Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
EYAZ'IN AKLI
Beyler, hasetten coşunca nihayet padişahı bile kınamaya başlayıp dediler ki: Bu senin Eyaz’ında otuz adamın aklı yokken nasıl olur da otuz beyin kaftan parasını yer?
Padişah otuz beyle avlanmak üzere dağlara ovalara çıktı. Uzaktan bir kervan gördü, beyin birisine git de sor bakalım, o kervan hangi şehirden geliyor? Dedi.
Bey gitti, sorup geldi, dedi ki: Rey’den geliyor. Peki nereye gidiyormuş? Deyince kalakaldı. Bir başka beye git bakalım yüce kişi dedi, sen de nereye gidiyor, şunu anla! O da gidip geldi, Yemen’e gidiyormuş dedi. Padişah yükü neymiş? Deyince dinelip kaldı. Padişah bir başka beye hadi, sen de yükü neymiş, onu öğren dedi. Bey gidip geldi, her cins mal var, fakat çoğu Rey kaseleri deyince, padişah Rey’den ne vakit çıkmış? Diye sordu. O aklı gevşek bey de aciz kaldı. Böylece otuz hatta daha fazla beyin hepsi de aciz ve noksan çıktı.
Bunun üzerine padişah beylere dedi ki: Ben bir gün tek başıma Eyaz’ımı sınadım. Şu kervan nereden geliyor git anla dedim. Gitti, hepsini sorup öğrenmiş. Benim emrim olmadan kervanın bütün ahvalini, olduğu gibi bir bir anlattı. Bu otuz bey, otuz defada ne öğrenebildiyse o, hepsini birden öğrenip geldi.
Beyler bu bir zeka işi, o da Tanrı vergisi, çalışmakla olmaz ki. Aya o güzel yüzü Tanrı vermiş, güle o hoş kokuyu Tanrı ihsan etmiş dediler. Padişah dedi ki: İnsanın elde ettiği şey zararsa çalışmamasından ileri gelmiştir, karsa çalışıp çabalamasından.
Yoksa Adem, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” der miydi. Bu suç bahtımdan, kader böyleymiş,ihtiyatın tedbirin ne faydası var? Derdi. İblis gibi hani. O da “Sen beni azdırdın. Hem kadehimizi kırıyor, hem de bizi dövüyorsun” demişti ya.
Halbuki takdir haktır ama, kulun çalışması da hak. Kendine gel de koca şeytan gibi kör olma. İki iş arasında tereddütte kalıyoruz. Hiç ihtiyarımız olmasa bu tereddüt olur mu?
İki eli iki ayağı bağlı olan adam bunu mu yapsam onu mu der mi? Denize mi dalsam, yücelere mi uçsam diye hiç tereddüt eder mi? Musul’a mı gitsem, yoksa büyü öğrenmek için Babil’e mi diye düşüncelere kapılır mı? Şu halde tereddüt, bir kudrete delalet eder. Böyle olmasa tereddüde düşmenin bıyığına gülerler.
Yiğidim, kadere az bahane bul! Nasıl oluyor da suçunu başkalarına yükletiyorsun? Zeyd, kana girsin, cezasını Amr çeksin... Amr, şarap içsin Ahmet dayak yesin, bu olur mu? Kendi etrafında dolan, kendi suçunu gör. Hareketi güneşten bil, gölgeden bilme.
Bir beyin bile ceza vermesi yanlış olmuyor, o gözü açık er, düşmanı biliyor. Bal şerbeti içersen başkasına humma gelmiyor. Gündüzün çalışıyorsun, akşamleyin ücretini başkası almıyor. Neye çalıştın da zararını, faydasını görmedin? Ne ektin de devşirme vakti onu biçmedin?
Canından teninden doğan işin, çocuğun gibi gelir, senin eteğini tutar. Yaptığın işe gayb aleminden bir suret verirler. Hırsızlık için darağacı kurmuyorlar mı? Darağacı hırsızlığa benzemez ama gaypları bilen Tanrının meydana getirdiği bir örnektir.
Tanrıi şahsın gönlüne, adalet için şöyle bir suret düz diye ilhamda bulunur. Sen de bilir, anlarsın ki bu, bu işin karşılığı. Yoksa adalet sahibi olan Tanrı takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?
Hakim bile bunu seçer, bu çeşit hareket ederken bu hakilerin en doğru ve adaletli hüküm vereni olan Tanrı, nasıl hükmeder? Düşün artık.
Arpa ektin mi arpadan başka bir şey bitmez. Borcu sen verdin kimden rehin istiyorsun ki? Suçunu başkasına yükleme. Aklını yaptığın işin cezasına ver, kulağını o yana aç... suçu kendine bul, tohumu sen ektin. Tanrının mücazatıyla, adaletiyle uzlaş.
Zahmetin sebebi kötülük etmektir. Kötülüğü yaptığın işlerde gör, talihimden deme. Talihe bakış insanı şaşı eder. Köpeği samanlıkta uyutur tembel bir hale sokar. Civanım kendi nefsini suçlu bul da adaletin verdiği cezayı az kına.
Ercesine tövbe et, yola baş koy. “Kim bir zerre kadar iyilik, yahut kötülük etse mükafat ve mücazatını görür.” Nefsin afsununa az aldan, Tanrı güneşi, bir zerreyi bile örtüp kaybetmez. Şu cismani güneş karşısında bile bu cismani zerreler görünürse, elbette hatıra ve düşünce zerreleri, hakikatlar güneşine karşı görünecek.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
ÇAYIRLIKTAKİ KUŞ
Bir kuş, çayırlığa gitti. Orada da av için bir tuzak vardı. Avcı yere birkaç tane saçmış, kendisi de orada pusuya sinmişti. Biçare avı yakalamak için kendisine yaprakları otları sarmıştı.
Bir kuşcağız onu tanımayıp geldi, adamın etrafında dönüp dolaştı. Sen kimsin ki dedi, böyle yeşiller giyinmişsin bu vahşi hayvanlar içinde ovada oturup duruyorsun. Adam, bir zahidim dedi, dünyadan elimi ayağımı çektim, burada otlarla kanaat edip gidiyorum. Zahitliği kendime yol yordam yaptım. Çünkü ecelimi önümde görmekteyim. Komşumun ölümü bana, vaiz edici yeter. Bu öğüt, benim kazancımı dükkanımı yıktı mahvetti. Sonunda mademki yapayalnız kalacağım, her kadınla, her erkekle düşüp kalkmaya alışmamak lazım.
Mademki sonunda mezara yüz tutacağım tek Tanrıya alışmam daha iyi. Güzelim, sonunda değil mi ki çenemiz bağlanacak, çenemi az oynatmam daha doğru.
Ey altın sırmalı esvaplar giymeye, altın kemerler takınmaya alışmış adam, nihayet sana da bir dikilmemiş elbisedir giydirilecek. Yüzümüzü toprağa tutalım, ondan bittik, geliştik. Neden gönlümüzü vefasızlara verelim?
Bizim atalarımız akrabalarımız, eskiden beri dört tabiattır. Öyle olduğu halde biz, eğreti akrabalara tamah ettik. Yıllardır insanın cismi, unsurlarla görüşmede, konuşmada.
Ruhu da, nefislerle akılardan ama ruh, kendi asılarını unutmuş. O tertemiz nefislerle akıllardan, cana her an ey vefasız diye mektup gelmede. Beş günlük dostları buldun da eski dostlardan yüz çevirdin. Çocuklar oyundan hoşlanırlar ama, geceleyin onları çeke çeke evlerine götürürler.
Küçük çocuk oyuna başlarken soyunur, hırkasını küllahını, ayakkabısını çıkarır atar. Hırsız da gelip ansızın onları kapıverir. Çocuk, oyuna öyle bir dalar ki külahı, gömleği aklına bile gelmez. Gece gelir çatar bir türlü oyunu bırakamaz. Eve bir türlü yüz çeviremez.
Duymadın mı, “Dünya ancak bir oyundan ibarettir” denmiştir. Sense oyuna daldın, elbiseni yele verdin, şimdi korkuya düştün. Gece gelmeden elbiseni ara, gündüzü dedikoduyla zayi etme.
Hasılı ben o ovada kendime halvet bir yer seçtim, halkı elbise hırsızı gördüm. Ömrün yarısı, sevgili isteğiyle geçti, yarısı düşmanların derdiyle. O, cüppeyi aldı götürdü bu, külahı. Biz de küçücük çocuklar gibi oyuna daldık; derken ecel gecesi yaklaştı. Artık bırak şu oyunu, yeter dönme oyuna gayrı. Tövbe atına binde hırsıza yetiş, hırsızdan elbiselerini al, geri dön.
Tövbe atı acayip bir attır. Bir anda şu aşağılık alemden ta göğün üstüne kadar sıçrayıp çıkar. Fakat atını da hırsızdan gözet ha. Biliyorsun ya o gizlice elbiseni çaldı. Aman şu atını gözet de hırsız çalmasın.
Birisinin bir koçu vardı. Boynuna bir ip bağlamış, ardından çekip götürüyordu. Bir hırsız geldi, ipini kesip koçu götürdü. Adam haberdar olunca koçu nereye götürdü diye sağa sola koşmaya başladı. Hırsızın bir kuyu başında eyvahlar olsun diye feryadetmekte olduğunu gördü.
Dedi ki: Üstat, neden feryat ediyorsun? Hırsız, kuyuya altın torbam düştü. Çıkarabilirsen sana gönül hoşluğu ile beşte birini veririm. Yüz altının beşte birine sahip olursun dedi. Bu tam on koçun değeri.
Bir kapı kapandı ise on kapı açıldı. Bir koç gittiyse Tanrı, ona karşılık bir deve ihsan etti deyip ; elbisesini çıkarttı, kuyuya indi. Hırsız da derhal elbiselerini alıp kaçtı.
Yolu köye çıkaracak bir tedbir gerek. Yoksa insana tamah tohumunu getiren tedbire tedbir demezler. Tamah huyu fitneden ibaret bir hırsızdır ama hayal gibi her an bir surete bürünür.
Onun hilesini Tanrıdan da başka kimse bilmez. Tanrıya kaç da o alçaktan kurtul!
Kuş dedi ki: Azizim, halvette oturma. Ahmed’in dininde rahiplik iyi değildir. peygamber, rahipliği neyhetti. Sen, nasıl oldu da böyle bidate kapıldın.
Cuma namazını kılmak, namazı cemaatle eda etmek, halka iyilik yapmalarını, Tanrı buyruklarını tutmalarını emretmek, kötülükte bulunmaktan çekinmek lazım. Kötü huyluların zahmetlerini çekip sabretmek, bulut gibi halka menfaatli olmak gerek.
“İnsanların hayırlısı halka faydalı olanıdır” babacığım. Taş değilsen taşla toprakla işin ne? Acınmış, Tanrı rahmetine erişmiş ümmetin arasında ol. Ahmed’in sünnetini bırakma, ona mahkum et kendini.
Adam dedi ki: Aklı tam olmayan, akıllı kişinin yanında taşa kerpice benzer. Ekmek isteğine düşen, eşekten farksızdır. Onunla konuşup görüşmek rahipliğin ta kendisidir.
Çünkü Haktan başka ne varsa hepsi mahvolur gider. Her gelecek, bir müddet sonra gelir, olacak olur. Adam olmayan kişinin hükmü de. Kıblesine benzer. O ölüyü arayıp durur, var onu da ölü say sen.
Böyle adamlarla düşüp kalkan da rahiptir. Çünkü düşüp kalktığı adamlar, taştan, kerpiçten başka bir şey değildir. Hatta onlar taştan, kerpiçten de beterdir. Çünkü taş ve kerpiç, kimsenin yolunu vurmaz. Halbuki bu kerpiçlerden insana yüz binlerce zarar gelir.
Kuş, iyi ama dedi, asıl savaş, yolda böyle yol vuranlar olunca savaştır. Aslan gibi olan er, halkı korumak, onlara yardım etmek ve düşmanla savaşmak için emin olmayan yola gelir. Erlik, yolcu düşmanla çatıştığı zaman meydana çıkar.
Peygamber, kılıçla gönderildi, ümmeti de saflar yaran er bir ümmettir. Bizim dinimiz de iş savaştır. İsa dininde mağaraya, dağa çekilip ibadette.
Adam dedi ki: Evet ama insanda güç kuvvet varsa, kötülüklere karşı durabilirse. Kuvvet olmayınca çekinmek daha doğru. Takatin yetmeyeceği şeyden kaçmak daha yerinde bir iş.
Kuş, işe sarılmak için dedi, yüreğin doğru olması gerek. Yoksa insanın dostu eksik olmaz. Sen dost ol da sayısız dost gör. Fakat dost olmazsan dostsuz, yardımsız kala kalırsın. Şeytan kurttur, sen de Yusuf’a benzersin. Ey temiz er, sakın Yakup’un eteğini bırakma. Kurt, çok defa sürüden bir kuzu, yalnız başına bir yol tutup ayrıldı mı onu kapar,yer.
Sünneti ve topluluğu bırakan kişi, yırtıcı hayvanlarla dopdolu olan böyle bir yerde kendi kanını dökmez de ne yapar? Sünnet yoldur, topluluk da yoldaşa benzer. Yolsuz yoldaşsız oldun mu bu daracık yerde helak oldun gitti.
Akla düşman olan yoldaş, yoldaş değildir. o, bir fırsat arar ki elbiseni alıp götürsün. Seninle beraber gider, gider ama bir aşılmaz bele, boğaza gelsin de varını yoğunu yağma etsin diye. Yahut o yoldaş dediğin kimse görünüşte cesurdur fakat hakikatte korkak. Bu sarp iş başa düştü mü dönmek için sana ders vermeye kalkışır. Korkaklığından dostunu da korkutur. Böyle yoldaşı düşman bil, dost değil.
Bu yol, insanın canı ile başı ile oynayacağı yoldur. Her meşelikte, her sazlıkta yufka yüreklileri geriye çevirecek bir afet vardır. Din yolu, her puşt tabiatlının gideceği yol değildir. bu yüzden de tehlikelerle doludur.
Yoldaki bu korku, unu kepekten ayıran elek gibi insanların da yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder. Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleri ile dopdolu bir yol. Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost.
Tutalım ki ihtiyatlısın da seni kurt kapmadı. İyi ama topluluk olmadıkça o neşeyi bulamazsın ki. Yalnız olarak bir yolda neşeli neşeli giden kişinin neşesi, dostlarla, yoldaşlarla giderse birken yüz olur. Eşek ağır canlı olduğu halde eşeğiyle dostu ile giderse neşelenir kuvvet bulur.
Kervendan ayrılıp yol almaya kalkışan eşeğe o yol, yüz kere daha uzar, o derece yorulur. O çölü yalnız olarak aşıncaya kadar kaç sopa fazla yer, kaç kere fazla nodullanır.
O eşek sana der ki: Eşek değilsen yola böyle yalnız düşme. Sen de bu öğüdü iyi dinle. Yolu gözeterek tenhaca ve güzel güzel giden şüphe yok ki dostlarla daha güzel gider.
Her peygamber bu düz yolda mucize gösterdi, yoldaşları aradı. Duvarların yardımı olmasa evler, ambarlar nereden meydana gelirdi? Her duvar birbirinden ayrı olsa tavan, havada nasıl olur da direksiz dayanaksız durur. Katibin, kalemin yardımı olmasa kağıt üstüne yazı yazılır, sayı mı dökülür?
Bir kişi kamışları yere döşese, fakat örüp hasır yapmasa nasıl durur? Bir yel geldi mi alır, uçuruverir. Tanrı, her cins eş yarattı, sonuçlarda topluluktan meydana geldi. Hasılı dam söyledi kuş söyledi... bahisleri uzadı gitti.
Mesneviyi kısa gönlün istediği bir şekilde düz. Macerayı özlü ve kısa anlat. Ondan sonra kuş dedi ki: Bu buğdaylar kimin? Adam, vasisi olmayan bir yetimin emaneti. Beni emin bildikleri için emanet ettiler, yetim malı dedi.
Kuş dedi ki: Ben pek açım. Şu anda bana leş bile helal. Müsaade ette ey emniyetli, zahit ve muhterem zat, şu buğdaydan yiyeyim. Adam, zaruret hakkında fetva veren de sensin. Fakat zaruretin, ihtiyacın yok da yersen suçlu olursun. Hatta zaruretin varsa bile çekinmek daha iyi. Fakat mademki yiyeceksin, parasını ver bari dedi.
Kuş, o anda tamamı ile kendisinden geçmişti. Atı, yularını elinden almıştı. Buğdayları yedi ama tuzakta kala kaldı. Nice Yasin okudu,nice En’am okudu. Aciz kaldıktan sonra ister acıklan ister ah et. Bu kara duman, o hale düşmeden gerekti.
Hırs ve heves, insanı harekete getirdi mi o zaman ey feryadıma yetişen medet de. Çünkü bu feryat, Basra harap olmadan edilen feryattır. Belki bu sınıklık yüzünden Basra kurtulur.
Ey ağlayan dövünen, bana Basra ile Musul yıkılmadan ağla dövün! Ölümden evvel feryat et, başına topraklar saç. Ölümden sonraysa ağlama, dayan. Ben felakete düşmeden, helak olmadan ağla bana, felaket tufanından sonraysa ağlamayı bırak.
Şeytan yolunu vurmadan Yasin okumak gerek. Kervan vurulup kırılmadan hayvan döv de yol alsın ey kervancı.
Bir kervan muhafızı uyunmuştu. Hırsız gelip kervanı soydu, aldığı malları toprağa gömdü. Sabahleyin kervan halkı uyandı, malların, gümüşlerin, develerin yerinde yeller esiyordu.
Mallarımız ne oldu yahu? Söyle bakalım dediler. Dedi ki: Gece hırsızlar geldiler. Gözümüzün önünde ne var ne yoksa alıp götürdüler. Halk, a kum tepesine benzeyen herif, a arda kalasıca, sen ne yaptın? Dediler. Dedi ki: Ben bir kişiydim, onlar yiğit, gürbüz, silahlı bir alay adamdı. Halk pekala dedi, savaşmayacaktın bari uyanın kalkın diye bağırsaydın.
Dedi ki: Bağırmak istedim ama tam o sırada bana bıçak, kılıç gösterip sus, yoksa acımadan seni keseriz demek istediler. Ben de korkudan ağzımı kapadım. Fakat şimdi istediğiniz kadar bağırıp çağırayım. O zaman soluk bile alamıyordum, fakat şimdi dilediğiniz kadar feryat edeyim.
Kötü ve rüsva, şeytan, ömrünü zati ettikten sonra “Eüzü” çekmek, “fatiha” okumak beyhudedir. Beyhudedir ama yine de gaflete düşmek, feryat etmekten daha kötüdür ya.
Sen de beyhude olsa, tatsız tuzsuz bulunsa bile yine feryat et, sızlan; ey yüce ve üstün tanrı de... Lütfet bu hor kişilere bir bak. Feryada erişme zamanı da kadirsin, o zaman geçince de. Allah’ım senden bir şey eksilmez ki!
Sen “Kaybettiğiniz şeylere hayıflanmayın” diyen padişahsın. Dilediğin şey nasıl olmaz?
Kuş dedi ki: Zahitlerin afsununu dinleyenin layığı budur. Zahit hayır dedi, nahak yere yetimlerin malını yiyen kişinin layığı bu. Kuş, bundan sonra öyle bir ağlayıp sızlanmaya koyuldu ki derdinden tuzak da titredi, avcı da.
Kuş, gönlümdeki birbirine zıt şeyler yüzünden belim kırıldı diyordu; sevgili, gel de ellerinle başımı okşa. Elinin altında oldukça başım rahatlaşır. Elin lütuf ve ihsan hususunda bir delildir senin. Gölgeni başımdan çekme. Kararım kalmadı, kararım kalmadı, kararım kalmadı!
Senin derdinle ey selvilerin, yaseminlerin haset ettikleri güzel, uyku gözlerimden usandı. Layık değilsem bile ne olur, bir an olsun bu dertlere düşmüş, dermana layık olmayan kulun halini sorsan ne olur ki?
Yoklukta ne liyakat vardı ki sen ona bunca lütuf kapılarını açtın. Uyuz bir toprağı, kerem ettin de insan haline getirdin; yenine, yakasına duygu nurlarından on inci doldurdun. Ölü bir meni, bu beş zahiri, beş batını duyguyla adam haline geldi.
Ey yüce nur, senin tevfikın olmadıkça tövbe nedir ki? Tövbenin bıyığına gülmeli. Dilersen tövbe bıyıklarını bir bir yolarsın. Tövbe, bir gölgedir, sense aydın bir ay.
Ey yüzünden dükkanım, durağım yıkılmış olan dilber, kalbimi sıkmaktasın, nasıl feryat etmeyeyim? Senden nasıl kaçabilirim ki sensiz bir diri bile yoktur. Senin tanrılığın olmadıkça kulun varlığı olamaz.
Ey canların aslı, canımı al benim. Sensiz bu candan usandım artık. Deliliğe aşığım, akıllılığa, usluluğa doydum. Utancımı yırttım, paraladım mı hiç olmazsa sırrımı açık söylerim. Ne zamana dek bu sabır, ne zamana dek bu mihnet ve titreyiş?
Saçak gibi ar ve haya altında gizlendim kaldım. Birdenbire şu yorganın altından bir sıçrayayım. Yoldaşlar, sevgili, yolları bağladı. Biz topal ceylanlarız, o avlanan bir aslan. Ona teslim olmak, emrine boyun eğmekten başka, böyle bir kan döken erkek aslana karşı ne çaremiz var?
O güneş gibi ne uyumakta, ne bir şey yemekte. Ruhları da uyutmamakta,ruhlara da bir şey yedirmemekte. Gel demekte, ya ben ol, ya benim huyumla huylan da sana tecelli edeyim, yüzümü gör. Görmediysen neden böyle çıldırdın... Topraktan neden böyle dirilmeyi istiyorsun?
Mekansızlık mekanından sana ot vermeseydi can gözün, o tarafa dikilir kalır mıydı hiç? Kedi delikten rızıklanır da onun için delik başında bekler durur. Başka bir kedi de damlarda gezinir çünkü kuş avlar onunla rızıklanır.
Birisi çulhacılığı kıble edinmiştir, öbürü kaftan parası için padişaha bekçilik yapar. Bir başkası da işsiz güçsüzdür, yüzünü mekansızlık yurduna tutmuştur. Çünkü onun can gıdasını da oradan sen vermedesin.
İradesini Tanrıya verenin işi iştir. O, Tanrı işi için her işten kesilmiştir. Başkaları şu birkaç gün içinde ta göç gecesine kadar çocuklar gibi oyuna dalıp giderler. Uyuyan biri sıçrayıp uyandı mı vesveseler dadısı ona işveler yapar.
Hadi der canım yavrum uyu. Kimsenin seni uyandırmasına razı değiliz biz. Senin kendi kendini uykudan çekip koparman lazım... su sesini duyan susuz gibi hani.
Ben susuzların kulağına gelen bir su sesiyim. Yağmur gibi göklerden yağarım ben. Aşık, sıçra şu ıstıraptan kurtul. Hem susuzluk, hem su sesini duymak hem de uyku... Bu nasıl olur?
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
SEVGİLİNİN SÖZÜ
Eski zamanlarda bir aşık vardı, devrinde ahdinde duran bir aşıktı o. Yıllarca zaman ay yüzlü sevgilisine bağlanmış, padişahına adeta esir olmuştu. Arayan nihayet bulur. Kurtuluş, sabırdan doğar. Sevgilisi bir gün, bu gece gel dedi, senin için ballar börekler yaptım. Fakat odada gece yarısına kadar bekle de geceleyin sen çağırmadan ben gelirim.
Adam kurban kesti ekmekler dağıttı. Beklediği ay, toz altından çıkmış görünmüştü.
O hararetli aşık geceleyin, sevgilisinin vaadine ümitlenerek o odaya gelip oturdu. Gece yarısı geçince vaadinde duran sevgilisi çıka geldi. Fakat aşığını uyuyor buldu. Yeninden bir parça kesti. Sen çocuksun bunlarla oynaya dur diye cebine de birkaç tane ceviz koydu. Aşık geceleyin uykusundan sıçrayıp uyanınca başında yenini, cebinde cevizleri gördü.
Dedi ki: Padişahımız, doğruluktan vefadan ibaret. Bize ne geliyorsa bizden geliyor. Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz. Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesem azdır.
Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır. Derhal kalk ayağıma o zinciri vur. Çünkü ben, tedbir silsilesini yırttım gitti. Fakat o devletli sevgilimin büklüm büklüm saçlarından başka iki yüz tane zincir getirsen kırarım.
Kardeş aşk ve namus doğru bir şey değil. Ey aşık ar ve haya kapısında durma. Artık vakti geldi, soyunayım, sureti bırakayım da baştanbaşa can olayım.
Ey utancın düşüncenin düşmanı gel! Ben ar ve haya perdesini yırttım. Ey canın uykusunu büyüyle bağlayan sevgili, sen şu alemde ne katı yürekli sevgilisin. Hemen sabrın boğazını sık da aşkın gönlü kutlu olsun. Ey gönlümüzü yurt ve konak edinen dost, ben yanmadıkça aşkın gönlü kutlu olur mu hiç? Sen kendi evini yakmadasın yak. Kimdir bu caiz değil diyecek?
Ey sarhoş aslan bu evi yak. Aşkın evi, böyle olsun, bu daha doğru ve yerinde. Bundan böyle bu yanışı kıble edineyim, çünkü ben mumum yandıkça aydınım. Babacığım bu gece uykuyu bırak, bir gececik olsun uykusuzlar mahallesine gel de, şu mecnun olanlara pervane gibi vuslat uğruna ölenlere bak.
Halkın aşk denizinde gark olan şu gemisine bak. Sanki aşkın boğazı bir ejderha. Gizli, fakat gönüller kapan bir ejderha... Dağ gibi akılları çekiveren bir kehribar. Hangi güzel koku satanın aklı, ondan haberdar olsa ırmağa bütün tablalarını döküverir. Yürü, yürü... hakikaten bu ırmağın ne misli vardır, ne eşi; sen, bu ırmaktan ebediyen çıkamazsın.
Ey yalancı gözünü aç da bak. Ne vakte dek ben şunu, bunu bilmem diyeceksin. Riya ve mahrumiyet vebasından kurtul, diri ve daima işte güçte olan tanrılık alemine gir. Gir de görmüyorum, görüyorum olsun... Şu bilmemler biliyorum haline gelsin. Sarhoşluktan geç sarhoşluk verir ol. Bu renkten renge girişi bırak, onun istivasına naklet. niceye bir bu sarhoşlukla nazlanıp duracaksın? Her mahalle başında bunca sarhoşluk var.
İki alem de sevgilinin sarhoşları ile dolsa hepsi de bir olur ki o bir de hor hakir değildir. Onlar bir olmakla derecelerinden düşmeyecekleri gibi çok olmakla da dereceleri düşmez. Her hakir kimdir? Bedene tapan cehennemlik!
Alem güneşin nuru ile dolsa o yalımı güzel ısılık kaynağı, hor mu olur? Fakat bütün bununla beraber yücelere çık, salın. Çünkü Tanrının yeryüzü geniştir, sana ram olmuştur.
Bu sarhoşluk, yüce bir doğan kuşuna benzer ama kutluluk mekanında ondan da yüceleri vardır. Yürü, herkesten seçilmiş olmada, ruh bağışlamada sarhoşlukta ve sarhoş etmede bir İsrafil kesil. sarhoşun gönlü ile alay etme, eğlenme hevesi düştü mü bunu bilmem onu bilmem demeyi tutturur. Bunu bilmem onu bilmem demek, bildiğimiz kimdir onu söylemen içindir.
Sözde bir şeyi nefyetmek. Bir şeyi ispat etmek içindir. Nefyi bırak da söze ispattan başla. Bu değil, o değil sözünü terk et de var olanı ileri getir. Nefyi bırak da var olana tap, bunu o sarhoş Türk’ten öğren babacığım.
Yabancı bir Türk, seher vakti uyandı. Sarhoşluğun verdiği mahmurlukla bir çalgıcı istedi. Can çalgıcısı, insanın canına munistir. Sarhoşun mezesi, gıdası ve kuvveti odur. Çalgıcı onları sarhoşluğa çeker. Sonra yine sarhoşluğu, çalgıcının, okuyucunun nağmesinden, nefesinden tadarlar.
Tanrı şarabı, insanı o çalgıcıya, o okuyucuya götürür; bu ten şarabı da bu çalgıcıdan, bu okuyucudan gıdalanır. Söze gelince ikisi de birdir ama hakikatte bu Hasan’la o Hasan arasında fark çoktur. Arada söze ait bir şüphe var ama gökyüzü nerede, ip nerede?
Sözdeki birlik daima yol vurur. Kafirle müminin birliği, ten bakımındandır.
Bedenler ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak. O beden testisi, abıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle. içindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gitti. Söz,bil ki şu bedene benzer, manası da içindeki candır. Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.
Mesnevinin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.
Tanrı da “Bu Kuran, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.
Arif, şarap dedi mi Tanrı için olsun abes görme. Arife nasıl olur da bir şey yok olur? Sen şeytanın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden düşünebileceksin?
Çalgı ile şarap... bu ikisi de eşittir. Bu ona koşar o buna. Sarhoşlar çalgının namesiyle, çalgıcının nefesiyle gıdalanırlar. Çalgı ile çalgıcı onları meyhaneye çeker götürür. O meydanın başıdır, bu, sonu. Gönül, onun çevganında bir top kesilmiştir.
Akılda ne varsa kulak oraya dikilir. Başta safra varsa yanınca sevda olur. Sonra bu ikisi de kendinden geçer, orada baba da bir olur oğul da. Neşeyle dert uzlaştı mı türkümüz çalgıcıları uyandırdı.
Çalgıcı uyutucu bir şarkı okumaya başladı: Ey yüzünü görmediğim sevgili, bana bir kadeh sun. Sen benim yüzümsün, hakikatimsin, seni görmezsem şaşılmaz. Yakınlığın son derecesi, şüpheye düşme perdesiyle bürünmedir.
Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz. Karışık şeylerin birbirine girmesinden seni göremezsem şaşılacak şey değildir bu. Sen, bana şah damarımdan daha yakınken, ya diye nasıl sana hitap edebilirim? Ya uzakta olana hitaptır.
Ben, kıskançlığımdan yanımdaki sevgiliyi gizlemek, duyanları yanıltmak için dağlarda, çöllerde sana nida edip duruyorum.
Peygamberin huzuruna bir kör geldi, ey her hamur teknesine ihsanda bulunan dedi. Sen, sulara, yağmurlara hakimsin, ben de susuzum, su istiyorum. Ey beni suvaran medet, medet!
Kör kapıdan aceleyle gelince Ayşe görünmemek için derhal kaçtı. O temiz kadın, kıskanç peygamberin gayretini biliyordu. Kim daha güzelse kıskançlığı daha artıktır. Çünkü oğullarım kıskançlık nazdan meydana gelir.
Kokmuş kocakarılar, çirkinliklerinin, kartlılarını bilirler de kocalarına kendi elleriyle genç kadın alırlar, kendi elleriyle kendilerine ortak getirirler. İki alemde de Ahmed’in güzelliği gibi güzellik mi var? Tanrı nuru, ona yardım etmede. İki alemin nazı da onda olacak elbet. Bu bakımdan kıskançlık da, güneşten yüz kat daha parlak olan ona yaraşır.
Topumu zühal yıldızına attım. Yıldızlar yüzünüzü çevirin. Benim eşi olmayan parlaklığıma karşı yok olun. Yoksa nuruma karşı rüsvay olursunuz.
Ben her gece keremimden kaybolurum, gider gibi görünürüm, yoksa nereye gideceğim? Gider gibi görünürüm de, siz de bir gececik olsun bensiz şu alemde yarasalar gibi kanat çırpın! Tavus kuşları gibi kanatlarınızı gösterin, sarhoş olun baş çekin ululanın.
Fakat çarık nasıl Eyaz’ın mumu ise siz de arada bir o çirkin ayaklarınıza bakın. Benlikle sol taraf ehlinden olmayasınız diye kulağınızı çekmek için sabahleyin yüz gösteririm der. Bunu bırak da bu söz uzundur. Kün emri sözü uzatmayı nehyetmiştir.
Peygamber sınamak için “O kadar gizlenme, o seni görmüyor ki” dedi. Ayşe elleriyle işaret ederek “O görmüyor ama ben onu görüyorum ya” demek istedi.
Bu öğüt vericinin sözlerinin benzetmelerle, örneklerle dolu olması, aklın, ruhun güzelliğine karşı kıskançlığından onu göstermek istemeyişinden ileri gelir. Ruh, bu kadar gizliyken akıl, neden bu derece de onu kıskanır.
Onun nuru kendi yüzünü örtmüştür. A kıskanç, kimden gizleniyorsun? Bu güneş, yüzünü örtmeden seyredip durmada. Fakat onun şiddetli nuru, yüzüne perde olmada. Güneş bile ondan bir eser görmemekte. Artık sen, onu kimden gizlersin ki a kıskanç?
Fakat bende öyle bir kıskançlık var ki onu kendimden bile kıskanır, kendimden bile gizlemek isterim. Şiddetli kıskançlık ateşimden gözlerimle, kulaklarımla savaşa girmişim adeta.
Ey can, ey gönül! Mademki bu kadar kıskançsın, ağzını yum, sözü bırak bari. Fakat korkarım susarsam o güneş başka bir yerde perdesini yırtar, kendini gösterir. Sükutumuz ondan daha ziyade anlatmış olur. Onu görünmekten men edersek görünmeye olan meyl daha fazlalaşır.
Deniz coşup kükredi mi, kükreyişi köpük halinde görünür; köpürüşü, “Bilinmeyi diledim, sevdim de halkı yarattım” sırrını meydana getirir. Söz söylemekse o pencereyi kapatmak demektir. Söz söylemek, onu gizlemenin ta kendisidir.
Güle karşı bülbüle naralar at da ondan haberi olmayanlara korkusunu duyurma, oyala bu nağmelerle onları. Kulakları, sözle meşgul olsun da akılları, gülün yüzünü görme havasına kapılmasın. Hele pek aydın olan bu güneşin karşısında her delil hakikatte yol vurucudur.
Çalgıcı, sarhoş Türkün huzurunda nağmelere gizleyerek elest sırlarını söylemeye başladı:
Bilmem ki ay mısın, put mu? Bilmem ki benden ne istersin? Bilmem ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa söyleyeyim mi?
Şaşılacak şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen neredesin? Bunu bir türlü bilmiyorum. Bilmiyorum beni nasıl çekiyor da bazen karalar da yürütüyor, bazen kan denizlerine gark ediyorsun. Böylece ağzını açıp bilmem, bilmiyorum demeye girişti, boyuna bu lafı söylüyordu. Bilmiyorum sözü haddi aşınca Türkümüz kızdı, kızıştı. Yerinden fırlayıp topuzunu çekti, çalgıcının başına çöktü. Hemen bir çavuş koşup topuzu yakaladı, çalgıcıyı öldürmek size yaraşmaz dedi.
Türk dedi ki: Bu sayısız tekerlemesi, kafamı şişirdi, bari ben onun kafasını ezeyim de görsün. A kaltaban, bilmiyorsan nane yeme... Biliyorsan ne söyleyeceksen söyle. A ahmak bildiğini söyle bari de bilmiyorum, bilmiyorum deyip durma.
Ben; neredensin, nerelisin be adam? Diye soruyorum. Sen, ne Herat’lıyım ne Belh’li... ne Bağdat’lıyım ne Musul’lu, ne de Tıraz’lı diyor, ne diye uzatıp duruyorsun. Nereliysen söyle bari de kurtul. Burada meramını söylememek aptallıktır.
Yahut da sana ne yedin diye soruversem ne şarap içtim, ne kebap yedim... Ne et yedim, ne tirit ne de mercimek diyorsun. Ne yediysen yalnız onu söyle kafi. Sözü uzun uzun gevelemek neden? Çalgıcı dedi ki: Maksadım gizli.
Senin nefyetmenden, yoktur demenden ispat senden ürküp kaçmada. Var olanı bir türlü bulamıyorsun. İspattan bir koku alasın diye nefyettim, bilmiyorum dedim. Bu sazı, nefiyle nağmelendirdim. Ölünce de ölüm, sana yaşayış sırlarını söyler.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK
Bir haylidir can çekiştin ama hala perde arkasındasın. Çünkü bir türlü ölemedin; halbuki ölüm, asıldı. Ölmedikçe can çekişmen, sona ermez. Merdiven tamamlanmadıkça dama çıkamazsın.
Yüz ayak merdivenin iki ayağı noksan olsa dama çıkmak isteyen çıkamaz, dama namahrem kesilir. Yüz kulaç ipin bir kulacı eksik olsa kovaya kuyu suyunun dolmasına imkan yoktur.
Bu gemi, yükünden artık olan son batmanı da yüklemezse batmaz beyim. Son yüklenen yükü asıl bil, ne iş yaparsa o yapar. Vesvese ve azgınlık gemisini o batırır.
Akıl gemisi battı mı insan, bu gök kubbeye güneş kesilir. Ölmediğin için can çekişmen uzadı. Ey Tıraz mumu, sabahleyin sön öl. Yıldızlarımız gizlenmedikçe can güneşi, bil ki gizlidir.
Topuzu kendine vur da benliğini darmadağın et. Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer. Ey alçak, bende, benim hareketlerimde gördüğün benlik, senin benliğinin aksidir. Sen, kendi kendine topuz vurmadasın.
Benim suretimde kendi aksini görmüş kendinle boğazlaşmak için coşmuş, köpürmüşsün. Hani o aslan da kuyuda kendi aksini görmüştü de düşmanı sanıp saldırmıştı ya, onun gibi işte.
Yok demek, şüphe yok ki var olanın varlığın zıddıdır. Yok, diyorum, bilmem diyorum, sen de bu zıtla, zıddı olan varı ve varlığı birazcık anla artık.
Bu zamanda zıddı nefyetmeden başka anlayış çaresi yok ki tuzak olmasın. Ey akıllı fikirli er, sevgiliyi perdesiz görmek istiyorsan ölümü seç, o perdeyi yırt. Fakat ölür mezara gidersin hani o ölümü değil. Seni değiştiren nura götüren ölümü seç.
Erkek erkeklik çağına girdi, kendini bildi mi çocukluk, ölür gider; Rum diyarına mensup olur. Zencilik kalmaz. Toprak altın oldu mu topraklığı kalmaz. Gam ferahlık haline geldi mi insana keder verme dikeni yok olur gider.
Mustafa bunu için ey sırları arayan, diri olan bir ölü görmek istersen dedi... Diriler gibi şu toprak üstünde ölü olarak yürüyen, canı göklere yücelmiş, yüceleri yurt edinmiş birisini görmek dilersen... Ölümden önce bu alemden göçmüş, akılla değil de ancak sen de ölürsen anlayacağın bir hale gelmiş. Canı, halkın canı gibi göçmemiş, bir duraktan bir durağa göçe göçe ta son durağa varmış.
Birisini, yeryüzünde bu sıfatlara bürünmüş gezip duran bir ölüyü görmek istersen... Tertemiz Ebu Bekir’i gör ki o, doğruluğu yüzünden mahşere varmış, haşrolmuş kişilerin ulusudur.
Bu alemde EbuBekris Sıddıyk’a bak da haşri daha iyi tasdik et.
Muhammed’de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü o, her hakikati, çözüp bağlama yokluğunda hal olmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı. Ahmet bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti. Ondan kıyameti sorup dururlar ve “Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman var” derlerdi.
Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hal diliyle “Mahşerden haşri soruyor” derdi.
İşte onun için o güzel haberler veren peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün! Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan aldım, getirdim.
Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur. İster nur olsun, ister karanlık. O olmadıkça onu tamamı ile bilemezsin.
Akıl oldun mu aklı tamamı ile bilirsin, aşk oldun mu aşkın yanmış, mahvolmuş fitillerini anlar, duyarsın. Anlayış bunu kavrayabilseydi bu davanın delilini apaçık söylerdim.
İncir yiyen bir kuş gelip konuk olsa bu tarafta incir çoktur, incirin hiçbir değeri yoktur. Alemde bulunan kadın, erkek... Herkes her an can vermede, ölmededir. Sözlerini de, ölüm zamanı babanın oğula vasiyeti say. Da ibret al acın... Bu suretle de buğuz haset ve kin, kökünden sökülüp çıksın. Yakınlarına onlar ölünce nasıl yüreğin yanarsa o çeşit bak. Gelecek şey gelmiştir onları ölmüş say, sevdiğini ölüyor, ölmüş onu kaybetmişsin bil.
Garezler senin bu çeşit bakışına perde oluyorsa onları yırt, at. Bunları yırtıp atamazsan acizim deyip kalma. Bil ki aciz olanı bir acze salan var. Aciz, bir zincirdir. Birisi gelmiş, sana o zinciri takmıştır. Gözünü açıp zinciri takanı görmek gerek.
Ey yaşayış yolunu gösteren ben bir doğandım, ayağım bağlandı, bu neden? Diye yalvarıp sızlanmaya koyul. Yarabbi de, kötülüğe kuvvetle adım attım. Bu yüzden kahrınla daima zarar ve ziyan içindeyim.
Senin öğütlerine karşı kulağım sağırdır. Put kırıyorum diye davadaydım ama put yapıyormuşum meğer. Senin yaptığın şeyleri senin sanatlarını anmak mı farzdır, ölümü anmak mı? Ölüm, güz mevsimine benzer, sense yaprakların aslısın.
Şu ölüm yıllardır davulcağızını döver durur da senin kulağın vakitsiz ve yersiz oynar. Fakat can verme çağında ah ölüm dersin. Ölüm şimdi mi seni uyandırdı? Ölümün nara atmadan boğazı yırtıldı sesi tutuldu; dövüle dövüle davulu patladı!
Sense kendini bir şeylere verdin, ince eleyip sık dokudun; ne sesini duydun, ne davulunu! Fakat ölümün ne demek olduğunu şimdi anladın işte.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
AŞURE GÜNÜ
Aşure günü bütün Halep’liler, Antakya kapısına gelirler, ta geceye kadar. Kadın erkek, büyük bir kalabalık toplanır, Ehlibeyt’in yasını tutarlardı.
Bağırırlar, ağlarlar, feryat ederlerdi. Şia, Kerbela vakası için yas tutarlardı. Ehlibeyt’in Yezit’ten, Şimir’den çektikleri zulümleri, onlar tarafından uğradıkları sınamaları sayıp dökerler, sesleri ses verir, feryatları, bütün ovayı, çölü doldururdu. Bir garip şair, aşure günü çölden geldi, o feryadı duydu. Şehri bırakıp o tarafa yürüdü, feryadın sebebini araştırmaya koyuldu.
Merak etti, bu gam nedir bu yas kime tutuluyor diye soruşturmaya başladı. Herhalde bir ulu bey ölmüş olmalı diyordu; böyle bir topluluk, küçük iş değil. Ben garibim siz buralısınız adını lakaplarını söyleyin. Adı neydi ne iş görürdü, nasıl adamdı? Bana bildirin de onun iyiliklerine ait bir mersiye söyleyeyim.
Bunu duyanların birisi dedi ki: Yahu sen deli misin? Yoksa Şia değilsin de Ehlibeyt düşmanı mısın? Aşure gününü, o gün şehit olan cana yas tutmanın yüzlerce yıl yaşamadan daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Bu dert Müminin yanında değersiz olur mu hiç? Kulağın aşkı küpenin değerincedir. Mümine göre o pak nurun yası, yüzlerce Nuh tufanından da meşhurdur.
Şair dedi ki: Doğru ama Yezit’in devri nerede? Bu yas buraya ne kadar geç gelmiş? Körler bile o kötülükleri gördüler, sağırların kulakları bile o hikayeleri duydu. Siz şimdiye kadar uyuyor muydunuz ki şimdi yas tutuyor, elbisenizi yırtıyorsunuz?
Ey uykuya dalanlar, kendinize ağlayın! Çünkü bu ağır uyku, çok kötü bir ölüm. Tanrıya mensup ruh, zindandan kurtuldu. Neden elbisenizi yırtalım, niçin elimizi ısırıp duralım? Onlar din sultanlarıydı. Bağı kırdıkları zaman onlara sevinç çağıdır.
Devlet saymanına uçup gittiler; tomruğu zinciri çözüp attılar. O gün devler günüdür, güzellik ve saltanat günüdür. Bir zerrecik anlasan, bilsen bunun böyle olduğunu tasdik edersin?
Bilmiyor anlamıyorsan yürü, kendine ağla. Çünkü göçmeyi mahşeri inkar ediyorsun. Kendi harap dinine, harap gönlüne ağla ki bu eski topraktan başka bir şey görmüyor. Görüyorsa neden yiğitleşmiyor, Tanrıya dayanmıyor; neden gözü tok değil?
Nerede yüzünde din şarabının verdiği nur? Denizi gördüysen hani cömert elin, avucun? Irmağı gören suyu esirgemez; hele o denizi, o bulutu görmüşse.
Karınca o güzelim harmanları görmez de bir tanecik buğdayın üstüne titrer. O taneyi hırsla, korkuyla çeker durur da onca yığını görmez. Harman sahibi de ey körlüğünden hiçbir şey görmeyen der; harmanlarımızdan ancak o bir tek taneyi gördün de ona canla başla sarıldın. Ey surette zerre olan, Zuhal yıldızını gör. Sen bir topal karıncasın, yürü Süleyman’a bak. Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin.
İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şer değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.
Bir küp boyuna deniz suyu ile doldurulsa koca bir dağı sele verir. Küpün canından denize bir yol açılırsa küp, ırmaktan üstün olur. Onun için “Söyle” sözü denizin sözüdür. Ahmed neyi söylerse hakikatte o söz hakikat denizinindir. Onun sözleri denizin incileridir. Çünkü gönlü denizle birdir onun. Deniz daima küpümüze yardım edip durursa artık bir balıkta denizin bulunmasına şaşılır mı?
Duygu gözü şu geçip gidici suretlere düşmüş, donup kalmıştır. Sen, o sureti geçip gidici görürsün ama hakikatte geçip gitmez o. Bu ikilik şaşı gözün görüşüdür. Yoksa evvel ahirdir, ahir de evvel.
Bu nereden bilinir? Öldükten sonra dirilmeden. Öldükten sonra dirilmeyi ara da bundan az bahset. Dirilme gününün gelmesine şart önce ölmektir. Çünkü dirilme, ölümden sonradır. Herkes yokluktan korkar, işte bütün alem, bu yüzden yol sapıtmıştır. Halbuki yokluk, asıl sığınılacak yerdir.
Bilgiyi nerede arayalım? Bilgiyi terk etmede. Barışı nerede umalım? Barıştan vazgeçmeden. Varlığı nerede arayalım? Varlığı terk etmede. Elmayı nereden umalım? Elden vazgeçmeden!
Ey güzel yardımcı, yok gören gözü varlığı görür bir hale getirmeye de kadirsin sen. Yokluktan meydana gelen göz, varlığı tamamı ile yom gördü. Fakat şu iki göz, değişti de nurlandı mı bu düzgün cihan mahşer olur. Bu hamlara anlamak haram oldu da onun için bu hakikatler noksan göründü.
Tanrı cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır. O, ebedi ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı ağzına acı gelir. Müşteri olmayınca alış veriş etmeye eliniz oynar mı? Birisi gelir, mallara bakar, fakat bakmakla alıcı olmaz ki. O ahmak bakış ancak alay içindir.
Bu kaça? Şu kaça? Diye sorar, dolaşır. Fakat vakit geçirmek, içinden de gülüp eğlenmek için. Usancından gelir, senden kumaş ister. Fakat ne müşteridir ne de kumaş arar. Kumaşı yüz kere görür, yüz kere geri verir. O nerede kumaş ölçecek? Yel ölçer poyraz biçer! Nerede müşterinin gelişi, alışverişi, nerede bir serserinin alayı, gönül eğleyişi? Cebinde bir habbe bile yoktur. Ancak gevezelik eder, yoksa nereden cüppe alacak? Alışveriş için sermaye yoktur; artık onun çirkin suratı nedir, alayı, gevezeliği ne oluyor? Bu dünya pazarında sermaye altındır, orada da aşk ve iki ıslak göz.
Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamı ile ham ve eli boş olarak geri döner. Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde. Ne pişirdin? Hiçbir şey! Müşteri ol da elim oynasın gebe olan madenimden lal doğsun. Fakat müşteri gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü böyle emredilmiştir. Doğan kuşunu uçur ruh güvercinini tut. Davet yolunda Nuh’un yolunda yürü.
Tanrı için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, ret etmesiyle ne işin var senin.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
SAHUR DAVULU
Birisi, büyük bir zatın evinin kapısında sahur davulu çalmakta idi. Gece yarısı aşk ile şevk ile davul çalıyordu. Ona kabiliyetli birisi dedi ki: Evvela bu davulu, seher vakti çal, gece yarısı bu kepazelik olmaz. Bir de ey hevesli adam, şunu da bil ki bu evde hiç kimse yok.
Burada şeytandan periden başka kimse yokken ne diye vaktini zayi ediyorsun? Tefi, davulu birisi duysun diye çalıyorsan duyacak kulak nerede? Bunu anlamak için akıl lazım, fakat akıl hani?
Davulcu dedi ki: Sen sözünü bitirdin şimdi cevabımı dinle de şaşırıp kalma. Sence şimdi gece yarısı ama bence neşe sabahı yaklaştı. Her sınıklık bence kutlu bir hale geldi. Bütün geceler, gözüme gündüz kesildi.
Nil ırmağı sana kandır ama bence kan değil, sudur ey akıllı kişi. Sence o demirdir, tunçtur ama Davut peygambere mumdur. Dağ, sana karşı ağırıdır, cansızdır, fakat Davut’un önünde usta bir çalgıçı, bir okuyucudur.
Senin önünde o kırık taşlar susarlar. Fakat Ahmed’in önünde fasih bir hale gelir, hamdü senada bulunurlar. Senin önünde mescidin sütunu ölüdür, fakat Ahmed’e karşı gönlünü aldırmış bir aşıktır.
Cihanın bütün cüzüleri halkın önünde ölüdür, Tanrıya karşı bilgi sahibi ve muti. Bu evde bu konakta kimse yok, neden bu davulu çalıyorsun dedin. Bu halk, tanrı için paralar verir, yüzlerce hayrın temelini atar, mescitler yaparlar. Sarhoş aşıklar gibi uzun bir yol olan Hacca giderler, seve seve canları ile, malları ile oynarlar. Hiç o evde kimse yok derler mi? Ev sahibi, ev içinde gizlenen cana benzer.
Tanrı nuru ile ışıklanan, sevgilinin konağını dolu görür. Nice dolu ve kalabalık konaklar vardır ki işin sonunu görenler, onları boş görürler. Kimi dilersen Kabe’de ara da derhal önünde beliriversin.
Ziynetli ve yüce olan bir suret, nasıl olur da Tanrı yurdu olmaz, boş olur? Ona kapı kapanmaz, o geldi mi derhal açılır. Fakat başkaları, aşkla değil, ihtiyaçlardan gelirler. Hacca gidenler neden bu ses duymadan “Lebbeyk” deyip duruyoruz derler mi? Hakikatte onlara şu “Lebbeyk” demeyi nasip ediş, her lahza tek Tanrıdan gelen bir sestir.
Ben de koku aldım, biliyorum bu köşk, bu konak, can meclisinin kurulduğu yerdir toprağı da kimyadır. Hafif ve tiz nağmelerle bakırımı ebediyen onun kimyasına vurup duracağım. Nihayet bu sahur davulum, denizleri coşturacak, inciler saçacak, ihsanlarda bulunacak. Halk, savaş safında tanrı için canları ile oynar. Birisi Eyüp gibi belalara düşer, öbürü Yakup gibi sabreder. Yüz binlerce susuz ve muhtaç kişi, Tanrı için tamaha düşer, çalışır durur.
Ben de suçları yargılayan, örten Tanrı için bu kapıdan sahur davulu çalıyorum, benim de ümidim onda. Parasını almak için müşterimi istiyorsun? Gönül, Tanrıdan daha iyi müşteri nerede var? Malından pis dağarcığı alır, sana kendinden ışıklanan bir gönül nuru verir. Hakikatte yok olan şu buz kesmiş bedeni alır, vehmimize sığmaz bir saltanat ihsan eder.
Birkaç katra göz yaşı alır, şekerlerin, balların kıskandığı kevseri bağışlar. Sevdalarla, dertlerle dolu ah-ı alır, her ah-a karşılık yüzlerce karlı mevkii lütfeder. Gözyaşı bulutunun sürdüğü ah bulutu yüzündendir ki Halil’e fazla ah eden dedi.
Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri sat, hazır ve elde bir olan beyliği al. Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan peygamberleri kendine senet yap.
O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yaver etti, onlara öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye muktedir değildir.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
HAZRETİ BİLAL AŞKI
Efendisi, Bilal’i terbiye etmek için diken dalı ile dövmekte o da dikenlere canını feda etmekteydi. Efendisi neden Ahmed’i anmaktasın diyordu... Sen, kötü bir kulsun, benim dinimi inkar ediyorsun. Efendisi onu güneş altında dövmekte, o da “Ahad” diye övünmekteydi.
Derken Sıddıyk, o taraftan geçti, onun “Ahad” demesini duydu. Gözü doldu gönlü incindi, o “Ahad” sözünden bir aşina kokusu aldı. Sonra onu tenhaca görüp nasihat verdi, dedi ki: İnanışını kafirlerden gizli tut. Tanrı gizli şeyleri bilir, maksadını gizle. Bilal tövbe ettim dedi. Ertesi gün Sıddyk, erkenden bir iş için oradan geçiyordu. Yine “Ahad” sözüyle dayak sesini duydu. Gönlü ateşlendi.
Yine nasihat etti, o da tövbe etti ama aşk gelince tövbesini bozuverdi. Böyle bir hayli tövbe etti, nihayet tövbeden bezdi. İnanışını açığa vurdu, bedenini belaya attı, ey Muhammed dedi, ey tövbelere düşman. Bedenim de seninle dolu, damarım da. Artık bu bedene nasıl olur da tövbe sığar? Bundan böyle tövbeyi gönülden çıkaracağım. Ebedi hayata nasıl olur da tövbe edebilirim?
Aşk, kahredicidir, ben de onun eline düşmüş, kahrolmuş birisiyim. Aşkın coşup köpürmesiyle, aşkın acılığı ile şeker gibi tatlılaştım. Ey kasırga, senin önünde bir yaprağım ben, nereye düşeceğimi ne bilirim?
Hilal’sem de koşuşup duruyorum Bilal’sem de. Senin güneşine uymuşum bir kere. Ayın Bedir oluş yahut zayıflayıp eriyerek hilal haline gelişle ne işi var? O güneşin ardına düşmüş gölge gibi koşar durur. kaza ve kadere karşı bir kararda durmaya kalkışan kendi sakalına güler.
Hem bir saman çöpü rüzgarın önüne düşmek, hem de bir yerde durmaya kalkışmak. Hem kıyamet, hem de sonra işe güce kalkmak! Ben aşkın elinde dağarcıktaki kedi gibiyim. Bir an yukarı çıkmadayım, bir an aşağı düşmede. O, beni başının üstünde döndürüp durmada. Ne aşağıda kararım var, ne yukarıda. Aşılar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır.
Değirmen taşı gibi durup dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak döner dururlar. Değirmen taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye ırmak arayanlara bir şahit olmuştur. Arktaki suyu görmüyorsan gel de değirmen taşının dönüşünü gör. Feleğin o dönüp durmadan usandığı, bir karara bağlandığı yok. Sen de ey gönül, yıldız gibi ol, durup dinlenmeyi dileme.
Hangi dala el atsan, nereye ulaşıp yapışsan aşk, o dalı kırar, o şeyi koparır. Kaderin dönüp duruşunu görmüyorsan unsurların coşuşunu, dönüşünü seyret.
Denizin üstündeki çöplerle köpüklerin dönüp akışı, şerefli denizin köpürüp coşmasındandır. Başı dönmüş rüzgarın dönüşünü seyret de onun emrine uymuş olan deniz dalgalarının coşup köpürüşünü gör. Güneşle ay, iki değirmen öküzüdür. Dönüp dururlar ve etrafı korurlar. Yıldızlar da konak konak koşarlar. Her kutlu ve kutsuz şeyin bineği olurlar.
Felekteki yıldızlar, uzak olduklarından, duyguların da tembel ve gevşek olup iz izleyemediklerinden onların hakikatini bilmezsin. Bizim göz, kulak ve akıl yıldızlarımız, gece nerededir, uyanıkken nerede?
Gah kutlulukla, vuslatta, gönülleri hoş. Gah kutsuzlukla, ayrılıkta kendilerinden geçmişlerdir. Felekteki ay, böyle dönüp durdukça bazen kapkaranlıktır bir zamanda apaydınlık. Gah balla süt gibi bahar ve yaz olur, gah, bir ölüm yerine benzeyen kış, zemheri gelir çatar, karlar yağar.
Külli olan şeyler bile onun önünde top gibi yuvarlanıp durur, çevganına tabi olur, secde eder. Sen ey gönül, bu yüz binlerce varlık içinden bir cüzüsün, nasıl olur da onun hükmüne karşı kararsız bir hale gelmezsin?
Beyin emrindeki ata dön, at gah ahırda mahpustur, gah gezer dolaşır. Seni de bir mıha bağladı mı sabret, çözdü mü yürü sıçra. Güneş gökyüzünde eğri büğrü gitti mi yüzü kararır, Tanrı onu bir tutulmaya uğratır.
Sen de aklını başına devşir de tutulma yerine düşmemeye savaş, bu suretle de tencere gibi yüzü kara bir hale gelme. Buluta da öyle yürüme, böyle yürü diye ateşten kırbaç vururlar. Filan ovaya yağmur yağdır, buraya değil, kulağını aç diye kulağını bururlar.
Senin aklın, güneşten artık değildir ya. Nehyedilen fikirde kakılıp kalma. Ey akıl, sen de dizginini eğriltme de tutulup nursuz bir hale gelmeyesin. Güneşin suçu az oldu mu az tutulur, yarısını tutulmuş görürsün, yarısını nurlu.
Tanrı, bu suretle seni suçun ne kadarsa o kadar tutarım. Suça verilen ceza suç miktarıncadır. İster iyi olsun ister kötü... İster aşikar olsun, ister gizli... Biz her şeyi duyarız, her şeyi görürüz der.
Babacığım, bundan geç, nevruz oldu, halk, Tanrı lütfuna ulaştı, herkesin ağzına tat geldi. Yine ırmağımıza can suyu geldi. Yine padişahımız köyümüze kondu.
Baht salınıp gezmede, eteğini sürmede, tövbeyi bozma zamanı geldi diye naralar atmadadır. Yine sel geldi, tövbeyi silip süpürdü. Bekçi uykuya daldı, fırsat vakti gelip çattı. Her mahmur, şarap içti, sarhoş oldu. Bu gece varımızı, yoğumuzu rehine koyacağız.
O canlara canlar katan lal şarapla lal içinde lal olduk, lal içinde lal kesildik. Yine meclis şenlendi, gönülleri parlattı. Kalk, kem göz değmesin diye mangala çöre otu at. Güzel sarhoşların naralarını duyuyorum. Camın, ta sonuna kadar böyle olmayalım işte.
İşte bir Hilal bir Bilal’e dost oldu. Diken yarası, ona gül ve gülnar kesildi. Beden diken yarası ile kalbura döndü ama canım, bedenim, devlet gülistanı oldu. Beden, o kafirin dikeninin zahmı önünde ama canım, Tanrının sarhoşu.
Canıma bir can kokusudur gelmede, merhametli sevgilimin kokusu erişmede. Mustafa, Miraçtan geldi, Bilal’ine nu mutlu ne mutlu. Sıddıyk, doğru özlü, doğru sözlü Bilal’den bu sözleri duyunca tövbesinden el yudu.
Sıddıyk bunun üzerine Mustafa’nın yanına gelip vefalı Bilal’in halini anlattı. Dedi ki: O felekleri ölçen çevik ve kutlu kanatlı Bilal, şimdi senin aşkına düşmüş, senin tuzağına tutulmuştur.
Padişahın doğanı iken o kuzgunlardan zahmetlere uğramada. O ağır define, pislik içine gömülmüş. Baykuşlar, doğana sitem etmedeler. Suçsuz olduğu halde kanatlarını yolmadalar.
Suçu ancak doğan oluşu. Yusuf’un güzellikten başka ne suçu var ki? Baykuşun yeri yurdu yıkık yerlerdir. Onun için doğana kafirce kızmadalar. Neden o diyarı hatırlıyorsun? Neden padişahın köşkünü bileğini anıyorsun? Baykuşların köyünde gevezelik ediyor, buraya bir kargaşalıktır salıyorsun. Feleğin üstündeki esir bile, yuvamıza haset ederken sen oraya yıkık yer diyor, orayı hor görüyorsun.
Deli oldun galiba ki baykuşların seni padişah ve başbuğ yapmaları hevesine kapıldın. Vehme, sevdaya kapılıp dönmede, dolaşmada, bu cennete virane adını takmadasın.
Kötü huylu herif, bu delilik, bu saçma fikirler, kafadan çıkıncaya kadar kafana vuracağız senin. Bu sözlerle onu doğruya karşı çarmıha geriyorlar, elbiselerini soyup çıplak vücudunu diken dallarıyla dövüyorlar. Bedenden yüzlerce kan ırmağı fışkırmada. Öyle olduğu halde “Ahad” diyerek baş koymada.
Dinini gizle melun kafirlerden sırrını sakla diye öğütler verdim. Fakat o aşık, kıyamete ulaşmış... Ona tövbe kapısı kapanmış. Hem aşıklık, hem tövbe, hem de sabretme imkanı. Bu, pek imkansız bir şeydir canım efendim. Tövbe bir kurtçağızdır, aşksa bir ejderhaya benzer. Tövbe, halkın sıfatıdır, aşksa Tanrı sıfatı.
Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Tanrının vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olma geçici bir hevestir. Çünkü mecazi aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır. Nur gitti de duman meydana çıktı mı mecazi aşk, derhal soğur donar. O güzellik aslına gider, beden kokmuş rüsvay, kötü bir halde kalır.
Ayın nuru da aya döndü mü duvardaki aksi gider, o duvar simsiyah kesilir. O nakış, o boya gitti mi su ve toprak kalır. Ay olmayınca o duvar şeytan gibi bir hale düşer. Kalp altının yüzünden altını gidince, o altın, kendi madenine dönünce, kepaze bakır, duman gibi kala kalır. Bu yüzden de ona aşık olanın yüzü kararır.
Gözlülerse altın madenine aşık olurlar. Aşkları her gün biraz daha artar. Çünkü altın madenine altınlıkta ortak yoktur. Merhaba ey şüphesiz hilesiz altın madeni. Kim kalp bir akçayı altın madenine ortak ederse asıl altın, mekansızlık madenine gitti mi, aşık da ıstırabından ölür, maşuk da. İkisi de adeta suyu çekilmiş girdaptaki balığa döner.
Tanrıya ait olan aşk, yücelik güneşidir. Halk da gölge gibi onun nurunun emrindedir. Mustafa, bu vakayı duyunca hoş bir surette ferahladı, neşelendi Ebubekir’de bu hali görünce söz söylemeye iştahlandı. Mustafa gibi bir dinleyici duyunca her kılı, ayrı bir dil oldu.
Mustafa dedi ki: Peki, ne çaresi var şimdi? Ebubekir ben ona müşteriyim dedi. Efendisi ne isterse zarara ziyana bakmadan alacağım. Çünkü o yeryüzünde Tanrı esiri olmuş, Tanrı düşmanlarının hışmına uğramış.
Mustafa dedi ki: Ey devlet arayan, bu hususta ben de sana ortağım. Vekilim ol, müşteri olup onu al, yarı parasını ben de sana ortağım. Ebubekir baş üstüne deyip derhal amansız kafirin evine gitti. Kendi kendine çocukların elindeki inciyi almak kolaydır diyordu. Yol yanıltan Şeytan, dünya malına karşılık bu ahmak çocukların aklını, imanını satın alır ya.
Leşe o kadar ziynet verir ki karşılık olarak onlardan iki yüz tane gül bahçesi satın alır. Büyü yapar da o kadar ay ışığı gösterir ki aşağılık adamlardan yüzlerce keseyi kapar.
Peygamberler onlara alışveriş etmeyi öğrettiler, onların önünde din mumunu yaktılar. Fakat şeytan ve yol yanıltan büyücü, hileyle, büyüye peygamberleri onlara çirkin gösterdi. Düşman büyü yaparak karı ile kocayı birbirine çirkin gösterir, nihayet aralarına ayrılık düşer. Onların gözlerini büyüyle kapattılar da böyle değerli bir inciyi aşağılık kişiye sattılar.
Bu inci, iki alemde de üstündür. Gel de hemen şu eşek gibi bir şeyden anlamayan çocuktan satın al. Eşeğe göre katır bocuğu ile inci birdir. O eşek zaten inciyle denizin vücudunda şüphe eder. O denizi de inkar eder, incilerini de. Hiç hayvan, inciyi süsü püsü arar mı? Tanrı, lal ve inci aramaz. Tanrı onun kafasına böyle bir şey koymamıştır.
Hiç eşeklerde küpe gördün mü? Eşeğin kulağı da yeşilliktedir aklı da. Vettini suresindeki “İnsanı en güzel şekilde yarattık” ayetini oku. Ey dost en değerli inci candır. En güzel şekli olan insan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz. Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem ben de yanarım, duyan da yanar.
Burada artık sus dudağını yum, eşeğini bu tarafa sürme. Sıddıyk da eşeklerin yanına gitti. Kapının halkasını dövdü. Kapı açılınca o kafirin evine adeta kendinden geçmiş bir halde girdi. Kendinden geçmiş sarhoş ve ateşli bir halde oturdu. Ağzından bir hayli acı sözler çıktı.
Dedi ki: Bu Tanrı dostunu nasıl dövüyorsun? Ey apaçık düşman bu ne haset? Kendi dininde doğru isen doğru sözlü bir adama zulmetmeye gönlün nasıl razı oluyor? Ey kafirlik dininde karı olan, nasıl oluyor da bir şehzadeye karşı böyle bir zanda bulunuyorsun? Ey ebedi lanete uğramış, ey merdut adam, daima adamı eğri büğrü gösteren aynaya bakma. O anda Sıddıyk’ın ağzından çıkan sözleri söylesem elini ayağını kaybedersin. O hikmet kaynakları cihetsizlik makamından coşmada, dudağından Fırat gibi kaynayıp akmada idi.
Herhangi bir taştan su kaynar, akar. Bu su, taşın ne yanından gelir, ne ortasından. Tanrı o taşı kendisine bir siper yapmıştır. O gök renkli suyu, o taştan akıtıp durmadadır. Nitekim senin göz kaynağından da nur, hiç eksilmeden akıp durmadadır. O nur, ne yağdan meydana gelir, ne deriden. Dost, yaratılışta o gözü, nura bir vesile yapmıştır. Kulak boşluğunda da çekici bir yel vardır. Söyleyenin yalan olsun doğru olsun sözlerini duyar anlar.
O küçücük kemikteki yel nasıl bir yeldir ki söz söyleyenin harfini, sesini alıyor? Kemikle yel ancak bir vesileden ibarettir. İki alemde de tanrıdan başka kimse yoktur. Perdesiz olarak duyan da odur söyleyen de. Çünkü “Kulaklar baştan sayılır.”
Kafir dedi ki: Ey ikramcı adam, eğer acıyorsan para ver, al onu. Gönlün yanoyorsa onu benden satın al. Müşkülün parasız hallolmaz. Ebubekir, yüzlerce hizmette bulunur, Tanrıya karşı da beş yüz kere şükür secdesine kapanırım. Güzel bir kulum var fakat kafir. Vücudu beyaz ama gönlü kara, gönlü nurlu kulu ver bana. Birisini gönderip kölesini getirtti, hakikatten o köle pek güzeldi. Bir derece ki o kafir, hayran oldu, taşa benzeyen yüreği adeta yerinden oynadı.
Surete tapanların hali budur. Taş gibi yürekleri, bir suret gördüler mi mum gibi erir. Fakat yine dayandı, inat etti, bu hiçbir şey değil, bundan başka daha para vermelisin dedi.
Ebubekir, o kafirin, hırsı yatışıncaya, gönlü razı oluncaya kadar da para verip Bilal’i satın aldı. O taş yürekli kafir acıklanarak, eğlenerek, alay ederek bir kahkaha attı.
Sıddıyk dedi ki: Bu kahkaha neden? Herif cevap vereceği yerde büsbütün gülmeye kahkahasını arttırmaya başladı.
Dedi ki: Bu kara köleyi almaya bu kadar düşmesen, bu kadar sevdalanmasan, ben de ısrar etmezdim , bu verdiğin paranın onda biriyle almış olurdun. Bence o yarım akça bile etmez. Fakat pahasını bağıra çağıra sen arttırdın.
Sıddıyk a ahmak diye cevap verdi, çocuk gibi bir cevize karşılık bir inci verdin. Bence o iki cihana değer. Ben cana bakıyorum sen renge bakıyorsun. O kızıl altın fakat şu ahmaklar yurdunda oturanların hasedi yüzünden kara görünmede. Cisimlerin şu yedi rengini gören baş gözü, bu perde ardından o ruhu göremez. Eğer satışta biraz daha nekeslik etseydin bütün malımı mülkümü verirdim. Daha ziyade üstüne düşseydin başkalarından bir etek dolusu altın borç alır, onu da verirdim. Fakat bedava buldun da ucuz verdin. Hokkayı açıp da içindeki inciyi görmedin.
Cahilliğinden üstü kapalın okkayı verdin, yakında görürsün sen ne zarara girdin! Lal dolu hokkayı yele verdin. Zenci gibi kara yüzlü oluşuna da seviniyorsun. Sonunda çok eyvah dersin. Hiçbir kimse bahtı, devleti satar mı? Baht sana köle elbiselerini bürünmüş de gelmişti. Fakat talihsiz gözün, zahirden başka bir şey görmedi ki. O sana kulluğunu gösterdi, fakat çirkin huyun onunla hileye düzene girişti.
A herzevekil bu bedeni ak, gönlü kara köleyi puta taparcasına al bakalım. Bu senin, o da benim. İkimiz karlıyız a kafir. Senin dinin senin, benimki benim. Puta tapanların layığı budur zaten. Çulu atlas olur atı sopa. Kafirlerin mezarı gibi dumanla ateşle doludur içi, fakat dışarısı yüzlerce nakışla, ziynetle bezenmiştir.
Zalimlerim malları gibi hani. Dışarıdan güzel görünür ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir. Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz, çimensiz kapkara topraktır.
Gar gur edip duran boş buluta benzer. Ondan ne yeryüzünde bir fayda vardır, ne buğdaya bir kuvvet. Hileli ve yalan vade gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak görünür.
Ondan sonra Bilal’in elini tuttu, o mihmetin dişlerinde bir hilale dönmüş olan dostun eline yapıştı, yola düştüler. O bir hilale dönmüş de ağza yol bulmuştu, tatlı dilli birine gitmekteydi. Zayıf, hasta bir haldeydi. Mustafa’nın yüzünü görünce sırt üstü düşüp bayıldı.
Uzun müddet kendisinden geçmiş olarak öyle baygın kaldı. Kendine gelince sevincinden gözyaşları dökmeye başladı. Mustafa onu kuçakladı. Ona ne bağışladı, ne ihsanlarda bulundu kim bilir? Sanki bir bakırdı, iksire kavuşmuş. Sanki bir müflisti, bol bir define elde etmiş.
Perişan balık denize düşmüştü, yolunu kaybetmiş kervan yol bulmuştu. Peygamberin o anda söylediği sözler, geceye söylenseydi gecelikten çıkar, sabah gibi apaydın olurdu. Ben, o sözleri anlatamam ki!
Hamel burcundaki güneş, otlara ve henüz olmamış hurmalara ne yapar? Bilirsin ya. Arı duru su, çiçeklerle fidanlara neler söyler? Onu da bilirsin. Tanrının sanatı, cihanın bütün cüzilerine karşı adeta afsuncuların ağzından çıkan soluğun, harfin tesirini yapar. Tanrı çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Tanrı. Tesir ediş de kaderden değil midir? Fakat tesiri, akılla anlaşılmaz.
Akıl, asıllarda mukallit olduğu için bil ki ferilerinde de mukallittir. Akıl peki, ben aslı bilmede de mukallidim, fer-i bilmede de fakat asıl maksat nedir, diye sorarsa de ki: Asıl maksat öyle bir şeydir ki sen onu bilemezsin vesselam.
Peygamber dedi ki: Ey Sıddıyk, sana demedim mi ki bu ihsanda beni de ortak et. Ebubekir biz dedi ikimiz de senin kullarınız. Ben, onu senin rızan için azat ettim. Sen beni kul et,bana dostum de, de senden hiç azatlık istemem. Benim azatlığım sana kul olmamdır. Sensiz olursam mihnetlere azaplara uğrarım.
Ey Tanrı seçilmişi, bu seçilişinle dünyayı dirilttin. Halkın geri kalanlarını ileri götürdün, hele beni yok mu? Gençliğimde rüya görmüştüm, değirmi güneş, bana selam vermişti. Beni yerden almış, gökyüzüne çıkarmıştı. Bu yücelişte ona yoldaş olmuştum. Bu rüya, olmayacak bir şey, malihulyadan ibaret. Hiç olmayacak şey, benim halime uyar mı?, benim vasfım olur mu? Demiştim.
Fakat seni görünce kendimi gördüm. Aferin o güzel aynaya! Seni görünce olmayacak şey, bana hal oldu. Canım ululuklara daldı. Ey şehirlerin ruhu, seni görünce bu güneşin sevgisi, harareti, gözümden düştü. Gözüm senin yüzünden yüce bir himmet sahibi oldu, artık çayırlığa, çimenliğe hor bakıyor, onları hoş görmüyor.
Nur aradım, kendimi nurun nuru olarak gördüm. Huri aradım, kendimi hurilerin bile kıskandıkları derecede güzel buldum. Latif ve gümüş bedenli bir Yusuf aradım, sen de bir Yusuf’lar yurdu gördüm ben. Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum. Her cüzün, bana bir cennet göründü. Bu övüşte bana nispetledir, yoksa bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir. Hani, Tanrı Kelim’i Musa’ya karşı, o saf çoban, Tanrıyı övüyor. Gel de bitlerini kırayım sana süt içireyim,çarığını dikeyim, önüne çevireyim diyordu ya. Fakat Tanrı onun bu sözlerini medih, saydı; sen de merhamet eder, benim sözlerimi medih sayarsan şaşılmaz. Anlayışlara acı, kusurludur onlar ey akılların, vehimlerin ötesinde olan Tanrı. Ey aşıklar, eskileri yenileyen alemden yepyeni bir ikbal, bir devlet erişti.
O alem, öyle bir alemdir ki biçarelere çareler, arar. Dünyanın yüz binlerce bulunmaz matahı o alemdedir. Ey kavim, müjdeler olsun, ferahlık vakti geldi, zahmet devri geçti, ferahlanın ey kavim.
Ey Bilal, bizi ferahlandır demek için bir güneş, hilalin evine gitti. Ey Bilal, düşman kokusu ile dudak altından söylediğin sözü minarelere çık da kafirlerin körlüğüne rağmen bağır.
Müjdeci, her dertlinin kulağına, kalk ey talihsiz, devlet yolunu tut diye bağırmada. Ey bu hapiste, şu kokmuş yerde, bitler içinde kalan, kendine gel... kimse duymasın kurtuldun sus!
Dostum, her kılın dibinden bir davul sesi gelmede... Neden şimdi susuyorsun? Hasetçi düşman öyle bir sağır oldu ki bu kadar davul sesine karşı hani, ses nerede ki diyor. Bak, ne taze diye yüzüne reyhan vuruyorlar da körlüğünden bu eziyet de nedir ki demekte. Huri, elini sıkar; kör neden beni incitiyor diye hayretlere düşer, elini çeker. Bedenimi, elimi ne diye çekiştirip duruyorlar... Ben uyuyorum, bırakın da güzelce dalayım, bir rüya göreyim der. Rüyada arayıp durduğun burada... gözünü aç, o izi kutlu ay, önünde! Onun için yücelere daha fazla bela geldi. Çünkü sevgili, güzellere daha fazla cilvelenir.
Her yolda güzellerle latife eder, kendisini onlara gösterir, onlarla cilvelenir. Fakat bazen körleri de bir coşturur. Bir an için kendisini körlere de verir. Bu yüzden de körlerin mahallesinden bir feryattır kopar.
Bilal’in bazı vasıflarını duydum. Şimdi de Hial’in zayıflığını dinle. O, yürüyüşte, gidişte Bilal’den ileriydi; kötü huylarını daha fazla tepelemişti. Senin gibi ardına ardına gitmez, her an daha ziyade gerilemezdi; senin gibi mücevheri bırakıp taşa koşmazdı. Hani şunu gibi: Bir adama konuk geldi. Adam, konuğun yaşını sormaya, ne vakit doğduğunu araştırmaya koyuldu. Oğul dedi, kaç yaşındasın? Söyle, saklama anlat bakalım. Konuk on sekiz dedi yahut on yedi, on altı. Yahut da kardeşlik, on beş!
Ev sahibi hadi bakalım şaşkın hadi, biraz daha geri geri git de ananın rahmine gir!
Birisi bir beyden at istedi. Bey, yürü dedi, o güzel atı al. Adam, ben onu istemem deyince neden dedi. Adam dedi ki: Pek huylu geri geri gidiyor. Boyuna gerisin geri gitmede. Bey dedi ki: Sen de kuyruğunu eve çevir.
Senin nefis atının kuyruğu da şehvettir. Bu sebepten o kendisine tapan geri geri gider. Şehvet, sana aslından kuyruk olduysa o şehveti çek çevir, ahirete şehvetlen. Şehvetini yemeden içmeden kestin mi şehvet yüce akıl cihetine düşer, oradan baş gösterir. Hani bir ağacın kötü dallarını budarsın da iyi dallarından dal budak verir, o dallar kuvvetlenir ya.
Kuyruğunu o tarafa çevirdin mi geri geri gitse bile sığınılacak yere kadar varır, dayanır. Ne mutludur binicisine râm olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri giderler, ne huysuzluk ederler. Tanrı Kelim’i Musa gibi hızlı hızlı gider, bir kilim gibi Bahreyn’e kadar varır, yayılır.
Musa’nın gittiği yol, tam yedi yüz yıllık yoldu, o sevda ile bu kadar uzun yolu aştı. Bedenindeki gidiş gayreti bu kadardı. Canındaki gayretse ta İlliyn’e değdi. İyi biniciler, birbirlerini geçmek için atlarını sürdüler. Karınları şiş battallarsa ahırda kala kaldılar.
Hani bir kervan bir köye gelip çatmış, orada açık bir kapı görmüştü. Kervan halkından biri bu kocakarı soğuğunda eşyamızı buraya atalım, birkaç gün burada kalalım dedi.
İçeriden bir ses geldi: Hayır neyiniz varsa önce dışarıya bırakın da ondan sonra içeri girin. Atılması gereken ne varsa dışarıya at da öyle gel. Onlarla içeriye girmeye kalkışma ki bu meclis pek yüce bir meclistir.
Hilal, gönlü üstat, ruhu aydın bir zattı. İnanmış bir adamın kuluydu, ona seyislik etmekteydi. Ahırda seyislik ediyordu, ay, kuldu, köleydi ama hakikatte padişahlar padişahıydı. Beyin, kölesinden haberi bile yoktur. Çünkü ona ancak şeytanın Adem’e baktığı gibi bakıyordu.
Ancak su ve toprak görüyordu, ondaki defineden haberi yoktu. Beş duyguyla altı ciheti görüyordu, beş duygunun aslını değil. Toprağın rengi meydandaydı, din nuru görünmüyordu. Her peygamber alemde böyleydi.
Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz. İkincisi kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez. Tanrı nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü.
Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz. Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık.
Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane. Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez. Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir. Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz. Onun bilgisi daima canından coşar.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
HİLAL'İN HASTALIĞI
Hilal kazara hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa, vahiyle onun halini anladı. Efendisi, onu, pek hor gördüğünden hastalığından da haberdar olmadı.
O ihsan sahibi ahırda tam dokuz gün yattı. Hiç kimse halini bilmiyordu. Er olan, erlere padişahlar padişahı kesilen, kendisini yüzlerce akıl, bir deniz gibi kaplayan, peygambere vahiy geldi. Tanrı merhameti dertlilere derman oldu, iştiyakını çeken Hilal hastadır.
Mustafa kadri yüce Hilal’i görmek, ona geçmiş olsun deyip hatırını sormak için o tarafa doğru yola çıktı.
O ay, vahiy güneşinin ardına düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun ardınca gitmedeydi. Ay “Sahabem yıldızlara benzer. İyilere doğru yolu gösterirler, azgınları taşlarlar” diyordu.
Beye o padişah geldi dediler neşesinden çılgın bir halde yerinden sıçradı. O padişahlar padişahını kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini çırptı. Aşağıya inip muştucuya canlar saçıyordu adeta. Yeri öptü, selam verdi. Yüzü, sevincinden gül gibi kızarmıştı.
Buyurun dedi yurdumuzu şereflendirin de burası cennete dönsün. Evim, gökyüzünden üstün olsun, çünkü zamanın kutbunu gördüm. O hürmete değer sultan, onu azarlar gibi dedi ki: Ben seni görmeye gelmedim. bey, ruhum sana feda olsun dedi, hatta ruh da nedir ki? Lütuf et, bu geliş kimin için? Söyle. Söyle de senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına toprak olayım.
Mustafa, arşın Hilal’i nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen. Kullukta, gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede? O bizim kulumuz seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.
Binlerce dolunay ayaklarının altına döşenmiş olan Hilal, hastalıkla ne alemde acaba? Dedi. Bey, hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi. O, atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.
Peygamber Hilal’i görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı. Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.
O erkek aslan, Yusuf’un kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı. Mucizeler, imana sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur. Mucizeler düşmanı kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül almaya insanı aşık etmeye sebep olur. Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç dostun boynu ağlar mı?
Hilal uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu güzel koku nedir ki? Dedi. Derken atların katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin tertemiz eteğini gördü. Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin ayağına yüzünü gözünü sürdü. Peygamber yüzünü yüzüne sürdü. Başını yüzünü gözünü öptü.
Rabbim dedi, sen ne gizli mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın iyi misin?
Hilal dedi ki: Uykusu dağılmış bir aşığın ağzına gün doğarsa ne hale gelir? Toprak çiğneyen bir susuzu su, güzel bir halde başı üstünde taşırsa nasıl olur?
İsa gibi hani. Irmak onu baş üstünde tutardı; abıhayat içinde gark olmadan emindi.
Ahmed dedi ki: Eğer yakıyni fazla olsaydı hava ona binek olurdu. Benim gibi... Ben de havaya bindim, miraç gecesi hava üstünde yürüdüm.
Hilal dedi ki: Kör ve pis bir köpek, uykudan sıçrayıp kalkar da kendisini aslan olmuş görünce ne hale gelir? Fakat okla vurulan aslan gibi bir aslan değil, korkusundan kılıçların temrenlerin kırıldığı bir aslan. Yılan gibi karnı üstünde sürünüp giden bir körün gözü açılır, bağı baharı görürse ne olur? Mahiyet ve keyfiyetten kurtulan, keyfiyetsizliğin ebedi hayat yurduna ulaşan birisi nasıl olur?
Mekansızlık yurduna mahiyet ve keyfiyet bağışlayan bir hale gelir, bütün keyfiyet ve mahiyetler, köpekler gibi sofranın etrafına toplanırsa, keyfiyetsizlik aleminden onlara kemik verirse ne olur? Cenabetken sus bu sureyi okuma. Keyfiyetten gusül edip, tamamı ile yıkanıp arınmadıkça sen bu musafa dokunma oğlum.
Fakat ey padişahlar, pis olayım, temiz olayım, alemde bunu okumayayım da neyi okuyayım? Sen bana sevaba girmem için diyorsun ki yıkanıp arınmadan su havuzuna girme. Fakat havuzun dışında topraktan başka bir şey yok. Havuza girmeyen temizlenemiyor. Suyun bu lütuf ve keremi olmasa, her pislikleri kabul edip temizlemese, vay ona iştiyak çekenlere, vay ona ümit bağlayanlara, vay onların ebedi hasretine!
Suyun yüzlerce lütfu vardır, yüzlerce ihsanı vardır. Pislikleri kabul eder vesselam. Ey hak ziyası Hüsamettin, nur seni kötü kuşlardan korur, gözetip bekler. Ey yarasalardan gizli olan güneş, Tanrı nuru ve onun yücelişi, senin gözcün bekçindir. Güneşin yüzündeki perde, ancak parlaklığının fazlalığı ve ışığının keskin ve şiddetli oluşudur. Güneşin perdesi de Tanrı nurudur. Ondan nasipsiz olan yarasadır gecedir. Her ikisi de güneşten uzakta ve perde ardında kaldığından ya yüzleri kararmıştır, yahut da donup kalmışlardır.
Hilal’e ait hikayenin bir kısmını yazdım. Şimdi de dolunaya ait hikayeyi dile getir.
Hilal’le dolunay birdir. İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır onlar. Hilal hakikatte noksan kabul etmez, görünüşteki noksan, yavaş yavaş dolunay haline gelmek,kemal bulmaktır.
Geceleyin geceye yavaşlık hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş yavaş açılacağını gösterir. Yavaşlıkla ey ham aceleci der, dama dayanan merdivenden basamak basamak çıkılır. Tencereye yavaş ve ustaca kayna, delice kaynayan yemekten hayır gelmez der. Tanrı, alemi bir kere Kün demekle yaratmaya kadir mi değildi? Bunda şüphe mi var? Peki neden bu yaratış altı gün sürdü, her gün de tam bin yıl kadardı. Neden çocuk dokuz ayda yaratılmada? Çünkü padişahların adeti bir şeyi yavaşlıkla yapmaktır.
Neden Adem’in yaratılışı kırk sabah sürdü, yavaş yavaş o balçığı insan haline getirdi? Tanrı, senin gibi aceleci değildir a ham adam. Sen, şimdi sıçrayıp koştun; çocuk olduğun halde kendini şeyh göstermedesin. Kabak gibi her şeyin üstüne çıktın. Nerede sen de savaşta direnecek ayak? Ağaçlara duvarlara dayandın, kabak gibi yukarı çıktın a kelceğiz.
Önce bineğin, usul boylu selvidir ama sonunda kupkuru, içi boş bir hale gelirdin. A su kabağı, yeşil rengin tez sararır, çünkü o renk iğreti bir boyadır, aslında yok ki.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
KOCAKARI HİKAYESİ
Doksan yaşında bir kocakarı vardı. Yüzü bumburuşuktu rengi safran gibi sarıydı. Yanağı, sofra altısının baş tarafları gibi kat kattı. Fakat erkek aşkından vazgeçmemişti.
Dişleri dökülmüş saçları süt gibi ağarmıştı. Boyu yay gibi bükülmüş, her duygusu değişmişti. Böyle olduğu halde koca isteği ve şehvet hırsı hala yerindeydi. Erkek avlamaya aşkı vardı da tuzağı paramparça olmuştu. Vakitsiz öten horoza, yolsuz yolcusuz bir yola benziyordu. Kızgın ateşe konmuş bir boş tencereydi sanki.
Meydana aşıktı fakat ne atı vardı, ne ayağı. Düdük çalmaya sevdalıydı, fakat ne dudağı vardı ne zurnası. İhtiyarlıkta Tanrım, kafire bile hırs vermesin. Bu hırsı Tanrı kime verdiyse ne kötüdür o kul. Köpek kocaldı, dişleri döküldü mü damalara salamaz, ancak pisliğe gübreye salar.
Öyle olduğu halde şu altmış yaşındaki köpeklere bak ki her an köpek dişleri biraz daha keskinleşmede. İhtiyar köpeğin, derisinden tüyler dökülür; fakat şu ipekler giymiş kart köpeklere bak bir kere de!
Bu köpeklerin aşkı da alt yanlarıyla paraya, hırsları da. Kocaldıkça da bu hırsları artıyor, hele bak şu köpek soylarına! Böyle ömür cehennem sermayesi. Gazap kasaplarına salhane.
Ömrün uzun olsun dediler mi hoşlanır, güler de ağzı açık kalır. Böyle bir bedduayı dua sanır. Gözünü açmaz, kafasını bir türlü kaldırmaz. Kıl ucu kadar ahret ahvalini görseydi, böyle diyene “Senin ömrün uzun olsun” derdi.
Ekmeğe tapan, bir erkek bir yoksul, bir zembilli dilenci, bir gün Geylan’lı zengin birisinden ekmek alınca dedi ki: Yarabbi sen bu kulunu hoşlukla, selametle evine barkına kavuştur.
Geylan’lı kızıp a çirkin herif dedi, eğer ev bark, benim gördüğüm ev barksa oraya Tanrı, seni kavuştursun. Aşağılık kişiler, her söz söyleyeni hor hakir bir hale getirirler. Sözü yüceyse, değerliyse bile o sözün kaderini düşürürler. Çünkü söz, dinleyene göre söylenir; terzi kaftanını adamın boyuna göre biçer.
Mademki meclisteki dinleyenler aşağılık kişiler, aşağılık söz söylemeden başka çare yok. Bu sözü rehine koy da yine o kocakarı hikayesine başla.
Bir insan kocaldı da bu yolda er olmadı mı adını kocakarı takıver! Ne sermayesi var, ne değeri, ne de bir sermaye kabul edecek kabiliyeti. Ne hoş ve güzel bir şey verir, ne alır. Ne manası var ne anlama liyakati. Ne dili var ne kulağı, ne aklı var; ne görü. Ne kendinde, ne kendinden geçmiş, ne düşünceye sahip. Ne niyazı var, ne nazlanacak güzelliği. Soğan gibi kat kat ve her katıda kokmuş!
Ne bir yol varmış, ne yola gidecek ayağı kalmış. O kahpenin ne bir yanıklığı var, ne bir ah ve feryadı.
Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek, yahut taze nane istedi. Ev sahibi, burada ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkanı mı, aptal mısın sen dedi. Dilenci bari biraz yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkanı değil ki.
A ev sahibi, birazcık un ver bari deyince de yine ev sahibi, burasını değirmen mi sandın dedi. Dilenci her şeyden vazgeçtik, bir çanak su olsun ver dedi. Ev sahibi cevap verdi: Burası ırmak yahut çeşme değil.
Hasılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle alay etti, acıklandı, yok dedi. Yoksul eve girip eteklerini kaldırdı evin içinde aptes bozmaya niyetlendi. Ev sahibi ey çirkin herif ne yapıyorsun deyince dedi ki: Böyle yıkık yere bari aptes bozayım da ferahlayayım. Burada yaşamanın madem ki imkanı yok, böyle eve ancak aptes bozulur.
Padişah kolunda beslenmedin, avlanmayı bellemedin, zaten doğan değilsin ki av tutasın. Tavus kuşu da değilsin ki yüzlerce nakışlarla bezenesin de gözleri neşelendiresin. Dudu değilsin ki sana şeker versinler, tatlı sözlerini dinlesinler.
Bülbül değilsin, aşıkçasına ağlayıp inleyesin, çayırlıkta, çimenlikte yahut lale bahçelerinde güzel güzel çileyesin. Hüthüt değilsin ki çavuşluk edesin. Leylek değilsin ki yücelerde yurt tutasın.
Ne iştesin sen? Seni ne diye satın alsınlar? Ne kuşusun sen? Seni ne diye yesinler? Bu değer bilmezlerin dükkanından vazgeç, yücel “Tanrı satın alır” ihsanının dükkanına gel. Köhneliğinden kimsenin almadığı o kumaşı o kerem sahibi alır. Onun yanında hiçbir kalp ret edilmez; çünkü alış verişten kar beklemez ki.
O bunak sokağa bir gelin gibi çıkmak istedi; a azgın karı, kaşlarını yoldu. Yanağını, yüzünü, ağzını güzelleştirip süslenmek için aynanın önüne oturdu. Yüzüne neşeyle birkaç kere allık sürdü; fakat pörsümüş suratını bir türlü boya tutmadı.
Kuranın aşır başlarındaki tezhipleri kesti, pis mundar suratına yapıştırdı. Bu suretle yüzünün buruşuklarını örtmek, güzeller halkasına yüzük taşı olmak istiyordu. O tezhipli yerleri yapıştırdıkça yapıştırıyor, fakat çarşafını giydi mi hepsi yere düşüyordu. Yine onları alıp tükürüklüyor, yüzüne yapıştırıyor, fakat yine çarşafına büründü mü hepsi, yere dökülüyordu.
Bir hayli çalıştı, çabaladı. Nihayet şeytana yüzlerce lanet dedi. Bu sözü der demez İblis göründü de dedi ki: A kademsiz kadit olmuş, kurumuş kokmuş kahpe! Ben bütün ömrümde bunu düşünmediğim gibi senden başka da bu işi yapan kahpe görmedim. Kötülükte acayip bir tohum ektin, alemde musaf bırakmadın.
Sen şeytan ordusunda yüz tane şeytan ordususun. A pis kocakarı, bırak beni. Yüzün elma gibi kızarsın diye kitap bilgisinden nice aşirler çaldın. Satmak ve onlarla kendine şeref ve mevki satın almak için Tanrı erlerinin nice sözlerini aşırdın. Fakat eğreti renk senin yüzünü kızartmadı. Hurma ağacına bağlanan dal, hurma vazifesini görmedi.
Sonunda ölüm çarşafı gelip seni bürüdü mü bütün bu ziynetler, yanağından düştü. O göç zamanının “Hadi... kalk, kalk” sesi geldi mi bütün dedikodular yok olur gider.
Sükut alemi gelir çatar. Bari sen, o gelmeden sus. Vay o kişiye ki ölümle ünsiyeti yoktur! Gönlünü bir iki günceğiz cilala da o aynayı kendine defter edin. Sahip kıran Yusuf’un sayesinde Züleyha yeni baştan gençleşti.
Kocakarı soğuğunun o soğukluğu, temmuz güneşiyle değişiverir. Meryem’in sızıldanışıyla kurumuş hurma dalı yeşerir, hurma verir. A kocakarı, kaza ve kaderle niceye bir savaşıp duracaksın, geçmişi bırak da eldekini ara. Mademki yüzünün güzelleşmesine imkan yok; ister allık sür, ister kara mürekkep.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
AYIPLARI ÖRTEN HEKİM
Birisi hastalandı. Hekimi gidip dedi ki: Nabzımı ele al da içimdeki derdi anla. Çünkü nabızdaki damar kalbe ulaşır. Kalp görünmez kayıptır. Onun hali, nabızdan anlaşılır, çünkü nabızla ilişiği vardır.
Ey emin kişi, yel de gizlidir; kopardığı tozdan, uçurduğu yapraklardan anlaşılır.
Sağdan mı esiyor, soldan mı? Onu sana yaprakların hareketi söyler. Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu nerkise benzeyen mahmur gözlerde ara.
Tanrının zatından da uzak olduğun için onu peygamberlerle mucizelerden bile bilirsin. Gizli olan mucize ve kerametler, temiz pirlerden gönüllere akseder. Onların gönüllerinde yüzlerce hazır kıyamet vardır... En aşağısı şudur: Komşuları sarhoş olur.
Kutlu bir kişinin yanına göçen talihli, Tanrı ile düşüp kalkıyor demektir. Cansız şeylere tesir eden mucize ya sopa ( nın ejderha olması) dır, ya deniz(in bölünmesi) dir, yahut da ayın ikiye ayrılışı. Fakat vasıtasız olarak cana tesir ederse gizlice bir ilgiyle ilgilenir.
Mucize ve kerametlerin cansız şeylere tesiri daimidir, birbiri ardınca ulanır durur.
Bu suretle o cansız şeyden adamın gönlüne tesir eder. Ne hoştur hamur heyulası olmayan ekmek. Ne hoştur Mesih’in hiç eksilmeyen sofrası, ne hoştur Meryem’in bağsız, bahçesiz yetişen meyvesi.
Kamil erin canından kopup gelen mucizeler, talibin canına, gönlüne hayat gibi tesir eder.
Mucize denizdir, nakıs kişiyse karada yaşayan kuş. Suda yaşayan kuş, helak olmadan emindir. Her namahremin canını aciz eder, fakat hem dem olan kişinin canına kudret bağışlar. İçinde bu kutluluğu bulamazsan her an zahirden istidlalde bulun.
Tesirler, insanın duygularında görünür durur. Bunlar, tesir edeni haber verirler. Her ilacın manası hakikati, her hünerin sanatı, sihri gibi gizlidir. Fakat yaptığı işe ve eserlerine bakarsan hakikati gizli olmakla beraber onu meydana çıkarırsın. İçinde gizli olan kuvvet, fiile gelince açığa çıkar, görünür.
Bunların hepsi, sana eserleriyle görünür de nasıl olur. Tanrı, eserleriyle görünmez? Sebeplerle tesirler, iç ve kabuk değil mi? Araştırırsan hepsi de onun eserleri değil mi? Eserlerine bakıyor da bazı şeyleri seviyorsun, peki, neden eserleri bağışlayandan haberin yok?
Bir hayale kapılıp halkı seviyorsun da doğu ve batının padişahını nasıl sevmiyorsun? Ey ulu kişi, bu sözün sonu gelmez. Bu husustaki hırsımız da dilerim bitmesin. Dön de hasta hikayesini söyle, ayıpları örten hekimle macerasını anlat.
Hekim, hastanın nabzını tutup halini anladı. İyileşme ümidi hiç yoktu.
Dedi ki: Gönlün ne dilerse onu yap da bedenindeki bu eski dert gitsin. Hatırına ne gelirse yap, geri durma da sabır ve perhiz, sana eziyet vermesin.
Bil ki sabır ve perhiz, bu hastalığa ziyandır, gönlüne geleni yap. Hastaya, Tanrının dediği gibi adeta “Dilediğinizi yapın” dedi. Hasta ala dedi, haydi sen git, hayra karşı. Ben ırmak kıyısına seyre gidiyorum.
Kendisine sıhhatten bir kapı açılsın, iyileşsin diye gönlünün dilediğince ırmak kıyısında gezinip duruyordu. Su kenarında bir sofi oturmuş, elini yüzünü yıkıyor, temizken bir kat daha temiz oluyordu. Hasta sofinin kafasını görünce hülyaya kapıldı, içinden bir sille vurmak isteği coştu. Bulgur aşına tapan sofinin kellesine vurmak için elini kaldırdı.
Hekim, içinden geçeni yapmazsan o, sana dert olur dedi. Tanrı da “Kendinizi, elinizle, tehlikeye atmayın” buyurmuştur. Hele bir sille aşk edeyim. Bu sabır ve perhiz, bir tehlikedir. Başkaları gibi çekinme, bir iyice vur bakalım diyordu.
Silleyi aşk edince sofinin kellesinden şırrak diye bir ses çıktı. Sofi, hey asi kaltaban diye bağırdı. Ona iki üç yumruk vurmak, sakalını, bıyığını yolmak istedi ama vazgeçti.
Halk da hastadır, hummalıdır, çaresizdir. Şeytanın igvasıyla böyle sille vurur durur. Hepside suçsuzları incitmeye haristir. Birbirlerinin kafasını noksan görürler. Ey suçsuzların kafasına vuran, bunun cezasını kendi kafanda görmüyor musun?
Ey hava ve hevesini hekimlik sanıp zayıfları tokatlamaya kalkışan! Sana bu ilaçtır diyen, seninle alay etmiş, sana gülmüştür. O, Adem’e de buğdaya kılavuzluk ettiydi ya!
Ey Tanrı yardımını dileyen Adem ve Havva, ilaç için bunu yiyin, “Ebedi olarak yaşarsınız” demişti ya. Şeytan, Adem’in ayağını titretti, sürçtürdü, onun kafasına vurdu. Fakat o sille döndü, şeytanın kafasına geldi, ona ceza oldu.
Şeytan, Adem’i adam akıllı sürçtürdü ama Adem’in arkası Tanrı idi, elini tutan Haktı. Adem bir dağdı, yılanla dolsa ne çıkar? Tiryak madeniydi, ona hiçbir zarar gelmedi. Sende tiryakten bir zerre bile yok, kurtulacağını nasıl umuyor, nasıl aldanıyorsun?
Nerede sen de Halil’cesine Tanrıya dayanma, nerede sende Kelim’deki keramet? Nerede o Tanrıya dayanma ki kılıcın İsmail’i kesmesin, nerede o keramet ki Nil’in dibini ana cadde yapsın?
Kutlu bir adam, minareden düşse elbisesine rüzgar dolar, onu yere yavaş indirir, kurtulur.
Ey güzel adam, o bahta inanmıyorsan neden kendini yele veriyorsun ya? Bu minareden Ad gibi yüz binlercesi tepesi üstüne düştü, başlarını da yele verdiler, canlarını da. Bu minareden tepesi üstüne düşen milyonlarca kişiye bak. İp üstünde oynamayı bilmiyorsan ayaklarına şükret, yeryüzünde yürü.
Kendine kağıttan kanat yapıp dağdan uçmaya kalkışma. Bu sevdada niceler başından oldu. O sofi, kızgınlıktan ateşlendi, ateşe döndü ama işin sonuna göz attı. Taneyi almayan ve tuzağı gören kişi, ilk saftan adım atar atmaz durur, ileri gitmez. İşin sonunu gören gözlere ne mutlu. Onlar, bedenin bozulup çürüyüşünü görürler.
Ahmed’in gözü de onu görmüş, cehennemi buradayken kıldan kıla seyretmişti. Arşı, kürsüyü, cennetleri görmüş, gaflet perdelerini yırtmıştı. Zarardan kurtulmak istiyorsan gözünü işin önünde kapa, sonuna bak. Sona bak da yokları var gör, varları, duyguyla duyulan aşağılık bir şey bul.
Yoksulluğa düşüp de cömertliği kim aramaz, dükkanlarda bir kar elde etmeyi kim istemez? Tarlalarda kim mahsul istemez, fidanlıklardan kim bir fidan ummaz? Medreselerde bilgi elde etmeyi istemeyen, ibadet yurtlarında tanrı lütfunu dilemeyen var mı? Bütün bunlar varları, artlarına atmışlar yokları istemekte, yoklara kul olmaktadırlar. Çünkü Tanrı sanatının madeni mahzeni, yokluktan başka bir yerde tecelli etmez.
Bundan önce bir remizdir söylemiştik. Sakın bunu ve onu iki görme. Demiştik her sanat sahibi, sanatını meydana getirmek için yokluk arar. Mimar yapılmamış bir yer, yıkılmış, tavanları çökmüş bir yurt arar. Saka, içinde su olmayan kap peşindedir. Dülger, kapısı bulunmayan bir ev aramaktadır. Avlanma zamanında hepsi de yokluğa saldırırlar. Ondan sonra da hepsi yokluktan kaçarlar. Mademki ümidin yoklukta, neden çekiniyorsun ondan? Tamahının enis olduğu şeyden bu çekinme nedir?
Mademki tamahın o yokluktur, yokluktan yok oluştan bu kaçışın neden? Eğer bir yuvaya enis olmuşsan neden yokluk pususunda bekliyorsun a canım? Elinde ne var, ne yoksa hepsinden gönlünü çekmiş, gönül oltasını yokluk denizine salmışsın. Öyle olduğu halde bu murat denizinden kaçışın neden? O denizden oltana yüz binlerce av düştü. Neden kârın adını ölüm taktın? Büyüye bak ki kâr sana ölüm görünmede.
Onun büyüsündeki sanat, iki gözünü de bağladı da canlar, kuyuya rağbet ettiler. Tanrı hilesiyle hayaline kuyunun üstündeki ova tamamı ile yılan zehrinden ibaret görünür. Hasılı kuyuyu, sığınılacak yer sanır, nihayet ölüm de onu kuyuya atar. Söylediğim bu yanlışları Attar’ın sözlerinden dinle azizim.
Sofi dedi ki: Kafaya yenen bir sille yüzünden körcesine baş vermeye gelmez. Teslim hırkasını giyinmişim, bana sille yemek kolay gelir. Düşmanını pek arık gördü, ben de düşmanca bir yumruk vursam. Kalay gibi eriyip akıverecek. Derken padişah kısas emredecek. Zaten çadır harap, direk kırık, yıkılmaya bahane arıyor. Bu ölü herif için kılıç altına gitmek, kısasa razı olmak yazıktır doğrusu, yazık dedi.
Onu dövemediğinden kadıya götürmek kurdu. Çünkü kadı Tanrının terazisidir. Kilesine şeytan hilesi giremez. O, hasetlerin, çekişlerin makasıdır. İki düşmanın savaşı dedikodusunu keser. Afsunu şeytanı şişeye hapseder. Kanunu fitneleri yatıştırır. Tamahkar düşman teraziyi görünce serkeşliği bırakır, onun hükmüne uyar. Fakat terazi olmazsa çok bile versen payına razı olmaz.
Kadı rahmettir, savaşı defeder, kıyametteki adalet denizinden bir katradır o. Katra küçük ve ayağı kısa bile olsa denizin letafeti, ondan belli olur. Gözündeki tozu temizledin mi katradan Dicleyi görebilirsin. Cüzüler küllerin haline tanıktır. Gün battıktan sonra batıdan beliren kızıllık, güneşin varlığını bildirir.
Tanrı “Güneş battıktan sonra batıda beliren kızıllığa and olsun” dediği zaman Ahmed’in cismine yemin etmiştir. Karınca bir tanecik buğdayı görüp harmanı anlasaydı hiç o bir tane buğdayın üstüne titrer miydi?
Sen yine sözüne gel, sofi sabırsız. Yediği sillenin cezasını acele istemekte. Ey zulümler eden, nasıl oluyor da gönlün hoş yaptığını çekmeyeceksin mi sanıyorsun da gafil oluyorsun? Yoksa yaptıklarını unuttun mu ki gaflet, perdelerini indirdi? Ardında düşmanların olmasaydı düşmanların sana haset ederdi.
Fakat sende olan hukuk yüzünden hapistesin. Yaptığın isyanlar yüzünden azar azar özür dilemeye bak. Bak da ceza veren seni birden tutmasın. Ey dost, suyunu durult.
Sofi kendisine sille vuran adamın yanına gidip davacı gibi eteğine yapıştı. Onu çeke çeke kadının yanına götürdü. Bu ters eşeği ya eşeğe bindir, halka göstererek ceza ver. Yahut da döverek cezalandır. Artık hangisini münasip görürsen onu yap. Senin verdiğin cezadan ölse bile ölür gider, soran bile olmaz. Kadını şer-an vurduğu sopayla birisi ölürse kadı, onu ödemez. Çünkü şeriatin emri oyuncak değildir. o, Tanrı vekilidir, Tanrı adaletinin gölgesidir. Her hak sahibiyle cezaya müstahak olanın aynasıdır o.
O, mazlumun hakkını hak etmek için ceza verir, kendi ırzı için kızgınlığından yahut da bir şey kazanmak için değil. Onun cezası, Tanrı içindir, kıyamet günü içindir. Bu ceza da bir hata olsa bile ona diyet lazım gelmez. Çünkü birisini kendisi için döven borçludur. Tanrı için döven her şeyden emindir. Baba oğlunu dövse de oğlu ölse kan diyetini vermesi lazımdır. Çünkü onu kendi işi için dövmüştür. Oğulun babaya hizmeti vaciptir. Fakat çocuğun öğretmeni dövse de çocuk bu dayaktan ölse korkma, öğretmene hiçbir şey olmaz. Çünkü öğretmen Tanrı vekilidir, emindir. Her eminin hakkındaki hükümde böyledir.
Talebenin öğretmene hizmeti farz değildir. bu yüzden de üstat ona kendisi için bir ceza vermez. Baba döverse kendi hizmeti için döver, bundan dolayı,kan pahasından kurtulamaz.
Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı ne yaparsan Tanrı yapar. “Sen atmadın, Tanrı attı” hükmüne girersin, eminsin. O diyet Tanrıyadır, emin olan adama değil. Bu, “Fıkıh” ta uzun uzadiye ve etraflıca anlatılmıştır. Her dükkanın ayrı bir sanatı, ayrı bir karı vardır. Mesnevide yokluk dükkanıdır oğul.
Kunduracı dükkanında güzel deriler bulunur. Herhangi bir tahta parçası görürse bil ki kundura kalıbıdır. Kumaş satanlarda kumaşlar, ipekliler bulunur, demir olsa olsa arşın olarak vardır.
Mesnevimiz vahdet dükkanıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur. Halkı tuzağa düşürmek için putu övmeyi “Onlar ak ve yüce kuşlardır” sözü gibi say. Peygamber, onu “Vennecmi” suresinde okudu ama o söz, surede bir ayet değildi, sınama için söylenmiş bir sözdü. Sonunda bütün kafirlerde secde ettiler. Bu, bir sırdı, bu suretle onlar da yere baş koydular. Bundan sonra anlaşılması güç, karışık bir söz vardır. Sen, Süleyman’la bulun, şeytanlara karışma.
Yine sofi ile kadı hikayesine gel, o zayıf ve perişan, fakat zalim adamın hikayesini anlat.
Kadı dedi ki: Oğul, önce tavanı durdur da ondan sonra ona hayır, şer bir resim yapayım. Vuran nerede? Vurduğu yer neresi? Yahu, bu, hastalıkla bir hayal olmuş! Şeriat dirilerle zenginler içindir. Hiç mezardaki ölülere şeriat hükümleri tatbik edilebilir mi? Yoklukla kendilerinden geçmiş olanlar, o ölülerden yüz kat daha ölüdür. Ölü, bir kere ölmüş, bu alemden geçip gitmiştir. Halbuki sofiler, yüz taraftan ölmüşlerdir. Ölüm, bir kere öldürülmedir. Halbuki bu, üç yüz ölümdür, her birine de sayısız diyet vardır.
Tanrı, bunları defalarla öldürmüştür ama diyetleri için de ambarlar dökmüştür. Bunların her biri hakikat aleminde Circis’e benzerler. Altmış kere öldürülmüşler, altmış kere dirilmişlerdir.
Bu çeşir adam, ihsan sahibi kılıcın zevkiyle öldürülmüştür; fakat bir kere daha vur diye yanar, sızlanır durur. Vallahi şehit olan, o canlar bağışlayan varlığın aşkıyla ikinci defa öldürülmeye öyle bir aşıktır ki!
Kadı dedi ki: Ben dirilere hükmederim, mezarlıkta yatan ölülere değil. Bu görünüşte mezarda alçalmış, ölü değil ama mezarlar onun varlığında gizli. Mezarda ölüyü çok gördün, bir de ölüde mezarı gör ey kör adam.
Bir mezardan üstüne bir kerpiç düşse ne yaparsın, akıllılar kalkarlar, mezardan davacı olurlar mı? Ölüye kızıp da kinlenmeye öç almaya kalkışma. Hamam duvarındaki resimle kavgaya girişme. Şükret ki sana bir diri vurmadı. Çünkü dirinin ret ettiğini Tanrı da ret eder. Dirilerin kızgınlığı Tanrı kızgınlığıdır, Tanrı zahmıdır. Çünkü o dışı temiz kişi, Tanrıyla diridir. Tanrı onu öldürmüş, ayağından üflemiş, çabucak kasap gibi derisini yüzmüştür. Tanrının üfürmesi, ona ebedi olarak kalır. Tanrının üfürmesi kasabın üfürmesine benzemez.
Fakat Tanrı üfürmesiyle kasap üfürmesi arasında çok fark vardır. Bu, baştan aşağıya kadar lutuftur, kemaldir, öbürü tamamı ile ayıp ve ar. Bu dirilik üfürmeyle mahvolmuştur; o dirilik, o üfürmeyle gelmiştir, ebedidir.
Bu soluk, o soluk değildir ki söze sığsın, anlatabilsin. Kendine gel de şu kuyunun dibinden köşkün üstüne çık, yücel! Bunu eşeğe bindirmenin şeriatta yeri yok. Sopanın resmini eşeğe bindiren var mıdır hiç? Onu eşeğe değil, tabuta bindirmek daha doğru, daha yerinde.
Zulüm nedir? bir şeyi layık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona layık olan yerden başka bir yere koyup zayi etme.
Sofi dedi ki: Peki, hiçbir suçum, günahım yokken bana bir sille vurmasını reva görüyor musun? Demek ki bir değirmen eşeği, hiçbir suçu olmayan sofiye bir sille aşk edebilir ha? Kadı, zayıf adama, az çok paran var mı? Diye sordu. Adam, dünyada yalnız altı kuruşum var deyince, peki dedi, üç kuruşunu sen harcan, üç kuruşunu da hiç laf etmeden ver bu adama. o dA zayıf yok yoksul bir adam. Üç kuruşla kendine ekmek katık alır.
Hasta adamın gözü kadının ensesine ilişti. Baktı ki onun kellesi, sofininkinden daha hoş. Vurduğum sillenin cezası ucuz deyip vurmak için elini kaldırdı. Kadının yanına gidip kulağına bir şey söyleyecek gibi yaptı, ensesine bir hudayi sille aşk etti. Dedi ki: Altı kuruşu bölüşün ben de hırıltıdan gürültüden kurtulayım!
Kadı kızınca sofi, hey deli. Şüphe yok ki senin hükmün adalettir, azgınlık değil. Ey din şeyhi, ey emin adam! Kendine yapılmasını istemediğin şeyi kardeşine nasıl hükmediyorsun? Bilmiyor musun ki benim için kuyu kazarsan nihayet kendin düşersin.
“Kim kardeşine kuyu kazarsa kendi düşer” hadisini okumadın mı? Okuduysan a babasının kuzusu önce o hükme sen uy. Kafana bir sille inmesine sebep olan şu tek hükmün yok mu? Eğer öbür hükümlerin de böyleyse, vay senin hükümlerine. Kim bilir onlar da başına, ayağına ne dertler getirir? Bir zalime, sana harcamak için üç kuruş lazım diye acırsın ha. Acımanın yeri mi? Zalimin elini kes. Halbuki sen, hükmü, dizgini o zalimin eline veriyorsun. Sen ey adaleti bilinmez adam, kurt yavrusuna süt veren keçiye benziyorsun!
Kadı dedi ki: Kaza be kaderden gelen her silleye her cefaya razı olmamız gerek. Alnımızın yazısına içten razıyım, yüzüm ekşidi ama hoş gör; hak, acıdır. Gönlüm bağdır, gözüm buluta benzer. Bulut ağladı mı bağ güler, neşelenir, hoş bir hale gelir. Kıtlık yılında gülüp duran güneşin yüzünden baplar, bahçeler ölüm haline girer, can çekişirler.
Tanrının “Çok ağlayın” emrini okumuşsundur. Peki, ne diye pişmiş kelle gibi sırıtıp kaldın ya? Mum gibi daima göz yaşı dökersen mum gibi evi aydınlatmış olursun. Anasının yahut babasının ekşi suratı,çocuğu her zarardan korur. Ey sersem sersem gülüp duran, gülmenin zevkini gördün, bir de ağlamanın zevkini seyret. O, şeker madenidir. Seni cehennem ağlatırsa onu anmak, sana cennetten hoştur. gülmeler, ağlamalarda gizlidir. Ey saf ve temiz kişi, defineyi yıkık yerlerde ara.
Zevk gamlardadır. Onların izini kaybetmişler, abıhayatı karanlıklara çekip götürmüşlerdir. Yolda konak yerine kadar tersine nal izleri var. İhtiyatlı ol gözünü dört aç. İbret gözünü dört aç. Sevgilinin iki gözünü de kendi gözlerine dost et. Kuran’dan “Onlar işlerini danışarak yaparlar” ayetini oku. Sevgiliye dost ol, nazlanarak of deme. Dost yola arkadır,sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştı mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma. Aklını başına devşir de Cuma namazına bak. Herkes toplanmıştır, bir düşüncededir, susup dururlar. Varını yoğunu sükut diyarına çek. Nişan arıyorsan kendini nişane yapmaya kalkışma.
Peygamber dedi ki: Bil ki karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara. Söz, bakışı bulandırır, sus, söyleme. İki doğru söz söyledin mi, uydurma söz de ona uyar, ulanır gider. Söz, sözü açar derler; hiç duymadın mı bu lafı? Sakın doğru söze de girişeyim deme. Çünkü söz, doğrudan eğriye gidiverir.
Ağzını açtın mı artık söz, senin elinde değildir. saf sözün ardından bulanık söz de akar. Fakat Tanrı vahyinin yolunda masum olanın sözleri, tamımı ile saftır, onun için böyle dam ağzını açar, söze başlarsa caizdir. Çünkü peygamber, kendi heva ve hevesinden söz söylemez. Tanrı masumundan heva ve heves doğar mı hiç? Hal sahibi ol da söz söyle; bu suretle de benim gibi söze düşkün olma.
Sofi dedi ki: Mademki altın, bir madendendir. Neden bunda fayda var, onda zarar? Hepsi bir elden geldiği halde neden bunu aklı başında, öbürü sarhoş?
Bu ırmaklar, hep bir denizden akıyor da neden bu tatlı, öbürü ağza zehir gibi gelmede. Bütün nurlar, ebedilik güneşindedir de doğru sabahla yalancı aydınlık nasıl meydana geliyor? Bakanın gözüne çekilen sürme, aynı sürme. Doğru görüşle şaşı görüş nereden çıkıyor?
Para basılan yerin sahibi Tanrı iken nasıl oluyor da paraların bir kısmı iyi basılıyor, bir kısmı fena? Tanrı, yola “benim yolum” dedikten sonra neden bu ahde vefa etmede, öbürü yol kesmede. Mademki hür kişiyle şaşkın kişi, bir karından doğmada, “Çocuk, babanın sırrıdır” sözü nasıl doğru oluyor?
Binlerce suretle görünen birliği kim görmüştür? Daimi olarak duran bir varlıktan nasıl oluyor da yüz binlerce hareket meydana geliyor?
Kadı dedi ki: Ey sofi, şaşırma. Bunu bir örnekle anlatacağım dinle. Aşıkların kararsızlığı da sevgilinin karar ve sebatından ileri gelir. O dağ gibi nazlanıp durur, aşıklar da yapraklar gibi titrerler.
Onun gülüşü ağlamalar koparır, yüzünün suyu yüz sularının yerlere döker.
Bütün bu keyfiyetler, köpük gibi denizin üstünde oynar durur. Fakat denizin zatında da bir zıttı, bir ortağı benzeri yoktur, işinde de. Varlılar, varlık libaslarını ondan giyerler. Zıt, kendisine zıt olan şeye nasıl olur da varlık verir? Onu yaratması şöyle dursun belki ondan kaçar, uzaklaşır. Eş ne demektir? Misil demektir, iyinin kötünün misli. Misil kendisine misil yaratır mı hiç?
Ey Tanrıdan korkup çekinen, Tanrı, birbirine benzer, birbirinin misli iki varlık olsa yaratıcılıkta bu, neden öbürüne üstün olsun yani? Bir bahçedeki yapraklar kadar birbirine eş ve zıt varlık olsa onlar, yine zıttı ve eşi olmayan denizin köpüklerine benzerler. Denizin bu zıt görünüşlerini , keyfiyetsiz olarak gör. Denizin varlığına keyfiyet nasıl sığar? Onun en aşağı oyunu, canındır. Bu nelik ve nitelik cana nasıl sığar? Can nasıldır, nicedir diyebilir misin?
Peki her katradaki akıl ve can bile bedene bigane olan böyle bir deniz, nasıl olur da sayı ve keyfiyetin daracık sahasına sığar? Aklıkül bile orada bilmeyenler arasına katılmıştır. Akıl, bedene ey cansız şey der, hiç o dönüp varacağın denizden bir koku aldın, bir şey duydun mu?
Beden der ki: Ben ancak senin bir gölgenim. Gölgeden kim yardım ister ki? Akıl da burası der, anlayabilecek kişinin, anlayamayacak kişiden daha aciz olduğu bir yerdir. Öyle bir hasret makamıdır burası ki, burada parlak güneş bile bir zerreye kulluk etmede, köle gibi hizmetlerde bulunmaktadır.
Aslan burada ceylanın önüne baş kor. Doğan burada çil kuşunun yanında kanat çırpar. Buna inanmıyorsan neden Mustafa yoksullardan dua ister durur ya? Bu, belletme incindi dersen bilgisizlik, nasıl olur da anlatma vesilesi kesilir? O biliyor ki padişahlara layık defineyi, padişah, yıkık yerlere gömer. O yıkık yerin her cüzü, defineyi gösterir ama kötü zan, o defineyi kaybetmek için tersine çakılmış nal izlerine benzer.
Hatta doğrusu hakikat, hakikatte garkolmuştur da bu sebeple yetmiş fıkra, belki de yüz fıkra meydana çıkmıştır. Sofi can kulağını iyi aç, sana kendi saçma sözlerini anlatıyorum.
Takdir sana bir zahım vurdu mu bekle, ondan sonra bir ağır elbise giydirecektir. Çünkü o, silleyi vurduktan sonra taç ve taht bağışlamayacak bir padişah değildi. Bütün dünya, onca bir sinek kanadı değerindedir. Bir silleye karşı da sonsuz ihsanlarda bulunur. Boynunu, dünyanın şu altın boyunduruğundan çabuk kurtar da Tanrıdan sille satın almaya bak.
Peygamberler de dertlere musibetlere sabrettiler de o yüzden başlarını yücelttiler. Fakat yiğidim, hazırlan, bekle de gelince seni evde bulsun. Yoksa eve geldim, kimsecikler yoktu diye getirdiği elbiseyi geri götürür ha.
Sofi dedi ki: Ne olurdu yani, bu alem, ebedi olarak insana gülseydi, hiç kaşlarını çatmasaydı. Her an ortaya bir acılık katmasaydı, değişip durarak insana zahmetler vermeseydi. Gündüzün nurunu gece çalmasaydı, zevk ve sefalar sürülen bahçeyi kış talan etmeseydi. Sıhhat kadehi humma taşı ile kırılmasaydı eminliği dert ve elem korkusu bozmasaydı. Hasılı nimetinde bir hırıltı, gürültü olmasaydı cömertliğinden, ne eksilirdi ki?
Kadı, pek bomboş bir sofisin sen. Küfi yazıdaki kef gibi bomboşsun, bir parçacık bile aklın yok. Ağzından şekerler saçan hikayeci, geceleri terzilerin hainliklerini anlatır, hiç duymadın mı sen? Onların halkı nasıl soyup soğana çevirdiklerine dair geçmiş zamanlardaki hikayeleri anlatır durur.
Kumaş keserlerken kumaşın bir parçasını nasıl çaldıklarını şuna buna söyler. Hikayecinin biri de geceleyin yine terzi masalı okumaya koyulmuştu. Halk başına toplanmıştı. Dinleyici bulunduğundan bütün cüzleri hikaye olmuştu adeta.
Birisinin sözü güzelse dinleyicidendir. Öğretmenin heyecanı ve işe iyi sarılması, çocuğun tesiriyledir. Yirmi dört şubeden çalgı çalan bir çalgıcıya dinleyen olmadı mı çalgısı bir yük olur. Aklına ne bir yanık nağme gelir, ne bir güzel, ne de on parmağı, çalgının perdelerinde ve tellerde oynar.
Gayb haberlerini dinleyen bir kulak olmasaydı hiçbir muştucu gökten vahiy getirmezdi. Tanrı sanatlarını gören gözler olmasaydı ne gökyüzü dönerdi, ne yeryüzü gülerdi. “Sen olmasaydın” sözü, keskin ve görür gözler içindir. Fakat halk, kadın ve yemek aşkından nereden tanrı sanatına bakacak, nereden tanrı aşkına düşecek?
Yiyecek birkaç köpek olmadıktan sonra tutmaç suyunu köpeklerin yiyecekleri yere dökmezsin ki. Yürü, Tanrı mağarasının köpeği ol da o, seni seçsin, bu yal yerinden kurtarsın.
Hikayeci, terzilerin insafsızca hırsızlılarını anlattı, çaldıkları kumaşları nasıl sakladıklarını söyledi. Halk arasında Hıta’lı bir Türk vardı. Bu sırrın açılmasına pek kızdı öfkelendi. Gece, kıyamet günü gibi o sırları, hakikat ehline açıp durmaktaydı. Nereye gitsen de orada birbirlerinin sırlarını açan iki düşmanı savaşır görsen; o anı, anılıp söylenen mahşer bil. O sır söyleyen boğazı da sur say. Tanrı, öfke sebeplerini hazırlamış, o kötülükleri ortaya atmıştır. Hikayeci terzilerin bir çok hainliklerini sayıp döktü. Türk acıklandı, kızdı, dertlendi.
Dedi ki: Ey meddah, şehrinizde hilede, hıyanette en usta hangi terzi?
Meddah dedi ki: Ciğeroğlu derler bir terzi vardır, hırsızlıkta, çeviklikte halkı öldürür adeta. Türk, benden dedi bir iplik bile çalamaz. Sizinle bahse giriyorum.
Senden daha akıllı nice kişileri mat etti, bahse girişme, böyle kanatlanıp uçmaya kalkma. Yürü aklına böyle mağrur olma. Onun hileleriyle sen de kendini kaybedersin dediler.
Türk, büsbütün kızdı, benden ne yeni, ne eski hiçbir şey alamaz diye bahse girişti. Tamah edenler de onu büsbütün kızdırdılar. Bahse girip ağzını açarak dedi ki: Şu Arap atım rehin olsun. Benden hileyle at çalabilirse at sizin olur. Fakat hile yapamaz, çalamazsa ben sizden bir at alırım. Türk, o gece kızgınlığından uyuyamadı. Hırsızın hayali ile savaşıp durmaktaydı. Sabah çağı bir atlas kumaşı koltukladı, çarşıya o hilebazın dükkanına gitti.
Terziye selam verdi. Usta hemen yerinden kalkıp selamını aldı, merhaba hoş geldin dedi. Türk’e haddinden fazla saygı gösterdi, hal ve hatır sordu, kendisini sevdirdi. Türk, ondan bu bülbül gibi çilemeyi görünce o İstanbul atlasını terzinin önüne attı.
Bana, dedi, bundan savaş için bir kaftan biç. Belinden aşağısı bol olsun yukarısı dar. Belden yukarısı dar olsun da güzel dursun, beni bezesin. Fakat aşağı tarafı bol olmalı ki savaşta ayağıma dolaşmasın.
Terzi, sevimli müşterim, sana yüzlerce hizmette bulunayım deyip elini gözünün üstüne koydu, baş üstüne dedi. Kumaşı önce bir ölçtü, ne kadardan çıkacak onu anladı, sonra Türkü lafa tuttu. Başka beylerin hikayelerini söylemeye, onların lütuf ve ihsanları övmeye koyuldu. Nekeslerden, onların aşağılık huylarından bahsetti. Güldürmek için tuhaf tuhaf sözler söyledi. Ateş gibi makasını çıkardı, kumaşı kesmeye başladı. Ağzıysa masallarla afsunlarla doluydu.
Türk hikayelere gülmeye başladı. Daracık gözü tamamı ile örtüldü. Terzi kumaştan bir parça çalıp oyluğunun altına gizledi. Tanrıdan başka kimsecikler görmedi.
Tanrı her şeyi görür ama huyu, örtmektir. Fakat haddini aştın mı açan da odur ha. Türk, onun masallarının lezzetinden giriştiği bahsi tamamen unuttu. Atlas neymiş, bahis neymiş, rehin ne? Türk, o terzi beyinin latifesine kapıldı gitti, adeta sarhoş oldu, kendinden geçti. Tanrı için olsun, latifelerin canıma gıda oldu, gülünecek bir şey daha söyle diye yalvardı. O hain gülünecek bir şey daha söyledi. Türk kahkahasından sırt üstü yere yıkıldı. Gafil Türk, gülüp dururken terzi kumaştan bir parça daha çalıp gömleğinin yakasından koynuna soktu.
Hıta’lı Türk, üçüncü defa, Allah aşkına gülünç bir şey daha söyle dedi. Terzi, ikinci latifesinden daha gülünç bir şey söyledi, Türkü tamamı ile avladı.
Gözü kapanmış, aklı gitmiş şaşırmış kalmış bahse giriştiği halde kahkahayla sarhoş olmuştu. Bu sırada Türkün gülmesinden meydanı boş bulup kumaştan bir parça daha çaldı. Hıta’lı Türk, ustadan dördüncü defa olarak yine gülünç bir şey isteyince, herif rahme geldi, hilesini, başkalarına yapmaya niyetlenip, amma da gülünecek şeye haris ha dedi, zararından, ziyanından haberi bile yok. Türk, ustayı öperek; Allah aşkına bir hikaye daha söyle diye yalvarıyordu.
Ey masal, hikaye olmuş, varlıktan geçmiş adam, masalı ne zamana kadar deneyeceksin? Senden daha ziyade gülünecek masal yok. Yıkık kabrinin başına git de bir güzelce dur.
Ey bilgisizlik ve şüphe mezarına düşmüş kişi, feleğin latifesini, masalını ne zamana kadar arayacaksın? Ne zamana kadar şu cihanın işvesini tadacaksın? Ne aklın düzenin de kaldı, ne canın.
Hor ve zalim olan şu felek senin gibi yüz binlerce kişinin yüz suyunu döktü. Herkesin terzisi olan felek, yüz yaşındaki ham bebeklerin elbiselerini yırtar, diker. Latifesi bahçelere bir letafet verir ama kış gelince verdiğin şeylerin hepsini yele verir.
Halbuki ihtiyar oğlancıklar, ihtiyaçları yüzünden onun kutlu, kutsuz devriyle alay etmek eğlenmek için önüne oturmuşlardır.
Terzi dedi ki: A hadım ağası vazgeç. Bir latife daha söylersem vay haline. Sonra kaftanın dapdaracık olur. Hiç kimse kendi kendine böyle iş işler mi? Gülüyorsun ama gülmenin yeri mi?
Ömrünün atlasını, ay makasıyla gurur terzisi kesip parça parça ediyor. Sense yıldızım, hep beni güldürseydi, hep kutlu olsaydı der, bunu isterdin. Onun terbilerine pek kızar, cilvesinden, kininden, aletlerinden hiddetlenirsin.
Susmasından, kutsuzluğundan, tutukluluğundan, kinciliğinden incinirsin. Neden zühre çalıp çığırmıyor dersin. Fakat onun kutluluğuna, oynayışına, çağırışına pek güvenme.
Yıldız der ki: Latifeyi biraz daha fazlalaştırırsam seni tamamı ile aldatır, borçlu çıkarırım. Bu yıldızların işvesine bakma da ey hor hakir kişi, erkeklere olan aşkına bak.
Birisi yola düşmüş, dükkana gidiyordu. Gördü ki kadınlar yolu kapamış. Hızlı yürümeden ayağı yanmaktaydı. Yolsa ay gibi kadınlarla doluydu, yol açmaya adeta imkan yoktu. Bir kadına yüz çevirdi de dedi ki: A bayağı mahluklar, a kızcağızlar, ne de çoksunuz.
Kadın ona döndü ey emniyet sahibi dedi, bizim bolluğumuzu kötü görme. Bu kadar çoğuz ama öyle olduğu halde size bu çokluk bile az gelmede. Kadın kıtlığından oğlancılığa düşüyorsunuz da yapan da dünyaya rezil rüsva oluyor, yaptıran da.
Zamanın hadislerine bakma. Feleğin acılıklarını, hazm olunmaz şeylerini görme. Rızkın, geçimin darlığına, şu kıtlığına, korkuya, titreyişle bakma.
Şuna bak sen: Bu kadar acılıklarıyla beraber yine onun için ölüyor, ondan bir türlü kendinizi çekemiyorsunuz. Acı imtihanı bir rahmet bil, Belh ve Merv ülkelerine sahip olmayı bir gazap say.
O İbrahim telef olmaktan çekinmedi, ateşe atıldı, fakat yanmadı, bu İbrahim, şereften saltanattan kaçtı, kendisini ateşe attı. Şaşılacak şey ateş onu yakmadı, bunu yaktı. İstek yolunda böyle tersine nallar vardır işte.
Sofi dedi ki: Yardımı dilenen Tanrı, kârımızı ziyansız etmeye kadirdir. Ateşi gül ve ağaç haline getiren, bunu da zararsız bir hale getirebilir. Dikenden gül çıkaran şu kışı da bahar edebilir. Her selviyi hür bir halde sere serpe yücelten, derdi de neşe haline getirir. Onun lütfiyle her şey, yokluktan var oldu. Var ettiğini ebedi kılarsa nesi eksilir ki? Bedene can verip dirilten, dirilttiğini öldürmezse ziyana mı girer?
O cömert Tanrı, kulunun isteğini çalışmadan verse ne çıkar? Artık kullarından pusuda bekleyen nefis hilesiyle melun şeytanın hilesini uzat Tutsa ne olur ki?
Kadı dedi ki: Acı emir olmasaydı, dünyada çirkin, güzel taş ve inci bulunmasaydı, nefis, şeytan heva ve hevese... Zahmet, meşakkat, savaş olmasaydı, a perdesi, yırtılmış adam; padişah kullarına ne ad takardı?
Nasıl ey sabırlı, ey hilim sahibi, ey yiğitlik, ey hikmet ıssı diyebilirdi? Yol kesen ve melun şeytan olmasaydı sabırlılar, doğrular ve yoksulları doyuranlar, nasıl belli olurdu?
Rüstem ve Hamza’yla namussu, aynı ve bir olsaydı bilgi ve hikmet batıl olurdu. Bilgi ve hikmet, doğru yolla yolsuzluğu göstermek içindir. her taraf yoldan ibaret olsaydı hikmet, abes ve boş bir şey olurdu. Sense bu acı sulu tabiat dükkanı için iki aleminde yıkılmasını hoş görüyorsun.
Ben bilip duruyorum ki sen paksın, ham değilsin. Bu soruşunda aşağılık kişilerin anlaması için. Devranın cefası ile alemdeki bütün eziyetler, Tanrıdan uzak olmadan ve gafil bulunmadan daha kolaydır. Çünkü bunlar hep geçer de onlar geçmez. Devlet, ona derler ki insanın canı uyanık olsun.
Mesnevi'den Hikayeler