Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
KALB - 2
İman kalbin canı, ibadet onun damarlarında akıp duran kanı, tefekkür, murâkabe, muhâsebe ise onun bekasının esaslarıdır. İmansız birinde kalb ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı, ibadetsiz birinde o ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm, tefekkürsüz, muhâsebesiz ve murâkabesiz bir bünyede ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir. Birinci kategoriye giren insanlar sinelerinde emme-basma pompaları nev’inden bir et parçası taşısalar da kat’iyen kalblerinin var olduğu söylenemez.. ikinci nev’e girenler, varlık-yokluk arası vehimlerinin sisli dünyasında hep mesafelerin esiri olarak yaşar ve bir türlü hedefe ulaşamazlar.. üçüncü kısma dahil olanlar, bir hayli mesafe almış, bir hayli engebe aşmış olmalarına rağmen, tam zirveye ulaşamadıkları için, her zaman tehlike sath-ı mâilinde sayılırlar: Düşe-kalka yürür, müsâbakasını yene-yenile sürdürür ve ömürlerini bir vefasız, aşılmaz tepenin yamaçlarında tüketirler.
İnanmış, inancını yaşamış ve otağını ihsan düzlüklerine kurmuş olanlara gelince, bunlar sebepler planında emniyet doruğunda, İlâhî himâye açısından da güven kuşağında sayılırlar. Varlığı basiretle süzer, Allah’ın nûruyla eşyanın perde arkasına muttali olur, hep temkinde bulunur; kalbi güvercin kalbi gibi tir tir yaşar ve her yerde O’nun hoşnutluğunu ararlar. Her işlerini Allah rızasına göre ayarlar ve Allah sevgisiyle yatar kalkarlar. Allah da onları hem sever, hem de inanan gönüllere sevdirir. Derken “makbul-u ins u cân” olur her yerde hüsn-ü kabul görürler.
Sûre-i Yusuf’un sıddîk kahramanı, mübarek ismine izâfe edilen sûrede tam beş defa ihsan ehli olarak zikredilir ki; bu, yer-gök, dost-düşman, yaratan-yaratılan herkesin, O’nun yakîn, muhâsebe ve murâkebesine şehadeti demektir.
Yusuf (as) henüz genç bir tomurcukken, Allah O’nun ihsan şuuruna dikkati çeker ve “işte Biz ehl-i ihsânı böyle mükâfatlandırırız” (Yusuf, 12/22) buyurur. Hapishanede, şakî-said herkes O’nun düşünce ufkundaki derinliği, duruluğu ve ledünnîliği sezince, O’nu merci’ kabul eder, O’na koşar, O’na inanır, O’na bağlanır “ve haydi bize te’vil-i ehâdisi bildir; bildir ki, Seni ihsan şuuruyla serfiraz görüyoruz” (Yusuf, 12/36) der ve problemlerini O’na arzederler.. girdiği her imtihanı başarıyla bitirmiş, dost-düşman herkesin sinesine taht kurmuş bu babayiğidi Allah bir kez de, dünya karşısında tavrını değiştirmemesiyle takdir buyurur ve “rahmetimizi dilediğimize nasib kılar ve ihsan şuuruna erenlerin ecrini zayi etmeyiz” (Yusuf, 12/56) der İlâhî te’minâtını ihtarda bulunur.. o güne kadar kalbleri her zaman, O’na karşı kıskançlıkla atan kardeşleri, gün gelip de hased atmosferinden sıyrılabildikleri bir anda “doğrusu, biz seni ihsanla bütünleşmiş kimselerden görüyoruz” (Yusuf, 12/78) diyerek O’na, kapalı da olsa tarziyede bulunur ve sadakatını itiraf ederler.. ve nihayet Hz. Yusuf (as), olgunlaşmış, itmi’nâna ulaşmış bir insan olarak bunca şahidin yanında, mazhar bulunduğu İlâhî lütuflara bir de kendi şehadet eder ve “doğrusu kim Allah’tan korkar, takvâ dairesinde yaşar ve her çeşidiyle sabrı temsil edebilirse, Allah da böyle ihsâna ermişlerin ecrini zayi etmez” (Yusuf, 12/90) der, tahdis-i nimette bulunur.
Evet, böyle herkesin hüsn-ü şehadette bulunduğu bir kalbin, ilâhî âdetler gereği gel-giti, inhirafı düşünülemeyeceği gibi, mahrumiyetine de ihtimal verilemez. Zira o kalb, kâinata nisbeten arş ne ise, insana nisbeten odur ve her an Hakk’ın nazar buyurduğu bir mücellâ aynadır. Hakk’ın bakıp bakıp her an ayrı bir değer verdiği böyle bir ayna kırılıp atılabilecek herhangi bir cisim değildir. O, insanlık gerçeğinin rûhu ve Allah’ın da memdûhudur.
Allah buyuruyor ki: “Bizim nazarımız kalbedir; sudan, balçıktan olan sûrete değildir. Sen, benim içimde kalbim var diyorsun, amma gönül Arş’ın yücesindedir, aşağılarda değil” der, bu hakikatı ihtar eder.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HÜZÜN
Hüzün; gam, keder, gussa ma’nâlarına gelen Arapçadaki “hazen”den alınmıştır. Sofîye bu kelimeyi; sevinç, neş’e ve sürûrun karşılığı olarak kullanmıştır ki, buna vazife şuuru, dava düşüncesi ve mefkûre buudlu tasa da diyebiliriz. Evet, derecesine göre her kâmil mü’min, dört bir yanda Ruh-ı Revân-ı Muhammedî şehbâl açacağı, yeryüzünde ehl-i İslâm’ın ah u efgânı dineceği, Kur’ân’ın hayata hayat olacağı ve fert planında herkesin kabir çukurunu güvenle geçeceği, bir bir berzah gâilelerini atlatacağı, hesaba, mîzana takılmadan revh u reyhâna ve meydan-ı tayarân-ı ervâha uçacağı “ân”a kadar da onunla oturup kalkacak, onunla zaman atkıları üzerinde hayatını bir gergef gibi işleyecek, ona neş’e ve sevinçle köpüren dakikaları arasında dahi yer verecek, hâsılı onu, yemeklerin tuzu gibi hayatın bütün sâniye, sâlise ve âşirelerinde duyacak, hissedecek ve bu mukaddes burukluğu tâ: -Bizden tasayı, kederi gideren Allah’a hamdolsun; doğrusu Rabbimiz çok bağışlayıcı ve lütufkârdır” (Fâtır, 35/34) müjde buudlu hakikatinin tülleneceği ufka kadar devam ettirecektir.
Hüzün, insanın insanlığı idrâkinden kaynaklanır ve bu mazhariyetin şuurunda olduğu sürece de onun basar ve basiretinde buğulanır durur. Aslında böyle bir hüzün dinamizmi, ferdin sürekli Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi, hüzne esas teşkil edecek şeyleri duyup, hissedip O’na sığınması ve nâçâr kaldığı her yerde, “çâre! çâre!” çığlıklarıyla O’na dehalet etmesi bakımından da çok lüzumlu ve çok gereklidir.
Ayrıca, ömrü kısa, iktidârı az, tâlip olduğu şeyler çok pahalı ve birleri bin etme mecburiyetinde olan bir mü’min, maruz kaldığı hastalıklar, yolunu kesen sıkıntılar, mübtelâ olduğu acılar, elemler gidip hüzünle buudlaşınca onlar, günahları silip süpüren öyle bir iksire dönüşürler ki, insan bu sayede muvakkati ebedîleştirir, damlayı deryalaştırır ve zerreyi güneş haline getirebilir.. evet böyle bir hüzün ağında geçirilen ömrün peygamberâne bir ömür olduğu söylenebilir.. ve bu açıdan da, hayat-ı seniyyelerini hüzün televvünâtı içinde geçiren İnsanlığın İftihar Tablosuna -o tabloya canlarımız fedâ olsun!- “Hüzün Peygamberi” denmesi ne kadar mânidardır!
Hüzün, insanın kalb mekanizmasını, duygular âlemini gaflet vadilerinde dağınıklığa düşmekten koruyan bir serâ, bir atmosfer ve cebrî bir çeper, dolayısıyla da cebrî bir konsantrasyon yoludur. Öyle ki, hüzünlü sâlik, bu cebrî teveccüh sayesinde, başkalarının mükerrer “erbâin”lerle elde edemeyecekleri kalbî ve ruhî hayat mertebelerini bu yolla en kısa zamanda elde edebilir.
Cenâb-ı Hakk kılığa, kıyafete, şekle değil; kalblere, kalbler içinde de mahzun, mükedder ve kırık kalblere nazar buyurur, onları maiyyetiyle şereflendirir ki: "-Ben kalbi kırıklarla beraberim" 1sözü de bu ma’nâyı ihtar etmektedir.
Süfyân b. Uyeyne: “Allah bazen, mahzun bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet buyurur” der. Zirâ hüzün, her zaman kalbin samimiyet yanlarında göğerir.. ve insanı Allah’a yaklaştıran davranışlar arasında, hüzün kadar fahre, riyâya, süm’aya kapalı bir başka davranış yok gibidir.
Her şeyin bir zekatı vardır ve zekat, zekatı verilen şeyin yabancı nesnelerden arındırılmasıdır. Hüzün de dimağ ve vicdânın zekatıdır ve bu iki duygunun saflaşmasında, saflaştıktan sonra da dupduru kalmasında hüznün tesiri çok büyüktür.
Tevrat’ta: “Allah bir kulunu sevince, onun gönlünü ağlama hissiyle doldurur; ona buğzedince de çalgı neşvesiyle..” buyrulur.
Bişr-i Hafî de: “Hüzün bir hükümdar gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez...” Sultan ve hükümdârın olmadığı bir ülke karmakarışık ve keşmekeşlik içinde olacağı gibi, hüznün olmadığı bir kalb de darmadağınık ve harabedir. Zaten, O kalbi en ma’mur olanın hali de kesintisiz hüzün ve sürekli tefekkür değil miydi..?
Yakup aleyhisselâm, Yusuf’la arasındaki dağları hüzünden kanatlarla aştı ve gidip bir tatlı rüyanın yorumlanması iklimine ulaştı.
Hüzünle sızlayan bir yüreğin iniltileri, âbidlerin evrâd u ezkarlarına, zâhidlerin takva u verâlarına denk tutulmuştur.
Günah ve ma’siyet dışı, dünyevî huzursuzluklardan dolayı yaşanan tasanın günahlara keffâret olacağını Hazret-i Sâdık u Masduk söylüyor.. ya ukbâ buudlu ve Allah hesabına olursa..!
Hüzün vardır, ibadet ü taatdaki eksiklik mülâhazasından ve vazife-i ubudiyetteki kusur endişesinden kaynaklanır.. ve bu bir avam hüznüdür. Hüzün vardır, kalbin masivâya “Allah’tan başka herşey” meyl ü muhabbetinden ve duyguların teveccühdeki teklemelerinden kaynaklanır.. bu da bir havas hüznüdür. Hüzün de vardır ki, mahzunun bir ayağı nâsut âleminde, diğer ayağı da lâhut âleminde, kalbin kadirşinaslığı ile her iki âleme karşı, muvâzene ve temkine riayet etmeye çalışır; çalışırken de her an muvâzeneyi bozdum veya bozacağım endişesiyle ürperir ve sürekli hüzünle inler ki bu da asfiyânın hüznüdür.
İlk Nebî, hem insanlığın babası, hem peygamberliğin babası, hem de hüznün babasıydı. O, hayata uyanırken aynı zamanda hüzne de gözlerini açıyordu. Peygamberlik ölçüsündeki temkin ve azmindeki za’fın hüznüne, yitirilmiş cennetin hüznüne, kaybedilmiş visal ve maruz kalınmış firak hüznüne. O, bütün bir ömür boyu bu hüzünler ağında inleyip durdu.
Hazret-i Nuh, peygamberliğiyle kendini hüzün cenderesinde buldu. O’nun sînesinde köpüren hüzün dalgaları, okyanuslarınkine denkti.. ve bir gün geldi ki O’nun hüzün kaynağı, okyanusları dağların zirvelerine kadar köpürttü ve yeryüzünü kapkaranlık bir tasa sardı. Derken O da bir tufan peygamberi oldu.
Hz. İbrahim âdetâ, hüzne göre programlanmıştı. Nemrutlarla yakapaça olma hüznü, ateş koridorlarında dolaşma hüznü, eşini ve çocuğunu ıpıssız bir vadiye bırakma hüznü, çocuğunu boğazlamaya memur edilme hüznü ve daha bir sürü melekût buudlu, akılla çatışmalı hüzün silsilesi...
Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. Mesih hemen hepsi hayatı bir hüzün yumağı olarak tanıdı, duydu ve yaşadılar.. ve hele en büyük Nebî, Hüzün Peygamberi ve arkasındakiler...
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
HAVF VE HAŞYET
Arapçada, korkma, ürperme, irkilme ma’nâlarına gelen havf; ıstılâhî ma’nâsı itibariyle; şer’an haram olmayıp da daha hafif mertebede memnu bulunan bir şeyi işlemekten sakınma anlamına, sofiyece de; “recâ” duygusunun yanında, hak yolcusunun emniyete düşüp aldanmaması ve kuruntulara takılıp kalmaması için manevî seyr ü seferde hem bir denge unsuru ve hem de nâz u şatahata götürecek düşünceleri tadîl eden bir iksirdir.
Havf, Kuşeyrî’ye göre; ma’nâ yolcusunun, Allah’ın sevmediği, hoşlanmadığı şeylerden sakınmasını ve uzak kalmasını sağlayan, onun içindeki bir korku duygusu şeklinde yorumlanmıştır ve daha çok da, gelecekle alâkalı gösterilmiştir.
Evet havf, ya bir insanın arzu etmediği şeylere maruz kalacağı endişesinden veya isteyip dilediği şeyleri kaçıracağı düşüncesinden kaynaklanır ki, her iki durum da istikbâl ile alâkalıdır. Kur’ân-ı Kerîm de, pek çok âyât u beyyinatıyla amel ve davranışların ilerideki neticelerini nazara vererek istikbâl buudlu bir dünya kurmayı hedefler.. O’nun kurmak istediği dünyada geleceği iyi ve kötü semereleriyle bir ruh, bir ma’nâ, bir düşünce, hattâ bir aksesuar olarak görmek her zaman mümkündür. O, müntesiplerinin gönlüne bütün bir hayat boyu âkıbetendiş olmayı aşılar ve ayaklarını yere sağlam basmalarını hatırlatır: “ -Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi” (Zümer, 39/47) ürperti hasıl eden fermanı: “ -De ki: Amellerin bütün bütün boşa gidenini size haber vereyim mi? Onların ameli ki, dünya hayatında bütün çalışmaları boşa gittiği halde kendilerini güzel iş yapıyor sanmaktadırlar” (Kehf, 18/103) gönülleri hoplatan beyanı gibi daha pek çok âyet var ki bunlar insanın hayat dantelâsının öteden getirilmiş atkı ipleri gibidirler.. -Bu iplerle hayatını kaneviçe gibi örene ne mutlu- Kur’ân sık sık bunlarla gönüllerimize uhrevîlik aşılar ve gözlerimizi ukbâya çevirir.
Cenab-ı Hakk nurlu beyânında, bizi huzûruna celp ve maiyetiyle şereflendirmek için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Bu kamçı, tıpkı annenin itaplarının, yavruyu onun şefkatli kucağına çektiği gibi; insanı ilâhî rahmetin enginliklerine cezbeder ve onu cebrî lütufların vâridâtı ile zenginleştirir. Bu itibarla, Kur’ân-ı Kerîm’de havf u haşyetle tüllenen her emir ve direktif, bir buuduyla ürpertici ise de diğer yanıyla rahmet televvünlü ve inşirah vericidir.
Ayrıca, Cenab-ı Hakk’tan havf edip O’na karşı saygılı olan bir vicdanın, başkalarının kasvetli ve yönlendirmeden uzak, yararsız, hatta zararlı korkularından kurtulması bakımından da ayrı bir önem arzeder. Cenab-ı Hakk, nûrefşân ve ümitbahş beyanında yer yer: “ -Eğer gerçek mü’min iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!” (Âl-i İmrân, 3/175) buyurarak, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılarak dağınıklığa düşülmemesini: “ -Sadece ve sadece benden korkun” (Bakara, 2/40; Nahl, 16/51) diyerek de hiçbir yararı olmayan fobilere girilmemesini ihtar eder ve: “ -Her an üzerlerinde nigehban bulunan Rabbilerinden korkar ve emrolundukları şeyleri titizlikle yerine getirirler” (Nahl, 16/50) ve: “ -Havf u haşyet içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazlarının kabul olacağı ümidiyle Rabbilerine dua eder-ler...” (Secde, 32/16) gibi pürenvar beyanlarıyla havfla mamur, haşyetle serfiraz gönülleri senâ eder. Eder, zîra hayatını havfa göre örgüleyen bir ruh, iradesini temkinli kullanır, adımlarını dikkatli atar ve ayağını çürük bir yere basmamaya çalışır. İşte böyle titiz ruhlar rızâ semasının üveykleri sayılırlar. İşte size, Lücce sahibinden havfla alâkalı hoş bir tesbit:
“Eğer Cenab-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sabit kadem ol; zîra ağaç şiddetli rüzgarlara karşı kökleriyle yere muhkem tutunur.”
Havfın en aşağı mertebesi, imanın şartı ve muktezası olan havftır ki : “ -Eğer gerçek mü’min iseniz benden korkun” (Âl-i İmrân, 3/175) meâlindeki âyet buna işaret etmektedir. Bunun bir üstü ilim buudlu havftır ki: “ -Allah’tan, kulları arasında ancak alimler hakkıyla korkar” (Fâtır, 35/28) âyeti de bu mertebeyi ihtar eder. Daha üst bir mertebe ise marifet mertebesidir ve heybet televvünlüdür ki: “ -Allah size kendisine karşı ürperti içinde bulunmanızı emreder” (Âl-i İmran, 3/28, 30) beyan-ı sübhânîsi de bunu hatırlatır.
Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen bunlardan heybet daha ziyade “firar” yörüngeli, haşyet ise “ilticâ” mahreklidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi içindedir; O’nunla oturur-kalkar, O’nu düşler ve O’nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile O’na ilticâ etme vesileleri araştırır ve O’na sığınma fırsatları kollar.
Bu itibarla da çok defa, rehbet yolunu seçenler, firarı da devam ettirirler.. firarı devam ettirdikleri için de kolayı zorlaştırır ve ruhbanların maruz kaldığı sıkıntılara maruz kalır, dolayısıyla da firarın hasıl ettiği bu’diyet ölçüsünde, O’ndan uzak kalmanın ızdırabını yaşarlar. Hayatlarının her lâhzasında “hevâ”yı “hüda”ya çevirebilmiş haşyet salikleri ise, her an ayrı bir iltica yol ayrımında ayrı bir “kurb” kevseri içer ve “daha yok mu?” diyerek coşarlar.
Haşyet, kâmil ma’nâda bir enbiyâ hususiyetidir.. nebiler, sürekli içinde âdetâ İsrafil’in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk’ın, azamet u celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrâk ufuklarında her zaman: “ -Cenab-ı Hakk azametle dağa tecelli edince, dağ şâk şâk oldu, parçalandı ve Musa kendinden geçip bayıldı” (A’râf, 7/143) gerçeğinin tulû ve gurûbları yaşanır. Akrabü’l-Mukarrabîn ve Seyyidü’l-Haşiyîn de: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bilebilseniz ki, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. Zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız” buyurur. Bu hadiste hem Peygamberin ilticâ buudlu haşyeti -ki, kendi, bilinebilecek herşeyi bildiği halde firarı değil O’na sığınmayı seçmiştir- hem de diğer insanların firar buudlu heybetlerini anlatmıştır.. ve Ebu Zerr hadîsdeki: “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım” ilavesiyle kendi hesabına bu düşünceye beliğ bir tercümandır..!
Haşyet ve mehabete göre programlanmış bir ruh, havf mülâhazası olmasa da günahlara bulaşmaz.. işte mehabet bendesi bir ismet kahramanı!: “ -Süheyb ne yüksek bir karakterdir -muhalfarz- Allah’tan korkmasa da günah işlemez.”
Havf erbabı bazen sızlar, bazen ağlar ve gözyaşlarını ceyhun ederek günde birkaç defa hususiyle de yalnızlık zamanlarında gözyaşlarıyla “bu’d” ateşlerini söndürür ve bu’dlar bu’du cehennem üzerine yürür. Zira: “ -Allah korkusundan ağlayan birinin, sağılmış sütün yeniden memeye dönmesi muhaliyeti gibi cehenneme girmesi mümkün değildir” fehvâsınca, cehennem ateşini söndüren en tesirli iksir gözyaşlarıdır. Bazen de, hem yaptıklarını hem de yapmadıklarını sürekli birbirine karıştırır; yaptıklarının “hüdâî” olmayıp da “hevâî” olduklarından, yapmadıklarının ise bütün bütün şeytânî olmasından, irkilir, devamlı hüzünle yutkunur.. ve isabetli karar verebilirse doğrulur O’na ilticâ eder. Bunlardan birinci şıktakiler: “ -Rabbilerinin huzuruna döneceklerinden ötürü, yürekleri çarparak vereceklerini verirler” (Mü’minûn, 23/60) mealindeki âyet münasebetiyle, Aişe Validemiz’den nakledilen şu vak’ayı misâl olarak gösterebiliriz: Validemiz buyurur ki: “Bu âyet nâzil olunca ‘âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?” diye Rasûlullah’a sordum. İnsanlığın İftihar Tablosu Seyyid’ül-Ma’sûmîn: “Hayır ya Aişe, âyette anlatılmak istenen, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir, buyurdular.” Birinci kategoride zikredilenlere “düz mü’minler” diyeceksek ikincilerine “derin mü’minler” veya “kamil insanlar” demek uygun olur zannederim.
Ebû Süleyman-ı Dârânî: “Kulun, havf ve recâ arası bir yol tutup gitmesi esas olmakla beraber, her zaman kalbin korku ve saygıyla atması daha emin bir yoldur” der. Aynı düşünceyi paylaşan Şeyh Galip ise havf mevzuundaki hislerini şu müstesna mısrasıyla âdetâ hülâsa eder:
Bin havf ile ceşm-i cânı bâzet!
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
RECÂ
Gelecek adına emellerle dopdolu olma ve arzu edilen şeylerin elde edilebileceği ümidiyle yaşama ma’nâlarına gelen recâ, sofilerce: “Gönülden istenen bir şeyin tahakkuk etmesi inancıyla meydana geleceğini ümit etme ve bekleme” şeklinde tarif edilmiştir. Bu itibarla, hasenât adına bir şeyi işleyip kabulünü beklemek, kezâ ma’siyetten tevbe edip hüsn-ü kabul göreceği mülâhazasıyla ümitlenmek birer recâdır.
Hata, günah ve seyyiatın şahsa yüklenmesi, hasenâtın ise, Allah’ın rahmetine atfedilmesi esasına dayanan recâ, sâlikin bir kısım yanlışlıkların, kötülüklerin ve yakışıksız şeylerin ağına düşmemesi, iyilikler ve güzelliklerle de şımarıp küstahlaşmaması için, istiğfar ve dua kanatlarıyla sürekli “seyr ilallah” ufkunda seyahatla şerlerden kaçınıp hayırlara sığınması; inâbe ve tazarru lisanıyla da devamlı “seyr maallah” ikliminde Hakk kapısının tokmağına dokunmasından ibaret sayılmıştır. Böyle bir denge kurulabildiği takdirde, ne havfta inkıta ve ye’s, ne de recâda gevşeklik ve şatahat olur.
Evet, günahlardan kaçınıp Allah’dan inâyet beklemek, yarışırcasına hayrât ve hasenât yolunda koşup sonra da Allah rahmetinin enginliği mülâhazasıyla o kapıya yönelmek sadık bir recâ ve sadıkların recâsıdır. Aksine, amelsiz hasenât beklemek veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, Allah’ı kendi hesaplarıyla bir şeylere -estağfirullah- icbar ediyor gibi “buhbuha-i cennet” den dem vurmak yalancı bir recâ ve Hazret-i Rahmanü’r-Rahim’e karşı da bir saygısızlıktır.
Recâ, bir temennî değildir; temennî, herhangi bir tasavvur ve düşüncenin meydana gelmesi mevzuunda kat’iyyet bulunmayan, dolayısıyla da ümid va’detmeyen bir beklenti olmasına mukabil, recâ; matluba ulaştıracak bütün vesileleri değerlendirip, rahmeti ihtizaza getirme yolunda peygamberâne bir basîret ve şuurla bütün iltica kapılarını zorlamanın ad ve ünvanıdır.
Bir diğer ifade ile recâ; ilim, kudret ve irade sıfatları gibi, rahmet ve affediciliğin de ihata ve şümûlüne inanıp, ehadiyet dalga boyunda bir kısım teveccühlere muntazır olmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’in rahmetin herşeyi aştığını (A’râf, 7/156); bir kudsî hadîsin de, ilâhî rahmetin her zaman gadabın önünde bulunduğunu ifade etmesi, zannediyorum, bu gerçeği hatırlatmaktadır. Şeytanların bile ümid ve ümniyeye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayd kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr ma’nâsına gelen recâ hissini yitirip ye’se kapılmak affedilmeyen bir günahtır.
Reca:
“Kerem kıl kesme Sultanım keremin bînevâlerden
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedalerden..”
M. Lütfi Efendi deyip kalben Kerim ü Vedûd’un cömertliği etrafında pervaz ederek O’na sığınma yollarını araştırmaktır. Rabbin mülâtefesi sayılan böyle bir mazhariyeti elde etmiş olanlar hiç tükenmeyen bir hazine bulmuş sayılırlar. Hele insan sahib olduğu şeylerin bütününü kaybettiği veya ona karşı her türlü musibet bendinin yıkıldığı veyahut hayra muvaffak olamamanın, şerden kurtulamamanın ızdırab ve inkisarını vicdanında duyduğu.. yani sebeplerin bitevî sükut edip her yolun “Müsebbibu’l-Esbâb”a döndüğü hengâmda, recâ, bir berk olur, burak olur.. onun yollarını aydınlatır ve onu, ulaşılması insan gücünü aşan ulaşılmazlara ulaştırır.
Gazze’de son dakikalarını yaşayan İmam-ı Şafiî’nin recâ adına şu son ve dolgun soluklarını kaydetmeden geçemeyeceğim:
“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım.. günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”
Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, O’na yönelttiği, O’na yaklaştırdığı yerlerde sürekli “havf” soluklamak; ye’s çukurlarına düşüldüğü veya ölüm emarelerinin belirdiği zamanlarda da “recâ”ya sarılmak, havf-recâ dengesi adına ölçü sayılacağı gibi, ruhta hâsıl olan emniyet duygusuna karşı korku unsurlarını harekete geçirmek, ümitsizlik hazanlarının esip-savurduğu hengamda da recâ seralarına sığınmak da ayrı bir yaklaşım keyfiyeti sayılabilir. Bu itibarla, bazen en mükemmel amelin yanında duman duman korku tütebilir ve az bir amelin sağında-solunda da recâ tüllenebilir...
Yahya b. Muaz’ın bu mülâhaza için bir tazarruunu kaydetmek istiyorum: “Allahım, çok defa günah ve hatalara bulaştığım zaman, ruhumda taşıdığım recâ, en mükemmel amellere iktiran eden recâdan daha güçlü görünüyor; zira ben arızalarla ma’lûl bir insanım; kat’iyen masun sayılamam.. günahlara bulaştığım zaman hiçbir iş ve amele değil, bilâ kayd u şart senin affına itimat ederim.. nasıl etmem ki, sen cömertlikle mevsufsun!”
Zaten çoklarınca recâ, Zât-ı Uluhiyyet hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir başka buudu sayılmıştır. Ve: "-Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun benim hakkımdaki zannına bağlıdır" mealiyle vereceğimiz kudsî hadis de bu mülâtefenin ifadesidir.
Ebu Sehl’i, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görür ve sorarlar: “Üstad bu yüksek payeyi nasıl elde ettiniz?” Ebu Sehl cevap verir: “Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde.”
Bu itibarla denebilir ki, eğer recâ, Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetiyle tecelli etmesi için bir vesile ise, insan iyi-kötü hiçbir halinde bu vesileyi elden bırakmamalıdır. Evet, insanın ameli, ihlâsı, hasbîliği, diğergamlığı önemli birer güzellik buudu sayılsalar da, insan yanlı olmaları itibariyle, Allah’a ait bulunan affın yanında çok önemsiz kalırlar. Zira öncekiler, zâhîrî esbab açısından insanın işi ve davranışları sayılmasına karşılık, ikincisi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın rahmet buudlu şe’n-i hâssı ve mülâtefesidir.
Havf u recâ insan gönlüne Allah’ın en büyük armağanıdır. Bundan daha büyük bir armağan varsa o da, bu iki duygu arasındaki muvazeneye riayet ederek, onları Allah’a ulaşmada birer nurânî kanat olarak kullanmaktır.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
ZÜHD
Dünyevî hazları terk edip, cismânî meyillere karşı koyma ma’nâlarına gelen zühd; sofilerce daha çok, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, âdeta bir perhiz hayatı yaşamak.. davranışlarında “takva”yı esas tutarak, dünya-nın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, hatta buğz ve nefret içinde bulunmak ma’nâlarına gelir.
Bir diğer ma’nâda zühd, ebedî ukbâ saadeti için muvakkat dünya rahatını terk etme şeklinde yorumlanmıştır ki, bunu da evvelki tefsire ircâ edebiliriz.
Haram ve helallere karşı hassas olmak, zühdde ilk adım sayılır; ikinci adım ve kâmil merhale ise, meşrû ve mübah şeylerde bile, kılı kırk yararcasına gösterilen titizliktir.
Zühd insanı; hem üzerine aldığı sorumluluklara karşı, hem gelip ona toslayan bela ve musibetlere karşı hem de her köşe başında önünü kesen günah ve ma’siyetlere karşı olabildiğince sabırlı.. küfür ve dalâlet müstesnâ Yaradan’ın her türlü takdirinden hoşnut.. ve O’nun kendisine bahşettiği şeylerle, yine O’nun hoşnutluğunu, ahiret yurdunu ve insanın mutlak hakikate yönlendirilmesini gaye-i hayal haline getiren insandır. Onun kalbinin kulağında sürekli: “ -De ki: Dünya metaı ne de olsa azdır; ahiret ise takva ehli için mahz-ı hayırdır” (Nisâ, 4/77) hakikati tınlamada, beyninin her guddesinde: “ -Allah’ın sana verdiği herşeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas, 28/77) gerçeği şu’lefeşân ve basîret ufkunun her köşesinde: “ -Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, doğrusu işte gerçek hayat odur; eğer bilselerdi” (Ankebût, 29/64) İlâhî beyanı, nümâyandır.
Zühdü; müdâyaka ve sıkıntı anlarında dahi şeriatın hududlarını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama şeklinde tarif edenler de olmuştur.. ve yine onu Allah’ın helalinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma, sonra bu mala terettüb eden bütün hakları yerine getirme.. ve İslâm’ı i’lâ etme mülâhazasının dışında mal biriktirmeme, tûl-i emellere girmeme şeklinde yorumlayanlar da çıkmıştır.
Süfyân-ı Sevrî gibi büyükler, zühdü; âdî şeyler yiyip, basit elbiseler giymekten daha ziyade, Hakk rızasına göre programlanmış ve tûl-i emellere kapalı kalabilmiş bir kalbin ameli olarak görmüşlerdir. Bu anlayışa göre gerçek zühdün emaresi üçtür:
1. Dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama ve kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama,
2. Medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme,
3. Hakk’a kulluk ve O’nunla halveti herşeye tercih etme.
Evet, zühd de, mebde itibariyle tıpkı havf u recâ gibi bir kalb amelidir. Ancak, zühd duygusunun insanın davranışlarına aksetmesi veya onları yönlendirmesi açısından bir farklılığı söz konusudur ki, bu da onun aksiyon ve davranış buududur. Zühde göre programlanmış bir sine, şuuru taalluk etsinetmesin, yeme-içme, yatma-kalkma, konuşma-sükut etme, halvet peşinde olma veya celvette kalma gibi birbirine zıt bütün davranışlarında zühd düşünür, zühd soluklar, zühd televvünleri içinde bulunur ve sürekli zühd rüyaları görür.. ve bütün bunların arkasında, dünyanın kendine ve insanların hevesâtına karşı ciddî bir tavır alması söz konusudur.
Bu duyguyu Mevlânâ ne hoş terennüm eder:†
“ -Dünya nedir? O Hüda’dan gafil olmaktır; kumaş, gümüş, evlad ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hakk rızası için omuzlarsan, ona Hz. Resûl: ‘İyi insan için iyi mal ne güzeldir!’ buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin helakine sebep, geminin altındaki su da onun hareketine vesiledir.”
Evet, ne dünyevî imkânlar ne de zenginlik zühde manî değildir. Elverir ki insan onlara karşı hakimiyetini korusun ve onların mahkumu olmasın. Vâkıa İnsanlığın İftihar Tablosu, kalbi, zühde göre programlandığı ve gözlerinin içine başka hayal girmediği halde fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmişti. Zirâ O, ümmetine ve husûsiyle de neşr-i hak vazifesinde bulunanlara misal olma mevkiinde idi. Bu itibarla da evvelâ peygamberlik vazife-i kudsiyesi, dünyaya alet ediliyor töhmetine meydan verilmeyecekti. Sâniyen O, bu yüce vazifede: “ «ğÊÚ†«ÓÃÚ—ğÈÓ†«ğ‰«ÒÓ†ŸÓ‰ÓȆ«§ ğ -Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir” (Yunus, 10/72; Hûd, 11/29) diyen seleflerine iktidâ etme durumunda idi... Sâlisen O, neşr-i hakkı kendilerine vazife edinmiş ümmetinin âlimlerine hem bir nümune hem de rehber olma sorumluluğunu taşıyordu. Bu itibarla da O, hayatını en fakirâne bir çizgide sürdürecekti.. ve sürdürdü de.
“-O, açlıktan bağırsaklarını sargıyla sardı.. ve o latif cildli mübarek böğürlerini taşlarla sıkıştırdı. Koca koca dağlar altın kesilip O’na arz olunmayı niyaz ettiler de, himmeti çok yüksek olan O zat onlara karşı müstağni davrandı. O’nun dünyevî ihtiyaçları da zühdünü te’yid eder; zirâ O masumlar masumunun zaruret ve ihtiyaçları O’nun ismetine ilişememişti. Onun ihtiyaçları, O’nu dünyaya nasıl davet edebilirdi ki, O olmasaydı, dünya ademden kurtulup varlığa eremezdi” diyen Busayrî, O’nun ihtiyaç içindeki istiğnâsını ve zaruret içindeki yüce himmetini ne güzel ifade eder!
Zühde dair daha ne güzel sözler söylenmiştir! Biz onlardan, tevehhüm-i ebediyetin yalanını yüzüne vuran ve tûl-i emeli temelinden sarsan, Hz. Ali’nin bir sözüyle bu faslı noktalamak istiyoruz: “
-Nefs dünyaya karşı ah u efgan içinde.. hem de kurtuluşun, dünya ve içindekilerini terk etmeye bağlı olduğunu bildiği halde. İnsanoğluna öbür âlemde, buradan göçmeden bina ettiği evlerin dışında, içinde oturacağı bir yuva yoktur.
.............................. ........................
Mallarımız ki biz onları mirasçıları için topluyoruz. Evlerimiz ki biz onları dehrin harab etmesi için bina ediyoruz. Çevremizde muhkem yapılmış nice binalar vardır ki harab oldu.. ve öleceklere ölüm gelip çattı. Hemen herkeste şöyle-böyle ölüm korkusu olsa da, dünyaya karşı onları canlı tutan emelleri de var. Kişi onları serer, sergiler, zaman gelir dürer. Nefis dört bir yana yayar, arkadan ölüm gelir katlar...”
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
TAKVÂ
Takvâ, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi şeklinde tarif edilmiştir.
Lügat ve şer’î ma’nâlarının yanında bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, şeriat kitaplarında her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür.
Bir de takvânın oldukça şümûllü ve umumî ma’nâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden şerîat-ı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.
İşte bu ma’nâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: “ -Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır” (Hucurât, 49/13) âyet-i pürenvârı da buna işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitabın takvâya, bu ölçüde, bu derinlikte, bu şümûlde ve Kur’ân’dakine denk bir ma’nâ yüklediğine şâhid olmadığım gibi, İslâm’ın dışında hiçbir ahlâk ve terbiye sisteminin de bu seviyede, madde ve ma’nâyı kucaklayan.. kökü dünyada, dalları, çiçekleri, meyveleri ukbâda sihirli bir kelimeye rastlamadım. Evet, ma’nâ ve muhtevâ itibariyle takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve (Bakara, 2/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları (Bakara, 2/21) ufkuna çevirir.
Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir.. takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan-ı Bedîu’l-Beyan’dır. Bu ulu kullar burada Kur’ân’la beslenir, ötede de rü’yet ü rıdvanla. Buradaki vicdânî zevk, oradaki rûhânî haz, takvâdaki derinliğe bir ikinci mevhîbe olması itibariyle Cenâb-ı Hakk:†“-Allah’a karşı olabildiğince takvâ dairesinde olun!” (Âl-i İmrân, 3/102) buyurarak bu ma’nâdaki takvânın önemini hatırlatır.
Evet, bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma ma’nâlarına gelen takvâ sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla denebilir ki, takvâyı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını da bulmuş olur. İşte bir şâhid daha:†
“-Allah din u takvâyı kime verdiyse o, dünya-ahiret muradına ermiştir. Kim ki, Hakk eri ve takvâ sahibidir, o bir şakî değil saiddir ve dosdoğru yoldadır. Kim ki takvâdan nasipsiz ve takvâ emaresinden yoksundur, onun varlığı ayıp ve ardan başka değildir. Aslında, Hazvete (Hakk’a) yol bulandan başkası diri değil, ölüdür.”(Gülşen-i Tevhîd).
Takvâ, paha biçilmez bir hazine, en zengin hazinelerin en mûtenâ yerinde eşsiz, bîhemta bir cevher, bütün hayır kapılarını açan sırlı bir anahtar ve cennet yolunda bir buraktır. Bu müstesnâ yerine binâen o, Kur’ân-ı Kerim’in zülâl beyânıyla, tam yüz elli defa ışık tayfları halinde gelir ve ruhlarımızın dimağına akar.
Takvânın bu umumî isti’mâline mukâbil bir de herkes tarafından bilinen bir has ma’nâsı vardır ki, çok defa “takvâ” denince akla gelen de budur. O da; şeriatın emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyarlı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren davranışlardan uzak kalmaya çalışmaktan ibaret görülmüştür ki: “ -Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar” (Şûrâ, 42/37) fermanı bu önemli esasın bir yanını; “ -Onlar ki îman edip sonra da salih amel işlemeye koyuldular”(Yunus, 10/9) câmî beyanı da diğer yanını ifade etmektedir. Farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma, takvânın zarûrî ve câmî iki esasıdır. Sağâir dediğimiz küçük günahlara gelince: “ -Kul gerçek takvâya ulaşamaz, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terketmedikçe” gibi pek çok beyan-ı Nebevî var ki, Kur’ân’ın “lemem” dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir.
Evet, tam ihlas, ancak her çeşit şirk şâibesinden sakınmakla, kâmil takvâ da şüphelerden bütün bütün kaçınmakla elde edilebilir. Zirâ; Câmî’ hadîsi; kalb ve ruh seviyesinde bir hayatı, şüpheli şeyler karşısında hassas olmaya bağlamıştır. Hadîs; helâlin belli, haramın da belli olduğunu, Sahib-i Şeriatın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu.. ve insanların çoğunun bunları bilemeyeceğini, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini.. ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğu; tıpkı, koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının, koruya girmesi melhuz bulunduğu gibi hususları anlattıktan sonra Hz. Ruh-u Seyyidü’l-Enâm buyuruyor ki: “Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur; o bozulunca beden de bozulur. İşte o kalbdir!”
Bu esaslara binâen, takvâyı tâmmın, ancak şüpheli şeyler ve küçük günahlardan sakınmakla elde edilebileceğini söyleyebiliriz. Böyle bir içtinâb ise her şeyden evvel iyi bir haram ve helal bilgisine, bundan da öte sağlam bir mârifet ve vicdan kültürüne vâbestedir. İş gelip bu noktaya dayanınca: “ -Sizin Allah nezdinde en asil ve en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır” (Hucurât, 49/13) âyetiyle; “ -Kulları içinde Allah’dan hakkıyla ancak âlimler korkar” (Fâtır, 35/28) beyanı âdetâ kutuplaşır.. takvâ, asâlet ve şerefe inkılâp eder, ilim de saygıya bürünür ve bir bayrak gibi tüllenir. Kalbini ve sırrını bu renklerle bezeyen ruhlar, “ -İşte o kâmet-i bâlâlar, kalblerinde, Allah’ın takvâ imtihânına tabî tuttuğu kimselerdir” (Hucurât, 49/3) İlâhî iltifatıyla da birer imtihan kahramanı olarak anlatılırlar.
İbadet ve itaat kutbunda takvâ denince, daha çok iç safveti, gönül derinliği ve ihlâs enginliği anlaşılır; ma’siyet dairesinde de günah ve şüpheli şeylere karşı kesin tavır ve kararlılık. Bu itibarla da, kulluğun çeşitliliğine göre, aşağıdaki hususların hepsini takvânın ayrı bir buudu sayabiliriz:
1. Kulun mâsivâullah’tan (Allah’dan gayrı her şey) kaçınması.
2. Onun şeriat ahkâmına bihakkın riayet etmesi.
3. Esbab dairesinde cebre düşecek davranışlardan, kudret dairesinde i’tizâle sapacak inhiraflardan sakınması.
4. Hakk’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bulunması.
5. Yasaklara muhalefet etmeye çekecek nefsî hazlara karşı devamlı uyanık olunması.
6. Maddî-manevî herşeyin Allah’dan bilinip, nefse hiçbir şeyin temlik edilmemesi.
7. Kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı görmemesi.
8. Allah’dan başka hiçbir şeyi gaye-i hayal edinmemesi.
9. Hazret-i Rehber-i Küll’e bilâ kayd u şart inkıyâd edilmesi.
10. Âyât-ı tekviniyenin sürekli tetkik ve tefekkürüyle kalbî ve ruhî hayatın yenilenmesi.
11. Ve değişik buudlarıyla râbıta-ı mevtte kusur edilmemesi.
Hâsılı, takvâ bir kevser, müttakî de ona ulaşmış bahtiyardır; Hakk katında bu mazhariyeti elde etmiş insan da azdır. Bir şâirimizin sözüyle bitirelim:
“Hakk Teâlâ eder takvâ ehlidir ulunuz
Müttakinin makamı cennet, içtiği kevser olur.”
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
VERA
Lügat ve kâmuslarda; uygunsuz, yakışıksız ve gereksiz şeylerden sakınmak, haram ve yasaklara karşı da, titiz davranmak, tetikte olmak.. veya memnû şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma ma’nâsına hamletmişlerdir ki; “ -Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olana geç” İslâmî prensibine uygun olan da budur.
Sofîlerden bazıları vera‘ı; yakînin sıhhati, davranışların istikâmeti ve Cenâb-ı Hakk’la münasebetlerde de âlî himmet ve temkinli olma şeklinde yorumlamışlardır.
Bir ehl-i dil; göz açıp-kapayıncaya kadar olsun Hakk’tan gâfil olmamak.. bir diğeri ise, hayatın her lâhzasında, O’ndan başka herşeye kapalı kalmak.. daha bir başkası ise, hâliyle olsun diliyle olsun, kulun dünya ve ehl-i dünyaya tezellül ve tenezzülde bulunmayıp, varlığı, kendini ve bütün dünyayı aşması şeklinde tarif etmişlerdir ki:
“ -Zinhar halka dilencilik etmekten sakın! Ve istediğini sadece keremi çok engin Rabbinden iste! Birgün mutlaka, geldiği gibi gidecek olan dünyanın zînet ve debdebesini bırak!” sözleri de bu mülâhazayı çok güzel ifâde eder. Vera‘ı hayat ve davranışlarını gerekli, lüzumlu ve ötelere uzanan şeylere kilitleyip, lüzumsuz, fânî ve zâil şeylerin gerçek konumlarını kavrama şuuruyla hareket etme şeklinde de yorumlayabiliriz ki; yâni kıvamında ve kendi iç güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâyâniyâta karşı kapalı olan Müslümanlıktır, ölçüsü de bunu hatırlatmaktadır.
Pend-i Attar sâhibi attarca üslûbuyla bu düşünceye hoş ve enfes bir ses katar:
“-Vera‘ duygusundan Allah korkusu peydâ olur, vera‘sız kimse ise kıyamette rüsvay olur. Kim ki vera‘ çizgisinde istikametini buldu, onun duruşu da, kalkışı da, hareketi de, sükûtu da Allah için oldu. Bir kimse ki, Hakk dostluğunu umar, eğer vera‘ yoksa, o kimse muhabbet iddiasında yalancıdır.”
Vera‘, zâhir ve bâtın buudlarıyla yerine getirilmesi kulluk borcu bir külldür. Vera‘ yolcusu, takva ile ulaşılan zirvelerde dolaşırken, bir taraftan zahiriyle, emr u nehiylerin âzâd kabul etmez kölesi olarak hayatını onlarla örgüler.. ve “Allah için işler, Allah için başlar”, Allah için oturur, Allah için kalkar. Allah için yer, Allah için içer, “lillah, livechillah dairesinde hareket eder” diğer taraftan da bâtınını “Haziratü’l-Kuds”ün izdüşümü haline getirerek, kalbindeki “kenz-i mahfi” ile halvet olur ve bütün bütün ağyara kapanır. Yani, O’na götürmeyen düşüncelerden uzaklaşır.. O’nu hatırlatmayan görüntülere sırtını döner, O’nu söylemeyen beyanlara -onlara beyan denecekse- kulaklarını tıkar ve O’nun kıymetler listesine girmeyen şeylerden de elini-eteğini çeker.
Bu ma’nâdaki vera‘, insanı Allah’a amûdî (dikey) olarak yükseltir. Bundandır ki, Cenâb-ı Hakk, Hz. Musa’ya: “Bana yaklaşmak isteyenler vera‘ ve zühd gibisini bulamamışlardır” ferman eder.
Asr-ı Saadetle insanlığın tanıdığı vera‘, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn döneminde âdetâ semavîleşti ve her mü’-minin gâye-i hayâli haline geldi. Bu dönemde idi ki, Bişr-i Hâfî’nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel’e gelerek: “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum.. bazen de devlet memurları ellerinde meş’aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum.. bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve “Bişr-i Hâfî’nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli” fetvasını veriyor.
Ve yine bu dönemde idi ki, gözü bir kere harama ilişen biri bütün bir ömür boyu “Günâhım!” deyip feryâd ediyordu. Bu dönemde idi ki, bilmeyerek haram bir lokmanın girdiği mide, istifrâya zorlanıyor ve bunun için günlerce gözyaşı dökülüyordu.
Yanlışlıkla cebine koyduğu başkasına âit bir kalemi, sâhibine ulaştırmak için Merv’den Mekke’ye yolculuk yapıldığını, bunlardan birinin kahramanı olan büyük muhaddis, üstün fakih ve derin zâhid İbn Mübârek anlatıyor. Üzerinde başkasına ait bir hak varolduğu mülâhazasıyla, alacaklıya, ömrünün sonuna kadar hizmetkâr olmaya azmetmiş insan sayısı hiç de az değil.. meşhur zâhid Fuzayl b. İyâz da bu vâdinin hâl tercümanlarından!. ve bu aydınlık dünyada daha niceleri..! Evliyâ, tabakat ve menkıbe kitapları bu altın insanların ruhânîleri aşan hayatlarıyla lebâleb.. bu sâhifeler, onlara sâdece hatırlatma ölçüsünde açılıyor. Şâyet hatırlatabiliyorlarsa.?
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İBÂDET, UBÛDİYET ve UBÛDET
Allah’ın emirlerini yerine getirme, O’na kullukta bulunma ve kulluğunun şuurunda olma ma’nâlarına gelen ibâdet ve ubûdiyet; bazılarına göre aynı ma’nâya hamledilmiş ise de, büyük çoğunluğun nokta-i nazarı, bu kelimelerin lâfızları gibi ma’nâlarının da ayrı ayrı olduğu merkezindedir.
İbâdet, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme ma’nâlarına gelmesine mukabil, ubûdiyet, kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır. Zaten, ibâdette bulunana “âbid”, ubûdiyette bulunana “abd” denmesi de açıkça bu farkı göstermektedir. “Fâtiha Üzerine Mülâhazalar”ın ilgili bölümü, daha farklı şeyler de hatırlatabilir.
Ayrıca, ibâdet ve ubûdiyet arasında şöyle ince bir fark daha söz konusudur: Meşakkat ve külfetle edâ edilen, havf ve recâ derinlikleri olan, niyet ve ihlâs yörüngeli bütün malî ve bedenî mükellefiyetler birer ibâdet; îfâsında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir. Zannediyorum İbn-i Fard da:
“-Seyr-i sülûkte aştığım mertebelerde her ubûdiyeti, ibâdet-i hâlisemle gerçekleştirdim” sözleriyle bu farka işaret etmektedir.
Ayrıca sofîlerden bir kısmı, ibâdeti avamın kulluğu, ubûdiyeti şuur ve basîret insanlarının îfa ettiği vazife, ubûdeti de saflar üstü safların sorumluluklarını yerine getirme şeklinde tarif etmişlerdir ki; birincisi, mücâhede insanının işi, ikincisi aşılmaz zorlukları göğüsleyen civanmertlerin tavrı, üçüncüsü de, kalb ve ruhlarının enginlikleri ile Hakk’a müteveccih olanların hâli olarak yorumlanabilir.
Bir diğer tevcihle, yukarıda sözü edilen hususların hemen hepsini “İbâdet-i zâtiyye-i mutlaka” ve “İbâdet-i sıfatiyye-i mukayyede” ye ircâ edenler de olmuştur. Bunlardan birincisi; sürekli, Hâlık-mahlûk, abd-Ma’bûd, Görüp-Gözeten, görülüp-gözetilen, münasebetlerinin şuurunda bulunma; duygu, düşünce, tavır ve davranışlar itibariyle hep bu ruhu temsil etme ve hep bu ma’nâya kilitli kalma; ikincisi de, bu icmâli tafsil etme, bu ma’nâyı canlandırma ve bu duyguları, bu düşünceleri irade ile renklendirme diye ifade edebiliriz ki; bu da irade, azim, niyet ve hulûsa göre aşağıdaki bölümlere ayrılır:
a- Sırf cennet arzu ve iştiyakiyle îfa edilen ibâdetler.
b- Cehennem korkusu ve endişesiyle yerine getirilen sorumluluklar.
c- Mehâbet, mehâfet ve muhabbet duygusuyla edâ edilen vazifeler.
d- Abd-Ma’bûd, Hâlık-mahlûk münasebetlerinin gereği olarak temsil edilen hizmetler.. bazıları, bunlardan birincilere “Tacirân”, ikincilere “Bendegân”, üçüncülere “Sâdıkân”, dördüncülere de “Âşıkân” demişlerdir. Bir ölçüde bu tasnife ışık tutması bakımından, Râbia Adeviyye’nin: “Ya Rab, kurb-i cemâline yemin ederim ki, ben Sana ne cehennem korkusu ne de cennet arzu ve iştiyakiyle ibâdet etmedim.. ben, Sen Sen olduğun için Sana ibâdet ettim” sözleri oldukça mânidardır.!
Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir. Esasındaki sürekliliği itibariyle onu aşan ve onun önüne geçen, fakat sürekli olmayan en büyük İlâhî payelere bile bir ma’nâda fâikiyeti vardır.. fâikiyeti vardır ki, Allah O Rehber-i Küll ve Muktedâ-yı Ekmel’ini, sözlerin en ekmeli içinde anarken, önce òŸÓ»ÚœÔÁÔå demiş, sonra ò—Ó”ÔˉÔÁÔå sözüyle o mübarek cümleyi taçlandırmıştır. Keza, O “Şeref-i Nev-i İnsan”ı O “Ferîd-i Kevn-i Zaman”ı miraç adı altında gökleri şereflendirmeye dâvet ederken, dâvetiyenin başına: ò«Ó”Ú—¢È†»ğŸÓ»ÚœğÁğå (İsrâ, 17/1) iltifat-bahş kaydını koymuş ve O’nun ubûdiyetinin bu husûsi fâikiyetine işaret buyurmuştur. Hele, bu gök yolculuğunda, mekânın lâmekân olduğu, cânânın o mübârek cisme cân olduğu ve “Subuhât-ı Vech” şualarının hoşâmedî televvünüyle her yanı sardığı o muhteşem istikbâlde, binbir tebcil arasında kulluğun çekilip öne alınması, alınıp†“ -kuluna vahyetti ha vahyetti” (Necm, 53/10) denmesi ne mânidardır!
Hz. Mevlânâ, söz sultanlığı, zamanı aşmışlığı ve baş döndüren derinlikleriyle değil, kulluğuyla övünür, kulluğuyla coşar ve şöyle haykırır:
-Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”
Bazıları ibâdet ve ubûdiyete daha farklı ma’nâlar da yüklemişlerdir:
* Kulluğunu tam tekmil yerine getirirken bile, kusurlarının şuurunda olup onlarla ürperme.
* Başlangıçta kusursuz bir teşebbüs ve iradenin hakkını verme, neticenin değerlendirilmesinde de kendi havl ve kuvvetinden teberrî etme. Allah’ın ezelî ve ebedî rubûbiyetine karşı hayatın bütün sâniye ve sâliselerini kulluk şuuru ile bezeme.
* Bütün vücudî şeyleri, O’nun varlığının ziyasının gölgesi bilip onları gasp ve temellük edip övünmeme, yokluklarla da miskinleşmeme.
* Her zaman vicdanda ona intisap şerefinin duyulması ve başka pâyelerle şeref ahz u atâsının da nisbetsizlik ve nesepsizlik sayılması.. gibi hususlar bunlardan bazılarıdır.
Bu itibarla, diyebiliriz ki, kulluktan daha yüksek bir pâye ve bir mansıp yoktur. Eğer varsa, o da yine kulluğun bir buudu olan hürriyettir. Mübtedîler için duyulup hissedilen, müntehîler için yaşanıp zevk alınan, Allah’la münasebetlerin ve O’nunla irtibatlanıp mukayyed bulunmanın dışında herşeyden kalben tecerrüd etme ma’nâsına hürriyet. Zannediyorum insanın mücehhez bulunduğu değerler itibariyle de gerçek hürriyet, işte bu hürriyettir.
Bu ince hususa dikkati çeken bir Hakk dostu:
“-Ey oğul, zincirleri çöz ve âzad ol! Altın ve gümüş ağı içinde daha ne kadar zaman kalacaksın!” der.
Ayrıca Cüneyd-i Bağdadî de: “Kul, Allah’dan başkalarının esâretinden sıyrılmadıkça gerçek kulluğa eremez” tembihinde bulunur.
Bir başkası, bir adım daha atarak, duygu, düşünce, tavır ve davranışların müstetbaatının bile ağyara kapalı olmasını salıklar ve şöyle seslenir:
“-Eğer nâmus davulunu çalmak istersen, yıldızlar çarkından geç; zira, bu zillerle mâlemâl çember, bir rüsvaylık defidir.”
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
MURÂKABE
Gözetme, mülâhazaya alma, intizarda bulunma, kontrol etme ve kontrol edildiği şuuruyla yaşama ma’nâlarına gelen murâkabe; hâl ehlince Allah'tan gayrı her şeyden alâkayı keserek kalben Cenâb-ı Hakk'a yönelmek, İlm-i İlâhî'nin her şeyi kuşatmış olduğu inanç ve mülâhazasıyla nefsini menhiyâta karşı gemleyip ve hayâtını Allah'ın emirleri ışığı altında dizayn edip yaşamaktan ibâret görülmüştür. Murâkabeyi; her zaman Hakk'ın murâdını ta’kîb etme ve Cenâb-ı Hakk tarafından ta’kîb edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayat ve davranışlarımızı ciddî bir çizgide sürdürme şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla mümkündür. Kur'ân-ı Kerîm: “ -Sen ne halde bulunsan ve Kur'ân'dan ne tilâvet etsen, sizler de amelden ne işlerseniz, ona dalıp gittiğiniz esnâda mutlaka Biz üzerinizde nigehbân bulunuruz...” (Yunus, 10/61) nûr-efşân beyânıyla bu gerçeği ihtar etmektedir.
Murâkabe, Hakk'ın hoşnut olmadığı uygunsuz hâtıralara, huzurdan uzaklaştıran yaramaz düşüncelere, davranışları baskı altına alan sevimsiz mülâhazalara karşı kalbin kapanması ve rûhun sonsuza açık bütün kanallarının İlâhî vâridâta göre ayarlanması ise, bize, menfî-müsbet bu açıp-kapama işini çok iyi değerlendirmek düşer.. Allah'ın değer verip öne aldığı şeyleri, en içli, en derin arzularımız dâhil, her kıymetin üstünde tutma; O'nun büyük gördüklerini büyük görüp başlarda gezdirme, değer vermediği şeyleri de hatırdan, gönülden çıkarıp atma, bu mevzûda ilk adım sayılır. Hakk rahmetinin enginliğinin düşünülmesi, insanda Allah sevgisini ve ibâdet aşkını coşturur; O'nun mehâfet ve mehâbetinin mülâhazası ise, mâsiyet iştihâsını kaçırır ve insanı dikkatli yaşamaya zorlar; murâkabeye gelince, ibâdet ü tâatı, bir kısım cisimlerin tülbentten geçirilmesi gibi öyle bir eler ki, onların içinde Hakk mülâhazasından başka bir şey kalmaz; zîrâ murâkabe aynı zamanda ferdin yapayalnız anlarında dahî, her an görülüp gözetildiği şuuruyla duygu ve düşüncelerini bulandırmama gayretidir.
Murâkabe yolu, mürşid ve rehbere ihtiyaç hissetmeden, gidip Hakk'a ulaşan kestirme yolların en önemlilerindendir.. ve velâyet-i kübrâ çeşnilidir. Bu yolun bahadırları, her zaman ve her yerde, acz ü fakr nâmeleriyle Cenâb-ı Hakk'a yönelebilir ve ihtiyaç tezkeresiyle halvethâneye alınabilirler. Bunlar, hayatlarının her ânında tabiatı süzerken, Allah'ın kendilerini kontrol ettiğini hisseder ve her türlü ağyâr mülâhazasından uzaklaşır; eşyâyı dinlerken, O'nu söylemeyen bütün seslere karşı kapanır, O'na âit nağmeleri duymaya çalışır; varlığı konuşurken, O'nun güzelliklerini şakıyan bir bülbül olur ve O'nunla irtibatlandıramadığı her şeyi mâlâyanî sayar, onlara karşı da ebkem (dilsiz) kesilir. Zaten, göz, O'nun görmesini, kulak O'nun işitmesini, dil de O'nun beyânını hatırlatmıyorsa, bu uzuvların birer et parçasından farkı ne..? “Cenâb-ı Hakk, Kendine ‘Basîr’ dedi ki, seni fenâlıklara karşı her zaman korkutucu.. O Kendine ‘Semî'’ dedi ki, dudaklarını fenâ şeylere karşı kapatıcı.. ve O Kendine ‘Alîm’ dedi ki, seni bildiğini bildirip fesat düşüncesine karşı kararlı olasın” diyen Hz. Mevlânâ da, murâkabeyi, fenâ duygu, fenâ tutku ve fenâ davranışlara karşı koruyucu bir sütre ve Cenâb-ı Hakk’ın hukûkunu görüp gözetmede de biricik te’mînât saymaktadır.
Murâkabenin başlangıcı ve birinci merhalesi, Allah'ın hâzır ve nâzır olduğuna ve her hâlimize şâhid bulunduğuna yakîn hâsıl ederek O’nun İrâde ve Meşîetine kalben teslîm olup, dileklerimizden daha çok, dileklerini kollayarak “ -Allah her şey üzerinde rakîb ve gözetleyicidir” (Ahzâb, 33/52) ufkunda seyâhat etmektir.
İkinci merhalesi, sâlikin huzûru kalble Cenâb-ı Hakk’a yönelip, İlâhî feyizlerin kalbine akmasını sabır, temkîn ve teyakkuz içinde beklemektir. Böyle bir yönelişte, mürşid, zikir ve râbıtaya da ihtiyaç yoktur. Ancak şer’î âdâba muvâfakat kaydıyla bunların bulunması “nûrun alâ nûr” olur. İster birinci merhale olsun ister ikinci merhale, Hakk yolcusu, bütün benliğiyle ile ifâde edilen ‘ihsân’ rûhunu tam temsil edebildiği ve bu mülâhazada herhangi bir kopukluk olmaması için, her zaman kendini kolsuz, kanatsız, âciz, fakîr ve muhtâç gördüğü ve: “Tut beni Allahım, tut ki, edemem Sensiz” iz’ânıyla sâdece O'nu nokta-i istinâd ve nokta-i istimdâd bildiği ölçüde sağlam bir murâkabe yolunda ve dolayısıyla da emniyette sayılabilir.
Hayâtını sürekli bu çizgide sürdürenlerin rûhunda zamanla bir meleke hâsıl olur ki -buna huzûr-u kalb de diyebiliriz- bu meleke sâyesinde vicdân sürekli ilâhî vâridâta açık kalır ve Hazret-i Ehadiyet’ten ona devamlı feyizler akmaya başlar.
Murâkabenin en önemli vâsıtalarından biri “muhâsebe”dir. -Müstakil tahlîl ister.- İnsanın kendi kendini kontrol edip hesâba çekmesi, günah, hatâ ve benliği baskı altına alan daha başka duyguların şuurunda olunması ma’nâsına gelen muhâsebe yoluyla ferd, kalbinde doğruyu bulabilir, onu davranışlarıyla temsîl edebilir.. ve rûhunda “ -Tesbîh ve takdîs ederim beni göreni, görüp mekânımı bileni ve konuşmalarımı işiteni” sırrı bütün vuzûhu ile belirir.. bütün benliğiyle ilim ve meşîetçe yakın ta'kîbe alınmış olduğunu hisseder ve ürperir.. ve derken, gözlerini açar-kapar her yerde O'nun murâdını arar.
Cevap: Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
İHLÂS
İhlâs; doğru, samimi, katışıksız, dupduru; riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma, kapalı yaşama.. veya gönül safveti, fikir istikameti, Allah’la münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadakatla kullukta bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, daha sonra, meşâyih-i kiramın, onun tarifi ile alâkalı söyledikleri sözlerin hemen büyük bir bölümü de yukarıda sunulan tarif etrafında cereyan etmiştir.
İhlâs; ferdin, ibadet ü taatinde, Cenab-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında herşeye karşı kapanması.. abd ve Ma’bud münasebetlerinde sır tutucu olması.. yaptığı şeyleri Hakk’ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması.. tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve O’nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır.
Bu itibarla, sadâkat bir asıl ve kaynak, ihlâs da ondan nebean eden bir “mâ-i zülâl” sayılmıştır. Kırk gün bu mâ-i zülali içen birinin kalbinden lisanına hikmet kanallarının açıldığı ve açılacağı, sözleri “lâl ü güher” Söz Sultanı’nın beyanı.
Sadakat, peygamberlik âleminin en birinci vasfı, ihlâs ise en nûrânî buududur. Başkalarının hayat boyu elde etmek için uğraşıp durdukları ihlâsa onlar doğuştan mazhardırlar. Kur’an-ı Kerim nebî ihlâsını anlatma sadedinde: “ -Şüphesiz o ihlâsa erdirilmişti” ferman-ı sübhânîsiyle bu önemli mazhariyeti ihtar eder.
Sadâkat ve ihlâs, Enbiyâ-i İzâm için hayâtî birer sıfat oldukları kadar, da’vâyı nübüvvetin temsilcileri için de su kadar, hava kadar önemli birer vasıftırlar. Bu iki husûsiyeti elde etmek ve bu nûrânî iki kanatla kanatlanmak, Onların en ehemmiyetli güç kaynaklarıdır. Birinciler, ihlâssız bir adım atamayacaklarına inanırlar; ikinciler de atamayacaklarına inanmalıdırlar.
Gerçekten de, sadakat ve ihlâs bir ucu insan gönlünde, diğer ucu Hakk’ın inayet katında öyle bir derinliktir ki, o derinliklere yelken açmış ve o kanatla kanatlanmış bir babayiğidin takılıp yollarda kaldığı görülmemiştir. Zira onlar, Allah tarafından te’minat altındadırlar.. ve Allah, çok iş ve çok semereden daha ziyade, her işte rızasının gözetilmesine önem verir. O’nun nazarında bir dirhem ihlâslı iş, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.
İhlâs, bir kalb amelidir.. ve Allah da, kalbî temayüllerine göre insana değer verir.. evet: “ -(fehvasınca) O, sizin sûret, şekil ve dış görünüşlerinize değil; kalblerinize ve kalbî temayüllerinize bakar.”
İhlâs, Allah tarafından temiz kalblere bahşedilmiş, azları çok eden, sığ şeyleri derinleştiren ve sınırlı ibadet ü taatı sınırsızlaştıran öyle sihirli bir kredidir ki, insan onunla dünya ve ukbâ pazarlarında en pahalı nesnelere talip olabilir ve onun sayesinde âlemin sürüm sürüm olduğu yerlerde, hep elden ele dolaşır.
İhlâsın bu sırlı gücünden dolayıdır ki, Allah Rasûlü: “ -Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel yeter” buyurur.. ve: “ -Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin; zira Allah, sadece amelin halis olanını kabul eder” diyerek amellerin ihlâs yörüngeli olmasına tembihte bulunur.
Amel bir cesetse ihlâs onda can, amel bir kanatsa ihlâs da diğer kanattır. Ne ceset cansız olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir:
"-Sana bütün davranışlarında ihlâs gerektir; ta ki, Rabb-i Ecell senin amelini kabul ede.. zira ihlâs taat kuşunun kanadıdır; siz, kanatsız felah semtine nasıl uçabilirsiniz ki..!” deyip inleyen Mevlânâ ne hoş söyler! Bir hoş söz de Bâyezid-i Bistâmî’den: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenab-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan: ‘Ey Bâyezid, Cenab-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hakk kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol’ sesini duydum ve tembihini aldım...”
Bazılarına göre, ibadet ü taatta, halkın görüp hissetmesinden kaçınmak ihlâs.. bazılarına göre ise, halk mülâhazasını bütün bütün unutmak.. bazılarına göre de, ihlâsı dahi hatırlamamak.. evet bunlara göre ihlâs; ameli her türlü mülâhazadan uzak bulundurmak ve sürekli murâkabe ile maddî-mânevî bütün hazları unutmaktır.
İşin daha doğrusu ihlâs, kul ile Ma’bud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah sevdiklerinin kalbine koymuştur. Kalbi ihlâsa uyanmış bir insanın nazarında, medh u zem, tâzim ü tahkir ve yaptığı işlerle bilinip bilinmemesi, hattâ sevap ve mükâfat mülâhazası kat’iyen söz konusu değildir. Ve böylelerinin gizli-açık her halleri aynı çizgidedir...