Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
ZEVK, ATAŞ
Bir şeyden hoşlanma, haz duyma, cümbüş ve eğlence mâ*nâlarına gelen “zevk”, sofîye ıstılahında, ilâhî tecellîlerin ilk esin*ti*leri ve şuhûd ufkunun yer yer zuhûr eden vâridlerindendir ki, “bevârik-i mütevâliye” de diyebileceğimiz ilâhî ışık tayflarının Hakk’ın kenzen bilindiği kalbi sarmasıdır.. ve doğruyu eğriden tefrik etmenin de birinci konağıdır. Meâliye iştiyak ve davranış safveti bu konakta konaklamanın pasaportu ve vizesi sayılabilir.
Allah’la kalbî muamele, vefa çizgisinde cereyan ettiği sü*rece, “şürb” kelimesiyle de ifade edebileceğimiz zevk-i ruhânî, sâkîsiz, kâsesiz kalbin enginliklerinde duyulmaya başlar ve hak yolcusu, dünyevî kıstaslarımız açısından derecesine göre mest ü mahmûr hâle gelir. Sürekli “zevk” sürekli “şürb”e, sürekli şürb de susama mânâsına gelen sürekli “ataş”a sâik olur; olur da sâlik ruhunda hep yanmaları kanmalarla beraber duyar ve
“Ey sâkî aşkın oduna
Yandıkça yandım bir su ver.”
(Gedâî)
der, dolaşır. Öyle ki, hak yolcusu, O’na karşı her an artan arzu ve iştiyakla, zevki hasretle, doymayı da açlıkla beraber hisseder ve aralanan kapının ardına kadar açılması sevdasıyla yanar tu*tuşur. Tabiî, böyle bir yolcu için artık, mazhar olduğu bu tecel*lîlerin inkıtâı bir imsak, yeniden zuhûru da bir iftar hâlini alır; alır da o, sık sık
“Ver şarab-ı aynemâ’dan vakit iftardır bu dem,
Ma’mur eyle bu harâbı lutf-i izhardır bu dem”
(Muhammed Lütfî)
der ve hep beklentilerini mırıldanır.
Bir diğer yaklaşımla ataş, o Biricik Maksûd’u talep ve özle*mede öyle bir iştiyak ve hırstır ki, sevgiyle coşan sâlikin sînesi magmalar gibi ateşlerle köpürürken, gözleri وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ ’la tül*lenen bulutlarda “Ciğerim kebap oldu, ahıma iltifat yok mu?” der, sızlar; sızlar zira, müştak cismâniyet fanusunda mahsur kal*dığı sürece, Mahbub-u Hakikî tam tecellî etmez. Bu itibarla da, berzahta sayılan müştakın susuzluğu, onu cayır cayır yakacak şekilde arttıkça artar.. bu ruhânî zevk ve ataşı şu beyitler ne hoş ifade eder;
دِيـدَار مِي نُمَايى و پَرهيز مِيكُني بازَارِ خِويش وآتَشِ ما تيِز مِيكُني
.............................. .............................. ..
أُشَاهِدُ مَنْ أَهْوَى بِغَيْرِ وَسِيلَةٍ فَيَلْحَقُنِي شَأْنٌ أَضِلُّ طَرِيقًا
يُـؤَجِّـجُ نَـارًا ثُمَّ يُـطْـفِي بِرَشَّةٍ لِذَاكَ تَرَانِي مُحْرَقًا وَغَرِيقًا
“Cemal gösterir, sonra da görünmeden sakınırsın. Böylece hem kendi pazarını hem de bizim ateşimizi kızıştırırsın. Beni baştan çıkaran sevgiliyi gördükçe bana öyle bir hâl olur ki, yo*lumu şaşırırım. O önce beni ateşlere yakar; sonra da bir su ser*pintisiyle söndürür.. onun için beni hem ateşlere yanmış, hem de suya garkolmuş görürsün.” (Gülistan). Bir başka zaviyeden zevk, acı-tatlı yanlarıyla, lisan, beden ve diğer uzuvlarla duyulup hissedildiği gibi kalb ve vicdanla da duyulup hissedilir. Allah Rasûlü:
ذاقَ طَعْمَ الإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ باللهِ رَبًّا وَبالإِسْلاَمِ دِينًا وَبمُحَمَّدٍ -صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- رَسُولاً
“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber o*la*rak da Hz. Muhammed aleyhisselâmdan hoşnut olan imanın tadını zevk etmiş olur.”(Müslim, Tirmizi) sözleriyle bu ruhânî hazza işaret buyu*rurlar. Vâkıa O, bu ledûnnî zevki bazen cismanî zevkleri anlatan kelimelerle de ifade etmiştir ki, Ashâb-ı Kirâm’ı savm-ı visalden menettiği yerde: إِنِّي لَسْتُ كَهَيْئَتِكُمْ إِنِّي أُطْعَمُ وَأُسْقى “Ben sizin gibi de*ğilim; ben yedirilip içiriliyorum.”(Buhari, Müslim) derken böyle bir üslûp kul*lanmıştır. Ne var ki, kalbî ve ruhî hayat açısından söz konusu o*lan zevkin ruhânî olanıdır ve “vecd”e göre de süreklilik ifade eder; eder de, kalb ve ruhu her zaman ayrı bir televvünle bes*ler. Yerinde de geçtiği üzere vecd ve heyman ise, hususî tecellî*lerle, bazı ahvâle ait vâridlerdir ki, göz kamaştırıcılığına rağmen sâlikin mübtediliği ölçüsünde ve onun havsalasıyla mebsuten mütenasip (doğru orantılı) olarak zuhûr eder.
Zevk; temel kaynakları itibarıyla da farklı farklıdır. İman, tas*dik ve taate karşılık Cenâb-ı Hakk’ın, Cennet, ebediyet ve rü’yet gibi her biri, dünya hayatının binlerce senesini aşan fâiki*yeti cihetiyle, O’nun vaatlerinde halâvet ayrı bir zevk ufku.. in*san vicdanının, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî bütün lezzet*ler*den sıyrılarak “üns billâh” ufkuna yönelip sürekli O’nunla hem*hâl olması ayrı bir haz buudu.. kurb-u mutlak’a mazhari*yetle –bütünüyle terk-i enâniyet mânâsına– kendinden uzaklaşa*rak sadece O’nu görme, O’nu duyma, O’nu bilme zir*vesine yükse*lerek “bekâ billâh-maallah”ın temâdi eden zevkle*rini duymak ayrı bir halâvet şâhikasıdır.. evet herkes, imanı, tas*diki, mârifeti ve ledünnîliği ölçüsünde ruhânî zevklerden “hissemend” olur.
Cismanî zevkler, doyma noktasına ulaşınca, insanda onlara karşı bir alâkasızlık meydana gelmesine mukabil, ruhânî zevk*lerde sürekli bir ataş (susuzluk) hâli yaşanır. Buna; hiç eksilme*yen bir zevkle içtikçe içme arzusu da diyebiliriz. Öyle ki sâlik, mürşid-i kâmilin söz ve davranışlarıyla onun ruhuna boşalttığı ilâhî mevhibelere karşı “daha yok mu?” diyerek her zaman yol*da ve tetikte olma hâli ve vicdanın mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî adına nâmütenâhiye açılma keyfiyetidir ki, böyle bir vic*dan, daha doğrusu onun en birinci rüknü olan kalb, kurb-u mut*lak’a ulaşacağı âna kadar sürekli “Sen’i Sen’i!” der-du*rur.. gün gelip de bütün bütün cismâniyet hapsinden kurtularak, bedenin ağırlıklarından sıyrılır.. kalb ve ruhun semâlarında, za*man ve mekân-üstü olma mazhariyetiyle, hemen her lâhza ataş ve şürb arası gelir-gider ve aralanan kapıların ardına kadar açıl*masını intizar etmeye başlar.
Bir de mürid ve sâlik, murad ve mahbub hâline geliverince artık O’nun ziyâsıyla nûrlanır.. O’nun boyasıyla boyanır.. der*ken “Sübühât-ı Vech”in mâsivayı bütün bütün yakıp kül etme*siyle varlığın gerçek mahiyeti zuhûr eder; değişik ahvâl ve televvünler aşılarak, her lâhza “Muhavvilü’l-ahvâl, Kesîru’n-ne*vâl, Hâliku cemii’l-ef’âl” ünvanıyla, “bî kem u keyf” Zât-ı Vâ*hid-i Ehad duyulup hissedilmeye başlar ki, Hz. Mevlânâ aşağı*daki mısralarıyla bu ufka işaret eder:
شَرَابِي خُور كه جَامَشْ رُويي يَارَستْ بيَاله جَشم مَست بَادَه خَوارَستْ
شَــرَابِـي خــور زِجــام وَجْــه بَــاقِــي {سَقَاهُمْ رَبُّهُمْ} اوُ رَاسـتْ سَـاقِـي
ظُهُور آنْ مَـىْ بُودْ كَز لوث هَـسْتـي تُـرابَــاكي دِهَــدْ دَرْوَقْـتِ مَـسْـتِـي
زَهي شَربت زهي لـذت زهـي ذوق زهي دولت زهي حيرت زهي شوق
“Bir şarap iç ki, kâsesi yârin yüzü, kadehi de bâde ile mest olanların gözü olsun. Vech-i Bâkî bardağından bir şarap iç ki, sâkîsi, ‘Rableri onlara şarab-ı tahûr içirdi.’ (hakikatiyle mermuz zât) olsun. İşte o mey’in zuhûru sana, mestlik vaktinde cismâni*yet pisliğinden paklık kazandırır. Bu ne garip şerbet, bu ne tuhaf lezzet, bu ne güzel zevk, bu ne acip devlet, bu ne müt*hiş hayret, bu ne garip şevk.!”
Bir başkası da bu makam münasebetiyle duygularını;
“Bak, وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ ’den cümle ebrâr oldu mest,
Ol Celâl-i Layezâl’den yedi, dört, beş hepsi mest”
mısralarıyla dile getirir ve şarab-ı aynemâ’yı kalblerimizin du*daklarında dolaştırır gibi olur...
اَللهُمَّ اسْقِنَا مِنْ شَرَابِ حُبِّكَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الْمَحْبُوبينَ،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا سَيِّدِ الْمَحْبُوبينَ وَعَلى الِهِ وَأَصْحَابهِ الْمَقْبُولينَ.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
KALAK
Bulunduğu yer ve olduğu hâlden sıkılma, içinde bulunduğu kafesten sıkılma ve esaretten rahatsızlık duyma hâli diyeceğimiz kalak; âbidin, Cennet’e olan iştiyakının ötesinde, ârifin, mârifet hislerinden daha derince ve muhibbin sabrını yakıp kül eden öyle bir kara sevdadır ki; bu sevdaya tutulan sâlikin, kalbinin u*fuklarında sürekli vuslat şuaları çakar-durur ve sînesi her za*man وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ “Allah’ın hoşnutluğu en büyük olandır.” mü*lâ*hazasıyla atar.
Seyyidina Hazreti Mûsâ, vuslat arzusuyla, sabrın yanıp kül olduğu böyle bir kalak faslını: وَعَجلْتُ إِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضى “Rızânı he*defleyerek Sana ulaşmak için acele ettim” sözleriyle ifade eder ve şevk konsantrasyonu içinde bulunan helecan, heyecan ve iş*ti*yak-ı fevkalâdesini dile getirir.
Bir de mecazî aşklarda, mahbubun başkaları tarafından da sevilebileceği endişesiyle meydana gelen kalak vardır ki Câmî, onu;
هَر كِه گُويَد عَاشِقَم آتش فُتَد دَر جَانِ مَن،
زَان كِه مِى تَرسَم كِه بَاشَدْ عَاشِقِ جَانَانِ مَن
“Biri ‘âşığım’ deyince cânıma ateş düşer; zira korkarım o be*nim cânânıma âşıktır.” sözleriyle ifade eder. Kalak adına böy*le bir mülâhaza, tasavvuf düşüncesindeki kalakla karıştırılma*ma*lıdır. Bu yolun acısı da, tatlısı da O’ndandır ve O’nun içindir. Bundan dolayı da, hak yolcusunun, duyduğu her acı, şeker-şer*bet, hissettiği lezzetler de aynı kevserdir.
Şevk ve iştiyak, sabır sınırlarını zorlamaya başladığı andan itibaren, gönülde vuslat arzusundan başka ne varsa silinir-gider.. hatta muhabbet ve aşk dahi belli ölçüde mülâhazadan dü*şer.. ve derecesine göre:
a- Varlık kendi dalga boylarıyla müştakı sıkmaya başlar; başlar ve yer yer halvet arzusuna kapılır, zaman zaman da ölüp gerçek vuslatı duyma iştiyakıyla yanar-tutuşur. Hem öyle bir ya*nar-tutuşur ki, gayri O’ndan başka gözü hiçbir şeyi görmez olur.
b- Müştak, cismaniyet ve bedene rağmen, kalbî ve ruhî ha*yatla öyle bir şahlanır ki, artık akıl onu frenleyemez, irade de yön*lendiremez olur; olur da tefrik ve temyiz gerektiren işlerde bile iltibastan kurtulamaz. Dudaklarından sık sık:
“Öyle bilmezdim ben kendimi
O ben miyim ya ben O mu?”
dökülür ve ibadet ü taat bir yana, dünyevî işlerde dahi hep şu*hûd ufuklarında dolaşır.
c- Kalak kahramanına hicab, belli ölçüde aralanıp da, hal*vet yolunun belirli-belirsiz görülüp hissedilmesiyle onda öyle bir mâverâîlik meydana gelir ki, gayri bundan sonra o, bir daha kur*tulamayacağı ateşin pençesine düşer ve Mahbub-u Ha*kîki’ye vuslattan başka her şeye karşı kapanır. Artık o, muhib ol*duğu aynı anda mahbubdur; mürid olduğu aynı anda muraddır ve arandığı aynı anda da aranandır.
Allah Rasûlü’nün vahiyle tanışmadan önceki hâli, tabiî ken*di gelişme ve terakkisi içinde, kalağın ilk iki nev’ine ircâ edile*bilir ki, Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin konuyla alâkalı, uzunca bir manzumesinden iktibas ettiğimiz şu dupduru beyit*ler, bu hu*susu fevkalâde bir selâsetle ifade ederler:
“Nedendir ki ahzân içinde sürersin vâhid?
Nedendir mübarek zamirinde vardır melâl?
.............................. .............................. .............................. .
Cevap vermeyip bunlara tuttu gitti gerû,
Varıp halvetine yine eyledi intikâl..
.............................. .............................. .............................. .
Dedi: kalb müştâk, nefsim eder ihtirâk,
Gözümden akar yaş nedir Hâkim uş Lâyezâl?..
Karârım çû selb oldu, hiç tâkâtım kalmadı;
Ne kılsın dilâram, çû cânımda yoktur mecâl.
.............................. .............................. .............................. .
Çıkıp dağa yüzünü turâba koydu secdede,
Tazarru edip ağladı, dedi: Ey Bî Zevâl!
Melekler görüp sızladı, hûr-i în döktü yaş
Ki İlâhî Habibin elif kâmetin kıldı “dâl”...
Bilâl-i Habeşî ve diğer Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin de bu mülâhazayı ifade eder güzel sözleri vardır:
غَدًا أَلْقَى الأحِبَّةَ مُحَمَّدًا وَصَحْبَهُ “Yarın ben dostlara; Hazreti Mu*hammed ve Ashâbına kavuşacağım.” (Müsned) sözleri sadece onlar*dan bir tanesi.
Kalakın zirvedeki sultanı da yine Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’dır ki; dünya bütün ihtişam ve debdebesiyle ayağının u*cuna kadar geldiği bir dönemde O, vazifesini bitirmiş ve iştiya*kını ifade etme kertesine gelmiş ulaşılmaz bir Şâhika İnsan ola*rak; (Buhari, Muslim)اَللهُمَّ الرَّفِيقَ الأعْلى diyerek mahbubiyet makamının gereğini ye*rine getirme arzusuyla bütün bütün Mahbub-u Mutlak’a yö*nelir ve nüzûller, urûclar silsilesinin son halkasını mahbubiyet ve Muhammediyet’in mahviyet ve Ahmediyet’e intikaliyle nokta*lar.
عَلَيْهِ وَعَلى الِهِ أَكْمَلُ التَّحَايَا مِلْءَ السَّموَاتِ وَمِلْءَ الأرْضِ.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
GAYRET
Çalışıp-çabalama, ırz, namus, şeref ve itibarın korunması mevzuunda hassas davranma mânâlarına gelen gayret; mukaddes ve münezzeh ilâhî gayretin ifadesi olan yasaklara karşı du*yarlı olmayı ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı, Cenâb-ı Hakk’ın, kullarını temiz tutması, koruyup-kollaması adına gay*reti sayarak, lâakal bir mütekâbiliyet mülâhazasıyla, olabildi*ğin*ce titiz davranmaktır ki, esası bazı ilâhî isim ve sıfatlara da*yanan bir huluk-ı Rabbânîdir.
Bu önemli hususu tembih sadedinde Allah Rasûlü (s.a.s.): “Sa’d’ın gayretine mi hayret? Ben Sa’d’dan daha gayûrum, Al*lah da benden...” buyururlar ki; aslı, Allah’ın sevip-hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip; hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Zât-ı Vaci*bü’l-Vücûd’un, esmâ, sıfât ve zâtını gönülden sevmek, sevmekle de kalmayıp O’nun herkes tarafından sevilmesi gay*reti içinde bulunmak ve Rabb’iyle olan münasebetlerini dünya ve ukbâda her şeye tercih etmek şeklinde hulâsa edebiliriz. Bil*hassa, bu son noktayı hatırlatma adına bir hak dostunun, şu heyecan do*lu duyguları oldukça manidar sayılır:
Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan,
Sözümüz cümle heman kıssâ-i cânân olsa..!
Gayret, açık-kapalı münkerâta karşı bir tavır ve ilâhî gayre*tin bir uzantısı ise, ona Allah ahlâkıyla tahalluk etmenin bir te*levvünü nazarıyla da bakılabilir. Hazreti Lisan-ı Hakikat:
مَا أَحَدٌ أَغْيَرُ مِنَ اللهِ وَمِنْ غَيْرَتِهِ حَرَّمَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ
“Allah’tan daha gayûru yoktur; bu gayretindendir ki O, açık-kapalı fuhşiyâtı haram kılmıştır.”(Buhari, Muslim) Diyerek, lâhûtî kayna*ğına dik*kati çekmiş, sonra da:
إِنَّ اللهَ يَغَارُ وَإِنَّ الْمُؤْمِنَ يَغَارُ وَغَيْرَةُ اللهِ أَنْ يَأْتِيَ الْعَبْدُ مَا حُرِّمَ عَلَيْهِ
“Allah gayret tecellîsinde bulunur, mü’min de gayûr davra*nır; Allah’ın gayreti kulun işleyeceği haramlara karşıdır.”(Buhari, Muslim) Fermanıyla, gayretteki mütekâbiliyeti ihtar etmiştir.
Erbab-ı hakikat, gayreti iki şekilde anlamışlardır:
1. Sevgiliye asla rakip ve alternatif kabul etmeme.
2. Sevgiliye tahsis-i nazar edip O’nu sevmede herkesin ö*nünde bulunmaya çalışma.
Her iki şık itibarıyla da, cismâniyete karşı tavır alıp, kalb ve ruh ufkuna yönelmek, kötü huylara karşı savaş ilân edip ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmek ve kendi içimizde kıskançlık öl*çü*sünde O’na âidiyetimizi duymak, bizi hakikî insanlığa taşı*yan esasların başında gelir. Böyle bir mülâhaza aynı zamanda, Ce*nâb-ı Hakk’ın kuluna karşı olan gayretine de bir cevap mahi*ye*tindedir. Allah’ın kuluna karşı gayreti, onu başkalarına bırak*ma*ması, sadece kendine kullukla şereflendirmesi ve onu mev*hum ilâhların fasid vehimleri arasında perişan etmemesi şek*linde anlaşılacaksa, kulun gayreti de: Mevlânâ Câmî’nin:
يَكِي خَواهْ، يَكِي خَوانْ، يَكِي جُويْ، يَكِي بِينْ، يَكِي دَانْ، يَكِي گُويْ
“Yalnız Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil, Bir’i söyle!” mülâhazasıyla, düşünce ve davranışlarında sadece ve sadece O’nu görüp O’nu bilmesi, O’nu arayıp O’na müte*vec*cih olması şeklinde gerçekleşmelidir.
Bazılarına göre ise gayret; sâlikin, sadece O’nunla meşgul olması, O’nunla meşbû bulunması ve en ciddî bir kıskançlık ruh hâletiyle, zevât-ı şahsiyelerinden ötürü başka her şeye karşı bü*tün bütün kapanması şeklinde ifade edilmiştir ki, bir bakıma sabırsızlığın mezmum olmayan kısmından sayılan ve Mahbub’ dan ayrılığa dayanamayıp da âh u efgân içinde hep “Yâr!” de*yip dolaşanların hâli böyle bir gayretin tezahürleri sa*yılmıştır.. ve Mesnevî’nin ilk beyitleri de sanki böyle bir gayret ve hasretin nağmeleri gibidir.. evet Mevlânâ:
بِشنَو ازنَـي چُون حِكَايَت مِيكُنَد، أَزْ جُـدَا يِيها شِـكَايَتْ مِيكُنَد
.............................. .........................
سِينَه خَواهَم شَرحَه شَرحَه اَز فِرَاق، تَـابِگُويَم شَـرحِ دَردِ اشـتِيَاق
هَركَسِي كِه دُور مَا نَد اَز أَصلِ خِوِيش، بَاز جُويَد رُوزگَارِ وَصلِ خِوِيش
“Dinle neyden nasıl hikâye eyler; (durmuş) firaklardan şika*yet eyler..... Ayrılıktan parça parça olmuş sîne isterim ki, ona derd-i iştiyakımı şerhedeyim. Her kim ki kendi aslından u*zak kaldı (o hep) Sevgili’ye vuslat günlerini arar.” diyerek, işte bu hasret ve bu gayreti terennüm eder.
Ayrıca gayretin, erbab-ı gayret’e göre de üç mertebesi var*dır:
1. Âbidlerin gayretidir ki, hayatlarını bir dantela gibi takvâ ve salih amel atkıları üzerinde örer ve ömürlerini bir gergef gibi işlerler. O’nun için olabilme mevzuunda o kadar gayretlidirler ki, yanlış bir iş, önemsiz bir hata ömür boyu onlara vicdan azabı olmaya yeter.
2. Hakk’a dilbeste olmuş sâliklerin gayretidir ki hâlden hâle koşar, muhabbetten zevke yürür, zevkten daha engin iştiyaklara açılır ve gözlerini O’ndan ayırmadan çalışırlar; çalışır ve فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ fehvasınca, her şart ve ahvâlde letâiflerinin ibre*siyle hep Hakk’a müteveccih olur ve gözlerinin içine başka ha*yâl gireceği endişesiyle tir tir titrerler. Gönül dillerinde sürekli: لِي مَعَ اللهِ زَمَانٌ “Benim Allah’la farklı bir zamanım var.”(Keşfu’l-Hafa) mantûkunca kalblerinin koylarında hep o ânı avlamaya çalışır*lar. O’nu görme, O’nu bilme yolunda değerlendirilememiş bir zaman parçasını, zamana karşı en büyük bir saygısızlık ve israf sayarlar.
ذلِكُمْ بمَا كُنْتُمْ تَفْرَحُونَ فِي الأرْضِ بغَيْرِ الْحَقِّ وَبمَا كُنْتُمْ تَمْرَحُونَ
“Bu ceza sizin yeryüzünde haksız yere (küstahlaşıp) ferih-fa*hûr yaşamanız yüzündendir.” hakikatiyle sürekli ürperir ve her lâhza ayrı bir perdede كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الأيَّامِ الْخَالِيَةِ “Geçmiş günlerdeki mahrumiyet (ve fedakârlıklar)a mükâfat o*larak afiyetle yiyin, için.” eltâf-ı Sübhaniye’sini duyarlar.
3. Âriflerin gayretidir ki, her an ayrı bir مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ “Seni hakkıyla bilemedik.” ufkunda dolaşır, tasavvurlar üstü gü*zellikleri temâşâ eder.. gördüklerini bazen kendi gözlerinden bile kıskanırlar. Bazen de, buranın tam bir rasat yeri olmadığına ha*yıflanır ve gözlerinden dert yanar, hatta sırlarına karşı serzenişte bulunur ve titreyen bir ibre gibi karar gününe kadar hep ihtizaz içinde olurlar.
اَللهُمَّ الْعَفْوَ وَالْغَيْرَةَ، اَللهُمَّ إِلى مَا تُحِبُّ وَتَرْضى،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفى.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
VELÂYET
Birinin idaresine verilen şahıs, toplum, memleket veya ülke mânâlarına gelen velâyet; sofiye ıstılahında, sâlikin, nefis ve e*nâniyet cihetiyle fani olması ve Hz. Vâcibü’l-Vücûd’a karşı ya*kınlık kazanması yolunda, üzerinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un hâ*kimiyetini duymasıdır ki; bu seviyeye ulaşan hak yolcusu, ilâhî tevellîye erer, temkine mazhar olur ve kurb ufuklu yaşar. Vilâye*tin mebdeine اَلله وَلِيُّ الَّذِينَ امَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah iman edenlerin muhibbi ve veliyyü’l-emridir, onları (hidâyet ve tevfikiyle) karanlıklardan ışığa çıkarır.” nûrefşân beyanıyla; mün*tehasına da أَلا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “Bil ki Al*lah’ın veli (kul)ları için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.” şerefbahş fermanıyla işaret buyurulur.
Vilâyete mazhar olana “velî” denir ki; bu aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın mübarek isimlerinden biridir. Bu isme tam bir “mâkes-i münevver” ve “mir’ât-ı mücellâ” olmuş veli, “fenâ fil*lâh” ve “bekâ billâh”a da mazhar sayılır. Ancak velînin bu maz*hariyeti onu, Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’dan müstağni kıla*maz. Bilakis, mertebesi ne olursa olsun, bütün hak dostlarının en be*reketli feyiz kaynaklarından biri, hatta vesileliğinin hususi*yeti iti*barıyla birincisi, “mişkât-ı nübüvvet” ve “kevser-i hakikat” olan Hz. Zât-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselâm ve O’na tebaiyettir. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde gayet “net” olarak vur*gulanır ve o menba-ı feyz ve maden-i hakikate dikkatler çekilir. İşte o pürenvâr beyanlardan biri:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ الله فَاتَّبعُونِي يُحْببْكُمُ الله “De ki eğer Allah’ı sevi*yorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...”
“Gülşen-i Râz”da bu gerçek şu renkli ifadelerle dile getirilir:
نَبِـي چُون آفتَاب آمَد وَلِي مَاه مُقَابِل گَردَد اَندَر ”لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌ“
زِ{إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ} يَابَد اُو رَاه بَـخَلوَتـخَانَــهءِ {يُحْبِبْكُمُ اللهُ}
“Nebî güneş, velî de ‘Benim Allah’la öyle bir ânım vardır ki’(Keşfu’l-Hafa) mülâhazasıyla serfiraz olan o güneşe karşı ay gibidir. Velî ancak [Eğer siz onu seviyorsanız]’dan [Allah da sizi sever] hal*vethânesine yol bulur.”
Evet, ay, güneşten nûrunu aldığı gibi, velî de ancak, nebîye uymak suretiyle tenevvür eder.. eder ve Hak ziyâsını aksettiren bir mir’ât-ı mücellâ olur. Bir mânâda bu mülâhaza enbiya için de söz konusudur; bu itibarla da O Sultan-ı enbiyadır.
فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُـمْ كَـوَاكِـبُهَا يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ
وَكُلُّ ايٍ أَتَى الرُّسُـلُ الْكِرَامُ بهَا فَـإِنَّمَـا اتَّـصَلَـتْ مِـنْ نُــورِهِ بـهِمِ
“İnsanlığın İftihar Tablosu, bir fazilet güneşi, onlar da yıldız*lar gibidirler ki, insanlara ışıklarını ancak her yanın karanlığa gö*müldüğü durumlarda izhar ederler. (Aslında) Peygamberân-ı izâm’ın gösterdiği her mucize, Peygamber aleyhissalatü vesselâ*mın nûrunun onlara ittisali sebebiyledir.” Ruhun şâd olsun Bu*sayrî..
Velî kelimesi, ya fail mânâsına gelir; o takdirde, günahlara karşı tavır alan ve ibadet ü taata karşı da dişini sıkıp sabreden; yahut mef’ûl mânâsına hamledilir ki, o zaman da, Cenâb-ı Hakk’ın inâyet, riayet ve hıfzına mazhar olmuş talihli demektir ki; bu izah, bir kudsî hadiste ortaya konan, Allah’la kul arasın*daki zımnî mukavele ile tam uyum arzeder. Üzerinde pek çok durulan bu kudsî hadisin metnini teberrüken kaydetmek istiyo*rum:
إِنَّ الله تَعَالى قَالَ: مَنْ عَادى لِي وَلِيًّا فَقَدْ اذنْتُهُ بالْحَرْبِ. وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ. وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ. فَإِذا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بهَا. وَإِنْ سَأَلَنِي لأعْطِيَنَّهُ وَلَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لأعِيذنَّهُ.
“Allahü Teâlâ buyuruyor ki: “Her kim Benim velîlerimden bir velîye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona îlân-ı harp ede*rim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir şey ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de kulum nafile*ler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gö*ren gözü, tutup yakalayan eli ve yürümesine vasıta olan ayağı olurum (Hâsılı; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğ*rudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye baş*lar). Böylesi bir kul Benden birşey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyânetim altına alırım.”(Buhari)
Bu açıdan hemen her devirde vilâyetin iki önemli buudu üzerinde durulmuş ve bu iki şey bir vahidin iki yanı olarak ka*bul edilmiştir:
1- Sâlikin, kılı kırk yararcasına hukukullaha riayeti.
2- Buna karşılık Cenâb-ı Hakk’ın da onu hıfzına, riayetine ve kelâetine alması.
Bu hıfz u riayet, nebîde mâsumiyet, velîde de mahfûziyet şeklinde tecellî eder.. ve bu iki husus birbirinden farklı şeylerdir.
Evliyâ-yı kirâmın mükerremiyeti muhakkak, kerameti hak; ama her velî için şart değildir. Bir velînin kendi vilâyetini bilip-bilmemesi ihtilaflı olsa da, bir kısım mazhariyetlerinin bulundu*ğunda şüphe yoktur.
İbrahim Ethem bu hususiyetleri: “Kesben olmasa da kalben dünyayı terk etme; bütünüyle Allah’a yönelme ve sürekli O’nun teveccühünü bekleme..”
Yahya b. Muaz: “Üns billâh’a ulaşma yolunda her sıkıntıyı göğüsleme ve her şeye katlanma..”
Bayezid-i Bistâmî: “Onca ibadet ü taat ve kulluktaki fevka*lâde hassasiyetine rağmen, başkaları tarafından bilinme arzu*suna kapılmama...” şeklinde kaydetmişlerdir ki, Harraz’ın ifade*siyle, bu evsafı hâiz olan hak dostuna Cenâb-ı Hakk kendini anma kapılarını aralar.. sâlik, zikirden lezzet almaya başlayınca, Hz. Mezkûr da elinden tutar onu “kurb” zirvesine ulaştırır. Son*ra da vefa ve sadâkatine göre ona “ünsbillah” hil’atini giy*dirir. Ve artık bu zirvede sâlik, sadece O’nu duyar, O’nu düşü*nür, O’nunla oturur-kalkar ve O’ndan ötürü olanların dışında, ağya*ra karşı da tamamen kapanır. Hatta O’ndan gelen ikram ve ih*sanlardan bile mekr olabileceği mülâhazasıyla tir tir titrer. Evet, Peygamber’in peygamberliği ve bu kudsî mazhariyetin bir teza*hürü olan mucizelerini izhar etmesi O’nun misyonunun ge*reği olmasına karşılık, velînin kendini de, kendiyle alâkalı tecel*lîleri de gizlemesi edeptir.
Bu hususu İbnü’l-Arabî şöyle ifade eder:
سَـتـْرُ الْكَرَامَةِ وَاجـبٌ مُـتَحَـقِّـقٌ عِنْدَ الرِّجَالِ فَلاَ تَكُنْ مَخْذُولاً
وَظُهُورُهَا فِي الْمُرْسَلِينَ فَرِيضَةٌ وَبـهَا نُــزِّلَ الْـوَحْــيُ تَـنْـزِيــلاً
“Hak dostları nezdinde kerâmeti gizlemek vaciptir. (Zinhâr izhar edip) mahzül ve rüsvay olma! Peygamberlerin (onların el*leriyle gösterilen harikaları) açıklamaları lâzımdır. (Zira) vahyin gelişinin bu (harika)larla iktirânı vardır.”
Buradaki kerâmet hissî kerâmettir ki, gönüle geleni bilmek.. bazı gaybî şeylerden haber vermek.. tayy-i mekân edip az za*manda çok mesafe almak.. tayy-i zamanla serfirâz olup, kısa bir süre içinde pek çok şey yapmak... gibi harikalar bu türdendir.. ve bu yolun zirve kâmetleri, bu kabîl şeylere yönelmeleri bir yana, “min gayri kasdin” kendilerinden zuhûr edenlerden dahi fevkalâde rahatsızlık duymuşlardır.
Buna mukabil bir de; dinin ruhuna vukuf.. mekârim-i ah*lâka muvaffakiyet.. hukukullah ve hukuk-u ibâda olabildiğince riayet.. bildikleriyle amel ve bereket.. mârifette yakîn, amelde ihlâs, ibadet ve muamelâtta ihsan şuuru... gibi mânevî kerâmet*ler vardır ki; avamın görüp bilemediği, dolayısıyla da değer ver*mediği bu ilâhî ihsanlar, havassın ağlarını gerip avlamak is*te*dikleri değerler üstü değerlerdir ve izharından kaçınılsa da, tale*bi Hakk’ı taleptir.. vilâyet-i kübrânın varisleri de hep bu mazha*riyetin kahramanları arasından çıkmıştır.
اَللهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصينَ الْمُخْلَصينَ الْمُتَّقينَ الْوَرِعينَ الْمُقَرَّبينَ الْمُحِبّينَ الْمَحْبُوبينَ، امينَ.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
SIR
Gizli şey demek mânâsına gelen sır; sofiye ıstılahında: Kalbde ilâhî vedîa olan bir lâtife-i rabbâniyedir. Bedende ruhun emanet ve vedîa olması mânâsında bir lâtife. İrade, zihin, his “lâ*tife-i rabbâniye” dediğimiz vicdan mekanizmasının dört te*mel esası ve ruhun hâssası olduğu gibi, “sır” da kalbin böyle bir hâssası ve orta ölçekte bir buudu sayılır. Vicdanın temel esasla*rının, kul-Rab münasebetleri açısından meselâ; iradenin Allah’a kulluk, zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah ve kalbin rü’yet-i cemâlullah misillü birer hedef ve gayesi bulunduğu gibi sırrın da ilâhî esrara açık bir hususiyeti ve gayesi vardır.
Bütün varlığın, Cenab-ı Vâcibu’l-Vücûd’un kudret eliyle ya*ratılıp ortaya konması açısından, yaratılanların Yaratan’a nis*bet edilmeleriyle alâkalı sırlara “esrâr-ı rubûbiyet”, kalbte te*cellî-i ev*velin inkişâfıyla meydana gelen ve bütün ilâhî isimler ara*sın*da ehadiyet buudunu izhar eden, dolayısıyla da, her şeyde her şeyi müşâhede zevkinin zuhûrundaki sırlara da “es*râr-ı tecellî*yât” denir.
Sırrı; her türlü cismanî levsiyâttan müberrâ, mâsivâ lekele*rin*den arınmış ve her zaman ruh âlemiyle açık münase*bette bu*lunan “kalb” diye de yorumlayanlar olmuştur.
Sırra; اَلله أَعْلَمُ بمَا في أَنْفُسِهِمْ “Allah onların iç dünyalarında olanı en iyi bilendir.” âyetiyle delillendirerek, her zaman vefâ i*le çarpan, sadâkatle ürperen, peygamberlerin mesajlarına açık, Allah’ı ve ahiret yurdunu her şeye tercih eden temiz sîne demek de mümkündür.. aynı zamanda bu yorumu, bütün kalblerin “sır” seviyesi olarak da düşünebiliriz.
Bazıları bu evsâfı; sırrın, kalbde zuhûrunun sebepleri ve dâ*îleri saymışlardır ki; Allah, o kalblere dini kabul, varlık ve birli*ğini ikrar, öteleri tasdik ve peygamberlerini de iz’ân imkân ve ortamını hazırlayınca, onlar da bu imkânı en iyi şekilde de*ğer*lendirerek, sır mevhibesiyle ulaşmaları gereken hedefe ulaş*ma*ya çalışırlar.. veya Allah, onların, bu lâtifeyi çok iyi değer*len*direceklerini bildiğinden, hususi atâsıyla bu mevhibeye açık gö*nülleri mâmûr kılar; kılar; zira O, أَلَيْسَ الله بأعْلَمَ بالشَّاكِرِينَ “O şü*kürle gerilenleri en iyi bilen değil midir?” hakikatinin biricik sa*hi*bidir.
Bu itibarla da onunla bazen; إِنَّ الله يُحِبُّ الْعَبْدَ التَّقِيَّ الْغَنِيَّ الْخَفِيََّ “Allah takvâ ile serfiraz, masivadan müstağni ve gizli enginlikleri olan kulları sever.”(Müslim, Müsned) sözlerinin müfâdı.. bazen de:
رُبَّ أَشْعَثَ أَغْبَرَ مَدْفُوعٍ بالأبْوَابِ لاَ يُؤْبَهُ لَهُ لَوْ أَقْسَمَ عَلَى اللهِ لأبَرَّهُ
“Nice saçı-başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla önemsenme*yen kimse vardır ki, (herhangi bir hususla alâkalı) Allah’a yemin etse, Allah onu yemininde yalan çıkarmaz.”(Müslim, Tirmizi, İbn Mace) beyanıyla resme*dilen muallâ ve müberrâ gönül murad edilir.
Sırla alâkalı yukarıdaki beyanın ışığı altında, sır ehli de üç bölümde mütalâa edilmiştir:
1- Gözleri Allah’tan gayri bir şey görmeyen, her zaman, her yerde sadece ve sadece O’nun rızâsını arayan ve nefsin istekle*rine karşı da kapalı kalmasını bilen bir kısım hak erleridir ki; him*metleri, hiçbir arzu ve istek karşısında kırılmayacak kadar âlî; maksatları, ilâhî emirleri aksettirecek ölçüde duru; hayat sis*tem*leri uhrevîlik çizgisinde; yolları emin; gözlerini açıp-kapayıp hep O’nun muradını takip etmektedirler. Nâm u nişândan ka*çar; Hakk’a kulluğu varoluşlarının gayesi bilir ve bu duygularını dünyevî-uhrevî her türlü mülâhazanın önünde tu*tarlar ki, gün*lük yaşayışları hemen her zaman:
فِي بُيُوتٍ أَذِنَ الله أَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ يُسَبِّحُ لَهُ فِيهَا بالْغُدُوِّ وَاْلآصَالِ رِجَالٌ لاَ تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلاَ بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللهِ وَإِقَامِ الصَّلاَةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالأبْصَارُ
“Bir takım evler ki, Allah o evlerin (kadrinin) yüksek tutul*ma*sına ve içlerinde (mübarek) isminin zikredilmesine izin ver*miştir ki, onların derûnunda sabah-akşam, kendilerini ne ti*caret, ne de alım-satım Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı ricâl (yiğitoğlu yiğitler) vardır; kalblerin ve gözlerin döneceği günden korkar (ve tir tir titrer*ler).” ufkun*da cereyan eder.. ve hep ışık alır-ışık verirler.
2- Allah’la münasebetlerini ve O’nun nezdindeki durumla*rını iradî olarak gizlemeye çalışan öyle vefalı gönüllerdir ki; ilâhî tecellî ve vâridleri tesettürü gerekli birer namus gibi korur.. gayri ihtiyari ortaya çıkanlarını değişik tevriyelerle âdeta çarpıtır.. her biri semâ-yı vilâyetin birer yıldızı olduğu hâlde ateş böceği gibi görünmeye çalışır.. mücâhede yolunun birer üveyki olmalarına rağmen saksağan görünümünü tercih eder.. arz u semâda has*lar hası pâyesiyle tebcîl edilirken dahi ciddî bir melâmet ruhuyla kendilerini sıfırlamasını bilir.. hizmet ederken fevkalâde civanmertçe, bir nefer gibi mütevâzi, ama en önde; maddî-mânevî ücret taksiminde ise kendini unutturacak kadar gerilerin geri*sinde ve beklentisizdirler.
يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لائِمٍ
“Allah onları, onlar da Allah’ı sever; mü’minlere karşı (fev*kalâde) mütezellildirler (tevâzu kanatlarını yerlere kadar indirir*ler), küfür nankörlerine karşı da izzetli (ve satvetli)dirler. Sürekli Allah yolunda mücâhedede bulunur ve kınayanın kınamasına da aldırış etmezler.” gerçeğinin tam temsilcileri öyle babayiğit*ler*dir ki; Rabbileriyle baş başa kaldıklarında derinlikleri ihata e*dilemeyen birer ârif u âbid, dünyaya sözlerini geçirmede de bi*rer erkân-ı harp ve dâhî, mensup oldukları milletin haysi*yet ve şerefi adına fevkalâde hassas, töhmet ve sûizanna vesile olacak “pes” davranışlardan da olabildiğine uzaktırlar.
3- Cenab-ı Hafîz u Muîn’in himâye, inâyet ve kelâeti al*tın*da zirveleşmiş öyle kahramanlardır ki, oturur-kalkar Rabb-i Ke*rîm’lerini anar.. her hâdise, her düşünce ve her mülâhazayı O’nu anmanın birer bahanesi, hatta mukaddimesi sayar ve âdeta, ken*dileri olarak kendilerinden kaçar, kendilerini duymaz ve kendi*lerine karşı yabancı yaşarlar.. iyiliklerini insanlardan saklamanın da ötesinde kendi kendilerinden saklama mülâha*zaları içinde dolaşır ve vicdanlarında sürekli araya girmelerin ızdırabını du*yarlar.. yer yer kendilerine takıldıkları olsa da, bunu bir kâbuslu rüya telâkki eder ve bir an evvel ondan kurtulma yollarını araş*tırırlar.. yeni merhalelere motive olmanın dışında her zaman, vecd u istiğrakın gel-gitleri arasında ömürlerini sürdü*rür ve hep inâyet-i hâssa seralarında, riayet-i tâmme ya*maçlarında ilâhî el*tâf soluklarlar.
Bunlar, sürekli sırlar ötesi bir gizlilik içinde mahfîdirler ama, Allah’ın matmah-ı nazarı ve varlığın da en hayatî unsurlarıdır*lar. Hak eşyaya onlarla bakar, kâinat onların sır kevserleriyle beslenir.
اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِك. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْعَابِدِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمَحْمُودِينَ.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
GURBET
Gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme mânâlarına ge*len gurbet; sofîye ıstılahında, Maksûd’a ulaşabilmek için, o güne kadar alışılagelen dünya ve onun câzibedar atmosferinden uzaklaşma veya o atmosferde uhrevî buudlu yaşama şeklinde yo*rumlanmıştır ki, buna dünyanın mânevî mimarlarının hâlleri de diyebiliriz ki, hâlden hâle intikal gurbeti, halktan Hakk’a yö*nel*me gurbeti, Hak’tan halka nüzûl gurbeti bu sözcükle zihinle*rimizde canlanan ahvâlden sadece bazılarıdır.
Gurbetle alâkalı bir rivâyette, urûc ve nüzûlün kahramanı Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (s.a.s.) “Cenâb-ı Hakk nezdinde kul*ların en sevimlisi gariplerdir.” buyururlar. Gariplerin kimler ol*duğu sorulunca da: “Din ve diyânetleri adına halktan uzaklaşa*bilenlerdir ki, Meryem oğlu Îsâ ile haşrolacaklardır.”(Medaricu’s-Salikin) şek*linde cevap verilir. Seyyidinâ Hz. Mesih’le uhrevîliğin ilk ba*samağını paylaşmak, Hz. Îsâ’nın gurbet derinliğini ifade etme ba*kımın*dan mânidardır.
Garip olarak ölenin şehit olacağına dair de rivayetler vardır ki(İbn Mace) –yurttan-yuvadan ayrı düşme mânâlarına da hamledilmesi mahfuz– hâlinden-dilinden anlamayan insanların içinde hâl eh*linin gurbeti; fâsık ve fâcirlerin arasında salihlerin gurbeti; mül*hid ve münkirler karşısında iman ve iz’an ehlinin gurbeti; ca*hil ve görgüsüzler dünyasında ehl-i ilim ve irfânın gurbeti; su*ret ve şekil erbabı beyninde mânâ ve hakikat erlerinin gurbeti... gibi garipliklere işaret eder ve:
بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ
َ
“İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi), günü ge*lince yine o gurbete avdet edecektir. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, îmar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!”(Muslim, Tirmizi, İbn Mace) Farklı bir rivayette: اَلَّذِينَ يَزِيدُونَ إِذا نَقَصَ النَّاسُ ila*vesi söz konusudur ki; “Halk iman ve takvâ açısından zaaf gösterdiği o gurbetler gününde onlar, keyfiyet olarak sürekli kö*pü*rür dururlar.” nûrefşân beyanıyla her devrin kudsîlerini na*za*ra verir.
Erbab-ı hakikat, gurbeti, daha çok, vicdanlarıyla duyup bil*dikleri, sezip sevdikleri, hatta bir mânâda sürekli maiyyet so*luk*ladıkları hâlde cismâniyet berzahında yaşamaktan ibaret gör*müş ve yolda bulunmanın gereği, bir taraftan dişlerini sıkıp ona katlanırken, diğer taraftan da vicâhînin revh u reyhânına ve “mey*dân-ı tayarân-ı ervâha uçmaya” hazır bulunmuş, hatta bu*nun için hep çırpınıp durmuşlardır. İşte böylesi âriflerin bir ana*yurt kabul ettikleri ruhânîler otağından ayrı düşüp, dünyevî ber*zahlarda, hasret ve hicranlar içinde bulunmalarını ifade sa*dedinde her zaman:
بِشنَو اَزنَي چُون حِكَايَت مِيكُنَد اَز جُدَايِهَا شِكَايَت مِيكُنَد
“İşit neyden nasıl hikâyet eder; durmuş ayrılıktan şikayet e*der.” (Mesnevî) demiş ve bu iç içe gurbetlerini dile getirmişler*dir. Zannediyorum, Bilâl-i Habeşî Hazretleri, kendisine dâr-ı be*kâ ufku göründüğü esnada: “Ben gurbetten asıl vatana gidi*yo*rum...” türünden söylediği sözler de yine bu hasret ve bu öz*le*min ifadesiydi...
Evet herkes derecesine göre, kervanların konup göçtüğü bir saray mesabesindeki bu dünyaya garipler gibi gelip konaklar ve henüz üzerinden gurbet duygusunu atma fırsatını bulamadan da çarçabuk kapı dışarı edilir. Bundan ötürü de, ruhunda ötele*rin özlemini duyanlar ayrı bir gurbet; “malı, mülkü, safası fâni hulyâ” bu dünyaya dilbeste olanlar da ayrı bir gurbet ızdırabıyla hep kıvranır dururlar.. evet bu dünyada:
زِ دُنيَا رَوَد بَيَارَانَش هَمِي گُويَد دِلَم بِگِرِفت اَز غُربَت تَمَنَّايِ وَطَن دَارَم
“Gönlüm artık gurbetten usandı ve vatan temennisinde.” (Hüsrev Dehlevî) mülâhazasıyla herkes bir Hüsrev; herkes dün*yanın bu dar hendesesinden bîzâr, herkes yeni ufuklar peşinde ve vatan-ı aslî duygusuyla kıvrım kıvrımdır.
Buraya kadar serdedilen mütalâalar açısından gurbeti, ya*rarı olan, zararı olan, yararı ve zararı olmayan gurbetler diye üç bölümde ele almak da mümkündür:
1. Yararlı ve Hz. Sahib-i Şeriat’ın lisanında memduh sayı*lan gurbet, hak erleri dediğimiz ehlullahın gurbetidir ki, söz ıtlak edildiğinde kemaline masruf olması esprisine binaen, akla gelen gurbet de işte bu gurbettir.. ve bu gurbet “üns billâh”la taçlan*mış, mârifet derinlikli, muhabbet ve iştiyak televvünlü bir gur*bet*tir. Böyle bir gariplik içinde bulunan sâlik, gurbet rampa*sıyla sık sık “üns billâh”a yükselir.. hiçbir zaman mutlak yalnız*lığa düşmez; yalnızlık anlarını O’na ulaşmanın işaretleri kabul eder ve kendini her zaman Allah’ın vilâyeti, Peygamberin imâ*meti ve mü’minlerin refakatiyle müeyyed görür; görür ve zâtî değerleri ölçüsünde dünya ile olan münasebetlerini devam etti*rir.. her za*man ibadet ü taatla dopdolu, tam bir zahid; ama görü*nüp bilin*meye karşı bayrak açmış bir zahid ü âriftir. Hadi*sin ifadesiyle cennetlerin sultanı gibidir ama, hayatını kimsenin önemsemedi*ği bir çizgide sürdürmektedir: Öyle ki, ne yandan bakılırsa bakıl*sın o, saçı-başı, kılığı-kıyafeti ve oturup-kalkışı iti*barıyla hep in*sanlardan bir insandır. Dünyevî-uhrevî, maddî-mânevî bütün servet ve zenginlikleri, o nimetlerin Hakikî Sa*hibi’ni anmaya ve*sile sayar; her zaman şükürle gerilir, şevkle oturur-kalkar ve uh*desine verilmiş bütün ilâhî mevhibeleri sır*tında bir âriye gömlek gibi görür; ne onların mevcudiyetleriyle şımarıklaşır ne de fık*dânlarıyla kedere, tasaya düşer.
َ
Diğer bir yaklaşımla, ebrâr ve mukarrabînin de gıpta ettiği bu garipler, (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace) عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجذِ fehvasınca, halkın dinden yüz çe*virdiği bir dönemde, Sünnet’e sımsıkı sarılır.. bid’atlara karşı sa*vaş ilân eder.. duygu, düşünce ve hissiyatlarını hep tevhid anla*yışı etrafında örgüler.. ömürlerini Allah’a intisabın zevki, şevki ve hazları içinde geçirir.. Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a iktidayı, insanları Allah’a ulaştıran bir geminin kaptanına teslim olma şek**linde görür.. ve diğer nisbî intisapları da bu nakş-ı âzâmın bir ipliği, bir izdüşümü, bir varyantı ve bir müşiri sayarlar.
Asr-ı Saadet ve âhir zaman vilâyetinin en önemli ve en be*re*ketli bir kaynağı sayılan bu mânâdaki gurbet, cazibesi az, kıy*meti çok, sıkıntısı fazla, derecesi yüksek, şatahat ve iddialara ka*palı bir ululuk yoludur.. ve her devirde bu tertemiz kaynak et*rafında bir avuç nezih gönül ve pak vicdan bir araya gelmiş, ce*miyeti saran terslikleri göğüslemiş, ruhlara karşı pusu kurup bekleyen gulyabanîlerle savaşmış; insanları sevgiyle kucaklamış; onları, dünyevî-uhrevî beklentilerine ulaştırmaya çalışmış; sonra da mutluluk adına hiçbir şey tadıp duymadan çekip öbür âleme gitmişlerdir.. çekip gitmelidirler de; zira refah, maddî mutluluk, dünyanın gâye-i hayâl hâline gelmesi, onlar için öldüren birer ze*hir ve onların vefa telakkilerine karşı da bir “çelişki”dir. Böyle zıtlar arenasında “teâruz-tesâkut” deyip yaşamaktansa –ki bu kabîl yaşayış gurbet içre gurbet mânâsına bir “iğtirab”dır ve ömürlerini yaşatma zevkine göre plânlamış kimseler için ölüm*den de beterdir– beraetlerini alıp dostların bulunduğu diyara göç etmeyi tercih ederler.
2. Yararı olmayan ve sahibinin başında sürekli duman du*man bir musibet gibi tütüp duran, inkâr, ilhad ve dalâletten kay**naklanan bir gurbettir ki, kabir yolculuğuyla sürüp gideceğin*den, hatta öbür âlemde de, hem de çaresiz ve sevap*sız devam edeceğinden, zannediyorum en acınacak gurbet de işte bu gur*bettir.
3. Ne yararı ne de zararı olmadığı hâlde anne karnından başlayıp, bir mânâda kabre kadar devam eden gurbettir ki, bu gurbet her faninin kaderidir. Bazı garipler itibarıyla, niyetin hu*lûsu sayesinde bazen sevaplara vesile olması da söz konusu o*lan bu gurbet, her zaman ruhta gerekli olan kıvam korunama*dığından ötürü, bilhassa Allah’a açık olmayan sînelerde sürekli bir vesile-i hicrandır. Bir şâir:
دَر غُربَت اَگَركَسِي بمَانَد مَاهِي گَركُوهِ بُـوَد اَز اُونَمَانَد كَاهِي؛
بِيجَارَهء غَرِيب اَگَر سَاكِن بُوَد چُون يَادِ وَطَن كُنَد بَر آرَدْ آهِي؛
.............................. ........................
زِهِجرَانَـش مِى دَارَم شِكَايَت نَمِي گُنجَد دَر اِينجَا إِين حِكَايَت
“Bir kimse eğer gurbette bir an dahi kalsa, dağ kadar metin olsa da, saman kadar bile güçlü sayılmaz. Çaresiz garip, yerinde hep sakin bulunsa da, vatanı hatırlayınca, hiç durmaz (hep) ah çeker. ........... Dostların ayrılığından çok şikayetim var ama, (gel gör ki) bu hikâye bu makama sığmaz.” diyerek gur*bet derdin*den dâde gelmiş bu kabîl hicran ehline ne hoş ter*cüman olur.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي لَكَ ذكَّارًا، لَكَ شَكَّارًا، لَكَ رَهَّابًا، لَكَ مِطْوَاعًا، لَكَ مُخْبتًا، إِلَيْكَ أَوَّاهًا مُنِيبًا. وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُنِيبِينَ وَعَلَى الِهِ وَصَحْبهِ اْلأوَّاهِينَ.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
İĞTİRAB
Katmerli gurbet de diyebileceğimiz iğtirab; sürekli düzelme*leri bozulmaların takip etmesi ve salâhları fesatların kovalaması; gece-gündüz devridaimi gibi, gönlün biraz aydınlanmasını mü*teakip hemen yeniden karanlığın bastırması duygusudur ki, hemen her zaman (Müslim, Tirmizi) طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ muştusuyla serfiraz hizmet erleri*nin korkulu rüyaları olagelmiştir.. ve onu, düşündükçe ürper*mişlerdir.
Gurbet için de aynı mülâhazalar söz konusu olabilir; iğti*rab, ya sırf cismanî, ya hâlî ve kalbî ya da her ikisinin birden duyulup hissedildiği muzaaf bir yalnızlıktır.
Cismanî iğtirab, tıpkı gurbette olduğu gibi, yurttan-yuva*dan, dosttan-ahbaptan uzak kalmaya denir ki, bilhassa, ulaşma yolları bütünüyle bozulup, köprüler de harap olunca, çaresiz*lik*ten dolayı ruhları tam bir iğtirab istilâ eder. Beden insanları için çok defa ölümle neticelenen iğtirab, Allah ve ahirete imanla ta*dil edilmezse, her zaman tahammülfersâ bir hâdise sayılabilir, imanla, bu müterakim gurbetleri göğüsleyip, sonra da şöyle ve*ya böyle vefat edenlere مَوْتُ الْغَرِيبِ شَهَادَةٌ “Bu kabîl yalnızların vefatı şehadettir.”(İbn Mace) fehvasınca, o bir nimettir. Evet o, küfür, il*had ve dalâletten kaynaklanmıyorsa, “Her ızdırabın bir mü*kâfa*tı vardır.” esasına binaen, insanı Cenâb-ı Hakk’a yönlendir*diği ölçüde çok yararlı bir ihsan-ı ilâhîdir. Hatta bazıla*rınca, imanla yumuşatılmış böyle bir gurbet, ızdırabı çok, mükâ*fatı sabır ve tahammülünkine denk iç içe öyle tatlı bir belâdır ki, insan onu, zahirindeki hicrandan ötürü bulanık bir ah u efganla karşılama*sına mukabil, vicdan ona hep: “Gel, gel” der. Bir şâi*rin:
غَرِيبَانِي كِـه حَـالِ مَن بِبِينَند زَمَانِي بَـرسَـرِ خَاكَم نَشِينَند
غَرِيبَـانـرَا غَرِيبَان يَـاد دَارَند كِه إِيشَان يَكديِگَررَا يَادگَارَند
خُـدَايَـا چَارَهء بِيچَارَه گَانِي مَـرَا وَجُزمَرَا چَـارَه تُودَانِي
چُنَان كَز شَبتَر آرِي رُوزِ رُوشَن اَز اين اَندُه تَر آرِي شَادِيُ مَن
“Benim bu hâlimi gören garipler, bir gün (gelip) benim me*zar toprağıma otursunlar; (otursunlar) zira garipleri ancak ga*rip*ler anlar. (Evet) garipler birbirlerine yâdigâr (ve emanet)tirler. Ey Rabbim Sen çaresizlerin çaresisin; benim de, başkasının da ça*resini (ancak) Sen bilirsin. Geceden apaydın gündüzü çıkar*dığın gibi, bu kederden de benim neş’e ve sürûrumu çıkarabilir*sin...” sözleri bu duyguyu ifade etmesi bakımından gayet nefis*tir.
İğtirabın hâl televvünlüsü طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ beyan-ı Nebevîsi’yle tebcîl edilmiştir. Fesat istilâsına uğramış bir zaman diliminde, çağın getirdikleriyle boğuşan çaresiz bir salih insan; cehalet gir*dabına kapılmış bir toplum içinde hakikatâşina bir alim; nifakın kol gezdiği bir dünyada sadâkate kilitlenmiş bir vefa insanı iç içe böyle bir gurbet yaşamaktadır ve fesadın azgın köpürüşlerini, ca*hil yığınların zebil olup gidişlerini, nifak ve nifakçıların her za*man prim alışlarını gördükçe iliklerine kadar kendini yalnızlık içinde hissederek “Keşke bu insanlara bir şeyler anlatabilsey*dik!” der inler.
Kalb buudlu iğtiraba gelince o, ârifin, Hak katındakileri du*yuş, seziş ve bekleyişleri açısından öyle bir gurbetidir ki; duyar, hisseder; duyup hissettikleriyle ruhânî zevklere açılır; açılır ama, vuslat-ı hakikîye kadar çevresinde Hakk’a kapalı insanların gur*betlerini ruhunda duyduğu gibi, seyr-i ruhânînin getirdiği gur*bet*lerden de bir türlü kurtulamaz; sürekli kalbinde, “kurbet”, “üns billâh” ve “lika” şevk u iştiyakını duyar; duyar ama, hakikî olmasa bile, ya endişe, korku ve hassasiyetinin örgüleyip yürü*düğü yollarda karşısına çıkardığı berzahların tesirinde kaldığın*dan ya da bir kısım şuuraltı mülâhazaların resmettiği şekil ve su*retler, kalb gözü hadekasını birer perde gibi sardıklarından, dere*cesine göre muğteribin yakînî, zannî, tahmînî veya vehmî bir gurbeti söz konusudur ki, değişik dalga boyundaki bu şera*reler, vefa, sadâkat ve kurb hususiyetlerine çarparak onların ru*hî şekillerine dokunur.. ve şekil değişmelerinden meydana gelen boşluklarda gurbet esintileri duyulmaya başlar ki, işte bu, mü*temadî bir iğtirabtır. Zira sâlik, yukarıdaki mülâhazalarla arzet*meye çalıştığımız hususları, kazanma kuşağında kaybetme gör*düğünden kendini çaresizlik içinde hisseder.. ve bu yalnızlık en*dişesi, yalnızlık vehmi ve yalnızlık düşüncesiyle يَا لَيْتَنِي لَمْ تَلِدْنِي أُمِّي “Keşke anam beni doğurmasaydı!”(İbn Sa’d) der ki, bu bildiğimiz gur*bet*lerin en ağırı, en idrak edilmezi ve en değerlisidir.
Dünyevî gariplerin, uhrevîlikle teselli olmalarına; hâl gure*bâsının, mârifet ve muhabbet soluklayarak nefes almala*rına kar*şılık, bütün ölçüleri alt üst eden âriflerin gurbeti, Kaf*dağı’n*dan daha ağır olsa gerek; zira, onlar, dünyanın da garibi, ahire*tin de garibidirler. Ehl-i dünya onları anlamaz; çünkü onla*rın uf*ku dünyadır ve onun ötesinde bir şey görüp bilmeleri de müm*kün değildir. Âbid ve zahidler diyeceğimiz ahiret ehli de on*ları anla*maz; zira onların himmetleri de ibadet ve zühdleri ölçü*sün*de*dir.. âriflerin himmeti ise, Mâbudlarıyla irtibatları nisbetinde*dir...
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى الِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ. امِينَ يَا مُعِينُ.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
İSTİĞRAK
Dalma, içine gömülme, boğulma mânâlarına gelen “gark” kelimesinden türetilmiş istiğrak; kendinden geçme, dünyayı unut*ma, kalbini dünyevî endişelerden temizleyip bütünüyle Hakk’a yönelme.. ve binnetice vecde gelerek bir mânâda ken*dini bile*meyecek şekilde dalgınlaşıp hayrete dalmak demektir ki, Hak dostluğuna erip “halvet-i hâssa” ile şereflenenlerin mu*habbet*ten müşahedeye, müşahededen muhabbete gidip gel*mek sure*tiyle, ya bütün bütün mâsivâyı (Allah’dan gayrı her şey) gönlün*den çıkarıp atma veya Hakk’a im’ân-ı nazar ettikle*rinden ötürü O’ndan başkasını “net” olarak tam müşahede edememe hâlidir. Bu, O’nu “net” olarak müşahede etmeleri mânâsına da gelmez. Buradaki müşahede bir “sezi” ve duyuş*tur.
Bu durumdaki bir sâlik, Allah’da fani olmanın hâsıl ettiği iç seziş ve duyuşlarla, bütünüyle “cem” televvünlerine gömülür ve artık hiçbir şeyi tam olarak fark edemez.. ki bu hâli idrak edip bu zevki duyanlar bazen Vücûd-u İlâhîye istiğraklarını, ya “Ene’l-Hak” ya da “Sübhâne mâ a’zame şe’nî” sözleriyle ifade edegel*mişlerdir. Aslında, bu bir zevk ve hâl işi olmasına rağmen çok defa iltibaslarla hakikat zannedilmiştir.. evet, sâlik bazen, neyin ne olduğunu fark edemez ve bir damla mesabesindeki mahiye*tini, içine karışıp kaybolduğu “Ehadiyet” deryası sanır ve yakı*şıksız şatahatlara girer. Böyle bir zevk ve bu ölçüde bir hiss-i fe*nâ herkes için söz konusu olmasa da, “seyr u sülûk-i ru*hânî”de çokları bu hâli duyar ve yaşar ki, bunlardan bazılarına da “Üveysî meşrep” denir. Bu meşrebe telmih sadedinde mer*hum Muallim Naci:
“Bak ne istiğraka sevkettin beni,
Gözyaşı zanneyliyor çeşmim seni”
diyerek hoş bir söz eder. İstiğrakın üç mertebesi vardır:
1- İlmin hâlde istiğrakıdır ki; başlangıç itibarıyla hak yol*cusu bazı şeyleri bilse de, onları tam duyup zevk etmediği için, gerektiği ölçüde o şeylerin hakikatlarına vâkıf değildir.. evet, ilim ayrı şey, onu yaşayıp hissetmek ayrı şeydir. Aslında, iman, muhabbet, aşk, zevk-i ruhânî insanın tabiatının birer buudu hâ*line gelecekleri âna kadar nazarîdirler ve hakikatlerinin tam bi*lindiği de söylenemez. Ne zaman ki bunlar, insan vicdanında zevken ve keşfen duyulurlar, işte o zamandır ki hâl, mücerred ilme galebe çalar ve ilim hâlin içinde müzmahil olur gider. Bu*na, aynı zamanda peygamber ilmi de denir. Buna ilim den*mesi, sadece bu işin mebdeinin unvanı olması itibarıyladır. Yoksa o, aksiyon itibarıyla bir hâl ve pâye itibarıyla da bir ma*kamdır. Gerçek peygamberlik mülâhazası mebde ve müntehayı cem etmesi açısından, mebdee bakan yanıyla, Hz. İbrahim ve İs*ma*il’ le alâkalı فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبينِ “İkisi de Hakk’a inkıyât edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi.” ilâhî beyanı, böyle bir ruh hâletini ifade etmesi bakımından gayet mâ*nidardır ve böyle bir istiğrakın müntehası, bizim tasavvurla*rımızın istiâbı*nı aşar. Konuyu biraz daha açacak olursak; bu*rada mücerred ilimden, ilimle hedeflenen hâle intikal söz konu*sudur. Ve müs*tesnaların hâli müstesna, onlar her zaman en gü*zel örnek ko*numlarıyla misallere, mesellere sığmayacak kadar “âlicenap”tır*lar. Onlar şimdilik mesellerin en güzeliyle kendi numune dünyalarında kalakalsınlar; hâlin, bahis mevzuu olma*dığı mücerred bilgisiyle bir bilgin كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا fehva*sınca, şuurunda olmadan sırtında kitap taşıyan merkûptan fark*sızdır. Bilgisiz hâl bir dalâlet ve ilhad, “hâl”siz bilgi de bir gaflet ve cehalettir. Nü*büvvet bilgisi sayılan ilimle istikamet ise ilim cev*herinin hâl te*levvünleriyle en yüksek semâvî bir “araz” hâ*line yükselme key*fiyetidir.
2- İşârâtın keşifte istiğrakıdır ki; ruhta Zât-ı Ulûhiyet hakika*ti*nin inkişafı ile sâlik, O’nun mukaddes isimlerinden “Ehadiyet” mertebesine, yani Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak’ın, ku*lun idraki sevi*yesinde ona hususî vâridlerde bulunma mertebe*sine yönelir ki, bu mertebede ruh bütünüyle mâsivâdan alâka*sını keser ve kal*bin kadirşinas ibresinin gösterdiği ufka teveccüh eder. Böyle bir mazhariyete eren sâlikin nazarında, isimlerdeki ihtilaf tamamen ortadan kalkar ve her şey sıfat perdedarlığıyla Hz. Zât’ın nûrları*na müstağrak görünür. Bu makama vasıl ola*cağı âna kadar, Cenab-ı Feyyâz-ı Ezelî’yi “Cemil, Celil, Lâtif, Kahhar...” gibi pek çok isimlerle anan hak yolcusu, duyuş ve his*sedişlerinin te*siri altında olmadan temyiz ve tefriki bırakarak, Hz. Nûr-u Zât’ın “bî kem u keyf” televvünleriyle mest ü mah*mur bir hayata ken*dini salar.
Bu hâli ifade sadedinde mest ü mahmurların pîr-i muğânı Hz. Mevlânâ ne hoş söyler:
چهِ تَدبِير اَي مُسَلمَانان كِه مَنْ خُودْ رَانَمِي دَانَم
.............................. ............
نَه اَز دُنيَا نَه از عُقبا نَه اَز جَنَّت نَه اَز دُوزَخ،
نَه اَز آدَم نَه اَز حَوَّا نَه اَز فِردَوسِ رِضوَانَم
مَكَانَم لاَ مَكَان بَاشَد نِشَانَم بِي نِشَان بَاشَد،
نَه تَن بَاشَد نَه جَان بَاشَد كِه مَن اَزْ جَايِ جَانَانَم
دُو دِيدَه چُون بِيرُون كَردَم عَالَمرَا
يَكِي دِيدَمْ، يَكِي دَانَم، يَكِي گُويَم، يَكِي جُويَم، يَكِي خَوانَم
كُنُون اَي شَمسِ تَبريزي چُنان مَستم در إين دنيا،
بجُز مستي در إين عالم نباشد هيچ درمانم
.............................. ....................
“Ey müslümanlar ne çare ben kendimi bilmiyorum .................. Ben ne dünyadan, ne ukbâdan, ne Cennet’ten, ne Ce*hennem’ den, ne Âdem’den, ne Havva’dan ne de firdevs-i âlâda*nım; me*kânım lâ mekân, nişânım bînişân oldu. Artık bende ne can var ne de ten; zira ben cânân otağındayım. İki gözü de (kapı) dışarı ettim; iki âlemi birden görüyorum.. gayrı Bir’i biliyor, Bir’i söy*lüyor, Bir’i arıyor ve Bir’i okuyorum.. ey Şems-i Tebrizî! Dünya*da öyle bir mestim ki, bu âlemde mestlik*ten başkası bana der*man olamaz.”
3- Şevâhidden “cem”in duyulduğu istiğraktır ki; ilâhî sıfat*ların emare ve tecellî dairesinden dahi hâlî ve zevkî olarak sıyrılıp sadece ve sadece “Ehadiyet” nûrlarının şualarıyla Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın hakikatlarıyla mermuz Hz. Zât’ın tecellî-i ak*desi içinde mahv u müzmahil olarak ilk kaynaktan başka hiç*bir şeyi duyup hissetmeme hâlidir ki, bu hâle, kenziyetteki ma*kama avdet ve âlem-i ıtlaka dönmek de denir. Bu “hâl” ile hâlle*nen ruhun çok defa vird-i zebânı:
كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْءٌ وَاْلآنَ كَمَا كَانَ “Allah vardı, O’nunla be*raber hiçbir şey yoktu. O, şu anda da yine öyle..”(Buhari) ve sırdaş*la*rına beyanı da:
“Mekânım lâ mekân oldu,
Bu cismim cümle cân oldu;
Nazar-ı Hak ayân oldu,
Özüm mest-i likâ gördüm.”
(Nesimî)
şeklindedir. Herhalde varlığı kendinden olan Zât-ı Ulûhiyet’le, mevcudiyeti, O’nunla kâim bulunan diğer varlıkların vücuddan nasiplerinin ifadesi, hâl ve zevk ehli için bundan daha güzel ola*mazdı.
Sâlikin bu makamdaki hâlini ifade sadedinde bir güzel sözü de Abdurrahman Halis Hazretlerinden nakledelim:
مُسَلمَانَان چِه حَالَست اِين زِ كَارِ خِويش حَيرَانَم
.............................. ........
گَهِي دَر عِشـق شَـيدَايَم گَهِي مَجنُونِ رُسـوَايَم
گَهِي دَرَوِيشِ بِـي جَـايَم گَهِي سُـلطَانِ دَورَانَم
.............................. ........
كِه مَن مَستِ مَىِ عِشقَم دِگَر چِيزِي نَمِيدَانَم
زِ زُهدِ خُشكِ سَرپوشِ بَكُلِّي گَشتَه اَم فَارِغ
بِحَمدِ اللهِ وَالْمِنَّه زِ خَيلِ بَادَه نُو شَانَم
مَن اَندَر كُويِ وَحدَت مِي زَنَم لاَفِ وَحِيدرَا
چهِ بِيمَم اَزشَهِ دَورَان چِهِ بَاك اَز خِرقَه بُوشَانَم
“Ey müslümanlar bu ne hâldir? Ben kendi hâlimde şaşkın*lık içindeyim. Bazen âşık-ı şeydâyım, bazen de bir mecnûn-u rüsvâyım, bazen mekânsız bir fakir, bazen de zamanın sultanı*yım. ......................... Zira ben aşk şarabının sarhoşuyum; başka bir şey de bilmiyorum. Ben kuru zühd külahına boş vermiş biriyim. Cenâb-ı Hakk’a hamd ve minnet olsun ki, ben (aşk yolunda) bâde içenlerdenim. Ben vahdet köyünde O Biriciğin sözünü söy*lüyorum; zaman şâhından endişem ve hırka giyenlerden de korkum yoktur.”
Hâle mağlubiyetle söylenmiş ve Kitâb’a, Sünnet’e muhalif bir kısım beyanları bilhassa tayyettim. O hâl ile serfiraz hak dost**larının öyle düşünmemeleri kendi özleriyle zıtlaşma, ma*kam-ı farkta bu kabîl düşüncelerin ifadesi de dalâlettir. Hele, on*ları taklîden avam halkın bu kabîl beyanlarda bulunması a*pa*çık bir ilhaddır.
اَللَّهُمَّ يَا هَادِيَ الْمُضِلِّينَ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى أَشْرَفِ خَلْقِ اللهِ مُحَمَّدٍ وَعَلَى الِهِ وَصَحْبِهِ الْمُهْتَدِينَ.. امِينَ يَا مُعِينُ.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
GAYBET
Kaybolma, belirsizleşme diyebileceğimiz “gaybet” kalbin, madde âlemiyle olan alâkalardan uzaklaşması, hatta “mâsivâ” dediğimiz, Allah’tan gayrı her şeyden tecerrüd etmesi demektir ki, “gayb” sözcüğünün ifade ettiği mânâdan oldukça farklı sayı*lır. Zira gaybın, ortada bulunmama, hâzır olmama mânâlarına gelmesine mukabil, gaybet, hâzır olduğu hâlde, mâsivâ ile alâ*kasızlaşma, varken yokluk içinde bulunma hâletidir.
Bu zaviyeden “gaybet”e varlıkta câri olan ahkâm ve ahvâl*den kalbin tecerrüdü veya hak yolcusunun, ilâhî vâridat sağa*nağına mazhariyetle, nefse ait ahvâlden tamamen gâib olması da diyebiliriz ki, böyle ilâhî vâridlerin temâdisi, göz kamaştırıcı*lığı ve tecellî-i Zât’ın kalbi tamamen istilâ etmesi sebebiyle sâlik*te hem hâzır hem de gâib olma hâli beraber yaşanır. Buna, şiddet-i zuhûrdan ötürü bakarken görememe, dinlerken duya*mama, düşünürken de hayret teşettütüne düşme de diyebiliriz. Böyle bir durumda hak yolcusu için huzur aynen gaybet olur, gaybet de huzur hâline gelir. Hazreti Yusuf karşısında Mısır’lı ka*dınların, dil-dudak, el ve bıçaklarını birbirine karıştırmaları, karıştırıp bıçakları ellerine çalmaları bu konuda iyi bir misal teş*kil etse gerek. Evet, O’nun Cemali’nin gölgesinin gölgesi... olan Hazreti Yusuf’un çehresini müşahede, bir ölçüde huzuru gaybete, gaybeti de huzura çevirebiliyorsa, O’nun “Sübühât-ı vech”i*nin başları nasıl döndüreceği ve bakışları nasıl bulandıra*cağı izah*tan vâreste olsa gerek.
Gaybetin huzura, huzurun da tam gaybete çevrilmesi, sâli*kin, O’nun Zât’ının nûrlarından başka her şeye karşı bütün bü*tün kapanmasıyla gerçekleşir ki, böyle bir durumda hak yol*cusu, sadece O’nu duyma, O’nu düşünme, O’nun tasavvurlar üstü mülâhazasıyla oturup-kalkma ve O’na tahsis-i nazar etme suretiyle, bir taraftan hakikî huzuru idrak ederken, diğer taraftan da eşya ve hadiseleri tamamen göremez ve duyamaz hâle gelir. Bazı ahvâlin hususiyetlerine tâbi olarak sâlikin, yeniden eşyayı duyması ve hâdiseleri farketmesiyle –ki buna “rücû” derler– mâsivânın huzuru öne çıkar ve kalble, Hazreti Sahib-i kalb ara*sında bir husûf yaşanır; iştiyak-ı tam, aşk-ı tam ve azm-i tamla aşılabilecek bir husûf... Kabz u bast gibi, huzur ve gaybubet fa*sıl*ları arasında da her zaman geniş veya dar aralıklı bir tenavü*bîlik söz konusudur. Huzur, bazen şuhûdun müradifi (eş anlamlısı) olarak da kullanılır ki, bununla bazen murakabe, ba*zen mü*şahede mânâsı kastedilir. Vâhidî ve Ehadî tecellîlerin keskinliği ölçüsünde, pekçok sâlik için aynı zamanda mezelle-i akdâm sa*yılan bu makam, Sünnet-i Seniyye kıstaslarıyla değer*lendiril*mezse “Hakk’ı bizzat müşahede ettim” gibi iltibaslara gi*rilebilir. Böyle bir huzur, bizim cismanî ve hayvanî dünyamız*dan bütün bütün sıyrılıp, kalb ve ruhla aynı şeyleri paylaşma gibi bir mele*kûtîlik ifade ettiğinden, şatahat ve iltibaslara girme*mek kaydıyla “Hazîratü’l-Kuds”ün vesayetinde yaşama demek*tir ki, Hâfız:
حُضُورِي گَرهَمِي خَواهِي اَز اُو غَافِل مَشَو حَافِظ
مَتَى مَا تَلْقَ مَنْ تَهْوَى دَعِ الدُّنْيَا وَأَهْمِلْهَا
“Hâfız, eğer daimî huzur istiyorsan, O’ndan gafil ve gâib ol*ma! Eğer sevdiğine visal arzusu duyuyorsan, dünyayı da, dünya ehlini de bir kenara at.” sözleriyle ifade eder ki, klâsik zühd an*layışımız açısından fevkalâde yerindedir. Şeyh-i Ekber de bu mülâhazaya: “Kalbin Hak’la huzuru, halktan gaybubetine bağ*lıdır.” tesbitiyle iştirak eder.
Bize bakan yönüyle gaybet, Hak’la alâkalı yanıyla “huzur” diyeceğimiz hâl, sâlikin seviyesi itibarıyla da oldukça farklılık arzeder:
1. Muhibbin, Mahbub-u Hakikî’den başka her şeyden gay*bubetidir ki, bu seviyede seyahat eden hak yolcusu, tamamen O’na tahsis-i nazar eder; varlıkla olan zarurî ve tabiî münase*betlerinde de hep “O’ndan ötürü” mülâhazasını güder: Öyle ki, seyr-i ruhanîsinde karşılaştığı her şeyde O’ndan bir şeyler du*yar, bir şeyler hisseder ve her varlığı okşar-geçer.
2. Yol erkânına vâkıf sâlikin gaybetidir ki, ulaştığı ufuk iti*barıyla o, ruhunun derinliklerinde hâl ile ilmi müşterek duy*ma*ya başlar ve bu sayede, hâle iktiran etmeyen mücerred ilim da*lâletinden ve ilimle beslenmeyen hâl gafletinden kurtularak gay*bet-i halk ve huzur-u Hak’la serfiraz olur.
3. Makam-ı cem’le müşerref ârifin gaybetidir ki, böyle bir zir*veye terakki eden hak dostu, kendini, kendi ahvâl ve maka*ma*tını duyup hissetmediği gibi, Hazreti Zât’ın “Sübühât-ı Vech”iyle tamamen kül olup savrulduğundan, bazen Hazreti Esmâ ve Sı*fât’ı bile mülâhaza edemeyecek kadar istiğrak içinde bulunur ki, böyle bir ruh hâletiyle o, zaman zaman, “vahdet-i vücûd” dü*şüncesini hatırlatacak kelimelerle, yer yer de “vahdet-i şuhûd”u işmam edecek beyanlarla içini döker; hatta bazen, panteizmi ve monizmi hatırlatacak sözler sarfeder ki; böyle bir yaklaşım, zevkî ve hâlî bir hususu, hakikate karıştırmaktan başka bir şey değil*dir. Hayret ve dehşete açık bu makama ait duygularını Merhum Abdünnâfi şöyle ifade eder:
“Seyreyle nedir bu özge hâlet,
“Gaybet”mi acep yoksa bu hâlet!
Akleyleyemez bu özge gavta,
Emvacına yoktur anda takat
.............................. ..............................
.............................. .............................. ”
Aynı zamanda bu makam; Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfat*la*rıyla bilinmesinin ötesinde, Zât’ını Zât’ıyla bilme mertebe*sidir ki; buna, Hazreti Zât’ın Zât’ıyla bilinmesi, Zât’ına Zât’ıyla istidlâl edilmesi, Zât’ına Zât’ıyla ulaşılması ve هُوَ اْلأَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimlerinin halitasıyla remzedilen, ne cisim, ne araz, ne cevher, ne mütehayyiz; yemez-içmez, üzerinden za*man geçmez; tebeddülden, tagayyürden, elvan u eşkâlden mü*nezzeh ve mü*berrâ, biraz da bazı meşrebler için mezelle-i akdâm sayı*lan, kem*miyetsiz, keyfiyetsiz en ekmel bir Zât-ı Akdes mülâhaza*sına ba*kan ve sükût içinde kalbin hayret dolu gözle*rine temâşâ ümidi salan en yüksek mertebelerden biridir.
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ،
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اْلأَوَّابِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 2
VAKT
Zamandan bir parça ve çağ da demek olan vakit; sofîlerce, Hak yolcusunun üzerine akıp gelen ilâhî vâridat ve kurb dalga boylu tecellîlerin zamanıdır ki; böyle bir vâridat kendine has televvünleriyle sâlikin benliğini sarar –tabiî herkesin istidâdı öl*çüsünde– ve onun ruhuna kendi ilâhîliğini nakşeder.. eğer ge*len vâridler, havf ve hüzün eksenliyse, sâlik âdeta, bir havf ve hü*zün timsâli hâline gelir; şayet sürûr ve inşirah televvünlüyse bu kez de onun duygu dünyasında –temkin kaydıyla– bir huzur ve coşku duyulmaya başlar.
Böyle bir sâlik, Hak’tan gelen bu vâridlerin şuurunda ise “lutfun da hoş, kahrın da hoş” mülâhazasıyla, sürekli rızâ soluk*lar, itminan içinde oturup kalkar ve teslimiyet, tevekkül, tefvîz va*dilerinde “sika” avlamaya çalışır... Hak’tan gelen bu esintileri, şart-ı âdi plânında, –hususiyle de irade ve ihtiyarın müdahalesi esas olan konularda kaçırılan fırsatlar gibi fevt edilmesi– “ebrâr” ve “mukarrebîn”e göre hata sayılabilir ve kalbin Hak’la mua*melesinde irtifa kaybetmesinden ötürü de herkesin derecesi öl*çüsünde cezalandırılabilir; cezalandırılabilir, zira bu seviyedeki hak yolcusu zamanın en küçük parçalarını bile, behemehâl en rantabl şekilde değerlendirme, birleri binlere yükseltme gayreti ve niyeti içinde bulunma mecburiyetindedir. Aslında bundan dolayıdır ki tasavvuf ıstılahında sofîye “ibnü’l-vakt” denilmiştir.
İbnü’l-vakt olma, sâlikin, yaşadığı ânın gereklerini çok iyi dü*şünerek, faaliyetlerini Allah nezdinde en evlâ ve en faydalı sa*yılan işlerden başlamak suretiyle, en küçük bir zaman parça*sına pek çok iş sıkıştırarak, Hakk’ın bahşettiği imkânları, ilâhî mevhibeler adına yedi veren, yetmiş veren, yediyüz veren.. to*humlar gibi değerlendirmeye çalışmasıdır ki; bu bir manâda ilâhî vâridat ve işaretlerin geldiği kaynağa yönelme ve istika*metle aktif beklemeye geçerek Hakk’a tahsis-i nazar edip, irade*sini Hazreti Murad’ın iradesine bağlamak suretiyle vaktin ve hâ*lin bulunmadığı noktaları kollama demektir. Hazreti Mevlânâ, mebdei “vakit”, müntehası da “lâmekân ve lâzaman aralığı o*lan” böyle zevkî ve hâlî bir mertebeye ki –biz buna vücûb ve im*kân arası mülâhazasını işaret eden “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” makamının izdüşümü de diyebiriz– şöyle işaret buyururlar:
صُوفِي ابْنُ الْوَقتْ بَاشَدْ دَرْ مِثَالْ لِيك صَافِي فَارِغَست اَز وَقت وَحَال
“Sofî ibnü’l-vakt örneğidir; sâfiye gelince o vakitten de hâl*den de hâlidir.” Enbiya-i izâm, asfiyâ-i fihâm, evliyâ-i kirâmın, irsal, tavzif ve tekrim dönemleri, makro plânda birer kapı aralama ve ilâhî vâridlerle dünyaları şereflendirme, nûrlandırma va*kitleridir. Bu kudsîlerin neşrettikleri envârın istilâ ve ihatasının genişliği ölçüsünde vakit, vakitler sultanı ve bu kutlu zaman par*çasının gece gündüz çerçevesindeki dilimleri de eyyâmullah (Al*lah günleri) sayılmasına karşılık, onların temsil ettikleri aydınlık düşüncenin daralması, büzüşmesi, hatta yeryüzünde büyük öl*çüde mahrumiyetlerin yaşanmasına da, zamanın hazana uğra*ması, vaktin kararması diyebiliriz.
Evet, Cenâb-ı Hakk, yolundaki kullara teveccüh buyurmak, merhametle kuşatmak isteyince, onları vakitle te’yid eder ve zamanı, onların zaman üstü olmalarına bir merdiven yapar. Ta*biî inhiraf edenleri yalnızlığa salmak isteyince de, zamanın ba*şına şerri dolar ve onları kararmış, bereketsiz ve Hakk’a kapalı vaktin yamaçlarında dolaştırır. Böyle uğursuz bir zaman parça*sına vakit demek, sırf mukabele mülâhazası ve mekânın itibarî bir buudu olması düşüncesine binaendir. Yoksa aslında “mutlak zikir kemaline masruf” ve vakit, Hakk’ın şuûnâtının tarassut menfezlerine akan bir çağlayandır.
Vaktin gerçek kahramanları her zaman bugünü düşünmüş, bugünü değerlendirmiş; dünü, yarını da bugünün mebdei ve akıbeti olması itibarıyla mülâhazaya almış ve sonrakileri birer atkı, ilkini de hayat dantelamızın örgüsüne esas unsur olarak ka*bul etmişlerdir. Bunların bir adım daha önünde bulunan za*man üstü hak erlerine gelince, onlar, zamanın her parçasını Hakk’a tahsis-i nazar etmek yoluyla, öyle sihirli bir hâle getir*miş*lerdir ki: مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ fehvasınca onların örfânesine işti*rak etmeyen, ne onların mazhar oldukları vâridat sağanağını, ne de girdaplar sırlılığındaki mârifet ve haz ufuklarını kavrayabi*lir. İşte böylelerinin idrak ufku itibarıyla vakit; sağanak sağanak yağmurla coşan bir semâ ve üfül üfül yeşilliklerle salınan bir ze*min hâlini alınca, sâlik yer yer geçmiş vâridleri düşünerek hep: أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “Ya ben çok şükreden bir kul olmaya*yım mı?”(Buhari, Müslim) der, iki büklüm olur; zaman zaman da minnet hisle*rini ke*lâm-ı nefsîye dönüştürerek iç mülâhazalarının enginlikle*rinde kendini şükran dalgalarının kucaklayıcılığına salar ki, böyle bir kutlunun nazarında sorumluluklar hep hayra ve bere*kete, hayır ve bereketler de temkin ve tedbir çizgisinde bir salih daireye inkılâb ederek sürer gider...
Nimetlerin kaynağına vukûf ve ruhun böyle bir teveccüh*deki iltifatı kavraması sayesinde sâlik, tasavvurlar üstü bir haz derinliğine ulaşır, hatta nikmetleri dahi birer nimet gibi hissetmeye başlar ki, böyle bir mazhariyet belli bir meşreb ve mizaç*taki bazı ruhlar için lâubâlilik ve şatahat kapılarını aralama*sına mukabil, seyr u sülûklarını “Sünnet-i Seniyye” rehberliğinde sür*dürenler, her zaman temkinle televvünü bir arada duyar ve ilâhî ahkâma inkıyatla, Hakk’a yakınlıklarını mehâfet ve mehâbetle süsler, yer yer ilim ve mârifet kanatlarıyla vilâyet semâsının de*rinliklerinde pervâz eder ve “Her şey Sen’den” di*yerek kilomet*relerle ifade edilmeyecek bir irtifâı, sonsuz mahvi*yetle bir arada götürürler; götürür ve sürekli hâlden hâle intikal içinde temkin kâsesi ile televvün yudumlarlar.
Bunun ötesinde son bir adım daha atabilenler için, eşya ve hâdiseler bütün bütün silinip gider.. mâzi-müstakbel birbirine ka*rışır.. vakit ve zaman dediğimiz izâfî şeyler de Hazreti Sâhibü’l-Vakt’in nâmütenâhîliğinde eriyerek sâlike bakan yö*nüyle tamamen yok olur.. ve bu vadide yolculuğunu sürdüren sâlik, “cem” televvünlerini zevk ederek, her şeyin “tecellî-i vâhidiyet” içindeki mütelâşî manzarası karşısında, hayret buudlu bir istiğ*rak, ürperten bir dehşet, hatta tecellîyi tezahüre karıştırmak gibi bir ruh hâleti yaşar ki, işte böyle bir zirve, insa*nın duygu, dü*şünce ve zevk âleminde pek çok iltibasa kapıların aralandığı bir noktadır.. ve böyle bir noktada bazı mizaçlar, te*cellî-zuhûr ilti*basına girdikleri gibi, damlayı derya, zerreyi güneş, sıfırı sonsuz ve hiçi de her şey görerek أَنَا الْحَقُّ، مَا أَعْظَمَ شَأْنِي، مَا فِي الْوُجُودِ إِلاَّ اللهُ، مَا ثَمَّ مَوجُودٌ عَلَى الْحَقِّ إِلاَّ اللهُ gibi sözler söyleyebilirler.. hem de temkin, tedbir ve fark mülâhazasının yol vermemesine rağmen söyleyebilirler.
Oysa ki her şeyin O’ndan olması ve O’nunla kâim bulunması başka, O olması bütün bütün başkadır. Ne var ki hâdisele*rin; peygamber meşalesi altında, yine peygamberâne bir basîret ve şuurla yorumlanacağı ve seyr u sülûk-i ruhânînin temyiz ve temkin yörüngeli hâle geleceği âna kadar bazı mizaçların bu ilti*baslardan kurtulmaları oldukça zordur.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ،
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مَحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ.