Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Hoşgörü ve af
“İyileri iyilikleriyle alkışlama, inanmış gönüllere mürüvvetli olma, inkârcılara yumuşak yaklaşıp, kinlerini ve nefretlerini eritme ve Mesih gibi diriltici soluklara sahip olma” manâsında hoşgörü ve müsamaha, Gülen’in terminolojisinde ayrı bir derinliğe sahiptir. Ayrıca, kötülükleri iyilikle savma, görgüsüzce muamelelere aldırış etmeme, töre-bilmezlere karşı âlicenap olma da, müsamaha veya hoşgörünün diğer şartları veya boyutlarıdır (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 101).
Gülen, aksiyon insanının müsamaha veya hoşgörüsünü anlatırken, şu çok çarpıcı ifadeleri kullanır:
· Aç herkese, açabildiğin kadar sineni, ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül..!
· İyileri iyilikleriyle alkışla; inanmış gönüllere mürüvvetli ol; münkirlere öyle yumuşak yanaş ki, kinleri, nefretleri eriyip gitsin ve sen, soluklarında daima Mesih ol..!
· Yolların en renklisinde ve beyanların en çarpıcısıyla, göklerle alışverişinde bir Yüce Rehber’in arkasında olduğunu unutma! Unutma ve bu hususların bir tekine bile sahip bulunmayanları düşünüp insaflı ol.!
· Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla karakterini aksettirir. Sen, müsamaha yolunu seç ve töre-bilmezlere karşı âlicenap ol..!
· Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en mümeyyiz (ayırt edici) vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. Sen insanı sev; insanlığa hayran ol..!
· Sakınıp bir kere dahi olsa, nefsin hakemliğine düşmemelisin; zira ona göre, senden başka herkes mücrim, her fert de talihsizdir. Bu ise, en doğru sözlünün beyanında şahsın helâki demektir. Sen, nefsine karşı oldukça sert, başkalarına karşı da yumuşaklardan yumuşak ol..!
· Hakk’ın sana karşı muamelesini ölçü kabul edip, halka karşı öyle davranmalısın. O zaman, halk içinde Hakk’la beraber olur, her iki yalnızlığın vahşetlerinden de kurtulursun...
· Yaratıcı’nın nazarında ne olduğunu, gönlünde O’na ayırdığın yer ile, halk katındaki mevkiini de, onlara karşı olan tavırlarınla tartıp değerlendirebilirsin. Hakk’dan bir lâhza gafil olma! Ve, “insanlar içinde insanlardan bir insan ol..!”
· Hasılı, insanlar içinde sevgi ve itibarını korumak için, Hakk için sev! Hakk için nefret et! Ve, gönlü Hakk’a açık bir insan ol..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 101-102)
Gülen, her zaman düşüp günaha girme istidadındaki insanın en büyük arzu ve beklentisinin af ve hoşgörü olduğunu söyler. Ona göre, af dileme, af bekleme ve kaçırılan fırsatlar için inleme, bir idrak ve şuur işi olması itibariyle nasıl kıymetli ise, affetme de o kadar, hattâ ondan da ileri bir yücelik ve fazilet işidir. Affediliş, bir tamir, bir öze dönüş ve yeniden kendini buluş demektir. Bundan ötürüdür ki, Rahmeti Sonsuz’un katında en sevimli davranış, bu dönüş ve arayış hafakanları içinde sürdürülmüş olandır.
Affedenler, affa mazhar olur. Bağışlamasını bilmeyen bağışlanmaz. İnsanlara karşı müsamaha yolunu tıkayanlar, insanlığını yitirmiş canavarlardır. Bir kere olsun, kendi günahının muhasebesiyle iki büklüm olmamış bu hoyratlar, hiçbir zaman affedicilikteki yüce zevki idrak edemeyeceklerdir. Hz. Mesih (a.s.), taşlanmaya götürülen bir mücrim karşısında, eli taşlı kalabalıklara şöyle seslenmişti: “İlk taşı, hiç günahı olmayan birisi atsın!” Bu bağlayıcı ifadedeki inceliği anlayan hangi fert, taşlanacak başı varken, başkasını taşlamaya yeltenir? Keşke, hayatını başkalarının hayat muhasebesinde tüketen günümüzün talihsizleri bunu anlayabilselerdi..! (Sızıntı, Mart 1980)
Sabır ve sebat
Gülen’in düşüncesinde aksiyonun olmazsa olmaz bir diğer boyutu, sabır ve sebattır. Onun için, gerçeği bulma ve ona gönül verme ne kadar ehemmiyetli ise, bulduktan sonra vefalı olup o yolda sebat göstermek de, o kadar önemli ve üzerinde titizlikle durulmaya değer bir husustur. Sık sık ahd ü peymanını bozarak kararsızlığa düşenler, gün gelir kendilerine karşı da güven hissini kaybederek yavaş yavaş başkalarının tesirine girerler. Zamanla bütün bütün şahsiyetlerini de yitiren bu meflûç ruhların, artık ne kendilerine ne de cemiyete herhangi bir yararı olabilir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 203).
Gülen’in sabır anlayışının, Allah’ın emirlerini yerine getirmede gösteril*mesi gereken sabır; günahlara karşı direnme ve Allah’ın yasaklarından kaçın*mada gösterilmesi gereken sabır; aceleci olmama ve zamanın, şartların getirdiği olumsuzluklar karşısında ümitsizliğe düşmeme manâsında sabır; Hakk’ın kaza ve kaderine rıza gösterme, dolayısıyla başa gelen musibetlere hiç şikâyetsiz dayanma manâsında sabır ve dünyanın çekiciliklerine kapılmama anlamında sabır olarak, bir takım boyutları vardır (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 142–43).
Fethullah Gülen, sebat ve dayanma konusunda, onun gerek İslâm ve insanlık anlayışını, gerekse aksiyonunu tanımamıza yardımcı olacak daha başka farklı ve çoklarında görülmeyen mütalâalarda da bulunur. Ona göre, Hakk’a gönül vermiş bir insan, Âhiret yolundaki hizmetlerin mükâfatını dünyada isteme ve halkın teveccühünü büyüklük emaresi sayıp da, kendisini büyük görme gibi görgüsüzlüklere düşmemelidir. Ayrıca, kimseden hürmet beklememeli; mille*tine karşı verdiği hizmetleri, başkalarına yaptığı iyilikleri, onların yüzüne çarpma gibi küçüklüklere girmemelidir; çünkü yapılan bir görevdir ve her insan, bu görevi yerine getirme sorumluluğu altındadır.
Gülen’e göre, aksiyon sürecinde insan, bir takım güzelliklerle karşıla*şabileceği gibi, bir takım olumsuzluklarla da karşı karşıya gelebilir. İstemeden kendisine mükâfatlar da verilebilir; ceza, tevbih ve kınama da görebilir. Gerçek aksiyon insanı, mükâfatı da, cezayı da, bu sahada Allah’ın lütfunu da kahrını da bir bilmelidir. Ayrıca, yaptığı hizmetleri asla anlatmamalı, bu hizmetler sonucunda bir takım müsbet sonuçlar ortaya çıkarsa, bunları Allah’a vermeli, arkadaşlarının gayretlerine terettüp etmiş İlâhî birer lütuf olarak görmelidir. Gülen, bu mütalâalarını son olarak, şöyle bağlar:
İlmim, izzetim, onurum deyip nefis türküleriyle düşmanlarını memnun, dostlarını da dilgîr etme! Varsa meziyetin, bırak öbür âlem için sümbül versin, başak bağlasın! Ve senin hayatının destanları, meleklerin ebedî nağmeleri olarak kalıp gitsin. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 200-201)
Gülen, “Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin” (Bakara/2: 153) âyetinden hareketle, sabır ve namazın aksiyoner için iki yardım kaynağı olduğunu belirtir ve şöyle der:
Sabırla namaz, birbirinden ayrılmaz iki parça gibidir. Çünkü namaz, Allah’a imandan sonra kulluk adına yapılabilecek en büyük iştir. Evet namaz; malî, bedenî bütün ibadetleri câmî (içine alan) bir ibadettir. Hac, oruç ve zekât gibi ibadetlerin nüvelerini de onda görmek mümkündür. Yalnız bu, kâmil manâda eda edilen namaz için geçerlidir. Dolayısıyla her insan namazını kılarken, onu kâmil manâda eda etmeye çalışmalıdır.
Muvaffakiyetlerin kaderi sabır taşı altında planlanır.. iyi yolun kötü yoldan ayrılma noktası sabır levhasıyla belirlenir.. Hakk’a kulluğun ağır eforları, sabır dopingiyle gerçekleştirilebilir.. iman, islâm, ihsan haki*katine sabır helezonuyla yükselinir.. ve insanın, ömür boyu, imandan marifete, marifetten muhabbete, mehafete, ruhani zevklere, hakiki vuslata ermek gibi bir gayesi ve derdi varsa, sabır onun zâdı, zahîresi (gıdası ve malzemesi), güç kaynağı gibi, hep mevcudiyetini hissettirir şekilde onun yanında olmalıdır.
Sabır, kendi içindeki çeşitleriyle düşünüldüğünde, insanoğlunun terak*kisi adına sunulan reçetenin bu birinci maddesinin önemi kendi kendine ortaya çıkar. Esasen, böyle bir inayet yolunda, birinci esas olarak arz ettiğimiz namaz için de, maddî sebepler dünyasında koşmak için de hep sabra ihtiyaç vardır.
İçinde sabır temrini de ihtiva eden namaz, imanın istikrarı, ruhun tasaffisi (saflaşması), ruhî, bedenî sıhhatin en önemli esas ve vesilesi, içtimaî anlaşma, uzlaşma ve kaynaşmanın en sıcak, en müessir zemini ve toplum olmanın en açık tezahürüdür. Namaz, bütün ibadetlerin piri ve din gemisinin rotası ve kalpte miraca ulaşmanın da ışıktan mer*divenidir. Namazla, imanını tabiatının bir yanı haline getiren, onunla ruhunu saflaştırabilen, yine onunla kalbî hayatın enginliklerine açılabilen ve onun o yumuşaklardan yumuşak sıcak ikliminde bünyan-ı marsus (kurşunla perçinlenmiş bina) gibi bir ümmet olduğunu duyan herkes, kulluk yolunun sıkıntılarını rahatlıkla aşabilir ve hedefine ulaşabilir. (Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar 1, 80-81; Prizma 2, 152–53)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Vefa ve sadakat
Fethullah Gülen’in düşüncesinde vefa ve sadakat, sıhhatli bir aksiyon adına olmazsa olmaz şartlardan, bu aksiyonun en önemli dinamik ve malzeme*lerindendir. Vefa ve sadakatın, Allah’a karşı kullukta ısrar, O’nun kapısından bir an bile ayrılmama, sürekli O’nun rızasını ve hoşnutluğunu kollama ve bir de, insanın gönül verdiği hedefe doğru yolda sapmadan yürüme şeklinde iki boyutu vardır.
Gülen, “vefayı, insanın gönlüyle bütünleşmesi şeklinde tarif edenler de olmuştur” der ve kalbî, ruhî hayatı olmayanlardan vefa ve sadakat beklene*meyeceğini belirtir. Çünkü, ona göre, kin, nefret ve kıskançlık gibi duygular vefayı öldüren birer zehir olduğu gibi, konuşurken doğru beyanda bulunma, verilen sözlerde, edilen yeminlerde durma, vadi ve ahdi yerine getirme, ancak gönül hayatına bağlıdır. “Kendini yalan ve aldatmadan kurtaramayan, her an verdiği söz ve yeminlere muhalif hareket eden ve bir türlü yüklendiği mesuliyetlerin ağırlığını hissetmeyen iki yüzlü ve müraî tiplerin gönül hayatları olabileceğine ihtimal vermek, sadece bir aldanmışlıktır. Böylelerinden vefa beklemek ise, bütün bütün gaflet ve safderûnluk ifâdesidir.” Gülen, vefanın önemi konusunda şunları da ilâve eder:
Fert, vefa duygusuyla itimada şayan olur, yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise devam eder ve canlı kalır. Millet, bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet, kendi vatandaşına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede, ne olgun fertten, ne emniyet vadeden yuvadan, ne de istikrarlı ve güvenilir devletten bahsetmek mümkündür. Böyle bir ülkede fertler birbirlerine karşı kuş*kulu, yuva kendi içinde huzursuz, devlet vatandaşa karşı uğursuzlardan uğursuz ve her şey birbirine karşı yabancıdır.
Gönül hayatını öldüren, dolayısıyla vefa ve sadakat duygularını çökerten, içte değişikliğe uğramadır. İçte değişikliğe uğramanın önemli bir emaresi de, evrâd ü ezkârı, yani kişinin günlük okuduğu dua, zikir ve münacatları terket*mesidir. Bu bakımdan, içte değişikliğe uğramamak ve dolayısıyla vefa ve sadakati korumak için evrâd ü ezkâra devam etmek, Rabb’le münasebeti güçlü tutmak, zihinleri sürekli ilim ve hikmetle, gönülleri de yakîn ve doygunlukla beslemek gerekir. (Fasıldan Fasıla 1, 114–15; c: 2, 114–15.)
Kendini yenileme
Birinci bölümde de üzerinde durulduğu üzere, kendini yenileme, Fethullah Gülen’in hem düşüncesinde, hem de aksiyonunda ayrı bir yere sahiptir. O, kendini yenilemeyi, devamlı var olabilmenin ilk şartı ve en mühim esası olarak görür. Ona göre, sırası geldikçe kendilerini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Her şey, kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür. Yenilenme durunca da canı çekilmiş ceset gibi, çürü*meye, heba olup dağılmaya terk edilmiş olur.
Gülen, “kendini yenileme, yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü ile de karıştırılmamalıdır” der ve şöyle devam eder: “Bunlardan biri, yani yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü, her şeyiyle delik deşik olmuş yığınların yüzüne boya çalıp, yarıkları kapama ameliyesi ise, diğeri, yani gerçek yenilenme, Hızır çeşmesinden getirilen ‘âb-ı hayât’la, topluma ölümsüzlük kazandırma aksiyo*nundan ibarettir. Gerçek yenilenme, kök ve çekirdekteki saffeti koruyarak ve veraset yoluyla geçmişten süzülüp gelen bütün kıymetlerin, hâlihazırdaki dü*şünce ve irfan buğularıyla sentezleri yapılarak daha yeni, daha berrak tefekkür iklimlerine ulaşmaktır. Yoksa, yenilik ve eskiliği, sırta geçirilen bir cepken ve feracede, bir frak ve briyantinli saçta görmek, düpedüz bir aldanmışlık ve öyle göstermeye kalkışmak da bir illüzyonizm ve hokkabazlıktır. İlimlerin gelişip inkişaf etmesini, teknolojinin yeni yeni imkânlar hazırlayıp istifademize sunmasını en iyi şekilde değerlendirerek, elimizdeki menşûru (mercek) sık sık kalbimize çevirip, yeni baştan kanaat, düşünce ve tasavvurlarımızı yoklamak, gönlümüzdeki irfan peteğine her gün başka başka şeyler ilave etmek ve her lâhza birkaç defa, bütün kâinatları ruh prizmasından geçirerek dimağlara “efor” yaptırtmak, işte gerçek yenilenme budur.” (Sızıntı, Nisan 1982)
Çile ve ızdırap
Denebilir ki, Fethullah Gülen’in aksiyonunda en önemli dinamiği çile ve ızdırap oluşturur. Çile ve ızdırap, bir bakıma onun varlığının mayası gibidir. Fethullah Gülen’i bazıları, bir takım düşünceleri ve tavır alışlarıyla eleştirebilir. Zaten, ne Gülen kendisini hatasız görmekte, ne de çevresindekiler ona böyle bakmaktadır. Fakat şu da bir gerçektir ki, kendisini Allah’a kulluğa ve O’nun rızasına, dolayısıyla bu çerçevede O’nun adını herkese duyurup, mümkün ve İlâhî Meşiet’in izni olsa, bütün insanların iman edip, ebedî Cehennem azabından kurtularak, Cennet’e gitmesine, ayrıca, önce Türkiye ve Türk insanı olmak üzere, daha sonra bütün insanlık çapında “yitirilmiş cennet”in, altın bir çağın beşerin ferdî ve sosyal hayatının ufuklarında tulûuyla, herkesin faziletlerle bezeli mutlu bir hayat yaşamasına adamış bir insan olarak Fethullah Gülen, çok rahat söyleyebiliriz ki, bütün varlığı çile ve ızdırapla yoğrulmuş tam bir çile ve ızdırap insanıdır. Buna, onu az da olsa yakından tanıyanlar şahit olduğu gibi, yazılarına az göz atıp, sohbetlerine az kulak verenler, çile ve ızdırabın onun hayatında nasıl bir yer tuttuğunu görebileceklerdir.
Çile, Gülen’e göre, yüce hedeflere varmanın ve yüksek neticeler elde etmenin tek yoludur. Hakikat yolcusu, çile ile günahlardan arınır; onunla saflaşır ve onunla özüne erer. Çilenin olmadığı yerde ne olgunlaşmadan, ne de ruhla bütünleşmeden bahsetmek mümkündür. Ruh, çile ile kemale erer. Gönül, çile ile inkişaf eder. Çile görmemiş ruhlar ham, gönüller de kolu kanadı kırık ve ölgündür. Çile, çalışmaya ve o yolla elde edilen şeylere kat kat değer kazandırır. Çilesiz elde edilenler ise, mirastan gelen mal gibidir. Gelişi emeksiz, gidişi de üzüntüsüz olur. Ancak binbir ızdırapla kazanılan şeylerdir ki, muhafazası uğrunda canlar feda edilir... Bir millet ve bir medeniyet büyük muzdarip ve çile*keşlerin öncülüğünde kurulmuş ise sıhhatli, istikrarlı ve gelecek adına ümit ve*ricidir. Aksine, hayatında bir kere olsun ağlamamış, inlememiş ve sancı çekmemişlerin elinin altında doğmuş ve gelişmişse, zayi olmaya namzet ve talih*sizdir. Bir kere olsun, sahip olduğu şeyler uğrunda aç-susuz kalmayan, yurdunu, yuvasını terk etmeyen, belli bir dönemin zarurî sarsıntılarına, sıkıntılarına ma*ruz kalmayan ızdırapsızlardan, hayatlarını, madde ve konforun levsiyatı içinde geçiren ham ruhlardan hiçbir fedakârlık beklenemez. Fedakârlığın olmadığı yerde de sıhhatli bir aksiyondan bahsedilemez (Buhranlar Anaforunda İnsan, 7-10).
Çile ve ızdırap, Fethullah Gülen’in hayat ve karakterinin en önemli bir boyutu olduğu gibi, onun aksiyon düşencesinde en derin yeri tutar. Bu konuda o, yine şöyle der:
Kendisine peygamberlik gelmeden önce de geldikten sonra da Efen*dimiz (s.a.s.), insanlığın içinde bulunduğu maddî-manevî sefalet ve dalâlet tabloları karşısında hep ızdıraptan iki büklüm olmuştur. O kadar ki, zaman zaman inzivaya çekildiğini, tek başına kaldığını siyer kitapları kaydediyor. Peygamberlikten sonraki ızdırabına ise, Kur’ân-ı Kerim, iki yerde açık, bir yerde işareten temas eder ki, bunlardan, “Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helak edeceksin” ayeti, bana çok manidar ve ürpertici gelir. Izdırapsızlık, bizim en büyük eksikliğimizdir. Eğer iman ve Kur’ân hakikatlerinin neşv u neması ve maşeri vicdanda makes bulması hususunda ızdıraptan haftada birkaç gün uykumuz kaçmıyorsa, ileride uykumuzu kaçıracak şeyler olacak demektir. İşin doğrusu, dertten çatlamayanlar karşısında bazen insanın çatlayası geliyor... (Fasıldan Fasıla 1, 84–5)
Gülen’in bilhassa şiirlerinde ızdırap temasının çok işlendiğini görürüz:
Izdırap, gece yarısında vuran gong gibi,
(Tın tın) ötüp yüreğimi hoplatır âniden...
Eski hülyalarım ki, yok hiçbirinin dibi,
Bağı kopmuş inciler gibi dökülür birden...
Izdırap, yalnız kaldığım anlardaki dostum;
Ruhumu saran hafakan, kafamda yanan kor.
İnleyeyim derim.. inleyemez, yutkunurum;
Yanıp da dışa sızdırmamak, doğrusu çok zor...
Gecede bir sürü ilham, bir sürü de azap,
Ve, düşünce kuşağında hep doğum sancısı..
Azapsız dimağların görecekleri serap;
Sancılar değil, sancı çekmemek en acısı...
Ey ızdırap; anladım ki her şey senin ile!
Sen Hakk’a giden yollarda vuslata vesile... (Kırık Mızrap 1-2, 64–5 )
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
İstiğfar ve gözyaşı
İslâm’a,bütün derinliğiyle Allah’ın gönderdiği bir din olarak inanıp bağ*lanan ve onu öncelikle kalp ve ruh seviyesinde yaşamaya çalışan bir insan olarak Fethullah Gülen’in, hem hayatında, hem de aksiyonunda istiğfar (Allah’tan günahların bağışlanmasını dileme) ve gözyaşı apayrı bir öneme sahiptir. Çile ve ızdırapla beraber gözyaşı, bir de istiğfar ve dua, onun için sorumlu bir mü’minin hayatını özetleyebilecek birkaç önemli ve sırlı kelimedir. İmanının, insanlığının, hayatın anlamının ve sorumluluğunun şuurunda bir mü’min, hayatını bu kelimeler, onların manâ ve muhtevası üzerinde örgüler ve denebilir ki o, bir çile olur, ızdırap olur, istiğfar olur, gözyaşı olur, dua olur. Fethullah Gülen, İslâm’a da insana da, İslâm’ın ve insanlığın manâsına da bu pencerelerden bakar.
Onun için gözyaşı, Hakk rahmetinin insan gözünde damla damla olmasıdır; dilin, duygunun ve gönlün el ele, yüz yüze birleştiği, iç içe girdiği ânın çiçekleşmesi üzerinde birer jaledir; ihlâs ve samimiyet sahibi, bağrı yanık ve ciğeri kebap insanlar için bir boşalma eylemidir; dünyada, dayanılmaz hale gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, Âhiret’te de Cehennem’in alevlerini söndürecek tek iksirdir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü (s.a.s.), “Mahşer’de, Cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail Aleyhisselâm elinde bir bardak suyla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: “Bu, mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.” buyurmuştur. Yine onun içindir ki, Cennet hûrilerinin kulaklarındaki küpeler, göz damlalarının yanında toprak kadar aşağı ve değersiz kalır..! (Çağ ve Nesil, 39; Fasıldan Fasıla 2, 29-30)
Gülen, gözyaşı için aksiyon açısından ise şunları söyler ve insanları şu sözlerle ağlamaya çağırır:
Uzun senelerden beri ne kadar hasretiz gözyaşlarına..! Onu, bu mem*leketin taşına, toprağına, evine, mabedine sormalı. Sormalı şu dağlara, taşlara ve üzerinde uçuşan kuşlara... Ve bütün bir maziye sormalı, bağrına kaç damla gözyaşı düştüğünü. Sonra mabetlerdeki sütunlara, geniş kubbelere ve çevredeki duvarlara da sormalı, ne zamandan beri hıçkırığa hasret olduklarını. Seccadelere de sormalı, kaç defa gözyaş*larıyla ıslandıklarını.
Şimdi sizler, ey bütün bir tarih boyunca ağlamayı unutmuşlar! Gam*sızlar, dertsizler ve ağlanacak hallerine gülenler! Gelin, şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son vererek beraber ağlayalım! Cehaletimize ağlayalım! Kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım! Kusurdan bir heykel haline gelmiş mahiyetimize, duygu*larımızın dumura uğrayışına ve hoyratlaşan gönlümüze ağlayalım! Bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi dirileceğimize, tasmalı ve prangalı büyük imtihanda, en büyük merasimde fevc fevc geçecek olan mazinin şanlıları arasında yer bulamayacağımıza ağlayalım! Daldan kopan bir meyve gibi yalnız düşüşümüze, ayaklar altında ezilişimize, rahmetten cüda kalışımıza ağlayalım..! Yukarılara doğru güvercinler gibi kanat çırpalım ve çok yükseklerde öyle bir “âh” edelim ki, ünümüz, gözyaşlarından meydana gelen bulutları harekete getirsin. Sonra ateşimizi söndürecek o damlalar, yağmurlar gibi başımızdan aşağıya insin ve ateşimizi söndürsün! Kin ve nefret ateşini. Bütün dünya ve ukba ateşini...
Allah’ım! Sen’den diliyor ve dileniyoruz: Gözlerimize yaş ver ve bizi ağlat! Merhamet etmen için, Sen’den uzak kalış hasretini duyamayışımıza ağlat! Gönlün şak şak oluşuna, ağyar ateşine yanışına, öyle ağlat ki, sineler kebap olsun; ondan bir feryat çıksın, meleği ve feleği velveleye versin. Beni de ağlat; gece kadar karanlık ruhuma şefkat et de ağlat! Ağlamalarıma dahi ağlamam lâzım geldiği için ağlat! Bükülmüş şu kaddime, solgun ve ölgün rengime, burulmuş boynuma ve kırık kalbime merhamet et de ağlat! Şu en sakin anda, sızlanışlara cevap verdiğin dakikalarda, kapkara gönlümle değil, Sen’den başkasına secde etmeyen başımla sana dönüyor, titreyen dudaklarımla ağlatmanı diliyorum.
Heyhat ki, “merhamet merhamet” diyeceğim an, bir hâil (perde) gibi günahlarım karşıma dikiliyor ve içimde yığın yığın burkuntu meydana getiriyor. Allah’ım! Benim uzaklığım itibarıyla değil, Senin yakınlığın hürmetine kalbime rikkat ver ve öyle ağlat ki, kendimi kaybedeyim, yolunda ar ve haysiyetten geçeyim, tâ, “bu delidir” desinler...
“Gidip boynumda zincir ile ol Ravza-ı Pâk’e / O denlü ağlayayım ben ki, görenler hep beni dîvâne sansın.”
Ola ki, düşen damlalardan bir tanesi aşkına düşmüş olur; işte o, benim için ummanlara bedeldir. Şehid kanı kadar aziz gözyaşları içinde nefesim kesilirken, varlık sırrını bana duyur! Şu kararsız gönlümü doyur! Hicabımdan yüzümü saklamaya çalışayım. Habibine görünmek istemeyeyim. Pişdarım ve âli Rehberimden kaçayım. Sonra bir âli divan kurulsun. Ben zülüfleri dağınık, hıçkırıkları gırtlağında düğümlenmiş, yüzü karaların uğramadığı o divana çağrılayım “Lâ tüâhiznâ (Bizi sorguya çekme!)” kalkanıyla huzura varayım. Kirlerime göz yumup, “Bu da bizdendi” desinler; dilenciye bir mülk bağışlasınlar! Çöl yolcusunu sevindirip bir bulut ve bir meltemle imdadıma yetişsinler! Sevincimden orada yığılıp kalayım! Gözyaşlarım içinde boğulayım...! (Sızıntı, Eylül 1979)
Gülen, bazı âyetleri misal vererek, gözyaşının Kur’ân’da da takdir edilip övüldüğünü anlatır: Mü’minleri överken, “Onlar Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar” (İsra/17: 107) diyen Kur’ân, günahları kendilerini kuşatmış olanlara ise, “Az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe/9: 82) ihtarında bulunur. Peygamber Efendimiz de, “Ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allahım” diye yalvarır. Samimi gözyaşları kalb inceliğinin ve hassasiyetin de ifadesidir. Kalpleri kaskatı olmuş, duyguları örümcek bağlamışlarda gözyaşı görülmez. (Fasıldan Fasıla 2, 30)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
AKSİYONUN ÖNÜNDE ENGELLER
Sağlıklı bir aksiyon için, bazıları üzerinde yukarıda kısmen durduğumuz prensipler getiren ve onun dinamiklerini nazara veren Fethullah Gülen, böyle bir aksiyonun önündeki engellere ve aksiyon yolundaki tehlikelere de dikkat çeker. Bu engel veya tehlikeler içinde de daha çok bedenî zevklere mağlûbiyet, makam ve rahat düşkünlüğü, bencillik, kanıksama (ülfet), sebatsızlık ve günahlara dalma gibi, her biri tek başına fertleri de toplumları da yutabilecek çukurlar üzerinde durur.
Şöhret ve makam düşkünlüğü
Gülen’e göre, insanda pek çok iyi şeylerin özü ve çekirdekleri, meselâ hasbîlik, samimiyet, diğergâmlık, istiğna gibi güzel huylar bulunduğu gibi, bunların yanısıra, bir kısım faydalar için kötü şeylerin esasları, sözgelimi, makam sevgisi, mansıp düşüncesi, görünme arzusu nevinden kalbi öldüren, ruhu felç eden kötü hasletler de onda mevcuttur. Samimiyet ve ihlâs, yani din ve ülke adına yapılan bir işin yürekten ve karşılık beklemeden yapılması, o işin ruhu ve Allah katında kabul edilmesinin şartı olmakla birlikte, hemen her insanda az-çok bulunması tabiî olan kötü hasletler eğer meşrû şekilde tatmin edilmezse, kendilerini bunlardan kurtaramayanlar, hem kendilerine, hem de içinde yaşadıkları topluma çok zararlı olabilirler. Tıpkı, doyma noktasına ulaşmış bir nesnedeki boşalma temayülüne karşı koymanın, depresyona, tahribe, aritmiye sebebiyet vermesi gibi, ruhunda şan ve şöhrete yenilmiş derbeder gönüllerin de bu içten arzuları, uygun bir yola kanalize edilmezse, yapacakları tahribat kaçınılmaz olur.
Gülen, bu objektif tesbitini bir misalle açar ve “meselâ, sesinin güzelliğini ve müzik kabiliyetini şöhret ve kazanç adına kullanmak isteyen birinin, müstehcen parçalarla etrafına ‘sis ve duman püskürteceği’ne’, onun ilâhî gibi, kaside gibi veya daha başka zararsız türlere yönlendirilmesinin yerinde olacağı”nı belirtir.
Gülen, daha sonra asıl gerçeği ve olması gerekeni, bir arzu olarak ortaya koyar:
Keşke gönüller, Yüce Yaratıcı’nın verdiğine ve vereceğine kanaat ederek, her bucakta O’nun hoşnutluğunu arayabilselerdi. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 214–17)
Bencillik girdabı
Fethullah Gülen, önce şu sözleriyle, insandaki enaniyetin, yani ben düşünce ve bilincinin, insan benliğinin, asıl mahiyet ve fonksiyonuna dikkat çeker: “İnsana bahşedilen benlik emaneti, en büyük gerçeği tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır; vazife biter bitmez de taşa çalınıp kırılması gerekli olan bir armağan. Böyle yapılmadığı takdirde kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit haline gelir. Fert, onunla Yüce Yaratıcı’yı, O’nun Kudreti’nin, İlmi’nin, İradesi’nin sonsuzluğunu, eksiklik ve kusurların O’nun semtine sokulamayacağını idrak edecek, sonra da sinesinde tutuşturduğu marifet ve muhabbet ateşiyle onu eritip bitirecek, sadece Yüce Yaratıcı’nın varlığıyla bakıp görecek, O’nunla düşünüp O’nunla bilecek ve sadece O’nunla soluyacaktır.” Fakat Gülen’e göre hep bencil olarak kalıp gitme, Hakk’ı görüp bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı, aynı yerde dönüp durmanın ifadesidir. Devamlı benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup kalkanlar, aradıklarını “ego”nun karanlık atmosferinde arayanlar, yıllarca dere-tepe demeden aşıp gitseler de, bir çuvaldız boyu yol alamazlar. Yapılan işler işlerin en ağırı, en yorucusu dahi olsa, benlik hesabına yapıldığı takdirde katiyen fazilet vadetmez ve İlâhî Dergâh’ta kabûl görmez. Kendini aşamamış, benliğine bıçak çalıp parçalayamamış, basireti bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca, her fedakârlığı da bir akılsızlıktır.
Gülen, “benliğin ilimden kaynaklananı, servet ve iktidarla ortaya çıkanı, zekâ ile, güzellik ile şişip büyüyeni ve daha birçok çeşidi vardır. Bu sıfatlardan hiçbiri, insanın zâtî malı olmadığından, bu husustaki her iddia, hakiki Mal Sahibi’nin gazabına bir vesile ve davetiye sayılmış ve bu mağrur ruhların helâkiyle neticelenmiştir” dedikten sonra şu ikazı yapar ve ardından da, gerçek insanlığın portresini çizer:
Her fırsatta kendini etrafa anlatma ruh haleti, fertte bir eksiklik ve aşağılık duygusunun ifadesidir. Böyleleri, iyi bir ruh terbiyesiyle varlıklarını gerçek Mal Sahibi’ne feda edecekleri güne kadar da bu durum sürer gider. Bunların her işi bir çalım, her ifadeleri gürül-gürül benlik, her mahviyet ve tevazuları da ya bir riya, ya da kendilerini başkalarına anlattırabilme yatırımıdır.
Bir insanın insanlığa yükselmesi, onun tevazuu ile, tevazuu da, makam, mansıp, servet ve ilim gibi halkın itibar ettiği şeylerin onu değiştirme*mesiyle belli olur. Anılan hususlardan biriyle düşünce ve davranışlarında değişikliğe uğrayan bir şahsın, ne tevazuundan, ne de insanlığa yükselmesinden bahsedilebilir.
Alçak gönüllülük, hemen bütün güzel huyların anahtarı mesabesindedir. Onu elde eden, diğer güzel huylara da sahip olabilir. Ona malik olamayan ise, çoğunlukla diğer huylardan da mahrum kalır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 218–20)
Rahata düşkünlük
Fethullah Gülen, çok yerde ‘tenperverlik’ olarak nitelediği rahata düşkün*lüğü, insanın çürüyüp gitmesinin en önemli bir sebebi olarak görür ve şöyle der:
Akıcılığını kaybedip hareketsiz kalan sular kokuşup bozulduğu gibi, kendini rehavete terk eden tembel kimselerin de çürüyüp zayi olması muhakkaktır. İnsanda rahat etme arzusu, ilk ölüm alarmı ve işaretidir. Ancak fert, hissiyatıyla felç olmuşsa, ne bu alarmı duyacak, ne de bu işaretten bir şey anlayacaktır. Tabiî, dostların ikaz ve uyarılarından da...
Gülen, tembellik ve tenperverliğin her türlü zillet ve mahrumiyetin en başta gelen sebeplerinden olduğu ve kendilerini rahat ve rehavetin kucağına salıveren ölü ruhların, bir gün zaruri ihtiyaçlarının dahi başkaları tarafından karşılanmasını bekleme gibi bir zillete düçar olacakları uyarısında bulunur. Ona göre, bu rahat ve rehavet düşkünlüğüne aşırı haneperestlik, yani eve düşkünlük de eklenince, artık hizmet hattının terk edilmesi kaçınılmaz olur.
Hizmet hattını terk edenler de, suçluluk ruh haletiyle, kendilerini savunmaya ve çalışıp, hizmet veren arkadaşlarını ise değişik bahanelerle eleştirmeye girişirler. Azim, irade ve gayretleriyle felce uğramış bu tür kimselerin, etraflarındaki insanların cesaret ve kuvve-i maneviyeleri (moralleri) üzerinde de önemli olumsuz tesirleri görülür. Böyleleri, düştükleri bu çukurdan kendi hata ve kusurlarını içten itirafla çıkmadan, katiyen kendilerine gelemezler (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 212–14).
Zıtlıklar
Fethullah Gülen, sağlıklı bir aksiyonu felç eden rahata düşkünlük, bencillik ve şöhret ve makam düşkünlüğü gibi ‘hastalıklar’a dikkat çektikten sonra, düşünce mekiğini paradoksal bir biçimde, aksiyon ve kişinin olgunluğu adına olumlu ile olumsuz kutuplar arasında dokur ve şunları söyler:
Duygu ve düşüncede saflaşıp özüne ermeyi, insanî melekelerini geliştirip Rabbânîleşmeyi düşünüyorsun; cismanî zevklerden sıyrılıp, behimî arzulara başkaldırmadan nasıl olacak ki..!
Gönül hayatında “tevhid”e ulaşmayı ve ruhanî zevklere gömülüp gitmeyi arzuluyorsun; içinde binbir kötü duygu kol gezerken ve sen her dönemeçte bedenî hazlarına “evet” derken nasıl olacak ki..!
Kanatlanıp pervaz etmeyi, yükselip gökler ötesi âlemlere varmayı hayal ediyorsun; bir çocuk gibi, şu dünyanın çamur ve balçığına bağlı kaldıktan sonra nasıl olacak ki..!
Ufkunda hep yeni şafakların sökün edip tüllenmesini bekliyorsun; yüce ideallerle gönlünü donatmadan, kükreyip eski yerini almadan ve bir çığlık olup dünyanın bağrında inlemeden nasıl olacak ki..!
Asırlardan beri üst üste yığılmış problemlere çözüm getirmek istiyorsun; azim deyip, ümit deyip o yolda yıllarca, asırlarca beklemeye kararlı olmadıktan sonra nasıl olacak ki..!
Vatanın yükselmesinden, insanımızın mutluluğundan söz ediyorsun; mektep, kışla, tekye müsellesiyle (üçgen) nesilleri kanatlandırıp bütün şeytan üçgenlerinin üstüne yürümedikten sonra nasıl olacak ki..!
Gönlünce varlığa ermeyi ve duygu dünyan itibarıyla hayattan kâm almayı özlüyorsun; gün batıncaya kadar orucunu bozmadan bu bezmi devam ettirmezsen nasıl olacak ki..!
Kendini eksiksiz ve kusursuz görüyor ve herkesin de bunu böyle bilmesini istiyorsun; her gün sırtında bin günah cemiyet içinde ve davranışlarındaki oynaklıkla nasıl olacak ki..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 205-207)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
SON BİR DEĞERLENDİRME: KALPLERİN SULTANLIĞINA DOĞRU
Fethullah Gülen’in bütün yazılarına, sohbetlerine ve yarım asra yaklaşan düşünce, inanç ve aksiyon çizgisine baktığımızda, aynı gerçekleri çelişkisiz görmek mümkündür. Bu bakımdan, onun bir yazısı ve bir sohbeti bütün yazılarına ve sohbetlerine, bütün yazıları ve sohbetleri tek bir sohbet ve yazısına, aynı şekilde bir davranışı bütün davranışlarına, bütün davranışları da tek bir davranışına şahittir denebilir. Bununla birlikte, onun bazı yazıları da vardır ki, bütün iç yapısını, düşüncesini, dünya görüşünü, gayesini ve aksiyon çizgisini ana hatlarıyla ortaya koymaya yeterlidir. Kalplerin Sultanlığına Doğru isimli makalesi, bu türden bir yazı olup, genel çerçevesiyle aksiyonunu tahlile, bu yazının bir özetiyle nokta koymak kanaatimce yararlı olacaktır:
Son bir-iki asırdan beri insanlık hep ızdıraptan ızdıraba sürüklendi, hep ölüm çukurlarının çevresinde dolaştı ve kurtuluş ararken felâket buldu ve felâketlerle yoğruldu. Bu meşum zaman diliminde, dünyanın hemen her yerinde toplumları idare eden güç, devletlerden, hükümetlerden daha ziyade, şahısların, grupların, sınıfların, holdinglerin, mafyaların kazanç hırsı ve ikbal arzusu oldu. Tabiatıyla, böyle bir dünyada, her şeyin kıymet hükmünün para ve yaşama seviyesiyle ölçüleceği de bir gerçekti.
Evet, gerçek değerlerin alt-üst olduğu böyle bir dünyada, insanların itibarlarının, onların paralarıyla, servetleriyle, yazlık-kışlık villalarıyla ölçülmesi gayet tabiiydi; ve öyle de oldu; maddî varlık ve imkânlar küstah bir gladyatör gibi ellerini yukarıya kaldırarak, ilim, fazilet, düşünce ve cesaretin üzerinde tepindi ve onları yendiğini ilân etti. Oysa ki, servet u sâmân, ilim, akıl, fazilet ve cesaretle birleşince bir değer ifade etse de, tek başına kaldığında bir şeye yaradığını söylemek oldukça zordur.. hattâ ondan da öte, bazen bir canavarlık vesilesi haline gelmesi bile söz konusu olabilir. Ne acıdır ki, günümüzde, toplumların gerçek hayat dinamikleri sayılan bilgi, düşünce, ahlâk ve cesaret gibi hususlar, şayet maddî imkân ve kazanca dönüştürülemiyorsa fantezi ve aptallık emaresi sayılmakta.
Halbuki, eğer bir toplumu teşkil eden fertler, hayat projelerini beden ve cismaniyete göre planlıyor, ömürlerini zevk u safa vadilerinde sürdürüyor, zenginlik ve refahtan başka bir şey düşünmüyorsa, böyle bir toplumda, çalışkan, azimli, mahir ve sağlam karakterli insanlar kadar, hattâ onlardan da fazla, gayesizler, düzenbazlar, çıkarcılar, heyecansızlar, iki adım ötesini göremeyen miyoplar ve cahiller hakim duruma gelir. Bu da, ahlâk ve fazilet telakkisinin, sanat düşüncesi ve tecrübenin, dolayısıyla da ülke ve millet için yararlı karakterlerin ve yüksek performansların dışlanması demektir. Şimdilerde ülkemiz dahil, dünyanın hemen her yerinde böyle bir çarpıklığın yaşandığı da bir gerçek.
Bugün büyük ölçüde insanlık, geçmiş asırlarda olduğundan daha zengin ve daha geniş imkânlara sahiptir, ama bunun yanında onun, hiçbir dönemde maruz kalmadığı ölçüde, ihtirasların, ihtiyaçların, fantezilerin ve tiryakiliklerin esiri haline geldiği de bir vakıadır. Bugün o, cismaniyet ve bedenini yaşadıkça daha bir yaşama arzusuyla çıldırmakta, içtikçe susamakta, yedikçe oburlaşmakta, daha fazla kazanma hırsıyla akla hayale gelmedik spekülasyonlara girmekte, en hasis çıkarlar karşısında ruhunu şeytana peylemekte ve gerçek insanî değerlerden âdeta uzaklaşmaktadır.
Evet, ömrünü gelip-geçici bir kısım maddî değerler peşinde koşmakla tüketen günümüzün modern insanı, aslında daha çok kendini tüketmekte ve ruhunun derinliklerindeki yüksek duygularını kaybetmektedir. Öyle ki, böyle birinin ufkunda, ne iman enginliğine, ne marifet zenginliğine, ne de muhabbet, aşk, zevk-i ruhanî televvünlerine rastlamak müm*kündür. Nasıl olur ki o, yaptığı hemen her işin neticesini, maddî kazanç, cismanî rahat ve bedenî hazlar açısından değerlendirmekte ve bütünüyle uhrevîlikleri, ledünnîlikleri “es” geçmektedir. Onun düşünce ve faaliyet ufkunu dolduran hususlar sadece ve sadece, nasıl çalıp-çırpacağı, ne alıp ne satacağı, nerelerde nasıl eğleneceği ve nasıl keyif çatacağı gibi şeylerdir. Tabiî, bütün bu arzu ve isteklerin gerçekleşmesi için meşru yollar ve meşru dairedeki kazançlar yetmiyorsa, gayr-i meşru vesileler değerlendirilecek, spekülasyonlara girilecek ve şayet yer üstü dünyalar bu korkunç iştahları tatmine kifayet etmiyorsa, yer altı dünyalarına inilerek köstebekçe yollara girilecektir. Bence, günümüzün insanı, insanî yolculuğunu böyle bir inde sürdürmektedir ve o, mutlaka bu açmazdan kurtularak kendi çizgisini bulma mecburiyetindedir. Yoksa handikaptan handikaba sürüklenecek ve katiyen “kendi” olama*yacaktır… Ve işte bunlardan ötürüdür ki o, birkaç asırdan beri ömrünü buhranlar ağında tüketmekte; siyasî ve idarî buhrandan kurtulsa, gidip ahlâkî buhrana aborde olmakta, ondan sıyrılsa ekonomik bunalımların ağına düşmekte, toparlanıp ondan da kurtulabilse, bu defa da kendini askerî buhranların arenasında bulmakta ve kendi olumsuzluklarıyla kendini yiyip-bitirmektedir. Bu tersliklerden kurtuluşun çaresi de, bir kere daha yeni baştan inanmak gibi, sevmek gibi, ahlâk gibi, metafizik düşünce gibi, aşk gibi, ruh terbiyesi gibi dinamikleri gözden geçirme olsa gerek.
İnanmak, hakikatı olduğu gibi tanıma, sevmek ise, bu bilginin hayata geçirilmesi demektir. İnanmayanlar, mutlak hakikatı ne bulabilir, ne de bilebilirler. Onların “inandım” demeleri iç dünyalarıyla bir zıtlaşma, “buldum” demeleri de bir mugalâtadır (demagoji). Aslında inanmayanlar talihsiz, sevmeyenler de cansız cesetlerdir. İnanma en önemli bir aksiyon kaynağı ve ruhun bütün varlığı kucaklaması ve tabiatı kuşatması ise, muhabbet de, gerçek insanî düşüncenin en esaslı unsuru ve lâhûtî bir buududur. Bu itibarladır ki, önümüzdeki yıllarda, dinî ve millî kültürümüzün fidelerini dikme ve yetiştirme misyonunu yüklenenler, evvelâ inanç mihrabına yönelmeli, sonra da sevgi minberine yürüyüp, muhabbet soluklarını dünyanın her tarafına duyurmaya çalışmalıdırlar. Bunu yaparken de müessiriyetlerini, ahlâk ve fazilet anlayışlarının derinliklerinde aramalıdırlar.
Ahlâk, dinin özü, esası ve İlâhî mesajın da en önemli bir umdesidir. Ahlâklı ve faziletli olmak eğer bir kahramanlıksa – ki öyledir; bu meydanın gerçek kahramanları da, peygamberler ve onları yürekten takip edenlerdir. Hakikî Müslüman olmanın en bariz vasfı ahlâklı olmaktır. Akıl ve hikmet gözüyle bakabilenler için Kur’ân ve Sünnet, âyet âyet, fasıl fasıl ahlâktır. “Müslümanlık huy güzelliğidir” buyuran Mücessem Ahlâk ve Yüce Kâmet, bu gerçeği en veciz şekilde ortaya koymuştur. Millet olarak biz, bir ahlâk sisteminin mensupları ve bir ahlâk destanının çocuklarıyız. Hiçbir düşünce, hiçbir fantezi bizim ahlâkımızı sarsamaz ve sarsmamalı; biz, onunla dünyaları aşıp ebedlere ulaşmayı düşlüyoruz ve Allah ihsanlarının ayrı bir derinliği sayılan metafizik gücümüzle de bunu gerçekleştireceğimize inanıyoruz.
Metafizik düşünce, aklın topyekün varlığa açılması ve onu perde-önü, perde-arkasıyla kavrama cehdidir. Aklın veya ruhun varlığı bu şekildeki kucaklaması söz konusu olmasa, her şey paramparça olur ve cansız cesetler haline gelir. Bu itibarladır ki, metafizik düşüncenin yok olması veya yok kabul edilmesi, bir bakıma aklın da tükenişi demektir. Bugüne kadar her büyük oluşumun, metafizik düşüncenin kolları arasında geliştiğini söyleyebiliriz. Hind ve diğer doğu ülkelerinde bu böyle olduğu gibi, bizim dünyamızda da, Kur’ân’ın dünya görüşü çerçevesinde bu hep böyle olagelmiş ve bu sayede üst üste değişik medeniyetler gerçekleştirilmiştir. Metafizik düşünce, insan ruhunun varlığa açılması, tabiatı istilâsı ve her şeyi kucaklaması ise, metafiziği ilimlerle çarpıştıranlar, galiba, kaynakla o kaynaktan fışkıran çağlayanı birbiriyle çarpıştırdıklarının farkında değildirler.
Metafiziği, varlık gerçeğinin aşkla sezilip duyulması şeklinde de yorumlayabiliriz ki, buna göre aşk, topyekün kâinatı, bütün varlık ve hadiseleri, tam bir bitevîlik içinde görüp duymanın, sezip sevmenin adı olur; evet gerçek âşıklar, ne servet u sâmân, ne de şöhret ü nâm peşindedirler. Onlar, aşkın, kendi kendini yakıp kavuran ve kül edip savuran fırtınaları arasında “berd ü selâm” soluklar ve yok oluşların çehresinde sevdiklerinin simasını okuma, varlıklarının savrulan külleri arasında mâşuklarını duyma ve seven-sevilen, arayan-aranan vahdetine ulaşma peşindedirler. Tasavvufî ifadesiyle, onlar hep “fenâ fillâh” vadilerinden “bekâ billâh” yamaçlarına doğru bir seyahat içinde ve sürekli aktiftirler. Elbette ki böyle bir ufka kavuşmak, ciddî bir ruh terbiyesine bağlıdır.
Ruh terbiyesi, kısaca insanın yaratılış gayesine yönlendirilmesi demektir. Aynı zamanda ona, ruhun bedenî ve cismanî baskılardan sıyrılarak kendi özüne, kendi kaynağına yönelmesi ve yaratılışının gayesi istikametinde bir seyr-i ruhanî gerçekleştirmesi de diyebiliriz ki, konumuz şimdilik öyle bir bahse açık değil.
Günümüzde bütün ruhî dinamiklerini yitiren ve kendi özünden uzaklaşan talihsiz nesiller, kendi akıl ve kendi muhakemelerinin kurbanı, perişan ve derbederdirler. Ne olursa olsun, bu neslin bakış zaviyesini ve temaşa ufkunu değiştirme mecburiyetindeyiz ve değiştireceğimize de inanıyoruz. Elverir ki, iradelerimizi ibadetle besleyip, nefis muhasebesiyle kontrol altında tutabilelim. Bize bu yolda sadece yürümek düşer. Biz nereye yönelirsek – kemiyetsiz, keyfiyetsiz – Allah oradadır. Gözlerimizi yumup geleceğin altın yamaçlarına tohum saçma bize, saçılan bu tohumların hayata yürümesi de O’na aittir.
Bizim, şuurlu bir hizmet ve ihatalı gayretlerle, bu dünyanın içinde huzurla, emniyetle, sevgiyle esen bir başka dünyanın meydana geleceğine ve hayatın gerçek saadet çizgisini bulacağına inancımız tamdır. Ve tabiî, gelecekteki nesillerin, para, ikbal, şöhret, makam ve her türlü iştahın çok üstünde bir büyük sevgiye müteveccih olacağına da… İşte bu, kalplerin sultanlığı sevgisidir. (Sızıntı, Ağustos 1995)
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
BİR EĞİTİMCİ OLARAK FETHULLAH GÜLEN
Denebilir ki, Fethullah Gülen’in bütün aksiyonu, en geniş anlamıyla ‘eğitim’ kavramı içinde ele alınabilir. Çünkü ona göre, yeryüzünde karşılaş*tığımız bütün problemlerin temelinde insan unsuru yatar. Yani, bütün problemler insanla başlar, insanla biter. İster iyi yürüyen, arızasız veya az arızalı içtimai bir sistem ve toplum düzeni, isterse kabir ve kabrin öte yanı için en etkili vasıta eğitimdir. Bu bakımdan, eğitim ve öğretmenlik, mesleklerin en kutsalı olduğu gibi, bir ülkeye ve millete ve en hayırlı hizmet de ancak eğitim yoluyla yapılabilir. (Hulusi Turgut, “Fethullah Gülen ve Okullar,” Yeni Yüzyıl, 15.01.1998)
FETHULLAH GÜLEN’E GÖRE EĞİTİM VE ÖĞRETİMİN ÖNEMİ
Gülen’e göre, insanoğlu için gerçek hayat, ancak ilim ve irfanla kabildir. Bu sebeple, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. İnsanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve bildiklerini başkalarına öğretmektir. Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nisbetindedir. Akıl ve mantık ise, ancak ilim ve marifetle aydınlığa kavuşur ve kemale erer. Onun içindir ki, ilim ve marifetin olmadığı yerde akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir. Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeği düşünmeyen, öğrendikleriyle kendisini sürekli yenileyip başkalarına da örnek olmayan birinin, insanlıktan ne kadar nasipdar olduğu cidden düşündürücüdür. İlim ve marifetle elde edilen mevki ve paye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini dünyada fenalıklardan uzak ve faziletli, öbür âlemde de, irfanıyla aydınlattığı makamların temaşası içinde mest ve mutlu kılar. Buna karşılık, hakikat adına boş gönüller ve marifetten mahrum ruhlar, her türlü fena düşüncenin serpilip gelişmesine müsait birer tarla mesâbesindedirler (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 22).
Fethullah Gülen, öğrenme ve öğretmeden ibaret olan eğitimi o kadar yüceltir ki, onun yanında öğrenme ve öğretme, terbiye veya eğitim, göklere dayalı iki yüce vazifedir. Allah’ın Rabb sıfatının insan hayatındaki tecellisi olan bu vazifenin yerine getirilmesi ile, insanın ruhundaki liyakat ve ehliyet ortaya çıkarılır; çıkarılır ve o, topluma armağan edilecek hale gelir. Öğretim ve eğitimden imbiğinden geçmemiş fertte insanî meziyetler ve yükseltici husûsiyetler gelişmediği için, onda içtimaî olma husûsiyeti aramak da beyhudedir (Sızıntı, 10 Kasım 1979).
Gülen için öğretme ve eğitme, fertler için olduğu kadar, toplumlar için de üzerinde en çok durulması gereken en hayatî bir konudur. Bir defa, fert planında insan, duygularının pes şeylerden uzak olduğu ölçüde insandır. Kalbi kötü duyguların baskısı altında, ruhu nefsanîliğin cenderesine takılmış kimselerin ne ölçüde insan oldukları, üzerinde durulmaya değer bir husustur. Terbiyenin bedene ait olan kısmını belki herkes idrak edebilir ama, insanı asıl insanlığa yükselten fikrî, hissî ve ruhî terbiyeyi anlayabilen çok az olsa gerek. İkinci olarak, bir milletin ıslahına fenaları imha etmekle değil, nesilleri değişmez gerçekler ve millî değerler çerçevesinde bir terbiye ile insanlığa yükselterek hizmet edilebilir. İnanç, ideal, tarih şuuru, millete ve insanlığa hizmet aşkı ve gelenekler halitasından ibaret mukaddes bir tohumu yurdun dört bir bucağında çimlendirmedikçe, imha edilen her fenanın yerinde bir kaç tane yenisi bitecektir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 150).
Milletler, yeni nesillerle varlıklarını devam ettirirler. Geleceğini teminat altına almak isteyen her millet, sağa sola harcayacağı zaman ve enerji kadar bir kısım imkânları da, yarının büyük insanları olacak çocukların ve gençlerin yetiştirilmesine sarf etmelidir. Çünkü, bir ağacın nesil ve nevini devam ettirmesinde çekirdek veya tohumu ne ise, insan nesli ve nevinin devamında da çocuk aynı şeydir. Çocuklarını ihmal eden milletler çökmeğe, onları tamamen yabancı, hoyrat ellere terk edenler de özlerini kaybetmeğe mahkûmdurlar. Her 30-40 senede bir milletin en aktif ve en verimli kesimini teşkil edecek nesiller, dünkü çocuklardır. Bugünün nesillerinde görülen fenalığın, idarecilerde tenkit konusu yapılan yetersizlik, beceriksizlik ve ehliyetsizlik gibi hususların ve milletçe çekilen sıkıntıların gerçek sorumluları, 30-40 sene evvelki hakim unsurlardır. Çeyrek asır sonraki her türlü facia veya faziletler de, bugünkü nesillerin talim ve terbiyesini üzerine alanların olacaktır. Bir milletin geleceği hakkında kehanette bulunmak isteyenler, bugün o milletin çocuklarına ve gençlerine verilen terbiyeye baksalar, yarınla alâkalı hükümlerinde 100’de 100 isabet ederler. Dolayısıyla, başka yönlere harcanan her şeyin büyük bir kısmı boşa gitse bile, nesillerin gerçek insanlığa yükseltilmesi istikametinde sarf edilen şeyler, bitip tükenme bilmeyen bir varidat, bir gelir kaynağı gibi devam edip duracaktır (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 142–43).
Gülen, milletlerin sosyal yapılarıyla, eğitim-öğretim usûl ve esasları arasında açık bir alâka, yakın bir bağ mevcut olduğunu belirtir. Ona göre, millet fertlerine nasıl bir terbiye verilirse, toplum da yavaş yavaş giderek o şekli almaya başlar. Zira, bugün yetiştirilen nesiller, yarının yetiştiricileri olarak vazife başına geçecek ve üstatlarından aldıkları aynı şeyleri, öğrencilerinin gönüllerine boşaltacaklardır. Milletlerin cismanî varlıklarını devam ettirme*lerinde, evlenme ve üreme ne ise, onların ahlâkî ve sosyal hayatları için eğitim-öğretim de aynı şeydir. Evlenme mevzuunu sağlam esaslara bağlayamamış milletler, kendilerini yıkılmadan kurtaramayacakları gibi, toplumun ruhî ve ahlâkî durumuna gereken önemi veremeyen milletler de katiyen uzun süre varlıklarını sürdüremezler.
Eğitim-öğretim meselesini devlet planında da ele alan Gülen, “bir milleti meydana getiren fertlerden her biri, az çok diğerine tesir eder veya ondan bir şeyler alarak onun tesirinde kalır. Bunun gibi, anane ve geleneklerle birlikte, uzak-yakın çevrenin tesiri de, yetişmede önemli birer yer işgal eder. Bir aile reisi kendi aile fertleri arasında, milleti idare edenler de toplumun çeşitli kesimleri ve fertleri arasında kuvvetli tesir ve nüfûza sahiptirler” der. Ona göre, bir milletin kabiliyeti ölçüsünde yükselmenin en son noktasına ulaşması ve fonksiyonunu tamı tamına eda etmesi, o milleti meydana getiren fertlerin düşünce, tasavvur, kültürüyle ve idarecilerinin de plan, basiret ve hasbîlikleriyle yakından alâkalıdır. İdare edenlerin “eğilip” fertleri görüp gözetmeleri, fertlerin de birer sosyal varlık haline gelebilmeleri, bir taraftan herkesin sorumluluğu altında bulunanlara karşı görevlerinin şuurunda bulunması, bir diğer açıdan, bir topluluğun efendisinin, ona hizmet eden olduğu prensibine tam uyulması, diğer taraftan da yaşama yerine yaşatma zevkine göre akort olmakla mümkündür ve bu da, ancak iyi bir eğitimle gerçekleşir.
Bu noktada devletin sorumluluğuna dikkat çeken Gülen, şunları kaydeder:
Nesillerin yetiştirilmesiyle meşgul olanlar, bu vazifeyi hangi ad altında yerine getirirse getirsinler, üzerlerine aldıkları mesuliyetin büyüklük ve ehemmiyetini bir an bile hatırdan çıkarmamalıdırlar. Bir milletin en büyük sermayesi, eğitim-öğretimin bağrında gelişen kültür, irade sağlamlığı, ahlâk ve fazilet sermayesidir. Eğer nesilleri, dimağları yaşadıkları devrin fenleriyle, gönülleri de ötelerden gelen esintilerle donatılarak, ruhlarında birer fener fonksiyonu görecek tarih penceresinden geleceğe baktırabilirsek, bu uğurda harcananların en küçüğü dahi heder olmayacaktır! Heder olmak şöyle dursun, kat kat fazlasını verecektir.
İyi bir eğitimden geçmiş ve iyi yetiştirilmiş nesiller, hayat mücadelesinde, karşılarına çıkan her engeli göğüsleyebilecek, maddî-manevî her çeşit zorluğu yenebilecek ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyeceklerdir. Böyle bir idrakten mahrum talihsizler ise, babalarından intikal eden maddî serveti har vurup harman savurdukları gibi, mânen de hep boşlukta, sallantıda ve karamsar bir hayat geçirecek, sonra da sefaletin kuduz dişleri arasında kahrolup gideceklerdir (Sızıntı, Ekim, Kasım, Aralık 1979).
Gülen, eğitimin ve öğretimin önemine bir başka açıdan daha yaklaşır. Ona göre insan, diğer varlıklardan farklı olarak, böyle bir müdahaleyi, yani eğitme ve öğretmeyi davetle dünyaya gelir. O, bu garip seferinde, alabildiğine âciz, alabildiğine muhtaç ve her şeyi dıştan bekleyen eli kolu bağlı bir zavallıdır. Oysa ki hayvan, dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre gelir, yani gönderilir. Ya 2 saatte, ya 2 günde veya 2 ayda bütün hayat şartlarını ve kâinatla olan münasebetini ve hayat kanunlarını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın 20 senede kazandığı hayatî gücü ve iş yapma kabiliyetlerini serçe ve arı gibi bir hayvan 20 günde tahsil eder; daha doğrusu ona ilham olunur. Demek, hayvanın aslî vazifesi taallüm (öğrenmek suretiyle) tekemmül etmek (mükemmelleşmek) değildir. Ve marifet (sanat, meslek) kesbetmekle terakkî etmek değildir. Ve aczini göstermek ve medet istemek, dua etmek de değildir. Bilakis onun vazifesi, istidadına göre amel etmek ve fiilî kullukta bulunmaktır.
İnsan ise, dünyaya her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına karşı cahil olarak geliyor. Öyle ki, 20 senede hayat şartlarını öğrenemiyor; öğrenmesi, belki ömrünün sonuna kadar devam ediyor. Hem gayet aciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderiliyor; 1-2 senede ancak ayağa kalkabiliyor, 15 senede ancak zarar ve menfaatini fark edebiliyor ve hayat-ı beşeriyenin yardımıyla menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabiliyor...
Demek ki, en temiz bir fıtratla, bu muvakkat (geçici) misafirhaneye gelen insanın vazifesi, yüce âlemlerde ikamete ehliyetini ispat etmek için, düşüncede, tasavvurda ve akidede istikamet ve duruluğa ermek; kulluk mükellefiyetlerini yerine getirerek, kalp ve ruhu işlettirmek ve binbir esrar ve bilmecenin kol gezdiği (ledün)le kucaklaşmak ve varlığın sırrını kavramaktan ibarettir (Sızıntı, Mayıs 1981, s: 9).
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
TEMEL EĞİTİM
Fethullah Gülen, gerek vazlarında, gerekse yazılarında, hem ailede, hem de okulda eğitim üzerinde çok fazla durmuştur. Çalışmamızın bu kısmında, onun çocuk eğitimiyle ilgili görüşlerini, ilgili vazlarından derlenerek kitap haline getirilen ve Zaman gazetesinin verdiği Çocuk Terbiyesi, son yayınlanan şekliyle Çekirdekten Çınara adlı eseriyle, 1981 yılı içinde aylık Sızıntı dergisinde kaleme aldığı Gençliğin Problemlerine Doğru adlı serî yazılarından özetleyerek ve kısmen sadeleştirerek vermeye çalışacağız:
Öğretim ve eğitimde aile, sokak, okul, yayınlar ve medya işbirliği
Fethullah Gülen’e göre, geleceğini teminat altına almak isteyen her millet, yarının idarecileri ve büyükleri olan bugünün çocukları ve gençlerinin eğitimine bîgâne kalamaz. Millet ve devlet, yepyeni ve mutlu bir dünyanın kurulmasında, bu çok nazik noktaya bütün müesseseleriyle eğilmek mecbûriyetindedir.
“Aile, çevre, okul ve medya bu en hayâtî konu etrafında omuz omuza verdiği zaman, müsbet ve sağlam neticelerin elde edilmesi mümkün olacaktır. Bunlardan bir veya ikisinin devre dışı kaldığı zamanlarda ise, nesiller çeşitli zıtlıklar ve farklılıkların meydana getireceği uğursuz bir atmosfer içinde çekişme ve çatışmalara terk edileceklerdir” diyen Gülen, okul ve aile yanyana değilse, bütün kollarıyla medya ve yayınlar, okul ve aile ile omuz omuza vermiyorsa; çevre bunlarla aynı çizgiyi paylaşmıyorsa, bu takdirde eğitimin sadece resmî-yarı resmî icra edildiği müesseseye bağlı kalacağı, böyle bir lokalizasyonun ise hiç fayda getirmeyeceği görüşündedir.
Fethullah Gülen, “okulun çok mükemmel, ailenin yeterli, çevrenin ve sokağın temiz; göze, kulağa hitap eden yayınların kamu vicdanını ve temel insanî değerleri destekleyici olması; bunların yanısıra, gerektiğinde ölçülü olarak devletin de kontrolüyle, eğitim için belli ve müsbet bir hedef ve yönün belirlenmesi şarttır” der ve şöyle devam eder: “Aile, okul ve bütün toplum, ne zaman öğretim ve eğitim adına yeni nesilleri yüceltici duygularla donatır ve sosyal erozyonlara karşı onların ruhlarını besleyip, kalplerine mukavemet kazandırır; işte o zaman, gelecek adına bize ümit verecek pek çok şeyi elde etmiş sayılırız.”
Aile ve/veya yuva
Fethullah Gülen, kişilerin eğitiminde birinci ve en ağır vazifenin aileye ait olduğunu düşünür. Ona göre, sağlıklı bir neslin yetiştirilmesinde mutlaka yuvaya ihtiyaç olduğu gibi, sosyal yapının sıhhatle devam etmesi için de mutlaka iyi bir yuva ve düzenli bir aile şarttır. Okul ve çevrenin insana vereceği şey ne kadar büyük olursa olsun, yuvanın verdiği kadar kalıcı değildir. Aslında aile, bütün bir hayat boyu çocuğu, insanî melekelerle donatmakla sorumludur. Bu sorumluluk doğumla başlar, vefat edinceye kadar da devam eder. Okul öncesi sorumluluk bütünüyle yuvaya ait olduğu gibi, okul dönemi ve ondan sonraki devrelerde de bu sorumluluk, en ufak bir azalma göstermeden artarak devam eder. Çünkü, çocuğun hareket sahasının genişlemesiyle birlikte, yuvanın sorumluluğu da artar. Önceleri sadece evde ve bahçede, oyun ve oyuncakları içinde basitçe görüp-gözetmeğe karşılık, daha sonraki dönemlerde ise, gezdiği hemen her yerde, edindiği arkadaşlar içinde, okuduğu kitapların cümle ve paragrafları arasında takip edilmesi gerekir.
Gülen, yuvaya o kadar önem verir ki, ona göre, Hikmet Eli yuvayı, hiç eskimeyecek bir müessese olarak inanoğlunun yeryüzü hayatının başlamasıyla birlikte fıtratın sinesine raptetmiş ve ne Isparta’nın vahşî despotluğu, ne de modern çağın ilkel diktatörlükleri onu yerinden söküp atabilmiştir. Kâinatı şiirimsi bir nizam içinde var eden Yüce Yaratıcı, yuvayı bu umumi nizamın çok önemli bir parçası olarak tabiat kitabının bağrına yerleştirmiş ve evrensel âhengin itici ve çekici kuvvetleriyle sıkı sıkıya bağlamıştır.
Aile içi iyi bir eğitimle ilgili meseleler
Uyumlu bir evlilik
Fethullah Gülen, “öğretim ve eğitimin başladığı ilk ve ömür boyu devam ettiği tek müessese olan yuvada öğretim ve eğitim adına mutlaka gerekli olan huzur ve emniyetin birinci şartının eşler arasındaki uyum” olduğu görüşündedir. “Çocukların duygulu ve saygılı, aynı zamanda, içinde bulundukları toplum için iyi birer rükün olmaya hazırlanmaları, ancak fevkalâde kaynaşmış bir ailenin yumuşak ve sevgi dolu atmosferinde gerçekleşebilir” diyen Gülen’e göre, anne ve babanın aynı elektrik yüklü zerreler gibi birbirini ittiği ve birbirinden uzak durduğu bir aile yapısı içinde yetişecek çocukların durumu ise yürekler acısıdır. Resmî istatistikler, suç işleyen ve ondan zevk alan çocukların büyük bir kısmının aile huzursuzluğunun kurbanları arasından çıktığını göstermektedir. Dolayısıyla, yuva kurmada ahd ü peyman (anlaşma ve yeminleşme) demek olan evlilik, her bakımdan birbiriyle uyum sağlayacak eşler arasında ve zevk ve haz adına değil, bir aile meydana getirip, milletin beka ve devamını, tarafların duygu ve düşüncelerinin dağınıklıktan kurtarılmasını ve cismanî arzuların zapt u rapt altına alınmasını hedef alarak yapılırsa, bu takdirde ferdin şahsî ve sosyal hayatında yapıcı ve yükseltici bir unsur olabilir. Aksine, düşünülmeden ve sadece geçici zevklerin tesiri altında yapılan bir evlilik, hem aile, hem o ailede meydana gelecek çocuklar ve hem de toplum için talihsizliktir. İyi bir öğretim ve eğitim için evliliğin arzedilen müsbet ölçülerde olması bir ilk şart, çocuk doğar doğmaz onu iyi bir insan olma yönünde yetiştirmek için sarfedilecek bütün gayretler de, o şart ölçüsünde bir gerekliliktir.
Çocuğa ilk yapılacak vazifeler
Gülen, “çocuk daha dünyaya ilk gelir gelmez, onu insanlaştırma ve melekleştirme istikametinde hemen harekete geçilerek, gerekli bütün merasim*ler icra edilmeli” der ve bu merasimler hakkında da şunu söyler: “Onun kulağına okunacak bir ezan ve kamet, yüce âlemlerden ruhuna üflenmiş melek solukları gibi, onu varlığa ve diri kalmağa çağıran ilk mesajlar olacaktır. Çocuğa güzel bir isim konması ve bu ismin bilhassa, destansı bir hayat yaşamış müstesna kimselerin isimleri arasından seçilmesi, o yavrunun geleceği adına yine küçümsenmeyecek şeylerdendir. Çocuk, adını aldığı zat hakkında kendisine verilen küçük bir bilgi ile, onu daima başının üstünde hissedecek ve ilk devrelerde belki şuuruna varmadan, fakat sonraları bütün samimiyetiyle ona benzemek için çırpınıp duracaktır. Ayrıca, bu ismin, toplum tarafından kendisine ehemmiyet atfedilen bir şahıs tarafından konması da çok mühimdir. Çok defa “senin ismini falan zat koymuştur” sözü karşısında, gencin vicdanının uyandığı ve kendinde bir iç-toparlanma meydana geldiği göze çarpmıştır.”
Anne-babanın davranışları
Fethullah Gülen, çocuğun eğitiminde anne-babanın karşılıklı davranış*larının çok önemli olduğu görüşündedir. Ona göre, anne-baba arasındaki geçim ve anne-babanın ahlâkî seviyesi çocuğa en çok tesir eden iki faktördür. Anne-baba çocuğun zihninde iki yüzlü, riyakâr, dediklerini yapmayan, sözlerinde durmayan, iyilik bilmeyen, başkalarına zulümden sakınmayan ve anne-baba olma vakar ve ciddiyetinden mahrum bir kısım değersiz varlıklar olarak iz bırakmışlarsa, bir daha çocuğun onlardan müsbet şeyler kapması oldukça zor, hattâ imkânsızdır. Bu sebeple, anne-baba, o sonsuz şefkatlerinin yanısıra, terbiyesiyle sorumlu bulundukları çocuğa bu açıdan da örnek olma ve fonksiyonlarını en iyi şekilde yerine getirme mevkiindedirler.
Anne-babanın çocuğa davranışları konusunda da Fethullah Gülen, “anne-baba, çocuklarına karşı çok şefkatli olmalı, fakat bu şefkati çocuklar arasında adaletli temsil etmeli ve onlar arasında kıskançlıklara fırsat vermemelidir” der ve şöyle devam eder: “Bunun yanısıra, her zaman çocuklarının içinde ve yanında bulunmalı; onların psikolojik durumlarını kavramak, infiallerine ve alınganlıklarına şahit olmak için, sık sık onlarla haşir-neşir olmalıdırlar. Yanlarına uğranıldığında ve ayrılırken selâm verme; evin içinde oda, yatak, dolap gibi çocuklara özel bir yer ve bazı şeyleri tahsis etme; çocukların kendi seviyelerindeki iş ve eğlencelerini yürekten, fakat seviyeli olarak takip etme; büyüklere yapıldığı gibi, sık sık hâl ve hatırlarını sorma; dertlerini ve ızdıraplarını paylaşma; yer yer kucağa alıp sevme, hattâ başlarda, omuzlarda gezdirme; onları hoşlarına gidecek isimlerle çağırma ve bilhassa ilerdeki hayatlarına esas teşkil edecek oyun ve eğlencelerinde onları serbest bırakma, öğretim ve eğitim adına anne-babanın çocuklarına karşı yapması gereken vazifelerden sadece bir kısmıdır.”
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Yuvaya ait iki önemli husus
Fethullah Gülen, yuvada çocuğa verilecek ve öğretilecekler konusunda şu iki hususa bilhassa dikkat çeker:
1. Çocuğun görme ve duyma atmosferine akseden şeyler, müsbet, temiz ve öğretici olmalıdır.
2. Yetiştirme adına çocuklara karşı verilecek her hizmet, şefkat ve samimiyetle eda edilmelidir.
Gülen’e göre, çocuk, daha ilk dünyaya gelişiyle etrafında olup biten şeyleri merakla araştırmaya koyulur. Ancak, onun eşya ve hadiselerle bilerek müna*sebete geçmesi, iyiyi kötüyü birbirinden ayırt eder hale geldiği dönemde başlar. Bu devrede o, hem etrafındaki değişik renk ve keyfiyetleri, hem de kendi benlik ve şahsiyetini sezerek, çevresinde olup bitenlerle iç-intibaları arasında, mekik gibi gelir gider ve bir şeyler anlamaya çalışır.
Çocuğun şuuraltının oluşturulması konusuna da büyük önem veren Fethullah Gülen, bu şuuraltının oluşma devresiyle ilgili olarak şu mütalâalarda bulunur: “Çocuğun zevkleri, acıları, kabulleri ve reaksiyonları bütünüyle bu devrede belirmeye başlar. Çevresinde cereyan eden şeylerin hoş ve güzel olanları, herkes gibi onu da sevindirir; üzücü, zevksiz ve çirkin olanları ise üzer. Bu itibarla da, etrafıyla daimî münasebette olan ruhunun, daimî üzüntü ve daimî hazları olur. O, minicik görme ve işitme uzuvlarıyla her an hadiselerin içine girer ve ruhuna yeni yeni bilgiler kazandırır. Bu yolla, her gördüğü ve işitip bellediği şey, ilerde benliğini kurmağa yarayan malzeme olarak, şuuraltına taşınır durur. Evet, durmadan iç âleminde petekleşen bu şeyler, ilerde onun benlik ve şahsiyetini oluşturacakları gibi, bütün bir hayat boyu onun hare*ketlerini baskı altında bulundurarak ona, menfi, müsbet istikamet ve yön de verecektir. Denebilir ki, insanın müstakbel hayatında davranışlarına en çok tesir eden şeylerden biri, şüphesiz şuuraltı birikimleridir.”
Fethullah Gülen, çocuğun şuuraltının oluşumuyla ilgili olarak düşünce ve mütalâalarına devamla, bu oluşumda çocuğa anlatılanların mutlaka yaşanması gerektiğini, hattâ çocuğun, kendisine yapılan sözlü telkinlerden çok, yuvada görüp yaşadıklarının etkisinde kalacağını belirtir. Gülen, şöyle der:
Onun içindir ki, bu dönemde yuvanın çocuk karşısındaki tavrı çok mühimdir. Yuva, ona neyi gösterir, neyi işittirir ve neyi anlatırsa, yavru onunla kendi benlik ve şahsiyet peteğini örmeye çalışır. Evet, çocuk, içinde doğup büyüdüğü yuvanın çocuğu olarak gelişir ve şekillenir. Biz farkına varalım, varmayalım, o, telkinlerimizden daha çok, yuvada gördüğü ve duyduğu şeylerin tesirinde kalarak, benlik ve şahsiyete erer. Vakıa, telkinin de yavruya kazandıracağı pek çok şey vardır ama, bunlar hiç bir zaman onun göz ve kulak yoluyla yuvadan aldığı sessiz öğütleri kadar tesirli değildir.
Evet, bir taraftan aile hayatındaki düzensizlik ve huzursuzluklar, beri taraftan dürüstlük, ahlâk ve fazilet telkinleri, zavallı çocuğu lâubali ve huysuz kılacaktır. Bu bakımdan anne, baba ve evdeki diğer büyükler, kendilerini her an gözeten ve gördüğü duyduğu şeyleri kendi ölçüleri içinde değerlendiren çocuğun mevcudiyetini bir lâhza hatırdan çıkar*mamalıdırlar. Hatırdan çıkarmamalıdırlar, çünkü çocuk yuvada bir talebe ve bu talebenin en çok tesirinde kalacağı dersler de çevresinde görüp duyduğu şeylerdir.
O halde, yavrunun nasıl olması arzu ediliyorsa, behemehal öyle olunmalıdır. Yani, aile muhitindeki hayat akışı, çocuğun tasavvur edilen geleceğiyle sımsıkı alâkalı olmalıdır. Ve onun atmosferi için cereyan eden her şey, ona yapılacak telkinlerin hazırlığı ve yapılmış telkinlerin de temrinatından (alıştırma) ibaret bulunmalıdır.
Şefkat ve eşit muamele
Çocuğun eğitimiyle ilgili olarak anne-babanın, çocuklarına karşı eşit davranması ve şefkatli olmasını bilhassa vurgulayan Fethullah Gülen, “anne, baba ve diğer büyükler, çocuklara karşı içten ve şefkatli davranmalıdırlar. Aslında, anne ve babada şefkat ve içtenlik fıtratın gereğidir. Ne anne ve babayı şefkatten, ne de şefkati anne ve babadan ayrı mütâlaa etmeye imkân vardır” dedikten sonra, bazı anne-babaların bu konudaki hatalı davranışlarına dikkat çeker: “Ne var ki, bazı anne ve babalar, ya vakar ve ciddiyetin gereği sayarak veya çok fazla asabî ve hassas olduklarından, çocuklarına karşı haşin ve sevimsiz davranırlar. Hemen belirtelim ki, vakar ve ciddiyet, hiçbir zaman sertlik ve huşûnete karıştırılmamalıdır. Birincisinde, insan sevimli, tesirli ve emniyet telkin edici olmasına mukabil, ikincisinde, sevimsiz, menfur ve çevresine karşı tesirsizdir. Bu itibarla, vakarlı ve ciddi bir insanın, söz ve davranışlarıyla çocuğun kalbine girmesi ve ona hükmetmesi her zaman söz konusu olsa bile, haşin ve huysuz kimseler için bu, asla söz konusu değildir.”
Fethullah Gülen, daha sonra şefkat üzerinde açıklamalarda bulunur ve şöyle der:
Şefkat, insanda fıtratın ve tabiatın nağmesidir. Büyük, küçük herkes ve her şey, bu nağmeden müteessir ve hareket halindedir. Şefkat, kâinatı çepeçevre kuşatan sonsuz (rahmet) ile rezonans olmanın en anlamlı dilidir. O olmadan, ne terbiye edenin, ne de terbiye edilenin insanlığa yükselmesi, katiyen düşünülemez. Semalar ötesi yüce âlemlere seyahat da, ancak şefkatin yumuşak ve esrarlı kanatlarıyla mümkündür. Rahmeti Sonsuz, şefkat edenlere merhamette bulunup huzuruna alacaktır. Bu sebeple, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, “yeryüzündekilere (bilhassa masum yavrulara) merhamet ve şefkat edin ki, gök ehli de size mer*hamet etsin”; “yaratıklara merhameti olmayana merhamet edilmez”; “büyüklerimize saygı göstermeyen ve küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir” şeklindeki çarpıcı beyanları, bu konuda yeterince önemlidir. Zaten Efendimiz (s.a.s.), bizzat arkadaşları arasında, aile fertlerine ve bilhassa çocuklara karşı şefkatte en ileri olarak tanınmaktaydı.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Çocuklarla haşir-neşir olma
Fethullah Gülen, yuvada anne-babanın çocuklarına davranma şekli ve onların eğitimi konusunda bir adım daha atarak, “anne-baba, çocukların içinde ve yanında bulunmalı, onların psikolojik durumlarını kavramalı, tepkilerini, alınganlıklarını görebilmek için onlarla haşır-neşir olmalıdır” der ve ardından, bu hususun açıklanmasına geçer.
Gülen’e göre, her anne ve babanın, hayatlarının belli bir bölümünü çocuklarına ayırmaları ve bu süre içinde onlarla düşüp kalkmaları, tıpkı büyük insanlarmış gibi onların meseleleriyle ilgilenmeleri ve hattâ onların, o basit dünyaları içinde önem verdikleri oyun, eğlence ve diğer meşgalelerini titizlikle takibe koyulmaları, yatma ve uygunsuz bulunma saatlerinin dışında, yatak odalarına kadar, her yere rahatça girip çıkmalarına izin vermeleri, onlarda şahsiyetin oluşumu ve kendilerinden beklenen bir kısım şeylerin alınabilmesi için oldukça gereklidir. Aksine, onların özel dünyalarına girmeden, onları insan yerine koymadan ne sosyal kişilik kazanabilmeleri, ne de terbiye adına onlardan bir şeyler alınması asla söz konusu olabilir. Onlara söz geçirmenin ve hükmetmenin yolu, onları insan yerine koyma ve onlarla haşir-neşir olmaya bağlıdır.
Gülen, bu mevzuda, şu hususlara titizlikle riayet edilmesi gerektiği inancındadır:
· Yanlarına uğranıldığında ve ayrılırken (selâm) verilmesi;
· Evin içinde, kendilerine oda, yatak ve dolap gibi hususi bir yer ve bazı şeylerin tahsis edilmesi;
· Onların kendi seviyelerindeki iş ve eğlencelerinin, yürekten, fakat seviyeli olarak takip edilmesi;
· Büyüklere yapıldığı gibi, sık sık hâl ve hatırlarının sorulması;
· Hastalandıklarında ziyaret edilerek, dertlerinin paylaşılması ve teselli edilmeleri;
· Yer yer kucağa alınmaları, öpülmeleri ve hattâ başlarda, omuzlarda gezdirilmeleri;
· Hoşlarına gidecek güzel ve tatlı isimler takılması ve bu isimlerle çağırılmaları; bu isimlerin, bilhassa onlarda yiğitlik ve kahramanlık hislerini uyaracak şekilde seçilmesi;
· Meşrû dairedeki, özellikle ilerdeki hayatlarına esas teşkil edecek olan oyun ve eğlencelerinde serbest bırakılmaları ve hattâ bilmedikleri bazı şeylerin öğretilmesiyle kendilerine yardımda bulunulması ve bunlar gibi daha bir çok şey...
Ailenin sıhhat ve denge şartları
Fethullah Gülen, sıhhatli ve dengeli bir aile için de şu noktalara dikkat çeker:
· Anne-baba, birbirlerine karşı hak ve vazifelerinde, münasebet ve davranışlarında tam açıklık ve uyum içinde bulunmalıdırlar. Anne-babanın, birbirlerine karşı her olumlu tutum ve davranışı, çocukların irfan dağarcığına atılmış eşsiz bir elmas mahiyetindedir. Mevsimi geldiği zaman çocuk, dağarcığı açar, elması çıkarır ve değerlendirir. Aksine, ebeveynin her huysuzluğu da, onların masum dimağlarında simsiyah bir çizgi olarak kalır gider, onları menfi tanıtan ve küçük gösteren siyah bir çizgi...
· Aile fertleri, her halükârda bir reisin etrafında toplanmalı ve onu o haneye ait işlerde merci kabul etmelidirler. Böyle bir davranış, yuvada itaat düşüncesinin yerleşmesine, birlik ve düzenin sağlanmasına yardımcı olur.
· Evin reisi, bütün aile fertlerine ve bilhassa küçüklere karşı yumuşak, lütufkâr, onların hizmetinde ve onları sevindirecek davranışlar içinde bulunmalıdır. Reisin, kendine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmesi, ona karşı aile fertlerini yumuşatacağı gibi, onun idarî işlerini de bir hayli kolaylaştıracaktır.
· Aile reisi, örf ve âdetler gereğince ve imkânları nisbetinde, onlara hediyeler almalı ve alamadığı zaman da, neden almadığını, onların içinde herhangi bir kuşkuya meydan bırakmayacak şekilde izah etmelidir. Yoksa, onlardan bazılarının içinde büyüme istidadını gösteren bu rahatsızlık, onulmaz bir ailevî hastalığa dönüşebilir.
· Reisin, eve ait bazı işlerde hanımına ve çocuklarına yardımcı olması, her ne kadar, kendine ait işlerin yanında bir külfet ise de, her an aile içindeki ağırlığını koruması ve istikbalin yuvalarını kuracak olan çocuklara ders verilmesi bakımından oldukça mühimdir.
· Aile fertleri, birbirlerine karşı çok saygılı ve terbiyeli davranmalıdırlar. Böyle hareket, ister istemez çocuklara da tesir eder ve onların dışa karşı münasebetlerini seviyeli kılar. Bundan başka, sıra onlara geldiği zaman, onlar da, teşkil ettikleri hanelerde birbirlerine karşı kibar ve efendi olmağa çalışırlar. Daha çocukluk çağlarında, kalp ve ruhlarına yerleştirilen bir hususu hayata intikal ettirirken, riya ve suniliğe girmeleri düşünülemez.
· Anne-babanın kendi anne ve babalarına karşı gösterecekleri hürmet ve tazim, çocuklar için en büyük terbiye dersi olacaktır. Modern yuva, dede ve nineye kendi içinde barınma hakkı tanımadığı için, günümüzün çocukları bu noktada talihsiz ve nasipsiz sayılırlar.
Keşke yuvalarımızı onları da barındıracak şekilde ayarlayıp, dede ve ninelere torunlarını sevme imkânını ve kendimize de, anne ve babalarımıza hizmet etme ortamını hazırlayabilseydik. Heyhat! Bir tarafta, bakım-görüme muhtaç ve çocuk sevgisine susamış dedeler ve nineler; beri tarafta da, bütün hayatı tek başına omuzlamaya çalışan toy babalar ve görüp gözetilmeden mahrum bedbaht yavrular...
Şurası bir kere daha hatırlanmalıdır ki, yuvanın emniyet ve huzur verici olması, içinde teati edilen karşılıklı his alış verişine bağlıdır. Büyükler, sevecek ve şefkat edecek; küçükler de hürmet ve saygıda bulunacaklar... Anne-baba, hep sever ve şefkat eder; çocuk ise, daha çok bir vazife ve sorumluluk şuuru içinde, ebeveynine hürmetli ve saygılı olmağa çalışır. İnsanda hizmet ve vazife şuurunun gelişmesi, uzun temrinlere (egzersiz) bağlıdır. Çocuk, elli defa baba ve anneye nasıl itaat ve hürmet edilmesi lâzım geldiğini görmelidir ki, onu kavrasın, hazmetsin ve yaşayabilsin. Yoksa, pratiği olmayan mücerret telkinlerle beklenen neticeyi almak oldukça zor, hattâ bazı durumlarda imkânsızdır.
· Yuva içindeki bütün işler ve bilhassa çocuğun bakım ve görümüyle alâkalı olanları, önceden tanzim edilip, sonra bir program dahilinde yürütülmelidir. Bu hususta, özetle şunlar söylenebilir:
· Yatıp kalkma ve yeme içmenin düzene sokulması.
· Okuma, düşünme, çalışma ve çocuklarla meşgul olma saatlerinin tanzim edilmesi.
· Çocuğun okul, sokak ve arkadaşlarıyla geçirdiği zamanlardaki durumunu görüp incelemeye harcanacak vaktin belirlenmesi.
Yiyip içme ve yatıp kalkma düzene konmamış bir evde, ne bugün, ne de yarın verimli çalışmadan, istirahat ve sıhhatten bahsetmeye imkân vardır. Evet, fertleri vakitli vakitsiz yatıp kalkan bir ailede, istirahat saatleriyle meşguliyet saatleri iç içe girdiği için, hem istirahat bozulmuş olur, hem de çalışmalar neticesiz ve semeresiz kalır. Birinin yatma saatini öbürü, berikinin çalışma saatini de diğeri ihlâl edince, o evde hiçbir şey yapmaya imkân kalmaz...
Bu bakımdan, çocukların, kendilerine en uygun saatte yatırılmaları, soğuk-sıcak hesaba katılarak, uygun vakitlerde dışarıya çıkarılmaları ve her gün onlarla meşgul olmaya ayrılan saatlerin, onların yanında ve onların terbiyesinde geçirilmesi zaruridir.
Onlara karşı muvaffak olmanın çok mühim bir yolu, sevgi, disiplin ve prensip üçlüsünden meydana gelmektedir. Bu yol, insanlara kadar uzanan, kâinat çapındaki İlahî ahlâk ve fıtrat yoludur. Bu itibarla, bu yolda yürüyen anne ve babalar rahat ve emniyetli, toplum da mesut ve huzurludur.
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Öğrenme çağı ve öğretme
Fethullah Gülen, anne-babanın çocuğun öğretimi konusunda nasıl davranması gerektiği konusunda ise şu mütalâalarda bulunur:
Çocuğun, maddî, manevî donatımı iki şekilde yapılabilir:
1. Onu öğrenmeye mecbur tutmadan, ailenin hâl ve dil yoluyla onun duygularına takdim ettiği derslerdir ki, çocuk bunları farkına varmadan, havayı teneffüs ettiği gibi teneffüs eder.
2. Onu öğrenmeye mecbur tutarak, her yaş için gerekli usûl ve metotlarla, onun daha evvel gördüğü ve görmediği şeylerin belletilmesidir ki, bu şıkta ona vermeyi planladığımız şeyler, daha çok hazırlanıp önüne konan yemeklere benzer.
Birinci şıkta, anne ve baba, gönülden bağlı bulundukları en ideal hayat tarzını, gergef işler gibi yaşar, anlatır ve gösterirler. Böylece çocuk, alacağını alır. İkinci şıkta ise, her yaş ve seviye için verilecek şeylerin hazırlanması, hattâ komprime haline getirilmesi; takdim usûlü ve takdimde kullanılacak dil, her birerleri başlıbaşına birer mevzudur ve hepsine riayet edilmesi gerekmektedir.
Çocuğun, eşya ve hadiseler karşısında uyarılarak, bir kısım şeyleri öğrenmeye mecbur tutulduğu bu dönemde okul da devreye girer ve ailenin yanında yerini alır. Bunun tabiî bir neticesi olarak da, ailenin vazifesi ikileşir: 1. Yuvada çocuğu görüp gözetme. 2. Onun okuldaki durumunu kontrol etme... Her iki vazife de çok mühimdir ve hususi titizlik ister. Zira, o güne kadar yavruya verilen şeyler hassasiyetle korunmaz ve yaş farkıyla, kazanılan idrake göre yeni şeyler ilâve edilmezse, çocuğun hiçbir işe yaramayacak şekilde bozulup gitmesi kuvvetle muhtemeldir.
Evet, yuva her güzel şeyin özünü bir tohum gibi onun ruhuna ektikten sonra, okul, bu ilk merhalenin tamamlayıcısı, geliştiricisi ve koruyucusu olmalıdır. Aksi halde, yuvadaki bütün gayretler boşa gideceği gibi, dün verilenlerin bugünkülerle çelişmesi, çocuğu bütün bütün şaşkına çevirecektir.
Çocuğa verilecek ilk dersler
Fethullah Gülen, yuvada çocuğa verilmesi gereken ilk derslerin, ona sağlam karakter kazandıracak ve toplumun yararlı bir mensubu olacak şekilde, Yüce Yaratıcı’ya iman ve saygı, O’nu bize anlatan hakikat erlerine hürmet ve minnet, anneye, babaya iyilik, insanlara sevgi ve alâka, dili iyi kullanma, vatana millete bağlılık ve millî değerler olması gerektiğini belirtir. Ona göre bunlar, çocuğun duygu ve düşünce atmosferini çepeçevre sarmalı, çocuk her lâhza bunları teneffüs etmeli ve aile fertleri durmadan bunları solumalıdır.
Gülen, yuvada ve okulda ilk olarak bu dersleri alacak çocuğa bu temeller üzerinde sosyal kişilik kazandırılması ve buna ek olarak, içinde yaşadığı devrin şartları içinde, onun ilimler adına inkılâpçı bir yapıya kavuşturulması, daha doğrusu sürekli bir dirilişle hep yeni ve hep taze bir anlayışa ulaştırılması ve orada korunması; sonra da, bu noktadan hareketle, sanat, ticaret, ziraat, ilim ve teknik gibi meselelere alıştırılması, adapte edilmesi gerektiği düşüncesindedir.
Gülen’e göre, bir toplumun güven içinde yaşayabilmesi, geçmişi geleceğe bağlayarak, yeni yeni çok boyutlu dünyalar kurabilmesi, ancak bu ilk esaslarla mümkün olacak, bu hususlardan birinde gösterdiği ihmal nisbetinde de – belli bir sahada çok ileri gitse bile – kendi ayakları üstünde varlığını koruyabilmesi zorlaşacaktır. Evet, bir toplumun âhenk içinde ve sürekli olarak varlığını sürdürmesi inanç ve ibadete, inanç ve ibadetin yanında sanat, ticaret, sanayi ve ziraata, bunların yanında da devletler arası dünya dengesinde yerini alma gayret ve çabasına bağlıdır.
Fethullah Gülen, bu derslerin de, anlatmak kadar bizzat yaşanılarak verilmesi gerektiği inancındadır: “Evet, hiçbir ders, yuvadan alınan bu samimi öğütler kadar tesirli olamaz. Elverir ki, bu derste hâl ve dil yanyana gelsin ve anlatılmak istenen şey gönülden ve devamlı olsun. Evet, hangi ders, kâinattaki baş döndürücü nizam ve âhengi anlattıktan sonra, hayret içinde iki büklüm olmak kadar ona tesir edebilir? Ve hangi ders, Yüce Yaratıcı’nın, çilekeş elçilerini anlattıktan sonra iki damla gözyaşı dökme kadar onun üzerinde silinmeyen iz bırakabilir?”
Eğitim-öğretimde inancın yeri
Eğitim-öğretimde inancın yerine bilhassa dikkat çeken Fethullah Gülen, bu konuda, “inanç, bir milleti olgunlaştıran ve sonra da ona devamlılık kazandıran en mühim bir unsurdur. Bir toplum, bütün meselelerini imanla yoğurup imanla şekillendirip ve sağlam inanç kaideleri üzerine oturttuğu nisbette istikrarlı ve gelecekten ümitli olabilir. Aksine, inançsızlığı nisbetinde de sıkıntı ve buhranlar içinde kıvranır durur ve belki de, Allah korusun, tarihten silinip gider. Bu itibarla deyebiliriz ki, eğitim ve öğretimin fertler ve toplumun üzerindeki tesiri, o eğitim ve öğretim içinde inanca verilen yerle doğru orantılıdır” der.
Fethullah Gülen’e göre, insan, Yaratıcısını tanımaz, ona itimat edip dayanmazsa, son derece aciz ve zayıf, fevkalâde muhtaç ve fakir, bir sürü musibete maruz elemli, kederli ve alâka peyda ettiği bütün sevdiklerinden her an ayrılma ızdırabını çeken, sonra da tek başına, kendi kaderiyle, kabrin karanlıklarına gömülen bir varlıktır. O, sırtına ve başına yüklediği dünyalar kadar ağır yükler altında ezile ezile cehennemî azaplar çeker. Bu acıklı hâl ve dehşetli manevî azabı duymamak için hislerini iptal edip kendini sarhoşluğa vermesi ise, ne acı ve ızdıraplıdır!
Daha sonra, inancın insana kazandıracakları üzerinde duran Gülen, şunları söyler:
İnanç yolu ise, insanı huzura, doygunluğa ve ruh âleminde cennetlere ulaştırır. Dünyayı bir misafirhane, varlıkları, Yüce Yaratıcı’nın İsimleri’nin aynaları ve bütün İlahî sanatları her vakit tazelenen birer mektup, birer name gören kimse, yok olup gitmeğe mahkûm, fani şeylerin her zaman gönlünü yaralamasına karşılık, varlığıyla huzura erdiği Zât’ın mevcudiyetini düşünerek o yaraları tedavi eder ve karanlık vehimlerden kurtulur. Evet, böyle birinin nazarında ölüm ve ecel, öbür âlemdeki ahbaba kavuşmanın başlangıcı ve asıl vatana bir seyahattir.
Demek ki, hayatın zevk ve lezzetini arayanlar, onu imanla donatılmış kalplerle aramalı ve kulluk sorumluluklarını yerine getirme temelinde takip etmelidirler. Yoksa, bu dairenin dışında zevk ve lezzet arayanlar – kendilerini aldatacak bir kısım şeyler bulsalar bile – ızdıraptan ızdıraba düşecek ve bu dünyaya geldiklerine bin pişman olacaklardır. Bu itibarla, “kim dünya hayatını esas maksat yaparak, kendini fani şeylerin kucağına atacak olursa, görünüşte bir cennet içinde dahi bulunsa, manen cehennemdedir. Ve aksine kim de, ciddi olarak ebedî hayata yönelirse, dünyası çok fena ve sıkıntılı da olsa, burayı, öbür âlemi bekleme salonu gördüğünden, huzurlu, ümitli ve mesuttur.
Bunun içindir ki, her şey gibi eğitim ve öğretim de, inanç ve kalbin kuvvetine dayandığı sürece verimli ve semereli olsa bile, inançsızlık, kalbî ve ruhî tatminsizlik içinde verilmek istenen eğitim ve öğretimin faydalı olacağını iddia etmek oldukça zordur. Evet, böyle inkârcılar, kural tanımaz gönüllerine esen her fenalığı yapacak, her kötülüğe girecek ve zapt u rapt altına alamadıkları nefisleriyle hiçbir kötülükten geri kalmayacaklarından ötürü, iyi, güzel ve doğru adına onlara bir şey anlatmak mümkün olmayacaktır.
Bunun gibi, yuvanın emniyet ve huzuru, köy, kasaba ve şehirlerin asayiş ve sükûneti, sadece ve sadece kalbi ve ruhu itibariyle yetişmiş, Allah’a ve âhirete inanmış nesiller sayesinde mümkündür. Evet:
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”