Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
10 - Hace Arif-i Rivegeri (k.s.)
Arif-i Rivegeri hazretleri, Silsile-i aliyyenin onuncusudur. Buhara'ya 30 km uzaklıkta bulunan Riveger köyünde dünyaya geldi.
Küçük yaşta tahsile başladı. Zeka ve kavrayışının parlaklığı sebebi ile hızla ilerledi. Bu esnada ilim ve hikmet sahibi, ibadet şartlarını harf harf yerine getiren, insanlara doğru yolu göstermede zamanın kutbu Abdülhalık Goncdüvani hazretleri ile tanıştı ve bütün dünyası değişti. Daha ilk günde ebedi saadet tacının başına konduğunu hissetti. Derhal kendisine bağlandı, vefatına kadar hiç ayrılmadı.
Hocası ilk sohbetinde ona şöyle dedi:
"Hak yolcusu talebe, zamanının değerini gayet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler geçip giderken kendisinin ne halde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şayet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu iyi bir hal bilmeli. "Allahıma şükürler olsun" demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telafi etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsani mazeretini bildirip Ondan bağışlanmasını dilemeli, estağfirullah demelidir..."
Arif-i Rivegeri, hocası Abdülhalık-ı Goncdüvani hazretlerinin hayatlarında ona hizmet etmekle meşhur olup, pek çok feyz ve bereketlere kavuştu. Yüksek üstadının vefatından sonra onun yerine Peygamber efendimizin ve Eshabının yolunu insanlara öğretme işine memur oldu. Himmet, inayet ve gayretlerini Allahü teâlâyı arayanlara sarf etti.
Pek çoğunun hidayete ve evliyalık makamlarında yüksek derecelere kavuşmalarına vesile oldu. Zamanının bir tanesi idi. Herkese çok iyi ve yumuşak davranır, kimsenin kalbini kırmazdı. Nefsinin istediklerini hiç bir zaman yapmaz, istemediklerini yapmak, ruhunu yükseltmek için çok çalışırdı. Haramlardan şiddetle kaçar, hatta harama düşmek korkusu ile mubahların fazlasını terk ederdi. Geceleri vaktini hep ibadetle geçirir, gündüzleri talebe okutur, sünnet olduğu için; gündüz öğleden önce bir miktar uyurdu. Buna kaylule denir. Peygamber efendimizin sünnetini çok iyi bilir, onun unutulmaması için çok gayret gösterirdi.
Sohbetlerine şöyle başlardı:
"Allahü teâlâ hepimizi dünya ve ahiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan Resulullaha tâbi olmak saadetiyle şereflendirsin! Çünkü cenab-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır.”
Arif-i Rivegeri hazretleri uzun bir ömür yaşadı. Kabrini ziyaret edenler, onun feyiz ve bereketlerine kavuşmaktadır. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan dualar kabul olmaktadır.
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
11 - Mahmud İncir Fag’nevi (k.s.)
Mahmud İncir Fag’nevi (k.s.) hz.,
Silsile-i aliyyenin on birincisidir. Maveraünnehrin Tur-i Sina gibi mukaddes bir yer olmasına vesile olan, orayı nurlandıran büyük âlim ve velilerden olan Mahmud-i Encirfagnevi, Buhara'nın Fagne köyünde doğdu. 1315 yılında vefat etti. Mimarlık ile geçinirdi.
Hace Ârif-i Rivegeri hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemale geldi. Maddi ve manevi ilimlerde zamanının büyük âlimlerinden oldu. İnsanları irşad etmek ve onlara saadet yolunu göstermek için hocasından icazet aldı. Birçok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalaletten hidayete, yani sapıklıktan doğru yola ve saadete kavuşmasına vesile oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü ve kendisinden sonra halifesi Hace Ali Ramiteni’dir.
Hocası Ârif-i Rivegeri'den icazet alıp, insanları doğru yola irşad ile vazifelendirilince, vaktin gereği sesli zikre başladı. Sesli zikre ilk başlaması, hocasının vefat hastalığı sırasında, Riveger tepesi üzerinde olmuştu. Hace Ârif bu zaman; "Şimdi vaktidir" buyurdu. Bu sözünü, kabulüne işaret tutmuşlardır. Hace Ârif Rivegeri'nin vefatından sonra, Kale Kapısı önündeki mescitte sesli zikre devam eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hace Muhammed Parisa'nın dedelerinden Mevlana Hafızuddin, âlimlerin üstadı Şemsüleimme Hulvani'nin işareti ile, Buhara'da, o zamanın en büyük imam ve âlimlerinin huzurunda, Hace Mahmud'a; "Siz hangi niyetle cehri (sesli) zikir ile meşgul oluyorsunuz?" diye sordu. Cevabında; "Uyuyanları uyandırmak, gafillere işittirmek ve insanları dinin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakikate teşvik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerin anahtarı, her saadetin esası olan tevbeye ve bir büyüğe bağlanmalarına sebep olmak istiyorum" buyurdu. Bunu duyunca, Mevlana Hafızuddin ona; "Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikretmeniz caiz olur" dedi. Mahmud-i Encirfagnevi buyurdu ki: "Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühten münezzeh olan yapabilir."
Büyük âlim Ali Ramiteni anlatır:
"Hace Mahmud-i Encirfagnevi zamanında, dervişlerden biri Hızır aleyhisselamı gördü ve ona; "Bu zamanda kendisine uyulacak şeyh kimdir?" diye sordu. Hazret-i Hızır, "Hace Mahmud-i Encirfagnevidir" dedi.
Hazret-i Hızır ile görüşüp o suali soran zatın, Ali Ramiteni’nin kendisi olduğunu bildirmişlerdir.
Bir gün Hace Ali Ramiteni, Hace Mahmud-i Encirfagnevi'nin bağlıları ile Ramiten sahrasında iken, havada uçan büyük beyaz bir kuş gördüler. Onların başlarının üzerine gelince, açık bir dille; "Ey Ali, kâmil er ol! Sözüne bağlı kal, yapıştığın eteğe sımsıkı sarıl, ahdini bozma!" dedi. Bu kuşu görmek, söylediklerini duymakla, arkadaşlarını bir hâl kapladı, kendilerinden geçtiler. Kendilerine geldiklerinde, kuştan ve konuşmasından sordular. Ali Ramiteni buyurdu ki: "O, Hace Mahmud-i Encirfagnevi idi. Allahü teâlâ ona bu kerameti ihsan eyledi. Şimdi Hace Dıhkan hastadır, Son anlarını yaşamaktadır. Onu ziyarete, yoklamaya gidiyor. Çünkü o, Allahü teâlâdan son nefeste, kendisine yardımcı olması için evliyasından birini göndermesini istemişti. Hace, bu sebeple onun yanına gidiyor."
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
12 - Hace Ali Ramiteni (k.s.)
Ali Ramiteni hazretleri, Silsile-i aliyyenin on ikincisidir. Buhara yakınlarındaki Ramiten kasabasında doğdu.
Herkese yol gösteren, kalbinden nur fışkıran Mahmud-i Encirfagnevi hazretlerinden çok faydalandı. Evliyalık derecelerine kavuştu. Maddi ilimlerde de yükseldi. İbadet ve derslerden sonra helal lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi manasına Pir-i Nessac derlerdi.
Bir talebesi kendisine bir yemek getirmişti. Ona, "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu anda açıktır" buyurdu. Genç de; "İlimde ve evliyalık makamında size benzemekten başka bir arzum yoktur!" dedi. O da, "Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın" buyurdu. Genç ise; "Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Fakat yine de her emrinize razıyım" dedi. O da, gence teveccüh etti. O genç, bir müddet sonra zahir ve batında Allahü teâlânın izniyle hocasının derecelerine kavuştu. Fakat aşk sarhoşu olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki aziz manasında, üstadın ismi de "Azizan" olarak kaldı.
Ali Ramiteni hazretleri ömrünün sonlarına doğru Buhara'dan Harezm'e geldi. Sur kapısında konakladı ve oranın padişahına iki talebesini gönderdi. "Sultana gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. İzin verirseniz burada kalacak, izin vermezseniz geri gidecektir, deyiniz. Eğer izin verirse, sultanın elinden mühürlü bir belge alın" buyurdu. Talebeleri gidip sultana durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için tuhaf karşıladı ise de, mühürlü bir belge verdi. Bu belgeyi talebeler getirdiler. Azizan hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti.
Her gün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; "Şimdi abdest alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılın. İkindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönün" buyururdu. İşçiler, çalışmadan oturmak suretiyle, ibadetlerini de yaparak hiç işitmedikleri şeyleri öğreniyorlar, akşama doğru ise ücretlerini almayı ganimet biliyorlardı. Sohbetine bir defa katılan, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes talebesi olmak can atıyordu. Her gün evi dolup dolup boşaldı, duasını almak için herkes birbiriyle yarıştı. Nihayet bazıları, durumu sultana şöyle anlattılar:
"Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun bir dediği iki edilmiyor. Her arzusunu, emirmiş gibi yapmak için yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz.”
Sultan, da onun şehirden çıkması için bir ferman yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da gelenlere, "Bizim, şehirde yerleşeceğimize dair imzalı ve mühürlü bir fermanımız var. Sultan, eğer kendi imzasını, mührünü ve iznini inkâr ediyorsa, biz de çıkıp gitmeye razıyız" cevabını verdi. Bu cevabı sultana bildirdiler. Sultan, verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca gelip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti ve inceliği iyi anlayan sultan, onun en önde gelen talebelerinden oldu.
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
13 - Muhammed Baba Semmasi (k.s.)
Muhammed Baba Semmasi hazretleri, Hace Ali Ramiteni hazretlerinin yetiştirdiği büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on üçüncüsüdür. Buhara'ya bağlı Semmas köyünde doğdu.
Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Ramiteni hazretlerinden öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra yerine, Muhammed Baba Semmasi'yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.
Hocasının vefatından sonra onun yerine geçen Muhammed Baba Semmasi, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.
Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sedef olan Seyyid Emir Gilal hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Behaeddin-i Buhari hazretleridir. Henüz o doğmadan önce, hocası Muhammed Baba Semmasi onun doğduğu yerden geçerken; "Bu yerden büyük bir zatın kokusu geliyor. Pek yakında burası, Kasr-ı ârifân [arifler sarayı] olur" buyurdu.
Bir gün yine oradan geçiyordu. "Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümit ederim ki, o büyük zat dünyaya gelmiştir" buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behaeddin-i Buhari hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Baba Semmasi'ye getirince; "Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabul eyledik" buyurup, talebelerine de; "Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamanının rehberi ve bir tanesi olacaktır" buyurdu. Sonra halifesi Emir Gilal hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tembih etti.
Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
"Evlenmek istediğim zaman, dedem beni Muhammed Baba Semmasi hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Onun mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: "Ya rabbi, bana, belalarına tahammül için kuvvet ver!"
Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; "Bir daha dua ederken, "Ya Rabbi, senin rızan nerede ise, bu kulunu orada bulundur!" diye dua et! Eğer Allah, dostuna bela gönderirse, yine inayeti ile o belaya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allahtan ne geleceğini bilmeden, bela ister gibi dua etmek doğru değildir" buyurdu. Bir gece önceki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım."
Yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce veliden dördünü kendisine halife seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sufi Suhâri, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmasi, üçüncüsü Mevlana Danişmend Ali, dördüncüsü ise Seyyid Emir Gilal hazretleridir.
Behaeddin-i Buhari hazretleri anlatır:
Hocam Muhammed Baba Semmasi ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; "Al, bunu sakla, belki lazım olur" buyurdu. Yemek yediğimiz halde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Ben düşünürken, "Faydasız düşüncelerden kalbi muhafaza etmek gerekir” buyurdu. Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misafir olduk. Misafir olduğumuz evin sahibinin sıkıntılı bir halde olduğu görülüyordu. Hocam ona; niçin üzgün olduğunu sordu. O da; "Bir kâse sütüm var, fakat, sütün yanında yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum" dedi. Hocam bana dönüp; "Acaba bu ekmek ne olacak düşünüp duruyordun. Ekmeği sahibine ver" buyurdu.
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
14 - Seyyid Emir Kilâl (k.s.)
Seyyid Emir Kilâl hazretleri, Silsile-i aliyyenin on dördüncüsüdür. Hazret-i Hüseyin'in soyundandır. Evliyanın meşhurlarından olan Muhammed Baba Semmasi'nin talebesi ve Behaeddin-i Buhari hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için "Gilâl" veya “Külal” ismiyle meşhur olmuştur.
Her anını İslamiyet’e uygun olarak geçirmiş, pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemale gelmiştir. Annesi şöyle anlatır: "Emir Gilâl'e hamile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl başımdan üç defa geçti. Sonra hayırlı bir çocuğa hamile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helalden olmasına çok dikkat edip, ihtiyatlı davrandım."
Salih zatlardan biri vefat edeceği sırada, cenaze namazını Emir Gilâl hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat o, uzak bir yerde bulunuyordu. O zat vefat edince, o beldenin âlimleri toplandı. Onun çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sufi; "Haberciye lüzum yok, kendisine malum olabilir" dedi. Her ihtimale karşı, iki kişi gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada, Emir Gilâl hazretleri aniden karşıdan gözüktü. Bundan sonra vefat eden zatın cenaze namazını kıldırdı. Oradaki âlimler, bu iş için kendisine nasıl malum olduğunu sordular. O da şu hadis-i şerifleri bildirdi:
(Kalb, kalbe karşıdır.)
(Mümin, müminin aynasıdır.)
(Her kaptan içindeki sızar.)
Kerametten sordular. Buyurdu ki: "Evliyanın kerameti haktır. Aklen ve naklen caizdir. Bu hususta çok nakiller vardır. Süleyman aleyhisselamın veziri Âsaf'ın, Belkıs'ın tahtını bir anda Sana'dan Kudüs'e getirmesi gibi. Bir başka misal; Hazret-i Ömer, bir defasında Medine’de, hutbe okurken, İran’daki İslam ordusunu görüp, ordu kumandanına; "Ya Sariye, dağa yanaş dağa!" buyurdu. Uzakta olan kumandan Sariye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Evliyadan meydana gelen keramet, Peygamber efendimizin mucizesinden dolayıdır.
Ölüm hastalığında, talebelerine şöyle vasiyet etti:
"İlim öğrenerek Muhammed aleyhisselamın yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saadetlerin vasıtasıdır. Her Müslüman erkeğin ve kadının, kendine lazım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir: İman, Namaz, Oruç, Zengin ise, zekat ve hac, ana-baba hakkını öğrenmek.
Allahü teâlânın kendisinden razı olmasını isteyen, anne ve babasının rızasını kazanır. Resulullah efendimiz; "Allahü teâlânın rızası, ana babanın rızasını kazanmakla elde edilir" buyurdu. Bu bakımdan, ana babanın hakkını gözetmek mühimdir. Sıla-i rahim (akrabayı ziyaret), komşu hakkını gözetmek, lazım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek, helali ve haramları öğrenmek lazımdır.
Yine buyurdu ki:
"İhlaslı olunuz. Her işinizi Allah rızası için yaparsanız, kurtulursunuz. İhlassız yapılan amel, üzerinde padişahın mührü bulunmayan geçmez para gibidir. Üzerinde padişahın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlas ile yapılan az amel, Allahü teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlassız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibadeti ve işi, ihlas ile yapınız. Böylece Allahü teâlânın rızasını kazananlardan olursunuz.
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
15 - Seyyid Muhammed Behaeddin Nakşibend Hz. (k.s.)
Seyyid Muhammed Behaeddin Buhari hazretleri, Silsile-i aliyyenin on beşincisidir. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nakşettiği için, kendisine Nakşibend denir.
1318 yılında Buhara'ya yakın Kasr-ı Arifan'da doğdu. İslam âlimlerinin en meşhurlarından olup, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır. Zamanında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pek çok insan, hidayete, doğru yola kavuşmuştur. 1389‘da Kasr-ı Arifan'da vefat etti. Kabri oradadır.
Zamanının büyük velilerinden Muhammed Baba Semmasi, henüz o doğmadan Kasr-ı Arifan'a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zatın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir veli yetişecek diyerek işaret etmiş, emsalsiz bir zatın buradan zuhur edip ortaya çıkacağını talebelerine müjdelemişti.
Babası Seyyid Muhammed Buhari anlatır:
"Oğlum Behaeddin'in doğmasından üç gün sonra, Hace Muhammed Baba Semmasi, yine Kasr-ı Arifan'a gelmişti. Ben kendisini çok sever ve muhabbet beslerdim. yeni doğan oğlum Behaeddin'i alıp huzuruna götürdüm. Hace, oğlumu elimden alıp, bağrına bastı ve; "Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, manevi evlatlığa kabul ettim" buyurdu. Sonra Seyyid Emir Gilal'e şöyle dedi: "Size, bu yerde bir büyük zatın kokusu geliyor derdim. İşte o mübarek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zat olsa gerektir" buyurdu.
Annesi anlatır:
"Oğlum Behaeddin dört yaşında iken, evimizdeki ineği göstererek, bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracak dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu."
Behaeddin Buhari hazretlerinin ilk hocası, Hace Muhammed Baba Semmasi'dir. Sonra Seyyid Emir Gilal hocası oldu. Daha bir çok hocalardan ders aldı.
"Ali Ramiteni hazretlerinden gelip, emanet olarak saklanan taç bana verildi. O anda kalbim Allahü teâlânın muhabbeti ile dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emir Gilal, Kasr-ı Arifan'a geldi. Bana çok iltifatta bulunup; "Hace Muhammed Baba Semmasi’nin emri üzerine seni yetiştirmeye çalışacağım" dedi.
Seyyid Emir Gilal hazretleri Behaeddin Buhari hazretlerinin yetişmesi için titizlikle meşgul olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdıktan sonra buyurdu ki:
"Hace Muhammed Baba Semmasi'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Artık icazetlisin.”
Behaeddin Buhari hazretleri, Emir Gilal hazretlerinin vefatından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazifesini yapmaya başladı.
Maalesef bugün dünyanın hemen her beldesinde onun ismini kullanarak, Nakşilik adı altında Hakka giden yolu kesen çok şeyh taslakları vardır. Ehl-i sünnet itikadını bilen bir kimse, bunların yanlış yolda olduğunu rahatça anlar.
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
16 - Hace Alâüddin-i Attar (k.s.)
Alâüddin-i Attar hazretleri, Buhara'da yetişen en büyük evliyadandır. Silsile-i aliyyenin on altıncısıdır. Asıl ismi Muhammed bin Muhammed Buhari’dir.
Zengin babası vefat edince, oğullarına miras olarak çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddin hiç miras kabul etmeyip, Şah-ı Nakşibend Muhammed Behaeddin-i Buhari’ye talebe olmayı tercih etti. Gidip halini arz etti ve talebeliğe kabul buyurulmasını istirham eyledi. Behaeddin Buhari hazretleri ona nazar edip, (Evladım bizim yolumuzda mihnet ve sıkıntı çoktur. Dünyayı ve nefsini terk edebilecek misin?) buyurunca, hiç düşünmeden, (Yapmaya hazırım efendim) dedi. (Öyleyse bugün bir küfe elma al, kardeşlerinin mahallesinde sat!) buyurdu.
Elma sattı
Alâüddin, soylu ve tanınmış bir aileye mensup olmasına rağmen, kibirlenmeden, kardeşlerinin mahallesinde, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün hocasının huzuruna gelerek, (Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim) dedi. Hocası, (Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın) buyurdu. "Peki efendim!" diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı. Ağabeyleri, (Bizi elâleme rezil etme, para lazım ise, istediğin kadar verelim, mirasından da fazlasını al, fakat bu işi bırak) dediler. Onları hiç dinlemeyip elma satmaya devam etti. Ağabeyleri, (Madem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma!) dediler. O yine dinlemedi. Hakaretler ederek, onu dövdüler. Fakat o, hiçbir şeye aldırış etmedi. Hocasının emrine uymaya devam etti. Ertesi gün hocası, (Artık bu iş tamam) diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.
Alâüddin-i Attar hazretleri anlatır:
(Hocam beni kabul edince, onu çok sevdim ve sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim. Bir gün bana, (Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?" buyurdu. (Bu aciz hizmetçiye iltifat ederseniz, o da sizi sever) dedim. (Az bekle!) buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde ona karşı sevgiden eser kalmadı. O zaman, (Sevginin kimden olduğunu anladın mı) buyurdu.
Eğer maşuktan sevgi olmaz ise aşığa,
Aşığın muhabbeti kavuşturmaz maşuğa.
Talebeliğe kabul edilince, canla başla hizmet etti. Talebelerin arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Hocası onun derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, bir gün hanımına, (Kızımız büluğa erince haber ver) buyurdu. Kız büluğa girince, hocası, talebesi Alâüddinin odasına gitti. Eski bir hasır üzerinde kitap okurken gördü. Başının altına koyduğu bir tuğlasından başka bir şeyi yoktu. Hocası, (Eğer kabul edersen, büluğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim) buyurdu. Alâüddin, (Büyük lütuf buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz, hiçbir şeyim yok) dedi. Hocası, (Kızım sana takdir edilmiştir. Rızkınızı da, Allahü teâlânın göndereceği bildirilmektedir) buyurdu. Bir müddet sonra evlendiler.
Nehre atladı
Behaeddin-i Buhari hazretleri, talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehirden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabarmış, ağaçları kökünden söküp götürüyordu. Hocaları (Alâüddin atla!) buyurdu. O da, hemen nehrin içine atladı. Sularda kayboldu. Talebeler şaşkınlık içinde idi. Ancak hocalarına bir şey soramadılar. Hocaları, kır gezisinden akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, (Bir eksiğimiz var mı?) diye sordu. Talebeler de, (Evet) dediler. Hocaları elini uzatarak; (Alâüddin gel!) buyurdu. Alâüddin nehirden çıktı. Elbiseleri bile ıslanmamıştı. Hocaları, (Bakın, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddin'in kökü sağlam olduğundan onu götüremedi) buyurdu.
Alâüddin-i Attar hazretleri buyururdu ki:
(Maksada ancak hocanın, rızası ile erebilir. Talebeye, bütün işlerini hocasına bırakmak düşer. Hocasının yanında bir tercihi olmamalı. Allah adamları ile sohbet aklı artırır, onları görmek için iki günü geçirmemelidir.)
Vefat edince, rüyada gördüler. (Allahü teâlanın bize verdiği nimetler çoktur. En küçüğü şu ki: Kabrimin 40 fersah (240 km) uzaklığına defnedilmiş olan müslümanların, şefaatim ile affolunacağı bildirildi) buyurdu.
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
17 - Yakub-i Çerhi (k.s.)
Yakub-i Çerhi hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. İnsanların iman, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenip, yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslam âlimlerinin on yedincisidir. Derin âlim ve kâmil bir veli idi.
Kendisi anlatır:
“Buhara’nın âlimlerinden ilim tahsil edip icazet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Behaeddin-i Buhari hazretlerinin yanına gitmek arzusu hasıl oldu. Huzuruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyakınızla dolu" dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zatsınız ve herkesin makbulüsünüz” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbul bir şey bulman lazımdır. Halkın beni kabulü şeytani olabilir” buyurdu. Bunun üzerine; “Sahih bir hadis-i şerifte; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür. İnsanlar onu severler” buyurulmuştur” deyince, tebessüm ederek “Biz azizanız” dedi. Bu sözü duyunca kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana; “Azizan’ın talebesi ol!” demişlerdi. Behaeddin-i Buhari hazretleri; “Biz azizanız” buyurunca rüyayı hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Bir gün Azizan’dan (Ali Ramiteni'den) böyle bir istekte bulunmuşlar. O da, bir şeyin hatırda kalması için bir vasıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesile olacak bir şey istemişler” buyurdu. Bunu söyledikten sonra, bana mübarek takkesini hediye ederek, “Şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul” buyurdu.
Yine kendisi anlatır:
“Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğunca, Behaeddin-i Buhari hazretlerine kavuşmak nasip oldu. Onun kerem ve iltifatları beni saadete gark etti. Gördüm ki, mürşidim kâmildir. Çeşitli vakalar ve gaybi işaretlerden sonra, Kur’an-ı kerimi açıp bir âyeti işaret tutmak istedim; “O Peygamberler Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...” mealindeki âyet-i kerime çıktı, bağlılığım kat kat arttı.
Tereddüt içinde bulunduğum günlerden idi. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Behaeddin-i Buhari hazretlerinin huzuruna kavuşmak için Kasr-ı Arifan’a gittim. Behaeddin-i Buhari hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman; yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Beni yanına oturttu. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladı.
Buyurdu ki:
“İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebiler ve resuller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna hüccetidir. Batın ilminden sana bir pay erişmesini ümit ederim.”
“Sadakat ehliyle oturduğunuz zaman, dikkatli olun. Çünkü onlar, kalblere girip himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabul edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işaret buyurulur. Eğer seni kabul ederlerse, biz de kabul ederiz.”
Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saadet kapısının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını hocamla beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabul işareti geldi. Biz insanları az kabul ederiz. Kabul ettiğimiz zaman da geç kabul ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamanının gelmiş olduğu belli olsun” buyurdu. Halifesi Alâüddin-i Attar ile sohbet etmemizi emretti. Ben de onun yanına gittim ve vefatına kadar sohbetlerinde kaldım. Onun halifesi olarak insanlara doğru yolu gösterdim.
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
18 - Hace Ubeydullah-i Ahrar (k.s.)
Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri, Türkistan'ın büyük velilerindendir. Silsile-i aliyyenin on sekizincisidir. 1403 yılında Taşkent'te doğdu. 1490’da Semerkant'ta vefat etti. Kabri oradadır.
Doğumundan itibaren üstün halleri görüldü. Annesi nifastan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nur parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona dua ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmezdi. Dedesi de, âlim ve veli idi. Vefat edeceği sırada, torunları ile tek tek vedalaştı. Ubeydullah-ı Ahrar o zaman çok küçüktü. Onu görünce, kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Ben, bunun büyük bir zat olduğu zaman hayatta olmam. Bu İslamiyet’e hizmet edecektir. Cihan padişahları bunun sözünü dinleyecekler" dedi.
Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, helal kazanmak için tarımla meşgul oldu. Kısa zamanda zengin oldu. 1300'den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsulüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman [700 ton] zahire uşur verirdi. Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Kendisi bu konuda; "Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır" buyururdu.
Yakınlarından biri, bir gece birini kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. O kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeye başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve testi kırıldı. Şarap isteyen kimse, kimse bilmesin diye, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan testisinin parçalarını topladı. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri o kimsenin evine geldi. "Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılırdı ve bir daha seninle buluşmama imkan kalmazdı” buyurdu.
Bu talebesi anlatır:
Seferde idik. Gece yarısı bana "Hemen kalk, eşyalarını topla ve derhal dışarı çık!" buyurdu ve kendisi de çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Beni takip edin" dedi. Bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu takip ettik. Tepeye çıkınca, durdu. Biz de yanında durduk. Bir kısmı da, gelmemişti. Biz tepede iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin bu kerametini görerek, onun büyük bir veli olduğunu bir kere daha anlamış oldular.
Buyururdu ki:
“Kalbin kararmış olmasının alameti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. İşlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz."
"Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zulümden korumaktır."
“Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir."
"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir."
"Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
"İnsanın kıymeti; idrakinin, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır."
"Belalara sabretmek hatta şükretmek gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın birbirinden acı belaları vardır."
"İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."
"Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz."
Cevap: SİLSİLE-İ SAADAT ve hayat hikayeleri
19 - Hace Muhammed Zahid (k.s.)
Kâdi Muhammed Zâhid hazretleri, Türkistan'da yaşamış büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin on dokuzuncusudur. Annesi silsile-i aliyye büyüklerinden Yakub-i Çerhi hazretlerinin kızıdır.
Küçük yaştan itibaren ilim öğrendi. Daha sonra tasavvufa yöneldi. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe oldu. 12 yıl onun kalblere şifa olan sohbetlerinde bulundu. Ondan vazifesini devraldı. Birçok talebe yetiştirdi. Silsile-i aliyye büyüklerinden Derviş Muhammed hazretleri onun yetiştirdiği evliyadan biridir.
Memleketi olan Semerkand'da kalıp ilim tahsil ettikten sonra daha fazla ilim öğrenmek için bir talebesiyle Hirat'a gitmek üzere yola çıktı. Şadman köyüne vardıkları zaman havanın sıcak olması sebebiyle orada bir müddet kaldılar. O sırada köye Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri teşrif etti. Onu ziyarete gitti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri onunla biraz konuştuktan sonra, sohbete başladı. Sohbette Muhammed Zâhid'in hatırından geçenlere cevap verip, ona, "Eğer maksadın ilim öğrenmekse o iş burada daha kolay" buyurdu. Sonra onun yanına yaklaşıp, "Hirat'a gitmekten maksadın ne? İlim öğrenmek mi, yoksa tasavvuf mu?" buyurdu. Muhammed Zâhid dehşete kapılıp cevap veremedi. Yanındaki talebesi; "Onun asıl maksadı tasavvuf yoluna girmektir" diye cevap verdi.
Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri tebessüm edip; "O halde çok iyi" buyurdu. Sonra birlikte bahçeye çıktılar. Orada Muhammed Zâhid'in elini tuttu. Elini tutar tutmaz kendinde büyük değişiklik hisseden Muhammed Zâhid bayıldı. Ayıldığı zaman Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri; "Belki sen benim yazımı okuyabilirsin" diyerek cebinden bir kağıt çıkarıp, “Bu kağıtta ibadetin hakikati ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılı” diyerek Muhammed Zâhid'e verdi.
Bu kağıtta şöyle yazılıydı:
"Bu saadet Allahü teâlânın muhabbetiyle ve Onun resulüne tâbi olmakla ele geçer. Bunun için din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetlerinde bulun. Onlardan faydalı ilim öğren. Tâ ki Resulullah efendimize tâbi olmak suretiyle marifet-i ilahiyyeye kavuşasın. Kötü din adamlarından uzak dur. Helal haram ayırmayan, dine uygun olmayan işler yapan cahil tarikatçılardan uzak dur."
Muhammed Zâhid'e Hirat'a gitmek üzere izin verdi. Sadüddin Kaşgari'ye vermesi için bir de mektup verdi. Mektupta Muhammed Zâhid'e yardımcı olunması yazılıydı. Bu hareketleri gören Muhammed Zâhid'in Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine karşı muhabbeti ve bağlılığı arttı. Fakat bir türlü Hirat'a gitme azminden vaz geçemedi. Mektubu alıp yola çıktı. Yolda ilerledikçe bindiği hayvan yavaşladı, yol almaktan aciz kaldı. Buhara'ya 36 km kalmıştı ki, şiddetli bir göz ağrısına tutuldu. Günlerce orada kaldı. İyileşince yola çıktı. Bu sefer de Humma hastalığına tutuldu. O zaman eğer yola devam ederse helak olacağını anladı. Gitmekten vaz geçti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin huzuruna dönüp sohbet ve hizmetinde bulunmaya karar verdi. Gelip umduğuna kavuştu.
Buyurdu ki:
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, keramet göstermek değildir. Dervişlik; gönlü, masivadan, [Allahü teâlâdan başka her şeyden] yüz çevirmektir. Bir yandan günah işleyip, bir yandan da, "Estağfirullah" demek, istiğfar değildir. İstiğfar; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır.