-
Cevap: Sûrat Al-Fâtihah
Fatiha suresi ayet 6.
"Bizi doğru yola ilet." Nimet verdiklerinin yoluna; gadaba uğramış olanların ve sapıtmış olanların yoluna değil."
"Bizi doğru yola ilet.
Burada biraz önce istenen yardımın mâhiyeti açıklanmaktadır. Sanki Allah Teâlâ kullarına: "Sizlere nasıl yardımcı olayım" diye soruyor, onlar da: "Bizi doğru yola ilet" diyorlar. İbâdet tamamlandıktan sonra sonunu duâ ile bağlamak şer'î bir kaidedir.
Tefsîr'de şöyle gelir: "Ancak sana kulluk ederiz." cümlesi tevhîdi ortaya koymaktadır. "Ancak senden yardım dileriz." cümlesi ise tevhîd konusunda yardım talebidir. "Bizi doğru yola ilet!" sözü, din üzre sâbit-kadem olmak içindir. O da ibâdeti ve yardım talebini gerçek anlamda îfâ ile olur. Çünkü hidâyet üzre sâbit-kadem olmak, ihtiyaçların en önemlisidir. Nebîlerin ve velîlerin Allah'dan en önemli dileği hep odur. Yûsuf (a.s.) "Beni müslüman olarak öldür" dediği gibi, Fir'avn'ın sihirbazları da "Bizi müslüman olarak öldür." demişlerdi. Sahâbîler de "Bizi ebrâr (iyiler) ile birlikte öldür" diye duâ etmişlerdir. Zira insan, işin dış görünüşüne aldanmamalıdır. Çünkü sonunda o hal değişebilir. Nitekim İblîs'e de, Bel'am bin Bâurâ'ya ve Bersîsâ'ya da böyle olmuştur.
Mevlânâ Celaleddin (k.s.) der ki:
Cihanda îblîs ve Bel'am gibi yüz bin
Mel'ûn gizli ve aşikâr zahir olmuştur.
Lâkin Cenâb-ı Hakk dünyâda ikisini meşhur etti.
Ki bu ikisi diğer mel'ûnlara şâhid olsunlar,
Diğer mel'ûnlar bunların hâlinden ibret alsınlar.
Kadı Beyzâvî Tefsîr'inde der ki: Böyle bir sözü, vuslata ermiş arif kişi söylediğinde; "Beni Sana giden yola erdir ki, bu suretle hâllerimizin riya karanlığı yok olsun. Bedenlerimizin zulmet perdesi açılsın ve nûr-i kudsünle aydınlanıp seni senin nurunla görelim", anlamını kasdeder.
Molla Fenârî der ki: Bunun asıl anlamı şudur: Allah'a giden yollar sonsuzdur. Nitekim Kutbü'l-muhakkıkîn: "Hakk'ın bilgisi ve takdîri sınırsızdır. Bilgi ve takdîr devam ettikçe kulun şevki de sükûnet bulup, zail olmaz." demiştir.
Sırat-ı müstakim, "İslâm milleti ve hakk din" demektir. Burada asıl maksada götüren vesîle, maksada benzetilmiştir. Çünkü din maksada götüren, Hak ise asıl maksad olduğundan dine sırat-ı müstakim denmiştir. Allah Teâlâ, her ne kadar mekândan münezzeh ise de kulun vuslata ermesi, başarıya ulaşması için mesafeler katetmesi ve âfetlere uğraması, sıkıntılara göğüs germesi gerektiğinden dîne, sırat (yol) denmiştir.
Kişi hidâyete ermiş olmasına rağmen "Bizi doğru yola ilet" demesinin pek çok yorumlan vardır:
1- Marifete erip hidâyete ulaştıktan sonra, şehvet ve gadab, istek ve düşünce, mal infâkı konusunda ifrat ve tefritten uzak, orta yola ermeyi islemektir.
2- Kişi her ne kadar ma'rifet-i ilâhiyye'ye bir delîl ile vâsıl olmuş ise 4e daha başka deliller vardır. "Bizi doğruya ilet" demek bize senin zâtına. sıfatına ve fiillerine delâlet eden her şeyi öğret demektir.
3- "İşte benim doğru yolum budur" (el-En'âm, 6/153) âyeti gereği, nefsin direnmesine rağmen mâsivâdan yüz çevirmeyi istemek ve bütünüyle Allah'a yönelmeyi dilemektir. Bu öyle bir yöneliş olmalı ki; Allah Teala, Îbrâhîm (a.s.) gibi kendisine oğlunu kurban etmeyi emretse tereddütsüz yerine getirmeli, İsmâîl gibi kesilmese bile, kesilmek için boyun vermelidir. Yûnus gibi kendisini denize atabilmelidir. Mûsâ (a.s.) gibi yüksek derecelere ulaşsa bile kendisinden Hızır'a talebe olması istenince derhal kabul edebilmelidir. Yahya ve Zekeriyyâ (a.s.) gibi, vücûdu testereyle ikiye ayrılarak öldürülecek olsa bile, emr bi'l-ma'rûf ve nehy ani'l-münker'den geri durmamalıdır.
Bu makam ehil olmayanlar için çok zor bir makamdır. Ancak "Kendilerine nimet verdiklerimin yoluna." denilmiş olması velîlerin ve nebilerin makamına teşvik ve bu yolu kolaylaştırmak içindir. Öldürülenlerin, vurulup kırılanların yoluna buyrulmamıştır. Aslında mutedil bir istikamet üzre olmak ve onda sebat etmek zor bir iştir. Bu yüzdendir ki Peygamberimiz (s.a.), "Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı."25 buyurmuştur. Çünkü bu sûrede "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" âyeti vardır. İnsan, yaratılışı, zahirî ve bâtınî güçleri açısından bir takım sıfatlara, rûhânî ve fıtrî kabiliyetlere sahihtir. Bu sıfat ve kabiliyetlerden her birinin ifrat ve tefrit tarafı vardır. Mü'mine gereken ifrat ve tefritten uzak, vasat olan orta yolu izlemek ve bu orta yol üzre kalmaktır. Orta yolu emreden pek çok âyet ve işaretler vardır. Nitekim: "Eli sıkı olma! Büsbütün eli açık da olma." (el-lsrâ, 17/29) âyetinde Allah Teâlâ, kullarına israf ile cimrilik arasında orta yolu emretmektedir.
Hz. Peygamber (s.a) hiç evlenmemeye, devamlı oruçlu bulunmaya ve geceleri hiç uyumamaya azmederek ibâdet etmenin hükmünü soran üç sahâbîye şu nasihatte bulundu: "Nefsinin sende hakkı olduğu gibi, hanımının da, vücûdunun da hakkı vardır. Öyleyse bâzan oruç tut, bâzan tutma. Gecenin bir kısmında namaz kıl, bir kısmında da uyu."26 buyurdu.
Bu hemen her işte böyledir. Aslolan, bütün hallerde orta yolu izlemektir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: "Namaz kılarken sesini pek yükseltme! O kadar da kısma! İkisinin arasında bir yol tut!" (el-İsrâ, 17/110) "Onlar ki harcadıkları vakit savurganlığa gitmez cimrilik de etmezler; bu ikisi arasında dengeli olurlar." (el-Furkan, 25/67) "Gözü ne başka tarafa kaydı, ne de onu atlayıp geçiverdi." (en-Necm, 53/17).
Peygamber (s.a.) Efendimiz Hz. Ömer (r.a.)'ı yüksek sesle Kur'ân okurken gördü ve sebebini sordu. O da: "Uyuyanları uyarmak ve şeytanim kovmak için böyle yapıyorum" dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.av.): "Sesini biraz alçalt!" buyurdu. Hz. Ebû Bekir'in yanına vardı. Onu da çok kısık sesle Kur'ân okurken gördü ve sebebini sordu. O da: "Kendisine münâcâtta bulunduğum zât beni duyuyor." diye cevap verdi. Bu sefer Efendimiz (s.a.): "Sesini biraz yükselt!"27 buyurdu. Diğer ahlâki konularda da durum bu merkezdedir. Meselâ şecaat, aşın atılganlık ile Korkaklık arasında orta bir sıfattır. Belagat; aşın kısa tutmakla haddinden fazla uzatma arasında orta yoldur.
Bizim şeriatımız her türlü teşvik ve korkutma, hâl ve hüküm, sıfat w huy konusunda dengeli bir orta yolu getirmiştir. Hattâ bâzı kötü huy-br Allah için kullanıldığı takdirde bunların iyilik olacağını bildirmiştir. Meselâ Allah için sevmemek ve Allah için vermemek bu kabildendir. Bu iki huy kötü olduğu halde Allah için olunca hayra vesîle olacağından makbûl olur.
Müstakim olmanın çeşitleri vardır:
1- Sözüyle, fiiliyle ve kalbiyle müstakim.
2- Sözüyle değil ama, fiili ve kalbiyle müstakim. Birinci ikinciden daha üstündür.
3- Fiili ve sözüyle istikamet ehli olup kalbiyle müstakim olmayanlar. Bunama kadar saydıklarımız başkalarına faydalı olması umulan kimselerdir.
4- Kalbiyle ve sözüyle müstakim olan, fakat fiiliyle müstakim olma-
5- Sadece sözüyle istikamet ehli olduğunu söyleyip fiili ve kalbiyle müstakim olmayanlar.
6- Sadece kalbiyle istikamet ehli olup sözü ve fiili ile müstakim ol-"*- Fiiliyle müstakim, kalbiyle ve kavliyle müstakim olmayanlar.
7- Fiiliyle müstakim, kalbiyle ve kavliyle müstakim olmayanlar
Bu son dört maddede anlatılan istikamet hallerinin dereceleri birbirinden farklıdır. Bunların istikametleri kendi lehlerine değil, aleyhlerinedir. Dil ile istikametten murâd, sadece gıybet, nemîme ve benzerlerini terk etmek demek değildir. Çünkü fiilî istikamet buna da şâmildir. Kavlî istikametten murâd, başkasını sırât-ı müstakime yöneltmektir. Kişi bâzan, irşâd ettiği şeyden kendisi uzak olabilir. Bu istikamet çeşitlerinin tümü bir misâlle şöyle toparlanabilir: Namaz konusunda dînî bilgi edinen ve başkalarına öğreten kimse sadece kavlinde müstakim sayılır. Böyle biri, namaz vakti gelince öğrendiği şekilde zahirî erkânına uyarak namaz kılarsa, fiilinde müstakîm olur. Kıldığı namazı huzûr-ı kalb ile kılarsa kalbiyle de müstakîm olur. Diğerleri de bunun gibidir.
et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye'de der ki: Hidâyet üçtür:
1- Avamın hidâyeti: Tüm canlıların kendilerine yararlı olan şeylere koşup zararlı olanlardan kaçmasıdır. Allah Teâlâ: "Rabbımız, var olan her şeye uygun şeklini ve niteliğini veren, sonra ona doğru yolu gösterendir." (Tâhâ, 20/50) "Ona iki yol göstermedik mi?" (el-Beled, 90/10) âyetleri ile buna işaret etmiştir.
2- Havassın hidâyeti: Mü'minlerin cennete yönlendirilmesidir. Allah Teâlâ şu âyetle buna işaret etmektedir: "Rabları, îmânları sebebiyle onları nimet dolu cennetlerde alt tarafından ırmaklar akan (saraylara) erdirir." (Yûnus, 10/9)
3- Ahassu'l-havasın hidâyeti: Bu da Allah'ın kulunu kendisi ile kendine yöneltmesidir ki şu âyetlerle buna işaret olunmaktadır: "Allah'ın hidâyet yolu, hidâyetin ta kendisidir" (el-Bakara, 2/120) "Ben Rabbıma gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek." (es-Sâffât, 37/99) "Allah dilediğini kendisine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir." (eş-Şûrâ, 42/13) "Sen henüz doğru yolu bulamazken O seni doğru yola koydu." (ed-Duhâ, 93/7) Yâni sen varlık âleminde şaşkınlık içindeyken ben seni cûd ve rahmetimle diledim ve seni fazl ve lütfumla buldum. İnayet cezbelerimle ve hidâyet nurumla kendime ilettim. Seni nûr yaptım ve senin vâsıtanla kullarımdan dilediklerime hidâyet verdim. Sana tâbi olan ve senin rızânı isteyen kimseleri beşerî vücûdun karanlığından rûhânî vücûdun aydınlığına çıkardım. Onları sırât-ı müstakime erdirdim. Nitekim Allah Teâlâ buyurmuştur: "Allah'dan size bir nûr ve apaçık bir kitap geldi. Rızâsını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir." eİ-Mâide, 5/15-16)
Sırat-ı müstakim, Kur'ân'ın gösterdiği sağlam ve doğru dindir.
Peygamber Efendimiz'in güzel ahlâkıdır. Çünkü onun hakkında Allah Teâlâ: "Sen yüce bir ahlâk üzresin." (el-Kalem, 68/4) buyuruyor. O Sırat-ı müstakim, insanı ya cennete götürür, ki bu ashâb-ı yemin; yâni amel defterleri sağdan verilecek olanların yoludur, ya da sâbıkûn ve mukarrabûn olarak adlandırılanların yoludur. Bu da insanı Allah'a götürür, O'na yakın kılar. Nitekim şu iki âyet bunlara delildir: "Allah sizi selâm yurduna çağırır." (Yûnus, 10/25) "Dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin. Doğru yola, Allah yoluna eriştirirsin." (eş-Şûrâ, 42/52/53)
Nimet verdiklerinin yoluna; gadaba uğramış olanların ve sapıtmış olanların yoluna değil."
"İn'âm" nimeti yerine ulaştırmak demektir. Aslında o da insanın tad aldığı bir durumdur. Nimet, hak dinden tad alınan şeye denir.
Ebu'l-Abbas ibn Atâ der ki: "Kendilerine nimet verilenler tabaka tabakadır. Arifler: Allah'ın kendilerine ma'rifet nimetiyle ikramda bulunduğu kimselerdir. Velîler: Sıdk (doğruluk), rızâ (hoşnudluk), yakîn ve safvet sıfatı verdiği kimselerdir. Ebrâr: Hilim (yumuşaklık) ve re'fet (merhamet) sıfatı ihsan buyurduklarıdır. Mürîdler: Tâat lezzeti in'âm ettikleridir. Mü'minler: İstikamet verdikleridir.
Denilmiştir ki: Allah'ın nimet verdiklerinden maksad nebiler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerdir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: "İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraber olacaklardır." (en-Nisâ, 4/69) Bu âyette Allah Teâlâ, sıratı kullarına izafe etti. Şu âyette de Rab'den kuluna gelen yol mânâsına zâtına izafe etmiştir: "Bu benim dosdoğru yolumdur." (el-En'âm, 4/153) Nitekim şu âyetlerde de din ve hidâyet, Allah'a izafe edilmiştir: "Allah'ın dîninden başkasını mı arzu ediyorlar?" (Al-i İmrân, 3/83) "Allah'ın hidâyeti, hidâyetin ta kendisidir." (el-Bakara 2/120) Din ve hidâyet bâzan da şu âyetlerde olduğu gibi kullara izafe edilmiştir: "Ben bugün sizin dîninizi tamamladım." (el-Mâide, 5/3) "Sen de onların hidâyetine iktidâ et, yoluna uy!" (el-En'âm, 6/90)
Hidâyet ve din kavramla bâzan Allah'a, bâzan da kullara izafetle söylenmesinin bâzı incelikleri ve sırlan vardır. Onlardan bazıları şunlardır:
1- Din ve hidâyet, Allah'ın koyduğu bir kanun ve bizim yararımıza bir müessesedir. Nitekim: "O dîni Allah size de din kıldı." (eş-Şûrâ, 42/13)
2- Din Allah'a göre O'nun tarafından konulan bir kanun, bize göre de uyulması gereken bir usûldür.
3- Allah, dîni zâtına izafe etmiştir ki, kul kendini beğenme hastalığından kurtulsun, kula izafe etmiştir ki, bu suretle kulun kalbi müteselli olsun.
4- Allah, kullarının sânını yüceltmek ve onları zâtına yakın kılmak için din kelimesini kullara; İblîs din işine karışmasın diye de kendisine izafe etmiştir. Nitekim: "İzzet ve şeref Allah'ın, Rasûlü'nün ve Müminlerindir."(el-Münâfikun, 63/8) âyeti nazil olduğunda şeytanın şöyle dediği nakledilir: "Allah ve Rasûlü'nün izzet ve şerefini söküp almaya muktedir olmasam da, mü'minlerin izzetini söker alırım." Şeytanın bu sözü üzerineAllah Teâlâ: "İzzetin her türlüsü Allah'a âiddir." (en-Nisa 4/139) buyurarak şeytanın bu arzudan ümidini kesmiştir. Nitekim et-Teysir de böyle anlatılmıştır.
Sırat" kelimesinin peş peşe iki defa geçmesi, birinin kuldan Rabb' a diğerinin Rab'dan kula olmak üzere iki yol bulunduğuna işaret içindir.Kuldan Rabb'a giden yol korku ile doludur. Bu yolda nice kafilelerin yolu kesilmiş ve nice yolcular geri kalmıştır. Ve izzet çağrısında ehl-i izzete şöyle seslenilir: "İzzet iddiasında bulunan talebi red olunmuş ve yolu kapanmıştır.Yol kesici şeytan bu izzet iddiasında bulunan fırkanın yolunu kesmiştir." Yol kesici, izzet iddiasındaki şeytandır. O şöyle der:
'"Ben de senin doğru yolun üzerinde pusuya oturacağım." (el-Araf 7/16)
Rab dan kula giden yol ise güvenlidir, emniyetlidir. Kafileler o yolda selametle ilerler, bu yolun meziyetleri ve konaklama yerleri nimetlerle çevrilmiş olduğu için kafile rahat seyreder. Oradaki yol gösterici sağlam delillerle rehberlik eder. "Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberlerle beraber..." (en-Nisâ, 4/69) âyetinden anlaşıldığı gibi bu ilahi ihsan, onların sırlarını inayet nuruyla, ruhlarını hidâyetle, kalblerini 'velayet eserleriyle aydınlattı. Nefislerinden hevâyı söküp attı. Şeriatın ahkamına riâyet, şeytanın hilelerine direnmek suretiyle bu nimetlere kavuştu.
Nimetler zahirî ve bâtınî olmak üzere ikiye ayrılır:
a-) Zahiri nimetler: Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi daveti kabul, sünnete ittibâ, bid'attan ictinab, nefsi emir ve nehiylerine boyuneğdirmek, sıdk üzre sâbit-kadem olmak ve kulluğa devam gibi.
b-)Batıni nimetler: Bu da yaratılış sırasında nûr-i ilâhî akışının ruhlar üzerinde in'âm eylediği şeydir. Nitekim Allah Rasûlü buyurur: "Allah Teala mahlûkatı karanlık olarak yarattı. Sonra onlar üzerine nurunu yaydı. Kendisine bu ilâhî nurdan bir nasîb ulaşanlar hidâyet buldu Kime de bu nurdan bir şey isabet etmemişse yolunu şaşırdı."
Böylece kula Allah'ın kapısının açılması bu nurun yayılması sayesinde oldu. Önce yağmur yağar, ardından bu yağmur sayesinde insanlar, bâzı şeyler elde ederler.
Aslında mü'minler, yağmuru yağdıranın (Muğîs) müşahedesine yarayan bu ilâhî nuru beklerler ve yağmur isteyerek Hakk'tan yardım dilerler ve: "Bizi doğru yola, nimet verdiklerinin yoluna ilet !" derler. Tabii ki bu doğru yola iletme, Hakk'ın lütuf cezbeleri ile olacak ve onlar üzerine fazîlet kapılan açılarak Allah ile Allah'a erme ve Hakk'ı bulma imkânı elde edecekler ve Hakk ile Hakk'tan gelecek nasîblerini alacaklardır. Nitekim bu konu, et-Te'vilatü'n-Necmiyye'de böyle anlatılmıştır.
Şeyh Sadreddin Konevî (k.s.) el-Fükûk adlı eserinde yukarıda geçen hadîsin yorumu sırasında şunları söylemektedir: "Şüphesiz, mutlak varlık kendine zıd ve mukabil olan ademi (yokluğu) taakkul (idrâk) eder, çünkü ademin de taakkulde (idrâkte) bir taayyünü ve bir nûrâniyeti olduğu gibi, bir de karanlığı vardır. Bu yüzden mümkin varlıklar zulmetle muttasıftır. Onlar da vücûd ile aydınlanır ve zahir olurlar. Mümkin varlığın zulmeti, onun ademe bitişen tarafıdır. Mümkine bitişen ve onu niteleyen her noksan, ademe nisbetinin gereğidir. Nitekim Peygamber (s.a.)'in şu hadîsinde buna işaret vardır: "Allah Teâlâ varlıkları karanlık içinde yarattı ve onlar üzerine ilâhî nurunu yaydı da onlar zahir oldular."28
Hadiste geçen halk, yani yaratma kelimesi takdir anlamınadır. Çünkü takdir-i ilâhî, eşyayı var etmeden öncedir. Eşyaya nurun yayılması ise, mümkinâta varlık libâsının verilmesinden kinayedir. Bunu böyle bilmek gerekir.
"Gadaba uğramış olanların ve sapıtmış olanların yoluna değil." âyeti gösteriyor ki, kendilerine nimet verilenler, gadab tan ve sapıklıktan selâmette olanlardır.
"Gayr" kelimesinin üç yorumu vardır:
a- Mugayeret, başkalık ve farklılık, Farsça'daki "Cüz" (= başka) anlamınadır. Nitekim şu âyette böyledir: "Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnâd etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi." (el-İsrâ, 17/73)
b- Olumsuzluk anlamı ifâde eden Arapça "La", Farsça "Nâ" anlamanda kullanılır. Nitekim şu âyette o anlamdadır: "Başkasının hakkına tecâvüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak üzre bir miktar yemesinde günah yoktur." (el-Bakara, 2/173)
c) Arapça'da "illâ", Farsça'da "meğer" ile ifâde edilen istisna mânâsına kullanılır. Nitekim şu âyette o mânâdadır. "Zâten orada Allah'a teslimiyet gösterenlerden bir ev halkından başka kimse bulamadık." (ez-Zâriyât, 51/36)
Burada "gayr" kelimesinin bu vecihlerden her üçü için kullanılmış olması muhtemeldir. Ancak istisna anlamında kullanılsa mansub ( gayra ) okunması gerekir.
Gadab, intikam duygusu sırasında nefsin kabarması, galeyana gelmesi demektir. Yâni bu bir nefsânî durumdur ki, nefsin galeyanı sırasında meydana gelir. Kalbtekı kan intikam arzusuyla coşar.
Gadabın buradaki anlamı ise; hoşnudluğun zıddı, intikam arzusu, tehdidin gerçekleştirilmesi, acıklı bir yakalama, şiddetle yakalama, perdeyi yırtma, ateşle azâb etme mânâlarından her biri olabilir.
Dalâlet, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan ayrılmak demektir. 'Kendilerine gadab edilen!er"den maksad, âsiler, dalâlette olanlar ve Allah'ı tanımayan sapıklardır. Çünkü kendilerine nimet verilenler ilimle amel arasını cem'edenlerdir. Bunun mukabili olanlar ise; aklî veya ilmî güçlerinden birini yitirmiş kimselerdir. Amel yönünü kaybedenler gazaba uğrayan fâsıklardır. Nitekim kasden adam öldüren kimse hakkındaki ayet-i kerime buna işarettir: "Allah ona gadab etmiş ve lânetlemiştir" (en-Nisâ, 4/93) İlmi elden bırakan, yolunu şaşırmış câhildir. Nitekim böyleleri için Allah Teâlâ: "Hakk'tan sonra sapıklıktan başka ne var ?' (Yûnus, 10/32) buyurmaktadır.
Bir başka mânâya göre "gadaba uğrayanlardan" maksad Yahûdîlerdir. Çünkü onlar hakkında "Allah'ın lanetlediği ve gadab ettiği kimselerr" (el-Mâide, 5/60) buyurulmuştur. Sapıtanlar da Hıristiyanlardır. Çünkü onlar hakkında da: "Önceden sapmış ve birçoklarını saptırmış" (el-Mâide, 5/77) buyurulur. Ancak burada maksad, gadabın özellikle Yahudilere, dalâletin de özellikle Hıristiyanlara has bir şey olduğunu ifâde etmek değildir. Çünkü Kur'ân'da gadab-ı ilâhî bâzan Hıristiyanlara nisbet edildiği gibi, bâzan da dalâlet Yahudilere nisbet edilmektedir. Gadab ve dalâlet konusunda Hıristiyanlar ile Yahudiler aynı noktadadır. Ancak bu iki kelime birlikte kullanıldığında "gadab" ile Yahûdîler kastedilir. Yahûdîler küfürde ısrar ederler, inatçıdırlar. Peygamberlere düşmanlık yaparak onları öldürmüşlerdir. "Allah fakir, biz zenginiz" gibi sözler sarf etmişlerdir. Haddi aştıkları için gadaba daha lâyıktırlar. Bu yüzden haklarında "gadaba uğrayanlar" tabiri kullanılmıştır.
"Kendilerine nimet verilen kimselerin bu iki fırkadan başkası olduğu zâten malûmdur. Öyleyse burada zikredilmesinin yaran ne olabilir?" denilirse şu cevabı veririz: Bunun faydası şudur: Bu iki taifenin tam bir havf duygusuna bağlı imanlarının özelliği, "nimet verilenler" ibaresiyle anlatılan kâmil recâ özelliğine sâhib olmadan sonradır. Nitekim Allah Rasûlü: "Mü'minin havf ile recâsı tartılsa birbirine denk olurdu."29 buyurmaktadır.
Gadab-ı ilâhînin hükmü, "sol el" diye ifâde edilen kabza-i ilâhiyye'de kemâliyle tezahür eder. Hak Teâlâ'ya izafe edilen iki elin, her ne kadar her ikisi de mukaddes ise de, birinin hükmü diğerinin zıddıdır. "Arzın hepsi O'nun kabzasındadır. Gökler de O'nun sağ elinde durulmuştur." (ez-Zümer, 39/67) Bir ele nisbet edilen, bütün saadet, rahmet ve güzelliklerdir. İkincisine nisbet edilen ise kahr, gadab ve onların gerektirdiği şeylerdir.
Gadab-ı ilâhî'nin sırrı, iki elin hükmünü; celâl ve cemâli' cem edip korumak, daha önce işaret edilen kemâle ermektir. Bir insanın uzvunda kangren gibi hastalık ortaya çıksa, kendisinin babası, kardeşi ve yakını bile olsa doktor onu sevmesine rağmen hastalıklı uzvunun kesilmesinde tereddüt etmeyecektir. Çünkü hastalığın tedavi imkânı ortadan kalkmış ve kesmekten başka çare kalmamıştır.
Kurşun ve bakırla karışık bulunan altın madenini bu karışımlardan temizlemek isteyen kimsenin onu şiddetli bir ateşe koyması gerektiği gibi insanın kemâli de ibtilâlara bağlıdır.
Dalâlet; hayret ve şaşkınlıktır. Şaşkınlığın da iyi olanı, kötü olanı vardır. Bu da üç mertebedir:
İyi olan hayret
a) mübtedîlerin,
b) keşf ve hicâb ehli mutavassıtların,
c) tahkîk ehli büyüklerin hayretidir.
Mübtedîlerin hayretini ortadan kaldıracak olan, tercihlerin ve önceliklerin belirlenmesidir. Bu da Allah rızası, O'na yaklaşma ve zatî şühûd (*) maksadının ortaya çıkmasıyla olur. Arkasından mutavassıt durumda olanlar için kişiyi Hakka ulaştıracak olan yolu bulmak gelir. Bu da şeriata tam anlamıyla sarılmakla olur. Bundan sonrası bunu gerçekleştirebilecek bir mürşide bağlanmaktır. Mürşidi de bulunca gayenin gerçekleşmesi için zikir, fikir ve benzeri usûllerin yardımıyla gerekli destek sağlanmış olur. insanı yoldan alıkoyan nefs ve şeytan gibi engelleri tanıyıp etkisini izâle yollarını öğrenmeğe gayret eder. Bu beş husus tamamlanınca bu tür hayret ortadan kalkar.
Tahkîk ehli büyüklerin hayreti güzeldir, bu hayretin, anlamadaki bir kusur ve noksanlıktan kaynaklandığı sanılmamalıdır. O noktadaki hayreti, gerçeği tam görmeye manî bir eksiklik zannetme! Bilakis böyle bir hayretin hükmü; ma'rifet yoluyla hakikatin kemâline erdikten, varlığın sırrını müşahede ettikten ve her varlığın esasına tam muttalî olduktan sonra ortaya çıkar.
Tefsîru Necm'de şöyle der: "Gadaba uğrayanların ve yolunu şaşırmışların yoluna değil" ifadesiyle anlatılanlar, nûr-ı ilâhînin kendilerine isabet etmediği ve bu yüzden nefs tutkusunun uçsuz bucaksız çölünde sapıtanlardır. Bunlar tabîat ve taklîd karanlıklarında şaşırmışlardır. Allah Teâlâ, Yahûdîler gibi, onları da gadab-ı ilâhisiyle huzûr-ı ilâhîden kovmak suretiyle cezalandırmış ve lânetlemiştir. Bu yüzden doğru şeriatı bulamamışlar ve "ahsen-i takvim" üzre yaratıldıkları insaniyet mertebesinden sapmışlardır.
Onlar yaptıkları kötülükler sebebiyle ya sûreten, ya da manen maymun ve domuz şekline çevrilmişlerdir. Ya da insanlık sınırından çıkınca Allah'ın lütuflarını unutmuşlar ve tevhîd yolundan sapmışlardır. Hâl böyle olunca da şeytan onları Hıristiyanlar gibi şirke düşürdüğünden nevalarını ve dünyâyı ilâh edinmişler ve: "Allah üçün üçüncüsüdür." (el-Mâide, 5/72) demişlerdir. "Onlar Allah'ı unuttu, Allah da onları" (et-Tevbe, 9/67) buyurulur.
Bir de işin sonuca itibâr edilen yönü vardır ki o da: "Gadaba uğrayanların yoluna değil" sözüyle huzurdan sonra gaybet, sevinçten sonra sıkıntı, nurdan sonra zulmet hâlidir. Bolluktan kıtlığa, varlıktan darlığa düşmekten Allah'a sığınırız. "Yolunu sapıtmışlardan" maksad, fısk ve günahın çokluğu ile sevincin fenalığa dönüşmesidir.
Bunun üçüncü bir yorumu da sultanlar sultanına doğru seyr u sülükteki anlamıdır, o da gadaba uğrayanların, manevî mertebelerde çakılıp kalması, kafileden ayrılması suretiyle olan hâlidir. Yolunu sapıtanlar, ideallerinden dönenlerdir.
28. Tirmizî, îmân, 18; Müsned, II, 176, 197
29. Aclûnî, II, 216
(*) Vuslat ve ihsan makamıdır.