kim kalır ki, sen kalmazsan Allahtan başka..
ŞÂH NAKŞİBEND (k.s.)
HAZRETLERİNİN BAZI SÖZLERİ:
Buyurdular ki:
—Şeyhten gelen güzel haller, mürid için keramet sayılmalıdır.
Buyurdular ki:
—Benim cenazemde şu beyti okuyunuz:
Varlıkla değil, yoklukla geldik zâtına;
Her zaman güzellikler yaraşır şânına:
MECAZ
Denilmiştir ki:
— Mecaz, hakikatın köprüsüdür. Burada anlatılan mecaz tabirini, madde olarak almak lazımdır.
Bu cümlenin yorumunu, Şâh Nakşibend Hazretleri şöyle yaptı:
— Zahirde, batında, iş olarak, söz olarak yapılan ibadetlerin tamamını madde alanında görmek, mecaz bilmek gerekir. Bir hak yolcusu sâlik, bunları aşıp ötelere geçmedikçe, gerçeğe ulaşamaz.
ZİYARET
—Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Ebu Said Ebu Hayr'ın şöyle dediğini anlattı:
— Kalb huzuru ile yapılan aralıklı ziyaret, huzursuz olarak devamlı yapılan ziyaretten hayırlıdır.
ANLAŞILAMAYANLAR
— Müride düşen, şeyhinden anlayamadığı bir şey görürse, ne kadar dayanabilirse o kadar dayanmak; onun hakkında kötü düşünceye ka-pılmamaktır.
Bu yola ilk giren biri, anlayamadığı durumu şeyhinden sorabilir; orta halli ise soramaz.
MAHVİYYET
— Çocuğun biri mektepten çıkmıştı. Mushaf- ı Şerif'i de yanındaydı. Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri İle karşılaştı, se-lâm verdi. Şah Efendimiz de onun selâmına karşılık verdi. Daha sonra, o çocuğun Mushaf- ı Şerif'ini açtı. 18. sure olan Kehf suresinin 18. aye-tindeki şu kısım çıktı:
— "Köpekleri de, ön ayaklarını giriş kısmına uzatmıştır."
Bu kısmı okuduktan sonra şöyle dedi:
— Ben de onun gibi olmak isterdim.
DERVİŞLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
"Derviş fakirler, peşin çalışırlar; işlerini yarına bırakmazlar. Bunun içindir ki:
— Sofî zat, günün adamıdır, demişler.
NİYET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Niyeti düzeltmek, sonuca ulaşmak için önemlidir. Şunu bilmek lazımdır ki, niyet gayb âleminden gelir; bu çalışıp kazanma yurdundan değil..
Bu sebeple İslâm büyüklerinden İbn-i Sîrîn, Hasan-ı Basrî'nin cenaze namazını kılmadı. Sebebini sordukları zaman da şöyle dedi:
— Niyetim yoktu.
Şeyh Sehl-i Tüsterî'ye de sordular:
— Niyetin nedir? deyince şöyle anlattı:
— Niyet nurdur. Daha sonra da şöyle açıkladı:
— Niyet harflerinden NUN harfi, Allah'ın nurudur; YA harfi Allah'ın elidir, HA harfi Allah'ın hidayetidir.
Ve..niyet, ruhtan gelen bir esintidir.
DERVİŞ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri müridlerine bir gün şöyle sordu:
— Fakir derviş nedir, kimdir, nasıldır?. Müridleri arasında cevap ve-ren olmayınca şöyle dedi:
— Onun içinde savaş vardır; dışında ise sulh..
NÂFİLE İBÂDETLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Hak yolcusu sâlik, zaman zaman nafile ibadetleri bırakabilir. Bunun sebebi de, tabiî durumunun ona alışmasıdır. Unutturulur ki, Nafile ibadetleri alışkanlık haline getirip onlarla yetinmesin. zîrâ Hak yolcusu sâlik, can yoldaşını Hak bilecek; amelleri değil.. Bunun içindir ki, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa şöyle buyur-muştur:
— "Gözümün nuru namazdır."
Şöyle buyurmadı:
— Gözümün nuru namazladır.
YAŞANMAYAN ANLATILIRSA
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Bir mürid, kendisinde bulunmayan bir hali anlatırsa; Allâhü Teâlâ, o hâle ermeyi o müride haram eder.
DELİNİN ŞİİRİ
Delinin biri, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzurunda şu beyti okudu:
Hoşlanır hemen herkes hoş şeylerden ancak;
Büyük oynayan başka şeylerden hoşlanacak..
Bunun üzerine Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Biz bu yolda, bu türde sözlerin sahiplerinden yararlandık.
Daha sonra müridlerine bu beyti ezberlemelerini emretti.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Bir kimse sadece kendisini düşünürse, kendisini düşünmemiş olur. Ama başkasını düşünen kendisini düşünmüş olur.
Yine buyurdular ki:
Allâhü Teâlâ, beni dünyayı batırmak için yarattı; halbuki insanlar benden dünyanın yapılmasını istiyorlar.
VELİLERİN HALLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Allah'ın sevgili kulları velîler, halkın yükünü alırlar; ta ki, insanlar onlardan edeb öğreneler. Bu arada, velî kulların delâleti ile Allâhü Teâlâ'ya yakınlık bulalar.
Velî kullarından her birinin kalbine Allâhü Teâlâ'nın rahmet nazarı vardır; ister o velî kul bilsin, ister bilmesin. Her kim bir velî kul ile karşıla-şırsa, o ilâhî nazarın uğurunu bereketini bulur.
AYNA
— Her şeyin aynası iki yüzlüdür; bizim aynamız ise altı yüzlüdür.
Kırk yıldan beri, aynama bakmaktayım; düşünmekteyim. Onun üze-rinde de çalışmaktayım. Varlık aynam, hiç bozulmadı.
— Bir kimse Allah'ı bilirse, hiç bir şey ona korku vermez.
EDEBİN HAKİKATİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Edebin hakikatı, edebi bırakmaktır; yani, samimi olmak, ihlâs sa-hibi olmaktır. Edebe gösteriş karışabilir.
— Ebdal makamına ulaşmak istiyorsan, hallerini değiştirmelisin.
VARLIK
— İbadette varlık aranır, ubudiyette varlık harcanır. Varlık baki kal-dıkça amelden iyi netice alınmaz.
ÂRİFLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Ârif zatları maruflarına ulaştıran, başkalarından ayrılıp onu bul-dukları yol, üç şey üzerine kurulmuştur; şöyleki:
1) Murakabe..
Bununla devamlı Cenâb-ı Hakkı'ın varlığı gözetilir; yaratılmışlar ise unutulur gider.
2) Müşahede..
Müşahede ile de, gayb âleminden gelen, kalbe giren ilâhi ihsanlar görülür.
Zamanının bir kalıcı durumu olmayınca, o gelen ihsanları bizim gör-memiz mümkün değildir. Her şey değiştiğine göre, o ihsanlar da bizce kalıcı sıfatlar olamazlar. Bizim bildiğimiz ancak açılış, kapanış halleridir. Kapanış durumunda celâl sıfatını, açılış durumundaysa cemal sıfatını kavrarız.
3) Muhasebe..
Muhasebe ise, üzerimizden geçen hemen her saatte ve her anda nefsimizi hesaba çekmemizdir. Bakmalıyız: Acaba ânımız, saatimiz nasıl geçti: Huzurla mı, yoksa dağınık ve perişan mı?. Eksik yanlarımızı anlar anlamaz, hemen işe koyulmamız gerekir.
KÖTÜ DÜŞÜNCELER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Gönülden geçen yaramaz şeyleri atmakta sâlikler değişiktir.Bazıları kötü hatıraları daha gelmeden görür, onları kendisine ulaşmadan savuşturur.Bazıları da, o hatıralar gönlüne girdikten sonra kovar. Ama, gönlünde yer tutup oraya yerleşmeden önce..Bazıları da, o hatıralar geldikten, gönlünde yer ettikten sonra onu atmaya gayret eder. Böyle bir gayretin tam bir faydası olmaz. Meğer ki, sâlik o hatıraların geliş kaynağını bilmiş, bulmuş olsun, nereden ve ne sebeple geldiğini kavrasın.. Böyle bir bilgi de faydadan hali değildir.
Hallerin değişme şeklini, bir halden bir hale geçme durumunu bilmek, gayet zordur.
VUKUF-I ZAMÂNÎ
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, bu yolda önemli bir mânâ ifade eden, "Vukuf-u zamanî" Cümlesi üzerinde şöyle bir açıklama yaptı:
— Vukuf-u zamanî, cümlesi ile anlatılan manaya dikkat etmek, her sâlikin görevidir. Buna göre, her haline dikkat etmesi gerekir. Gelip geçen her zaman için ne yapması gerekiyorsa onu yapmalıdır. Şükür gerekse şükür etmeli, özür dilemek gerekli ise özür dilemelidir.
Hâsılı: İçinde bulunduğu zamanda ve durumda ne yapmak lazım ise onu yapmalıdır.
ZİKİR TELKİNİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Zikir telkini, kâmil ve mükemmil bir zattan gelmeli ki, tesiri olsun ve iyi sonuçlar elde edilsin.. zîrâ ok, sultanın ok kabından atılırsa, koru-ması daha da güçlü olur.
ZİKİR
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Hâce-i Azizan Şeyh Ali Ramitenî'nin zikir işinde tuttuğu iki yolu vardı: Biri açık zikir, biri gizli zikirdi. Ben gizli zikir tarafını tercih ettim. zîrâ gizli zikir daha güçlü, daha uygundur.
VUKÛF-U ADEDÎ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri "Vukuf-u adedî"cümlesi üzerine de bir açıklama yaptı:
— Ledünnî ilim mertebelerinin ilki buradan başlar. Hak ehli zatları tam sevmeye kimsenin gücü yetmez; meğerki onları sevecek kimse, nef-sanî sıfatlarından sıyrılıp çıkmış olsun.
VELİLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
—Velîler, işini bilen avcılara benzerler. Vahşî hayvanlar onların tu-zaklarına düşer. Sonra onlar, dikkatle, dirayetle işlerler; ehlîleşmiş olarak salarlar.
EDEPLER
Bu yolumuz için üç edep vardır:
1) Allah'a karşı edep..
Bu edebinde Allah yolcusu mürid içten, dıştan kulluğunu tam yap-maya çalışacaktır. Emirleri tutacak, yasaklardan kaçacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın zatından başka hiç bir şeyi gönlüne almayacaktır.
2) Resulüllah'a karşı edep:
Onun şanında olacak edep, Al-i İmran suresinin 31. ayetinde buyu-rulan:
— "Deki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun; ki, Allah da sizi sev-sin."
Emir icabı, ona tabi olma makamına girip kaybolmak, her hal ve za-manda ona uymayı vazife bilmek..
Bu arada, şunu kesin olarak bilmek gerekir ki: Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa, Cenâb-ı Hakk ile kulları ara-sında bir vasıtadır; Bu sebeple, onsuz hiç bir yere varılamaz. Hemen her şey, onun emri altındadır.
3) Şeyhlere karşı edep..
Bu edep de, Hakk'ı arayan müridlere düşer. Şeyhlere karşı edepli olmak gerekir. zîrâ onlar Resulüllah'a uyma için bir sebeptir. Bunlar, kendi hallerine göre, Cenâb-ı Hakk'a davetçidirler.
Durum böyle olunca, her müride düşen, onların yanında olmasa da hallerine biat etmek, onlara uymak, himmet eteklerine yapışmaktır.
MÜRŞİD
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Mürşid makamında oturan bir zata düşen; şu üç zamanda, kendi-sine teslim olan bir müridin halini bilmektir.
1) Geçmişte durumu nedir?.
2) Gelecekte ne olacaktır?.
3) Şimdi içinde bulunduğu hali nedir?.
Mürşid olan bir zat, bunları bilecek ki: sâliki ona göre terbiye etsin.
Mürid olmak isteyene de düşer ki: Allah'ın sevgili kullarından biri ile buluştuğu zaman, önce ne halde olduğunu bir güzel anlaya.. Sohbet edip çıktıktan sonra da, önceki hali ile, şimdiki halini bir güzel tarta.. Eğer önceki haline göre, eksiği tamamlanmış, eski durumundan artıya geçmiş ise:
— Tam buldun; bırakma..
Emri icabı, o değerli zata uymayı, Allâhü Teâlâ'nın emri bir farz-ı ayn gibi bile..
MÜJDE
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Uzaktan, yakından her kim bizi sever, bize bağlanır, bize meyil ederse, kesinlikle onu, her gününde, her gecesinde gözetiriz. Daimî bir yardımla ona şefkat, terbiye gözü kaynağından yardım ederiz. Ancak bir şartımız var: Kendisini kötülüğe karşı koruyacak, yardım yollarını kapamayacak; bu yolları maddî şeylere karşı aşırı alaka kir ve paslarından temizleyecek..
ZİKRİN FAZİLETİ
Bir hadis-i kudside şöyle buyuruldu:
— "Ben, beni zikredenin can yoldaşıyım."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bunun üze-rine şöyle dedi:
— Burada, mânâ ehli zatların haline işaret edilmektedir; onların Cenâb-ı Hakk ile oldukları hiç unutulmamalıdır.
ÜMMET
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa, iki hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur;
— "Ümmetim, dalâlet üzerine birleşmez."
— "Ümmetimin Cehennem ateşinden alacağı nasip, İbrahim aley-hisselâmın Nemrud'un ateşinden aldığı nasip kadardır."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şeriflerde geçen "Ümmet.." tabirini şöyle yorumladı:
— Bu, Kur'an'a, sünnete uyan ümmettir; zîrâ, ümmet esasta üç gu-ruba ayrılır; şöyleki:
1) Davet ümmeti. Bu guruba kafirler girer.
2) İcabet ümmeti. Bu guruba amelsiz, ibadetsiz kimseler girer.
3) Mütabaat ümmeti.
Bu guruba, Kur'an emirlerini tutanlar, sünnete göre hareket edenler, helâli helâl, haramı haram bilenler girer ki; asıl ümmet bunlardır.
NAMAZ
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
— "Namaz, müminin miracıdır."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şerif üzerine şöyle buyurdular:
— Burada, hakikî namaz derecelerine işaret edilmektedir. Hakîki namaz ise şudur: İlk tekbiri aldığı zaman, namaz kılan kimse, hal olarak Cenâb-ı Hakk'ın en büyük olduğunu anlayacak, onun en büyük olduğu kulda, hal olacak.. Bu arada kalbine huzur, saygı dolacak. Sonunda, Cenâb-ı Hakk'ın zatında müstağrak mertebesine gelecek..İşte, mümine mi-rac olan namaz, bu namazdır.
Bu şekilde namaz kılmak, Resulüllah Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın bir sıfatıdır. (Sallallahü aleyhi ve sellem)
Şöyle anlatıldı:
—Namaz esnasında, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin kalbinden öyle sesler çıkarmış ki: Bazı kimseler tarafından Medine-i Münevvere dışından dahi duyulurmuş. Bu ses, kaynayan bir tencerenin fokurdamasını andırırmış..
NAMAZDA HUZUR
Buhâra âlimlerinden biri, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine sordu:
— Bir kul, namazda nasıl huzur bulabilir?. Şu cevabı aldı:
— Dört hususa dikkat ederse, namazda tam huzuru bulması müm-kündür:
1)Daima helâl yemek..
2) Namazın dışında dahi Cenâb-ı Hakk'ı hiç unutmamak..
3) Abdest alırken, Cenâb-ı Hakk'ı unutmamak..
4) İlk tekbiri alırken kendisini Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda bilmek..
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "İnsanların, senden görmek istemedikleri bir işi; insanların olma-dığı yerde de yapma."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadisi şerifin açıklamasında şöyle buyurdu:
— Bundaki işaret odur ki, Hak yolcusu sâlik, boş sandığı yerleri de dolu bilecek. Açıkta, herkesin gözü önünde ne yapıyorsa kimsenin ol-madığını sandığı gizli yerde de onu yapacak.
GÜNAHIN ZARARI
Bazı rivayetlerde, büyüklerin sözlerinde şöyle anlatılmıştır:
— Allah bir kulu severse, ona günahın zararı dokunmaz.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu cümleyi şöyle yorumladı:
— Sevilen bir kul, af dilemesini de bilir. Buna göre, günah işlediği zaman peşinden af dileyip tevbe eder ve ona günahın zararı dokunmaz. zîrâ, tevbe edip pişman olanı Allah bağışlar.
NAMAZ— ORUÇ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
—Namaz, oruç, nefisle mücahede etmek, Allâhü Teâlâ'ya ulaştıran yollardan sayılır. Ancak, bize göre, bu fânî varlıktan geçmek, sahibine ölmeden önce teslim etmek, yolların en yakını olsa gerek.. Eğer o varlıktan bir bakiye kalması icap ediyor ise ibadet için, nefisle, mücahede için harcanmalıdır. Esasına bakılırsa yakınlık, ancak tercihi bırakmak, yapılan işleri görmek sureti ile olur.
MASİVA İLE ALAKA
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin menkıbe-lerini derleyen Şeyh Salâh şöyle anlattı:
— Şah Nakşibend Hazretleri bir gün, şöyle buyurdular:
— Cenâb-ı Hakk'ın zatından başka şeylere karşı (mâsivâya karşı) ilgi duymak, sâlik için büyük bir perdedir.
Daha sonra şu beyti okudu:
En büyük perde masivayla alakadır;
Ondan kurtulmak vuslatın anahtarıdır..
Hakikat ehli zatlar da, Hakîki imanı şöyle tarif ettiler:
— Allâhü Teâlâ'nın zatından başka her ne varsa -ister zarar, ister yarar- hepsini attıktan sonra Cenâb-ı Hakk'a can ü gönülden bağlanmak..
Bir kimse, nefse aykırı hareket ederse; -isterse bu aykırı hareket, az bir şey olsun- onun, büyük bir iş olarak görülmesi gerekir. Böyle bir başarıyı ihsan eylediği için de, Allâhü Teâlâ'ya şükürler etmelidir.
Bir kimse diyecek olursa ki:
— Ben ebdal makamını istiyorum..
Ona şöyle demek gerekir:
— Öyle ise, uygunsuz hallerini değiştir.
Bu değişiklikten murad olan mânâ da nefse aykırı davranmaktır.
GERÇEK MÜRŞİD
— Biz, ilk zamanlar kendimizi aranan, başkalarını da arayan sanırdık. Yanılmışız; şimdi o görüşümüzden dönüyoruz. Gerçek mürşid, Allâhü Teâlâ'dır. O, kimin içinde, bu yola karşı bir istek bulursa bize yolluyor. Bize gelince de, nasibi neyse, bizim yolumuzdan ona kavuşuyor.
HAKK'LA MEŞGULİYET
Şöyle anlatıldı:
— Müridlerinden biri, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine selâm verdi; ancak selâmına karşılık alamadı; bu sebeple de içi burkuldu.
Durumu kendisine anlattıkları zaman şöyle dedi:
— Benim namıma ondan özür dileyiniz. O anda bütün varlığımla kendimi Cenâb-ı Hakk'ın kelâmını dinlemeye vermiştim. Cenâb-ı Hakk'ın kelâmı, beni halkın selâmından aldı.
"ÇALIŞAN ALLAH'IN SEVGİLİSİDİR"
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu;
— "Çalışıp kazanan, Allah'ın sevgilisidir."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şerifin yorumunu şöyle yaptı:
— Dünya malını biriktirme için çalışan değil, Allah'ın rızasını ka-zanmak için çalışıp kazanan, Allah'ın sevgilisidir;
TESLİMİYET
Buyurdular ki:
—Bir kimse, özünü Cenâb-ı Hakk'a teslim ettikten, işlerini ona bırak-tıktan sonra kalkar da bir başkasına dayanırsa, şirke düşmüş olur. Böyle bir davranış, belki avam halk için hoş görülür; ancak, havas (şeçme) zatlardan gelen böyle bir davranış bağışlanmaz.
TEVHİD— MA'RİFET
Buyurdular ki:
—Zaman zaman, tevhid sırrına ermek mümkündür; amma ma'rifet sırrına ermek çok zor iştir.
ŞİKÂYET
Buyurdular ki:
— Bir derviş, bir yerine batan dikenden şikâyet ederse, önce şunu öğrenmesi lazımdır: Bu işe, nereden, nasıl uğradı?.
BU YOLA GİRMEK İSTEYEN
Buyurdular ki:
—Bizim yolumuza girmek isteyen, önce arkadaşlarımızla sohbet et-meye başlayacak. Bu sohbetini bir müddet devam ettirmeli ki, bizim sohbetimiz için bir kabiliyet elde edebilsin.
NAKŞİBENDİYYE YOLU
Buyurdular ki:
—Yolumuz, ender bulunan yollardandır. Sağlam halkadır. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetlerine tutun-maktan başka bir şey değildir. Ashab-ı Kiramın takib ettiği yolu izlemek-ten başka bir gaye yoktur.
FAZİLET
Buyurdular ki:
— Beni bu yola fazilet kapısından aldılar. Önce de, sonra da bu yolda ben, faziletten başka bir şey görmedim.
SÜNNETE UYMAK
Buyurdular ki:
—Bu yola girip güzel amel işlemek, gönül açıklığı verir. Sünnet-i Seniyye yolunda gitmek ise, amellerin en büyüğüdür.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin üsteki cümlesi, bir bakıma şu cümlesinin açıklamasıdır:
— Bizim yolumuzdan ayrılan, dinî yönden büyük tehlike içindedir.
BU YOLA NASIL GİRİLİR
Buyurdular ki:
— Kul, sizin yolunuza nasıl girebilir; nereden girebilir?.
Şöyle buyurdular:
— Rusulüllah (s.a.v) Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetlerini iz-lemek yolundan .
TEVEKKÜL
Buyurdular ki:
—Tevekkül eden kimseye düşer ki, kendisini, tevekkül eden biri gibi göstermeğe; çalışıp kazanması ile bu halini gizleye..
KUSURSUZ DOST
Buyurdular ki:
—Ayıplı kimselere bakacak olursak, arkadaşsız kalırız. Hiç kimse yoktur ki; beşeriyet sıfatından tam arınmış olsun. Beşer elbette şaşar.
—Biz, bu yolda düşük hallere dayandık kaldık. Allâhü Teâlâ bize, sırf kerem olarak ihsanlar eyledi, üstün kıldı. Aslında izzet, üstünlük, Allah'ındır, Allah'ın Resûlü'nündür.
İFTİRA
Şah Nakşibend Hazretleri duydu ki; arkadaşlarından biri kendisi için "Kibirli" diyor. Bunu duyunca şöyle buyurdu:
— Bizdeki büyüklük, Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğündendir.
Bu sözdeki derinliği anlayan anladı...
BAZI HALLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin zühd hali katıksızdı; gani gönüllüydü.
Bütün işlerinde, şüpheli şeylerden kaçınırdı; bilhassa yemesinde, iç-mesinde çok hassas davranırdı. Arpa ve fiğ ekmeğinden başka bir şey yemezdi. Bunların ekimini de kendisi yapardı. Ektiği arpanın, fiğin to-humunu, ekimini, sulamasını araştırır; helâl yoldan gelmelerine dikkat ederdi.
Nice ilim sahipleri, sırf onun helâl ekmeğinden yemeyi uğur saydık-ları için ziyaretine gelir yerlerdi.
Dünyalıktan yana çok az şeye sahipti.
Evine kış günleri eski bir örtü, yaz günleri de hasır sererdi.
Fakirleri ve fakirlik halini severdi. Müridilerini de bu işlere teşvik ederdi.
Bilhassa kendine bağlıları helâl yoldan kazanıp yemeye teşvik ederdi. Buna delil olarak da, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın şu hadis-i şerifini okurdu:
— "İbadet on bölümdür; bunların dokuzu helâl kazançtır. Kalan biri de diğer ibadetlerdir."
Çarşamba günleri müridlerinin dükkanlarına gider kasalarının başına oturur, paraları eline alıp havaya atar, paralardan bir kısmı siyah kuş şekline girer uçar gider diğerleri de kasaya geri dönerdi. Böylece müridlerini haram paradan korumuş olurdu.
Bu arada şöyle derdi:
— Her ne elde ettiysem, helal lokma yemekten elde ettim.
HELAL YEMEK
Fakir dervişlerin yemeklerini kendi eli ile yapardı; onların sofralarını bizzat kendisi hazırlardı.
Onlar gelip de sofraya oturdukları zaman, huzurlarını korumalarını tavsiye ederdi; bu huzur işinin üzerinde çok dururdu.
Sofraya oturanlardan biri, gaflet halinde bir lokma alacak olsa, keşif yolu ile onu uyarır, gafletle bir şey yememesini tenbih ederdi. Bunun için şöyle derdi:
— Yararlı işlerin meydana gelmesi, ancak helâl yemekten gelir. Helâl yemekten gelmesi de, onu huzurla yemeğe bağlıdır. Kula huzur gelmesi, cümle zamanında ayık olması, bilhassa namazda huzurlu bulunması, yediği helâl yemeği, huzurla yemesine bağlıdır.
ÖFKE İLE PİŞİRİLEN YEMEK
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün Gazyut'a gitmişti. Müridlerinden biri, orada kendisine yemek getirdi. O yemeğe baktı, şöyle dedi:
— Bunu yapan kimse, hamurunu yuğurmasından, pişirip bu hale ge-tirinceye kadar hep öfkeli idi; böyle bir yemeği yemek bize yakışmaz. Bu gibi hallerle yapılan yemekte hayır yoktur; bereket yoktur. O yemeğe şeytan yol bulup girmiş, ondan nasıl iyi netice alınabilir!.
MELİK HÜSEYİNİN ZİYAFETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Herat'a gelmişti.
Melik Hüseyin orada bir ziyafet vermişti. Bu ziyafete ülkesinin ileri gelenlerini, büyük meşayihini, âlimlerini de davet etmişti. Kendisi de bizzat sofranın başında durdu ve şöyle dedi:
— Buyurun, yiyin. Bu yemek helâldir. Babamdan kalan mirasla hazır-ladım. Kıyamet günü bunun cevabını vermeğe kefilim.
Bunun üzerine hepsi yemeğe başladılar. Ancak Şah Nakşibend Hazretleri yemedi. Şeyh'ul-islam Kutbüddin de oradaydı. Kendisi za-manın ileri gelen âlimi sayılıyordu. Şah Nakşibend Hazretlerinin yemek yemediğini görünce sordu:
— Neden yemiyorsunuz?.
Şah Efendimiz şu cevabı verdi:
— Benim bir hâkimim var. Bu davayı ona arz ettim. Bana şöyle dedi:
— Bu işte, senin için iki yön var. Şöyle ki: Bu yemekten yemezsen, sana soracakları zaman, vereceğin cevap şu olur:
— Sultanın sofrasında bulundum ama, ondan bir şey yemedim. Bu kadarla, kurtulursun. Eğer ondan yiyecek olursan, sana :
— Niçin yedin?.diye sordukları zaman nasıl cevap vereceksin?.
Şeyh'ul-islam bu sözden çok etkilendi; şaşırdı kaldı. Hemen yemekten elini çekti. Sultan'dan kendisini hoş görmesini istedi. Bu defa Sultan ne yapacağını şaşırdı ve şöyle dedi:
— Peki bu kadar yemeği ne yapacağız?.
Şeyhü'l-İslam şöyle dedi:
— Hazret-i Bahaeddin Nakşibend'e soralım; ne derse öyle edelim.
Sordular. Şöyle dedi:
— Eğer bu yemek şüpheli ise, dervişlere verilmesi olmaz. Şayet helâl ise, şüphesiz Herat'ta çok fakir var. Onların bir lokmaya dahi ihtiyaçları var. Onlara verilmesi en uygundur.
Orada bulunanlar, bu cevaba hayran kaldılar.
SULTANIN ZİYARETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Serahs'te bulunuyordu. Melik Hüseyin ona bir elçi yolladı. Bir de mektup yazmıştı. O mektupta şöyle diyordu:
— Dervişleri görmeye müştakız; emriniz nedir?.
Bu cümlesi ile şöyle demek istiyordu:
— Biz mi oraya gelelim, siz mi buraya gelirsiniz?.
Şah Nakşibend Hazretlerinin âdetinde, sultanların yanına gitmek yoktu. Ancak baktı ki: Sultan'ın Serahs'e kadar gelmesinde büyük bir zahmet olacak. Kendisi için iyi olsa da, insanlar çok zahmet çekecekler. Bunun üzerine kendisi Herat'a doğru yola çıktı.
Herat'a gidince, Şeyh Abdüllah Ensarî'nin zaviyesinde konaklamaya karar verdi. Orada gördü ki, Sultan, saray erkânı, hizmetçiler, ileri gelenler, âlimler toplanmışlar, kendisini karşılamaya çıkmışlar.
Şah Nakşibend Hazretlerini çok güzel karşıladılar. Sultan onu aldı, kendi sarayına götürdü.
Az dinlenmeden sonra, büyük bir sofra hazırlandı. O sofrada en güzel, en kıymetli yiyecekler vardı.
Orada bulunanlar yemeğe başladılar; fakat Şah Hazretleri elini sür-medi. O sofrada bulunan âlimler şöyle dediler:
— Bu yemekte av eti vardır; av eti ise helâldir. Onda şüphe yoktur; yiyebilirsiniz.
Şöyle dedi:
— Ben, sultanların yemeklerini yemem. Bana inanan bir cemaat var. Bu yemeğin sahibi de o sultanlardan biri.. Şayet bu yemekten yersem, nasıl bir yemekten yediğimi kimse kestirmez. Oradakiler şöyle dediler:
—Sizde, atadan kalma fakr hali var.
Şah Nakşibend Hazretleri şu cevabı verdi:
— Hayır, öyle değil!. Bana ilâhî bir cezbe erişti ki, insanların ve cin-lerin tüm işlerine bedeldir. Onunla bu saadete erdim. Bu sırada Sultan ona bir başka soru sordu:
— Sizin yolunuzda, açık zikir, halvet hali, sema varmı?.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu soruya da şöyle cevap verdi:
— Öyle değil. Sultan tekrar sordu:
— Öyle ise sorunuz nasıldır?. Şu cevabı aldı:
— Bizim yolumuz, HÂCE Abdülhalik Gucdüvanî'nin dediği gibidir ki o, "Celvette halvettir"
— Bunun manası nedir?, diye sordukları zaman da şöyle dedi:
— Kulun dışta halk ile, içte ise Cenâb-ı Hakk ile alış verişte olması gerekir.
Daha sonra da şöyle bir beyt okudu:
Uyanık ol, olma sakın gaafil,
Halka karış, yabancı gibi eğil..
Sultan tekrar sordu:
— Böyle bir şey mümkün müdür?. Şu cevabı aldı:
— Elbette mümkündür. Allâhü Teâlâ Kur'an'da Nur suresindeki (4/37) âyetinde şöyle buyuruyor:
— "Onlar, öyle erlerdir ki, kendilerini ne ticaret, ne de alış veriş Allah'ı anmaktan alıkoyar." Sultan tekrar sordu:
— Bazı büyükler şöyle derler:
— Velâyet, nübüvvetten daha faziletlidir. Bu faziletli velâyet, hangi velâyettir?.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu soruya da şu cevabı verdi:
— Peygamberin velâyeti, nübüvvetinden daha faziletlidir.
Bundan sonra, Sultan'a veda edip Şeyh Abdüllah Ensarî'nin zaviye-sine döndü.
Orada az durduktan sonra Sultan ona, has adamları ile kaplar içinde çeşitli hediyeler yolladı. Getirenler dediler ki:
— Sultan, bunların kabul edilmesini sizden diliyor.
Onları kabul etmedi. Getirenlere şöyle dedi:
— Allâhü Teâlâ, bana inâyet ettiğinden beri, bu halimle elimin tersini yere baktırmaya hiç kimsenin gücü yetmedi. Durumu sultan'a anlatın. Bu gibi hediyeler göndermeyi içinden geçirmesin.
Gece olunca, Sultan'ın hanımı kölesi ile Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine hediyeler gönderdi. Bu hediyeler arasında gömlek vardı ve mendil vardı.
Getirenler şöyle dediler:
— Hanımefendimiz bunu kendi eli ile dikti. Sizin niyetinize yaptı. Kabul etmenizi istedi.
Onları da kabul etmedi.
Kabul etmesini istirham ettiler, ısrar ettiler. Fakat hiç bir şeyi kabul etmedi. Bu halinde giydiği suftu, amame idi, guştu. Hiç biri de yeni sa-yılmazdı.
İşte bu haliyle o hem Sultan'ın, hem de Herat halkının sevgisini ka-zandı; onların gönlünde taht kurdu.
MÜSAFİRE İKRAM
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri çoğunlukla oruç tutardı. Ancak, kendisine bir müsafir geldiği zaman; yanında ona ikram edecek bir şey varsa, onunla oturur yerdi. Gizlice müridine de şöyle derdi:
— Ashab-ı kiram, bir yerde buluştukları zaman, bir şey tatmadan oradan ayrılmazlardı. (Radıyallahü anhüm)
Ebul Hasen Harkanî, Usul-ü tarikat Vusul- ü Hakikat kitabında buyurdular:
— Masıyet sayılmayan işlerde din kardeşlerine uyar davranmak fazi-letlidir. Sevab itibarı ile de, nafile oruçtan az sevab işlenmiş olmaz. Kaldı ki: Nafile oruçta esas olan gizli kalmasıdır.
ORUÇLU GENÇ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine pişmiş bir balık hediyesi geldi. Dervişler de yanında bulunuyorlardı. Aralarında bir âbid, zâhid genç vardı. O gün oruçluydu. Şah Nakşibend Hazretleri o gence şöyle dedi:
— Arkadaşlarına uy, orucunu aç.
O genç, böyle bir emri kabul etmedi; orucunu açmadı. Şah efendimiz ona şöyle dedi:
— Sen bugün orucunu aç, arkadaşlarınla ye. Ben sana, ramazan ayında tutulan bir günlük oruç sevabı bağışlayacağım.
O genç, yine bu emri kabul etmedi; orucunu açmadı. Bu sefer de, Şah Hazretleri şöyle dedi:
— Sen şimdi bu orucu aç, gelen şu balığı kardeşlerinle birlikte ye. Ben sana ramazan günlerinde tutulan oruçlar kadar oruç sevabı bağışlıyayım.
O genç bunu da kabul etmedi, orucunu bozmayacağını söyledi. Bunun üzerine, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
— Senin gibi biri ile Sultan'ül-Arifin Bayezid-i Bestamî de karşılaştı; Allah ondan razı olsun.
Sonra şu emri verdi:
— Bunu bırakınız; zîrâ bu, Hak'tan da, hakikattan da uzaktır.
Zira o gibi kimseler, Allah'ın veli kullarının emirlerini küçümsemişler-dir. Bundan sonra Allâhü Teâlâ onu, belâdan belâya çarptırdı. Dünyada uğramadığı felâket kalmadı. İçinde bulunduğu ibâdet saadetinden de oldu. Zühdü de eridi; iyi hali de..
BAYEZİD-İ BESTAMÎ VAKASI
Ebu Türab Nahşibî Hazretleri, Bayezid-i Bestamî efendimizin ziyare-tine gelmişti. (Allah ikisinden de razı olsun.)
Hizmetçi ona yemek getirdi. Ebu Türab Nahşebî de o hizmetçiye şöyle dedi:
— Otur da beraber yiyelim. Hizmetçi şöyle dedi:
— Ben oruçluyum, yemem.
Ebu Türab Nahşebî de ona şöyle dedi:
— Sen gel, şimdi benimle yemek ye, orucunu aç; sana bir senelik oruç sevabı var.
O hizmetçi genç yine:
— Oruçluyum, yiyemem, deyince, Ebu Türab Nahşebî şöyle dedi:
— Etme, eyleme, gel benimle yemek ye; orucunu aç; sana iki senelik oruç sevabı var.
Yine de yemek istemeyince, Bayezid-i Bestamî ona şöyle dedi:
— Allah'ın gözünden düşen kimseyi kendi haline bırak.
Kısa bir süre sonra o hizmetçi yoldan çıktı. Halleri değişti, kötüleşti. Sonunda hırsızlık bile etti; sağ eli kesildi.
KENDİSİ HİZMET EDERDİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini bir dostu ziyarete geldiği zaman, onun hizmetini bizzat kendisi yapardı. Nekadar hizmet edilmesi gerekli ise, o kadar hizmet ederdi. Bilhassa onun bineğine çok iyi bakardı. Mübarek eli ile o hayvana su verir, yem verirdi. Ta ki: Ziyarete gelen dostunun aklı binek hayvanında kalmasın. zîrâ, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa şöyle buyurmuştur:
— "Müminin derdi bineğidir; münafıkın derdi ise midesidir."
Bu arada şöyle derdi:
— Anlatıldığına göre, Hâce-i Azizan, kendisine bir konuk geldiği zaman, ilk işi o konuğun binek hayvanına bakmak, onun ihtiyacını gi-dermek olurdu. Bunun sebebi sorulduğu zaman da, şöyle derdi:
— Bu konuğun bana ulaşmasına, onunla şerefyab olmama bu binek sebeb oldu.
CANA MİNNET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin evine dervişler geldiği zaman, önce dışarıdan taş toplar getirirdi. Bu taşları, önce mübarek yüzüne sürerdi; sonra temizlik için kullanılmak üzere bir yere koyardı.
Gelen dervişler için de şöyle derdi:
— Bunların gelişi, benim canıma minnettir.
ÇOK YAKIN ALAKA ...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, müridlerin-den birini ziyarete gittiği zaman; önce onun âilesini, çocuklarını sorardı. Onlardan herbirinin haline uygun bir şekilde latife eder şakalaşırdı.
Bu arada onun yakınlarından, binek hayvanından, hatta tavuklarından bile sorardı. Hemen her birine karşı, durumlarına uygun şekilde şefkat gösterirdi.
Bu yaptıklarının sebebini de şöyle anlatırdı:
— Bayezid-i Bestamî de, istiğrak halinden kurtulduktan sonra böyle yapardı. (Allah ondan razı olsun)
HEDİYE KABUL EDERDİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şartına uygun olarak bir hediye verildiği zaman kabul ederdi. Kabul ettiği hediyenin karşılığını da bolca ve kat kat verirdi.
Onun bu hali, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin güzel sünnetlerinden aldığı bir numûne idi.
KERAMETLERİNDEN
Kendisi anlatıyor:
— Muhammed Zahid'le birlikte çöle çıktık. Yanımızda taş kırmaya yarayan âlet vardı; onunla meşgul oluyorduk. Bize bir hal geldi, o âleti de atmamız gerekti, attık.
Bundan sonra manadan, marifetten söz etmeye başladık. Sonunda söz bizi ubudiyet manasına çekip getirdi. Bana sordu:
— Bu kulluğun sonu nereye varır?.
Dedim ki:
— İbadet eden biri, bir kimseye "Öl!" diyecek olursa, o kimse derhal ölür. İşte, İbadet insanı bu hale getirir.
Bundan sonra bana bir hal geldi; Muhammed Zahid'e:
— Öl, dedim; o da derhal düşüp öldü. Kuşluk vaktinden, günün or-taya gelmesine kadar ölü olarak kaldı. Vakit de sıcaktı. Sıcaktan bunal-dım, ne yapacağımı da şaşırdım.
Bundan sonra onu bir gölgeye çektim; yanında oturdum. Tam bir şaşkınlık içindeydim. Bir ara yanına iyice yaklaştım, baktım ki, sıcaktan kokmaya başlamış.. Kendi kendime:
— İşte şimdi olan oldu, dedim..
Ben, anlatılan hal içinde iken, bana şöyle bir ses geldi;:
— Ya Muhammed, şaşırma; ona,"diril" dersen dirilir.
Hemen onun yanına gittim; üç kere, ona:
— Diril, dedim. Yavaş yavaş canlanmaya başladı. Ben de öyle bakıp duruyordum. Sonunda ilk halini aldı.
Sonra Seyyid Emir Kilâl'e gittim; durumu anlattım. Bana şöyle dedi:
— Oğlum, niçin ona, "diril"demedin?.
Dedimki:
— Ancak, bana bu yolda bir ilham geldikten sonra dedim; o zaman dirildi.
BEYT
Gitti Şâh Nakşibend ol hâce-i dünya ve din,
Ol ki, şâh-ı rah dîn-ü devlet milleti.
Oldu çün me'va ve menzil O'na Kasr-ı Arifân,
Bu sebepten Kasr-ı Arifân oldu sal-i rıhleti.
Hâce Hazretlerinin müridlerinden biri hikâye etmiştir ki, Hazret-i pîr irtihal buyurduklarında ben Kîş şehrinde idim. İrtihal haberlerini işittiğim zaman çok üzüldüm. Ve kendi kendime yine medreseye devam etmeye karar verdim. O gece Hâce Hazretlerini rü'yada gördüm.
Buyurdular ki:
—"Zeyd bin Hâris dinin tek ve dâim olduğunu söyledi." Bu işaret üzerine anladım ki, onlar hayatlarında da ve mematlarında da sâlikleri, Kur'an'a, sünnete ve eshab-ı kiramın yoluna sevkedip Hakk'ı irşad ederler. (Radıyallahü anh)
BEYAZ BUZAĞI...
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin kıymetli valideleri anlatıyorlar:
Oğlum Bahâüddin dört yaşında iken, evimizde hamile bulunan bir ineğe işaretle şöyle dedi:
—"Bu inek beyaz bir buzağı doğuracaktır. Hakikaten öyle vaki oldu.
YAKIN GEL...
Mevlâna Muhammed Hirevî Bağdad'dan, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin ziyareti için Buhâra'ya gelip sohbetlerine dahil olarak O'nun müridlerinden oldu. Bir müddet sonra Hâce Hazretlerinden himmet taleb etti. Hâce Hazretleri:
—"Himmetin vakti var." buyurdular. Bir müddet sonra Mevlâna diğer müridlerle beraber hâce Hazretlerinin yüksek meclisinde iken, Hazret-i Hâce Mevlâna'ya hitaben:
— Bana yakın gel himmetin vakti geldi, buyurdu. Mevlâna hemen kalkıp Hâce Hazretlerinin yanına gitti. Cenâb-ı Hâce onu önüne oturttu ve buyurdu:
—Vakıf ol ki, nasibine nail olasın.
Sonra şehadet parmağı ile Mevlâna'nın dizine dokundu. O vakit mevlâna'ya bir hayret gelip kendinden geçti. Sonra Hâce Hazretleri onu eski haline döndürdü ve:
—Haberdar ol ki, vakit geçiyor, diyerek parmağını Mevlâna'nın dizine tekrar dokundurdu. Yine Mevlâna'ya gaybet gelip bî-hûş olarak yere yuvarlandı. Hâce Hazretleri onu tekrar eski haline döndürdü ve:
— Vakıf ol fırsat az kaldı, dedi. O zaman Mevlâna feryada başlaya-rak üstündeki elbiselerini yırttı. Ve Hazret-i Hâce Mevlâna'ya buyurdular ki:
—Bu vakit Bağ-ı zâgân vakti değildir. O sözden Mevlâna gayet üzüldü. Yine Hazreti Mevlâna'yı eski haline döndürerek hakîkata ulaş-tırdılar.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzurunda bulunan diğer dervişler; Mevlâna'dan sordular ki: Hâce Hazretlerinin "Bu vakit bâğ-ı zâgân vakti değildir" sözünden maksat ve bunun manası nedir? Mevlâna:
—Bâğ-ı zâgân herat'ta bir yerin ismidir. Bir dost ile bir gün orada sohbet ederken o dost bana dedi ki; Bir gün ola sen bir sahib-i himmetin sohbetine dahil olasın o gün halin gayet hoş olur, beni unutma. İşte o zaman Hâce Hazretleri beni o hale eriştirdi. O dostumun bâğ-ı zâgân'daki sözü hatırıma geldi. İşte Hâce Hazretlerinin bâğ-ı zâgân vakti değildir sözü ona işarettir. Benim o haldeki üzüntüm ise, Hâce Hazretlerinin hatırımdan geçen şeylere vakıf olmasındandı. Ben bu kadar gezip dolaştım, bir çok keşif ve keramet sahibi ile müşerref oldum, lâkin Hâce Hazretleri gibi esrar-ı kulûba muttali olan kimseye tesadüf etmedim. Öyle sanıyorum ki, bu zamanda onun gibi tasarruf sahibi ve keşif ehli kimse yoktur.
"UNUTMAK DOSTLUĞUN ŞANINDAN DEĞİLDİR."
Büyük âlimlerden bir zat şöyle demişti: Gençliğimde Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini çok severdim. Onların himmetiyle bende acaip haller zuhur etti. Bana:
— Beni hiç hatırından çıkarma, diye vasiyet etmişti. Ben de O'nu daima hatırımda tasavvur edip râbıta ederdim. Babam o zaman Mekke'ye gitti ve beni de götürdü. Yolda Herat'a uğradık. Şehri temaşa ederken, Hâce Hazretlerinin Râbıtalarından bana gaflet gelip bendeki o eski haller gitti. Sonra İsfahan'a gittim. Orada kâmil bir şeyh vardı. Bütün İsfahan ehli ondan himmet ve dua talep ederdi. O zat-ı şeriften çok kerâmetler zuhur etmişti. Babam beni alıp o zâtın huzuruna götürdü. Benim için onlardan himmet talep eyledi. Lakin ben Hâce Hazretlerinden çok korkduğumdan o zatın huzurundan dışarıya çıktım. Ondan sonra gidip Beytullâh'ı ziyaret ettik. Dönüşümüzde Hâce Hazretlerinin ziyaretleriyle müşerref olduğumuz zaman, O'nu unuttuğumdan dolayı çok korkuyordum. Benim korktuğumu keşif buyurarak:
— Korkma biz kusuru affederiz. Sen benim oğlumsun. Benim oğulla-rıma sahip çıkıp tasarruf etmek kimin haddine? dedi.
Daha sonra, bana latife yaparak:
—Herat'a gittiğin zaman beni niçin unuttun? buyurdular. Ve şu mısraı okudular:
"Unutmak dostluğun şanından değildir."
"O GÜNAHI BEN ETTİM"
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin dervişanından birisi anlatıyor:
—Bir gün Nesef isimli yerde birisi ile kavga ettim. O da benden çok incindi. Bir müddet sonra Buhâra'ya gidip Hâce Hazretlerini ziyaret ettim, bana hiç iltifat etmediler. Çok kimseler vasıtası ile onlara şefaat ettirdim, bir faide vermedi. Lâkin çok yalvardım, buyurdular ki:
— Ben Nesef'e gidip incittiğin kimseden özür dilemedikçe, bizim sohbetimize seni koymayız. Ondan sonra üzülürek Nesef'e döndüm ve Hâce Hazretlerinin teşrif buyurmasını bekledim. Bir gün Hâce Hazretleri Nesef'i teşrif edip evime geldiler ve hiç oturmadılar. O kavga ettiğim kimsenin evine gittiler. Mübarek yüzünü onun eşiğine koyarak özür dilediler ve buyurdular ki:
— O günahı ben ettim, derviş etmedi. Affeyle.
O kimse Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini böyle görünce kendinden geçti. Sonra kendine gelip çok ağladı. Benim kusurumu affettikten başka, kendisi özür dilemeye başladı ve Hâce Hazretlerinin ayaklarına kapandı. Daha sonra tevbe ederek inabe aldı ihvanımızdan oldu ve Hâce Hazretlerinin dervişleri arasına katıldı. Hâce Hazretlerinin bu güzel ahlâkını duyanlar O'na muhabbet edip saadete erdiler.
KABİRLE KONUŞMA
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Tûs şehrini teşrifle orada bir kaç gün kaldılar. Bir gün dervişler ve sâir ahbabiyle Mâşuk Tûsî'nin kabrini ziyarete gittiler. Kabre yaklaştıkları zaman:
— Esselâmü Aleyke ya Mâşuk-ı Tûsî! nasılsın, iyimisin? diye nida ettiler. Kabirden:
— Ve aleykesselâm, iyiyim, rahatım, cevabı geldi. Hâce Hazretleriyle gidenlerin hepsi bunu işittiler. O cemaat içinden birisi Hâce Hazretlerini inkâr ederdi. Fakat bu kerameti müşahede edince, inkârına tevbe etti. O'na inananlardan ve sevenlerden oldu.
ELMALAR
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine müridlerinden birisi bir miktar elma hediye getirdi. Hazreti Hâce de o elmaları hazır bulunanlara taksim ettiler. Ve buyurdular ki:
— Bir saate kadar kimse hissesine düşeni yemesin. zîrâ bu elmalar şimdi tesbih ediyorlar.
Hâce Hazretleri bu haberi verdiklerinde, hazır bulunanlar o elmaların tesbihlerini işittiler.
DAĞDAN BİR SET
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden Emir Hüseyin hi-kaye etmiştir:
— Hâce Nakşıbend Hazretleri bir gece, yarın filan dostumun ziya-retine gitmem gerek. İnşaallah onbeş güne kadar gelirim, demiş. Sabah olunca dervişleriyle beraberce yola revan olup gitmişlerdi. O gün Hâce Hazretlerinin ayrılığına sabredip dayanamadım. Derhal O'na kavuşmak arzum galebe geldi. Tekkede benimle bir dervişten başka kimse kalma-mıştı. Akşam olduğu zaman o dervişe dedim ki,
— Belki de Hâce Hazretleri benim bu tahammülsüzlüğümü keşf ve şefkat edip geri döner gelir. Nitekim ertesi sabah bir de baktım ki, Hâce Hazretleri dönüp geldiler. Ve bana heybetle bakarak:
— Ben sana demedim mi ki, onbeş gün sonra gelirim. Sen ise önüme dağdan bir sed çektin, o dağı ben nasıl geçip gideyim?. Sonra mübarek yüzlerini o dervişe çevirip,
— Emir Hüseyin sana demedim mi ki, korkarım Hâce Hazretleri yoldan geri döner gelir. O da evet efendim diye cevap verdi. Hâce Hazretleri dahi buyurdular ki:
— İşte o teveccüh ve iştiyakladır ki, önümüze sed çekti. Bunun üze-rine Hâce Hazretlerinin celâlini müşahede edip kalbime büyük bir korku girdi. Ayaklarına kapandım ve "af buyurunuz" efendim dedim. Onlar da bana acıyarak affetti ve dedi ki:
— Söyle bakalım bu sevgi senden mi yoksa bizden mi? diye sordu. Ben de:
— Aman Efendim sizin bizim gibi acizleri sevmeye ihtiyacınız yoktur. Bu muhabbet biz aciz kulun tarafından olsa gerektir.
Bunun üzerine buyurdular ki:
—Bir an bekle ve gör bakalım, dedi. Bir de baktım ki kalbimde Hazreti Üstaza karşı kalbimde muhabbetten eser kalmamış. Hemen ayaklarına kapanarak af diledim. Bunun üzerine buyurdular ki:
— Eğer maksûdun benden ayrılmamak ise beni kendinle beraber zannet. Zîrâ ben senden ayrı değilim, şimdiden sonra sakın beni ken-dinden ayrı bilme.
BİR HAMUR Kİ
Yine Emir Hüseyin hikâye etmiştir: Bir gün Hâce Hazretleri beni bir hizmet ile Kasr-ı Arifân'dan Buhâra'ya göndererek buyurdular ki:
— Bu gece Buhâra'da yat, sabahleyin dön. Ben de derhal yola revan oldum. Yolda giderken nefsimle münakaşa edip, hoş olmayan kelimeler söyledim ve dedim ki, "ey nefs! bir gün gelip de ıslah olur musun? işte o zaman senin şerrinden kurtulurum." Ben nefsimi bu şekilde azarlarken, karşıma nuranî bir zat çıktı ve bana şöyle hitab etti:
— Sen bu yolda ne mihnet ve meşakkat çektin ki, nefsini böyle paylı-yorsun. Bu yoldan geçen meşayıh, öyle mihnet ve meşakkat çekmişlerdir ki, sen onun bir zerresine bile dayanamazsın.
Ondan sonra o zat bana dünyadan giden meşayıhı ve çektikleri zahmetleri birer birer ve isimleriyle beraber anlattı. Ben de özür dileyerek kusurumu itiraf ettim. Daha sonra o zat heybesinden bir miktar hamur çıkarıp bana verdi. Bu hamuru Buhâra'da pişirip ye dedi. Ben de hamuru alıp yoluma devam ettim. Buhâra'ya vardığım zaman hamuru pişirmek üzere fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru görünce hayret ederek;
— Ben şimdiye kadar böyle bir hamur görmedim, bunu sana kim verdi, sen kimsin? dedi. Ben de dedim ki;
— Hâce Muhammed Bahâü'd-dîn-i Nakşibend Hazretlerinin mürid-lerindenim. Bunun üzerine o fırıncı ta'zim ve hürmetle hamuru pişirdi, bana verdi. Ben de o ekmekten bir parça ona verdim. Sonra Hâce Hazretlerinin emir buyurmuş oldukları işi görüp Buhâra'da Gül'âbâd mahallesi mescidinde akşam ve yatsı namazlarını kıldım. Namazdan sonra kıbleye müteveccihen oturdum. O zaman nefsim elma arzu etti. Gördüm ki, mescidin penceresinden bir kaç elma attılar. Elmaları alıp o ekmek ile yedim. Gece yarısına kadar o mescidde kaldıktan sonra yola çıktım ve sabahleyin Kasr-ı Arifân'a eriştim. Sabah namazında Hâce Hazretlerinin huzur-u saadetlerine gittim. Buyurdular ki;
— Sana yolda rastlayan ve hamuru veren kimdi; bildin mi? Ben de bilemediğimi söyleyince buyurdular:
—O, Hazret-i Hızır Aleyhisselâm idi. Daha sonra elma kıssasını haber verdiler ve buyurdular ki,
— Ne saadet o fırıncıya ki, o hamuru pişirdi ve ondan yemek dahi nasib oldu. Daha sonra o fırıncı dahi Hâce Hazretlerinin bağlılarından oldu.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzur-u âlîlerine yine bir kimse gelip selâm verdi. Cenâb-ı Hâce selâmı aldılar ve ne için geldiklerini sorduklarında, ruhaniyet-i âlîlerini istemeye geldiğini söyledi. HÂCE Hâzretleri hazır bulunan dervişlere hitaben:
— Ne dersiniz, vereyim mi? buyurdular. Dervişler de:
— Efendimizin lütuf ve keremlerine nihayet yoktur; siz bilirsiniz, de-diler. Hazret-i Hâce o kimseye bir nazar etti. O nazarla o kimsede öyle bir acîb hal zâhir oldu ki, her kim onu görse ona âşık olup gönül verirdi.
ÂHÛLAR
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden Mevlâna Necmeddin anlatıyor:
— Bir gün Hâce Hazretleriyle Buhâra yakınlarında bir sahrada gi-derken iki âhunun gezdiğini gördük. Hâce Hazretleri bana hitaben buyurdular:
— Hak Teâlâ'nın kulları yanına bu ahular gibi vahşî hayvanlar gelir. Sen de dile ki, bunlar senin yanına gelsinler. Ben ise şu karşılığı verdim.
— Benim ne haddime ki, sizin huzurunuzda böyle bir keramet dile-ğinde bulunayım. Tekrar buyurdular ki,
—Sen, onlara doğru git onlar sana gelirler. Ben de ileriye doğru bir iki adım attım. Ahular da koşarak yanıma geldiler. Hâce Hazretleri:
— Hangisini istersen tut, dedi. Ben birisini tutayım derken, diğeri beni tut gibilerinden yanıma geldi. Tutmak isterken kaçtı, ötekisi geldi. Ben hayretler içinde kalarak, bir türlü hiç birini tutamadım. Bunun üzerine Hâce Hazretleri bir âhunun sırtına mübarek elini koyarak:
— Sana Hâcet kalmadı ben tuttum, dedi. Daha sonra her iki ahuyu da yerlerine bırakarak yolumuza devam ettik. Onlar da arkamızdan baka kaldılar.
BOSTANINI SULA
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden biri şöyle anlatır: Kasr-ı Arifan'da bir bostan ektim. Fakat sular kesildiğinden bostanı sula-yamadım. Hâce Hazretleri o günlerde bostanıma geldi ve buyurdu ki;
— Bostanı sulama vakti geldi.
Ben de:
— Evet efendim sulama vakti geldi, fakat sular kesildi, dedim. Hâce Hazretleri buyurdular:
— Cenab-ı Hak sana su vermeye kaadirdir, hemen su yollarını aç. Ben de acele ile su yollarını açtım ve o gece sabah oluncaya kadar bekledim. Sabah vakti su geldi, Bostanımı suladım. Hatta bir miktar soğan ve sarımsak vardı, onları dahi suladım. Daha sonra su kesildi. Acaba dağlara yağmur mu yağdı diye düşündüm. Gidip ırmağa baktım, fakat sudan eser görmedim. Acaba bu su nereden geldi de ben bostanımı suladım diye hayretler içinde kaldım. Sonra Hâce Hazretlerinin ziyaretine gittim. Bana buyurdular ki;
— Bostanını suladın mı?
— Evet suladım dedim.
—Peki su kesilince ne yaptın? dedi.
—Irmağa gittim. Baktım ki, sudan eser yoktu. Bu suyun nereden gel-diğine taaccüb ettim. Bunun üzerine Hâce Hazretleri:
—Bu bir sırdır, sen bu sırrı gördün, ağzını tut, buyurdular.
UNUN SIRRI
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin dervişlerinden bir derviş hikâye etti: Bir gün Hâce Hazretleri ben fakirin evine teşrif ettiler. Çok sevindim. Gidip pazardan bir yük un aldım. O unu Hâce Hazretleri gördüğü zaman:
—Bu unu ailen ve çocuklarınla pişirip yeyin ve onun sırrını kimseye bildirme, buyurdu. Hâce Hazretleri o zaman evimde iki ay kadar müsafir kaldılar. Yanında bir çok da müridleri vardı. Evde çoluk çocuğumdan başka ahbaplarım da vardı. Hem o undan yedik. Hatta bütün müsafirler gittikten sonra uzun bir müddet daha o undan yedik. Un yine eskisi gibi duruyordu, hiç eksilmedi. Sonra Hâce Hazretlerinin mübarek sözlerini unutarak o sırrı aile efradıma söyledim. Bunun üzerine o undan bereket kesildi ve un tükendi.
"MEVLANA ARİFİ ÖZLEDİM"
Seyyid Emir Kilâl Hazretlerinin oğlu Emir Burhaneddin (k.s.), hikâye buyurur:
— Bir gün Buhâra'da, Hâce Hazretleri hanemizi teşrif buyurdular. Sohbet esnasında kendilerinin çok neşeli olmasından istifade ederek:
— Efendim Mevlâna Arif'i çok özledim, O'na teveccüh buyurunuz da Nesef'ten gelsin görüşelim, ricasında bulundum. Hâce Hazretleri de evimin damına çıkarak üç defa:
— Mevlâna Arif! diye nida ettiler. Ve buyurdular ki,
— Mevlâna Arif çağırdığımı duydu; kalkıp geliyor.
Bir gün sonra Mevlâna Arif, Nesef'ten Buhâra'ya teşrif ettiler ve doğruca benim evime geldiler. Ben olanları O'na anlattım, O'da:
— Dün falan saatte eshabımla meclisde sohbet ederken, Hâce Hazretlerinin davet sesi kulağıma geldi. Acele olarak kalkıp geldim, bu-yurdu.
TANDIRIN ATEŞİ
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden İshak ismindeki zatın evine buyurdular. Orada hazır bulunan dervişler yemek pişirmek üzere tandıra fazla miktarda odun koymuşlardı. Her biri başka bir işle meşgul oldukları bir sırada tandırın ateşi çok fazlalaştı ve dışarıya çıkmaya başladı. Bunun üzerine Hâce Hazretleri mübarek ellerini tandırın içine soktu ve Bi-inayet-i Teâlâ tandırın ateşi sakinleşti. Mübarek ellerini tandırdan çıkardıkları zaman Hakk'ın inayeti ile ne elbiselerine ve ne de bir tüylerine bir şey olmuştu.
KES DE YİYELİM
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin müridlerinden Derviş Muhammed Zâhid hikâye eder:
—İlk talebelik zamanımda Hâce Hazretleriyle bir gün sahrada gi-derken canım karpuz istedi. Bahar mevsimi idi. Hâce Hazretlerinden bir karpuz niyaz ettim. O sahrada bir çay akıyordu. Hâce Hazretleri bana:
— Muhammed, çay kenarına git, buyurdular. Ben de hemen gittim ve bir de gördüm ki, "Baba Şeyh" denilen bir cins büyük ve sulu bir karpuz su üzerinden gelip bir kenara durdu. Onu aldım ve Hâce Hazretlerine götürdüm. Henüz bostandan yeni koparılmıştı. Hâce Hazretleri buyurdular:
— Kes de onu yiyelim.
O kerametini de gördükten sonra Hâce Hazretlerinin büyük bir ta-sarruf ehli olduğunu yakînen anladım ve çok feyze nail oldum.
ÇOCUK KOKUSU
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin dervişlerinden birisi hikâye eder: Bir gün HÂCE Hazretlerinin tatlı ve feyizli sohbetlerinin cezbesi içimde peydah oldu. Bunun üzerine Taşkent 'ten Buhâra'ya gittim. Giderken ailem bana bir mikdar akçe vererek, "Bunları Hâce Hazretlerine ver" dedi. Ben niçin gönderdiğini sordumsa da bir şey söylemedi. Hâce Hazretlerinin huzurlarına vardığım zaman o akçeleri önlerine koydum. Hâce Hazretleri o akçeleri görünce tebessüm buyurdular ve:
—Bu akçelerden bir çocuk kokusu geliyor, dediler. Ümit ederim ki, Hak Sübhanehu ve Teâlâ sana bir çocuk ihsan buyuracak. Hakikaten Cenâb-ı Hak Hâce Hazretlerinin bereket ve himmetleriyle bana bir çocuk ihsan etti.
KERAMETLERİNDEN...
Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri anlattı:
— Maveraünnehir meliki Sultan Abdullah Kazgan Buhâra'ya geldiği zaman; Buhâra çevresinde ava çıkmaya niyetlendi. Bazı kimseleri de kendisi ile ava çıkmaya zorladı.
Şah Nakşibend Hazretleri de, o sırada Buhâra köylerinden bir köy-deydi. O köyün halkı da Sultan ile ava çıktı. Avlanmaya başladılar. Onlar av işi ile meşgulken, Şah Efendimiz yüksekçe bir yere çıkmış, elbisesinin söküklerini yamıyordu. Bulunduğu yer ava çıkanlara da pek uzak değildi.
Bu sırada aklına şöyle geldi:
— Velî kulların Allah katında üstünlükleri vardır; bu sebeple de nice sultanlar gelip onların eşiklerine başlarını koyarlar.
Bu işi, akıldan geçirir geçirmez, hemen kendisine doğru bir atlının geldiğini gördü. Sultanlar gibi de süslenmişti.
Yanına yalaştığı zaman atından indi, tam bir saygı ile, edeple geldi, Şah Nakşibend Hazretlerine selâm verdi. Güneşin altında, bir saat kadar hiç ses etmeden öyle durdu.
Sonra Şah Nakşibend Hazretleri başını kaldırdı, o gelene sordu:
— Neyle meşguldün?.
O da şöyle anlattı:
— Ben, av işi ile meşguldüm; şimdi beni burada buldunuz. Elimde olmadan, bu tarafa doğru çekildim. Bu tarafa gelince de sizi gördüm. Gönlüm, sizin tarafınıza meyletti.
Bundan sonra önünde eğilmeye, tevazu göstermeye, kendisinden yardım istemeye başladı. Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de ona şöyle dedi:
— Beni bırak git. Ben fakir bir dervişim. Bu köyde oturuyorum. Abdullah Kazgan insanları ava çıkardı. Ben de onlarla birlikte ava geldim. Av işini yapamayınca, geldim buraya oturdum.
Bu sefer de o gelen şöyle dedi:
— Ama efendimiz, siz beni avladınız.
Bundan sonra Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri kalktı, elbisesini giydi, çöle doğru yollandı. O kimse de, peşine takıldı. Öyleki: Gittikce gidiyor; durdukca da duruyordu. Hem de tam bir gönüllü olarak..
Sonunda Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona bir heybetli bakış baktı; o kimse olduğu yere çakılıp kaldı; bir daha da onun peşine düşme gücünü kendinde bulamadı.
O SAĞDIR...
Müridlerinden biri anlattı:
— Merv beldesinde, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin hizmetinde bulunuyordum. İçimden gidip âilemi görmek geldi. Ailem de Buhâra'daydı. Kardeşim Şemseddin de ölmüştü. Şah Efendimizden de bir türlü izin alma cesaretini kendimde bulamıyordum.
O zaman, Emir Hüseyin de onun yanındaydı. Benim namıma izin is-temesini ondan rica ettim.
Cuma namazına çıkmıştı. Mescidden döndüğü zaman, Emir, karde-şimin ölümünü ona anlattı. Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri onun verdiği bu habere :
— Bu nasıl haber; o sağdır, yaşıyor!. Şimdi onun kokusunu alıyorum. Hatta onun kokusunu yakından almaktayım, dedi.
Daha bu sözü tamam olmamıştı ki: Kardeşim Buhara'dan geldi. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine selâm verdi.
Bunun üzerine, Şah Efendimiz şöyle dedi:
— Ey Emir Hüseyin, işte Şemseddin!.
Bunu görenlere ve orada bulunanlara çok büyük bir manevî hal geldi.
MEVLANA ARİF
Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri anlatıyor:
— Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Buhâra'daydı. Mevlâna Arif ise, onun yakın sevdilerinden biri idi ve Harzem'de bulunuyordu.
Bir gün, müridleri arasında iken, onu görür gibi konuşmaya başladı; söz sırasında şöyle dedi:
— Şimdi Mevlâna Arif Harzem'den çıktı; Saray'a doğru gidiyor. Saray yolundan falan yere kadar geldi.
Bir an durduktan sonra şöyle dedi:
— Mevlâna Arif'in gönlüne Saray'a gitmemek geldi; işte şimdi yine Harzem'e döndü.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridleri, bugünün tarihini, saatini kaydettiler. Mevlâna Arif, Harzem'den Buhâra'ya geldiği zaman, Şah Nakşibend Hazretlerinin haberini ona anlattılar ve durumu sordular. Mevlâna Arif onlara şöyle dedi:
— Bunlar aynen oldu.
TİRMİZİ VE HIZIR ALEYHİSSELAM
Mevlâna Şeyh Abdullah Hoçendî anlattı:
— Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin soh-betine gitmemin sebebi şöyle olmuştu:
Senelerce önce, içime bir ateş düşmüş gibiydi. O sıralarda ben Hoçend'de bulunuyordum. Kararsız bir halde ve yerimde duramaz oldum. Bu yola girme susuzluğu ile yandım tutuştum.
Bunun üzerine Hoçend'den çıkıp, Tirmiz'e geldim. Gelir gelmez de, Büyük Arif Tirmizî'nin kabrini ziyarete gittim. Çok perişan bir durum-daydım.
Daha sonra, Ceyhun ırmağının kenarındaki mescide gidip orada yattım. Orada şöyle bir rüya gördüm: İki tane heybetli Şeyh. Onların biri bana şöyle dedi:
— Bizi tanıdın mı?. Ben, Muhammed b. Ali Tirmizi'yim. Bu da Hızır aleyhisselâmdır. Kendini yorma, sıkılma. Arzu ettiğin şeyin zamanı geldi. Ancak aradığını, on iki sene sonra Buhâra'da Şeyh Bahâeddin'in elinde bulacaksın. O, zamanın kutbudur.
Bundan sonra ayıldım. İçimdeki ıstırap dindi. Ben de Hoçend'e dön-düm.
Aradan geçen bir hayli zamandan sonra, çarşıya çıkmıştım. İki tane Türk gördüm. Mescide girdiler. Bir yere oturdular, konuşmaya başladılar.
Onların konuşmalarına kulak verip, dinledim. Tarikat halleri üzerine konuşuyorlardı. İster istemez, kalbim onlara meyletti. Derhal oradan çıkıp, onlara yemek getirdim. Onlardan biri şöyle dedi:
— Bu, şu kimseye benziyor ki: Sultanımızın oğlu Şeyh İshak'ın mü-ridi olmaya lâyıktır.
Onun böyle demesini duyunca, onlardan, sözünü ettikleri Şeyh'in halini, ahvalini bana anlatmalarını istedim. Şöyle dediler:
— O, Hoçend'in falan nahiyesindedir.
Hemen oraya gittim. Bana karşı, tam bir lütufla muamele etti. Onun bir de oğlu vardı ki, yüzünden temizliği, ihlası okunuyordu.
Bir gün, o oğluna babası şöyle dedi:
— Yavrucuğum, o, Şeyh Bahaeddin'in evlâdı arasındadır; benim onun üzerinde hükmüm geçerli değil.
Bunun üzerine, yine Hoçend'e döndüm. Verilen işarete göre, zamanın gelmesini beklemeye başladım.
Aradan az bir süre geçmişti ki, kalbimde, beni Buhâra tarafına çeken bir hal buldum. Artık, bir an bile durma gücünü kendimde bulamıyordum. Hemen yola koyuldum.
Buhâra'ya gider gitmez de, Şeyh Bahaüddin Nakşibend Efendimizin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görür görmez bana şöyle dedi:
— Artık rahat edebilirsin ey Abdüllah Hoçendî.. On iki senenin dolmasına üç gün kaldı.
Bunun üzerine, beni bir başka hal tuttu. Ona karşı sevgi şafağım arttı. Kalbimin ufkunu aydınlık sardı. Bu sözden, orada bulunanlar anlamadılar. Bunun için bana sordular:
— Ne demek istedi?.
Onlara durumu anlattığım zaman, bir kat daha sevindiler, yüzleri parladı.
Bundan sonra Hazreti Üstaz tam bir inayetle bana yöneldi, himmet kucağını açtı. Kendisinin bir çocuğu olmamı kabul etti; Allah ondan razı olsun.
ÖĞLE VAKTİ
Alâeddin Attar Hazretleri anlattı:
— Bulutlu bir günde, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yanındaydım. Bana sordu:
— Öğlen vakti geldi.
Dedimki:
— Henüz gelmedi.
Bunun üzerine bana :
— Başını kaldırıp bak, dedi.
Başımı kaldırıp göğe baktığım zaman, arada hiç bir perde görmedim. Melekler öğlen namazını kılıyorlardı.
Bundan sonra tekrar sordu:
— Ne diyorsun, öğlen vati gelmiş mi?.
Utandım, önceki sözümden ötürü bağışlanmamı diledim. Özümde de büyük bir ağırlık duydum.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridle-rinden biri anlattı:
— Şah Nakşibend Hazretleri beni bir iş için bir yere yolladı. Dönüp geldiğim zaman, müridleri, şimdi Şah Hazretlerinin mübarek kabri olan bahçede buldum. Hepsi de ayaktaydı. Ellerinde kazma ve zenbil vardı. Onları öyle görünce, beni bir ateş bastı..
Aradan bir saat kadar zaman geçtikten sonra Şah Efendimiz evinden çıkıp geldi ve bana sordu:
— Seni bozulmuş gördüm, neden?.
Dedim ki:
— Buraya geldikten sonra beni şiddetli bir korku sardı; hangi se-bepten olduğunu bilemedim.
Bana şöyle dedi:
— Sebebini öğrenmek istiyorsan, Emir Hüseyin'e sor.
Ona sordum. Emir Hüseyin şöyle anlattı:
— Müridler, buraya bir sabah toprak taşımaya geldiler. Sen aralarında yoktun. Şah Efendimiz de konağa müridlere yemek hazırlamak için girdi. Az durduk, bir genç, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin evinden çıktı, bize doğru gelmeye başladı. O, gelirken havada uçuyor, kuş gibi bir yerden bir yere zıplıyordu. Bize yaklaşınca da, başımızın üstünden geçip gitti. Hepimiz durduk, ona bakmaya başladık. Neredeyse işimizi bırakacak, onun tesirinde kalacak, dağılacaktık. Biz bu hal içinde iken, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri evinden çıktı:
— Ben gelinceye kadar yerinizde durun, der gibi işaret etti. Onun bu sözünden de, bizi büyük bir korku sardı.
Sonra geldi, halimizi gördü. Bana döndü ve şöyle dedi:
— Sendeki korku diğerlerine de aksetti. Sonra devam etti ve şöyle dedi:
— O gence gelince... Kendisini Nesef'ten Buhâra'ya giderken gördüm; uçuyordu. Kendisine yaklaşıp sordum:
— Gayb erleri ile sohbeti niçin bıraktın; eleme hasret düştün?.
Şöyle anlattı:
— Ben falan beldedenim, onlar beni aralarına aldılar. Bir gün onlarla birlikte bir dağda oturmuştuk. Hatırıma kadın geldi, çocuk geldi. Aklımdan geçenleri anladılar, hemen beni bırakıp gittiler. Onlar giderken birinin eteğine yapıştım. Onlara dedim ki:
— Hiç olmazsa beni meskûn bir yere bırakın. Beni getirip buraya bıraktılar.
Daha sonra Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anlattı:
— Ben onu, Nesef'ten Buhâra'ya altı günde getirdim; evime yerleş-tirdim.
Size yemek hazırlamaya gittiğim zaman, gitme için benden izin istedi; ben de ona izin verdim. Size yemek getirmek istedim. Sizdeki dağınık hali, aklınızın dağıldığını görünce hemen dışarı çıktım ve size gereken işareti verdim.
Sonra da şöyle devam etti:
— Onda celâl tecellîsi vardı. Bir müride düşer ki, ayağını sağlam basa. Öyle her bir şeyden sarsılmaya ve hiç bir şekilde şeyhine bağlılıktan kopmaya.. Hızır aleyhisselâmı görse dahi, dönüp bakmaya..O gördüğünüz gençte, heybet, satvet hali ağır basmıştı. Uçması önemli değil; o kolay iş.. Sinekler de havada uçuşuyorlar.
Bundan sonra Şah Nakşibend Hazretleri Emir Hüseyin'e, diğer mü-ridlere şu emri verdi:
— Seleleri toprakla doldurun, olduğu gibi bırakın.
Öyle yaptılar.
Bundan sonra Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri o selelere işaret etti. Onlar kendiliklerinden yürüyüp gereken yere topraklarını boşalttılar. Sonra bize dönüp geldiler.
Bu işi defalarca yaptı. Sonra da şöyle dedi:
— Bu ve bunun gibi işlerin, Allâhü Teâlâ'nın has kulları yanında bir değeri yoktur.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri anlattı:
— Şeyh Taceddin, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridlerinden biri idi. Onu Kasr-ı Ârifân'dan Buhâra'ya bir iş için gönderdiği zaman, çok kısa zamanda gider gelirdi. zîrâ o, müridlerin gözünden kaybolduğu zaman, uçardı.
Bizzat kendisi şöyle anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, beni yine bir iş için Buhâra'ya yolladı. Ben de aynı şekilde uçtum. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri beni o vaziyette gittiğim yolda buldu ve o hali benden aldı. Bundan sonra bir daha uçamadım.
HIZIR ALEYHİSSELAM
Şeyh Husrev anlatıyor:
— Bir gün, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini ziyaret etmeye niyet-lendim.
Ziyaretine gittiğim zaman, bahçedeki havuzun kenarında ayakta duruyor, tanımadığım bir şeyh ile konuşuyordu. Yanına gidip selâm verdiğim zaman, o şeyh, oradan ayrıldı, bahçenin bir başka tarafına gitti. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bana iki kere:
— Bu Hızır aleyhisselâmdır,dedi. Ben hiç konuşmadım, sustum. Allah'ın yardımı ile, ona karşı içimde de, dışımda da bir meyil görmedim.
Sonra onu, Hanigâhın bahçesinde yine gördüm. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ile konuşuyordu.
Aradan iki ay geçtikten sonra o şeyhi Buhâra pazarında gördüm. Bana gülümsedi. Kendisine selâm verdim. Boynuma sarıldı. Bana açıldı, halimi sordu.
Sonra Kasr-ı Ârifân'a geldim. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin eşiğinde saygı ile durduğum zaman bana bakar bakmaz Hazreti Üstaz şöyle dedi:
— Sen, Buhâra pazarında Hızır aleyhisselâmla buluşmuşsun.
BAHAÜDDİNE TABİ OL
Şöyle anlatıldı:
—İlim sahiplerinden bazılar †£J @ä §πj †o
— Semman'a geldiğimiz zaman, orada şöyle duyduk:
— Burada mübarek bir zat var. Onun adı şudur: Seyyid Mahmud.. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine samimi duyguları var.
Birlikte onun ziyaretine gittik. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ile nasıl buluştuğunu, buluşma sebebini sorduk. Şöyle anlattı:
— Rüyada Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'yı gördüm. O değilse bile, büyük zatlardan biri idi.
Kendisi güzel bir yerdeydi. Yanında da, heybetli biri duruyordu. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'ya sordum:
— Sizinle sohbet şerefine eremedim. Zamanınızın uğurundan bere-ketinden faydalanamadım. Sizinle buluşup görüşemedim. Bu saadeti kaybettim; şimdi ben ne yapayım?.
Bu sorumu; tevazu, saygı ve edeple sormuştum; bana şöyle buyurdu:
— Bana kavuşma bereketine, beni görme faziletine ermek istiyorsan, Bahaüddin'e tabi ol.
Böyle dedikten sonra, yanında duranı işaret etti. Daha önce de, o yanında duran zatı hiç görmemiştim.
Uyandıktan sonra bana verilen ismi, o zatın şeklini, bir kitabın arka-sına yazdım.
Aradan bir müddet geçmişti. Bezci dükkânında oturuyordum. Bir şahsı gördüm. Gayet nurlu ve heybetli idi. Geldi, o da dükkâna oturdu. Onun yüzünü görünce, gördüğüm rüyayı, rüyadaki şahsın şeklini hatır-ladım. Aynısıydı.
Bunun üzerine bana büyük bir hal geldi. O hal benden gittikten sonra ona:
— Bizim fakirhaneye teşrif etseniz? dedim. O da kabul etti.
Birlikte kalktık, o önde, ben arkada yürüyorduk. Evime gelinceye ka-dar hiç bir yere bakmadı. Onun bu hali, kendisinde gördüğüm ilk kerameti idi. Çünkü, daha önce evimi hiç görmüş olamaz.
Eve geldikten sonra, benim hususi odama girdi. Orada gizli bir dolap vardı. Kitaplarımı koymuştum. Mübarek elini uzattı, onların arasından bir kitap çıkardı, bana uzattı; sonra da şöyle dedi:
— Bu kitabın arkasına ne yazmışsın?.
Bir de baktım ki; o kitap, rüyamı yazdığm kitap.. Gününü, tarihini oraya işlemiştim. Aradan yedi sene geçmiş..
Onun, bu durumu bilmesi, beni öncekinden daha da şaşırttı; büyük bir hale kapıldım.
Bu halim de geçtikten sonra, beni lütufla karşıladı. Müridleri arasına girmemi kabul buyurdu. Kapısında hizmet şerefini bana bahşetti.
HIRSIZLIK
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'ni, müridlerinden biri Buhâra'ya davet etmişti. Bu sebebten orada bulunuyordu.
Akşam ezanı vaktiydi. Mevlâ Necmeddin Daderk'e şöyle dedi:
— Sana her ne emir verirsem yerine getirirmisin?.
— Evet..
— Sana hırsızlık etmeni emretsem, bunu da yapar mısın?.
— Hayır, olmaz.
— Niçin olmaz?.
— Allah hakkını tevbe karşılar ama, bunu karşılamaz. Çünkü bunda kul hakkı vardır.
Bunun üzerine Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri :
— Mademki, bizim emrimizi yerine getirmiyorsun; bizimle sohbet etme, dedi.
Mevlâ Necmeddin Daderk, öyle bir bağırış bağırdı ki, bunca genişli-ğine rağmen o yer ona dar geldi. Tevbe etti, bir daha emrine karşı gel-meyeceğine dair söz verdi. Oradakiler de onun haline acıdılar; aracı oldular:
— Bunu bağışla, diye yalvardılar.
Ve Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri onu af-fetti.
Sonra Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bulunduğu yerden çıktı; hiz-metinde Mevlâna Necmeddin ve müridlerinden bir gurup vardı. Semerkand Kapısı tarafında bir yere gittiler. Orada Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir evi gösterip şöyle dedi:
— Bunun bir duvarını delin, içeri girin. Falan yerde bir kâse dolusu para bulacaksınız, onu getirin.
Dediğini yaptılar. Sonra da orada bulunan bir zaviyeye gittiler, oturdular. Aradan bir saat geçtikten sonra, köpek havlaması duyuldu.
Bunun üzerine Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Mevlâna Daderk'i, müridlerinden bir kaç kişi ile o eve yolladı.
Bunlar o eve girdikleri zaman gördüler ki, hırsızlar, bir başka duvarı delmişler, içeri girmişler. Fakat alacak bir şey bulamamışlar. Aralarında da şöyle konuşuyorlar:
— Bizden önce buraya başka hırsızlar girmişler; içindekini almışlar.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridleri bu işe hayret ettiler.
O evin sahibi, yazlık bahçesinde kalıyordu. Sabah olunca, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri o evin sahibine evden alınanları bir müridi ile yolladı. Ve şöyle demesini istedi:
— Dervişler, senin evine uğradılar; durumu anladılar. Bu eşyanı kur-tardılar; hırsızların alıp gitmesini önlediler.
Bundan sonra Mevlâna Necmeddin Daderk'in yüzüne baktı, şöyle dedi:
— Eğer emri derhal yerine getireceğini söyleseydin, büyük bir hik-mete sahip olacaktın.
EDEP
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridlerinden biri anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin sohbet şerefine erdikten sonra; biri bana çokça öğüt vermeğe başladı. Bu, Şeyh Şâdî idi. Şah Hazretleri'nin ileri gelen müridlerinden biri idi. Beni terbiye etmek için, durmadan öğüt veriyor, nasihat ediyordu. Bana verdiği öğütlerin birinde şöyle dedi:
— Bizden hiç kimse, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin bulunduğu tarafa ayaklarını uzatmaz.
Sıcak bir gündü. Gazyut'tan Kasr-ı Ârifân'a gidiyordum. Niyetim, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini ziyaret etmekti.
Yorgunluğumu dinlendirmek, biraz dinlenmek için bir ağacın gölge-sine gittim; yattım. Ayaklarımı da uzattım. Bir böcek geldi, ayağımı iki kere ısırdı. Bundan çok acı duydum, hemen kalktım.
Sonra aynı şekilde bir daha yattım. Bir hayvan geldi, yine ayağımı ısırdı.
Oturdum, bir müdet bu işin hikmetini, sebebini düşündüm. Sonunda Şeyh Sadî'nin nasihati aklıma geldi. Anladım ki: Kasr-ı Ârifân'a doğru ayağımı uzatmışım.
O zaman, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Kasr-ı Ârifân'da bulunu-yordu.
Şunu da anladım ki, bu ısırma işi, benim için bir ikazdır ve edep dışı davranışımı önlemek içindir.
ÇOK ODUN TOPLATTI
Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri anlattı:
— Bir gün Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Emir Hüseyin'e çok odun toplamasını emretti.
O zaman, kış mevsimi idi.
Odun toplamam tamam oldu. Ertesi günü üst üste tam kırk kere kar yağdı.
Bundan sonra Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Harzem tarafına doğru yola çıktı. Hizmetinde de Şeyh Şadî vardı.
Hıram ırmağına geldikleri zaman, Şeyh Şâdî'ye şöyle emretti:
— Su üstünde yürümeye başla.
Şeyh Şadî bundan çekindi. Aynı emri bir kaç kere daha verdi, ama Şeyh Şadî yapmadı.
Bunun üzerine Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona bir bakış baktı ki; Şeyh Şadî kendinden geçti. Kendinden geçmesi kısa sürdü. kendine gelince, ayağını suya bastı, yürüdü. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de onun peşinden yürüdü.
Irmağı geçtikten sonra Şeyh Şadî'ye sordu:
— Hele ayağına bir bak; ayakkabın ıslanmış mı, yoksa ıslanmamış mı?.
Şeyh Şadî ayağına baktığı zaman, Allah'ın kudreti ile ayağının ıs-lanmadığını gördü.
YENİMİ SALLASAM..
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin müridlerinden biri şöyle anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine sevgimin, onunla sohbetimin sebebini anlatayım da dinleyin:
— Buhâra çarşısında bir dükkanım vardı; ben de orada bulunuyor-dum. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri benim dükkânıma geldi, oturdu. Bayezid-i Bestamî'nin menkıbelerini anlatmaya başladı. Sonunda şöyle dedi:
— Bayezid-i Bestamî'den anlatılan menkıbeler arasında, onun şöyle deyişi vardır:
— Elbisemin bir yanı birine değecek olsa, beni sever; benim sevgimle dolar. Artık peşimden ayrılmaz. Ben de şöyle diyorum:
— Yenimi sallasam; Buhâra halkının büyüğü küçüğü benim sevgime dalar, şaşkına dönerler. Evlerini ve dükkanlarını bırakırlar; bana tabi olurlar.
Bundan sonra mübarek elini yeninin üzerine koydu. O sırada gözüm onun yenine ilişti. O anda bana bir hal oldu, kendimden geçtim.
Uzun bir süre öyle kalmışım. Ayıldığım zaman, onun sevgi ve salta-natı beni sardı. Evi de bıraktım, dükkanı da.. Onun hizmetine girdim.
BİR OĞLUM OLDU
Müridlerinden biri şöyle anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinden istedim ki; bana duâ ede de bir oğlum ola..
Bana duâ etti, bir oğlum oldu ve sonra öldü. Durumu kendisine hatır-lattım, şöyle dedi:
— Sen bizden istedin ki; bir oğlun ola. Allah sana bunu verdi, sonra aldı. Ancak ümidimiz odur ki, dervişlerin duaları bereketi ile Allâhü Teâlâ sana iki oğlan çocuğu verir, bunlar uzun ömürlü olurlar.
Aradan günler geçti, benim iki oğlum oldu. Birara teki hasta oldu. Durumu kendisine anlattım; şöyle dedi:
— O benim çocuğumdur, sana ne ki, onunla meşgul oluyorsun.
Dediği gibi oldu; Allah ondan razı olsun.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Seyyid Emir Kilâl'in ileri gelen halifelerinden biri olan Arif Dikkeranî şöyle anlattı:
— Birgün Şeyh Bahaüddin'in ziyaretine gittik. O zaman, Kasr-ı Ârifân'daydı.
Buhâra'ya döndüğümüz zaman, onun dervişlerinden bir gurup da bizimle beraberdi.
İçlerinden biri, Şeyh Bahaüddin aleyhine konuştu; kendisini ikaz et-tik. Dedik ki:
— Sen onu tanımıyorsun. Onun hakkında kötü düşünmek, sana ya-kışmaz. Allah'ın velî kullarına karşı edep dışı hareket iyi değildir.
Bu sözümüz, onu çekindirmedi. O böyle konuşurken, bir arı geldi; ağzına girdi, soktu. Onun sokması, kendisine öyle bir sancı verdi ki, da-yanma gücü bırakmadı.
Ona dedik ki:
— İşte bu, Şeyh'e karşı edepsizliğinin cezasıdır.
Bunun üzerine çok ağladı. Tevbe etti. Yaptığına pişman oldu, aynı anda acısı dindi.
KIPÇAKLARIN İSTİLASI
Şöyle anlatıldı:
— Bir keresinde, Buhâra şehrini Kıpçak askerleri sarmıştı. Bu yüz-den, Buhâra halkı, Çok sıkıntıya düştü, çokları da öldü.
Buhâra valisi, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine bir elçi yolladı ve durumunu şöyle bildirdi:
— Biz, düşman karşısında tamamen âciz kaldık. Bütün tedbirlerimiz bozuldu. Sebepler tükendi. Sığınacağımız bir yer de kalmadı. Ancak siz varsınız. Allâhü Teâlâ'ya duâ edin ki, Müslümanlar, onların elinden kur-tulsunlar. Şimdi yardım vaktidir; elden tutma zamanıdır.
Gelen elçiye şu haberi verip bekletti:
— Bu gece, Allâhü Teâlâ'ya yalvarıp yakaracağız; görelim neler edecek..
Tanyeri ağardığı zaman, elçiye şu haberi verdi:
— Altı gün sonra, bu belânın kalkacağına dâir müjde aldım. Git, va-linize bu durumu bildir.
Buhâra halkı bu haberi duyar duymaz çok sevindi. Altı gün sonra durum dediği gibi oldu. Düşman ordusu Buhâra'nın kuşatmasını bıraktı; çekip gitti.
EDEBE RİAYET
Müridlerinden biri şöyle anlattı:
— Bir keresinde Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin huzurundaydım. Bir an geldi, daha önce bende bulunan güzel hali kaybettim.
— Kendi kendime bunu düşünmeyi tamam etmemiştim ki, Şeyh mü-ridlerine baktı, şöyle dedi:
— Bizde ne varsa, hepsi size helâl olsun. Ancak, terbiyesiz av kö-peğinin avı haramdır; onu yemek câiz değildir.
Onun bu sözü, benim oturmamdaki terbiyeyi beğenmediğini anlatı-yordu.
NİÇİN BUHARA'YA GİTTİN
Şeyh Şadî anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin sevgisi ile mutlu olduktan sonra, eldeki mevcudu dağıtmak, kendimden çok başkasını düşünmek bana kolay gelmeye başladı.
Bir gün yanımda yüz dinar birikti. Yakin halinin zaafından dolayı âilem onları saklamam için bana verdi. Ben de onlara uydum. Sonra Buhâra'ya gittim, Kimhıt işi ayakkabı ve başka şeyler aldım.
Bundan sonra da, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin ziyareti için Kasr-ı Ârifân'a gittim. Huzurunda durduğum zaman bana sordu:
— Niçin Buhâra'ya gittin?.
Dedim ki:
— Kendime göre bazı işleri görmek için gittim. Şöyle dedi:
— Kimhıt işi ayakkabıyı, diğer aldığın şeyleri bana getir.
Hemen onları getirdim. Sonra da şöyle dedi:
— Sakladığın yüz dinarı da getir.
Onu da getirdim. Bana baktı ve şöyle dedi:
— Eğer istersem, Allah'ın gücü ile sana dağları veririm; hem de altın olarak.. Ancak bu fani âlemde bu gibi şeylere bakmak bize yakışmaz. Bu evliya zümresinin gözü bunların ötesindedir. Sen nasıl bir şey saklamaya kalkarsın?. Halbu ki sen de biliyorsun ki; bir şey seninse, ne artar, ne de eksilir. Sana öğüt veriyorum: Bir daha böyle şey yapma.
VEFATI
Mevlâ Muhammed Miskin anlattı:
— Buhâra'da salih zatlardan biri vardı; ölmüştü. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de onun âilesine taziye için gitti.
Bu taziyede o zatın âilesi ve müridleri bağırıp çağırmaya başladılar, sızlandılar. Daha başka şeyler de yaptılar ki, orada olanlar bunu iyi bulmadılar ve onları ayıpladılar, yapmamalarını istediler.
Bu sırada Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
— Bana ölüm geldiği zaman, dervişlere nasıl olacaklarını öğreteceğim.
Bu söz, hep aklımda kaldı.
Sonunda Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri son hastalığa tutuldu. Tekkeye gitti, halvet yerine girdi.
Müridleri de, kafile kafile yanına gidiyordu; onu yalnız bırakmıyor-lardı. O da onların her birinin haline uygun tavsiyelerde bulunuyordu.
Bu işler tamam olduktan sonra elini kaldırıp duâ etti, sonra ellerini yüzüne sürdü ve Rabb'ına kavuştu.
SON DUASI
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri vefât anlarında iken ellerini kaldırıp, kendi tarîkatına sâlik olanların ve ileride olacakların cümlesi hakkında hayır duada bulundu ve mübarek ellerini vech-i saadetlerine sürüp teslim-i ruh eylediler.
Hâce Alâü'd-dîn Attar hazretleri anlatıyor:
— "Hâce Hazretlerinin irtihalleri zamanında, "Yâsin" sûre-i şerifesini okuyorduk. Yarısına geldiğimizde nurlar görülmeye başladı. Kelime-i tevhid ile meşgul olduktan sonra mübarek nefesleri kesildi. (Rahmetullahi Teâlâ Aleyhi Rahmeten Vâsiaten)
O gece pazartesi gecesiydi. Rebiulevvel ayının da üçüydü. Hicretin 791. (M.1388.) yılı idi. Doksan dört yaşındaydı.
Kendisinin de emrettiği gibi Bostan'a gömüldü. Sevenleri, onun üze-rine büyük bir kubbe yaptılar.
Sonradan Bostan'ı da bozdular, oraya genişçe bir mescid yaptılar. Gelen padişahlar o mescid için vakıf kurdular. Bakımını, şanını, şerefini duyurmak için çok itina gösterdiler.
VEFATINDAN SONRA
Uzlet ehlinin kutbu zaman halkının uğuru bereketi sayılan Şeyh Abdülvehhab anlattı:
— Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri gömüldükten sonra mübarek yüzü tarafından kendisine bir pencere açıldı. Bir hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi, kabri, cennet bahçelerinden bir bahçe oldu.
Açılan pencereden iki tane hûrî geldi, kendisine selâm verdi. Şöyle dediler:
— Keremliler keremlisi Allâhü Teâlâ, bizi yarattığı günden beri senin hizmetini bekliyoruz.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri onlara şöyle dedi:
— Benim Allâhü Teâlâ'ya sözüm var. Eşyadan hiç bir şeye bakmaya-cağım. Taa, onun şekli, benzeri bulunmayan zatını görme şerefine nâil olup bana bağlı olanların tümüne şefaat edinceye, sözümü gerçekleştirip icabını yerine getirinceye kadar..
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin değerli müridlerinden biri şöyle anlattı:
— Ben, Keş beldelerinde idim. Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin vefat haberini aldım. Çok çok hüzünlendim. Kendi kendime şöyle dedim:
— Artık medreseye döneyim.
O gece kendisini rüyada gördüm. Al-i İmran suresinin 144. âyetini okuyordu:
"Ölür veya öldürülürse, gerisin geri mi döneceksiniz?." Sonra da şöyle dedi. Zeyd b. Haris dedi ki:
— Uyandığım zaman, o âyet-i kerime ile işaret ettiği manayı anladım. Şunu anlatmak istiyordu:
— Müridlerin yardımına koşmakta, hayatta olmamla, olmamamın bir farkı yoktur.
Ancak,"Zeyd b. Haris dedi ki... " Cümlesinden bir şey çıkaramadım
Sonunda ikinci kere rüyada gördüm. Zeyd b. Haris'in şöyle dediğini anlattı:
— Din birdir.
Bundan da çıkardığım mânâ şu oldu: Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin tuttuğu yol gerçek yoldur. Bir de şöyle demek istediğini anladım:
— Allah'ın sevgili kulları; hayatlarında iken, vefatlarından sonra an-cak kendilerini sevenlere doğru yolu gösterirler. Ortaya her ne atarlarsa; Kur'an'dan, hadisten, sahabenin eserlerindendir ve daha önce gelip göçen salih zatların gidişatındandır. Allah onlardan razı olsun.
ZAMANINDA YAŞAYANLARIN
ONUN HAKKINDAKİ ORTAK KANAATLERİ
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ucu bucağı olmayan bir irfan denizi idi.
Öyle bir güneş idi ki, İrşad tacı onunla süslendi, bulunmaz inci gibi başa kondu.
Yüksek nefesi ile temize çıkarmadığı nefes bırakmadı.
Her nerede bir himmet, gayret ateşi varsa onu Muhammedî sırları ile tutuşturdu.
Her nerede bir cehalet zulmeti varsa, onu üstün nurları ile örttü, ka-pattı.
Kimin gönlüne bir şüphe düştüyse, içindeki çürütülmez belgelerle onu giderdi.
Üstün ikramlara erdi, kerametlerin sahibi oldu; üstün şanını anlatan nice işaretler gösterdi.
Ölü kalbleri diriltti; ruhlara kuvvet verdi, canlandırdı.
Ne güzel, ne üstün bir müceddid idi.
Doğunun ve batının kalbi onunla sevince boğuldu.
Öyle büyük idi ki, Kisralar dahi, onun karşısında durdu; ona merha-baya geldi.
Onun irşat haberi fezayı doldurdu.
Ondan yardım istemeye gelmeyen kalmadı; hatta çöldeki vahşî hay-vanlar bile..
Onun uğuru bereketi ile şerler, hayırlara dönüştü.
Kaddesallahü sirrahül aziz...
HÂCE Muhammed Bahaüddiyn Şah Nakşibend (k.s.) Hazetlerinin Halifeleri:
Hâce Alaüddin Attar , Hâce Muhammed Pârisâ, Mevlâna Derviş Muhammed Zâhid ve daha niceleri
EŞKÂLİ- SİRETİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri orta boylu idi. Mübarek yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile ela renk karışımı olan kestane renginde idi. Sakalının beyazı siyahından çok idi. Ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları Peygamberimizin (s.a.v.) konuşması gibi tane tane idi. Konuştuğu kimseye yönünü dönmüş olarak konuşurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Hergün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakir görmez, daima güleryüzle, karşılardı. Ancak celâllendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında durulmaz olurdu.
ŞİİR
(Hadikatül Evliya'dan)
İki âlemde tasarruf ehlidir rûh-u velî,
Deme kim bu mürdedir; bunda nice derman ola.
Rûh, şimşîr-i hüdâdır; ten gılâf olmuş ona.
Dahî a'lâ kâr eder bir tîğ kim uryân ola
Manası:
Velinin ruhu dünyada da ahırette de iş görür. "Bu ölüdür; bundan kime fayda gelir" deme. Çünkü ruh, Allah'ın kılıcıdır; vücüt ona bir kılıftır. Kılıç kınından çıktığı zaman daha iyi iş görür.
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
16. Hace Alaaddin-i Attar (k.s.)
İsmi Muhammed bin Muhammed Buhârî, lakabı Alâüddîn'dir. Pîr-i Tarîkat Cenab-ı Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretlerinin en büyük halîfelerinden oldukları gibi irtihallerinden sonra da O'nun yerine irşad makamına oturmuşlardır.Doğum yılı belli değildir.
Babası, Buhârâ'nın zengin eşrâfından idi. Üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğullarının isimleri; Şehâbeddîn ve Hâce Mübârek'tir. Alâüddîn Hazretleri en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddîn Hazretleri hiç mîrâs kabul etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn Hazretlerine talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabul buyrulmasını istirhâm eyledi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Alaüddin Attar Hazretlerine nazar ettikten sonra;
— "Evlâdım bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terk etmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?" buyurunca,Alaüddin Attar Hazretleri derhal;
— "Yaparım efendim!" diye cevap verdi.
— "Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!" buyurdu.Alaüddin Attar Hazretleri, soylu ve tanınmış âileye mensûb olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzûruna gelerek;
— "Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim." dedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri :
— "Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın." buyurdu. Alaüddin Attar Hazretleri:
— "Peki efendim!" diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı.Ağabeyleri yanına gelip;
— "Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından daha fazlasını al, fakat bu işi bırak." dediler. Alaüddin Attar (k.s.) Hazretlerihiç dinlemeyip elma satmaya devam ettti. Ağabeyleri;
— "Mâdem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!" diye isrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine hakâretler ederek, dövdüler. Alaüddin Attar (k.s.) Hazretleri hiç bir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri :
— "Artık bu iş tamamdır." diyerek elma satış işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.
YÜKSEK EVLİLİĞİ
Alaüddin Attar (k.s.) Hazretleri talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına;
— "Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver." buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâüddîn Attâr'ın odasına gitti. Bu sırada Alâüddîn Hazretleri, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Şah Nakşıbend (k.s.)Hazretlerini karşısında görünce hemen, ayağa kalktı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleribuyurdu ki:
—"Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim." Alâüddîn Attâr, edeble:
—"Hakkımda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyor-sunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiç bir şeyim yoktur." dedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleriise;
— "Benim kızım sanamüyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allâhü Teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!" buyurdu.
EVİ YAPILIYOR
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, talebeleriyle birlikte Alâüddîn'e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâüddîn Hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin Alâüddin Hazretlerine gölge yaptığını hayretle görürlerdi. AlâüddinAttar (k.s.) Hazretleri o halde iken Allâhü Teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem'in şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allâhü Teâlâ'yı unutmaz, kalbinde O'nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, vücudunda bütün hücreleri Cenâb-ı Hakk'ı zikreder; "Allah! Allah!" derdi.
Ev tamamlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sahibi, te-miz ve edepli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasan, Hâce Şehâbüddîn, Hâce Mübârek, Hâce Alâüddîn isimlerinde oğulları dünyaya geldi.
SEVGİ KİMDEN?
Alaüddin Attar (k.s.) Hazretleri anlatır: "Şâh Nakşibend Hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamayacak hale geldim. Bir gün Şah Hazretleri bir yere gitmek üzere bizden ayrılmışlardı. Onun ayrılığına tahammül edemedim. Cenabı Hakka iltica ederek:
— Allahım bize Cenab-ı Bahaüddini yetiştir diye dua ettim. Bunun üzerine Şah Nakşıbend Hazretleri geri geldiler. Bu hâlde iken, bana dönüp, şöyle sual ettiler:
— "Siz mi beni seviyorsunuz, yoksa ben mi sizi seviyorum?" .Ben dedim ki:
— "Sizin bizim gibi çaresizleri sevmenize bir sebep ve ihtiyaç yoktur. Biz size kusurlu muhabbet ediyoruz, siz de merhameten bize iltifat buyuruyorsunuz." diyerek cevap verdim.Bunun üzerine;
—"Bir müddet bekleyin, işin hakikatini anlarsınız ." buyurdu. Bir müddet sonra Şah Hazretlerine karşı kalbimde muhabbetten eser kalmadı. O zaman Şah Hazretleri;
— "Gördün mü, sevgi bizden miymiş, yoksa sizden mi?" buyurdu. Ve şu beyti okudu:
Cânibi ma'şuktan olmazsa muhabbet âşıka
Sa'y-i âşıkâşıkı mâşûka îsâl eylemez
Manası:
Eğer mürşidden olmazsa muhabbet âşıka, Âşığın uğraşması insanı mürşide kavuşturamaz.
BÜYÜK TEVECCÜH
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri , Alâüddin Hazretlerini sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Bu durumu bir gün talebeleri sorunca, onlara;
— "Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâ-imâ pusudadır. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allâhü Teâlâ'yı ve O'nun beytini (Beytullah'ı) hatırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhâr olur, kavuşur." buyurdu.
TAM BİR VEKİL
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri ha-yatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini AlâüddinAttâr'a bırakıp;
— "Alâüddîn, bizim yükümüzü hafifletti." buyurdu. Sohbetinin be-reketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çı-kardı.
ALAİYYE YOLU
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri evliyâlık makamlarında ve mârifette, (Allâhü Teâlânın zatına ve sıfatlarına âit bilgilerde) o kadar yükseldi ki, "Alâiyye" ismi ile Silsilet-üz-zeheb'e yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksadlarına daha çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile hedefe varılmasını sağladı. Büyük âlimler;
— "Tasavvuf yollarının en yakını "Alâiyye yoludur. Bu yolun esası Şâh-ı Nakşibend Bahâüddîn Buhârî'den, elde edilmesi ise AlâüddinAttâr'dandır." buyurdular.
RU'YETULLAH
Buhâra'da bir takım âlimler arasında, Allâhü Teâlânın görülüp görü-lemeyeceğinden konuşulmuştu. Bir kısmı Allâhü Teâlânın görülebileceğine mümkündür derken diğer bir kısmı mümkün değildir diye israr ediyordu. Hepsi de AlâüddinAttar (k.s.) Hazretlerine tam inanan kimselerdi. Bir kısmı gelip, ona meseleyi açıp,
— "Siz hakemsiniz, bize doğru yolu gösteriniz, dediler. Hâce Alâüddîn onlara;
—"Üç gün devamlı bize gelip, tam bir ihlâs ve temiz bir düşünce ile sükût üzere meclisimizde oturun. Ondan sonra hüküm verelim." buyurdu. Onlar da, üç gün, devamlı Hâce Alâüddîn Hazretlerinin sohbetine gelip, sükût üzere oturdular. Üçüncü günün sonunda , onlarda bir hâl ve kendini kaybetme hâsıl olup dayanamadılar. Yere düşüp yuvarlanmağa başladılar. Kendilerine gelince, kalkıp tam bir tevazû ile;
— "Rü'yetin hak olduğuna inandık." deyip, bir daha AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri'nin hizmet ve huzûrlarından ayrılmadılar.
KALBİN ŞEKLİ
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri anlatıyor:
— "Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu.
— "Nasıl olduğunu bilmiyorum." dedim. O;
— "Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum." dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine anlattım.
—"Bu, onun kalbine göredir." buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdâtı, Arş-ı a'lâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince;
— "Gördüklerini anlat." buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine;
— "Kalb budur. O dervişin sandığı gibi değil. Allâhü Teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiç bir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmeyen sırlarla dolu bir âlemdir; her şeyi ken-dinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, her şeyden geniş bir latîfedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlıyabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allâhü Teâlâ;
—"Yere ve göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım." buyurdu. Bu, derin sırlardandır." buyurdu.
SÖKÜP GÖTÜREMEDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâüddîn Hazretleri;
— "Alâüddîn atla!" buyurdu. AlâüddinAttar (k.s.) Hazretleri, ken-dini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâüddîn'i derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrârını soramıyorlardı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek kırlarda bir müddet gezdi. Akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine;
— "Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?" diye sordu. Talebeler de;
— "Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı." dediler. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ellerini nehre uzatarak;
— "Alâüddîn gel!" buyurdu. AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri nehir-den çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ta-lebelerine buyurdu ki:
—"Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddîn'in kökü sağlam olduğundan söküp götü-remedi."
SON VAZİFE
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri anlatıyor: Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri , ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emir buyurdu. Gidip emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Yâsin-i Şerîf okumamı istediler. Diğer talebelerle birlikte okumağa başladık. Kendisi de bizimle birlikte okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeğe başladı. Kelime-i Tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.
Bundan sonra AlâüddinAttar (k.s.) Hazretleri, zamânında kâmilve-lîlerin baş tâcı oldu. Halktan olsun, ilim ehlinden olsun irşâd işinde pek çok kimseye doğru yolu göstermede kaynak durumuna geldi. Halkı, Hakk'a götüren delillerin en önde gideni idi. Üstünlüğünden yer gök onun aşkını anlatmaya başladı. Yaşadığı asırda İslâmiyeti bütün güzelliği ile kâinâta gösterdi.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN ....
—"Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, bana kendilerini taklid etmemi emrettiler. Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum."
—"Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: "Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisindenistediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mani olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mani olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; "Bu elbise falan kimsenindir." diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi."
—"Şuna inanmalı ki; hakîkî gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızası ile erilebilir.Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen başlıca vazifedir."
—"Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidinin yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmamalıdır.
"Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksad, Allâhü Teâlâya yö-nelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakk'a tevâzudur. Çünkü insanlara Allâhü Teâlânın rızâsı için tevâzû göstermek makbûldür, kıymetlidir."
"Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, iyi yönden çok tesiri vardır. Ancak onların rûhâniyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın ol-maktan daha iyidir. Zirâ, iyi tesirin yakınlık, uzaklık ile bir bağlantısı yoktur. Her yer aynıdır. Nitekim bu mânâda Rasûlullah efendimiz;
—"Her nerede bulunursanız, bana salevât okuyunuz." buyurdu.
—"Allâhü Teâlânın velî kulları ile sohbet etmek akl-ı maadı (öbür âlemin işlerini yürütmeye yarıyan aklı) artırır."
—"Allâhü Teâlânın velî kullarını hergün, iki günde bir kere görmek, bırakılmaması gereken sünnettir. Ama edeple, saygı ile."
—"Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş ol-mamalıdır.
1.Gönüle kötü duyguların girmesini önlemek,
2.Allâhü Teâlâyı sessiz sessiz zikretmeyi, anmayı sağlamak,
3.Kalb hallerini gözetmek.
"Gönüle Allâhü Teâlânın düşüncesinden başkasını koymamaya ça-lışmak zordur. O gönüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaştırmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı."
"Amellerin en güzeli, gönülden geçenleri araştırmaktır. İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir."
Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüyâ gördü:
—"Büyük bir otağ kurulmuş, otağda Peygamber Efendimiz de bulu-nuyordu. AlâüddinAttar (k.s.) Hazretleri ile Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber Efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki:
— "Bize, kabrimizin 100 fersâh mesâfesine defnedilecek her müs-lümana şefâat etmemiz ihsân edildi. AlâüddinAttâr'a da 40 farsâh mesafedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersâh mesâfede olanlar ihsân edildi." (Bir fersah, altı kilometredir.)
— "Allâhü Teâlânın inâyeti ve Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları Velâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allâhü Teâlânın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır.Bundan bir an gafil kalmama-lıdır. Dâimâ muhtâc olduğunu düşünmelidir. Allâhü Teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır."
BÜTÜN DÜNYAYA...
Şeyh Ubeydüllah Hazretleri anlatıyor.:
"Şah Nakşıbend Hazretleri ebediyet alemine göçtükten sonra, bütün müridleri Alâeddin Attar'a tabi oldular. Bunlar arasında Muhammed Pârisâ da vardı. Hemen hepsi de, Alâeddin Attar'ın üstün mertebesine, güçlü terbiyesine inanmıştı. Şeyh Muhammed Parisa'nın kendi el yazısı ile bir notunu gördüm. Şeyh Alâeddin Attar'ın ölümüne yakın hastalığında şöyle dediğini yazmış:
—"Allah'ın yardımı ve Şah Nakşıbend Efendimizin bereketi ile bende öyle bir kuvvet hasıl oldu ki, halkın hepsine teveccüh edecek olsam, cümlesini de Cenâb-ı Hakk'a ulaştırırım."
DÜNYADA ALLAH'I GÖRMEK
Buhara alimleri, Allah'ı görmenin mümkün olup olmadığı üzerine ihtilafa düştüler. Bir kısmı "mümkündür" derken, bir kısmı da "mümkün değildir" dedi. Bu meselenin halli için Alâeddin Attar Hazretlerine gelmeye karar verdiler.
— "Bu meselede, senin bize hakem ol" dediler.
Allah'ı görmeyi mümkün görmeyenlere:
— "Siz, benim yanımda üç gün abdestli olarak kalın. Asla hiç bir şey konuşmayın; ondan sonra size cevap veririm." dedi.
Aradan üç gün geçtikten sonra, onlara manen öyle bir hal geldi ki; bayılıp düştüler. Kendilerine geldikleri zaman, mübarek ayağını öpmeye başladılar ve :
— "Cenâb-ı Hakk'ı görmenin mümkün olduğuna inandık." dediler.Sonra da, onun hizmetinden ayrılmadılar.
ALAEDDİN ATTAR HAZRETLERİ BUYURDULAR
Bazı büyüklerin, "başarı çalışma ile olur." demeleri, şu manaya gelir:
"Bu başarı ve çalışma, şeyhin mürîde rûhânî yardımından ibarettir. Bu rûhânîyardım ise; müridin isteğine, yeteneğine, mürşide uymaktaki gücüne bağlıdır. Eğer müridde bir çalışma bir gayret olmaz ise, mürşid kime teveccüh edecektir."
Şah Nakşıbend Efendimizin en kıymetli müridlerinden Şeyh Dedrek,bana şöyle anlatmştı:
— "İlk başta, kendi gücünle çalışıp çabalayacaksın."
Çalıştım, çabaladım. Cenâb-ı Hakk da bana başarı ihsan eyledi. Hiç bir vakit, üstazımın sohbetini bırakmadım. Bu işi devam ettiren, müridler arasında pek az kimse olmuştu.
BUYURDULAR Kİ:
— Cenâb-ı Hakk bir müride bu dünya mülkünü ve ruhlar alemini unutturursa, bunun adına "Fena" derler. Ona bu fenasını da unutturduğu takdirde, "fenânın da fenâsı" derler.
— Mürşidin emri ile, mürşidin sevgisi dışında her şeymüridin kalbinden çıkar, bu sevgiye mani olan şeylerden de kalb temizlenir, bundan sonra da mürşidin sevgisi müridin kalbinde yer tutarsa, işte o zaman, müridin kalbi, ilahi feyizlerin gelmesine açılır ve o sonsuz feyizleri almaya müsait olur. Şunu bilmek gerekir ki; kusur feyizlerde değil, feyizlere tâlib olan müriddedir. Ne zaman, aradaki engeller kalkarsa, mürşidin himmeti ile manen öyle bir hale ulaşılır ki, mürid onu anlamaktan âciz kalır.
Mürid şuna kati olarak inanmalıdır ki, bir kapıdan başka, bütün kapılar kendisine kapalıdır. O bir kapı da, mürşiddir. Bunun için nefsini onun yoluna vermelidir.
Buyurdular:
— İlim ehli kimselerin hallerine uy. Kendi hallerini, kendi makamını onlardan sakla.
Resulüllah Efendimiz(s.a.v.) :
— "İnsanlara, akıllarına göre konuş." buyurmuştur.
EDEB
Sakın ha, tasavvuf ehli zatların kalblerine eziyet olacak bir iş yapmayasınınız. Onların cemaatına katılırken, onlara karşı takınacağın edebleri unutmayasın. Onlarla sohbet edeceğin zaman, önce onlara karşı edebi öğren, ondan sonra da onların sohbetlerine gir. Onlarden ancak bu şekilde faydalanabilirsin; aksi halde kendine zarar vermiş olursun. Nitekim;
—"Men lâ edebe leh, velâ tarikata leh = Edebi olmayanın tarikatı da yoktur", denilmiştir.
Kendini edepli görmen de bir hatadır. Sakın ha, onların karşısında, sen kendi nefsini terbiye etmiş; edepli olmuş saymaya kalkışma. Bu, edebte bir başka hatadır. Edebi ancak onlardan öğreneceksin.
CELAL SIFATI İLE TERBİYE
— Cenâb-ı Hakk'ın Celâl sıfatı ile terbiye olup teveccühten maksat;nefsini küçük görmen, ağlaman, tevbeye, Cenâb-ı Hakk'a dönüşe koşman ve çalışmandır.
Tevbenin sağlam oluşunun alameti de kişinin ibadete, münacaata yönelip, masiyetten uzaklaşmasıdır. Cenâb-ı Hakk, nefse, iyiliklerini de, kötülüklerini de ilham eder.
VELAYET HALİ
— Velayet hali, ancak nefsi kendisine saldırmayanlar için geçerli ve kalıcıdır. Nefsinin en küçük bir sataşmasına maruz kalan, ona alt olan kimse, velayet halinden atılır. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, Yunüs suresinin 62. ayetinde şöyle buyurdu:
"Dikkat et! Allah'ın evliyasının üzerlerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. Onlar Allah'a iman etmişlerdir ve takva ile korunur dururlar. Dünya hayatında da ahıret hayatında onlara müjdeler vardır. Allahın kelamında değişiklik olmaz. İşte bu büyük bir kurtuluştur."
KABİR ZİYARETİ
Kabir ziyaretinin de bir edebi vardır. Önce Allah'a gönülden yöneleceksin. Oradakilerin ruhlarını da Cenâb-ı Hakk'a ulaştıran vesile bileceksin.
MURAKABE
— Murakabe yolu, nefi ve isbat yani kelime-i tevhidi okumak, yolundan daha sağlamdır ve daha üstündür. İlâhi cezbeye de daha çok yaklaştırır. Hak yolcusu sâlik, devamlı murakabe yolu ile, bâtınî vezâret yoluna girer ve mülk ve melekût aleminde idareye başlar. Bu arada, gönüllerden geçene de vakıf olur. İçin nurlanmasına vesile olur ve oraya ilâhî ihsanın gelmesini sağlar."
GÖRMEK
— "Allah'ın veli kullarını her gün, iki günde bir kere görmek bırakılmaması gereken sünnettir. Ama edeple, hürmetle...Şayet bir zorluk, onlarla senin aranı uzak tutarsa, kendilerine bir ayda veya iki ayda bir mektup yazarak bütün hallerini anlat. Bu arada, onların ruhaniyetlerine yönelmeyi (rabıtayı) de bırakma ki; onların himmet nazarlarından uzak kalmayasın."
ALAEDDİN ATTAR HAZRETLERİNİN
VEFATINA YAKIN HALLERİ
Hastalığı şiddetlenince şöyle dedi:
— "Ben, madde ve manada güçlü bir zatın hizmetinde bulundum." Bu hastalık halinde daha çok şöyle dedi:
— "Daha yok mu?."
Bu arada, Şah Nakşıbend Efendimizin ruhaniyeti ile konuşur; ondan cevaplar alırdı.
Ölümü ile sonuçlanan ağır hastalığa tutulmasından on beş gün kadar önce; ahiret yolculuğu ile dünyada kalmak hususundakonuştu. Şöyle dedi:
— "Ben, âhiret yolculuğunu tercih ettim; bundan dönmeyeceğim."
Şah Nakşıbend Hazretleri buyurdular ki:
— "Cenâb-ı Hakk bana öyle ikramda bulundu ki, Kabrimin dört yanından yüz fersah mesafe içinde bulunanlara şefaat edeyim. Şeyh Alâeddin Attar da, kırk fersah mesafesdekilere; sevenlerim, bana tabi olanlar da bir fersahlık mesafede bulunanlara şefaat edecekler. (Bir fersah, 6 kilometredir)
MEVLÂNA CAMÎ
HAZRETLERİ ANLATIYOR:
— Şeyh Zeynüddin Ali Kilâl ile buluşup görüştükten sonra rafızilikten kurtuldum. Şeyh Alâeddin Attar'a kavuştuktan sonra da, Cenâb-ı Hakk'ı bildim.
OĞLUHASAN ATTAR
Bu zat, Alaeddin Attar'ın oğludur. Dedesi Şah Nakşıbend Hazretleri bu zatı çok severdi. Ona çok himmet ederdi. Bir gün onu çocukken bir danaya binmiş, çocuklar da sarmış vaziyette gördü:
—"Yakında bu, bineğine binecek, veliler de onun önünde yürüyecek." buyurmuşlardı.
Aynen oldu. Büluğ çağına gelmişti. Horasan'a gitti. Horasan sultanı Mirza Şahrah ile Bağzan bahçesinde karşılaştı. Sultan ona, bir katır sundu. Bu katıra binmek istediği zaman, sultan bir eli ile onun dizginini tuttu, bir eli ile de eğerini tuttu. Bundan sonra da katırın dizginini tutup önden yürüdü.
Hasan Attar Hazretleri sonunda durdu ve katırından indi. Yüzünü Buhara'ya doğru çevirdi. Dedesinin ruhaniyetine doğru mübarek başını saygı ile eğdi. Sonra da Sultan'a dedesinin haberini anlattı. Onun kerametinin gerçekleştiğini bildirdi. Sultan'ın, yanındakilerin ona karşı itikadları arttı.
RABITA
Reşahat sahibi anlatıyor:
Hasan Attar, müridlerine, kendisine rabıta etmelerini her an için nerede olurlarsa olsunlar kendi huzurunda bilmelerini tavsiye ederdi. Onlar da böyle yaptıkları zaman, çok iyi sonuçlar alırlardı.
UBEYDÜLLAH AHRAR
HAZRETLERİ ANLATIYOR
Mevlâna Nizameddin Hamuş bana şöyle dedi:
— Seyyid Şerif Cürcânî, Şeyh Alâeddin Attar'a geldiği zaman, onu kabul etti ve ona çok ilitifat etti. Seyyid Şerif Cürcânî, Şeyh Alâeddin Attar'dan, kendisi ile sohbete hazırlanmak üzere, müridlerinden birinin yanına verilmesini istedi. Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri deonu bana bıraktı ve benimle arkadaş olmasını istedi.
Bir gün mürâkabe halinde oturmuştu; kendinden geçti. Başından kavuğu düştü. Hemen kalktım, kavuğunu tekrar başına koydum. Kendine geldiği zaman,
— "Sana neler oldu?." diye sordum.Şöyle anlattı:
— "Nice zamandır istiyordum ki, bu maddî ilimlerin nakışları idrakimden silinip gitsin. Ömrümde bir kere olsun bir an için kalbim onlara bağlılıktan kurtulsun. Allah'a hamd olsun, bu da sizin sohbetinizin bereketi ile oldu; istediğime kavuştum. Ne var ki, elimde olmadan, bu durum bende meydana geldi. Huzurunuzda edep dışı hareket ettim."
Seyyid Şerif Hazretleri bundan sonra devamlı yükseliş kaydetti veçok üstün hallere erdi.
Tahsil çağında, Şah Nakşıbend Efendimizin de himmet nazarına uğramıştı. Onun hizmetinde bulundu. İlim tahsilini tamamladıktan sonra ihlasla Şeyh Alâeddin Attar'ın sohbetine girdi. Sonunda isim, müsemmaya tam uygun düştü. Hem Seyyid, hem Şerif oldu.
ŞEYH UBEYDÜLLAH AHRAR
HAZRETLERİ ANLATIYOR:
— Şeyh Alâeddin Attar ile buluşup görüşmeden önce riyazet yapıyordum. Mücahedem vardı, olağanüstü bir çalışma içindeydim. Şeyh Alaeddin Attar Semerkand'e geldiği zaman, onun ziyaretine gitmek istedim. Önce, Mevlana Ebu Said ile karşılaştım; bana şöyle dedi.
— Sen zahid birisin. Zarif, latif bir adama benziyorsun. İnşaallah bu letafetten, zühdden, zarafetten kurtulursun.
Onun bu sözü hiç hoşuma gitmedi. Ondan sonra Şeyh Alaeddin Attar'ın yanına gittim; o da Mevlâna Ebu said'in dediği gibi dedi. Ancak, onun bu sözü hoşuma gitti. O sözden neyi anlatmak istediğini de anladım; nefsimi ona teslim ettim.
Şeyh Nizameddin Halife Hamuş'un bir başka hali de şöyle anlatıldı:
— Meşhur Şeyh'ül İslam Isameddin Nehavî şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Neredeyse dünyasını değiştirecekti. Şeyh Nizameddin'e de inanırdı.
Hemen Şeyh'ül-islam'ın çocukları Nizameddin Halife'ye geldiler. Babalarına:
"Geçmiş olsun" demeye gelmelerini istediler. Hem de ağlaya ağlaya.. Hemen gitti, onun hastalığını kendi üzerine aldı. Bundan sonra olaylar bir başka türlü gelişti.
Nizameddin Hamuş'un oğlu, cinleri emrinde tutmakla meşhurdu. Sultanın ve diğer ileri gelenlerin kadınları ona gelir giderlerdi.
Arada çekemeyenler vardı. Nizameddin Hamuş'un oğlunu itham ettiler ve :
"Sultanın kadınlarından biri ile ilgisi var" dediler.
Sultan, Nizameddin Hamuş'un oğlunu sürgün etti. Nizameddin Hamuş için de iyi olmayan bir davranışa girdi.
Bu haber, Nizameddin Hamuş'a ulaşınca, oğlunu serbest bırakmalarını istedi. Ne var ki, Mevlana Isam bu işe aldırış etmedi. Halbuki o vakitte Şeyh'ül-islam'dı; sözü de geçerli idi.
Şeyh'ül-islam bu davranışının cezasını çekti; Nizameddin Hamuş, ondan aldığı hastalığı geri verdi; o da derhal öldü. Sultan Uluğ Bey'in oğlu da, bir akşam babasına baskın yaptı, onu da o öldürdü.
VASİYETİ
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki:
"Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyin! Sohbet müekked sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsî şekilde ona devâm edin! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir andâ büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır."
HASTALIĞI
AlâüddinAttâr (k.s.) Hazretleri 1400 (H.802) senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. 2 Receb Perşembe günü yatağa yattı. Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlatıyor:
"Hocam, hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzûrunda bu fakîr hakkında buyurdu ki:
— "Yirmi yıldan fazla bir zamandır, Safiyyüddîn ile aramızda, Allâhü Teâlânın rızası için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz." Ben orada olmadığım bir günde;
— "Ondan râzıyım. Allâh Rasûlünün, Eshâb-ı Kirâmından râzı olduk-ları gibi." buyurmuşlar."Son hastalıklarında, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerininrûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki:
—"Dostlar ve azîzler hep gitti. Bazıları da arkalarından gitmek üze-redir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür." Bundan sonra bir ara bah-çedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri;
—"Ne güzel sebzelik." deyince;
—"Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur."buyurdu. Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşambagecesi, son nefesinde "Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlüllah" diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rüyâsında gördü. Buyurmuş ki:
—"Allahü Teâlânın bize verdiği nîmetler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: Kabrimin kırk fersah uzak-lığına defnedilmiş olanların, benim şefâatim ile affolunacağı, mağfiret buyurulacağı bildirildi."
Hâce Attar Hazretleri, Hicretin 802'nci (M.1399) yılında Receb-i Şerifin 2'nci pazartesi günü hastalanarak, yirminci günü irtihal buyur-muşlardır. (Cefanyan)isimliyerdekikabr-işerifleriherkes tarafındanziyaret edilmektedir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
Hâce Alaüddin Attar (k.s.) Hazretlerinin Halifeleri: Hâce Ya'kub Çerhî, Mevlâna Seyyîd Şerîf Cürcânî, Mevlâna Nizameddin Hâmuşî, Şeyh Ömer, Mevlâna Ahmed, Mevlâna Hâdimve daha niceleri...
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
17. Yakub Çerhi (k.s.)
Hâce Alaüddin Attar Hazretlerinin en büyük ve en faziletli mürid-lerindendir. Hâce Muhammed Behâü'd-dîn Şâh Nakşibend Hazretlerinin yüksek sohbetleriyle müşerref olmuşdur. Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil ettiği gibi,maddî ve manevî yükseklikleri nefsinde toplamış bir zattır. Aslen Gazne'ye bağlı Çerh adlı köye mensub olup ilk zamanlar Herat'tave uzun bir müddet Mısır'da kalarak ilim tahsili ile meşgul olmuşdur.
BU YOLA GİRİŞİNİ ŞÖYLE ANLATIYOR:
"Şah Nakşıbend Efendimize karşı büyük bir sevgi ile doluydum. Henüz kendisi ile görüşmemiştim. İlim tahsilini tamamladım; fetva verme icazetini aldım. Vatanıma dönmeye de karar verdim. Ziyaretine gittim ve hürmetle şöyle dedim:
— "İksir nazarınızın üzerimde olmasını ve devam etmesini istiyorum." Şöyle dedi:
— "Vatana dönüş zamanında mı bana geldin?"
— "Size karşı muhabbetim vardır; hizmetindeyim." dedim.
— "Niçin?" dedi.
— "Sen şânı büyük bir zatsın; halk arasında da makbul bir zat sayılıyorsun." dedim.
— "Başka delil lazım. Belki de bu kabul şeytandan geliyor." dedi.
Bunun üzerine şu mealdeki hadis-i şerifi okudum:
— "Allah bir kulu severse, onun sevgisini kulların kalblerine bırakır."
Bunun üzerine gülümsedi ve şöyle dedi:
— "Biz, AZİZAN grubuyuz."
Bu son cümleyi duyar duymaz irkildim. Çünkü ben, bundan bir ay kadar önce bir rüya gördüm. Rüyada bana: "Azizan'a mürid ol." demişlerdi.
O rüyayı unutmuştum. Şah Nakşıbend Efendimizin öyle demesi ile aklım başıma geldi. Birden hatırladım. Sonra izin istedim.
—"Yanıma bir şey bırak; onu görünce seni hatırlarım." dedi. Biraz süküt ettikten sonra da:
—"Biliyorum, bırakacağın bir şeyin yok. Şu küfiyemi al, sakla. Ona baktığın zaman beni hatırlarsın. Beni hatırladığın zaman da, yanında bulursun. Mevlânâ Taceddin Güleki ile karşılaşıp görüştüğün zaman kalbine sahib ol. Zira o, Allah'ın veli kullarından biridir."
Onu dinledikten sonra içimden şöyle dedim:
—"Ben Belh yolu ile vatanıma dönmek istiyorum; Belh nere, Gülek nere?." Bundan sonra, Belh'e doğru yola çıktım. Yolda bir hadise oldu. O hadiseden dolayı Gülek'e dönmek zorunda kaldım. Mevlâna Taceddin ile buluşup görüştüm. Orada Şah Nakşıbend Efendimizin sözünü de hatırladım. Ona karşı inancım, güvenim, sevgim daha da arttı.
Belh'e gittikten sonra, Buhara'ya döndüm. Sonra da, Şah Nakşıbend Efendimizin ziyaretine gitmek istedim. Buhara'da bir meczup vardı. Onunla tefeül etmeyi severdim. Bu niyetle onun yanına gittim. Beni görünce, şöyle dedi:
— "Acele et, durma."
Bundan sonra yere bazı çizgiler çizmeye başladı. Aklıma geldi, kendi kendime şöyle dedim:
— "Bu çizgileri sayayım, tek çıkarsa içimdeki ziyaret arzusu sağlamdır. Allah da teki sever."
Saydım; tek çıktı. Derhal Şah Nakşıbend Efendimizin sohbetine koştum.
İçimden gelen arzuyu ona anlattım. Bana vukuf-u adedi zikrini telkin etti. Sonra da şöyle dedi:
— "Tek sayıya dikkat et." Meczubun yanında delil tuttuğum tek çizgiye işaret etmişti.
Şah Nakşıbend Efendimize daha sık gidip gelmeye başladım. Bana şefkatini, merhametini artırıyor; ben de ona inancımı, samimi duygularımı artırıyordum. Sonunda kesin olarak inandım ki, bu zamanda, ondan daha faziletli bir kimse yoktur.
Bir günyine araştırma maksadı ile mushafı açtım. En'am sûresinin (6/90.) ayeti karşıma çıktı:
— "İşte onlar Allah'ın hidâyetine eriştirdiği kimseler. Sen de onların gittiği yoldan yürü."
O sıralarda ben, Fetihabad şehrinde bulunuyordum. Günün sonuna doğru Şeyh Seyfeddin Baharzî'nin kabrini ziyarete gitmek istedim. Onun kabrine teveccüh ettiğim sırada bana bir hal geldi. Hemen Şah Nakşıbend Efendimizin ziyaretine koştum.
Oraya geldiğim zaman, beni bekler buldum. Namaz vakti de gelmişti. Namazdan sonra mübarek yüzünü bana çevirdi. Çok heybetli idi.Bakışından kalbime azamet, gözüme bir hışım geldi. Öyleki, huzurunda konuşma gücünü bulamadım.
Sonra bana şöyle dedi:
— Haberlerde geldiğine göre, ilim ikidir. Biri kalb ilmi olup, bu çok faydalı bir ilimdir. Nebilerin, resullerin ilmidir. İkinci ilim ise, dil ilmidir. Bu ilim de, Allah'ın kullarına bir belgedir, dediler. Allah'tan dileğim, ümidim odur ki, senin bâtın, yani, kalb ilminden bir nasibin olacak.. Haberlerde şöyle anlatılmıştır: İçi dışı doğru kimselerle sohbet ettiğinizve onlarla oturduğunuz zaman içi dışı doğru olarak oturunuz. Onlar kalblerin casuslarıdır. Kalblere girerler, sizin ne istediğinize bakarlar.. Ben de, Cenâb-ı Hak tarafından şu emri aldım ki, ancak, onun kabul ettiğini kabul edeyim. Bu gece bakacağım. Eğer Cenâb-ı Hak seni kabul ederse, ben de kabul edeceğim."
Sonrasını Yakub Çerhî Hazretleri şöyle anlatıyor:
— "Ömrümde, benim için o geceden daha zorlu bir gece hiç geçmedi. Korkudan, heyecandan eridim, bittim. Acaba, benim için kabul kapısı açılacak mıydı, yoksa açılmayacak mıydı?."
Sabah namazını, Şah Nakşıbend Efendimizin arkasında kıldım. Namazı tamamladıktan sonra bana şöyle dedi:
— Tebrik ederim, Allah(c.c.) seni kabul buyurdu; ben de seni kabul ettim.
Bundan sonra şeyhler zincirini saymaya başladı. Abdülhalik Gucdüvanî'ye kadar geldi.
— "Ledünni ilmin ilki budur. Hızır aleyhisselamdan, Abdülhalik Gucdüvanî'ye gelmiştir."
Bundan sonra Şah Nakşıbend Efendimizin hizmetinde kaldım. Sadakatla ona hizmet ettim; sohbetinde bulundum. Sonunda bana halkı irşad için izin verdi.
— "Bu durum, senin için mutluluk sebebi olacaktır."dedi.
Şeyh Ubeydüllah Ahrar Efendimiz, Yakub Çerhi efendimizin şöyle dediğini anlattı; Allah ikisinden de razı olsun:
— Şah Nakşıbend Efendimiz, Şeyh Alaeddin Attar ile Ciğanyan'da sohbet etmemi bana emretti. O da, Şah Nakşıbend Efendimizin emrine uyarak, sohbetine girmemi bana yazdı. Bunun üzerine Ciğanyan'a gittim. Vefat edinceye kadar onun sohbetinde kaldım. Daha sonra Hulgato'ya gittim.
Şeyh Ubeydüllah Ahrar Anlatıyor:
—"Şeyh Yakub Çerhi ile, Şeyh Zeyneddin Hafî, ilim tahsili sırasında Mısır'da iki kardeş gibiydiler. Allâme Şeyh Şehabeddin Şirvani'de okudular. Bir gün bana şöyle anlattı:
— "Duydum ki, Şeyh Zeyneddin rüya yorumu yapıyor. Müridlerin gördükleri rüyayı yorumluyor, buna da güveniyor. O zaman, sen Herat'taydın, bunu duydun mu?."
— "Evet, duydum". dedim.
Bu sırada, mübârek sakalından tutmuştu. Kendinden geçti; başı göğsüne düştü. Bir saat kadar sonra başını kaldırdı, şu beyitleri söyledi:
Bir güneşin olsam da kölesi ...
Anlattığımolsa onun şûlesi ...
Negece olurum, ne gecenin kölesi
Rüya oluyor insanın terbiyecisi..
Hicretin 851'nci (M.1447) yılında vefat etmiş ve Hülfetü köyünde defn edilmiştir. (Kaddesallahu Sirrahül Aziz)
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
18. Hace Ubeydullah Ahrar (k.s.)
Türkistan'ın büyük velîlerinden. Silsile-i Sâdât-ı NakşıbendiyyeiAliyye'nin onsekizincisidir. İsmi, Ubeydullah, babasının adı Mahmûd, dedesinin adı Şihâbüddîn'dir. Babası Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden ve velî bir zât idi. Annesinin nesebi, 16 batın ile Hazreti Ömer Efendimize dayanır. Ahrâr lakâbıyla meşhurdur. Mîlâdî 1403 (Hicrî 806) senesinde Taşkent'te doğdu. Mîlâdî 1490 (Hicrî 895)senesinde Semerkant'ta vefât etti. Kabr-i şerîfi oradadır.
Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, annesini nifâstan temizlenmeden emmemiştir.
Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allâhü Teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu.
Dedesi Hâce Şihâbüddîn de, âlim ve velî bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini de görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. Getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi:
—"Benim istediğim çocuk budur. Ben bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itâat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir." Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin babası Mahmûd Şâşî'ye;
—"Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et." vasiyetinde bulundu.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:
—"Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm dâimâ Allâhü Teâlâ ile idi. Bir ân O'nu unutmaz, bir ân O'ndan gâfil olmazdım. Soğuk bir kış günü, kırlık biryerden geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken daha da battı. Bu işle uğraşırken, Allâhü Teâlâ'yı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç, çift sürüyordu;
—"Şu gence bak, bunca eziyet içinde Allah'ı düşünüyor da sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden O'nu nasıl unutursun?" diyerek, hüngür hüngür ağlamaya başladım. O zaman, herkesi kendim gibi har ân Allâhü Teâlâ'yı zikreder sanırdım. Bülûğ çağına erinceye kadar, Allâhü Teâlâ'dan gâfil olanlar bulunduğunu anlı-yamamıştım.Sonradan anladım ki, Allâhü Teâlâ'dan gâfil olmamak, yalnız bâzı kullara mahsus ilâhî bir inâyetmiş. Ancak riyâzet ve nefs mücâdelesiyle elde edilebilir, hattâ bâzılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyetmiş."
Amcasının oğlu Hâce İshak anlatmıştır:
—"Ben ve öbür çocuklar oyun oynarken, aramıza katılması için ne kadar ricâ etsek,kabûl ettiremezdik. Oynar gibi görünüp, bir kenarda durur ve kendi hâllerinde olurdu."
Kendisi şöyle anlatır:
—"Halimin başlangıcında, rüyâda Resûlüllâh'ı (sallellahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde, eshâbı ile topluluk hâ-linde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret edip;
—"Beni bu dağın başına çıkar!" buyurdu. Ben de kendilerini omuz-larıma alıp, dağın tepesine çıkardım.
—"Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, baş-kaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım." buyurdular.
Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ı Nakşibend Hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecal kal-madı. Ben de son gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, "Mübârek olsun!" buyurdular."
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle an-lattı:
—"Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayal gücü vardı. Şöyle ki;evden yalnız dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekir Şâşî'nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabrine gittim. Yine içimde bir vehim ve korku yoktu. Oradan, Şeyh İbrahim Kimyager'in kabrine ve Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Arifân'ın kabrine gittim. İçimde hiç bir korku yoktu. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent'in bütün mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda ben yeni kendime gelmiştim. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı.
—"Sana ne oldu?" dedim.
—"Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve götürdüm. Ev halkına demiş ki:
—"Artık ondan şüphelenmeyin. Ondan dolayı hoşnud olun. Bilin ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalabiliyor."
Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutuldu-ğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler."
Yine şöyle anlatmıştır:
—"İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr Kaffâl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı. Taşkent'de bir adam vardı. Bize karşı düşman biri idi. Bize bir zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, tâkib etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum. Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için, birden bire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç aldırmadım, mürâkabe ve oturuşumu da bozmadım. O, benim bu hâlimi görünce utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür diledi. Sonra bizim dostlarımızdan oldu."
ÖLÜ KALBLERİ DİRİLTMEK
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri şöyle anlatmıştır:
—"Çocukluğumda rüyâda kendimi Şeyh Ebû Bekr-i Şâşî'nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde İsâ aleyhisselâm vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı kaldırıp;
—"Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!" buyurdu. Rüyâyı an-lattığım zâtlar, tıb ilmi ile tâbir ettiler. Yâni tıb ilminden nasîbim olacağını söylediler. Ben bu tâbire râzı değildim. Tâbirim şuydu: İsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir. Evliyâdan ihyâ sıfatına mazhâr büyüklere de "îsevî meşreb" denirdi. Mâdem ki, İsâ aleyhisselâm bu fakîrin terbiyesini üzerine aldılar. Demek bana ölü kalbleri ihyâ sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra, Allâhü Teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o mânâ, kemâliyle meydana geldi. Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gaflet karanlığından şühûd ve huzûr ışığına çıktılar."
HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR BİL
HER GECEYİ KADİR BİL
Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'ne gönderdi. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvalları alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri o anda neden bu za-vallı ve garip kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garip bir ızdırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve;
—"Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allâhü Teâlâ beni bağışlar, merhamet eder de yolum açılır." dedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât;
—"Zannediyorum ki Türk Şeyhlerinin söyledikleri; "Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben hiç bir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile lâyıkıyle yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur." dedi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin yalvarışına dayanamıyarak ellerini kaldırdı ve;
—"Allâhü Teâlâ senin kalb gözünü açsın." diye duâ etti. Bu duâ be-reketiyle Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kalbinde açılmalar oldu.
ALAADDİNGUCDÜVÂNÎ İLE
Ubeydullah Hazretleri Buhara'da Şeyh Hamidüddin Şâşî ve Şah Nakşıbend Hazretleri'nin halifelerinin büyüklerindenAlaaddin Gucdüvani ile görüştü. Alaaddin Gucdüvani Hazretleri ile bir müddet beraberliği oldu.Hâce Ubeydullah (k.s.)Hazretleri Alaaddin Gucdüvânî ile olan bazı hallerini şöyle anlatıyor:
— Bir gün yürüyerekberaberce Şah Nakşıbend Hazretlerinin kabrini ziyarete gittik. Yatsı namazını kılıncaya kadar orada kaldık. SonraAlaaddin Gucdüvânî bana şöyle dedi:
—"Gel bu geceyi seninle ibadet ederek geçirelim."
İbadete başladık. Sol yanı üzerine oturdu, iki ayağını sağ taraftan çıkardı. Taa, tanyeri ağarıncaya kadar bir yanından bir yanına dönmedi.
Böyle bir oturuş ancak tam bir huzurla, mükemmel bir müşahede ile olur. Yoksa, bir insanın gücü böylesine bir oturuşa yetmez; üstelik bir de yaşlı olursa..
Bense çok yürüdüğüm için oturmakta ona uymaktan başka çarem yoktu. Gece yarısına kadar onunla oturdum. Sonra oturmaya gücüm kalmadı. Kalktım, onun yanına gittim. Benden uykuyu, tembelliği gidermesi için ona işaret ettim. Şöyle dedi:
—"Benden ağırlığı al."demek mi istiyorsun? Şöyle dedim:
—"Oturacak durumda değilim. Nefsimden ağırlığı al ki, rahat edeyim."
İlk başta perişandım. Onunla sohbet ettikten sonra, bu perişanlığım geçti ve rahatladım. Ben, ilk zamanlarda sanıyorudum ki, Müridin arzusunun yerine gelmesi için şeyhinin iltifatı kafidir. Onunla sohbet ettikten sonra bana:
—"Devamlı zikir etmeli ve çalışmalısın. Zorluk çekilmeden elde edilen hiç bir şeyin devamı ve kalıcılığı yoktur. Mücâhede işinde bütün gücünü harca ve zorlu işlere dayan..."dedi.
HORASAN'DA
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı Hâce İbrâhîm onu ilim tahsîli için Taşkent'ten Semerkant'agönderdi. İki yıl Mâverâünnehr'deki büyük âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâ'ya ve Herat'a giden Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Bahâüddîn BuhârîHazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Horasan'a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrizî Hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan'a gittikten sonra,bir defa daha Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat'ta bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bu-lundu.
SEYYİD KAASIM TEBRİZİ İLE
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: "Ömrümde, Seyyid Kâsım Tebrîzî'den büyük zât görmedim. Zamânın Şeyhlerinden hangisine gitsem, bana bir nisbet hâsıl oluyordu. Fakat bu nisbetler bir süre sonra geçiyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetlerinde öyle bir tesir ve keyfiyet hâsıl oldu ki, elden bırakmak mümkün değildi. Huzûruna her gidişimde, bütün kâinâtı, dâirenin merkezi misâli onun etrâfında dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyor gördüm. Seyyid Kâsım Tebrîzî, Hâce Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almış. Anlaşıldığına göre, "Hâcegân" yolunda idi. Bir kapıcısı vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya;
—"Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman benim yanıma girsin." diye tenbihte bulunmuştu. Her gün kapıcısına varırdım, izin verilmiş olduğu hâlde, huzûruna iki-üç günde bir girerdim. Talebeleri, bana izin verildiği hâlde huzûrlarına niçin her gün çıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid Kâsım Hazretlerinin sohbetleri çok tatlı ve o kadar hoş idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi. Sohbetin sonuna gelince talebelerine verdiği bir işâretle dağılmalarını bildirirdi. Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı. Yakınlarına "Bâ-bu" diye hitâb ederdi. Bana;
—"Bâbu senin adın nedir?" diye sordu. Ubeydullah (yani Allah'ın küçük kulu) dedim. "İsminin mânâsını gerçekleştir." buyurdu.
Mevlânâ Fethullah Tebrizî şöyle anlatmıştır:
—"Seyyid Kâsım'ın sohbetine çok devâm ederdim. Tasavvufa öyle merâk salmıştım ki, tasavvufa dâir ince meselelerin konuşulduğu bu mec-liste sabahlardım. Gözüme uyku girmezdi. Bir defasında Seyyid Kasım'ın sohbetindeyken, içeriye Hâce Ubeydullah Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garip, meârif ve acâib hikmetler konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin her ziyârete gelişinde, Seyyid Kâsım gayr-ı ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini açardı. O zaman öyle haller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Birgün Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Seyyid Kâsım'ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana;
—"Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gâyet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sâhiplerinin temenni ettiği sa-âdete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, za-manın bir hârikası, devrânın bir tânesidir. Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhûr edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır." Seyyid Kâsım'ın bu sözlerinden, içime Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kemâl ve olgunluk zamanına ulaşma arzusu düştü. Sultan Ebû Saîd zamanında, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Taşkent'ten Semerkand'a geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid Kâsım'ın işâret ettiği üstünlükleri onda görüp anladım."
KALBİNTASFİYESİ
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri şöyle anlatmıştır:
—"Bir gün Seyyid Kâsım Hazretleri bana; "Bâbu! Zamânımızda hikmet ve harika niçin az zâhir oluyor, bilir misin? Çünkü bu zamanda bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi pek az insanda kalmıştır. Olgunluğa ulaşmak, bâtının, gönlün, kalbin tasfiyesi iledir. Bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi, helâl lokma yemekle mümkündür. Bu zamânda helâl lokma yiyen pek azdır. Bâtınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki, ondan ilâhi esrâr nasıl tecellî etsin?" dedikten sonra kendisi ile ilgili olarak da;
—"Elim tuttuğu zaman, takke diker onun parası ile geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kütüphâneyi satarak, ticâret sermâyesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım" dedi.
BAHAÜDDİN ÖMER İLE
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin sohbetinde bulunduğu zâtlar-dan biri de, Bahâüddîn Ömer Hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki:
—"Bana Horasan Şeyhlerinden Bahâüddîn Ömer'in tavırları gâyet hoş gelirdi. Ekseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsip muâmele eder, hiçbir sûretle kendini halktan üstün tutmazdı."
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, dört sene bu hocasının ya-nında kalıp, sohbetlerine devâm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb Çerhî (k.s.) Hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı.
MEVLANA YAKUB ÇERHÎ
HAZRETLERİNE BİATI
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) HazretleriMevlana Yakub Çerhî Hazretleri ile tanışmasını şöyle anlatmıştır:
— "Herat'a gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccâr ile tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını sordum. Yâkûb Çerhî'den aldığını söyledi. Bana Yâkûb Çerhî'nin bü-yüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı. Bunun üzerine Yâkûb Çerhî'nin sohbetine kavuşmak için, ikamet ettiği yer olan Halfetû'ya gitmek üzere yola çıktım. Çiganiyân'a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım. Bu sırada Yâkûb Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devâm edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri dönülemiyeceğini düşünerek yola devâm ettim. Yâkûb Çerhî Hazretlerinin huzuruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Şâh Nakşibend Hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp;
—"Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu. O anda yüzüne baktım yü-zünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Bu sebebden hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki sîmâsının güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini yeniden uzatıp;
—"Şâh Nakşibend Hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek;
—"Bu el, Bahâüddîn Buhârî'nin elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mü-bârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ı adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallâh) zikrini tâlim etti. Sonra:
—"Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tâlibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.
SADECE KIVILCIM ....
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Yâkûb Çerhî Hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı. Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve;
—"Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istîdatlılara ulaştır!" buyurdu.
Yâkûb Çerhî Hazretleri, talebesi Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri hakkında şöyle buyurmuştur:
—"Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sadece bir ateş tutmak gerekecek."
29 YAŞINDA
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helal kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekîl tâyin etti. 1300'den fazla çiftliği vardı. Her birinde üç bin amele çalışırdı. Allâhü Teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire öşür verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarındanfazla geliyordu. Bu hâli görenler, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta;
—"Bizim malımız, fakîrler içindir. Bunca malın hassası işte bu nokta-dadır" buyurmuştur.
EDEBE RİAYETİ
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsanları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirâhatine tercih ederdi.
HEDİYE KABUL ETMEZDİ
Ömrü boyunca kimseden birşey almamış, verilen şeyleri kabûl et-memiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderdi. Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde;
—"Bu kaftanı giymek câizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin." demiştir.
Ubeydullah Ahrar Hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleri ile birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzakbir arâziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görün-müştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reisi olan, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istedi.
—"Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim," dedi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri;
—"Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz" dedi. Oba reisi;
—"Yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, buralarda boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz." dedi.
—"Kabûl etmeyiz" buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yo-ğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.
HALKA HİZMET
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin, bütün ömrü boyunca tanıdık-larına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pek çok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi.
—"Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim." buyurmuştur.
HASTALARA YARDIM
Kendisi şöyle anlatmıştır:
—"Semerkand'da Mevlânâ Kutbüddîn medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletir-lerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devam ettim."
HİÇ ESNEMEDİ
Reşahât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır:
—"Bu fakîr, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin gece gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defa bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim."
SÜMKÜRÜRKEN ....
Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlat-mıştır:
—"Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdükerine de şâhit olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hallerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."
GECE İBADETİ
Seyyid Abdülkâdîr Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanında, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand'a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır:
—"Yatsı namazını kıldıktan sonra, bana; "Seyyid Abdülkadir bizim müsâfirimizdir. Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz bâzı dostlarla oturmak isteriz. Sen gençsin, istirahat et." buyurdu. Bunun üzerine;
—"Eğer izin verirseniz, sizinle berâber olayım." dedim. Sonra;
—"Eğer kendinde oturmağa güç bulursan otur." buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi. Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadı. Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi zor tuttum. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar."
TALEBEYE ŞEFKATİ
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır:
—"Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında, Keş'e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına;
—"Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim." buyurdu. Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebe-biyle, edebinden yanına girip de geceleyemiyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti."
.....
Bir defasında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalardan birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı. Tarladasâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri atını istedi. "Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum?" diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, Bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini anladılar.
SUYA KAPILDIK
Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya geçmemiz icâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve ka-mışlardan sal yapıp, sudan geçtiler. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu. Ben çok korktum. Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar git gide biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum. Hocamın yanında, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri bu durum karşısında birdenbire "Allah!" diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve kamışlardan hiç biri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana; ""Kalk!" buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım. Kendisi de indi. Mübarek ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi."
KABÛL ETMEDİ!
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri zamânında, bir kadı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti.
—"Kadı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor." dedi Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri;
—"Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan birşey sez-sem, hatta o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona hâcegân yolundanbahsedemem." dedi. Talebelerinden bâzıları, bu sözü söylediği günün tarihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnûn idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.
SELE KAPILANLAR
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde Herat'dan Taşkend'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada müsâfir olmuştu. Bu talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Gece yatacağımız zaman bana; "Sen benim yattığım odada yat!" dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada geceledim. Geceyarısı ismimi söyleyip;
—"Uyuyor musun! Uyanık mısın?" dedi. Ben de;
—"Uyumuyorum efendim, dedim."
—"Hemen kalk, kıymetli eşyalarını topla ve derhâl dışarı çık!"bu-yurdu ve kendisi de süratle dışarı çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Kıymetli eşyâlarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni tâkib edip pe-şimden geliniz?" dedi. Süratle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu tâkib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde durdu. Biz de ya-nında durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak;
—"Sebeb nedir ki, gece yarısı uykumuzu bölüp buraya geldik" di-yorlardı. Bir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti. Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ev ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içindekalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Kendilerini selle uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harab eden bu selin, o beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî olduğunu anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler."
GÜNEŞ BATMADI
Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır:
—"Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde,Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiç bir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime;
—"Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok;hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye başladım. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermi-yordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve;
—"Yoksa korkuyor musun?" diye sordular. Sükût ettim.
—"Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzili-mize ulaşırız." buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya baş-ladık. Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunugördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık."
EŞKIYA KAÇTI
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervân hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler. Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhafaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle düşü-nerek, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin rûhâniyetinden yardım is-teyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım. Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm. Halbuki eşkıyâ bizden fazla idi. Benim maksadım şehid olmaktı. Kervandakiler bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki ömründe cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değilim. Bu işin Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün tefarruatı ile anlattım. Buyurdu ki:
—"Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetle-rinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyetinden yardım isterlerse, Allâhü Teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler."
SAHTE ŞEYH
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri zamanında, Taşkent'de şeyhlik iddiasında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede hepsi tek teksilinip gittiler. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı. Etrafında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak bir hâle geldi. Bir gün mecli-sine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine dikip, tesir altında bırkmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak;
—"Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perîşân hâle düştü.
TESTİ KIRILMASAYDI
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri birdenbire;
—"Ne yapıyorsun?" diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri evine gelip;
—"Allâhü Teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılıp gitmiştin!" buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri o kimsenin evine geldi.
—"Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kı-rılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkan kalmıyacaktı." buyurdu.
FAZLA PİŞİRME
Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî Hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır:
—"Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Şeyh Şâhin'in evinden çıktığı sırada, büyük birâderlerim, Mevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü'l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti. Hâce Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri bana;
—"Sen niçin dâvet etmezsin?" buyurdu.
—"Bu arzu gönlümde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin ya-nında küstahlık etmedim." dedim. Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi.
— "Bundan fazla birşey yapma!" buyurdu. Emrini yerine getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı. İki büyük sofa, gelenlerle doldu. İki sofa arasında ki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan;
—"Bu kadar kimse geldi" diye geçti. Hâce Ubeydullah Hazretleri bana tekrar;
—"İki batman undan başka birşey pişirme!" buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Bu halde iken, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri başını kaldırıp;
—"Söyliyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!" bu-yurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan müsâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdakitopluluğa çorba dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet al-dığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı."
SULTANLA GÖRÜŞMESİ
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır:
—"Birgün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, iki dizi üzerine edeble oturdu. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu."
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine birgün rüyâsında şöyle denildi:
—"İslâmiyet, senin hizmetinle mededinle kuvvet bulacak." Bunun üzerine bu iş, sultânları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand'a gitti. Bu yolculuğu sırasında Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı:
—" O zaman Semerkand'da Mirzâ Abdullah Sultan idi. Semerkand'a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah'ın beylerinden biri, Hâce Ubeydullah Hazretlerini karşıladı. Hâce hazretleri ona dedi ki:
—"Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ'nız ile görüşmektir." Karşılamaya gelen bey, edepsizce şöyle cevap verdi:
—"Bizim Mirzâ'mız, pervâsız bir gençtir. Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksatları olabilir?" Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri bu sözden gadaba gelip;
—"Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi ken-dime gelmedim. Sizin Mirzâ'nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!" buyurdu. Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi.
—"Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!" dedi. O gün Taşkend'e döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir ay sonra da, Türkistan'da Mirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Abdullah'ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu."
SULTAN EBÛ SAÎD MİRZÂ
Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır:
—"Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri ile Fikret denilen yerde idik. Birgün kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı. Bu sırada "Sultan Ebû Saîd Mirzâ" diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Saîd Mirzâ'nın hiçbir yerde nâmı ve nişânı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesârek gösterip; "Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime âittir?" dedi. Buyurdu ki:
—"Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, ya-kında onun tebeası olsa gerektir." Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan'dan Mirzâ Ebû saîd'insesi yükseldi. Meğer Mirzâ Ebû Saîd, rüyâsında Ahmed Yesevî Hazretlerini görmüş. Rüyâda Ahmed Yesevî hazretleri Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine Mirzâ Ebû Saîd için Fâtihâ okumasını işâret etmiş, o da okumuştur. Yine bu rüyâsında, Sultan Ebû Saîd Mirzâ, Ahmed Yesevî Hazretlerinden kendisine Fâtihâ okuyan zâtın ismini sormuş ve simâsını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kim olduğunu sorup araştırdığında;
—"Evet, Taşkent'te buyurduğunuz gibi bir azîz vardır." dediler. Hemen atına binip, maiyyeti ile Taşkend'e yola çıktı. Bu sırada Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Fikret'e doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Fikret'e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Sultan'ı Fikret yakınlarında karşıladı. Sultan Ebû Saîd Mirzâ, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini uzaktan görünce;
—"İşte rüyâda gördüğüm azîz!" diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de Sultan'a alâka gösterip, sohbet etti. Bu sohbetin câzibesi ile, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'nden kendisi için Fâtihâ okumasını istedi.
—"Fâtiha bir kere okunur." buyurarak, Sultân'ın gördüğü rüyâya işâret etti.
Bu görüşmesinden sonra, Sultân Ebû Saîd Mirzâ'nın etrafında çok asker toplandı. Bunun üzerine Semerkand'ı almak istedi. Durumu Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi. Maksadını anlatıp, himmet istedi.
—"Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendir-mek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir" buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve te-beaya merhamet ve şefkat edeceğine söz verdi. Bunun üzerine; "İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir" buyurdu.
Reşahât müellifi, bu hâdisenin devâmını şöyle anlatmıştır: "Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Saîd Mirzâ'ya;
—"Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü ge-linceye kadar hücum etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücûm ediniz!" buyurdu. Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusu, Mirzâ Abdullah'ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücûm karşı taraftan geldi. Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusunun sol tarafını çökerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hücûm etmek üzere hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü. Düşman üzerine doğru uçtu. Sultân ve askerleri Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin; "Arkanızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hucûm etmeyiniz" buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalbleri kuvvet ve cesâretle doldu. Hep birden düş-man üzerine hücûma geçtiler. İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında ezildi. Sonra da başı kesilerek öldürüldü."
Bu zaferden sonra Sultân Ebû Saîd, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinden Semerkand'ı teşrîf etmesini istirhâm etti. Sultânın istir-hâmını kabûl edip, Taşkent'ten Semerkand'a gitti. Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah'ın akrabâsından Mirzâ Bâbür'ün, büyük bir ordu ile Semerkand'a hareket ettiği haberi geldi. Sultân Ebû Saîd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine hâlini arzedip;
—"Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır. Ne yapayım?" dedi. O da, Sultânı teskîn ve tesellî edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti. Bu sırada Sultân Ebû Saîd'in yakınları, onu Türkistan'a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri du-rumu öğrenince celâllenip, yükleri develerden indirtti. Sultân Ebû Saîd'e;
—"Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun. Bâbür'ü durdurmak bizim vazîfemizdir." buyurdu. Bu sözleri işitenlerden bâzıları;
—"Hâce Hazretleri bizi topyekün kurban etmek istiyor." diye söy-lendiler. Sultân Ebû Saîd, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand'da kalmaya karar verdi. Beyleri; "Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?" dedilerse de, Ebû Saîd'i iknâ edemediler.
Sultân Ebû Saîd, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin tavsiyesi üze-rine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen tamir ettirdi ve düşmanı bek-ledi. Nihâyet Mirzâ Bâbür'ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi. Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücûma geçilip, perişân edildi. Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultân Ebû Saîd'in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhâfaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire hücûma geçmekten çekiniyordu. Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı. Etrâfa yiyecek temini için gönderdiği askerlerin bâzılarını Semerkand'lılar yakaladılar. Bir taraftan açlık, bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür'ün ordusunu perişân ediyordu. O sırada bir de hayvan vebâsı hastalığı çıktı. Mirzâ Bâbür'ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü. Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılmaz oldu. Nihâyet Mirzâ Bâbür, Sultân Ebû Mirzâ ile antlaşma yapmaya râzı oldu. Bu iş için mâiyetinden Mevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi. Bu elçi, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri ile uzun bir görüşme yaptı. Elçi;
—"Bizim Mirzâ'mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır. Ne ta-rafa gitse, o tarafı almadan dönmez." dedi. Bunun üzerine Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
—"Eğer Mirzâ Bâbür'ün dedesi Mirzâ Şahrûh'un kalbimizdeki sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, netîceyi görürdünüz! Ben, dedesi zamânında Herat'ta idim. Onun zamânında çok iyilikler ve himâyeler gördük. Hakkını çiğnemeyiz!" Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini Mirzâ Bâbür'ün yanına anlaşmaya dâvet etti. Sultân Ebû Saîd, anlaşma içinUbeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bizzât gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi. Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım'ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler. Böylece anlaşma sağlandı.
.
BAL İSTEDİM ŞARAP MI GETİRDİN
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, Taşked'den Semerkand'a göç-meden önce, Hizmetkârlarından birine, Semerkând'a gidip, kendisine birkaç kutu saf bal almasını emretmişti. Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın aldı. Kutuları da gayet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı. Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafın dükkanına gidip, biraz konuşmak üzere oturdu. Bal kutularını da önüne koydu. Onlar konuşurken, güzel bir kadın içeri girdi. Hizmetkâr, tanıdığı esnâf ile konuşurken, birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı. Sonra da oradan kalkıp yola çıktı. Taşkend'e gelince, balları Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine götürdü. Kutuları koyunca, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri kaşlarını çatıp;
—"Ey saâdetten mahrum kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana şarap mı getiriyorsun?" dedi. Hizmetkâr;
—"Aman efendim, ben size emriniz üzere saf bal getirdim!" dedi. Bunun üzerine kutuları açınca hepsinin şarap olduğunu gördüler. Hizmetkâr, bu işin kadına bakması sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti.
ANNEN BABAN RAHATSIZ EDİYOR
Reşahât kitabının müellifi anlatıyor:
—"Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin huzûruna ilk geli-şimde, Mevlânâ Sa'deddîn Kaşgârî Hazretlerinin oğlu Mevlânâ Külân ile berâberdim. Senelerce sohbet ve hizmetinde bulunmakla şereflendim. Bâzan sohbet sırasında bana;
—"Niçin Horasan'a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı bozuyor." buyururdu. Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok utanırdım. Nihâyet berâber geldiğim Hâce Külân, Horasan'a dönmek üzere izin istemişti. Ona izin verip, bana da;
—"Sen de bununla birlikte sür'atle Horasan'a anne ve babanın hizmetine dön! Benim rahatımı bozuyorlar" buyurdu. Bunun üzerine onunla berâber Horasan'a döndüm. Annemin ve babamın yanına ulaşınca, Hocam Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim. İkisi birden ağlaşmaya başladılar ve;
—"Biz her namazdan sonra, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk." dediler. Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım. Sonra tekrar hocamın yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâde etmelerini isteyince izin verdiler. İkinci defâ hocamın sohbetiyle şereflendim. Sonra bir daha Horasan'a git buyurmadı.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet'ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir:
—"Birgün Şeyh Mirzâ Ömer'in, Kıpçak Çölü Sultanlarından Sultân Mahmûd'dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi. Bunun üzerine Semerkand sultânı Sultân Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'nin de yanlarında gelmesini rica etti. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri de orduyla beraber gitti. Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, kırk gün Sultân Ahmed'in ordusunda kaldı. Ordu, "Akkurgân" denilen yerde konaklamıştı. Sultân Ahmed, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerine karşı askerlerden bir edepsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler.
Birgün Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretlerigadaplanarak, Sultân Ahmed Mirzâ'ya;
—"Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı." dedi.Sultân Ahmed Mirzâ;
—"Benim bir karârım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız." dedi. Bunun üzerine Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ'nın ve Sultân Mahmûd'un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Sonra Şahrûh'a gittiler. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri Sultân Mahmûd'a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vaz geçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin idâresi altında antlaşma şekli kararlaştırılacaktı.
Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Sultân Ahmed Mirzâ'nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultân Ahmed Mirzâ'nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silahlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdular. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, diğer iki sultân-ı getirmek üzere Şahrûh'a gitti. Mirzâ Mahmûd'un, bu işten memnûniyyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultân Şeyh Ömer Mirzâ'nın hâlinde, garip bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri onları çağırdığında, Sultân Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultân Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Sultân Mahmûd'u ikâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin; "Deveni bağla, sonra tevekkül et." buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yeregötürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında saf tutup durdular. İçinde üç sultânınanlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Ahmed Mirzâ'ya habergönderip;
— "Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zâafı içindeyim. Sizin bu kadar me-şakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar." dedi.
Bunun üzerine Sultân Ahmed Mirzâ emir verip; "Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse ora da kursunlar. Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinedir." dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultân Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri de, Sultân Mahmûd Mirzâ'yı ve Sultân Şeyh Ömer Mirzâ'yı getirdi. Sultân Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin işâretiyle Sultân Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Sultân Şeyh Ömer Mirzâ'yı, Ağabeyi Sultân Ahmed Mirzâ'nın yanına götürdü. Sultân Şeyh Ömer Mirzâ, Ağabeyi Sultân Ahmed Mirzâ'nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de göz yaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç Sultan da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ'dan Sultan Mahmûd Mirzâ'ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okudu. Sultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.
Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşîd-i kâmil olduğunu an-lamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Sultan Mahmûd Mirzâ'ya;
—"Siz Taşkend'e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım." buyurdu ve talebeleri ile Taşkend'e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı'ya;
—"Bu işlere ne dersin? Bu vak'a kitaba yazılacak şeylerdendir!" bu-yurdu.
GAFİLİN BASTONU
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri zamânın en büyük velîsi idi. İnsanların dünya ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:
—"İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amelle-rin en iyisi ile meşgûl olmak lâzımdır. Bâzıları demişlerdir ki:
—"O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendisini hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı günah işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamânı için şükretmeli. Günâh ile geçen zamânı için de istiğfâr etmelidir." Bâzıları da şöyle demiştir: "Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allâhü Teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir." demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü Teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allâhü Teâlâya dönmektir."
Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil kim-selerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:
—"Birgün Bâyezîd-i Bestâmî Hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti. Bunun üzerine;
—"Meclisimize Bîgâne, gâfil girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz." buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin bulunmadığını söyleyince;
—"Bastonların bulunduğu yere bakınız." dedi. Talebeleri oraya ba-kınca, bir bîgânenin âsasını bırakmış olduğunu anladılar, o asâyı oradan çıkarıp attılar."
GAFİLİN ELBİSESİ
Birgün Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra, hocası;
—"Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor." dedikten sonra o talebeye dönüp; "Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?" dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi.
KÖPEK YAVRUSU
Bir defâsında, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin huzûruna Horasan'dan fâsık biri gelmişti. Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık itikâdlı biriydi. O zamana kadar hiç gelmemişti. Gelip oturur oturmaz, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri onu azarlayıp, huzûrundan kovdu. Bu sırada orada bulunan talebesi Mir Abdülevvel'in kalbinde;
—"Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve niyâzla gelmiş, acaba onu neden hoşnud etmedi?" düşüncesi geçti. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp;
—"Bu kimseyi köpek yavrusu sûretinde gördüm ve bu sebeble kov-dum. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz." buyurdu. Bunun üzerine talebesi Abdüevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi. Adam, fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan birisiymiş.
İSTANBUL'UN MÂNEVÎ FÂTİHİ
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir: "Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri, bir-gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkand'dan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkand'ın dışında bir yerde talebelerine; "Siz burada durunuz!" buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen Sahrâ'ya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip takib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı:
—"Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birden bire gözden kayboldu."
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri daha sonra evine döndü-ğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
—"Türk Sultânı Sultân Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbedi-yordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allâhü Teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı." buyurdu.
Bu Hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin to-runu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir:
—"Bilâd-ı Rûm'a(Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtîh Hân'ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana babam Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin şeklini ve şemâlini tarif etti ve;
—"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de tarif ettiğin bu zâtın, babam Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı:
—"Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi: "İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâlini tarif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi;
—"Korkma!" buyurdu. Ben de;
—"Nasıl endişelenmiyeyim, küffâr çok." dedim. Ben böyle söyle-yince,elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm.
—"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. böylece düşman hezimete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."
(Bu hadise Tacü't-tevarih isimli meşhur tarih kitabında da mevcuttur)
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
— "Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden "Mesh" yani sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde devam etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasihât da yapılsa gafletten uyanmaz."
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
—"Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslü-manları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişahlar ile gö-rüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazîfe olmuştur. Allâhü Teâlâ bize öyle kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz, Allâhü Teâlânın bu husustaki takdîrini bekle-mekteyiz. Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır."
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
HÂCE Hazretleri buyurmuşlardır ki;
—"Tarîkatın hasıl ve neticesi, teveccüh ve ikbalde asla külfet olma-mak şartı ile, daima Hak Teâlâ Hazretleri canibine teveccüh ve ikbaldir. Bu havatırı bilip anlamak da Hâce Abdü'l-Hâlık Hazretlerinin silsilesine münhasırdır. Zîrâ bunlar nefslerini korumakta son derece ihtiyat ederler."
Bir gün Hâce Hazretlerinin Huzur-u âlîlerinde adamın biri kendisini riya ile istiğrak halinde imiş gibi göstermeye çalışır. Hazreti Hâce o kimseye müteveccih olarak şu beyti okur:
Ben mest-i vuslatım diye salınma sûfî,
Ol şah-ı bî nişandan var bizde işna.
Sâhib-i Reşahat buyururlar ki; Hâce Hazretleri müridlerine rabıta ta-rîkını işaret buyurdukları esnada bu beyti okurlardı:
Sa'yedip erbâb-ı dil gönlünde ey dil eyle yer,
Aklu gayrı endişi ko, gel bizim vasl-ı yare gir.
Ehli rabıtaya sûrî uzaklık, mânevî yakınlığa mani değildir, buyurup bu beyti okudular:
Kapundan ben gidersem mührün ey can sineden gitmez.,
Ayağın toprağı Hakkı gönül sevdanı terk etmez.
Va'az ve nasıhat ettiği zaman, enaniyeti bırakmak bir sâlik için lâ-zımdır buyurup şu mısraı okudular:
Yar çün yanında bîhude feryad eyleme.
Aşk ve muhabbet meârif ve hakâyıkın zuhuruna sebeb olur buyurup şu beyti okudular:
Ger aşk ve gam aşk-ı dil olmasa peyda,
Olmazdı cihanda bu kadar nükte hüveyda.
Hiddetle bakmak ve firasete tenbih sadedinde bu beyti okurlardı:
BEYT
Ademî bir görmedir bakîsi post,
Görmek oldur kim göre dârdar-ı dost
Hâce Hazretleri, büyük evliyadan Şeyh Havend Tahur Hazretlerinin aşağıdaki beytini çok kere okurlardı:
Aşıkın gözlerinin gözcüsüdür çeşm-i nigar,
Eyleme gayra nazar, sakla gözün ey dil-i zâr,
Ki, sakın şayed erip çeşmine ta ki, nazar,
Gözlerinde görür ağyar hayalin dildâr,
FARİSİ BEYT TERCÜMESİ
Yürü hevaya heves kılma ey dili nâdân
Sonra cemali ilahî'ye olasın hayran
Hâce Hazretleri şevk ve muhabbetin galebesi esnasında şu beyti okurdu.
FARİSİ BEYT TERCÜMESİ
Ger kadehten su içerse teşneler
Su içinde yâre eylerler nazar
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Hâce Hazretleri buyurmuşlardır ki:
— "Çok açlık ve uykusuzluk dimağı yorar, gerçekleri ve incelikleri idrakten insanı alıkoyar. Bunun için ehl-i riyâzatın keşfinde hata vaki olmuştur. Ferahlık ve sürür ise bünyeye kuvvet verdiği gibi uyku da di-mağı hatadan korur.
SALİH AMEL
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri kendisi sâlih ameller işlediği gibi, talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi. Hattâ insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: "İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de tesir eder. Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin bu hususta çok keşfi vardır. Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin yapıldığı yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir."
TASAVUF YOLU
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:
—"Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, tasavvufu şöyle tarif etmiştir: "Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun tarifi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf; Vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir."
—"İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin haki-katlerini anladığı kadardır."
EHL-İ SÜNNET ÎTİKÂDI
—"Bütün halleri ve buluşları bize verseler, Fakat Ehl-i sünnet ve ce-mâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem."
HİTABET
—"Söz, yüce bir şeydir. Zamânında ve yerinde olmalıdır. Söz söyle-mek, dilin gönülle, gönlün de hak ile olduğu zaman makbûldür."
SEYYİDLERE HÜRMET
—"Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebden gelmenin şe-refini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum."
HELÂL KAZANÇ
—"Bizim yolumuzda, el, helâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır."
Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri; Bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki:
HİMMET, TEVECCÜH
—Himmet etmek; Allâhü Teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâ-tın,kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbinde bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü Teâlâ da o işi yaratır. Allâhü Teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerinde hâsıl oldukları görülmüştür. Allâhü Teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makâmda edeb lâzımdır. Edep de, kulun kendisini Hak Teâlânın iradesine tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak Teâlânın fermânını beklemek lâzımdır."
"Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki:
—"Allâhü Teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu murâdın hâsıl olunca işin tamamdır. İsterse senden kerâmetler, hâller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir."
—"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çek-tirmemektir."
—"Allâhü Teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hatta şükredici olmak lâ-zımdır. Zîrâ AllahüTeâlânın birbirinden acı belâları çoktur."
"Birgün Mevlânâ Hâmûş Hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum. Bana dönüp;
—"Ne dersin konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?" dedi. Sonra da; " "Bir kimsenefsinden kurtulamamışsa, ne yapsa kötü." Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş'tan bundan daha iyi bir söz işitmedim."
RABITA-İ DÂİMÎ
VE MEVLÂNA NUREDDİN TAŞKENDÎ
Reşahat kitabında yazılıdır:
Ubeydullah Ahrar HazretlerininMevlâna Nureddin Taşkendî isimli bir müridi vardı.
Bu zât, Ubeydullah Ahrar (k.s.) hazretlerini çok severdi. Her hali ile gözü ondaydı.
Tam manası ilebağlıydı; Hiç bir an ona rabıta etmekten, gönlünü ona bağlamaktan kendini alamazdı. Müridlerden MevlânâzadeGargetî isimli zat ona şöyle dedi:
—"Namazda râbıta, küfür olabilir. İlk tekbiri aldıktan sonra, selam verinceye kadar ona rabıta işini bırak. Namazdan sonra yine teveccühünü, râbıtanı yaparsın."
Nureddin Taşkendî bu zata derin manalar ifade eden bir şiirle cevap verdi.
Onların bu konuşmaları Ubeydullah Ahrar Hazretlerine ulaştığı zaman o şöyle buyurdu:
—"Namaz kılan kimsenin kalbine mülkleri, sebepleri, köleleri, hayvanları ve diğer hissi şeyler gelir; ama kâfir olmaz. Peki, bir mümin kalbini bir mümine bağlarken nasıl kâfir olur?!
ÖMRÜNÜ VERDİ
Semerkand'da taun (yani veba) hastalığı salgını oldu. Bu hastalık, Ubeydullah Ahrar Hazretlerine de ulaştı. Mevlâna Nureddin Taşkendî ona şöyle dedi:
—" Efendimi! İzin ver, senin yerine ben hasta olayım; öleceksem ben öleyim.
Ubeydullah Ahrar Hazretleriona şöyle dedi:
—" Olmaz. Sen henüz gençsin. Hayatta pek çok ümidin var. Hiç bir tad alamadın .
Şöyle dedi:
—"Benim hiç bir emelim yok. Hiç bir kimseye de faydam da yok. Ancak, mübarek vücudunuz, dünyanın, ahiretin faydası için zuhur yeridir. Bunun için de, ben kendimi size feda ediyorum."
Bundan sonra hastalık ona geçti; Bu hastalık sebebi ile üç gün hasta yattı ve sonra vefat etti. Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleride şifa buldu.
YÜZÜNÜ KIBLEYE DÖNDÜR
Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleriyanında bazı müridleri ileMevlâna Nureddin Taşkendî'nin kabri yanından at üstünde geçiyordu. Aralarında keşfi açık bir zat şöyle gördü: Mevlâna Nureddin kabri içinde döndü, Ubeydullah Ahrar'a yüzünü çevirdi. Bunun üzerine Ubeydullah Ahrar efendimizona şöyle dedi:
—"Ey Mevlâna Nureddin, yüzünü kıbleye döndür. "
MUHAMMED ABDÜLLAH ETRAZÎ
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretlerinin en güzel müridlerinden biri deMevlânazade Şeyh Muhammed Abdüllah Etrazî idi.
Bu zat önceleri, başka tarikatta idi. Ubeydullah Ahrar efendimizin hizmetine girmek şerefine nail oldu. Onun yanında pek yüksek mertebelere ulaştı.
Bu zatta, istiğrak (kendinden geçip mana âlemine dalma) hali ağır basardı.
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri , müridlerinden birinin evindeydi. Kendisinde Celal sıfatının tecelliyatı vardı. Bunun için her kim onun yanına girse, kendinden geçiyordu.
Yemeği hazırladılar. Mevlânazade Etrâzî kendi âlemine dalmış gitmişti. Dokundular, fakat kendine gelmedi.
Bunun üzerine, Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretlerişöyle dedi:
—"Mevlânazadeyi kendine getirmek mi istiyorsunuz?. Bilmiyor musunuz, herkes benden istidadı, dayanacağı kadar yardım ister. O şimdi öyle bir hale ermiştir ki; bu hal onu, iki cihan derdinden geçirmiştir. Eğer bir kimse onun halini bilecek olsa, onu kıskandığından yemeği unutur.
.........
Mevlânâzâde sonradan Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri'nden izin istedi; hacca gitti. Hac vazifesini yerine getirdikten sonra Şam'a geldi, orada kaldı. Nice kimseler, onun sohbetinden faydalandılar. Ölümü de orada oldu.
MUHAMMED BEDAHŞÎ
Mevlânazade'nin Muhammed Bedahşîisminde çok değerli bir arkadaşı vardı. İleri gelen mürşidler arasında sayılırdı. Resulüllah'ın sünnetine bağlı bir velî kuldu. Mevlânazade'nin vefatından sonra, Şamda yerine o geçti; Allahü Teâlâ, nice kimseyi, onun elinde hidayete erdirdi.
Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han Şam'a geldiği zaman, iki kere Mevlânazade'nin ve Muhammed Bedahşînin ziyaretine gitti ve muhabbetinibildirdi.
Mevlânazade vefat edeceği gece, Yavuz Sultan Selim Han'ı rüyada gördü, vedalaştılar. Uyandığı zaman da, ona duâ etti, selamını yolladı;sonra 1517'de vefat etti.
YİYİNFAKAT...
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri anlatıyor:
Alâeddin Gucdüvanî Anlatmıştı:
—"Şah Nakşıbend Efendimiz Tavaisi'ye gitti. Beraberinde arkadaşlarından bir grup vardı. Güneş battıktan sonra, Şeyh Muhammed Hayyat'a, Şah Muhammed Tavaisi'ye beraberindeki kimseleri alıp, hizmetlerini iyi görmelerini emretti. Bu iki zat , Şah Nakşıbed Efendimize çok bağlıydılar. Akşam namazından sonra Şah Nakşıbed Efendimiz yüksek bir yere oturdu ve Tavaisi'yi çağırdı. Arkadaşları için ne hazırladığını sordu. Tavaisîşöyle dedi:
—"Onlara tavuklu pirinç pilavı yapıyordum, dedi
Şah Nakşıbend Efendimiz :
—"Tavuğu getir göreyim; yağlı olmalı. dedi.
Tavaisî tavuğu getirdi. Şah Nakşıbend Efendimiz de tavuğu mübarek eli ile elledi:
—"Güzel güzel.." dedi. Daha sonra yanındakilere şöyle dedi:
—"Şimdi kardeşinizin odasına gidin, yiyin, için uyuyun, seher vakti bize gelin."
RESÜLÜLLAH EFENDİMİZİN SURETİ
—"Çocukluk günlerimde, Resulüllah Efendimiz'i(s.a.v.)rüyada gördüm. Ondan daha güzel birini hiç görmemiştim. Sonra, Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri ile karşılaştım.
Bu arada bazı kimselerin şöyle dediğini duydum:
—"Resulüllah Efendimiz (s.a.v.) değişik sûretlerde görünür".
Konuşması sırasında, birara Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bana baktı; bir de ne göreyim: Karşımda, Resulüllah Efendimiz'i(s.a.v.) gördüğüm suretin aynısı..
Bundan sonra onun sohbetini bırakmadım.
EVLİYANIN SÖZLERİ
Yine MevlânâLüfullah anlatıyor:
—"Bir gün, Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri elinde Şeyh Abdürrezzak Kâşî'nin, Menazil Şerhi kitabı vardı. Âlimlerden bazısı da, ona dair meseleler soruyordu. Ben de, bir mesele hakkında:
—"Şöyle olması da muhtemeldir." dedim. Şöyle dedi:
—"Evliyanın sözleri, alimlerin yorumlarına sığmaz."
Sustum ve içimden şöyle dedim:
—"Benim dediğim evliyanın ıstılahına ters düşmüyor ki; niçin kabul etmedi."
Bunun üzerine kızdı ve öyle bir söz etti ki, bütün ağırlığı ile bir dağın üzerime çöktüğünü sandım. Yüzüne baktım, alnından bir nurun yükseldiğini gördüm. Bu nur, arttıarttı, odayı, evin içini doldurdu. Beni de bir korku kapladı ki; neredeyse beni öldürecekti. Bundan sonra yavaş yavaş çekildi ve eski haline geldi.
Mevlânâ Lütfullah devam ediyor:
—"Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri ile bir yolculuğa çıkmıştık. O, hızlı giden bir at üstündeydi; ben de ağır giden bir ata binmiştim. Ondan geride kalmamak için öne geçtim. Gelip bana yetişti, atıma bir kamçı vurdu ve şöyle dedi:
—"Senin bineğin hızlı gitmiyor mu?.
Bundan sonra bindiğim at, olduğundan da hızlı gitmeye başladı.
MEVLÂNÂ ŞEYH
Ubeydüllah Ahrar Hazretlerinin (k.s.)en büyük müridlerinden biri olan Mevlânâ Şeyh nefesini tutup zikretmeye düşkündü. bunun için şöyle derdi:
—"Ben, kelime-i tevhidi, bir nefeste elli kere okuyabilirim. Hem de kalben manasına vakıf olarak, sayılarını da bilerek..Bu zikir esnasında nefesim tıkanmaz; yüzümde bir belirti olmaz.
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, dünyalık işlerini bu zata bırakmıştı. Bunun için halini şöyle anlattı:
—"Bir gönül huzuru, birlik elde etmiştim. Bu dünyalık işlerle meşgul olurken, kendimi dağıttım."
Bir keresinde Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'ninhuzuruna vardım. Gamlı gamlı şikâyet etmek istedim.
Bana şöyle dedi:
—"Ey Mevlânâ Şeyh, gizliyi açıkta bulmak gerek. Bu durum, bu yolda esastır. Hâcegân yolu da bunun üzerine kurulmuştur. Bu yolda esas olan budur. Bu durum,Nur sûresinin (24/37) ayetinde:
—"Onlar öyle erlerdir ki; kendilerini ne ticaret, ne de alış veriş Allah zikrinden alıkor."
Bu zatların bağlılığı da sevilmiş olmaya dayanır. Sevilmiş olmak gizlilik ister. Zira seven kıskançtır. Bu sebeple sana düşen, bu bağlılığı dünya meşguliyeti ile örtmendir.
Bundan sonra içimden devamlışöyle yalvardım:
—"Ben bu işe dayanamıyorum."
Bana, himmet edip şöyle dedi:
—"Allah sana kuvvet verecek, yine gönül birliğini bulacaksın. "
Bir gün, bu kırıklık içinde bana bir teveccüh etti ki gönül birliği içimde yerleşti.. Bundan sonra bana uyku ile uyanıklık hali, dünya işleri ile meşgul olmakla âhiret işleri ile meşgul olmak hep aynı geldi. Elhamdü lillah.
BAĞLILARINDAN BİRİ ANLATIYOR
Mevlânâ Ebu Said Evbehti hidâyete erip bu yola girişini anlatıyor:
—"Mirza Uluğ Bey'in medresesinde, ilim tahsili ile meşguldüm. O günlerin birinde bana ilim tahsilinden bıkkınlık geldi. Kendimi Cenâb-ı Hakk'a yakınlığı aramaya ve meşayihten zatlarla sohbet etmeye meyilli gördüm. Sonra da, talebe dostlarımdan birine:
—"Nereden geliyorsun, ne haldesin?" diye sordum.
Şöyle anlattı:
—"Nur Dağı'ndaydım. Şeyh İlyas Aşkî'nin sohbetindeydim."
Böyle dedikten sonra onu, hayli övdü. İçimden onu ziyarete gitmek geldi.
İlyas Aşkî'nin niyeti ile yolda giderken, Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'nin medresesinin önünden geçtim. Tam bu sırada o da geldi ve medresenin kapısında atından indi.
Onu böyle görünce, içimden şöyle geçirdim:
—"Ben bunu hiç görmemiştim; önce bunu ziyaret edeyim, sonra da Nur Dağı'na giderim."
Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'ninardından medreseye girdim. Gitti, yüksek bir sekiye oturdu. Arkadaşları da oradaydı. Ben de onun karşısına oturdum. Biraz sükuttan, sonra şu manaya gelen Farsça bir beyt okudu:
Ne işin var dağda,kal sohbetimde ;
Sığınak yok,gördüğün o dağda..
"Her halde bunu benim için söylüyor." diye düşündüm. Aynı beyti bir daha tekrar etti. Sonra da bana baktı ve şöyle dedi:
—"Ey Ebu Said, bu beyt, Şeyh Hoçend'in deyişleri arasındadır."
Bir daha tekrar etti ve sonra kalkıp, atına bindi, gitti.
Bundan sonra kalbim ona bağlandı. İçten hayret ettim. Kendi kendime şöyle demeye başladım:
—"Benim adımı bilmiyor, nasıl adımla bana seslendi; bu beyti okudu."
Ben de oradan çıktım; sevdiklerimin biri ile karşılaştım; ona şöyle dedim:
—"Uluğ Bey medresesine git. Oranın müdürüne söyle. Odamdaki kitaplarım, başka neyim varsa kendisinin olsun, nasıl isterse öyle etsin."
Bundan sonra gittim, Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri'nin kapısında oturdum. Tam bir sene orada kaldım. Ne zahirde, ne batında bana iltifat edip baktı. Ancak, cezbe hali, yükseliş gün gün artyordu; bunu da anlıyordum. Bir sene sonra bana iltifat etmeye, benimle ilgilenmeye başladı.
SEYYİD AHMET ATA
Şeyh Ubeydüllah Ahrar Hazretleri Seyyid Ahmed Ata'dan naklediyor:
—"Yazın gölge ol. Kışın örtü ol. Açlık zamanı yiyecek ol.."
Seyyid Ahmed Ata müridini karşısına alır şöyle derdi:
—"Sen, ben bu yolda iki kardeşiz. Benden şu nasihatı kabul eyle: Hayal et ki, dünya yeşil bir kubbedir. Onun içinde Allah'tan başkası yoktur; bir de sen varsın. Bu halinde Allah'ı zikre devam et ki; ezilip eriyip gitme tecellisi seni sarsın ve bundan sonra sana ihtiyaç kalmasın ve sadece o kalsın.
İNSANLARA HİZMET
Ubeydüllah Ahrar Hazretleri, maddiyata önem vermezdi.
Şöyle anlattı:
—"Mirza Şahrah'ın zamanında Herat'ta bulunuyordum; bir kuruşun bile sahibi değildim. Bir gün, pazara gitmiştim. Bana bir dilenci geldi, aşçı dükkanının karşısında, benden bir şey istedi. Aşçıya gittim, sarığımı verdim. O da sağlam değildi, parça parça olmuş, fitil haline gelmişti. Aşçıya şöyle dedim:
—"Şu kadarı ile bulaşık yıkarsın. Bunun karşılığında şu dilenciyi doyur."
O dilenciyi doyurdu; sarığımı da bana geri verdi. Ancak, almadım, geçip gittim. Bu hususta, Şah Nakşıbend efendimizin şu cümlesi çok önemlidir:
—"Ben, bu yolda ne elde ettiysem hizmetten elde ettim; kitaplardan değil.. Onun faydası da görülen durumdur."Sonra da şöyle dedi:
—"Bu yola herkes bir başka kapıdan girdi. Ben de hizmet kapısından girdim."
Her kim, ona sevgiden bahsetse, ona Allah'ın kullarına hizmet etmeyi emrederdi; sonra da şu beyti okurdu:
Hizmet çeker seni Arş şerefelerine;
Ondan bir basamağa bas, çık daha yükseğine..
ŞÜKÜR
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (34/13)şöyle buyurdu:
—"Ve kaliylün Ibâdiyeşşekûr=Şekûr kullarım azdır."
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bu âyet-i kerimede geçen"Şekûr"lafzını şöyle açıkladı:
—"Bu sıfat, nimet içinde nimeti vereni görmektir; gerçek mana budur.
SADIKLARLA OLMAK
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (9/119) şöyle buyurdu:
—"Sâdıklarla beraber olunuz."
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bu âyet-i kerimeyişöyle açıkladı:
—"Burada bir beraberlik manası vardır ki; bu beraberlik iki çeşittir:
1) Hissî..
2) Manevî..
Hissi beraberlik, onlarla oturup kalkmak ve onların sohbetinde bulunmaktır.
Bir kimse, onlara yakın olur, sohbetlerine devam eder, onlarla oturur kalkarsa; onların bâtın nurlarının bereketi ile kalbi nurlanır; gerçek manada onların huyu gibi güzel huy sahibi olur.
Manevi beraberlik ise şöyledir: Kalbi onlara bağlayıp ruhaniyetlerine dönmek.. Bu durumda, onların yakınında da olunsa, uzaklarına da gidilse hep onlarla olunur. Bu manevi bağ, (rabıta) tam olunca; o büyüklerin bütün sırları, bağı kuran kulda akseder.
Bu âyet-i kerime için şöyle bir yorum da getirilebilir:
—"Onların emirlerine tutunmak vaciptir.
Bu durumda, Hak talibi kula düşen, kalbini sadık kula bağlamasıdır. Sadık kul ise, Cenâb-ı Hakk'ın zatına yabancı şeylerden, zıtlardan yana temizdir. Zira sadık zatların halinde, yolunda bir eğrilik, bir sapma yoktur.
Bu bağlılıkta (rabıtada) başka hiç bir yana bakılmaması gerekir; hatta isimlerin, sıfatların tecellisine bile..
ZATA YÖNELMEK
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (6/91)
—"Allah, de.."buyuruyor
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bu ayet-i kerimenin yorumunu şöyle yaptı:
—"Burada, sırf zata yönelme emri vardır; sıfatlara değil."
İMAN
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (4/136) :
—"Ey iman edenler, iman edin. "buyuruyor.
Bu şu manayadır:
—"Ey kalblerini Cenâb-ı Hakk'a bağlayanlar, bu bağlılığın Cenâb-ı Hakk'tan olduğuna inanınız; sizden geldiğine değil..
NEFSE ZALİM OLMAK
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de (35/32) :
—"Onlardan bir kısmı, nefsi için zalimdir, onlardan bir kısım orta hallidir, onlardan bir kısmı hayra koşar."buyuruyor.
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bu ayet-i kerimenin yorumunu şöyle yaptı:
—"Nefsi için zalimdir.."demenin manası şudur:
—"Nefsinin yersiz isteklerine engel olur. Bütün hallerde, onun gereksiz arzularına set çeker, bir şey vermez.
Böyle yapınca da, ilahi feyzi almaya kabiliyet sahibi olur. İşte o zaman, orta yola girmiş, başta giden olmuş olur.
KEVSER'İN MANASI
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri müridlerine şöyle derdi:
—"Neden çarşı pazara girmiyor, insanlara faydalı işler yapmıyorsunuz? Çalışıp gayret ediniz ki, Tekliği, çoklukta bulasınız. Bazı zatlar, Kevser suresinin 1. âyetini
—"Sana kevser verdik."manasını :
—"Sana çoklukta, teklik müşahedesini verdik."diye yorumlamışlardır.
SEVGİ YOLU
Resulüllah Efendimiz(s.a.v.) vefatına yakın günlerde şöyle buyurmuştur:
—"Ebu Bekir'in penceresinden başka mesciddeki pencereleri kapatınız."
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, tahkik ehli zatların şöyle dediklerini anlattı:
—"Hazret-i Ebu Bekir'in, Resulüllah Efendimiz (s.a.v.) ile mükemmel bir sevgi bağlılığı vardı. Bu hadis-i şerifle anatılmak istenen mana da şudur: "Bütün yollar kapalıdır; sevgi yolundan başka ulaştırıcı yolda yoktur."
Rabıtadan gaye de, şeyhlik makamına oturmaya layık olan şeyhin sevgisini bulmaktır. Hazret-i Ebu Bekir'e (r.a.) ulaşan Nakşıbendiye büyüklerinin yolu da bu sevgi üzerine kurulmuştur;Bu sevgi ise, anlatılan manadaki bağlılığı korumaktan ibarettir.
Büyüklerden bir zat şöyle demiştir:
—"Sıddık, makamında olan bir kimse, bin sene Allah'a huzur içinde yönelmiş olsa; sonra ondan bir an ayrılsa, kaybettiği kazandığından daha çoktur."
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, bu mana üzerine şöyle bir açıklama yaptı:
—"Bu yola giren büyükler, öyle bir makama ulaşırlar ki, her nefeste önceki mükemmellikleri üzerine kat kat artırma yaparlar; hem de her nefeste..
TASAVVUF
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, tasavvuf üzerine de şöyle dedi:
—"Tasavvuf odur ki, bütün yükleri üzerine alasın; kendi yüklerini başkalarına taşıtmayasın: Ne içten, ne de dıştan...
EDEP
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri şöyle dedi:
—"Mürid olmaya lâyık olanlar cidden azdır. Bir büyük şeyh, kendisi gibi bir büyük şeyhe şöyle yazmış:
—"Eğer bir mürid biliyorsan bana yolla." O da ona şu cevabı yazmış:
—"Bizde mürid yoktur; şeyh istiyorsan, istediğin kadar yollayalım." Bazı büyükler, şöyle demişler:
—"Huyu suyu ayrı zıt kimselerle konuşmak, gönül perişanlığı doğurur.
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, Şah Nakşıbend efendimizin şöyle dediğini anlattı:
—"Mekke-i Mükerreme'deydim. Orada iki kişi gördüm. Onların biri, cidden üstün himmetli, gayretli idi; diğeri de tam bunun tersi..
Düşük himmetliyi, tavaf sırasında kapıya yakın yerde gördüm. Göğsünü Kabe duvarına yapıştırmış, ellerini açmış, Cenâb-ı Hakk'tan, başkasını istiyordu.
Üstün himmetli, gayretli kimseye gelince, onu da Mina pazarında gördüm. Bu, ellibin dinarlık alış veriş etti; göz açıp kapayacak kadar bir zaman kadar bile Allah'tan gafil olmadı. Böyle birgayreti görünce, gözlerimden yaş geldi."
MÜRAKABE
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri'nin meclisinde bulunanlardan biri mürakabeye oturdu. Onun bu haline Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri kızdı ve şöyle dedi:
—"Mevlânâ Nizameddin Hamuş'un meclisinde de böyle biri mürakabeye oturmuştu. Mevlânâ ona:
—"Kaldır başını! Senin içinden duman çıktığını görüyorum. Sen kim, mürakabe kim?. Sana düşen temizlik için su taşımak, taş taşımak, helâ temizlemek olmalı. Bu işleri senelerce yaptıktan sonra ancak seninle konuşmam için kabiliyet kazanabilirsin. Sen nerede, mürakabe nerede?."
(Murakabe: Bütün letaifle bir anda bağlanıp teveccüh etme haline denir.)
ÜSTAZ SEVGİSİ
Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, Seyyid Kasım Tebrizî'nin şöyle dediğini anlattı:
—"Bir gün, Mevlânâ Zeyneddin Tavbadî'nin meclisindeydim. Ona sofi biri geldi. Mevlânâ Zeyneddin Taybadî, o sofiye sordu:
—"Sen şeyhini mi çok seviyorsun, yoksa İmâm-ı Azam Ebu Hanife'yi mi?. Sofi şöyle dedi:
—"Şeyhimi daha çok seviyorum."
Mevlânâ onun bu sözüne çok kızdı. Hatta ona:
—"Köpek!.."dedi. Sonra da odasına girdi.
Biraz sonra odasından çıktı. O sofi de gitmişti. Mevlânâ bana şöyle dedi:
—"Gel seninle gidelim, o sofiden özür dileyelim."
Yola birlikte çıktık. Yolda o sofiyi bulduk. Mevlâna'nın ziyaretine ikinci defa geliyordu. Şöyle dedi:
—"Ya Mevlânâ! Size halimi anlatmaya geliyordum. Uzun süre ben, İmâm-ı Azam Ebû Hanife'nin sözleri ile amel ettim. Allah ondan razı olsun. Fakat benden kötü sıfatlar gitmedi. Şeyhimle kısa bir sohbetim oldu; bendeki kötü sıfatların tamamı gitti. Şimdi onu sevmeme engel olan nedir?. Onu Hazreti İmam'dan daha çok sevemem mi?. Bunun şer'an yeri nedir. Şimdi ben, onu bırakıyorum, fakat tevbe etmekten de geri kalmıyorum. Sevgi hariç, görüşü dışına da asla çıkmıyorum."
Onu dinleyen Mevlânâ , görüşünü yerinde buldu ve o sofiden özür diledi.
YOKLUK - SOHBET
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri, Şeyh Ebülkasım Gürkani'nin şöyle dediğini anlattı:
—"Ya senin kendisinde yok olacağın, ya da onun sende yok olacağı biri ile sohbet et. Ya da, hem senin hem de onun Allah'ta yok olacağınız biri ile sohbet et; ne sen kalasın, ne de o.."
DIŞ GÖRÜNÜŞ
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretlerianlattı.
Şeyh Nizameddin Hamuş şöyle dedi:
—"Şeyhe düşen, değerli elbise giymektir. Müridlerine güzel surette görünmelidir. Sonra ağır başlı, azametli, vakarlı olmalı ki, müridlerin gözünde küçük görünmesin. Aksihalde ise müridlerin râbıtaları zayıflar. Hak yolcusu sâlikin esas gâyesini elde etmesi için rabıtadan başka yol yoktur. Mürid, fena fillah makamına ermiş olan şeyhi ile bağlantı kurup, mana duvarlarını aşabilir.Nitekim Resulüllah Efendimiz(s.a.v.) sakalın taranmasını, diğer dıştan görünen yerlerin düzeltilmesini emretmiştir.
ŞERİFE SAYGI
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri şöyle dedi:
—"Hazret-i Hasan'ın soyundan şerif bir kimsenin bulunduğu şehirde oturmaya gücüm yetmez. Çünkü, ona saygı hakkını tam olarak ödeyemem."
Şöyle anlatıldı:
—"İmam-ı Azam (r.a.), bir gün ders okutuyormuş Ders esnasında arada bir kalkıp oturuyormuş.
Orada bulunanlar, bu kalkıp oturmanın sebebini sormuşlar. Şöyle demiş:
—"Şeriflerden birinin çocuğu, şuradaki çocuklar arasında oynuyor. Gözüm ona takıldığı zaman ona saygıdan ayağa kalkıyorum; gözümden kaybolunca da yerime oturuyorum."
MEKİR (İMTİHAN)
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri buyurdular:
—"İlahi mekir iki türlüdür:
1) Avam halka mekir..
Allah onlara nimet vermiştir. Onlar kusurda, isyanda oldukları halde bu nimetler onlara devam eder. Nimetler ellerinden gitse, belki tevbeye gelirler. Ama nimete aldanırlar; hataya isyana devam ederler.
2) Havas yani Allah'ın has kulları olan zatlara mekir.
Bunlar da, edep kaidelerine uymadıkları halde, halleri üzerine, vecdleri devam eder.
Hal sahibi sahibi bir tasavvuf ehli, yürürken, yolunda bir köpek görse, rahat yürümesi için o köpeği yerinden kaldırıp kovduktan sonra; halinde bir değişiklik olmadığını görse, bu kimse Allah tarafından gelen bir mekir (yani imtihan ve deneme) içindedir.
(Nitekim denilmiştir ki: Bir kimsenin denemeye tabi tutulması o kimse için en büyük felâkettir. Çünkü Denemeye tabi tutulup da kazanan kimse pek azdır.)
ZİKİR
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri buyurdular:
—"Bir kimse ile sohbet ettiğin zaman, gönlün huzurlu, manada tam bir birlik içinde isen ve Cenâb-ı Hakk'a tam olarak yönelmişsen işte o zaman zikri bırak. Zira zikirden gaye, böyle bir bağlantıyı kurmaktır ki, o da olmuştur.
Buyurdular:
—"Ha ile hu ile, harflerleişaret ettiğin süre, bilesin ki, harflerin kölesi olmuşsun. Bu durumda hiç bir iyi sonuç alamazsın. Çalış, gayret et; tozları veperdeleri yolundan kaldır ki; hâ olmadan, hû olmadan da andığın zâtın kulu olasın."
Buyurdular:
—"Bir kimse ile sohbet ettikten sonra sana huzur geliyorsa, bu huzuru korumanın yolu, o kimsenin sevmediği şeylerden kaçınmandır."
GELİRKEN...
Buyurdular:
—"Bir kimse, evliyadan tasavvuf ehli zatların yanına gelmek istediği zaman, maddî-mânevî tam bir yokluk içinde gelmelidir. Varlık içinde gelirse, onların uğur ve bereketinden yoksun kalır."
HEDEF
Buyurdular:
—"Bu büyük yolda elde edilecek asıl şey, daimi olarak Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir. Neticede bu yönelişte, kuldan gelen bir zorlama olmamalıdır."
İNSANIN DEĞERİ
Buyurdular:
—"İnsanın değeri, bu yoldaki büyüklerin hakîkî durumlarını kavramak kadardır."
DİNLEMEK YETMEZ
Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretleri bir gün hakikattan, marifetten ince meselelerden sohbet ediyordu. Müridleri arasından biri de, ona iyice kulak vermiş, her hali ile onu dinlemeye geçmişti. Ona şöyle dedi:
—"Sen, sadece konuşmayı dinlemeyi seviyorsun. Sadece konuşulanı dinlemekle gayeye erilmez. Dinlediğinle amel et ki, faydasını göresin."
ZİHNİ TEMİZLEMEK
Buyurdular:
—"Akla gelen kötü, düşük, dünyevi düşünceleri akıldan çıkarıp atmak ancak üç şeyle mümkün olur:
1) Büyükler bu yolda neyi kararlaştırmışlarsa, onunla meşgul olmak; riyazet yolları mı, mücahede mi? Hangisi uygunsa onu seçmek.
2) Kendisinde hiç birgün, bir kuvvet görmemek. Şunu bilecek: Eğer Cenâb-ı Hakk gidermez ise, kendisi mana perdelerinden birini dahi gideremez. Bunun için de, mana perdelerinin hepsini kaldırması, gidermesi için Cenâb-ı Hakk'a yalvarıp yakarmalıdır.
3) Şeyhine yönelip, ondan yardım bekleyecek. Onun aracılığı olmadan, Cenâb-ı Hakk'a yönelemez. Bu da, yolların en yakını, en kolayı, en güzelidir. Asıl gayeye, bu yoldan ermeye çalışmalıdır.
AZ YEMEK
Buyurdular:
—"İlk hallerde az yemek, az uyumak beyni yakar. Marifete dair duyguları anlamaktan da yoksun bırakır. Hakikatları da anlamaz eder. Bu sebeple bazı riyazete düşkün kimselerin keşfinde yanılma olur. Ancak, ilk devreyi atlatmış, sürura, rahatlığa manen kavuşmuş kimselere uykusuzluk zarar vermez, beyni de yakmaz.
UZAKLIK - YAKINLIK
Buyurdular:
—"Rabıta ehli için, maddi uzaklık, manevi yakınlığa mâni değildir."
MEVLÂNÂ CAFER ANLATIYOR
—"Bir ara kalbim, tasavvuf yolunu öğrenmeye meyletti. Ubeydullah Ahrar (k.s.)Hazretlerini rüyada gördüm; sordum:
—"Kul, Allah'a ne zaman ulaşabilir?. Şöyle dedi:
—"Nefsinden yok olup gittikten sonra..
Uyandıktan sonra ziyaretine gittim. Daha önce onu hiç ziyaret etmemiştim.
Huzurunda oturduğum zaman,
—"Ey Mevlânâ, biliyor musun, kul, Allah'a ne zaman ulaşabilir?Kulluğunda yok olup gittiği zaman.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
—"Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu diken-leri temizlenir."
—"İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakın-maktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allâhü Teâlâya yönel-mektir."
—"İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allâhü Teâlâ'yı unutmamaktır."
—"İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kim bildik-leriyle amel ederse, Allâhü Teâlâ ona bilmediklerini öğretir." buyurdu. İlm-i ledün ise, Allahü Teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullardan dilediğine verir."
—"Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde et-tik. Herkesi bir yola götürdüler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler."
—"Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allâhü Teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Yâni her ân Allâhü Teâlâ'yı hatırlamaktır."
Talebelerine şöyle buyurmuştur:
—"Sizden hanginiz yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın."
—"Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allâhü Teâlâya bağlan-mayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nimet elden giderse pişmân olursunuz. Son pişmanlığın faydası olmaz."
—"Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd (talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar) azdır. Bir âlim büyüklerden birine haber gönderip; "Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!" demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir: "Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada da yoktur. Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!"
—"Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyükle-rinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrininvâlisi idi. Önce Muhammed Hayr'ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerine gönderdi. Gönderilmesindeki sebeb; Şiblî Hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî'nin akra-bası olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.
Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî'ye talebe olunca; önce ona ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu."
—"Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allâhü Teâlânın rızâsına ka-vuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, birgün ağzından ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı "Allah" yazıyordu. Bundan sonra hocası ona, her ân Allâhü Teâlâ'yı hatırdan çıkarmamak manasına gelen "Yâd-ı daşt" makâmı üzere olmasını emretti."
HASTALIĞI VE VEFATI
Ömrünü İslam dininin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, va'z ve nasihatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri Mîlâdî 1490 (Hicri 895) senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce;
—"Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bazı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffaretidir." hadîs-i şerifinde buyrulan husûsa uygun olduğunu söyle-mişlerdir." buyurdu.
Mîlâdî 1490 (Hicri 895) senesi Rebîu'l-evvel ayının sonunda, bir Cumâ günü hastalığı ağırlaştı ve sekerât-ı mevt hâli Cumâ günü öğle vaktinde başladı. Tam o sırada, Semerkand'da büyük bir zelzele oldu.
Vefat ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti.
—"Akşam namazının vakti girdi mi?" diye sordu.
—"Evet girdi" dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti gir-diği sıralarda, son nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bu-lunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır:
—"Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin iki kaşı arasından, bir-denbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki,evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretleri son nefeslerini verip vefât etti. Vefat ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.
Sultan Ahmet Mirzâ, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin hastalı-ğının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerini son defa gördü. Vefat ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin cenâzesini Semerkand'a getirtti. Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı. Techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp defnedildi.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına imârethâne yaptırdılar.
Talebeleri:
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî'dir. Halîfesidir. Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Yâkûb-i Çerhî Hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin kıymetli sözlerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı bir kitap yazarak toplamıştır.
Oğlu Muhammed, zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup, Tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, hâcegân lakabı ile tanınmıştır.
Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtinî ilimlerde yüksek derecede idi. Babasından feyz alarak tasavvufta yükseldi. Babası hayatınınson günlerinde onu yerine vekil bıraktı.
Mevlânâ Seyyid Hasan; Meşhûr talebelerinden olup, Babası onu kü-çük yaşında iken Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin sohbetine getir-miştir. Geldikleri sırada, Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı.Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri ona;
—"Senin ismin nedir?" diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki,
—"Adım Bal'dır" cevâbını verdi. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri tebessüm ederek buyurdu ki:
—"Bu çocukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balın tadından do-layı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal'dır." dedi. Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kurân-ı Kerîm'i, ilk tahsil için gereken bilgileri öğretti. Sonra Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretleri, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufta ye-tiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.
Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına tâbi olması tam idi. Bu hususta örnek teşkil eden bir talebesi idi.
Mevlânâ Mir Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmad olmakla şereflenmiştir. Tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur.
Mevlânâ Câfer; tasavvuf hallerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi.
Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî isimli talebesi, Semerkand'da par-makla gösterilen âlimlerden idi.
Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer tale-besi Burhâneddîn Hatelânî'nin kız kardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim idi.
Mevlânâ Şeyh; Talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce ho-casının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.
Mevlânâ Sultan Ahmed; Meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlimdi.
Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî ve Mevlânâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhurlarındandır.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhî'dir. Simavlıdır. İlim edindikten sonra, Semerkand ve Buhârâ'ya giderek feyz aldı. İcâzetle şereflenip, Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Hazretlerine intisâbı bulunan Emîr Ahmed Buhârî ile İstanbul'a geldi.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bir talebesi de, Abdullah Semerkandî'dir. Önce, Yâkûb Çerhî'ye talebe olmuş ve NizâmeddînHâmûş'tan da feyz almıştır. Uluğ Bey Medresesinde müderristi.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin bir talebesi de Haydar Baba'dır. Kırk sene devamlı İstanbul Eyyûb câmiinde îtikâf etti. Kânûnî Sultan Süleyman bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında Cezerî Kâsım Paşa Câmiine inen yol üzerinde "Haydar Baba Mescidi"ni yaptırdı. Haydar Baba, 1550 (H.957) de vefât etti. Kabri, mes-cide giderken solda, sed üstündedir.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) Hazretlerinin eserleri:
Enîs-üs-Sâlikîn fit-Tasavvuf, El-Urvet-Ül-Vüskâ li Erbâb-İl-İrtikâ, Rukaât, Fıkarât Risâlesi, Vâlidiyye Risâlesi,
HÂCE UBEYDULLAH AHRAR (k.s.) Hazretlerinin Halifeleri
Mevlâna Seyfeddin Harezmî, Mevlâna Şemseddih Muhammed Dûcî, Mevlâna Abdurahman Câmî, Hâce Muhammed Asgar, Hâce Kilâl Muhammed Ekber ve daha niceleri...
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
19. Hace Muhammed Zahid (k.s.)
Yüksek Nakşibendiyye Silsilesinin büyük şeyhlerinden ve asrının ulemasının yücele¬rinden idi. İlâhi sırların gizliliklerine vakıftı. Hâce Ubeydullahi Ahrar Hazretlerinin ilk hal¬îfelerinden ve onların da en bü-yüklerinden idi. Emaneti Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinden aldı¬lar.
Şeyh Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri, Silsile-i aliyyenin 17. halkası Ya'kûb Çerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası, büyük veli Ubeydüllah Ahrar'dır. Hocasının sohbetine kavuşmadan önce, çok gayretler sarfedip, nefs mücahedesi yaptı. Nefsini ıslah etmek için uğraştı. Bu hali yıllarca sürdü.Ubeydullah Ahrâr Hazretlerini 883 (m.1429) senesinde buldu. Oniki sene sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Ondan feyz alarak kemale erdi. Vefatından sonra da yerine irşad makamına geçip, insanlara feyz vermek üzere halifesi oldu.
MÜRŞİDİ İLE BULUŞMASI
Dünya alakasızlığı, zühd, takva, her türlü fazîlet başlıca alamet¬leri idi. Daha Hâce Ahrar Hazretlerini tanımadan, yalnız başına çok büyük gayretler sarfettiler, nefisleri ile cihad ettiler. Bu hal yıllar boyu sürdü. Nihayet gâibden aldığı işaret üzerine, Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin bulunduğu yere doğru yola koyuldu¬lar. Oraya yaklaştığı vakit Hâce Ahrar Hazretleri de bâtın nuru ile bu hale vakıf olup atına atladı ve Muhammed Zâhid Hazretlerini karşılamaya çıktı. Birbirlerine karşı geldik¬lerinde her ikisi de hay¬vanlarından inerek bir ağaç altına oturdular.
Hazreti Hâcehemen orada, Muhammed Zâhid Hazretlerini irşad halklarına dahil et¬tiler. Başını yücelere çıkarıp, irşad hırkasını kendile¬rine giydirerek isteyenlere, Allah'a gi¬den yolu göstermek üzere izin verdiler.
Şeyh Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretlerinin talebesi Mevlana Muhammed, yazmış olduğu "Silsiletül-ârifin" adlı eserinde anlatıyor:
"Hocama talebe oluşum şöyle vuku' bulmuştu: Şeyh Ni'metullah adında birtalebe arkadaşımla ilim öğrenmek için, Semerkand'dan Herat'ayola çıkmıştık. Şadman köyüne varınca, havanın çok sıcak olması sebebiyle, günlerce o köyde kaldık. Biz burada ikenMuhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri bu köye teşrif etti. Bir ikindi vakti ziyaretine gittik. Bana;
—"Sen neredensin?" dedi.
—"Semerkand'danım" dedim. Sonra sohbete başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sırasında benim kalbimden ve hatırımdan geçen şeyleri bir bir saydı. Herat'a gitmek için yola çıkmamın sebebini de söyledi. Bunun üzerine kalbim ona tamâmen tutuldu. Sonra bana dedi ki:
—"Eğer maksadın ilim öğrenmekse, o iş burada kolaydır." İyice anladım ve kanaat getirdim ki, benim hatırımdan geçen şeyleri biliyordu. Buna rağmen kalbimden Herat'a gitme arzusu çıkmadı. Bu düşüncemi de keşfedip anladı. Sonra kalkıp bana doğru yaklaştı ve;
—"Herat'a gitmekten maksadın nedir? Söyle bana, ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufda mı yetişmek istiyorsun?" dedi. Heybetinden dehşete kapıldım ve sustum. Arkadaşım cevap verip;
—"Onun asıl maksadı Herat'a gidip tasavvuf yoluna girmektir. İlim öğrenmeye gidiyorum demesi, bu maksadını gizlemek içindir" dedi. O da tebessüm etti. Bunun üzerine;
—"Eğer böyle ise çok iyi ve çok güzeldir" dedi. Sonra beni alıp bahçesine doğru götürdü. İnsanların gözünden kayboluncaya kadar yürüdük. Sonra durdu, elimi tuttu. Elimi tutar tutmaz, ben kendimden geçmeye başladım. Kendimi kaybedinceye ve kendimden geçinceye kadar tuttu. Ayıldığım zaman bana dedi ki:
—"Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin." Sonra cebinden bir kağıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve bana verdi.
—"Bunu muhafaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itâat, huşû ve Allahü Teâlâ'nın azameti karşısında insanın âcizliği yazılıdır. Bu saadet Allahü Teâlâ'nın muhabbetiyle ve O'nun Resulü Seyyidü'l-evvelîn velâhırîne (s.a.v.) tabi olmakla ele geçer. Bunun için, din ilimlerine varis olan alimlerin sohbetinde bulun. Onlardan faideli ilim öğren. Tâ ki Resülullah'a (s.a.v.) tabi olmak sûretiyle ma'rifet-i ilahiyyeye kavuşasın. Ulemâ-i sûdan (kötü din adamlarından) uzak dur. Çünkü onlar, dini, dünya malı toplamak için ve makama, mevkiye kavuşmak için alet ederler. Helal, haram ayırmadan bulduğunu yiyen ve dine uygun olmayan işler yapan sapık tarikatçılardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet i'tikadına uymayan sapık kimselerden de uzak dur!"
Sonra Fatiha-i şerife okudu ve bana Herat'a gitmem için izin verdi. Bundan sonra emri üzerine yola çıktım. Mevlana Sa'düddin Kaşgârî'ye götürmem için bir mektup verdi. Mektuba, bana yardımcı olup, korumasını yazmıştı. bunu görünce, kalbimi tam bir muhabbet sardı. Fakat Herat'a gitme azmim kırılmadı, vazgeçmedim. Mektubu alıp yola çıktım. Yolda ilerledikçe, bindiğim hayvan yavaşladı, gücü kalmadı. Yol almaktan aciz kaldım.
Buhara'ya altı fersah (36 km. kadar) mesafe kalmıştı ki, yolun bu kısmında şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Günlerce orada kaldım. İyileşince yola çıktım. Bu sefer sıtma hastalığına tutuldum. O zaman anladım ki, eğer yola devam edersem helak olacağım! Sonra Taşkente gittim. Şeyh İlyas Aşkîyi ziyaret etmek istedim. Bunun için de elbisemi, kitaplarımı, atımı dostlarımdan birine emanet bıraktım. Şeyh İlyas Aşkî'nin hizmetini görenlerden biri ile karşılaştım.kendisine:
—" Benimle gel de Şeyhi ziyaret edelim" dedim.
—"Atın nerede ?" dedi.
—"Bir arkadaşa emanet bıraktım" dedim.
—"Getir de gidelim" dedi.
Tam o sırada bir adam geldi ve bana:
—"Atın, üzerindeki yükleri ile kayboldu" dedi. O zaman büsbütün yıkıldım. Bütün bu olanların başıma gelmesi,Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri nin isteklerine uymamamdan olduğunu ve derhal geri dönüpMuhammed Zâhid (k.s.) Hazretlerine teslim olmaya karar verdim. Herşeyden önce onu ziyarete gitmeye karar verdim. Ben bu kararı verir vermezbirisi gelip;
—"Binek hayvanın ve eşyaların bulundu" dedi. Emanet bıraktığım kimsenin yanına gittim. Bana dedi ki:
—"Ey Muhammed! Senin binek hayvanını emanet aldığımda, onu bir yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya başladım, bulamadım. Üzgün üzgün geri döndüm. Dönerken bir de gördüm ki, senin binek hayvanın sokak ortasında, insanlar arasında üzerindeki eşya ile beraber aynen duruyordu. Hayret ettim, bu kadar kalabalık arasında ona kimse dokunmamıştı." Sonra binek hayvanımı ve eşyalarımı alıp Semerkand'a Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri'nin yanına gittim. Huzuruna varınca, bana bakıp tebessüm ederek; "Hoş geldin" dedi. Bundan sonra sohbetine ve hizmetine devam edip, yanından ayrılmadım."
Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri, asrının alimlerinin en büyüklerinden idi. Tasavvuf ilminde ve tasavvuf hallerinde ilâhi sırların gizliliklerine tam vâkıf bir büyük idi. Kendinden sonra, kız kardeşinin oğlu Derviş Mehmed, yetiştirdiği veliler arasında en büyüğüdür.
"Mesmûât-ı Mevlânâ Kadı Muhammed Zâhid" ve "Silsilet-ül-ârifin" adlı eser, talebesi Mevlana Muhammed tarafından derlenmiştir. Bu zat "Mesmûât" adlı eserinde, hocası Muhammed Zâhid hazretleri'nin sohbetlerinde dinlediklerini toplamıştır. Fârisî lisanda yazdığı bu eseri 155 varak olup, Süleymaniye Kütüphanesi'nde vardır. Bu eserde Muhammed Zâhid (k.s.) Hazretleri'nin kıymetli sözlerine genişçe yer verilmiştir:
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
—"İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun aslı ve özü ise, her hâl ü kârda Allahü Teâlâ'yı unutmamak, gâfil olmamak, tazurru (yalvarma) ve huşû' (korku) içinde bulunmaktır."
—"İbadet ile ubûdiyet (kulluk) arasındaki fark; ibadet, dinin emrettiği vazifeleri yapmak; ubûdiyet ise, kalbin gafletten uzak ve daima Rabbini tazim eder halde olmasıdır."
—"Temkin makâmına kavuşmak için, zarûretsiz söz ve lüzumsuz söylememek lazımdır. Çok gülmek ve çok konuşmak kalbi öldürür. Temkin makamı, huzur ve gafletten uzak olmaktan ibarettir ki, bu hal, gözdeki görme, kulaktaki işitme vasfı gibi hiç kaybolmamalıdır. Kendisini Allahü Teâlâ'nın her an gördüğünü bilmelidir. Böyle bir hale gelen kimsenin artık konuşması gerekir. Bu hale kavuştuktan sonra, "insanları irşad için" konuşmaması gaflettir. Gaflet ise, kalbin ölmesi demektir. Kalbin gafletten uzak olması, huzur ve âgâhî olmasıyladır. Bu nisbetin sahibi çok çalışmalı, ihtimam göstermeli ve bu nisbet zamanını iyi muhafaza etmelidir."
MUHAMMED ZÂHİD (K.S.)
HAZRETLERİ BUYURDU
—"Emr-i ma'rufu ve nefyi münkeri öyle yapmalı ki, ondan netice alınsın. Bunu yaparken, insanların anlıyacağı şekilde yapmak lazımdır. Hadis-i şerifte; "İnsanlara akılları derecesinde konuşun" buyuruldu."
Bir defasında Moğol Hanlarından biri Muhammed Zâhid'in huzuruna gelmişti. Müslüman olmayan bu Han, domuz eti yerdi. Ona domuz eti yemek İslamiyette haramdır dese, yemekten vazgeçmeyecekti. Ona dedi ki; "Domuz etini yemek birçok haysiyyeti kaybettirir. Çünkü hayvanlardan sadece domuz, dişisini kıskanmaz. Onun etini yemek insanda gayret ve hamiyyeti yok eder" dedi ve gayretin üstünlüğünü anlattı. O Han bunu çok ma'kûl bulup, kendisi yemekten vazgeçtiği gibi, askerlerinin de domuz eti yemelerini yasakladı."
YİNE BUYURDULAR:
"Gençlik zamanı fırsat ve ganimettir. Bu kıymetli zamanı ve nefesleri saadet vesîlesi yapmayana yazıklar olsun. Saâdet arayan kimse, Resûllullahın (s.a.v.) ahlakı ile ahlaklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem, cömertlik, tevazu ve diğer ahlak-ı hamide olan şeylerle ahlaklanmalıdır.
Kitabın yazarı anlatıyor:
—"Muhammed Zâhid Efendimiz, hakikatlara dair konuşma yapacağı zaman, çoğunlukla muhatabı ben olurdum; sözleri bana yönelik olurdu.
Bir gün bana şöyle dedi:
—"Sen benim konuşmalarımı dinliyorsun. Hakikatlara dair anlattıklarımı duyuyorsun. Bunlar arasında ana-babadan öğrendiğin, hocandan öğrendiğin ve kalbine yerleşen inanca ters düşen bir şey var mı?." Dedim ki:
—Hayır, öyle bir şey yoktur." Bunun üzerine şöyle dedi:
—"Öyle ise onları dinleyebilirsin."
HASTALIĞI
Aynı zat, bir başka yerde şöyle yazdı:
—"Efendimiz Muhammed Zahid bir gün hastalandı. Bana, Herat'tandoktor getirmemi emretti.
Bu sırada bana Mevlâna Kasım geldi ve şöyle dedi.
—"Ey Mevlâna Muhammed, çabuk git, çabuk gel. Zira ben Efendimizi hasta görmeye dayanamıyorum." dedi.
Doktoru getirdiğim zaman baktım ki, Şeyh Muhammed Zahid Efendimiz şifa bulmuş; Mevlana Kasım ise vefat etmiş.
Gidişim gelişim otuz beş gün sürmüştü. Ancak bu kadar onlardan ayrı kalmıştım. Bu müddet içinde olan olmuştu.
Muhammed Zahid Efendimize bu işin nasıl olduğunu sordum; şöyle anlattı:
Mevlana Kasım bir gün bana geldi ve:
—"Ben canımı sana feda ettim." dedi. Ona dedim ki:
—"Bunu yapma. Benimle ilgilenen çoktur; sen henüz gençsin."O ise şöyle dedi:
—"Ben sana, bu işi danışmaya gelmedim; kararımı verdim, tam bir niyetle geldim. Allah da benim bu talebimi kabul buyurdu."
Her ne kadar bu işten geri durmasını istedimse de kabul etmedi. Verdiği ilk cevapta da ısrar etti. Sonra da gitti."
...........
İkinci günü, Muhammed Zahid Efendimizin hastalığı aynen Mevlana Kasım'a geçmiş ve bu hastalık sebebi ile vefat etmiş. Vefat tarihi hicretin 891. (M. 1486) yılı idi. Henüz zilhicce ayı çıkmamıştı ve bir pazartesi günü imiş.
Muhammed Zahid Efendimiz ise tam manası ile hastalıktan kurtuldu; getirdiğim doktora da ihtiyaç kalmadı.
VASİYETİ
Muhammed Zahid Efendimizin vefatına yakın bütün çocukları, torunları, avamdan, havastan arkadaşları yanında toplanmışlar. Onlara sormuş:
—"Fakirlik mi istiyorsunuz, zenginlik mi?."
Mevlana Muhammed şöyle demiş:
—"Senin tercihin benim tercihimdir."
Muhammed Zahid Efendimiz de şöyle demiş:
—"Ben, fakirliği tercih ettim."
Bundan sonra hazinedarına bakmış, şöyle demiş:
—"Buna dörd bin şahrahiye ver ki, yanında toplanan dervişlerin ihtiyaçlarını gidersin. Bu parayı, onların hizmetleri için harcasın..."
M. 1529, H. 936 senesinde Semerkand'a bağlı Hisâr'ın Bedahş köyünde vefat etti. Kabr-i Şerifi oradadır. (k.s.)
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
20. Derviş Mehmed (k.s.)
Muhammed ZâhidHazretlerinin kız kardeşinin oğlu oluphalifelerinin en büyüğü ve tevazuun en son noktasına erişmiş bir zat idi. Zâhirî ve bâtınî ilimler kendisinde toplanmış, sûrî ve mânevî rumuz ve işaretlere vakıf, zevk ve şevk ile sıfatlanmış, cömertlik ve ihsan ile tanınmış kâmil bir şeyh.Silsile-i aliyyenin yirmincisidir. Doğum tarihi bilinmemekle birlikte, 1562 (H.970) senesinde vefât etti.
Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kâdı Muhammed Zâhid'in derslerinde yetişti. Mevlâna Muhammed Zâhid'den irşad eli almadan önce 15 sene zühd ve riyazetle vakit geçirmiş, uykusuz zikr ve fikr ile meşgul olmuştur. Bir gün açlığının çokluğundan çaresiz kalıp yüzünü göğe doğru çevirmişti. O anda Hızır (A.S.) gelip:
"Eğer sabır ve kanaat istiyorsan, Hâce Muhammed Zâhid'in (k.s.) huzuruna, hizmetine ve sohbetine acele eyle, O sana sabır ve kanaatı öğretir." buyurdu. Hemen Muhammed Zâhid'in yüksek huzûruna varıp, orada ilim tahsîl etti. güzel terbiye görüp, kemâle geldi. Hocası ona, in-sanlara doğru yolu anlatmak, ebedî olan cehennem azâbından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilâfet verdi. Hocasının vefatından sonra yerine ge-çip, Semerkand'da, doğru yoldan ayrılanlarla ve bid'atlerle uğraştı. Bid'atleri yok etti. Çok velî yetiştirdi.
İnsanları Allahü Teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi husûsunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sahipti. 1562 (H.970) senesinde, ikinci binin yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin dünyâya gelmesinden bir sene önce, Büster kasabasının Dasferar köyünde vefat etti. İnsanları irşâd için yetiştirdiği talebeleri pek çoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed Emkengî'dir.