Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
(Hasiye-2): Evet inkilab-i hakaik ittifaken muhaldir ve inkilab-i hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zid kendi ziddina inkilabidir ve bu inkilab-i ezdâd içinde bilbedâhe bin derece muhal sudur ki: Zid, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi ziddinin ayni olsun. Meselâ: Nihayetsiz bir cemâl; hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. Iste su misâlimizde meshûd ve kat'iyy-ül vücûd olan bir Cemâl-i Rububiyyet; Cemâl-i Rububiyyet mahiyetinde daim iken, ayn-i çirkinlik olsun. Iste dünyada muhal ve bâtil misâllerin en acibidir.
sh: » (S: 76)
ALTINCI HAKIKAT: Bâb-i Hasmet ve Sermediyyet olup, Ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcûdâti Güneslerden, agaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir hasmet-i Rububiyyet; su misâfirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perisan fâniler üstünde dursun.. sermedî, bâki bir daire-i hasmet ve ebedî, âlî bir medâr-i Rububiyyeti icad etmesin!
Evet su kâinatta görünen mevsimlerin degismesi gibi hasmetli icraat ve seyyâratin tayyare-misâl hareketleri gibi âzametli harekât ve Arzi insana besik, Günesi halka lâmba yapmak gibi dehsetli teshirat ve ölmüs, kurumus Küre-i Arzi diriltmek, süslendirmek gibi genis tahvilât gösteriyor ki: Perde arkasinda böyle muazzam bir Rububiyyet var, muhtesem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir Saltanat-i Rububiyyet, kendine lâyik bir raiyet ister ve sâyeste bir mazhar ister. Halbuki görüyorsun: Mahiyetçe en câmi' ve mühim raiyeti ve bendeleri, su misâfirhane-i dünyada perisan bir Sûrette muvakkaten toplanmislar. Misâfirhane ise; her gün dolar, bosanir. Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için su meydan-i imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyet, Sâni'-i Zülcelâl'in kiymettar ihsânâtinin nümûnelerini ve hârika san'at antikalarini çarsi-yi âlem sergilerinde, ticaret nazarinda temâsa etmek için, su teshirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Su mesher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. Iste bu hal ve su vaziyet kat'î gösteriyor ki: Su misafirhane ve su meydan ve su mesherlerin arkasinda; o sermedî saltanata medâr ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, su dünyada gördügümüz nümûnelerin ve sûretlerin en hâlis ve en yüksek asillariyla dolu bag ve hazineleri vardir. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Surada çalistirir, orada ücret verir. Herkesin istidadina göre -eger kaybetmezse- orada bir saadeti vardir. Evet öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; su fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun...
Su hakikata, su temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hani, kendine gelen misafirlerine yapmis. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanin tezyinatina milyonlar altunlar
sh: » (S: 77)
sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azi ve az bir zamanda bakip, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir sey tadip, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotografiyla, o handaki seylerin Sûretlerini aliyorlar. Hem o büyük Zâtin hizmetkârlâri da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gâyet dikkat ile aliyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki; O Zât her günde, o kiymettar tezyinatin çogunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinati icad eder. Bunu gördükten sonra hiç sübhen kalir mi ki: Bu yolda bu hani yapan zâtin daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kiymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehâveti vardir. Su handa gösterdigi ikram ile, misafirlerini kendi yaninda bulunan seylere istihalarini açiyor ve onlara hâzirladigi hediyelere ragbetlerini uyandiriyor. Aynen onun gibi, su misafirhâne-i dünyadaki vaziyeti, sarhos olmadan dikkat etsen; su dokuz esâsi anlarsin:
Birinci Esâs: Anlarsin ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için degil... Kendi kendine de bu Sûreti almasi muhaldir. Belki kafile-i mahlukatin gelip konmak ve göçmek için dolup bosanan, hikmetle yapilmis bir misafirhanesidir.
Ikinci Esâs: Hem anlarsin ki: Su hanin içinde oturanlar misafirlerdir. Onlarin Rabb-i Kerîm'i, onlari Dâr-üs Selâm'a davet eder.
Üçüncü Esâs: Hem anlarsin ki: Su dünyadaki tezyinat, yalniz telezzüz veya tenezzüh için degil. Çünki bir zaman lezzet verse, firakiyla bir çok zaman elem verir. Sana tattirir, istihani açar fakat doyurmaz. Çünki ya onun ömrü kisa, ya senin ömrün kisadir. Doymaga kâfi degil. Demek kiymeti yüksek, müddeti kisa olan su tezyinat; ibret içindir (Hasiye), sükür içindir.Usûl-i daimîsine tesvik içindir. Baska gâyet ulvî gayeler içindir.
Dördüncü Esâs: Hem anlarsin ki: Su dünyadaki müzeyyenat
___________________________
(Hasiye-1): Evet mâdem herseyin kiymeti ve dekaik-i san'ati gâyet yüksek ve güzel oldugu halde; müddeti kisa, ömrü azdir. Demek o seyler nümunelerdir, baska seylerin Sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müsterilerin nazarlarini, asillarina çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardir. Öyle ise, elbette su dünyadaki o çesit tezyinat; bir Rahmân-i Rahîm'in rahmetiyle, sevdigi ibâdina hâzirladigi niam-i Cennet'in nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.
sh: » (S: 78)i
ise (Hasiye) Cennet'te ehl-i îmân için rahmet-i Rahman'la iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, Sûretleri hükmündedir.
Besinci Esâs: Hem anlarsin ki: Su fâni masnûat fena için degil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratilmamislar. Belki
______________________________ ___
(Hasiye): Evet her seyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatinin müteaddid neticeleri vardir. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasir degildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her seyin gayât-i vücudu ve netâic-i hayati üç kisimdir:
Birincisi ve en ulvîsi, Sâni'ine bakar ki; o seye taktigi hârika-i san'at murassaatini, Sahid-i Ezelî'nin nazarina resm-i geçit tarzinda arzetmektir ki, o nazara bir ân-i seyyâle yasamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadi yine kâfidir. Iste seri-üz zeval lâtif masnûat ve vücuda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar su gayeyi bitamâmiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her sey hayatiyla, vücuduyla Sâni'inin mu'cizât-i kudretini ve âsâr-i san'atini teshir edip, Sultan-i Zülcelâl'in nazarina arzetmek birinci gayesidir.
Ikinci kisim gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîsuura bakar. Yâni hersey, Sâni'-i Zülcelâl'in birer mektub-u hakaik-nümâ, birer kaside-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanin ve insanin enzârina arzeder, mütalâaya davet eder. Demek ona bakan her zîsuura, ibret-nümâ bir mütalâagâhtir.
Üçüncü kisim gaye-i vücud ve netice-i hayat, o seyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yasamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir Sefine-i Sultaniyede bir hizmetkârin dümencilik ettiginin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait oldugu gibi; herseyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksandokuzdur. Iste bu taaddüd-ü gayâttandir ki; birbirine zid ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz sehâ ile sirr-i tevfîki sudur ki: Birer gaye nokta-i nazarinda cûd u sehâ hükmeder, ism-i Cevvâd tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarinda bigayr-i hisabdir. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarinda; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir agacin ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardir ki; Beyân ettigimiz üç kisma tefrik edilir. Su umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadi gösteriyor. Zid gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile sehâ ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayistir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladir. Fakat hifz-i hudud ve mücahede-i a'dâ gibi sâir vazifeler için, bu mevcûd ancak kâfi gelir. Kemâl-i hikmetle müvazenededir. Iste hükûmetin hikmeti, hasmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalik yoktur denilebilir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
sh: » (S: 79)
vücudda kisa bir zaman toplanip, matlûb bir vaziyet alip; tâ Sûretleri alinsin, timsalleri tutulsun, mânâlari bilinsin, neticeleri zabtedilsin... Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada baska gayelere medâr olsun.
Esya beka için yaratildigini, fena için olmadigini; belki sûreten fena ise de tamam-i vazife ve terhis oldugu bununla anlasiliyor ki: Fâni bir sey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalir. Meselâ kudret kelimelerinden olan su çiçege bak ki; kisa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, der-akab fena perdesinde saklanir. Fakat senin agzindan çikan kelime gibi o gider, fakat binler misâllerini kulaklara tevdi' eder. Dinleyen akillar adedince, mânâlarini akillarda ibka eder. Çünki vazifesi olan ifade-i mânâ bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her seyin hâfizasinda zâhirî Sûretini ve herbir tohumunda mânevî mahiyetini birakip öyle gidiyor. Gûya her hâfiza ile her tohum; hifz-i zîneti için birer fotograf ve devam-i bekasi için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-i bâkiye sahibi olan insan; ne kadar beka ile alâkadar oldugu anlasilir. Çiçekli ve meyveli koca nebâtatin bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u tesekkülati, timsal-i Sûreti; zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizâmla, dagdagali inkilâblar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gâyet cem'iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmis, zîsuur nuranî bir kanûn-u emrî olan ruh-u beser; ne derece beka ile merbut ve alâkadar oldugu anlasilir.
Altinci Esâs: Hem anlarsin ki: Insan, ipi bogazina sarilip, istedigi yerde otlamak için basibos birakilmamistir; belki bütün amellerinin Sûretleri alinip yazilir ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.
Yedinci Esâs: Hem anlarsin ki: Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatinin tahribati, îdam degil. Belki vazifelerinin tamamiyla terhisatidir (Hasiye). Hem yeni baharda gelecek
___________________________
(Hâsiye): Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir secerenin uçlarinda ve dallarinin baslarindaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarindan akip gelenlere kapi kapanmasin. Yoksa rahmetin vüs'atina ve sâir ihvanlarinin hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevâliyle hem zelil, hem perisan olurlar. Iste bahar dahi, mahser-nümâ bir meyvedâr agaçtir. Her asirdaki insan âlemi; ibret-nümâ bir seceredir. Arz dahi, mahser-i acaib bir secere-i kudrettir. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarina gönderilen bir secere-i hayret-nümâdir.
sh: » (S: 80)
mahlûkata yer bosaltmak için tefrîgattir ve yeni vazifedârlar gelip konacak ve vazifedâr mevcûdâtin gelmesine yer hâzirlamaktir ve ihzârattir.
Hem zîsuura vazifesini unutturan gafletten ve sükrünü unutturan sarhosluktan ikazât-i Sübhaniyyedir.
Sekizinci Esâs: Hem anlarsin ki: Su fâni âlemin sermedî Sânii için baska ve bâki bir âlemi var ki, ibâdini oraya sevk ve ona tesvik eder.
Dokuzuncu Esâs: Hem anlarsin ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibâdina öyle ikramlar edecek; ne göz görmüs, ne kulak isitmis, ne kalb-i besere hutûr etmistir. Âmenna...
YEDINCI HAKIKAT: Bâb-i Hifz ve Hafîziyyet olup, Ism-i Hafîz ve Rakib'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gökte, yerde, karada, denizde; yas kuru, küçük büyük, âdi âlî herseyi kemâl-i intizâm ve mîzan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi büyük bir fitratta, hilafet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beserin, Rubûbiyyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleginden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartilmasin, sayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hâyir, aslâ!..
Evet su kâinati idare eden zât, herseyi nizâm ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizâm ve mîzan ise; ilim ile hikmet ve irâde ile kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz her masnu' vücudunda, gâyet muntâzam ve mevzun yaratiliyor. Hem hayati müddetince degistirdigi sûretler dahi, birer intizâmli oldugu halde, heyet-i mecmuasi da bir intizâm tahtindadir. Zîra görüyoruz ki; vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve su âlem-i sehâdetten göçüp giden herseyin Hafîz-i Zülcelâl, birçok Sûretlerini elvâh-i mahfûza hükmünde olan (Hasiye: Yedinci Sûret'in hasiyesine bak.) hâfizalarda ve bir türlü misâlî âyînelerde hifzedip, ekser tarihçe-i hayatini çekirdeginde, neticesinde naksedip yaziyor. Zâhir ve bâtin âyinelerde ibka ediyor. Meselâ: Beserin hâfizasi, agacin meyvesi, meyvenin çekirdegi, çiçegin tohumu, kanun-u hafîziyetin âzamet-i ihâtasini gösteriyor.
Görmüyor musun ki: Koca baharin hep çiçekli, meyveli bütün
sh: » (S: 81)
mevcûdâti ve bunlarin kendilerine göre bütün sahâif-i a'mali ve teskilâtinin kanunlari ve Sûretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak, muhafaza ediliyor. Ikinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini nesredip, kemâl-i intizâm ve hikmet ile koca diger bir bahar âlemini meydana getirmekle; hafîziyetin ne derece kuvvetli ihâta ile cereyan ettigini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekasiz, ehemmiyetsiz seylerde böyle muhafaza edilirse, âlem-i gâybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervâhta rubûbiyyet-i âmmede mühim semere veren beserin amelleri hifz içinde gözetilmek Sûretiyle, ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyir ve aslâ!
Evet su hafîziyetin bu Sûrette tecellisinden anlasiliyor ki: Su mevcûdâtin Mâliki, mülkünde cereyan eden herseyin inzibatina büyük bir ihtimami var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyyet-i Saltanatinda gâyet ihtimami gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdirir. Mülkünde cereyan eden herseyin Sûretini müteaddid seylerde hifzeder. Su Hafîziyet isaret eder ki: Ehemmiyetli bir muhasebe-i a'mâl defteri açilacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müserref bir mahlûk olan insanin büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri nesredilecek.
Acaba hiç kabil midir ki: Insan, hilâfet ve emanetle mükerrem olsun, Rububiyyetin külliyat-i suûnuna sahid olarak kesret dairelerinde, Vahdâniyyet-i Ilâhiyyenin dellâlligini ilân etmekle, ekser mevcûdatin tesbihat ve ibâdetlerine müdahale edip zâbitlik ve müsâhidlik derecesine çiksin da sonra kabre gidip, rahatla yatsin ve uyandirilmasin! Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin! Mahsere gidip Mahkeme-i Kübrâyi görmesin! Hâyir ve aslâ!..
Hem bütün gelecek zamanda olan (Hâsiye) mümkinata kadir
___________________________
(Hâsiye): Evet zaman-i hâzirdan, tâ ibtida-i hilkat-i âleme kadar olan zaman-i mâzi; umumen vukûattir. Vücuda gelmis herbir günü, herbir senesi, herbir asri; birer satirdir, birer sahifedir, birer kitabdir ki Kalem-i Kader ile tersim edilmistir. Dest-i Kudret, mu'cizât-i âyâtini onlarda Kemâl-i hikmet ve intizâm ile yazmistir.
Su zamandan tâ Kiyamete, tâ Cennet'e, tâ Ebede kadar olan zaman-i istikbâl; umumen imkânattir. Yâni mâzi vukuâttir, istikbal imkânattir. Iste o iki zamanin iki silsilesi birbirine karsi mukabele edilse; nasilki dün-
sh: » (S: 82)
olduguna,bütün geçmis zamandaki mu'cizât-i kudreti olan vukuâti sehadet eden ve kiyâmet ve Hasre pek benzeyen kis ile bahari her vakit bilmüsâhede îcad eden bir Kâdîr-i Zülcelâl'den, insan nasil ademe gidip kaçabilir, topraga girip saklanabilir! Mâdem bu dünyada ona lâyik muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
SEKIZINCI HAKIKAT: Bâb-i vaad ve Vaîd'tir. Ism-i Cemîl ve Celîl'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan su masnûâtin Sânii; bütün Enbiyanin tevâtürle haber verdikleri ve bütün Siddikîn ve Evliyanin icmâ' ile sehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i Ilahîsini yerine getirmeyip, -hâsâ- acz ve cehlini göstersin. Halbuki: Vaad ve vaîdinde bulundugu emirler; kudretine hiç agir gelmez. Pek hafif ve pek kolay.. Geçmis baharin hesabsiz mevcûdâtini, gelecek baharda kismen aynen (Hasiye-1) kismen mislen (Hasiye-2) iâdesi kadar kolaydir. Îfa-yi vaad ise; hem bize, hem
__________________
kü günü halkeden ve o güne mahsus mevcûdati icad eden Zât; yarinki günü mevcûdâtiyla halketmeye muktedir oldugu hiçbir vecihle sübhe getirmez. Öyle de sübhe yoktur ki: Su meydan-i garâib olan zaman-i mâzinin mevcûdâti ve hârikalari; bir Kadîr-i Zülcelâl'in mu'cizâtidir. Kat'î sehadet ederler ki: O Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinâtin îcadina, bütün acâibinin izharina muktedirdir.
Evet, nasilki, bir elmayi halkedecek; elbette dünyada bütün elmalari halketmeye ve koca bahari icad etmeye muktedir olmak gerektir. Bahari icad etmeyen, bir elmayi îcad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor.. Bir elmayi îcad eden, bir bahari îcad edebilir. Bir elma; bir agacin, belki bir bahçenin, belki bir kâinatin misâl-i Mûsaggaridir. Hem san'at itibariyle koca agacin bütün tarih-i hayatini tasiyan elmanin çekirdegi itibariyle öyle bir hârika-i san'attir ki: Onu öylece îcad eden, hiçbir seyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halkeden, kiyâmet gününü halkedebilir ve bahari icad edecek, Hasrin icadina muktedir bir Zât olabilir. Zaman-i mâzinin bütün âlemlerini zamanin seridine Kemâl-i hikmet ve intizâm ile takip gösteren; elbette istikbal seridine dahi baska kâinati takip gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhassa Yirmiikinci Sözde gâyet kat'î isbat etmisiz ki: «Her sey'i yapamayan hiçbir sey'i yapamaz ve birtek sey'i halkeden, her sey'i yapabilir. Hem esyanin îcadi birtek Zâta verilse, bütün esya birtek sey gibi kolay olur. Ve suhulet peyda eder. Eger müteaddit esbaba verilse, ve kesrete isnad edilse, birtek seyin îcâdi; bütün esyanin îcâdi kadar müskilâtli olur. Ve imtina derecesinde suûbet peyda eder...»
(Hasiye-1): Agaç ve otlarin kökleri gibi...
(Hasiye-2): Yapraklar, meyveler gibi...
sh: » (S: 83)
her sey'e, hem kendisine, hem saltanat-i Rububiyyetine pek çok lâzimdir. Hulf-ul- vaad ise; hem izzet-i iktidarina zittir, hem ihâta-yi ilmiyyesine münâfîdir. Zira hulf-ul- vaad; ya cehilden, ya acizden gelir.
Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkârin ile ne kadar ahmakça bir cinâyet isliyorsun ki; kendi yalanci vehmini, hezeyanci aklini, aldatici nefsini tasdik edip, hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilâf; onun izzetine, haysiyetine yakismayan ve bütün görünen seyler ve isler; sidkina ve hakkaniyyetine sehadet eden bir Zâti tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinâyet isliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun. Bâzi ehl-i Cehennem'in bir disi, dag kadar olmasi; cinâyetinin büyüklügüne bir mikyas olarak haber verilmis. Misâlin su yolcuya benzer ki: Günesin ziyâsindan gözünü kapar. Kafasi içindeki hayâline bakâr. Vehmi, bir yildiz böcegi gibi kafa fenerinin isigiyla dehsetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem su mevcûdât; hak söyleyen sâdik kelimeleri, su hâdisat-i kâinat; dogru söyleyen nâtik âyetleri olan Cenâb-i Hak vaad etmis, elbette yapacaktir. Bir Mahkeme-i Kübrâ açacaktir, bir saadet-i uzmâ verecektir.
DOKUZUNCU HAKIKAT: Bâb-i Ihyâ ve Imâte'dir. Ism-i Hayy-i Kayyum'un, Muhyî ve Mümît'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Ölmüs, kurumus koca Arzi ihya eden ve o ihya içinde herbiri, beser hasri gibi acib, üçyüz binden ziyade envâ'-i mahlûkati hasr ve nesredip kudretini gösteren ve o hasr ve nesr içinde nihayet derecede karisik ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihâta-i ilmiyesini gösteren ve bütün semâvî fermanlariyla beserin hasrini vâ'detmekle bütün ibâdinin enzârini saadet-i ebediyyeye çeviren ve bütün mevcûdâti basbasa, omuz omuza, elele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde döndürüp birbirine yardimci ve müsahhar kilmakla âzamet-i Rubûbiyyetini gösteren; ve beseri, secere-i kâinatin en câmi' ve en nâzik ve en nâzenîn, en nâzdar, en niyâzdar bir meyvesi yaratip, kendine muhatâb ittihaz ederek hersey'i ona müsahhar kilmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdigini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm; Kiyâmeti getirmesin! Hasri yapmasin ve yapamasin! Beseri ihyâ et-
sh: » (S: 84)
mesin veya edemesin! Mahkeme-i Kübrâyi açamasin! Cennet ve Cehennem'i yaratamasin? Hâsâ ve kellâ!..
Evet su âlemin Mutasarrif-i Zîsân'i her asirda, her senede, her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde Hasr-i Ekberin ve meydân-i kiyâmetin pek çok emsâlini ve nümunelerini ve isârâtini icad ediyor. Ezcümle:
Hasr-i baharîde görüyoruz ki; bes-alti gün zarfinda küçük ve büyük hayvânat ve nebâtattan üçyüz binden ziyade envâ'i hasredip nesrediyor. Bütün agaçlarin, otlarin köklerini ve bir kisim hayvanlari aynen ihya edip iâde ediyor. Baskalarini ayniyyet derecesinde bir misliyyet sûretinde îcad ediyor. Halbuki maddeten farklari pek az olan tohumcuklar o kadar karismisken, kemâl-i imtiyaz ve teshîs ile o kadar sür'at ve vüs'at ve sühulet içinde kemâl-i intizâm ve mîzan ile alti gün veya alti hafta zarfinda ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki: Bu isleri yapan Zâta bir sey agir gelebilsin; Semâvat ve Arzi alti günde halkedemesin, insani bir sayhâ ile hasredemesin! Hâsâ...
Acaba: Mûciznümâ bir kâtib bulunsa, huruflari, ya bozulmus veya mahvolmus üçyüz bin kitabi tek bir sahifede karistirmaksizin, galatsiz, sehivsiz, noksansiz, hepsini beraber, gâyet güzel bir Sûrette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: Su kâtip kendi te'lif ettigi senin suya düsmüs olan kitabini, yeniden, bir dakika zarfinda hâfizasindan yazacak. Sen diyebilir misin ki: Yapamaz ve inanmam... Veyahut, bir Sultân-i Mu'cizekâr, kendi iktidarini göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir isaretle daglari kaldirir, memleketleri tebdil eder. Denizi karaya çevirdigini gördügün halde; sonra görsen ki: Büyük bir tas dereye yuvarlanmis. O Zâtin kendi ziyâfetine dâvet ettigi misafirlerin yolunu kesmis, geçemiyorlar. Biri sana dese: O Zât, bir isaretle o tasi, ne kadar büyük olursa olsun kaldiracak veya dagitacak. Misafirlerini yolda birakmayacak. Sen desen ki: Kaldirmaz veya kaldiramaz... Veyahut, bir zât bir günde, yeniden büyük bir orduyu teskil ettigi halde biri dese: O Zât bir boru sesiyle, efrâdi istirahat için dagilmis olan taburlari toplar. Taburlar, nizâmi altina girerler. Sen desen ki: Inanmam! Ne kadar divânece hareket ettigini anlarsin...
Iste su üç temsîli fehmettin ise, bak: Nakkas-i Ezelî, gözümüzün önünde kisin beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yesil yapra
sh: » (S: 85)
gini açip, rûy-i Arzin sahifesinde üçyüz binden ziyâde envâi, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i Sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karismaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teskilce, Sûretçe birbirinden ayri, hiç sasirtmaz. Yanlis yazmaz. Evet en büyük bir agacin ruh programini bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-i Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarini nasil muhafaza eder, denilir mi? Ve Küre-i Arzi bir sapan tasi gibi çeviren Zât-i Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasil bu Arzi kaldiracak veya dagitacak, denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatin ordularini bütün cesedlerinin taburlarinda kemâl-i intizâmla zerrati Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerlestiren, ordular îcad eden Zât-i Zülcelâl; tabur-misâl cesedin nizâmi altina girmekle, birbiriyle tanisan zerrat-i esâsiye ve eczâ-yi asliyyesini bir sayha ile nasil toplayabilir denilir mi?
Hem, bu bahar hasrine benziyen, dünyanin her devrinde, her asrinda, hattâ gece gündüzün tebdilinde hattâ cevv-i havada bulutlarin îcad ve ifnasinda hasre nümûne ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakislar yaptigini gözünle görüyorsun. Hattâ eger hayâlen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanin iki cenahi olan mâzi ile müstakbeli birbirine karsilastirsan; asirlar, günler adedince misâl-i hâsir ve Kiyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümûne ve misâlleri müsâhede ettigin halde, hasr-i cismânîyi akildan uzak görüp istib'âd etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik oldugunu sen de anlarsin... Bak! Fermân-i A'zam, bahsettigimiz hakikata dair ne diyor:
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
ELHÂSIL: Hasre mâni hiçbir sey yoktur. Muktazî ise; her seydir. Evet, mahser-i acâip olan su koca Arzi, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihya eden ve beser ve hayvana hos bir besik, güzel bir gemi yapan ve Günesi onlara su misafirhanede isik verici ve isindirici bir lâmba eden, Seyyarati Meleklerine tayyare yapan bir Zâtin, bu derece muhtesem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyyeti; elbette, yalniz böyle geçici, devamsiz, bîka-
sh: » (S: 86)
rar, ehemmiyetsiz mütegayyir bekasiz nâkis, tekemmülsüz umûr-u Dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona sâyeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhtesem bir diyar-i âher var. Baska bâki bir memleketi vardir. Bizi onun için çalistirir. Oraya dâvet eder ve oraya nakledecegine; zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müserref olan bütün ervah-i neyyire ashâbi, bütün kulûb-u münevvere aktâbi, bütün ukûl-ü nuraniyye erbabi sehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzat ihzâr ettigini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek siddetli tehdid eder, naklederler.
Hulfül-vaad ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celâl-i kudsiyyetine yanasamaz. Hulf-ül vaîd ise ya afvdan, ya acizden gelir. Halbuki, küfür; cinâyet-i mutlakadir (Hâsiye), Afve kabil degil... Kadîr-i Mutlak ise, acizden münezzeh ve mukaddestir. Sahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, mesreblerinde, mezheblerinde muhtelif olduklari halde kemâl-i ittifak ile su mes'elenin esâsinda müttehiddirler. Kesretçe tevâtür derecesindedirler. Keyfiyetçe icmâ kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beserin bir yildizi, bir tâifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe su mes'elede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i isbattirlar. Halbuki bir fende veya bir san'atta iki ehl-i ihtisas, binler baskalardan müreccahtirlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ: Ramazan hilâlinin sübûtunu ihbar eden iki adam, binler münkirleri inkârlarini hiçe atarlar. Elhâsil, dünyada bundan daha dogru bir haber, daha saglam bir dâva, daha zâhir bir hakikat olamaz... Demek, sübhesiz dünya bir mezraadir. Mahser ise bir beyderdir, harmandir. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.
___________________________
(Hasiye): Evet küfür, mevcûdâtin kiymetini iskat ve mânâsizlikla ittiham ettiginden; bütün kâinata karsi bir tahkir ve mevcûdat âyinelerinde cilve-i Esmâyi inkâr oldugundan; bütün Esmâ-yi Ilâhiyyeye karsi bir tezyif ve mevcûdâtin vahdâniyyete olan sehadetlerini reddettiginden; bütün mahlûkata karsi bir tekzib oldugundan; istidad-i insânîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayri kabûle liyâkati kalmaz. Hem, bir zulm-ü azîmdir ki: Umum mahlûkatin ve bütün Esmâ-i Ilahiyyenin hukukuna bir tecâvüzdür. Iste su hukukun muhafazasi; ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizligi; küfrün adem-i afvini iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ su mânâyi ifade eder.
sh: » (S: 87)
ONUNCU HAKIKAT: Bâb-i Hikmet, Inayet, Rahmet, Adâlet tir. Ism-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Su bekasiz misafirhane-i Dünyada ve su devamsiz meydan-i imtihanda ve su sebatsiz teshirgâh-i arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zâhir bir inâyet ve bu derece kahir bir adâlet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârini gösteren Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl'in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler, bâki makamlar, mukîm mahlûklar bulunmayip su görünen hikmet, inâyet, adâlet, merhametin hakikatlari hiçe insin?.. Hem hiç kabil midir ki O Zât-i Hakîm, su insani bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatâb ve câmi' bir âyine yapip bütün hazâin-i rahmetinin müstemilâtini ona tattirsin, hem tarttirsin, hem tanittirsin, kendini bütün esmâsiyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin.. sonra o bîçare insani o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha dâvet edip mes'ud etmesin? Hem hiç mâkul mudur ki: hattâ çekirdek kadar herbir mevcûda bir agaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatlari taksin da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yaniz bir çekirdek kadar gaye versin! Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasini gaye yapsin! Ve bunlari, âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasin! Tâ hakikî ve lâyik gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifâlât-i mühimmeyi gayesiz, bos, abes biraksin. Onlarin yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin? Tâ asil gayeleri ve lâyik meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün müdür ki: Bu seyleri böyle hilâf-i hakikat yapmakla kendi evsaf-i hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in zidlariyla -hâsâ sümme hâsâ- muttasif gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatin hakaikini tekzib etsin, bütün mevcûdatin sehadetlerini reddetsin, bütün masnûatin delâletlerini ibtal etsin!
Hem hiç akil kabûl eder mi kî, insanin basina ve içindeki havassina saçlari adedince vazifeler yükletsin de, yalniz bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviyye versin; adâlet-i hakikiyesine zid olarak ve hikmet-i hakikiyyesine münâfî, mânâsiz is yapsin!
Hem hiç mümkün müdür ki, bir agaca taktigi neticeler, mey
sh: » (S: 88)
veler miktarinca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnûa o derece hikmetleri, maslahatlari takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak oldugunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyügü ve bütün maslahatlarin en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatlarin menbai ve gayesi olan beka ve likayi ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün islerini abesiyet-i mutlaka derekesine düsürsün ve kendini o zâta benzetsin ki; öyle bir saray yapar, herbir tasinda binlerce nâkislar, herbir tarafinda binler zînetler ve herbir menzilinde binler kiymetdar âlât ve levâzimat-i beytiye bulundursun da sonra ona dam yapmasin, her sey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâsâ ve kellâ!. Hayr-i Mutlak'tan hayir gelir, Cemîl-i Mutlak'tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak'tan abes bir sey gelmez. Evet her kim fikren tarihe binip mâzi cihetine gitse, su zaman-i hâzirda gördügümüz menzil-i dünya, meydan-i ibtilâ, mesher-i esya gibi, seneler adedince vefat etmis menziller, meydanlar, mesherler, âlemler görecek. Sûretçe, keyfiyetçe birbirinden ayri olduklari halde; intizâmca, acaibce, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer. Hem görecek ki; o sebatsiz menzillerde, o devamsiz meydanlarda, o bekasiz mesherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmatini, o derece zâhir bir inâyetin isarâtini, o mertebe kahir bir adâletin emâratini, o derece vâsi bir merhametin semerâtini görecek. Basiretsiz olmamak sartiyla yakînen bilecek ki: O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsâri görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil degil ve o emarati görünen adâletten daha ecell bir adâlet yoktur ve o semerâti görünen merhametten daha esmel bir merhamet tasavvur edilmez.
Eger farz-i muhal olarak su isleri çeviren, su misafirleri ve misafirhaneleri degistiren Sultân-i Sermedî'nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mukîm ahali, mes'ud ibâdi bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve sümûllü dört anâsir-i mâneviye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakikatlarini nefyetmek ve o anâsir-i zâhiriye gibi, görünen vücudlarini inkâr etmek lâzimgelir. Çünki su bekasiz Dünya ve mâfîha, onlarin tam hakikatlarina mazhar olamadigi mâlûmdur. Eger baska yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayi gördügü halde, Günesin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, su her
sh: » (S: 89)
seyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, su nefsimizde ve ekser esyada her vakit müsahede ettigimiz inâyeti inkâr etmek ve su pek kuvvetli emârati görünen adâleti inkâr etmek (Hâsiye) ve su her yerde gördügümüz merhameti inkâr etmek lâzimgeldigi gibi; su kâinatta gördügümüz icraat-i hakîmane ve ef'âl-i kerîmane ve ihsanât-i rahîmânenin sahibini «Hâsâ sümme hâsâ!» sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim oldugunu kabûl etmek lâzimgelir ki, nihayetsiz muhal bir inkilab-i hakaiktir. Hattâ herseyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanasamazlar...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
(Hâsiye): Evet adâlet iki siktir. Biri müsbet, digeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkini vermektir. Su kisim adâlet, bu dünyada bedâhet derecesinde ihâtasi vardir. Çünki "Üçüncü Hakikat"ta isbat edildigi gibi; herseyin istidad lisaniyla ve ihtiyac-i fitrî lisaniyla ve izdirar lisaniyla Fâtir-i Zülcelâl'den istedigi bütün matlûbatini ve vücud ve hayatina lâzim olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüsahede veriyor. Demek adâletin su kismi, vücud ve hayat derecesinde kat'î vardir.
Ikinci kisim menfîdir ki, haksizlari terbiye etmektir. Yâni haksizlarin hakkini, tâzib ve tecziye ile veriyor. Su sik ise çendan tamamiyla su dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir Sûrette hadsiz îsârat ve emârat vardir. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semûd'dan tut, tâ su zamanin mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyane-i tazib, gâyet âlî bir adâletin hükümran oldugunu hads-i kat'î ile gösteriyor.
Elhâsil: Su görünen suunat, dünyadaki vüs'atli içtimâat-i hayatiye ve sür'atli iftirakat-i mevtiye ve hasmetli toplanmalar ve çabuk dagilmalar ve âzametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onlarin bu âleme ait bu Dünya-yi fânide kisa bir zamanda mâlûmumuz olan semerat-i cüz'iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadigindan, âdeta küçük bir tasa bir büyük dag kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük daga, bir küçük tas gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye benzer ki; Hiçbir akil ve hikmete uygun gelemez.
Demek su mevcûdat ve suûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasinda bu derece nisbetsizlik, kat'iyyen sehadet eder ki; bu mevcûdatin yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri Esmâ-i Kudsiyyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakiyor. Ve özleri dünya topragi altinda, sünbülleri âlem-i Misâlde inkisaf ediyor. Insan istidadi nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul aliyor. Evet su esyanin Esmâ-i Ilahiyyeye
sh: » (S: 90)
ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; Mu'cize-i Kudret olan herbir çekirdegin bir agaç kadar gayesi var. Kelime-i Hikmet olan herbir çiçegin (Hâsiye) bir agaç çiçekleri kadar mânâlari var ve o hârika-i san'at ve manzûme-i Rahmet olan herbir meyvenin, bir agacin meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rizik olmasi ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsini ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir. Mâdem bu fâni esya, baska yerde bâki meyveler verirler ve daimî Sûretler birakir ve baska cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onlarin su cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, Fânide bâkiye yol bulur.
Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanip dagilan mevcûdat içinde baska maksad var. Temsilde kusur yoktur: Su ahvâl, taklid ve temsil için teskil ve tertib edilen ahvâle benzer. Nasil büyük masrafla kisa içtimâlar, dagilmalar yapiliyor. Tâ Sûretler alinsin, terkib edilsin, sinemada dâim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kisa bir müddet zarfinda hayat-i sahsiye ve hayat-i içtimâiye geçirmenin bir gayesi sudur ki: Sûretler alinip terkib edilsin, Netice-i âmelleri alinip hifzedilsin. Tâ bir mecmâ-i ekberde muhasebesi görülsün. Ve bir mesher-i âzamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmâya istidadi gösterilsin. Demek Hadîs-i Serifte «Dünya âhiret mezraasidir» diye bu hakikati ifade ediyor.
Mâdem dünya var. Ve dünya içinde bu âsâriyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adâlet var. Elbette dünyanin vücûdu gibi kat'î olarak âhiret de var. Mâdem dünyada hersey bir cihette o âleme bakiyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayi inkâr etmek demektir. Demek ecel ve kabir insani bekledigi gibi, Cennet ve Cehennem de insani bekliyor ve gözlüyor.
ONBIRINCI HAKIKAT: Bâb-i Insâniyettir. Ism-i Hakk'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Cenâb-i Hak ve Mâbud-u Bilhak; insa-
_____________________________
(Hâsiye): Sual: Eger dense: Neden en çok misâlleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?
Elcevab: Çünki onlar hem Mu'cizât-i Kudretin en antikalari, en hârikalari, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, onlardaki Kalem-i Kader ve kudretin yazdigi ince hatti okuyamadiklari için onlarda bogulmuslar, tabiat batakligina düsmüsler.
sh: » (S: 91)
ni su kâinat içinde Rububiyyet-i Mutlakasina ve umum âlemlere Rububiyyet-i âmmesine karsi en ehemmiyetli bir abd ve hitâbat-i Sübhaniyyesine en mütefekkir bir muhatâb ve mazhariyyet-i esmâsina en câmi' bir âyine ve onu Ism-i âzamin tecellisine ve her isimde bulunan Ism-i âzamlik mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu'cize-i Kudret ve hazain-i Rahmetinin müstemilâtini tartmak, tanimak için en ziyade mîzan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekaya en ziyade müstak ve hayvanat içinde en nâzik ve en nâzdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-i dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en ulvî ve en yüksek Sûrette, mahiyette yaratsin da, onu müstaid oldugu ve müstak oldugu ve lâyik oldugu bir Dâr-i Ebedîye göndermeyip, hakikat-i insâniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zid ve hakikat nazarinda çirkin bir haksizlik etsin!
Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve daglar tahammülünden çekindigi Emânet-i Kübrâyi tahammül edip, yâni küçücük cüz'î ölçüleriyle, sanatçiklariyla Hâlikinin muhit sifatlarini, küllî suunâtini, nihayetsiz tecelliyatini ölçerek bilip; hem yerde en nâzik, nâzenin, nâzdar, âciz, zaîf yaratip; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatina bir nevi tanzimat memuru yapip, onlarin tarz-i tesbihat ve ibâdetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-i Ilahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, Rububiyyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilâfet rütbesini verdigi halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin! Onu bütün mahlûkatinin en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atip; en mübarek, nuranî ve âlet-i tes'id bir hediye-i hikmeti olan akli o bîçareye en mes'ûm ve zulmanî bir âlet-i tâzib yapip, hikmet-i mutlakasina büsbütün zid ve merhamet-i mutlakasina külliyen münâfî bir merhametsizlik etsin. Hâsâ ve kellâ!
Elhâsil: Nasil hikâye-i temsiliyede bir zâbitin cüzdanina ve defterine bakip görmüs idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maasi, hem düstur-u hareketi, hem cihâzati bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için degil, belki müstekar bir memlekete
sh: » (S: 92)
gidecek de ona göre çalisiyor. Aynen onun gibi; insanin kalb cüzdanindaki letâif ve akil defterindeki havas ve istidadindaki cihazat, tamamen ve müttefikan Saadet-i Ebediyyeye müteveccih ve ona göre verilmis ve ona göre teçhiz edilmis olduguna ehl-i tahkik ve kesf müttefiktirler. Ezcümle:
Meselâ aklin bir hizmetkâri ve tasvircisi olan kuvve-i hayâliyyeye denilse ki: "Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-i dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksin." Tevehhüm aldatmamak, nefis karismamak sartiyla «Oh» yerine «Ah» diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihâzat-i insâniyeyi doyuramiyor. Iste bu istidaddandir ki, insanin Ebede uzanmis emelleri ve kâinati ihâta etmis efkârlari ve ebedî saadetlerinin enva'ina yayilmis arzulari gösterir ki; bu insan ebed için halkedilmis ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.
ONIKINCI HAKIKAT: Bâb-i Risâlet ve Tenzil'dir. «Bismillahirrahmânirrahîm» in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu'cizelerine istinad ederek sözünü te'yid ettikleri ve bütün Evliya kesf ve kerâmetlerine istinad edip dâvasini tasdik ettikleri ve bütün Asfiya tahkikatina istinad ederek hakkaniyetine sehâdet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in tahakkuk etmis bin mu'cizâtinin kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kirk vecihle mu'cize olan Kur'an-i Hakîm binler âyât-i kat'iyesine istinad ederek, bütün kat'iyetle açtiklari âhiret yolunu ve küsâd ettikleri Cennet kapisini, sinek kanadi kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!..
Geçen hakikatlardan anlasildi ki; hasir mes'elesi öyle râsih bir hakikattir ki, Küre-i Arzi yerinden kaldiracak, kirip atacak bir kuvvet o hakikati sarsamaz. Zîra o hakikati Cenâb-i Hak bütün esmâ ve sifâtinin iktizasi ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem'i bütün mu'cizât ve berâhiniyle tasdik ediyor ve Kur'an-i Hakîm bütün hakaik ve âyâtiyla onu isbat ediyor ve su kâinat bütün âyât-i tekviniyye ve suunat-i hakîmanesi ile sehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki; hasir mes'elesinde Vâcib-ül Vücud ile bütün mevcûdat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmis olsun, kil kadar kuvveti ol-
sh: » (S: 93)
mayan sübheler, seytanî vesveseler o dag gibi hakikat-i râsiha-i âliyeyi sarssin, yerinden kaldirsin. Hâsâ ve kellâ!..
Sakin zannetme, delâil-i Hasriye, bahsettigimiz Oniki Hakikata münhasirdir. Hâyir, belki yalniz Churn-i Hakîm, geçen su Oniki Hakikatlari bize ders verdigi gibi, daha binler vücûha isaret edip, herbir vecih kavî bir emâredir ki: Hâlikimiz bizi bu dâr-i fâniden bir dâr-i Bâkîye nakledecektir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
Hem sakin zannetme ki: Hasri iktiza eden Esmâ-i Ilahiye, bahsettigimiz gibi yâlniz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasirdir. Hayir, belki kâinatin tedbirinde tecelli eden bütün Esmâ-i Ilahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.
Hem zannetme ki, hasre delâlet eden kâinatin âyât-i tekviniyesi, su geçen bahsettigimize münhasirdir. Hâyir, belki ekser mevcûdâtta saga sola açilir perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardir ki: Bir vechi Sânia sehadet ettigi gibi, diger vechi de hasre isaret eder. Meselâ: Insanin âhsen-i takvimdeki hüsn-ü masnûiyeti, Sâni'i gösterdigi gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasiyla kisa bir zamanda zevâl bulmasi, hasri gösterir. Bâzi kerre bir vecihle iki nazarla bakilsa; hem Sâni'i, hem hasri gösterir. Meselâ: Ekser esyada görünen hikmetin tanzimi, inâyetin tezyini, adâletin tevzîni ve rahmetin taltifi; nasilki mahiyetlerine bakilsa, bir Sâni'-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in dest-i kudretinden çiktigini gösterirler. Onun gibi, bunlarin kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, sunlarin mazharlari olan su fâni mevcûdâtin ehemmiyetsiz ve az yasamasina bakilsa, âhiret görünür. Demek ki, hersey lisan-i hal ile
اَمَنْتُ بِاللَّهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلاَخِرِ okuyor ve okutturuyor...
***
sh: » (S: 94)
Hâtime
Geçen Oniki Hakikat, birbirini te'yid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var; su demir gibi, belki elmas gibi Oniki Muhkem Surlari delip geçebilsin. Tâ hisn-i hasînde olan hasr-i îmanîyi sarssin!
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyet-i kerîmesi ifade ediyor ki: Bütün insanlarin halkolunmasi ve hasredilmesi, Kudret-i Ilahiyeye nisbeten birtek insanin halki ve hasri gibi âsandir. Evet öyledir. "Nokta" nâminda bir risalede Hasir bahsinde su âyetin ifade ettigi hakikati tafsîlen yazmisim. Burada yalniz bir kisim temsîlâtiyla hülâsasina bir isaret edecegiz. Eger istersen o «Nokta»ya müracaat et.
Meselâ: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى -Temsilde kusur yok- Nasilki, «Nûrâniyyet sirriyle» Günesin cilvesi, kendi ihtiyariyla olsa da, bir zerreye sühûletle verdigi cilveyi, ayni sühssûletle hadsiz seffâfâta da verir.
Hem «seffâfîyyet sirrîyle» bir zerre-i seffâfenin küçük göz bebegi Günesin aksini almasinda, denizin genis yüzüne müsavidir.
Hem «intizâm sirriyle» bir çocuk parmagiyla gemi Sûretindeki oyuncagini çevirdigi gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir.
Hem «imtisâl sirriyle» bir kumandan birtek neferi bir ars em
sh: » (S: 95)
riyle tahrik ettigi gibi, bir koca orduyu da ayni kelime ile tahrik eder.
Hem «müvazene sirrîyle» cevv-i fezâda bir terazi ki, öyle hakikî hassas ve o derece büyük farzedelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki günesi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvata, birini yere indiren âyni kuvvetle, iki sems bulunsa; birini arsa, digerini ferse kaldirir, indirir.
Mâdem su âdi, nâkis, fâni mümkinatta nuraniyet ve seffâfîyet ve intizâm ve imtisâl ve müvazene sirlariyla, en büyük sey en küçük sey'e müsâvi olur. Hadsiz hesabsiz seyler birtek seye müsâvi görünür. Elbette Kadîr-i Mutlak'in zâtî ve nihayetsiz ve gâyet kemâlde olan kudretinin nuranî tecelliyati ve melekûtiyet-i esyanin seffafiyeti ve hikmet ve kaderin intizâmati ve esyanin evâmir-i tekvîniyesine kemâl-i imtisâli ve mümkinâtin vücudu ve ademin müsavâtindan ibaret olan imkânindaki müvazenesi sirrîyle; az çok, büyük küçük ona müsavi oldugu gibi, bütün insanlari birtek insan gibi bir sayha ile Hasre getirebilir. Hem bir seyin kuvvet ve za'fça merâtibi, o seyin içine ziddinin müdahalesidir. Meselâ: Hararetin derecati, sogugun müdhalesidir. Güzelligin merâtibi, çirkinligin müdahalesidir. Ziyanin tabakati, karanligin müdahalesidir. Fakat birsey zâtî olsa, ârizî olmazsa, onun ziddi ona müdahale edemez. Çünki: Cem'-i ziddeyn lâzimgelir. Bu ise, muhaldir. Demek asil, zâtî olan bir seyde merâtib yoktur. Mâdem Kadîr-i Mutlak'in kudreti zâtîdir, mümkinât gibi ârizî degildir ve kemâl-i mutlaktadir. Onun ziddi olan acz ise, muhaldir ki tedâhül etsin. Demek bir bahari halketmek, Zât-i Zülcelâl'ine bir çiçek kadar ehvendir. Eger esbaba isnad edilse; bir çiçek bir bahar kadar agir olur. Hem bütün insanlari ihya edip hasretmek, bir nefsin ihyasi gibi kolaydir.
Mes'ele-i hasrin basindan buraya kadar olan temsil sûretlerine ve hakikatlarina dair olan Beyânâtimiz, Kur'an-i Hakîm'in feyzindendir. Nefsi teslime kalbi kabûle ihzârdan ibarettir. Asil söz ise Kur'anindir. Zîra söz odur ve söz onundur. Dinleyelim:
sh: » (S: 96)
فَلِلَّهِ اْلحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ قَالَ مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُمْ بِسُكَارَى وَلكِنَّ عَذَابَ اللّهِ شَدِيدٌ (اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ حَدِيثًا
اِنَّ اْلاَبْرَارِ لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍاِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ) اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ وَمَآ اَدْرَيكَ مَا الْقَارِعَةُ يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ وَ تَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَهُوَ فِى عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ وَ اَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَامُّهُ هَاوِيَةٌ وَمَا اَدْرَيكَ مَاهِيَهْ نَارٌ حَامِيَةٌ وَلِلّهِ غَيْبُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
daha bunlar gibi Âyât-i Beyyinat-i Kur'aniyeyi dinleyip, âmennâ ve saddaknâ diyelim...
sh: » (S: 97)
اَمَنْتُ بِاللَّهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ الْيَوْمِ اْلاَخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَ اَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَ اَنَّ مُنْكَرًا وَ نَكِيرًا حَقٌّ وَ اَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلهَ اِلاَّ اللَّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى اَلْطَفِ وَ اَشْرَفِ وَ اَكْمَلِ وَ اَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَآءِ رَحْمَتِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ وَسِيلَةً لِوُصُولِنَا اِلَى اَزْيَنِ وَ اَحْسَنِ وَ اَجْلَى وَ اَعْلَى ثَمَرَاتِ تِلْكَ طُوبَآءِ
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
Ey su risaleyi insaf ile mütâlâa eden kardes! Deme, niçin bu "Onuncu Söz"ü birden tamamiyla anlayamiyorum ve tamam anlamadigin için sikilma!.. Çünki: Ibn-i Sîna gibi bir dâhî-yi hikmet,
اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demis. "Iman ederiz, fakat akil bu yolda gidemez" diye hükmetmistir. Hem bütün Ülemâ-i Islâm: "Hasir, bir mes'ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akil ile ona gidilmez." diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur'an-i Hakîm'in feyziyle ve Hâlik-i Rahîm'in rahmetiyle, su taklidi kirilmis ve teslimi bozulmus asirda, o derin ve yüksek yolu su derece ihsan ettiginden bin sükür etmeliyiz.
sh: » (S: 98)
Çünki: Imanimizin kurtulmasina kâfi gelir. Fehmettigimiz miktarina memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdina çalismaliyiz.Hasre akil ile gidilmemesinin bir sirri sudur ki: Hasr-i Âzam, Ism-i A'zamin tecellisiyle oldugundan, Cenâb-i Hakk'in Ism-i A'zaminin ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef'âl-i âzîmeyi görmek ve göstermekle, Hasr-i âzam bahar gibi kolay isbat ve kat'î Iz'ân ve tahkikî îman edilir. Su Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akil, dar ve küçük düsturlariyla kendi basina kalsa âciz kalir, taklide mecbur olur...
***
sh: » (S: 99)
ONUNCU SöZ'ÜN MÜHIM BIR ZEYLI VE LÂHIKASININ BIRINCI PARÇASI
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ يُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ * وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَ جَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَ رَحْمَةً اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذَلِكَ َلاَيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَ النَّهَارِ وَابْتِغَآؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذَلِكَ َلاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ وَ مِنْ اَيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَ طَمَعًا وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَآءِ مَآءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذلِكَ َلاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَآءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ وَ لَهُ مَنْ فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ وَ هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَ هُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Imanin bir kutbunu gösteren bu semâvî Âyât-i Kübrânin ve
sh: » (S: 100)
Hasri isbat eden su kudsî berâhin-i uzmânin bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i a'zami; bu «Dokuzuncu Sua»da Beyân edilecek. Lâtif bir Inayet-i Rabbâniyyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdigi tefsir mukaddemesi «Muhâkemât» nâmindaki eserin âhirinde; "Ikinci Maksad: Kur'anda hasre isaret eden iki âyet tefsir ve Beyân edilecek. نَحُو بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ deyip durmus. Daha yâzamamis. Hâlik-i Rahîm'ime delâil ve emârât-i hasriyye adedince sükür ve hamd olsun ki: Otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi. Evet bundan dokuz-on sene evvel o iki âyetten birinci âyet olan
فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ferman-i Ilahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz'ü in'âm etti, münkirleri susturdu. Hem, îman-i hasrînin hücum edilmez o iki metin kal'asindan, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan basta mezkûr âyât-i ekberin tefsirini bu risâle ile ikram etti. Iste bu Dokuzuncu Sua; mezkûr âyâtiyla isaret edilen «Dokuz Âlî Makam» ve bir ehemmiyetli «Mukaddime» den ibarettir.
* * *
sh: » (S: 101)
Mukaddime
[ Hasir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayi ihtisar ile Beyân ve hayat-i insâniyyeye husûsan hayat-i içtimaiyyesine ne derece lüzumlu ve zarurî oldugunu izhar ve bu îmân-i hasrî akidesinin pek çok hüccetlerinden, bir tek hüccet-i külliyyeyi icmâl ile göstermek ve o akide-i hasriyye ne derece bedihî ve sübhesiz bulundugunu ifade etmekten ibaret olarak «Iki Nokta» dir.]
BIRINCI NOKTA: Âhiret akidesi; hayat-i içtimaiyye ve sahsiyye-i insâniyyenin üssül -esâsi ve saadetinin ve Kemâlâtinin esâsati olduguna, yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalniz «Dört» tanesine isaret edecegiz.
Birincisi: Nev-i beserin hemen yarisini teskil eden çocuklar, yalniz Cennet fikriyle, onlara dehsetli ve aglatici görünen ölümlere ve vefatlara karsi dayanabilirler ve gâyet zaîf ve nazik vücudlarinda bir kuvve-i mâneviyye bulabilirler ve her seyden çabuk aglayan gâyet mukavemetsiz mizâc-i ruhlarinda, o Cennet ile bir ümid bulup mesrûrâne yasayabilirler. Meselâ Cennet fikriyle der: «Benim küçük kardesim veya arkadasim öldü, Cennetin bir kusu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yasar.» Yoksa, her vakit etrafinda kendi gibi çocuklarin ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endiseli nazarlarina çarpmasi; mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akil gibi bütün letâifini dahi öyle aglattiracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacakti...
Ikinci delil: Nev-i insanin bir cihette nisfi olan ihtiyarlar, yalniz hayat-i uhreviyye ile yakinlarinda bulunan kabre karsi tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar olduklari hayatlarinin yakinda sönmesine ve güzel dünyalarinin kapanmasina mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seriüt-teessür ruhlarinda ve mizaçlarinda, mevt ve zevalden çikan elîm ve dehsetli me'yusiyyete karsi, ancak hayat-i bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler. Yoksa, o sefkate lâyik muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyyeye çok muhtaç o endiseli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dag-
sh: » (S: 102)
daga-i kalbî hissedeceklerdi ki: bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azab olurdu.
Üçüncü delil: Insanlarin hayat-i içtimaiyyesinin en kuvvetli medâri olan gençler, delikanlilar, siddet-i galeyanda olan hissiyatlarini ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarini tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-i içtimaiyyenin hüsn-ü cereyanini te'min eden; yalniz Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endisesi olmazsa «El-hükmü lil-galib» kaidesiyle o sarhos delikanlilar, hevesâtlari pesinde bîçâre zaîflere, âcizlere, dünyayi Cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insâniyeti gâyet süflî bir hayvaniyyete döndüreceklerdi.
Dördüncü delil: Nev-i beserin hayat-i dünyeviyyesinde en cem'iyyetli merkez ve en esâsli zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatidir ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasidir. Ve o hâne ve aile hayatinin hayati ve saadeti ise: samimî ve ciddî ve vefâdârâne hürmet ve hakikî ve sefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaslik ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardesâne, arkadasâne münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. Mesela, der: «Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatimdir. Simdilik ihtiyar ve çirkin olmus ise de zarari yok. Çünki: Ebedî bir güzelligi var, gelecek ve böyle daimî arkadasligin hatiri için herbir fedâkârligi ve merhameti yaparim.» diyerek o ihtiyar karisina,güzelbir hûri gibi muhabbetle, sefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa, kisacik bir-iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfârakate ugrayan arkadaslik; elbette gâyet sûrî ve muvakkat ve esâssiz, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiyye mânâsinda ve bir mecâzî merhamet ve sun'î bir hürmet verebilir ve hayvânatta oldugu gibi; baska menfaatler ve sâir galib hisler, o hürmet ve merhameti maglub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir...
Iste, îman-i hasrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-i içtimaiyye-i insâniyyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarindan mezkûr dört delile sâirleri kiyas edilse anlasilir ki: Hakikat-i Hasriyyenin tahakkuku ve vukuu; insâniyyetin ulvî hakikati ve küllî haceti derecesinde kat'îdir. Belki, insanin mîdesindeki ihtiyacin vücudu; taamlarin vücuduna delâlet ve sehade-
sh: » (S: 103)
tinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu bildirir ve eger bu hakikat-i hasriyyenin neticeleri insâniyetten çiksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayatdar olan insâniyyet mahiyeti; murdar ve mikrop yuvasi bir lâse hükmüne sukut edecegini isbat eder. Beserin idare ve ahlâk ve içtimâiyati ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulaklari çinlasin!
Gelsinler, bu boslugu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaralari ne ile tedâvi edebilirler?
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
IKINCI NOKTA:Hakikat-i hasriyenin hadsiz bürhânlarindan sâir erkân-i îmâniyyeden gelen sehadetlerin hülâsasindan çikan bir bürhâni, gâyet muhtasar bir Sûrette Beyân eder. Söyle ki:
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmin Risâletine delâlet eden bütün mu'cizeleri ve bütün delâil-i Nübüvveti ve hakkaniyyetinin bütün bürhânlari, birden hakikat-i hasriyyenin tahakkukuna sehadet ederek isbat ederler. Çünki: Bu zâtin bütün hayatinda bütün dâvalari, vahdâniyetten sonra hasirde temerküz ediyor. Hem umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, ayni hakikate sehadet eder. Hem وَ بِرُسُلِهِ kelimesinden gelen sehadeti, bedâhet derecesine çikaran وَ كُتُبِهِ sehadeti de ayni hakikate sehadet eder. Söyle ki: Basta Kur'an-i Mu'cizil-Beyânin hakkaniyetini isbat eden bütün mu'cizeleri, hüccetleri ve hakikatlari, birden Hakikat-i Hasriyyenin tahakkukuna ve vukuuna sehadet edip isbat ederler. Çünki: Kur'anin hemen üçten birisi Hasirdir ve ekser kisa Sûrelerinin baslarinda gâyet kuvvetli âyât-i hasriyyedir. Sarîhan ve isareten binler âyâtiyla ayni hakikati haber verir. isbat eder, gösterir. Meselâ:
( اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ) ( يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ )
( اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ) ( اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ ) ( اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ )
( عَمَّ يَتَسَآءَ لُونَ ) ( هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ )
gibi, otuz-kirk Sûrelerin baslarinda bütün kat'iyyetle hakikat-i has-
sh: » (S: 104)
riyyeyi kâinatin en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikati oldugunu göstermekle beraber, sâir âyetler dahi o hakikatin çesit çesit delillerini Beyân edip ikna' eder. Acaba birtek âyetin birtek isareti, gözümüz önünde ulûm-u Islâmiyede müteaddit ilmî, kevnî hakikatlari meyve veren bir kitabin binler böyle sehadetleri ve dâvalari ile, Günes gibi zuhur eden îmân-i hasrî; hakikatsiz olmasi Günesin inkâri belki kâinatin ademi gibi hiçbir cihet-i imkâni var mi ve yüz derece muhal ve bâtil olmaz mi? Acaba, bir Sultanin birtek isareti yalan olmamak için bâzan bir ordu hareket edip çarpistigi halde, o pek ciddî ve izzetli sultanin binler sözleri ve va'dleri ve tehdidlerini yalan çikarmak hiçbir cihette kabil midir ve hakikatsiz olmak mümkün müdür? Acaba onüç asirda fâsilasiz olarak hadsiz ruhlara, akillara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-i Zîsan'in birtek isareti böyle bir hakikati isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakikat-i hasriyeyi gösterip isbat ettikten sonra, o hakikati tanimayan bir echel ahmak için Cehennem azabi lâzim gelmez mi ve ayn-i adâlet olmaz mi? Hem, birer zamânâ ve birer devre hükmeden bütün semâvî suhuflar ve mukaddes kitablar dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur'anin tafsilâtla, izahatla tekrar ile Beyân ve isbat ettigi hakikat-i hasriyyeyi, asirlarina ve zamanlarina göre o hakikati kat'î kabûl ile beraber, tafsilâtsiz ve perdeli ve muhtasar bir Sûrette Beyân, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve isbatlari; Kur'anin dâvasini binler imza ile tasdik ederler.
Bu bahsin münasebetiyle Risâle-i Münâcâtin âhirinde: ايِمَانٌ بِالْيَوْمِ الاَخِرِ rüknüne, sâir rükünlerin hususan «Rusül» ve «kütüb»ün sehadetini, münâcât Sûretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsali ve bütün evhamlari izale eden bir hüccet-i hasriyye aynen buraya giriyor. Söyle ki: Münâcâtta demis:
Ey Rabb-i Rahîmim! Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'an-i Hakîmin dersiyle anladim ki: Basta Kur'an ve Resul-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâlli ve cemâlli isimlerinin tecellileri daha parlak bir Sûrette ebedül-âbadda devam edecegine ve bu fâni âlemde Rahîmâne cilveleri, nümuneleri müsahede edilen ihsânatinin daha sa'saali bir tarzda Dar-i saadette istimrarina ve bekasina ve
sh: » (S: 105)
bu kisa hayat-i dünyeviyyede onlari zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müstaklarin, ebedde dahi refakatlarina ve beraber bulunmalarina icmâ ve ittifak ile sehadet ve delâlet ve isaret ederler.
Hem, yüzer mu'cizât-i bâhirelerine ve âyât-i katialarina istinaden, basta Resul-i Ekrem ve Kur'an-i Hakîmin olarak bütün nurânî ruhlarin sahibleri olan peygamberler ve bütün münevver alblerin kutublari olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akillarin madenleri olan siddîkînler, bütün suhuf-u semâviyyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettigin binler vaadlerine ve tehdidlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sifatlarina, se'inlerine ve senin Izzet-i Celâline ve saltanat-i Rububiyyetine itimâden, hem âhiretin izlerini ve teressuhatini bildiren hadsiz kesfiyatlarina ve müsahedelerine ve ilmel-yakîn ve aynel-yakîn derecesinde bulunan îtikadlarina ve îmanlarina binaen saadet-i ebediyyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet için Cehennem ve ehl-i hidâyet için Cennet bulundugunu haber verip ilân ediyorlar. Kuvvetli îman edip sehadet ediyorlar...
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-i Rahîm! Ey Sâdikul- Va'dil Kerîm! Ey Izzet ve âzamet ve Celâl sahibi Kahhâr-i Zülcelâl!.. Bu kadar sâdik dostlarini, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sifât ve suûnâtini yalanci çikarmak, tekzib etmek ve saltanat-i rububiyyetinin kat'î mukteziyatini tekzib edip yapmamak ve senin sevdigin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbûl ibâdinin âhirete bakan hadsiz dualarini ve dâvalarini reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni vâdinde tekzib etmekle, senin azâmet-i kibriyâna dokunan ve Izzet-i Celâline dokunduran ve Ulûhiyyetinin haysiyyetine ilisen ve sefkat-i Rububiyyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü hasrin inkârinda, onlari tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz Cemâlini ve hadsiz Rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz.Ve bütün kuvvetimizle îman ederiz ki: O yüzbinler sâdik elçilerin ve o hadsiz dogru dellâl-i Saltanatin olan Enbiya, Asfiya, Evliyalar, hakkal-yakîn, aynel-yakîn, ilmel-yakîn Sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatinin definelerine ve dar-i saâdette tamamiyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel
sh: » (S: 106)
cilvelerine sehadetleri hak ve hakikattir. Ve isaretleri dogru ve mutabiktir.Ve besaretleri sâdik ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatlarin mercii ve günesi ve hâmisi olan «HAK» isminin en büyük bir suai; bu hakikat-i ekber-i hasriyye oldugunu îman ederek, senin emrin ile senin ibâdina hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-i hakikat olarak tâlim ediyorlar. Yâ Rab! Bunlarin ders ve tâlimlerinin hakki ve hürmeti için bize ve Risâle-i Nur talebelerine îman-i ekmel ve hüsn-ü hâtime ver Ve bizleri Onlarin sefaatlerine mazhar eyle, âmin...
Hem nasilki Kur'anin, belki bütün Semâvî Kitaplarin hakkaniyyetini isbat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullahin, belki bütün Enbiyanin nübüvvetlerini isbat eden umum mu'cizeler ve bürhânlar, dolayisiyla en büyük müddealari olan âhiretin tahakkukuna delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcib-ül Vücudun vücuduna ve vahdetine sehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayisiyla Rububiyyetin ve Ulûhiyyetin en büyük medâri ve mazhari olan dâr-i saadetin ve âlem-i bekanin vücuduna, açilmasina sehadet ederler. Çünki, gelecek makamatta Beyân ve isbat edilecegi gibi, Zât-i Vâcib-ül Vücudun hem mevcûdiyyeti, hem umum sifatlari, hem ekser isimleri, hem Rububiyyet, Ulûhiyyet, Rahmet, Inâyet, Hikmet, Adâlet gibi vasiflari, se'nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzat için hasri ve nesri isterler Evet, mâdem Ezelî, Ebedî bir Allah var; elbette Saltanat-i Ulûhiyyetinin sermedî bir medâri olan âhiret vardir. Ve madem, bu kâinatta ve zîhayatta gâyet hasmetli ve hikmetli ve sefkatli bir Rubûbiyet-i Mutlaka var. Ve görünüyor. Elbette o Rubûbiyetin hasmetini sukuttan ve hikmetini abesiyyetten ve sefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-i saadet bulunacak ve girilecek.
Hem madem, göz ile görünen bu hadsiz in'amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler; perde-i gayb arkasinda bir Zât-i Rahman-i Rahîmin bulundugunu sönmemis akillara, ölmemis kalblere gösterir. Elbette in'âmi istihzadan, ve ihsani aldatmaktan ve inâyeti adâvetten ve rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihânetten halâs eden ve ihsani ihsan eden ve ni'meti ni'met eden, bir âlem-i bâkîde bir hayat-i bâkiye var. Ve olacaktir.
Hem madem, bahar faslinda zeminin dar sahifesinde hatâsiz yüzbin kitabi birbiri içinde yazan bir Kalem-i Kudret gözümüz önün
sh: » (S: 107)
de yorulmadan isliyor. Ve o kalem sahibi yüzbin defa, ahd ü va'detmis ki: «Bu dar yerde ve karisik ve birbiri içinde yazilan bahar kitabindan daha kolay olarak genis bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabi yazacagim ve size okutturacagim» diye, bütün fermanlarda o kitapdan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabin asli yazilmis ve hasir ve nesir ile hâsiyeleri de yazilacak. Ve umumun defter-i a'malleri onda kaydedilecek.
Hem madem, bu Arz, kesret-i mahlûkat cihetiyle ve mütemadiyen degisen yüzbinler çesit çesit enva-i zevil-hayat ve zevil-ervahin meskeni, mensei, fabrikasi, mesheri, mahseri olmasi haysiyetiyle bu kâinatin kalbi, merkezi, hülâsasi, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gâyet büyük öyle
bir ehemmiyeti var ki: Küçüklügüyle beraber koca Semâvata karsi denk tutulmus. Semâvî fermanlarda dâima: رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ deniliyor. Ve madem, bu mahiyetteki Arzin her tarafina hükmeden ve ekser mahlûkatina tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcûdâtini teshir edip kendi etrafina toplattiran ve ekser masnûâtini kendi hevesâtinin hendesesiyle ve ihtiyacatinin düsturlariyla öyle güzelce tanzim ve teshir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayip süslettirir ki, degil yalniz ins ve cinn nazarlarini, belki Semâvat ehlinin ve kâinatin nazar-i dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinatin sahibinin nazar-i istihsanini celbetmekle gâyet büyük bir ehemmiyet ve kiymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatin hikmet-i hilkati ve büyük neticesi ve kiymetli meyvesi ve Arz'in halifesi oldugunu; fenleriyle, san'atlariyla gösteren.. ve Dünya cihetinde Sâni-i âlem'in mu'cizeli san'atlarini gâyet güzelce teshir ve tanzim ettigi için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada birakilan ve azâbi te'hir edilen.. ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakiyet gören nev-i benî-âdem var.
Ve madem, bu mahiyetteki nev-i benî-âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gâyet zaif ve âciz ve gâyet acz ve fakriyla beraber hadsiz ihtiyacati ve teellümâti oldugu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarinin fevkinde olarak koca Küre-i Arz'i, o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev-i insanin hosuna gidecek her çesit mallara bir dükkân Sûretine getiren, gâyet kuvvetli ve hikmetli ve sefkatli bir Mutasarrif var ki, böyle nev-i insana bakiyor, besliyor, istedigini veriyor.
sh: » (S: 108)
Ve madem, bu hakikatteki bir Rab; hem, insani sever; hem, kendini insana sevdirir; hem bâkidir; hem, bâki âlemleri var; hem, adâletle her isi görür ve hikmetle hersey'i yapiyor. Hem bu kisa hayat-i dünyeviyyede ve bu kisacik ömr-ü beserde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin hasmet-i saltanati ve sermediyet-i hâkimiyyeti yerlesemiyor. Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatin intizâmina ve adâlet ve müvazenelerine ve hüsn-ü cemâline münâfî ve muhâlif çok büyük zulümleri ve isyanlari ve veli-ni'metine ve onu sefkatle besleyene karsi ihânetleri, inkârlari, küfürleri bu dünyada cezasiz kalip, gaddar zâlim, rahat ile hayatini ve bîçâre mazlum mesakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen su Adâlet-i Mutlakanin mahiyeti ise; dirilmemek Sûretiyle o gaddar zâlimlerin ve me'yus mazlumlarin vefat içindeki müsavatlarina bütün bütün zittir, kaldirmaz, müsaade etmez!
Ve madem, nasilki kâinatin sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insani intihab edip gâyet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermis. Öyle de, nev-i insandan dahi makasid-i Rububiyyetine tevafuk eden ve kendilerini îman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan Enbiya ve Evliya ve Asfiyayi intihab edip kendine dost ve muhatâb ederek, onlari mu'cizeler ve tevfikler ile ikram ve düsmanlarini Semâvî tokatlar ile tâzib ediyor. Ve bu kiymetli, sevimli dostlarindan dahi, onlarin imami ve mefhari olan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmi intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arzin yarisini ve ehemmiyetli nev-i insanin besden birisini uzun asirlarda Onun nuruyla tenvir ediyor.. âdeta bu kâinat Onun için yaratilmis gibi; bütün gayeleri Onun ile ve Onun dini ile ve Kur'ani ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kiymetdar ve milyonlar sene yasayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstahak ve lâyik iken, gâyet mesakkatler ve mücahedeler içinde altmisüç sene gibi kisacik bir ömür verilmis. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkâni, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyyeti var mi ki: O Zat, bütün emsâli ve dostlariyle beraber dirilmesin? Ve simdi de ruhen diri ve hayy olmasin? Idam-i ebedî ile mahvolsunlar? Hâsâ, yüzbin def'a hâsâ ve kellâ!..
Evet bütün kâinat ve hakikat-i âlem, dirilmesini dâva eder ve hayatini Sahib-i Kâinattan taleb ediyor ve mâdem Yedinci Sua olan
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
sh: » (S: 109)
«Âyet-ül Kübrâ» da herbiri bir dag kuvvetinde otuzüç aded icmâ-i azîm isbat etmisler ki: Bu kâinat bir elden çikmis. Ve birtek Zâtin mülküdür ve kemâlât-i Ilâhiyyenin medâri olan Vahdetini ve Ehadiyyetini bedâhetle göstermisler ve Vahdet ve Ehadiyyet ile bütün kâinat, O Zât-i Vâhidin emirber neferleri ve müsahhar memurlari hükmüne geçiyor ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâti sukuttan; ve Adâlet-i mutlakasi, müstehziyâne gadr-i mutlaktan; ve hikmet-i âmmesi; sefahetkârane abesiyyetten; ve Rahmet-i Vâsiasi, lâhiyane tâzibden; ve Izzet-i Kudreti, zelilâne acizden kurtulurlar, takaddüs ederler. Elbette ve elbette ve herhalde îman-i Billahin yüzer nüktesinden bu sekiz mâdemlerdeki hakikatlarin muktezasiyla; kiyamet kopacak. Hasir ve nesir olacak. Dâr-i Mücâzat ve Mükâfat açilacak... Tâ ki arz'in mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyyeti ve insanin ehemmiyeti ve kiymeti tahakkuk edebilsin ve Arz ve insanin Hâliki ve Rabbi olan Mutasarrif-i Hakîm'in mezkûr adâleti, hikmeti, rahmeti, saltanati takarrur edebilsin ve o Bâkî Rabb'in mezkûr hakikî dostlari ve müstaklari îdam-i ebedîden kurtulsun ve o dostlarin en büyügü ve en kiymettari, bütün kâinati memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatini görsün ve Sultan-i Sermedînin Kemâlâti naks ve kusurdan ve kudreti acizden ve hikmeti sefahetten ve adâleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin.
Elhâsil: Mâdem Allah var. Elbette âhiret vardir...
Hem nasilki: Mezkûr üç erkân-i îmâniyye onlari isbat eden bütün delilleriyle hasre sehadet ve delâlet ederler. Öyle de وَ بِمَلئِكَتِهِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى olan iki rükn-ü imânî dahi, hasri istilzam edip kuvvetli bir Sûrette âlem-i bekaya sehadet ve delâlet ederler. Söyle ki:
Melâikenin vücudunu ve vazife-i ubûdiyyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müsahedeler, mükâlemeler, dolayisiyla âlem-i ervâhin ve âlem-i gaybin ve âlem-i bekanin ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile senlendirilecek olan dâr-i saâdetin, cennet ve cehennemin vücudlarina delâlet ederler. Çünki: Melekler bu âlemleri izn-i ilâhî ile görebilirler; ve girerler ve Hazret-i Cebrâil gibi, insanlar ile görüsen umum Melâike-i Mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarini ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyor-
sh: » (S: 110)
lar. Görmedigimiz Amerika kit'asinin vücudunu, ondan gelenlerin ihbariyla bedihî bildigimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melâike ihbaratiyla âlem-i bekanin ve dâr-i âhiretin ve Cennet ve Cehennemin vücudlarina o kat'iyette îmân etmek gerektir ve öyle de îman ederiz.
Hem, Yirmialtinci Söz olan «Risale-i Kader» de «Iman-i Bilkader» rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayisiyla hasre ve nesr-i suhufa ve mizân-i ekberdeki müvazene-i a'mâle delâlet ederler. Çünki: Hersey'in mukadderatini gözümüz önünde nizâm ve mîzan levhalarinda kaydetmek ve her zîhayatin sergüzest-i hayatiyyelerini kuvve-i hâfizalarinda ve çekirdeklerinde ve sâir elvah-i misâliyyede yazmak ve her zîruhun, hususan insanlarin defter-i a'mallerini elvah-i mahfûzada tesbit etmek, ve geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmâne bir takdir ve müdakkikane bir kayid ve hafîzane bir kitabet; ancak Mahkeme-i Kübrâda umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücâzat için olabilir. Yoksa o ihâtali ve inceden ince olan kayid ve muhâfaza; bütün bütün mânâsiz, faidesiz kalir. Hikmete ve hakikate münâfî olur. Hem hasir gelmezse; kader kalemiyle yazilan bu kitab-i kâinatin bütün muhakkak mânâlari bozulur ki, hiçbir cihet-i imkâni olamaz ve o ihtimal, bu kâinatin vücudunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur...
ELHASIL: Imânin bes rüknü bütün delilleriyle «Hasr ve Nesrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-i âhiretin vücuduna ve açilmasina delâlet edip isterler ve sehadet edip taleb ederler. Iste hakikat-i hasriyenin âzametine tam muvafik böyle âzametli ve sarsilmaz direkleri ve bürhânlari bulundugu içindir ki: Kur'an-i Mu'cizül Beyânin hemen hemen üçten birisi Hasir ve Âhireti teskil ediyor ve Onu bütün hakaikine temel tasi ve üssül-esâs yapiyor ve hersey'i Onun üstüne bina ediyor...
(Mukaddeme nihayet buldu.)
* * *
sh: » (S: 111)
Zeylin Ikinci Parçasi
[Bastaki Âyetin mu'cizâne isaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i Hasriyeye dair «'Dokuz Makam» dan «Birinci Makam»:]
فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ
تُظْهِرُون َُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ
olan fikradaki ferman-i hasre dair buradaki gösterdigi bürhân-i bâhirî ve hüccet-i katiasi Beyân ve izah edilecek insâallah. (Hâsiye)
Hayatin, Yirmisekizinci hassasinda Beyân edilmistir ki: Hayat, îmanin alti erkânina bakip isbat ediyor. Onlarin tahakkukuna isaretler ediyor. Evet, mâdem bu kâinatin en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattir. Elbette o hakikat-i âliye; bu fâni, kisacik, noksan, elemli hayat-i dünyeviyyeye münhasir degildir. Belki, hayatin, yirmidokuz hassasiyle mahiyetinin âzameti anlasilan secere-i hayatin gayesi, neticesi ve o secerenin âzametine lâyik meyvesi; hayat-i ebediyyedir ve hayat-i uhreviyyedir ve tasiyle ve agaciyle, topragiyle hayatdar olan dâr-i saâdetteki hayattir. Yoksa, bu hadsiz cihâzat-i mühimme ile techiz edilen hayat seceresi, zîsuur hakkinda, hususan insan hakkinda meyvesiz, faidesiz, hakikatsiz olmak lâzim gelecek ve sermâyece ve cihâzatça serçe kusundan, meselâ, yirmi derece ziyade ve bu kâinatin ve zîhayatin en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan; serçe kusundan saâ-
______________________________
(Hâsiye): O makam daha yazilmamis ve hayat mes'elesi hasre münasebeti için buraya girmis. Fakat hayatin âhirinde kader rüknüne isareti pek ince ve derindir.
sh:» (S: 112)
det-i hayat cihetinde, yirmi derece asagi düsüp, en bedbaht, en zelil bir bîçâre olacak...
Hem, en kiymettar bir ni'met olan akil dahi, geçmis zamanin hüzünlerini ve gelecek zamanin korkularini düsünmek ile kalb-i insani mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karistirdigindan en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtildir. Demek bu hayat-i dünyeviyye, âhirete îman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda hasrin üçyüzbinden ziyade nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba, senin cisminde ve senin bahçende ve senin vataninda, senin hayatina lâzim ve münasip bütün levâzimati ve cihâzâti, hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzâr eden ve vaktinde yetistiren, hattâ senin midenin beka ve yasamak arzusuyla ettigi hususî ve cüz'î olan rizk duâsini bilen ve isiten ve hadsiz leziz taamlarla o duânin kabûlünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrif-i Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanin en büyük gayesi olan hayat-i ebediyyeye lâzim esbabi izhar etmesin? Ve nev-i insanin en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyik ve umumî olan beka duâsini; hayat-i uhreviyyenin insasiyle ve cennetin îcadiyle kabûl etmesin! Ve kâinatin en mühim mahlûku, belki zeminin sultani ve neticesi olan nev-i insanin ars ve fersi çinlatan umumî ve gâyet kuvvetli duâsini isitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin! Kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin! Hâsâ, yüzbin defa hâsâ!..
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 10. Söz
Hem, hiç kabil midir ki: Hayatin en cüz'îsinin pek gizli sesini isitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazini çeksin ve kemâl-i îtina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatini ona hizmetkâr yapsin ve sonra, en büyük ve kiymetdar ve bâkî ve nâzdar bir hayatin gök sadasi gibi yüksek sesini isitmesin! Ve onun çok ehemmiyetli beka duâsini ve nâzini ve niyâzini nazara almasin! Âdeta bir neferin kemâl-i îtina ile techiz ve idaresini yapsin ve mutî ve muhtesem orduya hiç bakmasin! Ve zerreyi görsün, günesi görmesin! Sivrisinegin sesini isitsin, gök gürültüsünü isitmesin! Hâsâ, yüzbin defa hâsâ!.
Hem, hiçbir cihetle akil kabûl eder mi ki: Hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede sefkatli ve kendi san'atini çok sever ve kendini sevdirip ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-i Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fitratan perestis eden, hayati ve hayatin zâti ve cevheri olan
sh:» (S: 113)
ruhu; mevt-i ebedî ile îdam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habbini ebedî bir sûrette küstürsün, dariltsin, dehsetli rencîde ederek, sirr-i rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin! Hâsâ, yüzbin defa hâsâ ve kellâ!.. Bu kâinati cilvesiyle süslendiren bir Cemâl-i Mutlak ve umum mahlûkati sevindiren bir Rahmet-i Mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
Netice: Mâdem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatin sirrini anlayanlar ve hayatini su-i istimal etmeyenler dâr-i bekada ve Cennet-i Bâkiyede hayat-i bâkiyeye mazhar olacaklardir. Âmenna.. ve hem nasilki: Yeryüzünde bulunan parlak seylerin, Günesin akisleriyle parlamalari ve denizlerin yüzlerinde kabarciklar, ziyanin lem'alariyle parlayip sönmeleri, arkalarindan gelen kabarciklar, gidenler gibi yine hayâlî Günesciklere âyinelik etmeleri; bilbedâhe gösteriyor ki: O lem'alar, yüksek birtek Günesin cilve-i in'ikâsidirlar ve Günesin vücûdunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve isik parmaklariyle ona isâret ediyorlar. Aynen öyle de; Zât-i Hayy-u Kayyûmun Muhyî isminin cilve-i âzami ile berrin yüzünde ve bahrin içindeki zîhayatlarin Kudret-i Ilâhiyye ile parlayip, arkalarindan gelenlere yer vermek için «Yâ Hay» deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-i sermediyye sahibi olan Zât-i Hayy-u Kayyûmun hayatina ve vücûb-u vücûduna sehadetler, isaretler ettikleri gibi, umum mevcûdâtin tanziminde eseri görünen Ilm-i Ilâhîye sehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan, irade ve mesîeti isbat eden bütün hüccetler ve Kelâm-i Rabbânî ve Vahy-i Ilâhînin medâri olan Risâletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkezâ... Yedi sifât-i Ilâhiyyeye sehadet eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-i Hayy-u Kayyûmun hayatina delâlet, sehadet, isaret ediyorlar. Çünki: Nasil bir seyde görmek varsa, hayati da vardir. Isitmek varsa, hayatin alâmetidir. Söylemek varsa, hayatin vücûduna isaret eder. Ihtiyar, irade varsa, hayati gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücutlari muhakkak ve bedihî olan Kudret-i Mutlaka ve Irâde-i Sâmile ve Ilm-i Muhît gibi sifatlar, bütün delâilleri ile Zât-i Hayy-u Kayyûmun hayatina ve Vücûb-ü Vücûduna sehadet ederler ve bütün kâinati bir gölgesiyle isiklandiran ve bir cilvesiyle bütün Dâr-i Âhireti zerratiyle beraber hayatlandiran hayat-i sermediyyesine sehadet ederler.
sh:» (S: 114)
Hem hayat, Melâikeye îman rüknüne dahi bakar. Remzen isbat eder. Çünki: Mâdem kâinatta en mühim netice hayattir ve en ziyade intisar eden ve kiymetdarligi için nüshalari teksir edilen ve zemin misafirhânesini, gelip geçen kafilelerle senlendiren zîhayatlardir ve mâdem Küre-i Arz, bu kadar zîhayatin envaiyle dolmus ve mütemadiyen zîhayat envâlarini tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar bosanir ve en hasis ve çürümüs maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahser-i huveynat oluyor ve mâdem hayatin süzülmüs en sâfi hulâsasi olan, suur ve akil; ve lâtif ve sâbit cevheri olan ruh; Küre-i Arzda gâyet kesretli bir sûrette halkolunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz, hayat ve akil ve suur ve ervah ile ihyâ olup öyle senlendirilmis. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan Ecrâm-i Semâviyye; ölü, câmid, hayatsiz, suursuz kalmasi imkân haricindedir. Demek, gökleri, günesleri, yildizlari senlendirecek ve hayatdar vaziyetine verecek ve netice-i hilkat-i semâvâti gösterecek ve hitâbat-i Sübhâniyyeye mazhar olacak olan zîsuur, zîhayat ve semâvata münasip sekeneler, herhalde sirr-i hayatla bulunuyorlar ki, onlar da Melâikelerdir...
Hem, hayatin sirr-i mahiyeti, Peygamberlere îman rüknüne bakip remzen isbat eder. Evet, mâdem kâinat, hayat için yaratilmis ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelînin bir cilve-i âzamidir. Bir naks-i ekmelidir. Bir san'at-i ecmelidir. Mâdem hayat-i sermediyye, Resullerin gönderilmesiyle ve kitaplarin indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eger kitaplar ve pegamberler olmaz ise, o hayat-i ezeliyye bilinmez. Nasilki: Bir adamin söylemesiyle diri ve hayatdar oldugu anlasilir. Öyle de, bu kâinatin perdesi altinda olan Âlem-i Gaybin arkasinda söyleyen, konusan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtin kelimâti, hitâbâtini gösterecek peygamberler ve nâzil olan Kitaplardir. Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir Sûrette Hayy-i Ezelînin vücûb-u vücûduna kat'î sehadet ettigi gibi, o hayat-i ezeliyyenin suââti, celevâti, münesebâti olan «Irsâl-i Rüsul ve Inzâl-i Kütüb» rükünlerine bakar remzen isbat eder ve bilhassa Risâlet-i Muhammediyye ve Vahy-i Kur'anî, hayatin ruhu ve akli hükmünde oldugundan, bu hayatin vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.
Evet, nasilki hayat; bu kâinattan süzülmüs bir hulâsadir vesuur ve his dahi, hayattan süzülmüs, hayatin bir hulâsasidir ve akil
sh:» (S: 115)
dahi, suurdan ve hisden süzülmüs, suurun bir hulâsasidir ve ruh dahi, hayatin hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtidir. Öyle de, maddî ve mânevî, Hayat-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüs hulâsat-ül-hulâsadir ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; kâinatin his ve suur ve aklindan süzülmüs en sâfi hulâsasidir. Belki maddî ve mânevî hayat-i Muhammediyye (A.S.M.), - âsârinin sehadetiyle- hayat-i kâinatin hayatidir ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) suur-u kâinatin suurudur ve nûrudur ve Vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikinin sehadetiyle- hayat-i kâinatin ruhudur ve suur-u kâinatin aklidir. Evet, evet, evet!..
Eger, kâinattan Risâlet-i Muhammediyyenin (A.S.M.) nûru çiksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eger Kur'an gitse, kâinat divâne olacak ve Küre-i Arz, kafasini, aklini kaybedecek. Belki, suursuz kalmis olan basini, bir seyyâreye çarpacak, bir Kiyâmeti koparacak...
Hem hayat, «îman-i Bilkader» rüknüne bakiyor. Remzen isbat eder. Çünki, mâdem hayat, âlem-i sehadetin ziyâsidir; ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlik-i kâinatin en câmi âyinesidir ve Faaliyet-i Rabbâniyyenini en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir. (Temsilde hatâ olmasin) bin nevi programi hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yâni mâzi, müstakbel, yâni geçmis ve gelecek mahlûkatin hayat-i mâneviyyeleri hükmünde olan intizâm ve nizâm ve mâlûmiyyet ve meshûdiyyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyyeyi imtisâle müheyya bir vaziyette bulunmalarini, sirr-i hayat iktiza ediyor. Nasilki, bir agacin çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasinda ve meyvelerindeki çeikrdekleri dahi; aynen agaç gibi bir nevi hayata mazhardirlar. Belki, agacin kavânin-i hayatiyyesinden daha ince kavânin-i hayati tasiyorlar. Hem nasilki, bu hâzir bahardan evvel geçmis güzün biraktigi tohumlar ve kökler; bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda birakacagi çekirdekler, kökler; bu bahar gibi, cilve-i hayati tasiyorlar ve kavânin-i hayatiyyeye tâbidirler. Aynen öyle de: Secere-i kâinatin bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmis ve gelecek tavirlardan ve vaziyetlerden mütesekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i ilâhiyyede muhtelif tavirlar ile müteaddit vücutlari, bir silsile-i vücûd-u ilmî teskil eder ve vücûd-u hâricî gibi, vücûd-u ilmî dahi, hayat-i umumiyyenin, mânevî bir cilvesine maz-
sh:» (S: 116)
hardir ki; Mukadderat-i hayatiyye o mânidar ve canli Elvâh-i Kaderiyyeden alinir.