-
Cevap: Düzceli Mehmet
MEHMET İ DAVET ETTİM
Evim,çalıştığım yerde değildi. Bunu için bir hafta sonunu geçirmek üzere,mehmet le birlikte evimin olduğu şehre gitmiştik. Kısa ama,çok anlamlı ve dostane bir yolculuk olmuştu. Artık mehmet ,hafta sonu için benim misafirimdi. Hafta sonunu geçirdikten sonra,tekrar üniversiteye birlikte dönecektik.
Misafirim olan mehmet ile evimde başbaşaydık. Mehmet evimde misafir olduğu için daha dikkatli
Daha nezaketli tavırlar içindeydi. Beni üzmemek ,kırmamak için özel bir itina gösterdiği belliydi.
Eve ilk girdiği andan beri,gözleri sürekli kitaplarda,tablolarda,etrafın düzeninde ve gözleri renkleriyle doyuran çiçeklerdeydi. Alışık olmadığı bir ortamda bulunduğu her halinden belli oluyordu.
Ben ve evdeki aile fertleri misafirimize rahat ettirmek için,büyüklerimizden devraldığımız misafirperverliğimizi göstermeye gayret ediyorduk. Bu da mehmet i hem memnun ediyor hem de mahcup ediyordu.
O akşma yemeğinde de bir başka atmosfer vardı. Sanki Cenab-ı Hak birçok güzelliği ve birçok güzel gelişmeyi yan yana getirmişti. Mehmet, sofraya gelen çeşit çeşit yemeklerden ,ikramlardan çok etkilenmişti.
Biraz da abartarak:
“Hocam kendimi peri masallarında gibi hissediyorum,dedi. Sofranın tertibi ve düzeni,yemeklerin lezzeti,odanın estetik görünümü ,bizleri mahcup eden nezaketiniz... yapmayın artık mahcubiyetimden dolayı rahat bile değilim...”
Tabi ki o da bana iltifat ediyordu. Herşey anlattığı gibi değildi. Çok zeki bir gençti. Basit, havadan sudan açılan sözler,gelip önemli konulara dayanmıştı.
Çok ciddi konular birer birer telafuz edilirken,mehmet önemli bir şey keşfediyormuş gibi:
“Hocam bu gece çok uzun olacağa benziyor “ diye bir tahminde bulundu.
Ben de:
“Yarın cumartesi. Nasıl olsa okul tatil . hem gecemiz bol,hem de gündüzümüz “ dedim.
Mehmet devam etti:
“Her zaman böyle müsait bir zemin bulmak zor. Bu geceyi çok ciddi bir şekilde değerlendirmemiz lazım. En azından kendi açımdan öyle düşünüyorum. Ben herkesle önemli konuları konuşmam. Ama siz istisnasınız. Çünkü, olayları ele açış biçiminiz ve karşınızdakine verdiğiniz değer beni çok etkiliyor.
Hocam eğer müsaade ederseniz konuya şuradan başlamak istiyorum:
“Sizlerin görüş ve düşüncenizi az çok biliyorum. Din ve Allah eksenli bir görüşü savunuyorsunuz. Ben de bunun tam tersini savunuyorum.”
Bu sözün burasında araya girdim:
“Affedersin mehmet dedim. Aslında benim sizinle ilgili bazı tahminlerim var ama ,yine de tam olarak seni tanımış değilim. İsterseniz felsefenizin temellerini,ne istediğinizi kısaca özetleyiniz. Bu şekilde görüşlerinizi daha yakından tanımış oluruz.
“Hocam” dedi. “Benim felsefem,yani kuralsız gençlik felsefesinin temel görüşleri şudur:
“İnsan dünyaya bir kez gelir. Bunun için de istediğimiz gibi bir hayat yaşamak istiyoruz. İstediğimiz hayata engel olacak her türlü toplumsal ve ilahi kanunları yok sayıyoruz. Kanunlar, kurallar ve dini anlayışlar ,insanların önlerine çeşitli engeller ve yaptırımlar koyuyorlar, tam lezzet ve keyif almamıza mani oluyorlar. Bizler de,istediğimiz şekilde yaşayabilmemiz ve hayatın tadını çıkarabilmemiz için,Allah ın ve dinin olmadığını ,kuralların lüzumsuz olduğunu ,en ideal yaşamanın KURALSIZ YAŞAMAK olduğunu düşünüyoruz.
Özet olarak böyle şekillenen “kuralsız gençlik” felsefesi,gerçekten toplumu ve toplumsal değerleri tehdit ediyordu. Bu sözleri dehşetle dinlemiştim.
Bunlara karşı süratle tedbir alınmalıydı.
Ama nasıl?
-
Cevap: Düzceli Mehmet
HASTALIĞA GÖRE ÇARE SUNULMALIYDI
Kaba kuvvetle,cezalandırmakla,okuld an atmakla,bu ve benzeri bir akımın önüne geçilemezdi.
Problem nerede başlamış ise,tedavi de orda yapılmalıydı. Bu prensip gereği,bu akım,bir genci elde edebilmek için öncelikle inkarcılık ve sefahati bir araç olarak kullanıyordu. Dinin ve Allah ın olmadığını
İstediği gibi yaşanabilceğini savunan bir akıma karşı; akıl ,mantık, ve bilim yoluyla Allah ın ve dini varlığını ve lüzumunu ;gayri meşru yerlerdeki keyif ve lezzetin insanları mutluluğa değil,daha kötü sonuçlara götüreceğini izah ve ispat etmek lazımdı . ancak bu şekilde bu fikri hareketin önüne geçilebilirdi.
İnkarcılığın ,başıboşluğun ve sefahatin pençesinde ne yaptığının farkında olmayan öğrencimi acı acı süzdükten sonra ,bir soru sordum:
“Allah ve dini inkar etmekle,bütün kuralları çiğnemekle,her türlü yaşayış şeklini pervasızca yaşamakla,nasıl istisna bir huzur ve mutluluk buldun? Bunu için vicdanen ve aklen rahat mısın?”
başını eğdi ve bir müddet nereden başlayacağını hesapladı. Ve zoraki bir cevap veriyormuş gibi konuşmaya başladı:
“Evet hocam “ dedi. “Rahatım. En azından rahat olmaya çalışıuyorum.”
Daha fazla konuşmak istemedi. Dili rahat olduğunu söylese de,davranışları bunu yalanlıyordu. Kısaca, rahat olmadığını kendisi de biliyordu,biz de biliyorduk.
Verdiği cevabın sıkıntısından kurtulmak ister gibi bir anda konuyu üzerinden atmak istedi.
“Hocam” dedi. Sizin görüşlerinizi ve bakış açınızı çok iyi anladım. Yani, bu alemin ille de bir yaratıcısı mı olması lazımdır? İşler kendi kendine olamaz mı? Sistem kendi kendini geliştiremez mi? Yani mutlaka bir Allah a ihtiyaç mı var?”
bu soru ,materyalizm ve inkarcılığın temelini teşkil ediyordu. Belki de bu soru,esas konuya girmek için bir başlangıç olacaktı. Veya mehmet ,bu soruyla beni tartmak istiyordu.
Kafadan ve hayali konuşmuş izlemi vermemek için,konuyla ilgili olarak kütüphanemde bazı kitaplar indirerek konuyu ele aldım. Bu konuyla ilgili temel referans kitaplarımın başında Risale-i Nur eserleri geliyordu.
“Bu soruyu daha da netleştirmek için,şu iddiayı hareket noktası kabul edelim”,dedim.
“Allah vardır,kainatı o yaratmıştır. Kainatın bir başlangıcı vardır. Bir de sonu olacaktır . kainat ne kendi kendine olmuştur,ne sebepler yapmıştır,ne de tabiat yapmıştır.
“Şimdi siz iddianızı ifade ettiniz. Ben de buna cevap olarak bir iddia ileri sürdüm. Ben iddiamı akıl ,mantık ve bilim temelinde ispatlamaya çalışacağım.”
“Yalnız bu sohbetimize bir temel kazandırmak için,karşılıklı münakaşa şeklinde değil de,konuşan sözünü bitirsin,ondan sonra diğer taraf söz alsın.”
“Tamam “ der gibi başını salladı.
Devam ettim.
“Sohbetimizin temelini ise ,bilim,akıl ve mantık ölçüleri oluştursun. Yani ; iki kere iki dört diyelim. İki kere iki ye altı dersek hiçbir sonuç elde edemeyiz.
Bu konuda da mutabık kaldık.
“Önce kainat yaratılmış mı? Yaratılmamış mı? Yani madde ezeli mi yoksa bir başlangıcı var mı? Buradan başlayalım” dedim.
Mehmet başını sallayarak:
“Tamam “,dedi.
-
Cevap: Düzceli Mehmet
KAİNATIN BİR BAŞLANGICI VARDIR,BİR DE BİTİŞİ OLACAKTIR
Böylece sohbetimizin prensibinde anlaştık. Meseleye kainatın yaratılışını bilimsel bir şekilde ele alan Big Bang ,yani “büyük patlama” teorisini anlatarak başladım:
“Son yıllarda ,özellikle Batılı bilim adamlar,Kuran ın yaratılış konusundaki görüşüne en uygun açıklamalar yapan Big Bang teorisini savunmaya başlamışlardır.
Big Bang kainatın bir başlangıcı olduğu gerçeğine dayanmaktadır.
Büyük Patlama olarak bilinen Big Bang e göre uzay ve galaksiler,başlangıçta sıcak ve sıkışık tek bir madde olarak yaratılmıştı. Bu madde dehşetli bir patlama ile uzaya serpildi. Bunlar, kainatı teşkil edecek olan enerji ve madde parçacıklarıydı. Sonra, madde parçacıkları ve radyasyon,,kurulmakta olan kainatın modeline uygun bir şekilde ve nispette taksim edildi. Zemin hazır olunca atomlar, önceden tayin edildiği aşikar olan düzenli bir model üzerine kuruldu. Fizik ve kimya kanunları olarak bildiğimiz mekanizmalar işletildi. Proton,nötron, ve ağır elementler husule geldi. Yıldızlar doğdu,güneş ortaya çıktı. Galaksiler teşekkül etti.
“Son yıllardaki araştırmalar,kainatın hızla genişlediğini,galaksilerin birbirinden uzaklaştığını göstermektedir. Bu genişleme olayı tersine çevrilse,bir büzülme görülecek ve bütün kainat bir madde haline gelecektir.
Bu araştırmalar ,kainatın bir sıfır noktasında başladığını göstermektedir.
Kuran ı Kerimde göklerin ve yerin altı günde ,dünyamızın ise ii günde yaratıldığı ifade edilmektedir.
Tabii burdaki gün tabiri,Allah ın bildirdiği devir ve safha manasındadır. Kuran da bizim günümüzle bin hatta elli bin seneye denk olan günlerden bahsedilmektedir. Yani Kuran daki bu ifadeler,yaratılış safhalarına işarettir.
Cenab-ı Hak ilkönce su gibi akıcı olan ve kainatın kainatın her tarafını kuşatmış bulunan esir maddesini yaratmış,gökleri ve yerleri bu esir maddesinden inşa etmiştir.
Asrımızın çok kıymetli bir alimi olan Bediüzzaman da kainatın ilk yaratılış maddesi olan cevherin ne olduğu konusunda, Hud Suresinin 7. Ayeti ile işaret ederek şöyle demiştir:Cenab-ı Hak kın arşı ,su hükmünde olan esir maddesi imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra,Sani in ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani,esiri halk ettikten sonra cevher-i ferde(atomlara) kalbetmiştir.
Bediüzzaman,esirin mahiyetinden bahsederken,akıcı bir su gibi,mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir görüşünü ileri sürmektedir. Ayrıca, elektrik,ışık,sıcaklık ve çekim kuvveti gibi latif ve akışkan madelerin esirden yapıldığına ve böylece kainatın her tarafına yayıldığına işaret etmektedir.
Esir maddesi,hiçlikten yaratıldıktan sonra Cenab-ı Hak kın ilk icalarına temel olmuş ve atomlar bu maddelerden yaratılarak gaz ,sıvı, ve katı hallerde hizmete koşturulmuştur. İlk olarak katılaşıp,hizmete hazırlanan gezegen ise dünyamızdır.
Gökyüzündeki yıldız ve gezegenler,uzun müddet önce gaz,sonra sıvı halinde bir ateş kütlesi olarak kaldığı halde,yer yüzü hepsinden evvel katılaşıp kabuk bağlamış ve hayata zemin teşkil etmiştir. Bu itibarla dünyamızın yaratılışı ve oluşumu ,göklerden ve diğer gezegenlerden öncedir.
Arz ve semavat birbirine yapışık idiler. Sonra biz onları birbirinden ayırdık. Mealindeki ayetin ifadesinde ,başlangıçta dünyamızın ve semavatının birbirine yapışık oldukları ve sonra birbirlerinden ayrıldıkları anlaşılmaktadır. Bu ifade modern ilmin izahına da çok uygun düşmektedir.
Enbiya suresinin 30.ayetinde “Her şeyi sudan yarattık “ şeklindeki ifadeyi birçok alim,bu su esir maddesine işarettir demiştir.çünkü esir maddesi su kadar akışkan,ince latif bir maddedir.
Mehmet müdahale etti:
Hocam,yine de ben yoktan yaratma ifadesini kabullenemiyorum. Yani bir şey nasıl yoktan yaratılır? Yok demek,maddesiz demektir. Maddesi olmayan bir şey nasıl yaratılır?
“İzah etmeye çalışayım “ diyerek devam ettim.
Cenab-ı Hakkın iki tarzda icadı vardır. Birisi ‘ibda’ yani hiçten yoktan yaratmak icat etmektir. Diğeri ise ‘inşa’ yani yaratılmış unsurları bir araya getirmek suretiyle yeni bir varlık ortaya çıkarmak,yaratmaktır.
“ Bütün maddenin özünü meydana getiren ve kainatın ilk cevheri durumunda bulunan ‘esir’ maddesi yoktan yaratılmıştır. Bu madde ,ilahi hikmetle patlatılmış,atom ,enerji ve diğer temel parçacıklar vücuda getirilmiştir. Bu ilk yaratma işi,bir defaya mahsus olmak üzere yapılmış ve inşa dediğimiz,eşyanın mevcut elementlerden yaratılması kapısı açılmıştır.
“Artık şuan ,zerrelerin yoktan yaratılması söz konusu değildir. İlk yaratılışta,madde lazım olduğu kadarıyla bir defaya mahsus olarak yaratılmıştır. Ancak her baharda yeniden vücut bularak canlanan milyonlarca bitki ve ağaç;şekil ,renk,model,koku ve ağaç,bir bahar öncesinin durumuyla tıpa tıp aynısı değildir. Bunlar her bahar yoktan yaratılır.
“Fakat ol emriyle ,yoktan yaratılış hususunun mahiyetini iyi bilmek lazımdır. Bir kere bize göre yok olan bir şey,maddi bir vücut sahibi olmasa da,Allah tarafından bilinmektedir. Çünkü,Cenab-ı Hakkın
ilim sıfatı muhittir,yani herşeyi içine alır. Dolayısıyla, ilahi ilim dairsenin dışına hiçbir şey çıkamaz. Bu ilim dairesinden maddi vücut dairesine çıkan bir şey,bize göre yoktan var edilmiştir. Ama bunu hiçbir zaman mutlak yokluk şeklinde tasavvur edemeyiz.
“Hocam,burayı biraz daha açarmısın?” dedi.
“Şöyle diyelim “diye devam ettim. Bir şeyin modeli yani örneği,misli ve emsali hiç yokken yaratıldığını düşünelim. Bu hadise bize göre yoktan ,hiçlikten yaratılmaktadır. Ancak bize göre modeli ve emsali olmayan bir şey,alhi ilim dairesinde mevcuttur. Bu varlık, maddi bir vücut giyip,madde alemine çıkmayınca,biz onu bilemiyoruz. Çıkınca da,hiçlikten yaratıldı diyoruz. Fakat bu bizim akıl kapasitemizin tespitidir. Ve bize göre yokluktan yaratılmıştır. İlahi ilim dairesine göre değildir. Çünkü,onun dairesinde o mevcuttur. Yalnızca vücut giymemiştir.
Mehmet yine araya girdi.
“Allah ,mevcut bir maddeyi nasıl yok eder? Yok ediyorsa örnek gösterin. Edemiyorsa(haşa) bir şeyi yok edemeyen,nasıl yaratıcı olur?
Mehmet in bu heyecanlı çıkışına karşı sakin bir şekilde devam ettim:
“Her baharda yeiden yaratılan milyonlarca bitki ve ağacın dal,yaprak ve meyvelerinin tipi,kokusu ,şekli,model, ve kendilerine has hususi tarzları,kış mevsimiyle birlikte yok olmaktadır.
Sobaya bir odun atalım ve yakalım. Odunun kül olduğunu görürüz. Bu esnada odunun ebadı ,ağırlığı ,kokusu,rengi ve tipi yok olmuştur. Belki külünü,çıkardığı enerjiyi ve dumanı toplasak tekrar odunun ağırlığını bulabiliriz,ama onun renk,desen ve koku gibi diğer vasıflarını geri getiremeyiz. Çünkü onlar yok olmuşlardır.
Astronomi alimlerince son yıllarda yapılan bir takım araştırmalar,dünyamızdan çok daha büyük olan yıldızların kara delik adı verilen ve mahiyeti bilinmeyen bir yere girerek kaybolduklarını ve madde aleminden çıktıklarını göstermektedirler. Bu kara deliğin çekim gücünün sonsuza yakın olduğu ifade edilmektedir. Kara delikler,sıcaklığı ,ışığı,sesi ve her türlü radyasyonu bir anda yutarak yok etmekte ve dev yıldızların içine düşüp yok olduğu dipsiz bir kuyuyu andırmaktadır. Bu açıdan kara delikler,ebedi bir aleme geçişe misal olarak değerlendirilebilmektedir.
Mehmet,parmaklarını birbirine kilitleyerek derin bir nefes aldıktan sonra:
“Biliyormusun hocam,” dedi. Bu anlatılanlar ,beni tam olarak tatmin etmiş değil. Ancak ,bugüne kadar duyduğum en doyurucu açıklamalar”
-
Cevap: Düzceli Mehmet
BU SİSTEM KENDİ KENDİNE OLABİLİR Mİ?
Mehmet çok önemlibirşey bulmuş gibi aniden atladı:
“Basit maddeler,basit oluşumlar daha düzenli sistemleri meydana getirip,sonuçta bu hale gelmiş olamaz mı?
Konuyu daha iyi açmak için:
“Yani kendi kendine bir oluştan mı bahsediyoruz?”
“öyle de denebilir.”
Hafif tebessüm ederek:
“Bu mümkün değil “ dedim. İsterseniz o basit dediğiniz oluşumları ve maddenin temel taşları olan atomları tanıyalım,sonra da sorumuzun cevabına dönelim.
Maddeyi tanımak için,maddenin en küçük parçası olan atomdan başlamamız gerekir. Bu konudaki kitaplar karıştırıldığında atomlardan kainatın yapı taşları olarak bahsedildiği görülür. Atomların değişik oranlarda bir araya gelmesiyle elementler ortaya çıkmıştır. Elementlerin de muhtelif şekillerde birleşmesiyle moleküller meydana gelir. Etrafımızdaki alem, içindeki canlı cansız sayılmayacak kadar çok ve değişik varlıklar ,bu moleküllerden inşa edilmiştir.
Atomu ,gerek kendi içinde dengeli hareket ettirmek ,gerekse komşularıyla çok hesaplı ilişkiler kurmasını sağlamak için,dört kuvetten oluşan çok hassas bir kanun konmuştur.
Son derece hesaplı ve dengeli olan bu kanunun hüküm sürmesiyle kainatın ve bizlerin varlığı mümkün olabilmektedir. Öyle ki,bu kanunu meydana getiren dört kuvvetten biri olan nükleer kuvvet olmazsa ,atom çekirdeği teşekkül etmez.
Zayıf kuvvet adı verilen kuvvet bulunmazsa ,elektronlar meydana gelmez.
Elektromanyetik kuvvet olmazsa ,atom da oluşmaz. Ve çekim kuvveti yok olsa dünya olmaz,güneş olmaz biz olmazdık.
Kısacası bu kuvvetlerden birinin eksikliği,kainatın sonu demektir. Hatta onların birindeki zaaf veya hesap hatası dahi,aynı neticeyi meydana getirir.
Tabii,burada atomların küçüklüğünü de dikkate almak lazımdır. Bir santimetreküp havada beş milyon kere beş milyon atom olduğu düşünülecek olursa ,atomların ve atomlardan teşekkül eden kainatın yaratılışındaki esrar daha iyi anlaşılır.
Atomun mahiyeti ve faaliyeti hakkında ilmin tespit ettiği hususları,kendi mesleğimden bir örnek vererek anlatmaya devam ettim:
Bir sınıfta öğretmen olduğumuzu farz edelim. Kendi aralarında 15-20 öğrenci konuşur ve hepsinin sesleri birbirine karışmadan süratle ve atomlar vasıtasıyla bize ulaşır. Aynı atomlar, güneşin ışığını,ısısını ve yedi rengini de sınıfa getirir. Sobamızdan çıkan sıcaklık da atomlar eliyle etrafa yayılır. Aynı anda uzaklardaki bir radyo sesi,gök gürültüsü veya bir zil sesi de duymuş olabiliriz. Bu iş de aynı atomların vazifesidir.
Sınıfımızın etrafını yüz bin insan sarsa ve hepsi de bize değişik tonlarda ,değişik şivelerde ve değişik dillerde seslenseler,aynı atomlar bu sesleri birbirlerine karıştırmadan aynı süratle naklederler.
Canlı,akıllı ve şuurlu bir insanın bir anda beş altı iş yaptığını,meselabirisiyle konuşurken başka birini dinlediğini,bu arada yazı yazıp kafasında çeşitli hesaplar çözdüğünü duysak,gazetelerde manşet yapar,dünya rekortmeni ilan ederiz. Cansız,akılsız,gözsüz ve şuursuz küçücük bir atomun bir anda binlerce işi eksiksiz ,karıştırmadan ve aynı mükemmellikte yapması,akılları durduran bir hal değilmidir?
Küçük bir atomdan ,muhteşem galaksilere kadar hükmeden bu kuvvetleri ince hassas hesaplarla koyup işleten ,kainattaki nizamı ve dengeyi sonsuz bir ilim ve kudretle idare eden kuvvet kime aittir?
Bu akıl almaz hesabı hangi tesadüf ve hangi tabiat yapabilir?
Şunu demek istiyorum: bir yığın kum ,taş,çimento ve demir bulunduğunu kabul edelim. Ortada bir usta ,bir plan,ve proje olmadan ,bu maddelerin bir araya gelerek bir saray inşa etmesi düşünülebilir mi?
Böylesine mükemmel bir sarayın kendiliğinden teşekkül etmesi mümkün müdür?
Galiba bizler,kainatın muhteşem sistemini,nizamını ve harikuladeliğini kanunlarla izah ettiğimizi zannedip işin içinden kolayca çıkıveriyoruz. Kanunları keşfetmekte iş bitiyor mu?
O kanunu koyan kudret sahibini neden akla getirmiyoruz?
İnsanda bir merak vardır. Bu merakla keşfettiğimiz bir şeyin ustasına karşı hayranlığımız daha çok artmalı ve onun kim olduğunu anlamaya çalışmalıyız.
Küçücük bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve onun binlerce meyvesini çıkaran,maddesi bir olan atom parçacıklarından kainatı ve içindeki canlı cansız mahlukatı yaratan,dört ana kuvvetle varlıkları dengede tutan bir kudret sahibine karşı insan nasıl alakasız kalabilir? Bu muhteşem sırları keşfettikten sonra kainat sahibini nasıl görmezlikten gelebiliriz?
-
Cevap: Düzceli Mehmet
KAİNATI ,TABİAT YAPABİLİR Mİ?
Mehmet son bir hamle yapıp,kendi görüşünün doğruluğunu savunmak ister gibi heyecanla atıldı.
Bütün bu düzgün ve anlamlı oluşumları tabiat kontrol edebilir. Tabiatın kendi mekanizmaları vardır.
Mehmet e göre mantıklı ,bana göre ise,son derece anlamsız olan bu soruyu da cevaplamaya çalıştım.
“O zaman ,önce tabiat denilen kavramı tarif etmek lazımdır, dedim. “Tabiat ;su,toprak,hava ve güneştir. Isısı ve ışığıyla birlikte tabii ki. Başka bir ifadeyle de,yüz yedi elementtir. Şimdi,yaratıcı olarak sık sık adından söz edilen tabiata sorsak:
“İnsanları yapabilirmisin?
“Hayır
Bitki ve hayvaları icad edebilirmisin?
Hayır
Güneş sistemimizi dizebilirmisin?
Hayır
Milyarlarca yıldızları,galaksizleri düzenleyebilirmisin?
Hayır
Kainata harika bir intizam ve muhteşem bir sistem vermek için kanunlar koyup,işletebilirmisin?
Hayır.
Zaten tabiat denilen şey de kainatın kendisi değil mi? Öyleyse,kainatın da kendi kendini yapamayacağını gördük. Peki bu tabiat denilen güç,kuvvet nedir? Eğer tabiata hükmeden bir kuvvet ve güç varsa,o zaten kainatın kendisi olamaz. Tek yol, kainat cinsinden olmayan bir kudret olmasıdır ki,o da Cenab-ı Haktır.
Alemde olup biten harikulade işleri,tabiat yaptı deyip,içinden çıkmak mümkün değil. Çünkü her iş büyük bir nizam ve intizam içinde yapılıyor. Her faaliyette bir fayda ve bir hikmet gözetiliyor. Herşey şuurlu bir ölçüyle yaratılıyor. Hiçbir şey başıboş değil;hiçbir mahluk kendi haline bırakılmamış.
Bütün bu mükemmel işleri,akılsız ve şuursuz olan tabiata havale etmek ve tabiat yaptı demek mümkün değildir.
İlim,irade ve kudret sahibi olmayan aciz bir tabiat,elbette Halık olamaz.
Konuşmamın sonunda mehmet e dikkatle baktım. Yüzlerinde bulanık,endişeli ve biraz da şaşkınlık ifadeleri vardı. Mehmet açısından herşeyin yolunda gitmediği belliydi.
O esnada evin hanımı meyve ikramında bulunuyordu. Sohbetin ne kadar etkili olup olmadığını anlamak için,bana çıkışır gibi yaptı.
Yeter Halit Bey, misafirini yordun. Hep sen konuşuyorsun. Biraz da misafire müsaade et.
Bu samimi nezakete karşı hemen mehmet söz aldı:
Hayır yenge,dedi. Hocam beni yormuyor. Bu sohbet benim için çok önemli. Uzun uzun konuşmamız lazım. Henüz yolun başındayız.
Bir taraftan meyveler yerken,diğer taraftan da sohbetimize devam ediyorduk.
“Bu arada sık sık sözümü kesip,gelen telefonlara cevap vermek zorunda kalıyordum. Sanki o akşam sözleşmiş gibi bir çok öğrencim ,olağan dışı bir yoğunlukta beni arıyolardı. Her öğrencimin kendi çapında bana ilettikleri problemleri oluyordu. Bu problemlerin çözümüne,kendi imkanlarım ölçüsünde yardımcı olmaya çalışıyordum.
Son telefon konuşmamız, Adapazarı nın bir köyünde ikamet eden bir öğrencimleydi. Kapanıp, namaz kılmasına karşı çıkan ailesiyle ciddi problemleri vardı. Öğrencimi,ailesini karşısına almaması,onları incitmemesi,bazı şeyleri zamana yayması ve sabırlı olması konusunda uyarmıştım.
Bu telefon trafiği mehmet in dikkatini çekmişti.
“Hocam, dedi. Öğrencilerinizle son derece iyi diyaloglar içindesiniz. Doğrusu, öğrencilerinizin problemleriyle bu kadar ilgilenmenize şaşırdım. Bu kadarlık , gerekli mi sizce?
Evet ,dedim. Hem de çok gerekli. Bunun da iki nedeni var.
Birincisi,öğrencinin problemlerini en iyi anlayacak ve çözümüne katkıda bulunacak kişi onun öğretmenidir. Öğrencinin öğretmenine güven duyması lazımdır. eğer bu güven oluşursa,öğrenci problemleri,aileye,topluma ve sokağa taşmadan,büyük bir kısmı okulda çözülür. İşte bizim bu konuya katkı yapmamız lazımdır.
İkincisi de; ben öğrenciyken imkanlarım kıttı. Öğretmenlerim benim maddi ve manevi ihtiyaçlarım konusunda çok fedakarlıkta bulundular ve bana yardımcı oldular. Eğer yardımcı olmasalardı,belki de okulu bitiremezdim ve hayata erken küsen ve topluma zararlı bir insan haline gelebilirdim.
İşte bugün,ben de öğrencilerimin problemleriyle ilgilenmekle ,hocalarımın bana vermiş oldukları emeği,kısmen ödüyor olmanın vicdani rahatlığı içindeyim.
Mehmet başını bir müddet eğdi. Birşeyler arıyormuş gibi yaptı. Sonra da konuşmaya başladı.
Keşke hocam,dedi. Her öğretmen kendi öğrencisiyle bu kadar ilgilense. İnanıyorum ki,kişilerden görülen davranış bozukluklarının ve toplum problemlerinin büyük kısmı ,daha henüz başlamadan çözülmüş olur. Çünkü, kişide ve toplumda problemin en büyük kaynağı ilgisizliktir
Mehmet doğru şeyler anlatıyordu. Biraz da kendini örnek verir gibiydi. Veya bu acıyı yaşadığı için bunları biliyordu.
Meyvesini bitiren mehmet,elini yıkama bahanesiyle müsaade istedi. Birlikte ayağa kalktık.
Mehmet elini yıkadıktan sonra,elini silmesi için kendisine havlu uzattım.
Hocam estağfirullah,diyerek yüzünün rengi bir anda kızardı. Beni çok mahcup ediyorsun,dedi.
Ben de:
Hayır mehmet ,dedim. Bizim hem inancımızda hem de geleneklerimizde,misafirin çok önemli bir yeri vardır. Biz müslümanlar,misafirlerin rızıkla geldiğine ve asla yük olmadıklarına inanırız.
Başını eğdi,cevap vermedi.
Ben mehmet in sigara içtiğini ve nezaketen benim yanımda içmediğini bildiğim için,onu rahatlatmak macıyla:
Şöyle balkona buyur mehmet ,dedim. Kafanı dumanla sonra devam ederiz.
Çok düüncelisiniz hocam,diyerek balkona çıktı.
-
Cevap: Düzceli Mehmet
ALLAH KAİNATI NİÇİN YARATMIŞ?
Mehmet in sigara molasından sonra ,üzerinde kitapların olduğu ceviz kaplama sehpanın önünde,karşılıklı olarak yerlerimizi almıştık.
Mehmet,duvarda asılı tablolara bir müddetgözlerini gezdirdi ve sonunda çekici ve ibretli bir tabloya takılıp kaldı.
Tabloda muhteşem bir manzara resmi vardı ve altında da şöyle bir yazı okunmaktaydı: sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getirmediği şeye kalbini bağlayamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın... öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış”(Mesnevi-i Nuriye)
Bu güzel tablonun altındaki güzel ve anlamlı söz,mehmet i sarsmıştı. Bir müddet öyle kala kaldı ve derin derin düşündü.
Sonra da ağır ağır ve üstüne bastıra bastıra şöyle bir soru sordu:
Hocam,dedi. Allah kainatı niçin yaratmış olabilir? Yaratmasaydı,dünya ve insanlar da olmazdı,bu kadar sıkıntı ve problemler de yaşanmazdı.”
Dünyanın fani olduğu gerçeği,zihninde yankılanmışa benziyordu.
Sorulan sorular, sıradan ve hafife alınacak cinsten değildi. İmani meselelerin temelini oluşturan çok önemli sorulardı. Bunlar eğer iyi anlaşılmazsa,zihinlerdeki bulanıklık gitmezdi.
Snin soruların da bir harika, senin ne kadar zeki olduğunu ortaya koyuyor diyerek iltifat ettikten sonra cevap verdim:
Kainatı yaratmak Allah ın bir tercihidir. Bu tercihin nedenlerini sorgulamak,yaratılmış bir insan olarak bizlere düşmez.
Zengin bir adam,gönlünden kopan bir merhametle,muhtaç insanları giydirse,yedirse ,onlara harçlık verse,sevindirse,içlerinden birisi de çıkıp, bütün bunları niçin yaptın,yapmasan olmazmıydı? Diye sorgulamaya kalksa,ne kadar nezaketsizlik yapmış olur.
Allah ın da kainatı niçin yarattığı konusunu sorgulamaya kalkmak,öncelikle bir nezaketsizliktir. Zaten bu konuya kendi akıl ölçülerimizle açıklama getirmeye kalksak da,bir sonuç alamayız. Çünkü yaratan ne için yarattığını kendisi açıklamadan yaratılan olan bizler bunu hiç açıklayamaz. Açıklasak da yine eksik ve noksan kalır.
Ama, bu soruya bir nebzecik de olsa bir cevap vermek bakımından şunları söyleyebiliriz:
Önce yaratmanın bir ihtiyaçtan ileri gelmediğini ve tamamen Cenab-ı Hakkın,kendi bileceği bir tercih konusu olduğunu ifade etmek lazımdır.
Bu kainatın yaratılmasındaki en önemli sebep,Allahü Teala nın kendi manevi güzelliğini ve mükemmelliğini ,yarattığı mahlukatta görmek istemesidir. Yani ilmin sonuçlarını,kudretin harikalarını,güzelliğin yansımalarını,zenginliğin genişliğini,merhamet ve şefkatin görüntülerini varlık aynalarında bizzat seyretmek istemesidir.
Yani ressamın,kendi yaptığı resmi seyretmesi gibi mi?
Öyle de denebilir.
Bilindiği gibi meşhur bir kaide vardır; her cemal ve kemal sahibi,kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister.
Bu arzuyu,senin de dediğin gibi,maharetli sanatkarlarda görmek mümkündür. Mesela;usta bir ressam,çeşitli resimler yapar. Eserlerini önce kendi seyreder,onda sanatın güzelliğini görür. Tarifsiz bir lezzet alır. Sonra sergiler açar,seyircilere gösterir. Onların takdir ve tebriklerinden memnun olur.
Öte yandan değerli bilgilere sahip olan bir alim; faydalı kitaplar yazar. İlminden başkasının da faydalanmasını ister. Okuyucuların bundan istifade ettiğini görüp,teşekürlerini de işittikçe,bu faaliyetinden dolayı sonsuz zevk alır.
Allah ın kainatı niçin yarattığı konusuna ,bu misaller açısından bir derece bakılabilir.
Bu konuda bilinmesi gereken diğer bir konu da şudur:
Mahlukatı halk ettim. Ta ki,fayda,menfaat,lütuf ve keremler onlara ola. Yoksa bana değil. Yani onlar benden fayda göreler,ben onlardan değil. Hadis-i Kudsisinin beyanı ile,yaratılanlar,Cenab-ı Hakkın inayet ve ikramına ,lütuf ve keremine ,ihsan ve merhametine muhtaçtırlar.
İşte bütün ,mahlukatı yoktan yaratıp,onlara en büyük ikramları sunan ve bütün ihtiyaçlarını yerine getiren,bir de onlara ebedi bir hayat vaadeden Cenab-ı Hakka niçin bu kainatı yarattın denilebilir mi?
Mehmet sorunun cevabını yeterli bulmuş olcak ki bir soru daha sordu:
Madem Allah var neden görülmüyor? Artık uzay çağındayız. Varlığı olan herşey tespit ediliyor. Eğer olsaydı(haşa) görürdük? Gözümüzün görmediği ve teknolojinin tespit etmediği bir şeye nasıl inanalım?
Bu soru,iman ve zikir zemininde sürekli olarak konuşulan konuların başında gelmekteydi.
Belki de insanlığın var olduğu günden,kıyamete kadar sorulumş ve sorulacak olan soruların en önünde bulunuyordu. İnkarı ve imansızlığı , bir dava olarak kabul etmiş olan insanlar,saf ve masum insanların karşısına,kendi davalarını anlatmak için,bu ve benzeri sorular ile çıkıyorlardı. Bu şekilde zihinlerini bulandırıp,istedikleri yöne çekmek için uğraşıyorlardı.
Öğrencimden gelen bir telefona daha cevap verdikten sonra sorunun cevabına döndüm. Mehmet beni,büyük bir dikkatle dinlemeye devam ediyordu.
İnsan gözü,kainatta varlığı olan herşeyi görmeye müsait değildir. Gözün görme kapasitesi,son derece sınırlıdır. Uzak mesafelerdeki eşyayı görmediği gibi,iç içe olduğumuz bazı canlıları,mikropları,bakterile ri,mor ötesi ışınları ve elektiriği de göremeyiz. Ama inanırız.
Aslında görmek ve inanmak kavramlarını birbirine karıştırmamak lazımdır. inanmak aklın ve zihnin işidir. Görmek de gözün görevidir. Herşeyi göz görmez,bazı şeyler zihinle ,kulakla ve dille görülür.
Sesler alemini kulaklar ile görürüz. Tatlar alemini de dille görürüz. Kokular alemini burun ile görürüz.
Radyoya bak,haberlerde ne var,denilen kişi,radyoyu gözü ile değil kulağı ile dinler ve haber veriri.
Çorbaya bak tadı nasıl denilen kişi de çorbaya gözü ile değil dili ile bakar.
Şu güle bak kokusu nasıl denilen kişi ise gülün kokusunu burnu ile bakmaya çalışacaktır.
Yoksa göz ile,ne haberler,ne çorbanın tadı,ne gülün kokusu görülür. Peki bunları inkar mı edelim?
Aklımız,dünyanın güneş etrafında dönüşünü tanzim eden çekim kanunu gördüğü halde bunu gözümüzle görmüyoruz diye inkar edemeyiz.
Şefkatli merhametli ve çok iyiniyetli öğretmen diye anlattığımız kişinin bu meziyetlerini gözle görmediğimiz halde inkar edemeyiz. Çünkü manevi kuvvetler gözle değil,akıl ile,kalp ile hissedilir,anlaşılır,görülür.
Bir mimarıdaki muhteşem yapıyı görüp şu sanata bak dediğimiz zaman,o sanata göz ile değil akıl ile bakarız. Çünkü göz sanatı değil taşı görür. Sanatı gören akıldır.
Gözümün görmediğine inanmam diyenler,dilin ,kulağın ,burnun ve aklın vazifesini göze yüklemektedirler. Bu yanlıştan dolayı da görmediğine inanmam diye önemli bir yanlışa daha düşmektedirler.
Mehmet tekrar söze karışarak bir başka soruyla konuyu değiştirmek istedi.
“Peki hocam,Allah nasıl bir şey ve nasıl var olmuştur? “
“Allah ın (haşa) nasıl bir şey olduğunu kime benzediğini ve nasıl olduğunu insan aklının sınırlı kapasitesiyle bulmak ve çözmek mümkün değildir, diyerek giriş yaptım. Çünkü ,insan aklının belli sınırları vardır. Sınırlı olan akıl ile sınırsız olan bu hususu anlamanın imkanı yoktur. Bu tıpkı bir kilo ağırlıkla sınırsız bir ağırlığı tartmaya kalkmak gibidir.
Kainatı ve insanları yaratan Cenab-ı Hak ,yarattığı mahlukatın cinsinden olmadığı için,bir kıyas yapmak da mümkün olmamaktadır.
Bir tabloya baktığımız zaman,o tablonun bir sanatkarın elinden çıktığına ,kendi kendine çizilmediğine mantıken karar veririz. Fakat tabloyu çizen sanatkarın da ,boyalar,çerçeveler,bezler ve fırçalar cinsinden olmadığını ve onlara asla benzemediğini de biliriz.
Tabloyu yapan sanatkar,etiyle kemiğiyle kanıyla aklıyla iradesiyle bambaşka bir varlıktır. Yaptığı tablonun cinsinden değil ve asla da benzemez.
İşte kainatın yaratıcısı Cenab-ı Hak da,kainat cinsinden olmadığı için,yarattıklarınıa asla benzemez. Onun tarafından yaratılmış olan bizler de,yaratıcımızı anlamak için onu neye benzetmeye çalışırsak çalışalım yine de isabet edemeyiz. Aklımıza gelen her şey ,Allah tarafından yaratılandır. O hiçbir şeye benzemez. Dolayısıyla,kime benziyor ve nasıldır gibi sorulara, O yaratandır, Yaratanı ,yaratılan anlayamaz,diye cevap vermeliyiz.
Cenab-ı Hakkı (haşa) kim yarattı, sorusu da ,bir nebzecik cevap için şunlar söylenebilir:
“Cenab-ı Hakkın varolduğu konusunda insan aklının bir açıklama yapması mümkün değildir. Çünkü insan ve onun aklı mahluktur,yani yaratılmıştır. Yaratılan bir şeyin yaratınını anlaması ve çözmesi mümkün olmaz.
Çünkü ünlü bir kaide gereğince,Mahluk Halikını ihata edemez. Yani anlayamaz kavrayamaz. Akıl da bir mahluktur öyle ise o da Halikını ihata edemez.
Mesela;bir soba şuurlu olsa ve kendi ölçüleriyle ustasını tanımaya çalışsa ,ustasını kendisine ve çevresindekilere kıyasedip,tanımaya çalışacaktır.
Ustasının da kendisi gibi kömür veya dun yediğini sonra da kül ve duman çıkardığını elinin yüzünün siyah olduğunu üç veya dört ayağının bulunduğunu tahmin edecektir. Ve tabii ki her tahminde de hata edip,ustasını tanımayacaktır.
İnsan da Halikını tanımak ve Onunla iligili bir tahminde bulunmak için bildiği ve hayal ettiği şeylerle Onu kıyaslayacaktır. Bu da isabetsiz ve hakikatten uzak olacaktır.
Mehmet tekrar söze karışarak:
Hocamidedi. Allah ın nasıl var olduğu konusuna gelelim.
Ben de devam ettim.
Cenab-ı Hakkın nasıl var olduğu hususuyla ilgili şu iki misal konuya açıklık getirecektir.
Birincisi: çokça vagonları olan bir tren düşününüz. Bu vagonlardan her birisini bir önceki vagonun çektiğini biliriz. Ancak lokomotifi kim çekiyor diye bir soru sorulmaz. Çünkü bütün vagonları çekip kendisi de çekilmeyen bir lokomotif olmazsa düzenli hareket oluşamaz.
İkincisi: askerlik sisteminde bir onbaşı emri çavuştan alır. Çavuş da bir üstünden . o üstü de ,diğer bir üstten emir alır. Nihayet iş genel kurmay başkanına ve eski ifadeyle padişaha kadar dayanır. Peki padişah emri kimden alıyor diye bir soru sorulamaz. Eğer padişah da bir yerden emir alsa ,o zaten padişah olamaz. Oadişah olmanın özelliği emir veren ama emir almayandır.
Bu misallerden anlaşıldığı gibi kainatı ve bütün mahlukatı yaratan Cenab-ı Hakktır. Onu kim yaratmıştır, diye bir soru sorulamaz. Çünkü yaratan yaratılmaz. Onun var olma özelliği kendi zatına aittir. Ona, bizim akıl ölçülerimiz yetmez.
-
Cevap: Düzceli Mehmet
ÇÜRÜMÜŞ KEMİKLER NASIL DİRİLECEK?
Bu konuyu içten ,samimi ve adeta kendimizden geçercesine yürüttüğümüz sohbetimizi
,yeniden tazelenen çay faslı bölmüştü.Mehmet bu sohbete kendisini öylesine kaptırmıştı ki,çayları görünce adeta,”Bunun sırası mıydı,bu güzel sohbeti böldünüz” der gibi yüzünde ifadeler belirmişti.
Ben sohbete ,çay içerken ara vermek istedimse de Mehmet sorularını sormaya devam etti.
“Varsayalım ki,kainatı Allah yarattı. İnsanları da yarattı ve imtihan için bu dünyaya gönderdi.
İnsanlar bu dünyada bütün yaptıklarından dolayı bir hesap vermek için ,öldükten sonra tekrar dirilmeleri gerekecek.
“işte aklımın almadığı ve mantığımın da reddettiği yer burası.. Ölmüş ,eti ve kemiği çürümüş,belki de yeri yurdu kaybolmuş bir insan tekrar nasıl dirilecektir? Bu bana imkansız görükmektedir.”
Mehmet e tebessümle baktım. Onun bu hali beni çok memnun etmişti. Çünkü,soruların devam etmesi olumlu bir gelişmeydi.
Çayımdan bir yudum aldıktan sonra devam ettim:
“Mehmet”,dedim. Bilmiyorum,aslında bu sorunun cevabını,soru sorarken verdiğinin farkında mısın?
Mehmet elindeki bardağı bir anda indirip:
Nasıl ? der gibilerinden bana baktı.
“Soruya ; kainatı ve insanları Allah ın yarattığını ve imtihan için dünyaya gönderdiğini varsayarak başladın.”
“ Evet”
“ Kainatı ,insanları yaratan ve insanı bir imtihan için dünyaya gönderen zat,öldükten sonra insanı tekrar diriltemez mi?”
önce sessizlik oldu . Hemen ardından ,ben devam ettim:
“Ama bu soru sürekli soruluyor, bundan sonra da sorulacaktır. Cevabı üzerinde de yeterince durmak lazımdır. ayrıca bu sorunun tarihi bir geçmişi vardır. Şöyle ki:
“Ubeyy bin Halef adındaki bir müşrik,eline çürümüş bir kemik alarak Peygamberimizin (a.s.m) huzuruna girer. Kemiği elinde ufalayarak, Peygamberimize gösterir ve der ki;
Cenab-ı Hak bu kemiği diriltecek,öyle mi?”
“Peygamberimiz (a.s.m ) ise:”Evet” der. “Bu çürümüş kemiğe Cenab-ı Hak can verecektir.
Bunun üzerine ,Yasin Suresindeki 78 ve 79.ayetleri iner. Bu ayetler mealen şöyledir: İnsan der;çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de “Kim onları başlangıçta inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek”
“Ayette dikkat çeken nokta,,nsanın dünyaya gelmesindeki,yan, ilk yaratılışındaki mükemmelliktir. Bütün insanlar,yokluktan bu varlık alemine çıktığına göre,öldükten sonra tekrar hayat bulmalarında da elbette bir zorluk yoktur.
“Evet ,haşir adını verdiğimiz bu ikinci yaratılış,belki de ilk yaratılıştan daha kolaydır. Bediüzzaman Hazretleri,öldükten sonraki yaratılışın kolaylığına dikkat çekerken verdiği misalde ,bir ordunun ilk defa toplanması ile toplandıktan sonra dağılıp bir boru sesiyle tekrar bir araya gelmesini kıyaslamaktadır. İlk toplantıda birbiriyle tanışan ve bulunmaları gereken yerleri öğrenen askerler,daha sonra dağılsalar bile kolayca bir araya gelebilceklerdir.
“Bu harika misaldeki ordunun erleri,insan vücudundaki zerrelere işarettir. Ve bu zerrelerin ölüm ile dağıldıktan sonra İsrafilin Sur u (haşirdeki zerrelere verilen toplanma emrine ait boru sesi) ile tekrar bir araya gelmeleri,elbette ilkinden daha zor değildir.
“Haşrin,yani öldükten sonraki dirilişin akıldan uzak görünmesi,genellikle ilk yaratılıştaki mükemmelliğin bilinmemesinden ve üzerinde fazla düşünmeyerek onun kolay ve sanatsız zannedilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki günümüzün bütün tıp otoriteleri,insanoğlunun
anne karnındaki hayat bulma mucizesi karşısında şaşkınlığa düşmektedir.
Dr Haluk Nurbaki,konuyla ilgili şöyle demektedir:
İnsanın maddi hayatının nasıl saklanacağı ve öldükten sonra nasıl iade edileceği konusu akıldan uzak görülebilir. Ancak,bir insanın maddi bütün özellikleri,bir toplu iğne başının on milyarda biri kadar olan küçük tohum kartlarına (DNA larına) yazılabilir. Bu ilmi gerçek,kesinlikle doğrulanmıştır. Böyle bir tohum kartının toprakta gelişme şansı olsa idi,yeryüzüne gelmiş ve gelcek olan bütün tohum kartlarını bir bardağa doldurarak toprağa atmak ve hepsini birden diriltmek mümkün olabilcekti.
“Toprak altında asırlarca bozulmayan ve bu arada hiçbir canlılık emaresi taşımayan virüsler,
uygun bir ortamda tekrar hayat bulurken,vefat etmiş insanoğlunun Cenab-ı Hakkın emriyle tekrar hayat bulmamasına imkan varmıdır?
Kainatı bütün mahlukatıyla kusursuz olarak yaratan Rabbimiz,,o bir çay bardağı dolusu şifreyi arza döküp,”Ol” emriyle tek tek dirilterek ilahi sahnede toplayacaktır.”
-
Cevap: Düzceli Mehmet
ALLAH IN BİZİM İBADETLERİMİZE NE İHTİYACI VAR Kİ”İBADET EDİN” DİYE ISRAR EDİYOR?
Soruların ve cevapların heyecanıyla,önümüzdeki demliğin nasıl boşaldığının farkında değildik. Mehmet çok zekiydi. Anlatılanları çok iyi anlıyordu. Bunun için de sohbetin havası gittikçe daha da tatlılaşıyordu. Sohbetin bu güzel seyrinden dolayı Rabbime dualar ediyor,Mehmet e tesir halketmesi için,içimden yalvarıyordum.
Mehmet çok zaman sorulan bir soruyu,yeni keşfetmiş gibi heyecanla gündeme getirdi:
“Peki hocam,Allah ın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı var ki,bizi ibadet etmeye zorluyor. Halbuki birçok insan ,ibadetin ağırlığından dolayı Allah tan kaçıyorlar. Bu ibadet olmasa olmazmıydı?”
Benim gülümsememden,belki de farkında olmadan başımı sallamamdan dolayı,bir açıklama yapmak ihtiyacı hissetti:
“Hocam bu ve benzeri sorular sizin için saçma sapan gelebilir. Ama benim için öyle değil. Herşeyi ama herşeyi mantığıma yatana kadar sorgulamak ve araştırmak zorundayım. Yoksa başka türlü olmuyor. “
bu ifadeler çok içten ve çok samimiydi. Sanki imdat bekler ve hatta yalvarır gibi bir hali vardı. Aç,susuz bir insanın yiyecek dolu bir sofraya oturması gibi,mehmet de çok uzağında olduğu ve çok da bilmek istediği imani konulara adeta açtı. Hem de öylesine açtı ki,soru sorarken ve sorduğu sorunun cevabını dinlerken ,sanki konuların içine yüzüyordu. Bu sohbetten bir türlü çıkmak istemiyordu. Araya başka bir konu karıştığı zaman,derhal,asıl konumuza gelelim diyerek beni uyarıyordu.
“Tabii ki Allah ınbizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur”diye sorduğu soruya cevap vermeye başladım.
“Esas ibadetlere ihtiyacı olan biziz. Bizim ihtiyacımız olduğu için,Cenab-ı Hak,ısrarla ibadetleri yerine getirmemizi istiyor.
Adeta,Nasıl der gibi gözlerime baktı.
Bediüzzaman Said Nursi nin Lem alar isimli kitabında bu sorunun cevabıyla ilgili bir misal buldum ve okumaya başladım.
“Cenab-ı Hak ,senin ibadetine belki hiçbirşeye muhtaç değil. Fakat sen,ibadete muhtaçsın;manen hastasın. İbadet ise manevi yaralara ilaçlar hükmündedir... Acaba bir hasta ,
o hastalık hakkında ,şefkatli bir hekimin onu nafi(faydalı)ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil,hekime dese;senin ne ihtiyacın var,bana böyle ısrar ediyorsun? Ne kadar manasız olduğunu anlarsın”(Lem alar)
Kitaptaki misali okuyunca Mehmetin gözüne baktım. Beni pür dikkat dinliyordu. Başını hafifçe eğerek,kısık bir ses tonuyla;
“Enteresan bir misal” dedi.
Devam ettim.
“Allahü Teala bu kainatı lütfuyla bize hizmetkar yaptığı gibi taat ve ibadeti de yine lutfuyla bizlere emrediyor. Ta ki onlarla ebedi saadete mazhar olalım. Çünkü Cenab-ı Hakk ın insanın ibadetine hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi,onun isyanından da bir zarar görmemektedir. Her iki halde de ,sadece insanın fayda ve zararı söz konusudur.
“işte,ibadetlerin emredilmesinin insan hakkında binlerce faydası vardır. İbadetlerini düzenli sürdüren bir insan ,düzenli bir hayata kavuşur,dünyada rahat eder. Kainatın ve kendisinin yaratılış gayesini anlar,amaçlı ve ebedi hayatı kazanır. İbadetleri yapmak kadar insan için daha iyi bir sermaye var mıdır?
Mehmet verdiği sorunun cevabını dinlerken,yine önemli bir keşifte bulunuyormuş gibi gözlerini bir noktaya dikerek,sordu;
“Hocam ,şu kader konusunda ,kafamı karıştıran bir yığın açmaz var.
“Nasıl” der gibi Mehmet e bakınca o da açıklamaya devam etti:
“Neden Allah,kaderle insanların hayatını sınırlıyor ve yönlendiriyor? Bu insanın iradesine ve yaşam tercihine müdehale değil mi?
Bu soruyu Mehmet,çok iddialı ,biraz da heyecanlı bir şekilde sormuştu. Bunun nedeni ise kaderle ilgili yalış ve eksik bilgilere sahip olmasıydı. Çünkü,birçok insan,ya bilmeden ya da kasıtlı olarak adeta Allah a veya dine (haşa) dil uzatmak cüretinde bulunmak istedikleri zaman bu işe kaderi tenkit ederek başlıyorlardı. Adeta kader konusu içinden çıkılmaz bir husus gibi takdim ediliyordu.
Yine bu soruya cevap verirken de,Risale-i Nur kitaplarından istifade ettiğim bazı bilgileri hatırladım ve bunu yorumlamaya çalıştım:
“Her eser bir planın sonucudur. Herşey bir ölçüye göre şekillenir. İnsan da öyledir. Gözün büyüklüğü,dilin uzunluğu,kafanın ağırlığı,belin inceliği ve diğer uzuvların biçimi,görünmez bir sınır çizgisine boyun eğiyor. Vücudumuzda görev alan atomları,belirli hudutlarda tutan bir kuvvet var. Bu iş de bizim rolümüz yok. Hücreye genetik şifreyi biz koymadık.Genlerdeki bilgileri okuyup da o plana göre vücudumuzu inşa etmedik. Bunlar sınırsız bir ilmin,iradenin ve kudretin sonucu. Peki bu sıfatlar kime ait? Tabii ki Allah tan başkasını düşünmek mümkün mü?
O zaman planlayan da yaratan da O dur.
“Konuyu derinliğine ele almak istersek. Önce şu üç kavrama açıklık getirmemiz lazımdır. bunlar kader kaza ve iradedir.
Kader;Allah ın herşeyi bilmesi ve buna göre de yazmasıdır. Bir başka ifadeyle,kainatın planı ve projesidir. Olmuşlar,olanlar ve olacaklar Kader Defterinde mevcuttur.
Kaza ise ; kaderdeki hükmün infazıdır. Yani,kaderde yazılanların başa gelmesidir.
İrade de;insanlardaki seçme kuvvetidir. Başka bir ifadeyle,önündeki şıklardan veya yazılanlardan birisini tercih etme hakkıdır.
Mehmet aniden atıldı;
“Hocam,biraz karışık gibi geldi. Biraz daha netleştirelim dedi.
Daha açık bir şekilde ifade etmek için şöyle bir misal verebiliriz.
Bizim nerede ne zaman ne yapacağımız yazılmıştır. Şuanda seninle birlikte sohbet edeceğimiz kaderimize yazılmış .Bu kaderdir. Seninle sohbet etmemiz ise ,kaderdeki hükmün yerine getirilmesidir. Yani kazadır. Seninle sohbet edip etmeme konusunda,sohbet etmeyi tercih etmemiz ve sohbete karar vermemiz ise iradedir.
Mehmet anladığını ifade etmek istedi:
Yani kader,bizim dışımızda,hayatımızı planlayan ve bizi bir yöne zorlayan bir planlamadır.
Hayır,tam öyle değil,eksik yönleri var. Bunu aydınlatmak için kader konusunu biraz açalım.
Kaderi ikiye ayırabiliriz. Birisi ızdırari,diğeri de ihtiyari kaderdir.
Iztırari kaderde,bizim hiçbir tesirimiz yoktur. Dünyaya geleceğimiz yer anne ve babamız,şeklimiz,cinsiyetimiz ve kabiliyetimiz gibi şeylerdir. Bunlara biz karar veremeyiz. Bunlar için bir mesuliyetimiz yoktur.
İhtiyari kader ise irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek,neyi tercih edeceksek ve ne yapmak isteyeceksek,Allah ;ezeli ilmiyle bunları biliyor ve öyle de takdir edip yazıyor.
Burası çok önemli diye atıldı.
Evet diye devam ettim.Çok önemli.hep yanlış anlaşılan nokta da burası.
-
Cevap: Düzceli Mehmet
BİZ KADERİN MAHKUMU MUYUZ?
Bu bilgiler ,insanların sık sık kullandığı “kader mahkumu” konusunda da bir açıklama olur. Çünkü,”kader mahkumu” deyimi ile(haşa) Allah ve kader suölanıyor. Adeta insanlar masummuş da ,kader onlara zulmediyormuş gibi görüş ifade edilmek isteniyor. Bu tamamen,kader konusunu bilmemekten ve insanların kendi iradeleriyle işledikleri suçu kadere yıkıp kurtulmak istemelerinden kaynaklanıyor. Buradaki anlaşılmayan püf nokta şudur;
Cenab-ı Hak,doğumumuzdan ölümümüze kadar neleri tercih edeceğimizi,neleri isteyeceğimizi ve nasıl yaşama arzusu içinde olacağımızı ve irademizi nasıl kullanacağımızı,ezeli ilmiyle daha doğmadan önce biliyor ve bu isteklerimize göre Cenab-ı Hak kaderimizi önceden planlayıp oluşturuyor. Bundan dolayı(haşa) allah ve kaderi suçlama hakkımız yoktur. Ancak yanlış kullandığımız irademize suç bulabiliriz.
Mehmetin yeni bir şey bulmuş gibi gözleri bir anda parladı:
Gerçekten harika hocam dedi.bu ayrıntı hep atlanıyor,btün mesuliyet kadere yükleniyor. Evet ,demek insanın tercihini Allah önceden bildiği için yazıyor. Dolasıyla insanı bir yöne mecburen yönlendirmiyor.
Mehmet çok iyi anlıyordu. En karışık konuları bile,küçük bir izahla yeterince kavrayabiliyordu. Mehmet konunun temelini kavradığı için,detaylı izahlara gerek kalmamıştı.
Kader değişir mi? Diye ,konuyla ilgili son bir soru sordu.
Bir iş yaparken aniden o işi bırakıp başka bir iş yapmaya başlayarak “işte kaderimi değiştirdim” diyenleri çok gördüm. Her defasında güldüm ve dedim ki: sen kaderi değil yaptığın işi değiştiriyosun. Sen kader okyanusunda yüzen bir gemi gibisin. Rotanı ne yana çevirirsen çevir,yine de okyanusun içindesin. Yazı yazan adam,türkü söylemeye başlarsa kader değişmez. Bununla şunu anlarız ki,onun kaderinde önce yazı yazmak ,sonra da işte kaderimi değiştiriyorum deyip türkü söylemek varmış. Fiiller başkalaşır ama kader değişmez. Bir ağacı gösteren aynanın yeri değişmekle ağacın da yeri değişmez”
Mehmet çok samimi bir ses tonuyla:
Çok güzel bir açıklama oldu ,diyerek hizlerini ifade etti.
Sorulan sorular,cevaplarını buldukça mehmetin yüz ifadelerinde belli bir rahatlama görülüyordu. Sohbet başındaki o tedirgin ve zaman zaman da o gergin hali hissedilir bir sakinliğe dönüşmekteydi. Gözlerinde tatlılaşan pırıltılar ve dudaklarına yayılan anlamlı tebessüm ,ruhunda kopan fırtınanın dinmeye başladığını gösteren işaretlerdi.
Uzayan sohbetin havasında mehmeti sıkmamak için:
Mehmet ben vakit çok ilerlemeden yatsı namazını kılayım, sen de eğer istersen yine bir balkon safası yap dedim.
Ne demek istediğimi anlayınca:
Hocam sohbet bizi öylesine kendisine çekti ki,sigara aklıma bile gelmiyor diye bir itirafta bulundu.
Ben namaz için kalktım. Mehmet de balkona çıktı. Bu şekilde bir ara vermiş olmamız,mehmete dinlediği cevapları,sakin kafayla kendi kendine değerlendirme imkanı verebilirdi.
Seccadenin başına geçip ,kendi başıma kalınca ,ne kadar bir heyecan ve sevinç içinde olduğumu anladım. Sanki çok zor bir görev başlıyor gibi bir his vardı içimde...
Namaz sonunda ellerimi Rabbime açtığımda,tek istediğim Düzceli Mehmet in hidayete ermesiydi. Bunu ne kadar istiyordum. Dualarımı ve isteğimi Cenab-ı Hakka sunarken mani olamadığım gözyaşlarım çeneme doğru sızıyordu. Bütün ruhumla ve bütün benliğimle Rabbime iltica ederek yalvarıyordum. Biliyordum ki,Cenab-ı Hak,samimane dilekleri geri çevirmeyecek kadar merhamet ve kerem sahibiydi.
Odaya döndüğümde,mehmet gözlerini bir meçhule dikmiş,
Kafasında dolaşan binlerce düşünceyi sıraya koymaya uğraşıyordu. Belki de kalbinde esen fırtınanın etkisiyle boğuşuyordu. Bir hesaplaşma içinde bulunduğu açıktı.
Benim içeri girdiğimi görünce toparlandı. Yeniden karşı karşıya oturduk.
Mehmet hiç ara vermeden bıraktığı yerden devam etti:
İnsan ruhuyla ilgili ne dersiniz hocam? Ruhla ilgili birçok yorumlar okudum. Hepsi de birbirini tutmaz ve farklı şeylerdi. Ruh denilen şey nedir?
Bu çok samimi içten ve merak dolu soruyu cevaplamaya çalıştım.
Kainatı ve kainatın içindeki muhteşem düzeni yaratan insanı da dünyaya gönderen Cenab-ı Hakk,her insan için de bir ruh yaratmıştır.
Kainatta görülen mahluklar vardır,bir de görülmeyen mahluklar vardır. Görülmeyen mahluklardan birisi de insan ruhlarıdır.
Ruh,zatında hayat ve şuur sahibidir. Bedene inmeden önce ruhlar aleminde bekler. Ceset giydikten sonra her fiilini bedeniyle yapar. Dünyadaki ömrü boyunca bedene mahkumdur. Ölüm anında beden hapsinden kurtulur,fakat bütün bütün çıplak kalmaz. Misali bir ceset veya latif bir kılıf giyer. Beden bir nevi onun evidir. Öldükten sonra hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın,görür,işitir,anlar ,bilir ve hisseder. Kıyamete kadar berzah aleminde bekler. Bu bekleme döneminde ya cennet saadetine benzer bir saadetle yaşar ya da kabir azabı çeker. Berzah ya da kabir hadis-i şerifin ifadesiyle “ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarında bir çukurdur. Kıyameti mütakiben mahşerde yeniden yaratılan bedenine döner ,dünyada yaptıkları için büyük o büyük mahkemede hesap verir.
Düzceli mehmet konunun yönünü değiştirerek,çok çok önemsediğini davranışlarıyla belli ettiği bir soru daha sordu:
“Niçin her müslüman kendi dilinde değil de,Arapça ibadet ediyor? Allah her dili işitir,her kulun yalvarışını anlıyorsa neden Arap dilinde ibadete zorlanıyoruz? Bu konuda terslik yok mu?
Bu soru da son günlerde,yeniden gündeme gelerek sık sık soruluyordu. Bu soruyu soranların bir kısmı,konunun özünü bilmeyenlerdi ve öğrenmek niyetinde soruyorlardı. Ancak büyük bir kısmı da ,daha çok İslam a olan antipatilerini belirtmek için zihinleri bulandırmak amacıyla soranlardı. Mehmet ise birinci şıkkı temsil edenlerdendi.
Bu soruya da cevap vermeye çalıştım:
Malumdur ki,müslümanlar namazlarında Kuran-ı Kerim in bazı parçalarını okumakla mükelleftirler. Müslümanların ana dili ve vatanı ne olursa olsun,bu usul,Hz.Peygamber zamanından beri değişmemiştir.
İlk bakışta müminin kendi konuştuğu ve anladığı bir dilde ibadet etmesi gayet doğal bir durum olması gerektiği akla geliyor. Ancak ,konu derinliğine incelendiğinde ,bilinmesi gereken önemli ayrıntıların olduu da görülüyor.
Herşeyden önce dua ile namaz arasında açık bir ayrım yapmak icabeder. Namaz dışındaki duada müminin ihtiyaclarını ve dileklerini Rabbine istediği dilde bildirmesi yasak değildir. Bu şahsi bir meseledir ve kulun Halik i ile olan vasıtasız münasebetleri ile ilgilidir. Buna mükabil namaz kollektif umumi bir ibadettir ve namaza iştirak eden diğer müminlerin ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Namaz prensip olarak ve tercihen cemaatla kılınır;tek başına ferdi olarak kılınan namaza müsaade vardır fakat asla tercih edilmez,tercih cemaatla kılınan namazdır.
Şayet İslamiyet herhangi bir bölgenin ,ırkın ,milletin dini olsaydı,şüphesiz bu bölgenin ,bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi. Fakat,bütün ırklardan ve dünyanın değişik noktalarında oturan ve herbiri diğerleri tarafından anlaşılmayan yüzlerce dili konuşan müminlere sahip,cihanşümul bir dinin icapları başka olacaktır. Çince bilmeyen bir Türkün Çin e gittiğini ve sokaklarda çing çang çung a benzer sesler işittiğini farz edelim. Aşikardır ki o hiçbir şey anlamayacaktır ve şayet bu sözler ezanın ,Allahü Ekber in tercümesi ise,hiçbir şeyin farkına varamayacak ve mesela Cuma namazını kaçıracaktır. (Çin deki camiler Türkiye deki minareleri ile kendini belli eden camilere hiç benzemez). Aynı şekilde türkiye den geçen bir Çinli müslümanın Türkiye deki müslümanlar kendi dilleriyle ibadet ettikleri takdirde,dindaşlarıyla ortak hiçbir tarafı olmayacaktır. Şu halde cihanşümul bir dinin bazı müşterek esasları olmalıdır. Bu mevzuda ezan ve kıraat şüphesiz iki esas unsuru teşkil eder.
Misal olarak beynelmilel kongre ve toplantıları zikeredebiliriz. Mesela,birleşmiş milletlerde herkes kendi lisanı değil ,fakat fransızca,ingilizce gibi müsaade edilne dilleri kullanır. Ummun menfaati için hususi menfaat feda edilir.
Meselenin daha az mühim olmayan diğer bir cephesi vardır;hiçbir tercüme asla orjinalinin yerini tutamaz.Kuran-ı Kerim in yüzden fazla Türkçe tercümesi vardır ve her gün bunlara bir yenisi katılmaktadır. Bu da yeni alimlerin,eskilerin tercümelerini yetersiz bulduklarını gösterir. Bütün diller için ve bir dilden diğer dile tercüme edilen herhangi bir eser için bu durum sözkonusudur. Şu halde kifayetsiz bir şey mi,yoksa hatasız orijinal mi kullanılmalıdır?
Burada şu noktayı bilhassa açığa kavuşturalım ki,İslam dan başka hiçbir din,peygamberine gönderilen vahyin orjinaline sahip değildir. Bugün hristiyanların,yahudilerin,mec usilerin sahip olduğu dini kitaplar;tercümeler ,toplamalar,vs dir.Müslümanların vahyin orjinaline ,Kuran-ı Kerim e sahip bulunmaları,kendileri için ne büyük şansdır.
Şunu da unutmayalım ki,namazda kullanılacak pek az kelime vardır. Önce ezan sonra kamet ,sonra Allahü Ekber ,Sübhane rabbiyel azim,Sübhane rabbiyel ala gibi ifadeler. Fatiha suresi ve iki kısa sure vardır. Hepsi bir sahifeyi dahi aşmaz. Ve bu kelimelerin ekseriyeti herkesçe bilinir,bütün müslümanların dillerine geçmiştir. O derece ki, çocuk veya yeni başlayan biri onların manasını zahmetsiz ve büyük bir gayret sarf etmeden öğrenir. Bu ifadelerin manası bir defa öğrenilince atrık itiraza yer kalmaz.
Son olarak,namazda Kuran-ı Kerim in tercümesinin okunamasının caiz olduğunu ileri sürmek için İmam-ı Azam Ebu Hanife nin fetvasına ,st,nat ettiklerini söyleyen yazarları ele alalım. Bu yazarlar niçin hakikati tam olarak ifadeden kaçınıyorlar?
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri başlangıçta bu kanaatte olmasına rağmen ,zamanla fikrini
değişmiş tirmiş-Hidaye ve Dürul Muhtar bu hususu açıkça kaydediyorlar- ve normal hallerde sadece Arapça metin okunmasına cevaz veren umumi kanaate iştirak etmiştir. Bediüzzaman Said Nursi nin görüşleri bu yöndedir.
Mehmet in diğer bir sorusu da,yine sık sık gündeme getirilen bir başka konuyla ilgiliydi.
Madem herşey Kuran da olduğuna göre,mezhep imamlarına ve diğer İslam alimlerine ne ihtiyacımız var? Diyordu.
Bu sorular asırlar boyu sorulmuştu ve sorulmaya da devam etmeliydi. Bu soruya da cevap vermeye çalıştım.
Bizler ,Allah ın şu kainat kitabında kudret kalemiyle yazdığı eserlerinden kendi aklımızla çok az şeyler anlayabildiğimiz gibi,Kuran-ı Kerim okumakla veya ayetlerinin muhtasar manalarına nazar etmekle de çok az şey anlayabiliyoruz.
Kainat kitabını muhtelif yönleriyle ders veren fen alimleri ve kaşifler olduğu gibi,elbette ki,Kuran-ı Kerim i de bizlere ders verecek alimler ve müçtehidler olacaktır.
Ami bir insan güneşi bir elma kadar zannerken,bir astronomi alimi o güneşin bu dünyadan bir milyon defadan ziyade büyük olduğunu görebilmektedir.
Yine okuma yazma bilmeyen bir adam kanı kırmızı bir su olarak görürken bir doktor o kan içindeki milyonlarca akyuvar ve alyuvara nazar edebilmektedir.
Bir insan bir nehre baktığında sudan başka bir şey görmezken,bir elektirk mühendisi o nehrin arkasında elektrik cereyanını görebilmektedir.
Botanik ilminden habersiz olan bir kimse bir bitkinin yüzüne dışardan bakarken ,o fende terakki etmiş bir zat bitkilerden gizli olan birçok hazineleri ortaya çıkarmakta ve eczacı ise onlardan ilaç yapmaktadır. Şimdi bir adam eczaneden ilaç almayıp madem ki bütün ilaçlar çeşitli bitkilerden yapılıyor o halde bu ilaçları bir eczacıya başvurup almak yerine bunların kaynağından istifade edeceğim diye dağlara çıkıp ot toplasa ve onları ilaç diye yese ne derece divanelik etmiş olur.
İşte Kuran-ı Kerimin her bir ayetinde ne derece büyük nurlar,ne gibi eczalar ve nasıl ince manalar bulunduğunu ve her bir ayetin ne kadar azim ve büyük olduğunu anlayabilmemiz için elbette ki onun mütehassısı,eczacısı ve mühendisi olan zatların ilimlerinden faydalanmamız gerekiyor. Aksi haldeine kadar sathi nazarla bakacağımız ve ne derece cahil olacağımız yukardaki misallerden anlaşılmaktadır.
Mehmet bir müddet sustu. Dinlediklerini bir kez daha hafızasında değerlendiriyor gibi bir hal içindeydi.
Konuyu değiştirip siyasi bazı hususlara temas etmek istedi. Ben de konuyu açılmadan kapatmak için:
Siyaseti pek sevmem ve ilgilenmem dedim. Beni daha çok insanların eğitim ahlak karakter ve inanç yapıları ilgilendirir.
Bugün insanların en muhtaç oldukları konu siyaset değil,doğruluk,dürüstlük ve hoşgörüdür. Bu da imanla ve Allah korkusuyla mümkündür. Beni daha çok işin bu yanı alakadar etmektedir. Çünkü insan düzelince herşey düzelecektir. İnsanın düzelmesi de siyasetle değil imanla mümkündür.
Bu kısa girişi fırsat bilen mehmet başka bir soru daha sordu:
Peki bir toplumun düzelmesi insanın yetişmesine ve düzelmesine bağlıysa ,bu çok uzun bir yol olmaz mı?yani bir insan ancak otuz yılda yetişir,eğitimini alır ve olgunlaşır. Bir toplumu düzeltmek için otuz yıl mı beklenecektir? Toplumu yönetenlerin değiştirilmesi ve daha ehil insanların getirilmesi daha kısa bir yol değil mi?
Mehmet çok önemli bir soru sormuştu. Toplumun huzuru ve saadeti için ortaya çıkıp,acelecilik ve yanlış metotları yüzünden toplumun ne kadar sıkıntılar çektiği,yüzlerce örnekle bilindiği halde hala işin siyaset ,darbe ve bir baskınla ,yönetim kademesini değiştirip,topluma daha iyi yön vermek fikrinde olanlar vardı. Bu çok tehlikeli ve zararlıydı.
Bu soruya özenle cevap vermeye çalıştım.
Maalesef bazı heyecanlı ve eksik metotlara sahip bazı insanlar,bu yolun çok uzun olduğunu iddia ederek,bedenin ancak baş değiştirmek suretiyle tedavi edilebilceğini ileri sürmektedirler. Halbuki bu kimseler,başı değiştirelim derken gövdeyi de ölüme itmektedirler.
Başla gövde arasındaki münasebet,idareci kadro ile idare edilen zümre arasında da mevcuttur. Başta bir bozukluk varsa onun tedavisi de tedricen yani doğal şartları içinde basamak basamak olacaktır.
Bu asırda iman eksikliğinden dolayı,kainattaki mutlak hikmeti anlayamamak,kader ve cüzi ihtiyari münasebetlerini bilmemek gibi sebeplerden dolayı insanlarda birçok itikat hastalıkları doğmuş bulunmaktadır. Bir kimsede bu hastalıklarla ilgili işaretler görüldüğünde yapılacak şey,acelecilik edip,insana ve onun davranışlarına hücum etmek yerine,hastalığın kaynağını keşfedip ,onu tedavi edici hususlar üzerinde durmak lazımdır.
İtikadı sarsılmış,imanı bozulmuş,davranışlarında kendisine ve topluma karşı zararlar oluşmuş bir kimseye ,hücum edip,onu döverek,hapse atarak ve hatta öldürerek bu zararları ortadan kaldırmak mümkün değildir. O insanı ,uzun bir yol da olsa,sabırla ıslah etmek gerekecektir.
İnsanlar ıslah edilince ,toplum da devlet de ve onu yönetenler de ıslah edilmiş olacaklardır. Bu uzun yolu ,sabırla takip etmek lazımdır.
Vurarak,yıkarak,darbeyle veya siyasi entrikalarla insan ve toplum düzelmez. Daha çok karışır. Her şeyin başı insanı ve insan dünyasındaki olumsuz ve zararlı düşüncelerden kurtarmak,ona kim ve neci olduğunu,nereden gelip nereye gittiğini ve gayesini hatırlatmaktır. Bu da Allah a ve ahirete imanla mümkün olur.
Vakit bir hayli ilerlemişti.
-
Cevap: Düzceli Mehmet
CEVAPLAR ÇOK ETKİLEYİCİ
Bize gece kahvesi getiren evin hanımı;
Sohbetiniz çok tatlı ama ,misafirimizi de çok yordun diye tekrar araya girdi.nerdeyse sabah ezanı okuncak. Biraz ara verin de daha sonra yine uygun bir vakitte devam edersiniz.
Bu sözler karşısında acaba tepkisi nasul olcak diye mehmete baktım.
Mehmet duraklamadan cevap verdi:
Hayır yenge,benim yorulduğum felan yok. Bu sohbetin ne manaya geldiğini bilmek için,şu anda iç dümyamda yankılanan sesi duymanız lazımdır. hayatımda çok isteyip de konuşmaya sormaya korktuğum konular açıldı bu gece. Bu gece hayatımın ya sonu ya da başlangıcı olur. Bilemiyorum ,bir yerlerden bir yerlere doğru geliyorum. Bu yol nereye çıkacak onu da merak ediyorum.
Çok sorular sordum, gerçekten çok da etkileyici cevaplar aldım. Henüz bunları yorumlayıp detaylı bir şekilde değerlendirmiş değilim.bu kadar önemli ve ağır konuları ancak birkaç haftaya kadar hazmeder bir sonuca ulaşırım. Düşünmek için zamana ihtiyacım var.
Bu tespitler çok öenmliydi. Çok zeki,çok anlayışlı ve intikal gücü fevkaladeydi. Cevaplar verilirken,sonucun nereye çıkacağını daha işin başından itibaren anlıyordu. Bu da karşılıklı konuşmayı kolaylaştırıyodu. İçtiğimiz gece kahvesinden sonra sorularına devam etti. Soruların cevapları ise,genellikle Risale-i Nur kitaplarından açıp okuduk. Çok etkileniyordu. Özellikle de Risale-i Nur kitaplarının izehlarına karşı sık sık:
Neden bu kitaplar halka anlatılmıyor,okullara ders kitabı olarak koymuyorlar diye üzüntülerini ifade ediyordu.
O gece çok şey,ama çok önemli şeyler konuşulmuştu.Neler sormamıştıki?
Melaikeyi niçin görmüyoruz?Hz.İsa peygamber niçin babasız doğmuştur? Müslüman ülkeler neden geri kalmış da ,Hristiyan Batı ülkeler ileri gitmiştir? Din ilme ters düşer mi?
Hayat bir yardımlaşma mı yoksa mücadele mi? Ölen insanın ruhu,bir başka bedenle tekrar gelir mi? Kabir hayatı ve ahiret nasıldır?gibi daha birçok soru.
Mümkün olduğu ölçüde bu soruların cevapları;başta Risale-i Nur eserleri olmak üzere ,daha birkaç kaynakta istifade ederek okumuştuk.
Bu sohbet esnasında Mehmet in farklı bir yönünü keşfetmiştim. Mehmet soruları,zora sokmak ve karşıyı bunaltmak için değil de öğrenmek ve bilmek amacıyla soruyordu. Bu ise,çok zevkli ve çok tatlı bir sohbet havası oluşturuyordu. Aldığı cevaptan tatmin olmadığı zaman da tereddütsüz:
Hocam,bu cevap benim için yeterli değil diyerek hakperestliğini ortaya koyuyordu.
Sohbetimizin sonunda ,Mehmet sehpanın üstünde duran Risale-i Nur kitaplarını bir müddet karıştırdı. Birden bire dönüp:
Bu kitapların yazaru devlete isyan etmiş birisi mi? Diye sordu.
Mehmetin ne demek istediğini anlamıştım.
Hayır dedim. Birçok insan gibi sen de Said Nursi ile devlete isyan eden Şeyh Said i karıştırıyosun.
Said Nursi develete isyan etmediği gibi develete isyan eden Şeyh Said in isyanını önlemek için çok çalışmıştır. Ancak silah dışardaki düşmanlara karşı kullanılır. İçerde kardeş kardeşe karşı silah kullanamaz.bu hareketinizden vazgeçiniz diye ikaz etmişler.
Said Nursi,vatanın vatanın kurtulması için gönüllü bir milis alayının başına geçmiş,ruslar ve ermenilerle çarpışmış ve rusyaya esir düşmüştür. Esaret dönüşünden sonra, Mustafa Kemal tarafından Ankaraya davet edilmiş ve meclise konuşmalar yapıp birlik ve beraberlik çağrısında bulunmuştur.
Mehmet üzgün bir ifadeyle:
Hocam bir yanlışımı daha gördüm dedi. Demekki biz Şeyh Saidle Said Nursiyi birbirine karıştırıyoruz.
Evet dedim başımı sallayarak. Tarihimizde birbirine karıştırdığımız çok konular var. Umarım ki tarihçiler bunları birbirinden ayıracaklardır.
Mehmetin kitaplarla ilgili soruları devam etti.
Risale-i Nur kitapları genellikle imani konulardan mı bahsetmektedir?
Ben de espriyle karışık ;
İşte bu soruya cevap vermeyeceğim dedim.
Neden diye sorunca da:
Oku da cevabını kendin bul diyerek cevap verdim.
Peki hocam dedi. Gerçekten okuyacağım . zaten şimdiden çok merak ettim.
Okuması için kendisine iki kitap verdim.
Birisi Bediüzzaman Said Nursi nin Asay-ı Musa isimli bir kitabı. Öbürü de kendini arayan adam.
Bunları okuyun tekrar konuşuruz dedim.
Mehmet dudaklarında oluşan tatlı bir tebessümle bana dönerek:
Hocam inanmanızı istiyorum ki,hayatımın en tatlı ve en anlamlı gecesini yaşadım. Bu hayatımda özel bir kesit oluşturdu. En azından farklı dünyaların varlığını görebildim. Ve ilk defa,bir aile yuvasının insanı bu kadar rahatlatabildiğini gizli ve sihirli bir mutluluk oluşturduğunu gözledim.
O hafta sonu,bu ve buna benzer sohbetlerle geçmişti. Her ne kadar Mehmet,kendisi için unutulmaz bir hafta sonu olduğunu ifade etmişse de aslında benim için daha da unutulmaz bir hafta olmuştu.
Bu vesileyle bir kere daha şunu çok iyi anlamıştım ki,gençlerin bunalımdan kurtulmaları ve toplumun huzurlu bir hayat yaşaması ve devletin anarşiyle başının derde girmemesi için,okullarda sunulan eğitim yeniden gözden geçirilmeliydi. Problemli bir gence ,bir öğrenciye sunulması gereken en önemli eğitim,insanın gayesini anlatmak,ne için yaşadığını öğretmek,bir hesabın olduğunu kavratmaktı. Eğer bu yapılırsa,gençliğin ve toplumun birçok sıkıntısı kendiliğinden hallolacaktı. Çünkü,inançsız ne için yaşadığını bilmeyen ve bir hesabın varlığına inanmayan bir insanın kötülük yapmaması ve zarar vermemesi için bir neden yoktu. Kimden korkup,kimden çekinip kendisine çeki düzen verecekti? Yani insanın içindeki oto kontrol sistemi nasıl harekete geçecekti? Bunu Allah korkusu ve yaptıklarının hesabını vereceğine inanmaktan başka ne temin edebilirdi? O gece bu ve benzer konular sürekli kafamı meşgul etmişti.
Hafta sonu misafirim olan mehmetle tekrar üniversiteye döndüğümüzde daha konuşacağımız çok şeylerin olduğunu biliyorduk.