Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin mezi*yetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasav*vur edip, onla*rın şerefleriyle şâkirâne iftihar et*mektir... Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, bir*birinde fâni ol*maktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unu*tup, kar*deşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşa*mak*tır.» (Lem’alar sh: 162)
48- «İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedele*yen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, ri*yâdan nefret veren ve ihlâsı ka*zandıran, ra*bıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâ*haza edip, nefsin desiselerinden kurtul*mak*tır..... Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalma*dan, bu kısa ömür ağa*cının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsı*nın mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse as*rının ölümünü de görür daha bir parça öbür tarafa gitse dün*yanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.» (Lem’alar sh: 163)
49- «O kader-i İlâhî, o ehl-i marifet adamın dost*luk ümit et*tiği yerden adâvet gösterdi ki, hürmet yü*zün*den ilmi riyâya girmesin ve ihlâsı kazan*sın.» (Lem’alar sh: 174)
50- «Kardeşlerimin takvâ ve ihlâsları ve ziyaretçi*le*rin hür*met ve hüsn-ü zanları içinde, ben bilmeyerek, nef*sim müftehirâne, güya müteşekkirâne perdesi al*tında ri*yâkârâne bir enâniyet vazi*ye*tini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyâkârlı*ğın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenâb-ı Hakka şükrediyorum ki, bunla*rın zulmü bana bir vasıta-i ihlâs oldu.» (Lem’alar sh: 175)
51- «Risale-i Nur şakirdlerinde sırr-ı ihlâsın ne derece yük*sek bir terk-i enaniyet ve hazz‑ı nefsî*den teberri et*mek gibi, ihlâsın en yüksek seci*yeleri Risale-i Nur şakird*lerinde tezahür ediyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 250)
52- «Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, hizmet-i imani*yeyi herşeyin fevkinde görür kutbiyet de ve*rilse ihlâs için hiz*metkârlığı tercih eder» (Kastamonu Lâhikası sh: 251)
53- «Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şe*refe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabi*len şeylerden beni men edi*yor.... hâlis bir hâdim ola*rak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imani*yeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle bin*ler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyo*rum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)
54- «Dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uh*revî ameline bir se*bep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz ara*nılsa, sırr-ı ihlâsı bo*zar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 86)
55- «Dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u değil dünya siya*setine, belki kemâlât-ı mâneviyeye ve maka*mat-ı âliyeye âlet ede*mediğim gibi, herkesin hoş gör*düğü saadet-i uhreviye ve Cehennemden kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlâhî ve rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye âlet etmemek bu za*manda Nurun hakikî kuv*veti olan sırr-ı ihlâs-ı ha*kikîyi mu*ha*faza etmeye beni mecbur etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 152)
56- «“Benim vazifem hizmet-i imaniyedir mu*vaf*fak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesi*dir” deyip ihlâs ile hare*ket etmeyi Kur’ân’dan ders al*mışım.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 242)
57- «Bu zamanın bir hastalığı daha var o da ben*lik, enani*yet, hodfuruşluk, hayatını güzelce me*deniyet fan*taziye*siyle geçirmek iştihası, tiryaki*lik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan al*dığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruş*luğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
İhlası bozan şeyler:
58- «Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıra*cak bir şöh*ret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda boz*mak murad ise, onlara rahmet! Çünkü te*veccüh-ü âmmeye maz*har olmak ve halkla*rın nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara za*rardır zannede*rim.» (Mektubat sh: 65)
59- «Ben onlara müracaat ve dehalet ettikçe âdil olan kader-i İlâhî, beni onların zalim eliyle tâzip ede*cek*tir. Çünkü onlar diya*nete merbutiyetimden beni sı*kıyor*lar kader ise, benim diya*nette ve ihlâsta noksa*niyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya riya*kârlık*larımdan için beni sıkı*yor. Öyleyse, şimdi*lik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem, kader der: “Ey riyakâr, bu müracaatın cezasını çek.” Eğer müra*caat etmezsem, ehl-i dünya der: “Bizi ta*nımıyorsun, sıkıntıda kal.”» (Mektubat sh: 74)
60- «Keşf ü keramet, ezvak u envar veril*diği vakit, bir iltifât-ı İlâhî nev’inden kabul edip setrine çalışıyor*lar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giri*yorlar. Çokları o ahvâlin isti*tar ve inkıtâını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlâs ze*delenmesin. Evet, makbul bir insan hakkında en mü*him bir ihsan-ı İlâhî, ihsanını ona ihsas etmemektir—tâ ni*yazdan naza ve şü*kürden fahre girme*sin.
61- İşte bu hakikate binaendir ki, velâyeti ve tari*kati isteyen*ler, eğer velâyetin bazı tereşşuhâtı olan ez*vak ve kerâmâtı ister*lerse ve onlara mütevec*cih ise ve onlardan hoşlansa, bâki, uhrevî meyve*leri fâni dünyada, fâni bir su*rette yemek kabilinden ol*makla beraber, velâyetin mayası olan ihlâsı kaybedip velâye*tin kaçmasına meydan açar.» (Mektubat sh: 451)
62- «Hakaik-i Kur’âniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temellük, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için, bu nurların hakikat*lerinin meâli benden uzaklaşıyor tar*zında bulunarak bana yabanî görünüyor, yabanî kalı*yordu. Cenâb-ı Haktan niyaz ediyorum ki, bundan sonra Cenâb-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlâs ihsan et*sin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyâdan kurtarsın.» (Lem’alar sh: 44)
63- «Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı is*ter. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. » (Lem’alar sh: 146)
64- «Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki veri*lir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybe*der, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh‑ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâs*sız*lık yüzünden ge*len bir itab ve bir mücazattır. » (Lem’alar sh: 149)
65- «Hizmet-i diniyenin mukabilinde dün*yada bir*şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini te*min etsin. Hem zekâta da müstehak*tırlar. Fakat bu iste*nilmez, belki verilir. Verildiği vakit de “Hizmetimin üc*retidir” denilmez.» (Lem’alar sh: 150)
66- «“Şakirdlerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enâniyeti oradan fır*sat bulup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha temayül etti*rir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.
67- İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş ma*raz-ı ru*hanînin ilâcı şudur ki: Cenâb-ı Hakkın rı*zası ihlâs ile kaza*nılır kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.» (Lem’alar sh: 152)
68- «Enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve vazife-i uh*reviye de zede*lenir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edil*mez.» (Lem’alar sh: 153)
69- «Galebe neticesinde ehl-i hak zillete ve mah*kû*miyete ve tasannua ve riyâya düşüp ihlâsı kay*beder. O nâmert, him*metsiz, hamiyetsiz bir kısım ehl-i dünyaya dalkavukluk etmeye mecbur olur.» (Lem’alar sh: 155)
70- «Bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz*’iyenin ha*tırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hiz*metteki umum kardeşle*rimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.» (Lem’alar sh: 160)
71- «İhlâsı kıran ve riyâya sevk eden pek çok es*bab*dan iki üçünü muhtasaran beyan edeceğiz.
BİRİNCİSİ: Menfaat-i maddiye cihetinden gelen reka*bet, yavaş yavaş ihlâsı kırar..... sadaka ve he*diye gibi maddî men*fa*atlerle yardım edip hürmet et*mişler. Fakat bu muavenet ve men*faat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kal*makla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ih*lâsı zede*lenir. » (Lem’alar sh: 164)
72- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cahtan gelen şöh*retpe*restlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi al*tında te*veccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşa*mak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir ma*raz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen ri*yâkâr*lığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı ze*deler.» (Lem’alar sh: 165)
73- «Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâ*melle is*tiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybe*der, riyâyı karıştırır.» (Lem’alar sh: 275)
74- «“Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etme*din?.... Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşı*yan Risale-i Nur mey*dana gelmezdi. » (Şualar sh: 289) (*)
75- «Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli ce*reyan*lar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliye*tini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareke*tini kendi hesabına alacak, dünyevî maksa*dına âlet edecek, o hiz*metin kudsiyetini bozacak.» (Şualar sh: 362)
76- «Mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplo*mat*ları kendisine taraftar kazanmak için ze*min hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlâ*sına zarar vermemek ve hükûme*tin nazarını ken*dine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki, “Sakın cereyanlara ka*pıl*mayı*nız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız” dediği... » (Şualar sh: 374)
77- «Siyasetten ve siyasî mânâsını işmam eden maddî ve mânevî mertebelerden ihlâs sırrıyla bütün kuvvetiyle ka*çan...» (Şualar sh: 388)
78- «Ben, değil dünyevî makamatı ve şan ve şe*refi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük ma*ka*mat fa*raza bana ve*rilse de, fakat hizmetteki ih*lâsıma nefsimin hissesi ka*rışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda et*meye karar verdiğim ve fiilen de öy*lece hareket... » (Şualar sh: 395)
79- «İbadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ih*lâsı kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünceyle ame*lini adem-i ih*lâsla ibtal eder. » (Mesnevî-i Nuriye sh: 227)
80- «Çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir se*bep, benim kardeşlerim ve talebele*rimle olan münasebetin sami*miyetini ve ihlâsı zede*leme*mek*tir.» (Barla Lâhikası-l sh: 122)
81- «Hakaik-i diniyenin fevâid-i dünyeviyesi, yal*nız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derece*sine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa, o ameli ibtal eder lâ*akal ihlâsı kırılır, sevabı kaçar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 110)
82- «A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyve*leri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyve*leri bu dünyaya çek*mek ve bu dünyada onları iste*mek, âhireti dünyaya tâbi etmek demektir. O amel-i salihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 134)
83- «Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksat*lar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırı*lır.... Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar, o ibadeti kısmen iptal eder. » (Kastamonu Lâhikası sh: 262)
84- «Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot, hem yeni*den benim için bir hane—mobilyasıyla beraber ve istediğim tarzda—yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli-altmış senelik bir düstur-u hayatım bunu kabul etme*mek iktiza eder..... Eğer kabul etsem, yetmiş senelik ha*yatım gücenecek ve bu zamandan haber ve*rip tama’ ve maaş yüzünden bid’alara giren ve ih*lâsı kaybeden âlim*leri tokatlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh dahi benden küsecek ihtimali var ve Risale-i Nur’un hakiki ve sâfi olan ihlâsı beni de ihlâs*sızlıkla itham etmek ciheti var. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 24)
85- «Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cere*yan*lara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ etmiyor*sun? Ve Risale-i Nur ve şakird*lerini mümkün ol*duğu kadar o ce*reyanlara temastan men ediyorsun? Halbuki, eğer temas etsen ve alâ*kadar olsan, birden bin*ler adam Risale-i Nur da*iresine girip, parlak hakikatle*rini neşrede*ceklerdi hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olma*yacaktın.
86- Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehem*mi*yetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men edi*yor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan ta*rafgirâne mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dün*yevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)
87- «Kendimizi satmak ve beğendirmek ve temed*düh etmek, hodfuruşluk etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmi*yetli bir esası olan ih*lâs sır*rını bozmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 52)
88- «Tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi gös*termeye ve zi*yade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görün*mek için ken*dimi makam sahibi göster*mek ve sırr-ı ih*lâsa tam münâfi kendini büyük göstermek ve vakar per*desi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 201)
89- «Faraza velâyet olsa da, bilerek, isteyerek ma*kam yapmak tarzında, velâyetin mahiyetin*deki ihlâs ve mah*viyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi iz*har ve dâvâ edemezler onlara kıyas edil*mez. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 227)
90- «Sırr‑ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâ*neviyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâ*zımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozul*masın. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 244)
91- «Tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, ha*ki*kati değiş*tirir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
92- «Kendim sadaka ve yardımları kabul etmedi*ğim gibi, öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbi*semi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Tâ Risale-i Nurun ihlâsına dünya menfaat*leri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ib*ret alıp hiçbir şeye âlet edilmesin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
93- «İman dersi için gelenlere tarafgirlik naza*rıyla bakılmaz. Dost düşman, derste farketmez. Halbuki si*ya*set tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırı*lır. Onun içindir ki, Nurcular em*salsiz işkence*lere ve sıkıntılara ta*hammül edip Nuru hiçbir şeye âlet etme*diler. Siyaset to*puzuna el atmadılar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 36)
94- «Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsi*yeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yap*mamak için, o makbul âdete ve o zararsız seci*yeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti ve*rilmişti ki, Risale-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyor*dum ki, gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağ*lûbiyeti bu ihtiyaçtan ge*lecektir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 74)
95- «Mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâmda Nurların ha*kikî ihlâ*sına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuş*lar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyor*lar, zaaf gösteriyorlar diye...» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 107)
96- «O gelecek zatın ismini vermek, üç vazi*fesi bir*den hatıra geliyor yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olma*yan Nur’daki ihlâs zedelenir.» (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî sh:10)
Risale-i Nur Külliyatından nakledilen yukarıdaki sarih ifade ve beyanların kati neticesi olarak ihlâs düsturu, de*ğişmez bir esastır. Hatta yapılan hizmetin makbuliyeti ve ibadet vasfını ka*zanması için ihlâs şarttır.
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
2-SADAKAT VE FEDAKÂRLIK DÜSTUR VE ESASI
Bir ameli, Allah emrettiği için yapmak ihlas, em*re*dil*diği gibi yapmak ise sadakattır. Sadakatın biri ma*nevî, di*ğeri fiilî olarak iki ciheti vardır. Kişinin bağ*landığı davaya ciddi ve kalbî samimi*yeti, sa*dakatın manevî ci*he*tidir. Bu manevî bağlılığın fiilî te*za*hürü ise; bağlandığı şeyin icablarını harfiyyen ve ta*sarruf et*me*den yerine ge*tirmek ve fi*ilen sadakatını isbat etmeye çalışmak*tır.»
Evet bu fiilî sadakata bakan ve sadece kalb temiz*liğine gü*venenleri ikaz eden şu beyan, cidden dikkate alınmalıdır. Şöyle ki:
1- «O biçareler, “Kalbimiz Üstadla beraberdir” fik*riyle kendi*lerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i il*hâdın cere*yanına kuvvet veren ve pro*pa*gandalarına ka*pılan, belki bilmeyerek hafiye*likte istimal edilmek tehli*kesi bulunan bir adamın “Kalbim sâfidir, Üstadımın mes*leğine sâdıktır” demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu” denildiği va*kit, o diyor: “Neden na*mazım bozulsun? Kalbim sâfidir.” (Mektubat sh: 412)
Hizmet Rehberinin mukaddimesinde, Risale-i Nur’dan der*lenmiş olan muhteviyatı hakkında deniliyor ki:
2- «Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dair Kur’andan ders aldığı çok mu*azzam bazı haki*katleri, hizmet-i imani*yede bulunan Nur Şakirdleri için daima ta*ze*lenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz de*ğiş*mez düsturumuz, maddî-ma*nevî her türlü engel*ler karşısında muvaffakiyete, rıza-yı İlahîye îsal edici en ehemmiyetli rehberi*miz...» (Hizmet Rehberi sh: 5) diyerek eser*deki düsturlar nazara verili*yor. Yazının deva*mında ise:
3- «Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlas, azamî sada*kat ve azamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede buluna*cak Kur’an Şakirdleri kı*yamete kadar bu düstur*lar müvacehesinde hareket etsin*ler. Muvaffakiyetin ve rıza-yı İlahîye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getirsinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)
Şeklindeki ifade ile de sadakatın, düsturlara bağlı*lık ol*du*ğuna ve kıyamete kadar da değişmeyeceğine dikkat çe*kili*yor. Yine aynı yazıda:
4- «Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için herhalde Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın takib ettiği meslek ve meşrebi, yarım asra yak*laşan uzun bir hizmet devresinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyi*kat ve hücumlar karşı*sında maddî ve manevî engeller içe*ri*sinde takındığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gösterdiği azim ve sa*dakat gibi ahvali olan “sıddıkiyet mesleğidir” ki Nur Talebeleri için ehemmiyetle bi*linmek, anlaşılmak ve ya*şanmak îcab eder.» (Hizmet Rehberi sh: 7) diye sadakatın lüzu*mu*nun nazara veril*mesi tavsiye edilir. Aynı yazıda aynı hükmü te’yi*den şu tavsiyeler var:
5- «Dersimizi hakaik-ı Kur’aniye ve envar-ı ima*niye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, bir*birimizle manevî münase*bet, alâka, uhuvvet ve mu*habbet düstur*larımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız. Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşü*mul hâdiseler hengâ*mında Kur’an Şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edecek*lerdir.» (H. Rehberi sh: 8)
6- «Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ*ruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, za*man ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tali*minde, neşir ve ilâ*natında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi ta*zammun eden şu gelecek me*s’ele*ler de herhalde değiş*mez dersler ve esa*sat*tır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhala*rında onlardan istifade edrler, müşkilatlarını giderir*ler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)
Bazan çok zor şartlar ve tehlike karşısında kalan şâ*kirdlerin o tazyikat içinde sadakatı muhafaza ede*meme ha*linde duadan mahrum kalmamaları için duada sâdıkîn ke*limesinin kaldırı*labile*ceğine cevaz veren mektubunda Üstad Bediüzzaman diyor ki:
7- «Ben, birkaç gündür bir duamı değiştirdim. Şimdiye kadar bazen yüz defa tekrarla veya gibi dualarda cümlesinden kelimesini kaldırdım—tâ ki ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının ver*diği evham ve me’yusiyet cihetiyle zâhirî inkâr ve çe*kin*mekle azimet ve sadakate muha*lif hareket eden kar*deşleri*miz o dualardan mahrum kalmasınlar.» (Şualar sh: 328)
Demek oluyor ki, normal şartlar içinde sadakat şarttır.
8- «Kardeşlerim! Herhalde bu kadar sıkıntı ve za*rarı çeken zayıf bir kısım aile sahipleri, bir derece Risale-i Nur’dan ve bizden çekinmek, belki vazgeçmek için bir mazeret olabilir zannıyla, tahli*yeden sonra de*ğişmek ih*timaline binaen derim: Bu derece kıymet*tar bir mala bu maddî ve mânevî fiyat veren ve bu azabı çeken, o maldan vazgeçmek büyük bir hasârettir. Hem herbirisi, Risale-i Nur’un eczalarını ve alâkadarlarını ve bizi mu*hafaza ve yardım ve hizmeti birden bıraksa, hem ona, hem bizlere lüzumsuz bir zarar*dır. Onun için, ihtiyatla beraber, sada*katı ve irtibatı ve hiz*meti değiştir*memek lâzımdır.» (Şualar sh: 342)
9- «Böyle ihlâslı sadakat, liveçhillâh uhuvvet ve fi*se*bîlillâh muavenet, ancak âlî-himmet sıddîkînlerde bu*lunur. » (Kastamonu Lâhikası sh: 20)
10- «Dört senedir Üstadın çarşı işinde hizmet eden bir zat, bir*den sadakati bırakıp mesleğini de*ğiş*tirdi. Birden şefkat*siz bir tokat yedi. Bir senedir daha çekiyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 51)
11- «Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müf*ritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sa*dakat ve sebat ve müfri*tane irtibat ve ihlâs lâ*zımdır. Onda terakki etmeliyiz. » (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
12- «Yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zu*lüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, on*dan, belki de yirmiden bi*risine itimat edilmez. Bu acip hâlâta karşı çok fevkalâde sebat ve meta*net ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzım*dır, yoksa akîm kalır, zarar verir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)
Risale-i Nurun şirket-i uhreviyesinden istifade ede*bilmek için gereken şartlardan birisi de sadakattır. Şöyle ki:
13- «Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve iç*tinab-ı kebâir; derecesiyle o ulvî ve küllî ubu*di*yete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçır*mamak için, takvâda, ihlâsta, sada*katte çalışmak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 96)
Dünya hayatını ahirete tercih ettiren, bu asrın dehşetli has*talığından ikaz eden bir ayetin izahında Bediüzzaman Hazretleri, kurtuluş sebeblerinden biri olarak sadakatı şart ko*şar. Şöyle ki:
14- «Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli ma*razına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçla*rının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metîn, sarsılmaz, sebat*kâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakird*leri muka*vemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam iti*madla ona yapışmak lâ*zım ki, o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.» (K. Lâhikası sh: 105)
15- «Risale-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şakird*lerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neti*ceye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sada*kat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister.... iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şakir*dine, herbir günde binler hâlis li*sanlarla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâha*tin işledikleri a’mâl-i salihanın misil sevaplarını ka*zandırıp, herbir hakikî sâ*dık ve sebat*kâr şakir*dini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerametkârâne ve takdirkârâne İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü’nün üç ihbarı ve keramet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne be*şareti ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın kuvvetli işare*tiyle o hâlis şakirdler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet ola*cakla*rına müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir ka*zanç, öyle bir fiyat ister.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
16- «Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangı*nında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve is*tira*hat-ı ruhunu mu*hafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en zi*yade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sada*katle girenlerdir.» (K. Lâhikası sh: 123)
17- «Cesurca, fakat kalemsiz iki adam, Risale-i Nur dairesine biri bi*risini getirdi. Onlara dedim ki:“Bu dairenin verdiği büyük ne*ticelere muka*bil, sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet is*ter. Isparta kahramanlarının gösterdikleri harikalar ve cihan-pe*sendâne hidemât-ı Nuriyenin esası, harika sadakatleri ve fevka*lâde metanetleridir. Bu metane*tin birinci sebebi, kuvvet-i imaniye ve ihlâs hasletidir. İkinci sebebi, cesaret-i fıtriyedir.”
Onlara dedim: “Sizler cesaretle ve efelikle tanın*mış*sınız ve dünyaya ait ehemmiyesiz şeyler için feda*kârlık gösterirsiniz. Elbette Risale-i Nur’un kudsî hiz*me*tinde ve cihana değer uhrevî neticele*rine mukabil, mer*dâne ve fe*dakârâne cesaret ve me*tanet gös*terip sadakatinizi muha*faza edersiniz” » (Kastamonu Lâhikası sh: 144)
18- «Ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur tale*be*lerini bütün dualarıma ve manevî ka*zanç*larıma, yirmi dört sa*atte, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düs*turuyla, ba*zan yüz defadan zi*yade “Risale-i Nur tale*be*leri” ünvanıyla hissedar ediyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 149)
19- «Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur da*iresine gi*ren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)
20- «En eski şakirdlerden olan Kâtip Osman ve Halil İbrahim, hiç sarsılmadan, değişmeden, sada*katlerinde de*mir gibi de*vam edip çoklara da hüsn-ü misal oluyor*lar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 83)
21- «Hulûsi, Hakkı gibi yirmi seneye yakın bir za*mandan beri mâbeynlerinde olan samimane dostluk ve kardeşlik tam devam ve sebat ettiği gibi, onların Risale-i Nur’a karşı alâka ve irtibat ve sada*kat*leri, aynen mâ*beynlerindeki hâlisâne münasebet*leri gibi hem devam ediyor, hem metanet kesb ediyor, ârı*zalarla sarsıl*mıyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 92)
22- «Benden ziyade Risale-i Nur ve şakirdlerini hi*maye ve muhafaza etmek ve ehl-i siyasetin ve beni ze*hir*leyen düşmanları*mın desiselerinden kurtarmak için gayet derecede bir ihtiyat, tam bir sadakat ve be*nim yerimde tam bir dikkatle mükellefsiniz. Yoksa az bir hatâ, yalnız bana değil, belki binler mâsum şakirdlere ve şimdi parla*yan şerefinize dokunacak.» (E.Lâhikası-l sh: 144)
23- «Tahirî’nin, Denizli hapsinde, unutulmaz hâ*li*sane hiz*me*tiyle ve Nurlara sarsılmaz sadakatiyle ve yanılmaz zekâ*ve*tiyle ve çekilmez bahadırlığıyla da*ire-i Nurda ehemmiyetli ma*kamı için, bütün bu defaki mektubunu Lâhikaya geçirdik. » (Emirdağ Lâhikası-l sh: 161)
Sadakat sıfatlarına sahip Nur talebelerinin her devrede ol*ma*larına işaret eden bazı kısımlar:
24- «O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri ken*dine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazi*fenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yal*nız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kı*sım şakirdlerdir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)
25- «Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebe*min kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve on*lara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve se*batla çalışmala*rını tavsiye ederim.» (E. Lâhikası-ll sh: 81)
26- «O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik et*mektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuv*vetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve ha*kimiyet lâ*zım..» (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî sh: 9)
27- «İkincisi: Van’da inzivada iken garba nefyedi*lip Isparta’nın Barla nahiyesinde ikamete memur edil*diği za*mandan başlar ki, Risale-i Nur’un zuhuru ve inti*şarıdır. Âzamî ihlâs, âzamî fedakârlık, âzamî sa*da*kat, metanet ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve mânevî cihad-ı diniye*dir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)
SADAKAT’IN TAM OLABİLMESİ İÇİN ÂZAMÎ FEDAKÂRLIK GEREKİR
Din yolunda ve dine hizmet için azamî fedakârlık gös*termek sadakatin şartlarındandır. Yani lüzumunda din için mal, aile ve ha*yat gibi meşru haklardan vazgeçip feda et*mektir. Aynı za*manda dava arkadaşları arasında şahsî hu*kukta anlaş*mazlık çı*karsa, hizmetin selâmeti için kendi hakkından vazgeçmek, keza din yo*lunda mahrumiyet ve maddî im*kânsızlıklara veya din düş*manları*nın zu*lümlerine ma*ruz kalınmasına rağmen sabr u sebat etmek, büyük bir fedakârlık*tır. İşte Nurculukta bu mânâda azamî feda*kâr*lık bir esastır.
28- «Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli ce*reyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak hadiseler içinde had*siz bir metanet ve iti*dal-i dem ve nihayetsiz bir fe*dakârlık taşımak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 197)
29- «Nur şakirdlerinden çokları hem malını, hem isti*ra*ha*tini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde feda ediyorlar. Sen, ey nefsim neden feda*kârlıkta en geri kalmak ister*sin?» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 200)
30- «Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i mad*diyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kana*atle ve fakirü’l-hal olmalarıyla be*raber, sabır ve in*sanlardan is*tiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakâr*lıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâ*lete karşı mağlûp olma*mak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakma*mak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hiz*met-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etme*mek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye fay*dalarından çeki*niyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)
31- «Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından top*luca iki bü*yük safha arz etmektedir...
İkincisi: Van’da inzivada iken garba nefyedilip Isparta’nın Barla nahiyesinde ikamete memur edildiği za*mandan başlar ki, Risale-i Nur’un zuhuru ve intişa*rı*dır. Âzamî ihlâs, âzamî feda*kârlık, âzamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriş*tiği hizmet-i imaniye ve mânevî cihad-ı di*niyedir.» (T. H. s: 27)
32- «Bu dehşetli dinsizlik komiteleri öyle dehşetli hü*cumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için âzamî fe*dakârlık yapmak ve harekât-ı dîniyesini rızâ-i İlâhîden başka hiç bir şeye âlet yapma*mak lâzım geli*yordu.» (Hanımlar Rehberi sh: 26)
33- «Din derslerini kaldırıp Ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı, âzamî feda*kârlık ve âzamî sebat ve metanet ve herşeyden is*tiğna etmek lüzumu karşısında ben bir sünnet-i se*niyye olan evlenmek âdetini terk ettim ki, tâ çok ha*ram*lara girmeyeyim. Ve çok vacipleri ve farzları yapa*bileyim.» (Hanımlar Rehberi sh: 27)
34- «Çok bîçarelerin saadet-i bâkıyeleri için ve da*lâ*lete düş*memeleri ve îmânlarını takviye edip kurtar*ma*ları için ve hakikat-ı Kur’âniye ve îmâniyeye tam hiz*met et*mek ve hariçten gelen, da*hilde çıkan dinsizlere karşı da*yanmak için, zail ve fânî dünyasını terk etmek, elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil belki haki*kat-ı sünnete mutabakattır. Ve Sıddîk-ı Ekber’in: “Cehennemde vücu*dum büyüsün, tâ ehl-i îmâna yer bu*lunmasın” diye feda*kârlıkta âzamî sadakatın bir zerresini kazanmak fikriyle, bîçare Said bü*tün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar et*miş.» (Hanımlar Rehberi sh: 29)
35- «Bediüzzaman, Kur’ân, imân, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını fedâ etmiş dünyevî, şahsî servet*ler edinmemiş, zühd ve takvâ ve ri*yâzet, iktisad ve kanaatla ömür geçirerek dünya ile alâ*kasını kesmiştir.» (Sözler sh: 757)
36- «Amansız din düşmanlarının plânlarıyla mah*ke*melere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müda*fa*aları ve bu talebele*rin İslâmiyete hizmetleri esna*sında, gizli İslâmiyet düşmanı, in*safsız, cebbar zâlimle*rin en*trikala*riyle maruz kaldıkları işkence*lerden yıl*mamak, şahıslarını düşünmeden, yani, şahsî re*fah*larını İslâmın refah ve sa*adeti için fedâ ede*rek, sıddıkı*yetle se*bat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri, âşikâr bir delil teşkil etmekte*dir.» (Sözler sh: 766)
37- «“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başı*mıza ateş yapsanız, haki*kat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındı*kaya teslim-i si*lâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşa*al*lah!”» (Lem’alar sh: 262)
38- «Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bu*lunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçe*mem.» (Şualar sh: 351)
39- «Mülhidleri kat’î bir surette iskât etmek, bil*fiil, maddeten öyle fedakârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgale*leri, belki büyük zararları on*ların hakaik-i ima*niye ihti*yaçla*rını sustur*mu*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 230)
40- «Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör his*si*yat bulun*duğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve din*lemiyor ki on*larla ıslah olsun ve kusurunu anla*sın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un er*kânları gibi, herşeyini, enaniye*tini bıraksın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 233)
41- «Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı ola*rak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hu*ku*kumuzu, belki hayatımızı ve haysi*yetimizi ve dünyevî saadeti*mizi Risale-i Nur’un en kuv*vetli rabıtası olan tesanüde feda et*meye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dün*yaya, enaniyete ait her*şeyi feda etmek vazifemiz*dir” deyip nefsinizi susturu*nuz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
42- «Münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağ*mına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vak*fediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: “Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zama*nıdır.”» (Tarihçe-i Hayat sh: 691)
Nümune olarak ve kısmen nakledilen mezkûr ifa*de*lerde gö*rüldüğü üzere Risale-i Nurun hizmet haya*tında “fedakârlık” key*fiyeti teşkil eden meziyetlerden değişmez bir esastır. Hizmet ha*yatında rahatını, menfa*atini düşünen ve hizme*tin maslahatına göre değil, kendi isteklerine göre hiz*mete bakanların fedakârlığı ciddiyet kazanamaz ve ken*dini hizmete değil, hizmeti kendine tabi yapmış olur.
İşte yukarıda tesbit edilen beyan ve sarih ifadeler, sa*dakat ve fedakârlığın değişmez bir düstur ve esas olduğunu göste*ri*yor.
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
3-SEBAT VE METANET ESASI
1- «Mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en bü*yük esas, sebat ve metanettir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)
Sebat etmek hasletini kazanmak yolu:
2- «Meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umur*lara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değme*yen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuv*vetli his böyle şeyler için veril*memiş onu onlara sarf et*mek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lü*zumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhrevi*yeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli se*bata inkılâp eder.» (Mektubat sh: 33)
3- «“Acaba, Risale-i Nur şakirdlerindeki bu cehd ve kuvvetin, bu feragat ve fedakârlığın ve bu derece sebat ve sadakatın sebebi nedir?” diye bir sual soru*lursa, bu sualin cevabı muhakkak ki şu olacaktır: Risale-i Nur’daki cerh edilmez yüksek hakikatler, iman hizme*tinin yalnız ve yalnız rızâ-yı İlâhî için yapılması ve Bediüzzaman Hazretlerinin âzamî ihlâsıdır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 166)
Hizmetin neticelerine kanaat etmemek sebatkârlığı za*yıflatır:
4- «Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri va*kit inkisar-ı hayale uğrarlar, belki hizmette fütura dü*şerler. Gerçi umur-u uh*reviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür. Fakat mesle*ğimizde ve hizmeti*mizde, bazı ârızalarla, inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, meyusi*yetle şekvâ etmeye sebep olur belki de hizmet*ten vazge*çer. Onun için, mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve me*taneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs daire*sinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gös*terdiğimiz halde, neticele*rine ve seme*ratına karşı kana*atle mükellefiz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 90)
Sebatkârlar, hareketsizleri hareketlendirir:
5- «Sizin faaliyetiniz ve sebatkârâne çalışma*nız, Risale-i Nur dairesinin zembereği hükmünde biz*leri ve çok yerleri harekete getiriyorsunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Bin âmin, âmin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)
6- «Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fü*tuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahra*manlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 14)
7- «Dalâlet cereyanlarının karşısında ehl-i iman feda*kârla*rından büyük bir şahs-ı mânevî meydana çı*ka*rarak, muhkem bir sedd-i Kur’ânî ve imanî tesis edip mü’minle*rin nokta-i istinadı ol*masıdır. İnandığı kudsî dâvâya gös*terdiği azim ve sebatla, mü’*minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruhlarda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır. » (Tarihçe-i Hayat sh: 23)
8- «Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafık*ların bütün plânlarını akîm bırakı*yor.» (Şualar sh: 302)
9- «Evet, azim ve sebâtınız ve ihlâs ve ciddiye*tiniz, ehl-i dünyayı mağlûp etmiş ve ediyor. Yoksa, bir*tek Tesettür Risalesiyle yüz yirmi adamı tevkif edenleri, yüz otuz risaleyle birtek adamı tev*kif edemediklerinin se*bebi, ihlâsınız ve metanetinizdir, hükmedi*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)
10- «Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâh*sız o düş*manla geçinebilir. Fakat düşman kale içine girse ve gizlense, o va*kit o düşmana karşı silâhlanmak, zırh giy*mek ve gayet dikkat et*mek, hem pek ciddi se*bat etmek lâzımdır. Ta ki hayat-ı ebedî*sini hafi dar*belerden kurta*rabilsin.» (Nurun İlk Kapısı sh: 143)
11- « Hususan din derslerini kaldırıp Ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı, âzamî fedakârlık ve âzamî sebat ve metanet ve her*şeyden istiğna etmek lüzumu karşısında ben bir sünnet-i seniyye olan evlenmek âdetini terk et*tim ki, tâ çok ha*ramlara girmeyeyim. Ve çok vacipleri ve farzları yapa*bileyim.» (Hanımlar Rehberi sh: 26)
Hizmette sebat etmeye teşvik ve sebatkârların ma*nevî dere*cesi:
12- «Hizmet-i Kur’âniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlâhî ile neza*ret eden ve himmet ve du*asıyla yardım eden Gavs-ı Âzamın bir nevi kerameti beyan edile*cek. Tâ ki, bu hizmet-i kud*si*yede bulunanlar, ciddiyetlerinde, hizmetlerinde sebat et*sinler.» (Lem’alar sh: 40)
13- «Madem İmam-ı Âzam gibi eâzım-ı müçte*hi*dîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibni Hanbel gibi bir mü*cahid-i ekber, Kur’ân’ın birtek meselesi için ha*piste pek çok azap verilmiş ve şekvâ etmeyerek, ke*mâl-i sabırla se*bat edip o meselelerde sü*kût et*memiş. Ve pek çok imam*lar ve allâmeler, sizlerden pek çok zi*yade azap verildiği halde, kemâl-i sabır içinde şükredip sarsıl*mamışlar. Elbette sizler, Kur’ân’ın müte*addit ha*kikatleri için pek büyük se*vap ve kazanç aldı*ğınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcu*nuzdur.» (Lem’alar sh: 265)
14- «Cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya is*tinaden gayet zayıf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenâb-ı Hakkın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her va*kit mecbur ettiğin*den, Kur’ân, onları himaye için büyük tahşidat yapar. Doksan dokuz esmâ-i İlâhiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.» (Şualar sh: 258)
15- «Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmu*nuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız za*manda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hal*lerden sarsıl*mayan bu samimî dindarlar ve ciddî Müslümanlar eğer herbiri bir velî, hattâ bir kutup görünse, benim naza*rımda şimdi verdiğim ehemmi*yeti ve alâkayı pek az zi*ya*deleştirecek ve eğer birer âmî ve âdi görünse, şimdi ver*diğim kıymeti hiç noksan et*meye*cek diye karar verdim.» (Şualar sh: 307)
16- «Risale-i Nur‘un o zahmet çekenlere kazan*dır*dığı iman-ı tahkikî ve iman-ı tahkikî ile hüsn-ü hâ*time ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a’mâl-i saliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çe*virdiğinden, bu iki neti*cenin fiyatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebat*kâr*lıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasârettir. Şakirdlerin dünya ile alâkası olma*yan veya pek az bulu*nanları için bu hapis daha hayır*lıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarf edilen para*ları muzaaf sa*daka*lara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibadet*lere çevir*mesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktiza edi*yor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zaten hapsin haricinde onlara faydasız sevap*lar, mes’uli*yetli meşakkat ver*diğin*den, bu hayırlı, çok se*vaplı, mes*’uliyetsiz ve arka*daşla*rının mütekabil tesellileriyle hafif*le*şen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır.» (Şualar sh: 316)
17- «Mahkemede son söz olarak yüzlerine söyle*di*ğim bu cümle, “Milyonlar kahraman başlar feda olduk*ları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun” ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dâvâ etmişiz. Bu dâvâ*dan vazgeçilmez. İçinizde vazge*çe*cek yok ümit ediyorum. Madem şimdiye kadar sab*retti*niz, “Daha kısmetimiz ve vazifemiz bitmedi” diye ta*hammül ve sabrediniz.» (Şualar sh: 339)
18- «Bu defaki mektubunuzun verdiği şevk ve sü*rurla derim ki: Ben, hizmet-i Kur’âniyedeki tam sa*dakat ve gayret ve sebat ve metanetinizi gördükten sonra tam bir istirahat-i kalble mevti ve eceli kabul eder, ar*kamda siz varsınız yeter diyerek dünyadan sü*rurla ve*daya hazırım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 32)
19- «Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müf*ritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve se*bat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda te*rakki etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
20- «Hem, yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zulüm al*tında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sa*dakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta karşı çok fevkalâde se*bat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâ*zımdır yoksa akîm kalır, zarar verir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)
21- «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli ma*razına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçla*rının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metîn, sarsılmaz, sebat*kâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakirdleri muka*vemet edebilir. Öyleyse, herşeyden ev*vel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam iti*madla ona yapışmak lâzım ki, o acip has*talı*ğın tesirinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)
22- «Risale-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şakird*le*rine ka*zandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister. Evet, Risale-i Nur on beş se*nede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede, yirmi bin zat tecrübele*riyle şehadet ederler.
Hem, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şakirdine, herbir günde binler hâlis lisanlarla edilen mak*bul duaları ve bin*ler ehl-i salâhatin işledikleri a’*mâl-i sali*hanın misil sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sâdık ve sebatkâr şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdi*ğine delil, kerametkârâne ve tak*dirkârâne İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü’nün üç ihbarı ve ke*ramet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsin*kâ*râne ve teşvik*kârâne be*şareti ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın kuvvetli işaretiyle o hâlis şakirdler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müj*desi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat is*ter.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
23- «Çok mühim ve mübarek kardeşimiz Hâfız Mustafa’nın bize verdikleri ehemmiyetli hadise-i taar*ru*ziye haberi bizi hayrete düşürdü. Ve Üstadımızın o za*manda endişelerinin ve heyecanının hikmetini an*ladık. Bir hiss-i kablelvukuyla mütemadiyen bizlere der idi: “Dikkat ediniz, sebat ediniz! Münafıklar, taarruz plânı çeviriyor*lar” diye bizi ihtiyata sevk ediyor, “Hem bir halt edemez*ler”» (Kastamonu Lâhikası sh: 126)
24- «Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risalesini mâbeyninizde bera*ber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde se*bat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu mem*le*kete medâr-ı iftihar olacak ve istikba*lini kurtara*cak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesa*nüdünüzü bozma*sın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)
25- «Senin ağlamana ve ağlayan mektubuna işti*rak ettim.
Evet, sen de benim gibi, dünyayla iki cihetle alâ*kan kesiliyor. Hem öyle lâzım. Senin gibi Risale-i Nur’un bir fedaisi alâkası ol*mamalı ve alâka peyda et*memeli. Alâkalı olsa, fevkalâde bir se*bat, bir ihlâsın lüzum ile beraber, bazı ârızalar içinde sarsılır, tam fe*da*kârlık edemez.
O havalinin kahramanları elhak müstesnadırlar. Alâkalar onları sarsmıyor. Fakat bazıları, Hüsrev gibi, Said gibi ve Âtıf ve emsali gibi bütün bütün alâkasız da bulun*mak lâzım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 231)
26- «Isparta ve havalisindeki Risale-i Nur şakird*le*rinde fev*kalâde bir sadakat ve sebat ve uhuvvet ve ih*lâs ve kahramanlık var ki, bu acip zamanda binler es*bab-ı fe*sat ve ifsat içinde vahdetlerini ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar.
Bu kadar fırtınalı hadiseler içinde Risale-i Nur’u mu*attal bı*rakmadınız, söndürmediniz belki öyle parlat*tınız ki, bizi de ışık*landırıp gayrete getirdiniz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 243)
27- «Bu şuhur-u selâse-i mübarekenizi tebrik edi*yo*ruz. Sizin kalemlerinizin yadigârları ve Risale-i Nur’dan ayrılmamak ve sebat etmek senetleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgi*leri*nizi ve iman hizmetinde daima sebat etmenize, vesi*kalar hükmündeki imzaları*nızı, kemâl-i memnu*niyetle aldık, kabul et*tik. Cenab-ı Hak sizlere, hazine-i rahme*tinden onların hurufatı ade*dince defter-i a’mâ*linize ha*seneler yazsın. Âmin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 246)
28- «Hasan Âtıf’ın mektubunda, cesur ve sebatkâr zâtlar*dan—ki “efeler” tâbir ediyor—bahis var. Biz, o ce*sur, sebatkâr yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabul edi*yo*ruz. Fakat Risale-i Nur da*iresine girenler, şahsî cesa*retle*rini kıymetleştirmek için, sarsıl*maz bir sebat ve metanete ve ihvanlarının tesanüdüne cidden çalış*maya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsî cesare*tini, hakikatperestlik sıddıkiyetindeki fedakârlık el*masına çevirmek ge*rektir.
Evet, mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en bü*yük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öy*leler, her*biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede mu*vaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velîlere tefevvuk etmişler var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)
29- «İmam-ı Ali’nin üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber vermesine dairdir.
Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tetkik etmiş, itiraz et*memişler. Yalnız demişler: “Bu yazılmamalıydı. Keramet sahibi, kerametini yazamaz.”
Ben de onlara cevap verdim ki:
“Bu, benim değil, Risale-i Nur’un kerame*tidir. Risale-i Nur ise, Kur’ân’ın malıdır ve tef*siridir” dedim. Onlar sustular, demek kabul ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar yazıl*masaydı daha münasipti, fakat bu kadar hadsiz mu*arızlar ve çok kuvvetli ve kes*retli düşmanlar karşısında az ve fakir ve zayıf olan biz*lere kuvve-i mâneviye ve gaybî imdat ve teşcî ve sebat ve meta*net vermek için mecburi*yet‑i kat’iye oldu, ben de yazdım.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 13)
30- «Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i ma*işet meşga*lesi hengâmı ve şuhûr-u selâsenin çok se*vaplı iba*det vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların si*lâhla de*ğil, dip*lomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuv*vetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale‑i Nur’un hiz*meti zararına bir atâlet, bir fü*tur ve tevak*kuf başlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 43)
31- «Kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz ol*duğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlâs ile, her*şeyin fevkinde ha*kaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle bin*ler adamı irşad etmek*ten daha ehemmiyetli görüyorum.
Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fev*kinde gördük*lerinden, sebat edip, o çekirdekler hük*münde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)
32- «Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebe*min kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve on*lara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla ça*lışmalarını tavsiye ederim.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 81)
Sebat edip etmeme cihetinde kaderin imtihanı:
33- «İşte bu meselemizde elmaslar şişelerden, sıd*dık feda*kâr*lar mütereddit sebatsızlardan ve hâlis muhlisler, benlik ve men*faatini bırakmayanlardan ay*rılmak için bu şiddetli imtihana gir*memizin iki sebebi var:
Birisi: Ehl-i dünya ve siyasetin evhamlarına do*ku*nan kuvvetli bir tesanüd ve ihlâsla fevkalâde hiz*met-i diniye*dir. Zulm-ü beşer buna baktı.
İkincisi: Herkes kendi başına bu kudsî hizmete tam ihlâs ve tam tesanüdle tam liyakat göstermediği*miz*den, kader dahi buna baktı.» (Şualar sh: 300)
Sebatkârları dağıtmak için münafıkların planları:
34- «O plânların en mühim bir esası, has, sebatkâr kardeş*lerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkünse Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu nok*tada o kadar acip yalanları ve desise*leri istimal ediyorlar ki, Isparta ve ha*valisi, Gül ve Nur fabrikası*nın kahraman şakirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, kor*kutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham ve*riyor*lar.
“Aman, aman Said’e yanaşmayınız! Hükûmet tâ*kip ediyor” diye zayıfları vazgeçirmeye çalışıyor*lar. Hattâ bazı genç talebe*lere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyor*lar. Hattâ Risale-i Nur er*kânlarına karşı da, benim şahsımın kusurâ*tını, çü*rüklüğünü göste*rip, zahiren dindar ehl-i bid’a*dan bazı şöhretli zatları gös*terip, “Biz de Müslümanız, din yal*nız Said’in mesleğine mahsus değil” deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesa*bına o safdil ehl-i diya*net ve hocaları âlet edip is*timal ediyorlar. İnşaallah bunların bu plânları da akîm kalacak.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 125)
35- «Mücmel bir mânevî ihtar ile bir meseleyi kalbe geldiği gibi beyan edeceğim. Altı makamata giden ve ga*lebe eden müdafa*atın cevabı gelmiş ve bize teca*vüze çare bulamamışlar. Yalnız bir makamın, gizli bir iş’ar ile, benim fedakâr kardeşlerimi benden soğutmak ve şiddetli alâka*larını gevşetmek planı var. Zaten çok*tan beri, beni ihanet*lerle ve iftiralarla ve tecritlerle, bu kudsî ve uhrevî ve imanî alâkayı bozmaya çalıştılar, muvaf*fak olamadılar. Şimdi Nurcuları ürkütmek, za*yıf bir damar bulup nazar*larını başka tarafa çe*vir*meye bazı bahaneleri buluyorlar. İnşaallah, demir gibi metin Nurcuların kahramanane se*batları ve ta*hammülleri ve mücahid-i ekber olan Nurun hakikat*leri, onun elinde birer elmas kılıç bulunan şakirdle*rin şahs-ı mânevîsinin pek harika fedakârlığı, onların bu plânını da akîm bırakacak. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem dahi lüzumsuz değil. Sizlere tekrarla be*yan edilmiş: Eski zamanın kahraman mücahidlerine nispe*ten en az zahmet, ağır şerait ve bu zamanın şid*det-i ihti*yaç cihetiyle çok sevap kazanan, inşaallah halis Nurculardır. Ve boş boşuna, bâd-ı hevâ, belki günahlı, zararlı giden birkaç sene öm*rünü, böyle kudsî bir hiz*met-i imaniye ve Kur’âniyeye sarf eden ve onunla ebedî bir ömrü kazanan, Nur talebeleridir. Ben, kendi his*seme düşen bütün bu hü*cumlarına karşı, pek çok zaafiyetimle be*raber tahammüle karar verdim. İnşaallah, kuvvetli, fedakâr, genç, kahra*man kardeşle*rim benden geri kal*maz ve kaçmazlar ve ka*çanları da geri çevir*meye, şimdiye kadar çalıştıkları gibi çalışa*caklar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 596)
36- «Sizin fevkalâde sebat ve ihlâsınızın gale*besi ve o musi*beti def’inden sonra, ehl-i dünya cepheyi değiştirdi. Zındıkanın de*siseleriyle, bu havalide bizlere karşı perde altında maddî ve manevî tahşidatı başlamış gayet dikkatle ve şeytancasına şakirdlerin hakikî kuvvetleri olan tesa*nüdü bozmaya çalışıyorlar. Sizlere risaleleri iade ettikleri halde, kurnazcasına do*laplar çevriliyor. Biz, sizin bir şu*beniz hükmünde oldu*ğumuz halde, bizi asıl ve mer*kez telâkki ettikle*rinden, daha ziyade desiseleri bize karşı isti*mal ediyorlar. Hâfız-ı Hakikî Cenab-ı Haktır. İnşaallah hiçbir zarar edemeyecekler. Fakat bu şuhur-u mübâre*ke*nin eyyam ve leyâli-i mübarekesinde hâlis du*aları*nızla bize yar*dım ediniz. Birşey yok fakat mümkün ol*dukça ih*tiyatlı ve dikkatli olunuz. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh ve Gavs-ı Geylânî Kuddise Sirruhu gibi kahramanların mâ*nevî teminatı ve hi*tapları, bize her vakit cesaret ve kuvve‑i mâ*nevî veri*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 152)
Düşmanların taarruzundan kurtulmak için hiz*metten çekil*mek daha zi*yade ezilmeye ve büyük mesuli*yete sebe*bi*yet verir:
37- «Bu Cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz. “Bu musibetten kurtulmak için ne yapa*ca*ğız?” lisan-ı hâl ile dediniz. Benim kalbime bu geldi: Sıkı bir tesanüdle, el ele, omuz omuza ve*riniz. Çünkü, birbi*rinden ve Risale-i Nur’dan ve ben*den çe*kinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanla*rın zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim, eğer bilseydim ki benden teberri et*mekle kurtu*lacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek is*teyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor za’fı*nızdan, teberr*îniz*den cesaret alır, daha ziyade ezer.» (Tarihçe-i Hayat sh: 431)
38- «Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak im*kânı bul*madık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Bîçare mer*hum Şeyh Abdülhakîm, Şeyh Abdülbâki kurtu*lamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekvâ etmek hem haksız, hem mânâsız, hem za*rarlı, hem Risale-i Nur’dan bir nevi küsmektir. Sakın, sa*kın, has rükünlerin göster*dikleri faaliyeti bu musi*bete bir sebep görüp onlardan gücenmek ise, Risale-i Nur’dan çekilmek ve hakaik-i imani*yeyi öğ*renmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddî musibet*ten daha büyük bir mânevî musibettir.» (Şualar sh: 322)
39- «Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten pişman olmaktır, belki din*den insilâh etmek*tir. Çünkü o derece ilhadda taas*sup etmiş ki, bizim gibi*lerden yalnız teslimiyetle ve ta*sannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bı*rak, yalnız dünyaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye dayanıp me*tanet ve sabır ve te*vekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuv*vetli hakikatlerle ga*lebe çalmasına dua etmekten başka çare yoktur. Biz birbi*rimizden çekinmekle ve gücenmekle ve Risale-i Nur’dan çekilmekle ve onlara teslim ve hattâ ilti*hak etmekle fayda vermediği şimdiye kadar tecrübe edildi. Hem hiç merak etmeyiniz. O Vekilin o farfaralı telâşı, zaafına ve tam kor*ku*suna delâlet eder. Tecavüze değil, belki tedâfüe mecbu*riyeti bildiri*yor.» (Şualar sh: 335)
40- «Vehham ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bazı dostların kuvve-i mâneviyelerini te’yid için ve hizmetimizden bazı maksadlarla çekilen ve maksadla*rının aksiyle tokat yiyenleri, çok misâllerden yedi küçük misâl ile gösterir ki siperini bırakıp ka*çanlar, daha ziyade yaralanırlar.» (Mektubat sh: 506)
41- «Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik et*miş*siniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsin*ler ki, en ziyade yarala*nanlar, siperini bıra*kıp kaçanlardır. En az yara alan*lar, siperinde sebat eden*lerdir.
(62:8) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha zi*yade karşılı*yorlar.» (Mektubat sh: 417)
Hizmette sebatsızlık, hem hizmete, hem hizmet eh*linin şev*kine zarar olup mesuliyete sebebiyet verir:
42- «Kardeşlerim, herhalde bu kadar sıkıntı ve za*rarı çeken zayıf bir kısım aile sahipleri, bir derece Risale-i Nur’dan ve bizden çekinmek, belki vazgeçmek için bir mazeret olabilir zannıyla, tahli*yeden sonra de*ğişmek ih*timaline binaen derim: Bu derece kıymet*tar bir mala bu maddî ve mânevî fiyat veren ve bu azabı çeken, o maldan vazgeçmek büyük bir hasârettir. Hem herbirisi, Risale-i Nur’un eczalarını ve alâkadarla*rını ve bizi muhafaza ve yardım ve hizmeti birden bı*raksa, hem ona, hem bizlere lü*zumsuz bir zarardır. Onun için, ihtiyatla beraber, sada*katı ve ir*tibatı ve hizmeti değiştirmemek lâzımdır.» (Şualar sh: 342)
43- «Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çı*kıp ga*yet bü*yük ve umumî bir meselede kendi kendine merkez*lerinde mübare*zesi zamanında şakirdlerini ar*kasında bul*mak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir ha*kikata bağlandıklarını mü*tered*dit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lü*zumlu oldu*ğunu dahi nazarı*nıza ve meşveretinize alınız. Sakın, sakın bir*birinizin ku*suruna bak*mayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım edi*niz.» (Şualar sh: 327)
Kur’an-ı Kerim lügatında beyan olunduğu üzere sebat keli*mesi, tezellül ve ızdırabın zıddı olan rasih, istikrarlı ve sabit ol*mak mânâsına gelir. (Bak. İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, 3940/11.p.)
Sebat meziyetinin ehemmiyeti hakkında Risale-i Nurdan alı*nıp yukarıda sıralanan sarih beyanlar, sebatın kuvvetli bir esas olduğunu isbat eder.
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
4-MESLEĞE BAKAN DÜSTURLARIN DEĞİŞMEZLİĞİ ESASI
Risale-i Nur hizmetinde temel teşkil eden ve aşağıda kısmen tesbitleri yapılmış olan meslek düsturla*rının değiş*mezliği de bir esastır.
Hakiki keyfiyete medar ve Risale-i Nur’un hizmet ha*yatında hiçbir zaman değişmeyecek olan bu esas*lar, Nurculuk hareketi*nin ehemmiyetli düsturların*dan bir kısmı*dır ki haslar dairesinin vasıfları ve temelidir. Bu hizmet düsturlarının ekseriyetini ihtiva eden Hizmet Rehberi ismin*deki eserin mukaddime*sinde bu hizmet düs*turlarının değiş*mezliği ve Risale-i Nur’u her mes’elede merci tutmak ge*rek*tiği anlatılırken şöyle deniliyor:
1- «Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin mes*lek ve meşre*bine dair Kur’andan ders aldığı çok muaz*zam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur Şakirdleri için daima tazele*nen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz de*ğişmez düstu*rumuz, maddî - manevî her türlü engeller karşı*sında muvaffakiyete, rıza-yı İlahîye isal edici en ehemmi*yetli rehberimiz manasıyla neşrediyoruz.
Çünki Risale-i Nur’un dairesi çok genişlemiş çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meş*rebler üstünde makam-ı sıddı*kıyette yer tutmuş ve şahs-ı manevî-i Äl-i Beyt’in mümessili olarak hiz*met-i Kur’aniyenin başına geçmiş Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlas, azamî sadakat ve azamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şakirdleri kı*yamete kadar bu düsturlar; müva*ce*hesinde ha*reket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı İlahîye na*iliyetin, ancak bu suretle mümkün olaca*ğına kat’i ka*naat getirsin*ler.
Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için her*halde Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın takib ettiği mes*lek ve meşrebi, yarım asra yakla*şan uzun bir hizmet devre*sinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyi*kat ve hü*cumlar karşı*sında maddî ve manevî engeller içerisinde ta*kın*dığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gös*terdiği azim ve sa*dakat gibi ahvali olan “sıddıkiyet mesle*ğidir” ki Nur Talebeleri için ehemmiyetle bi*linmek, anlaşılmak ve ya*şan*mak icab eder.
Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edil*mesi gereken bedihi bir hakikat vardır ki, o da şudur: Risalelerde, mektuplarda, lâhikalarda def’alarca yazıl*dığı gibi mübarek Üstadımıza müra*caat edenler ve ziya*rete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumi*yetle daima görü*yorlardı ki:
Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapı*yordu?
Evet bu muazzam bir hakikattır ve Hazret-i Bediüzzaman’a kâfil bir muazzam hakikatın ifade*sidir ki, der*simizi hakaik-ı Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldı*ğımız gibi, birbirimizle ma*nevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturla*rımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.
Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hâ*dise*ler hen*gâmında Kur’an Şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bü*tün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir.
Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ*ruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikat*lardır. O kudsî haka*ikın ders ve taliminde, neşir ve ilânatında hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gele*cek mes’eleler de her*halde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri haya*tın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilat*larını gi*derirler. Daha geniş istifade için bu Hizmet Rehberi’nin menbaı olan Külliyat-ı Nuriye ve Mektubatı mütalaa et*melidirler.» (Hizmet Rehberi Mukaddemesinden)
Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said devresinde dahi yaz*dıkla*rının değişmez hakikatler olduğunu, şöyle beyan eder:
2- «Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makalâ*tım*daki umum hakaikte nihayet derecede musır*rım. Şayet za*man-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden ada*letnâme-i şeriatla davet olunsam neşrettiğim hakaiki ay*nen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının moda*sına göre bir libas giydirece*ğim.
Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatla*yan bazı yerlerini yamala*makla beraber, taze ola*rak orada da göstereceğim.
Demek, hakikat tahavvül etmez hakikat haktır.» (İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi sh: 44)
Kur’andan mülhem Risale-i Nur’un meslek esas*larının de*ğiştirilmesini is*temeyen Bediüzzaman Hazretleri, Nur da*iresinin yakınında bulunan bazı şa*hıs*ların Risale-i Nur mes*leğine uyma*yan dinî faaliyet*lerini, Risale-i Nur’un meslek tarzına çevirmek için yazdığı mektublarında evvelâ mültefi*tane ve takdirkâ*rane karşılar, sonra Risale-i Nur’un hizmet şeklini de*ğiştirmemenin lü*zumunu, akla kapı açıp icbar et*meyen bir üslûb ve ifade ile be*yan eder.
Bir şahıs veya cüz’î bir hâdise münasebetiyle ya*zılan böyle bir mektub, aynı zamanda umum Nurcular için her zaman tazeli*ğini koruyan ve Nur’un meslek tarzının tesbi*tine ışık tutan bir ders olarak Risale-i Nur’da yerini alır.
Ezcümle bir zatın, tarikat tarzıyla yapmak istediği dinî hiz*metinden dolayı yazılan mektubda evvelâ takdir*kâr ve mültefi*tane karşılanır. Fakat mektubun so*nunda, Risale-i Nur’un hizmet şeklinde karar kılınması açıkla*nır. Mektub aynen şöyledir:
3- «Çok aziz ve sıddık, kahraman Sabri,
Cenab-ı Hak, Galip Bey gibi çok fedakârları İslâm ordusunda yetiştirsin. Bu zat, garpta, aynı şarkta Hulûsi Bey gibi imana hiz*met ediyor. Tarikat cihetiyle ehl-i imanı dalâletten çekmeye çalışı*yor. Bu zat, eskiden beri Risale-i Nur’u görmeden Nur mesleğinde hareket et*meye çalış*mış. Sonra Nurlarla münasebeti kuvvetleş*tiği za*man, daha ziyade hizmet edebilir. Fakat Nur’un mes*leği, ha*ki*kat ve sünnet-i seniye ve feraize dik*kat ve büyük günah*lardan çekinmek esastır ta*rikate ikinci, üçüncü derecede ba*kar. Galip kardeşi*miz, Alevîler içinde Kadirî, Şâzelî, Rüfâî tarikat*lerinin bir hülâsasını sünnet-i seniye daire*sinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşereye ilişmemek şartıyla, mu*habbet-i Âl-i Beyt da*iresinde bir tarikat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtar*mak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmi*yetli üç dört faydası var:
Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kap*tır*ma*mak ve müfrit Râfizîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faydası var.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyti meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mut*laka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl‑i Beytin adavetini ta*zammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sün*nete tarikat namına çekmek büyük bir fayda*dır.
Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok za*rar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakâr*lık*ların*dan istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur daire*sine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdle*rinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’tır ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır elbette hakikî Alevîler ke*mâl-i iştiyakla o da*ireye girmeleri gerektir.
Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sü*lûk-ü kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilât bulunduğun*dan, Nur dairesi hakikat mes*leğinde gidip, ta*rikatlerin faydasını temin eder diye o kar*deşimize Ramazanını tebrik ve selâmımla beraber ya*zınız. O da bize dua etsin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 241)
Aynı üslûbla yine Bediüzzaman Hazretleri tara*fından yaz*dırılmış diğer bir örnek mektub:
4- «Aziz, sıddık kardeşlerimiz Ziya ve Abdülmuhsin!
Üstadımız diyor ki:
“Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde be*nim arka*daşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidle*rinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli bulu*yo*rum.
“Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların si*yasetle alâ*kaları yok. Ve Risale-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, müm*kün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karış*mak is*temi*yorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahid*ler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından mu*ha*fazaya çalıştık*ları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dos*tuz ve kardeşiz—fakat siyaset nok*tasında değil.
Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgir*lik naza*rıyla bakılmaz. Dostdüşman, derste far*ketmez. Halbuki si*yaset tarafgirliği, bu mânâyı ze*deler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işken*celere ve sıkıntılara ta*hammül edip Nur’u hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el at*madı*lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 35)
Risale-i Nur mesleğini değiştirmemekle alâkalı iki ha*tıra:
5- «Bir gün Galatasaray Lisesi’nde okuyan ve son*ra*dan ec*zacı olan bir zât ziyarete gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı, O anda anla*ya*madım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizme*tinde bulunan kardeşlere çok hiddet etti. “Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar!” dedi. Ben de mes’eleden çok endişeli bir halet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sırada Üstad Hazretleri karyolada oturuyor*lardı. Ben ise yerde ve halının üze*rindeydim. Birden bana hitaben şöyle dedi:
“Muhammed, kardeşim, sen hakem ol, ben diyo*rum ki Risale-i Nur’un neşir ve medrese tarzı hizmetle*rinin devam ve inkişafı lâzım, bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşün*cesinde.” Ben mes’eleyi “başka hizmetler” ta*birinden anlamakla beraber, “Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur’un neşri ve ve medreselerin de*vamıdır.” deyince Üstad yüksek sesle “Tamam” diye ifa*dede bu*lundu. Ve o hiddet hali ak*şama doğru hayli hafif*ledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Gelen kardeşin bi*zim tarz-ı hizmetimizi pasif telakki etmesi ve orada bazı ko*nuşmaların cereyan etmesi, Üstad’ın hiddetlenmesine sebeb ol*muş.» (Son Şahitler-3 sh: 235)
6- «Neşriyat esnasında Isparta’ya forma götürdü*ğüm bir de*fasında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad Hazretleri der*sin sonunda şöyle bir sohbette bu*lunmuş. Zübeyir Ağabey taze taze nakletmişti:
“Kardaşlarım! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse;, “Said sen bu mesleğinden bir parça taviz versen, milyon*lar in*sanlar senin kitaplarını okuyacak, fakat öyle yap*masan hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulüm*lerle, eziyetlerle cefa çekeceksin.” dese, “Hayır Üstadım ben bu zulümlere işkencelere razıyım, fakat mesleğim*den en küçük bir taviz ver*mem.” diye ona söyleyeceğim.» (Son Şahitler-3 sh: 246)
Risale-i Nur mesleğinden taviz verip içtimaî ge*niş da*iredeki unvanlı kişi*lerle hizmet beraberliği ya*pılsa, binler ki*şilerin hatta diplomatların Risale-i Nura girip neşre*decekleri halde, Risale-i Nur’da bir esas olan keyfiyeti yani ihlas gibi meslek esaslarını değiştirme*meyi esas alan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
7- «Aziz, sıddık kardeşlerim,
[Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.]
Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cere*yan*lara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ et*miyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini müm*kün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyor*sun? Halbuki, eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak haki*katlerini neşrede*ceklerdi hem bu kadar sebepsiz sı*kıntı*lara hedef olmaya*caktın.
Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmi*yetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men edi*yor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkû*reler sahibi, her*şeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i ima*niye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbirşeye âlet olamaz. Rıza-ı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cere*yanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye da*yanmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)
8- «Bu sırada, dahilde, o kadar dahilî-haricî heye*canlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut bir*kaç arkadaşına bedel ve çok dip*lomatları kendisine tarafdar ka*zanmak için zemin ha*zırken, sırf si*yasete karışmamak ve ihlâsına zarar ver*memek ve hü*kûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşla*rına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe do*kunmayınız” dediği ve bu iki ce*reyan bu çe*kinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi ev*hamından, yenisi “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdik*leri...» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 80)
Risale-i Nur’un mesleğini kutb-u a’zam dahi ta*sarru*fu altına alamayaca*ğını gösteren şu ifade:
9- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mâ*nevîyi tem*sil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ek*seriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarru*fundan hariç ol*duğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur de*ğil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mâ*nevîsini, o imam*lar*dan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gav*siyetle be*raber, “Ferdiyet” dahi bulundu*ğundan, âhir*zamanda, şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet maka*mının mazharıdır. Bu giz*lenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke‑i Mükerremede dahi—farz-ı muhal olarak—Risale‑i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın iti*razını iltifat ve selâm sure*tinde telâkki edip, teveccühünü de ka*zanmak için, me*dâr-ı itiraz noktaları o büyük üstad*larına karşı izah et*mek, ellerini öpmektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)
Evet, dinde söz sahibi büyük imamların, kitab ve sün*nete istinaden tesbit ettikleri düsturlar, Risale-i Nur meşre*binin değiş*tirmeden muhafaza edilmesi hük*münü te*’yid etti*ğini beyan eden Üstad Bediüzzaman diyor ki:
10- «Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâ*me*le*rinin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi muhak*kikle*rinin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhake*matla ve âyât ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usûlü’d-din düs*turları, şimdiki Risale‑i Nur’un meş*rebini muha*fazaya em*rediyor, kuvvet veriyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 210)
Bediüzzaman Hazretleri, geçmiş asırlarda gelmiş mü*ceddid*lik makamın*daki zâtlar bu zamanda olsaydılar, ta*savvufî meslek tarzına bedel, Risale-i Nurun asıl va*zifesi olan iman hizmetini esas alacaklarını şöyle ifade eder:
11- «Eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i ima*ni*yenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edecek*lerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı on*lardır. Onlarda ku*sur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet ve*rir. İmansız Cennete gidemez fakat tasavvufsuz Cennete gi*den pek çok*tur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat mey*vesiz yaşa*yabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.» (Mektubat sh: 23)
Hem Risale-i Nur, kesbî ilim yolundan gidenleri takib etme*yip Kur’ânın bu asrın insanlarına bakan ve beşerî tasar*rufu ka*bul etmeyen Kur’ânî bir meslek ol*duğuna dikkat çe*ken şu beyan*lar:
12- «Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesle*ğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, her*şeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir sa*atte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli za*manda hadsiz ehl-i inadın hü*cumlarına karşı mağlûp ol*mayıp galebe etmiş.» (Mesnevî Nuriye sh: 8)
13- «Resâili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmun*dan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gel*miş bir mal ve onlar*dan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe‑i arşîsinden iktibas edil*miştir.» (Ş.. sh: 690)
14- «Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fü*nun*dan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiç*bir kitap mü*ellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızla*rından iniyor, nüzul edi*yor.» (Şualar sh: 711)
Bütün bu tarzdaki beyanlar, Risale-i Nurun mü*ceddi*diyetini ifade eder.
Müceddid ise hataları tashih eder ve inayet-i hassa ile isti*kamet-i tam*meye mazhardır.
15- «Kur’ân’dan tereşşuh eden o Sözler ve risale*ler, Kur’ân-ı Hakîmin bir nevi, müstakim tefsiri ve ha*kaik-i imâniyenin istika*metli ve kuvvetli delilleri ol*duğundan, o risaleler ve sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’ân’a ve hakaik-i imâna aittir. Madem öyle*dir bilâ-perva derim ki: [12] sırrıyla, Kur’ân’da elbette bu istikametli tefsirinin isti*kametine işa*ret var. Evet var. Kur’ân o tefsirine hususî bakıyor.
Çünkü,,ayât-ı.........istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işa*ret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette müm*taz bir hususiyet kesb etmek çok uzaktır. Demek, şahsî is*ti*kamet değil. Öyleyse, o ada*mın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur’âniye, o asırda istikamette imti*yaz kesb ede*cek. O adam şahsen gayr-ı müs*takim ol*duğu halde, müs*takimler içine ithali, o imtiyaza rem*ze*der.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 163)
Şu halde müceddidin mesleğinde yapılacak değiş*tirme, haki*kat-i ve isti*kameti tağyir ve tahrib mânâsını taşır.
Hatta (gelecek zât) diye haber verilen o büyük şahsiyet “Risale-i Nuru kendine hazır bir proğ*ram yapacak” (Bak: Emirdağ Lâhikası-l sh: 266 p.1 ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9 p.2) şeklindeki beyandan anla*şı*lıyor ki, O zât dahi Risale-i Nurun esasatını ve düstur*larını değiştirmeden tatbik edecek.
Hazret-i Üstad, senelerce takib ettiği mesleğinden ay*rılma*mayı, vasiyet makamında tavsiye eden beyanatı*nın son kıs*mında, hassasiyetle şu hususu na*zara verir:
16- «Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sa*yede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mek*teb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca ta*lebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede on*lar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşey*den fera*ğat mesleğimden ayrılmayacaklardır.
Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklar*dır.» (Emirdağ Lahikası-ll sh: 80)
Bunlar gibi daha da nümuneler gösterilebilir. Fakat bu par*çalar, maksadı açık gösterdiğinden yeterli görüldü.
Risale-i Nurdaki sarih beyanların gösterdiği ve esas teşkil eden düsturla*rın, beşerî anlayışlarla ilga veya tebdil edilmeme*sinin bir hikmeti, risalelerin çoğu vehbi ilim ve il*ham ile yazdırıl*mış olmasıdır. (Bk: İPA - İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 2294/2. p.) yani: Risale-i Nur’un ekserisi, ma*nevî i’caz-ı Kur’andan gel*diği ve do*layısıyla ilm-i beşerînin tasarruf edemiye*ceği ortaya çı*kıyor. Hatta Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurun müel*lifi ol*duğu halde, değil ma*nasına tasarruf etmek, manayı taşıyan tarz-ı ifadesine de do*kunamadığını beyan eder. Ezcümle diyor ki:
17- «Yazdığım vakit, irade ve ihtiyarımla olmadı*ğını hissetti*ğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedi*ğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı.» (Şualar sh: 99)
Onbirinci Mektub hakkında da şöyle diyor:
18- «Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir sûrette idi*ler. Onlar ne hâl ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım ge*liyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun deği*liz!» (Mektubat sh: 488)
19- «Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işâ*rât-ı Kur’âniye namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konu*şur. Eğer yanlış birşey gördünüz mu*hakkak biliniz ki, haberim ol*madan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.» (Sözler sh:651)
20- «İnsan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fik*rim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş. » (Kastamonu Lâhikası sh: 161)
Buna benzer hayli ifadeler var. Evet kesbî ilim, il*hamla gelen vehbî ilme müdahale edemez. Risale-i Nur ise, ekseriyetle vehbî ve ilhamîdir. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
21- «Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilât*ları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğun*dan, he*men umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların husu*sunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı te*lâkki*sine dair*dir. Onlar hakikat ve hak oldukla*rına dair de*ğildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kal*mı*yor.» (Barla Lâhikası sh: 138)
22- Evet «Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, ni*yetle ve kastî bir ihtiyarla değil ekseriyet-i mutlakayla sü*nuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor. » (Kastamonu Lâhikası sh: 210)
23- «Bazı sualler soruyorsunuz. Aziz kardeşim, ya*zı*lan galip Sözler ve Mektuplar, ihtiyarsız, def’î ve âni bir surette kalbe geli*yordu, güzel oluyordu. Eğer ih*tiyar ile, Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp ce*vap ver*sem, sönük düşer, noksan olur.» (Mektubat sh:279)
Bunlar gibi beyanlar, Risale-i Nur’un vehbîliğini gös*teriyor ki ortaya koy*duğu hakaik ve düsturlara, be*şerî dü*şünce ve maslahat anlayışlariyle müdahale*leri kaldırmaz. Çünkü Kur’ândan irtibatı kesilir ve büyük felâkete kapı açı*lır. Hem yine Hazret-i Üstad kesbî ilmi, vehbî ilme tasarruf ettirilemiyeceğini ihtar makamında ve dâhi-i a’*zam olmasına rağmen kendi şahsını misal göstererek diyor ki:
24- «Ben Kur’ân-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârı*yım, o mu*kaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dük*kânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkar*mıyacağım ve çıkarmak istemi*yo*rum.» (Barla Lâhikası sh: 269)
İşte Hazret-i Bediüzzaman böyle derse, onun tale*be*si*nin, -ifade değişik*liği yapmaya nisbeten en aşırı bir ta*sarruf sayılacak olan- düsturlardan değiştir*meye kalkış*manın ne kadar garib ola*cağı aşikârdır. Risale-i Nurda nazara verilen “teslimiyet” , “sadakat” ve “Risale-i Nura ka*naat etme” nin bir hakikatı da bu*dur.
Bu meselenin bir ince ciheti şudur ki: İlham-ı ilâhî, kâ*inatı yaratan Hâlik’ın yarattıklarını her cihetle ihata eden ilminden geldiği cihetiyle mu’cize-i mane*viye sırrını taşır. Yani Allahtan başka hiçbir kimsenin kelâmı, hakaik-ı kâinata ve esrar-ı ilâhi*yeye ve ihtiyacat ve ahval-i beşe*riyeye ve te*rakkiyatına tam mu*tabık külli manaları ta*zammun edemez ve etmesi de muhaldır. Bu sır içindir ki, Kur’an namına ma*nen vazifeli olan mü*ceddidlerin eserleri, ekseriyetle ilm-i le*dünden ve il*hamdan hissedardır. İlm-i beşerî edebî sahada parlak ve zâhiren şa’şaalı cümleler ortaya koyabilir. Fakat bu ke*lime ve cümleleri, Kur’anda “kelimat-ı Rabbî” (18:109) tabiriyle bildirilen ve mezkûr mana inceliğine de bakan küllî il*hamların ve hâlî ve hilkat kelimelerinin ya*nında sö*nük kalır. Risale-i Nurların se*nelerce ve de*falarca ve hayat bo*yunca okunmasının bir hikmeti de bu sır olsa ge*rek.
Düsturların değişmezliği cihetindeki diğer ehem*miyetli bir hususta şudur ki: ibadet hakikatı, ilâhî emir ve yasak ve tavsiye*lere göre hareket etmekle ta*hakkuk eder. Bu emir ve tavsiyeleri de hakiki ehliyetli zatların Kur’andan alıp yazdık*ları mutemed eserlerinden öğre*niriz. Binaenaleyh Kur’andan mülhem Risalelerdeki düsturlara beşerî tasar*rufun girmesi halinde, o düs*tur*ların Kur’andan gelme vasfı zedelenir ve hizmetin iba*det olma hakikatı da zail olur. Bu hususa Risale-i Nur’un muhtelif yerle*rinde dikkat çekilir. Mes’eleyi uzat*ma*mak için icmalen bâzı hik*metleri hatır*latmakla iktifa edildi. Çünkü aynı mes’ele hakkında buna benzer daha pek çok hikmetler vardır.
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
5-TAKVÂ-YI MUHAFAZA VE BİD’ATLARDAN UZAK DURMAK
1- «Nurun mesleği, hakikat ve sünnet-i seniye ve fe*raize dik*kat ve büyük günahlardan çekinmek esastır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 241)
2- «Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, iman*dan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esasla*rını düşündüm. Takvâ, menhi*yattan ve günahlardan içti*nab etmek ve amel-i salih, emir da*iresinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve se*fahet ve câzibedar he*vesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüç*haniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cere*yan dehşetlen*diği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtu*lur..
..Risale-i Nur şakirdlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tu*tup davranmak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 148)
3- «Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatı*nızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve gü*nahlardan çe*kinmekle muhafaza ediniz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 157)
4- «Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adam*ların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüt edi*yor, ne yapayım?”
Ben de dedim: “Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme Çünkü rivayet var: İmam-ı Şâfiî’nin (r.a.) dediği gibi, Haram-ı nazar, nisyan verir.”
Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i isti*ma*lâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfı*zasına zaaf gelir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 133)
5- «Suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve su*kut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır:
Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cena*zesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suret*lerine veyahut sağ ka*dınların küçük cena*zeleri hük*münde olan suretlerine hevesperve*râne bakmak, derin*den derine hissiyât-ı ul*viye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.» (Sözler sh: 410)
6- «Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahları*nın gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayet*ler vardır..
..Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük.
Ezcümle: Müteaddit o vücuhundan radyomla an*la*şıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon ke*bairi birden işler. Ve milyonlarla in*sanı dinlettirmekle günahlara sokar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)
7- «Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî ola*rak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz nama*zını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.» (Mektubat sh: 344)
8- « Yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur fa*kat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen gü*nahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şeha*detlik, dine zarar vere*cek bid’alara taraftar ol*maktır.» (Barla Lâhikası sh: 335)
9- «Beş farz namazını kılan ve yedi kebâiri terk eden zatları, şu manevî münasebet ve gö*rüş*mek neticesi ola*rak, âhiret kardeşliğine ka*bul ediyorum. Ben her sabah ma*nevî kazancım ne ise, o âhiret kardeşlerimin sahife-i a’mâline geçmek için Cenab-ı Hakkın dergâhına niyaz edip hediye ediyo*rum. Onlar dahi beni manevî hayratla*rına ve dualarına his*sedar etmelidirler—tâ hisselerini ka*zancımızdan alsın*lar.» (Barla Lâhikası sh: 269)
10- «Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukule, “Tarikat za*manı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Beş vakit namazını hak*kıyla edâ et namazın nihayetin*deki tesbihleri yap ittibâ-ı sünnet et yedi kebâiri iş*leme” der*sini vermiştir.» (Barla Lâhikası sh: 29)
11- «Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle gör*müş dört şahidi göste*remeyen bir insan, bir er*kek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir ci*nayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehir*lendi*rir bir hıyanettir.» (Barla Lâhikası sh: 267)
12- «Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil sure*tiyle değil, fa*kat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cere*yan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet‑i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muha*faza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdi*sâ*tın fetvalarıyla onlar terk edilmez.» (Kastamonu Lâhikası sh: 77)
13- «Sen o nefersin, senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebair ile takvan ve nefis ve şeytanla olan müca*heden ise harbindir. Senin yegâne gaye-i fıtratın da bu*dur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 467, Tercüme A. Badıllı)
Dahilde çıkan sinsi fitneye ve münafıkların ifsa*datına karşı bir ikaz:
14- «Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâh*sız o düş*manla geçinebilir. Fakat düşman kale içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silâhlan*mak, zırh giy*mek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat etmek lâzımdır. Ta ki hayat-ı ebedî*sini hafi darbelerden kurtara*bilsin.
Ey kardeş! Zırh ve silâh, namaz ve takvadır. Kur’ân’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni al*datmasın. Şu zamanın gafil sarhoş*ları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dün*yaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi din*lemeye müsait değil.» (Nurun İlk Kapısı sh: 143)
15- «Risale-i Nur şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i sa*adet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşün*düm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen gü*nah*lara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, ne*cat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mu*kabil ihtar edildi ki:
Risale-i Nur’un hakikî ve sâdık şakirdlerinin mâ*beyn*lerin*deki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mâl-i uh*reviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakird, bir dille değil, belki kardeş*leri adedince dil*lerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraf*tan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, hâlis, ha*kikî, müttakî bir şakird dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, ne*cata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hiz*met ve takvâ ve içtinab-ı kebâir de*recesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük ka*zancı ka*çırmamak için, takvâda, ihlâsta, sa*da*katte çalış*mak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 96)
16- «İman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders ver*diği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâ*inatın şe*hadetine istina*den kalben tasdik etmek ve elçi*leriyle gön*derdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet et*tiği vakit, kalben tevbe ve ne*damet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip is*tiğfar etmemek ve al*dırmamak, o iman*dan hissesi olma*dığına delildir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 203)
17- «Yarın seni zillet ve rezaletlere mâruz bırak*makla terk edecek olan dünyanın sefahetini bugün ke*mal-i izzet ve şe*refle terk edersen, pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü, o seni terk etmeden evvel sen onu terk edersen, hayrını alır, şer*rinden kurtulursun. Fakat vazi*yet mâkûse olursa, kaziye de mâkûse olur.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 188)
18- «İnsan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna naza*ran, dünyevî bir işte onda bir zarar ihtimali varsa içti*nap eder. Âhiret işi olursa, onda dokuz zarar ihtimali ol*duğu halde, içtinap etmez. İşte cehalet bu kadar olur!» (Mesnevî-i Nuriye sh: 147)
19- «Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı dini*yele*rinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve iç*ti*nab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesa*bına vazifedar sa*yılırlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 185)
20- «Üstadın iffet ve istikametteki hudutsuzluğu, bilmüşa*hede sabittir ve inkârı gayr-ı kabildir. Hayatı bo*yunca, hanımlarla konuşmaktan, nazarıyla dahi meşgul olmaktan şiddetle içtinap etmiştir. Bir mektubundan an*laşıldığı gibi, gençliğinde dahi iffet ve istikametin zirve-i müntehasında olduğu, onu yakın*dan tanıyan ve hayatına âşinâ olanların müşahedele*riyle sabittir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 464)
NETİCE: Yukarıdaki kısmen ve kısaca alınmış parça*ların sarih beyanları, Risale-i Nurda takva ve iç*tinab-ı kebair bir esas ve şart olduğunu gösterir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Meslek Düsturlarının Değişmezliği Esasının sonuna bakınız. (Hazırlayanlar)
[2] Nahl Sûresi, 16:103.
[3] “Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar.” Bu*harî, Enbiyâ: 6; Menâkıb: 25; Meğâzî: 61; Fedâilü’l-Kur’*ân: 36; Edeb: 95; Tevhid: 23, 57; İstitâbe: 95; Müslim, Ze*kât: 142-144, 147, 148, 154, 156, 159; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Tirmizî, Fiten: 24; Nesâî, Zekât: 79, Tahrîm: 26; İbni Mâce, Mukaddime: 12; Muvattâ’, Messü’l-Kur’ân: 10; Müsned, 1:88, 3:5, 4:145, 5:42. (Hazırlayanlar)
[4] Müslim, Cum'a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Ne*sâî, Î'deyn: 22; İbn-i Mâce, Mukaddime: 6, 7; Dârimî, Mukaddime: 16, 23; Müsned, 3:310, 371, 4: 126, 127.
[5] Mâide Sûre*si, 5:3.
[6] el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:244; Müsned, 3:31, 33, 82; İbni Hibban, Sahih, 9:46, no. 6898.
[7] Hûd Sûresi, 11:113.
[8] Hûd Sûresi, 11:112.
[9] Şuarâ Sûresi, 26:84
[10] Zümer Sûresi, 39:2-3.
(*) Madem muhatablar içine Nurcular girdiler. Sıdk kelimesine ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd gibi kelimeler ilave olur. (Bediüzzaman)
[11] Yu*nus Sûresi, 10:72; Hûd Sûresi, 11:29; Sebe’ Sûresi, 34:47.
(*) İnsanın his, niyet ve düşünce gibi görünmeyen iç dünyasının bazı fiilî tezahürleri vardır. Görünen bu tezahürlerle görünmeyen içteki ahvale intikal edilir. «Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtın*dan çıkar.» (Hutbe-i Şamiye sh: 77) ifadesiyle nazara verilen ölçüye göre bazı parağrafları ele alacağız.
Mesela 74. p. da: Dine tabi olmayan iktidar sahiblerinin maaş ve vaiz-i umumî yapmak gibi tekliflerini kabul etmek;
75. p. da: Şer cereyanının hakimiyeti içinde siyasete girmek;
76, 85, 86. p. larda: Manevî hizmet ehlinin diplomatlarla hizmet beraberliğine girmeleri;
77, 78. p. da: Maddî - manevî mertebelerden kaçmamak;
79. p. da : Hizmette rekabet yapmak;
88, 89. p. da: Kendini makam sahibi göstermek tavırları takınmak;
94. p. da : Hizmet ehlinin maddi menfaat için insanlara el açması gibi durumlar ve hareketler, ihlas sırrına aykırı düşen fiilî tezahürleridir. (Hazırlayanlar)
[12] En’âm Sûresi, 6:59.
[13] Hûd Sûresi, 11:105.
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
6-İMAN KURTARMA HİZMETİ ESASI
Risale-i Nur mesleğinde, iman kurtarma hizmeti en birinci vazife ve esastır. Evet iman, sonsuz bir sa*adeti netice verdiği için kıymeti de sonsuzdur. İmandan başka hiçbir şey iman gibi sonsuz değere sahib değildir. O halde iman kur*tarma hizmetinin değerine de başka bir şey eşde*ğerde ola*maz ve bu hizmet hiçbir şeye vesile ve alet edil*mez.
Bediüzzaman Hazretleri iki has ve hâlis talebesinin iman hizmetindeki gayretlerine ve bu hizmeti esas gaye yap*mala*rına dikkat çekip teşvik eden mektubunda diyor ki:
1- «Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet; bili*yorlar. Dünya hayatının ne*tice-i hakikiyesinin ve dünyaya gel*mekteki vazife-i fıtriyelerinin en mü*himi, hakaik-i ima*niyeye hizmet olduğunu telâkkileri*dir.» (Barla Lâhikası sh: 21)
2- «Ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gay*reti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şü*behat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi et*mek iştiyakı, yüksek bir derece-i şef*katte hissetmeleridir.» (Barla Lâhikası sh: 22)
3- «Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemin*deki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dün*yevî merak âver me*se*lelere bakıp, vazife-i bâki*yenizde fütur getir*meyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz kuvve-i mâneviyeniz kı*rılmasın.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 43)
Bediüzzaman Hazretleri iman hizmetini maddî-manevî ve meşru hiçbir menfaatın te’siri olmadan fıtrî ubudi*yet ile, rıza-yı ilâhiyi tazammun eden emr-i ilâhî ol*duğu için yap*mayı esas alır ve bu hâlisiyete tekraren teşvik edip der ki:
4- «Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gös*terildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan ha*kaik-i imani*yeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiya*cında olanlara tesirli bir su*rette bildirmek bu keşmekeş dünyasında imanı kurtara*cak ve muannidlere kat’î ka*naat vere*cek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı da*lâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 79)
İşte bunun bir vesilesi olarak menfî siyaset-i ha*zı*radan icti*nab eder.
5- Evet, «En mühim, en lüzumlu, en saf ve en ha*ki*katli olan hizmet-i iman ve Kur’ân için şiddetle si*ya*setten kaçıyor.» (Mektubat sh: 62)
6- «Eğer Risale-i Nuru tenkid fikriyle tet*kik eden ad*liye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idamla mahkûm etseler, şahit olunuz, ben hak*kımı onlara helâl ediyorum. Çünkü biz hizmetkâ*rız. Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvet*lendi*rip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeye*rek yap*maya mükel*lefiz.” (Şualar sh: 393)
İman hizmeti yolunda çekilen hapishane ve sair me*şakkat*lerin ilahî cihet*ten yapılan imtihanın şehadet*name*sini almaya vesile olduğunu müjdeleyen Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
7- «Vazifemiz olan hizmet-i imaniyeyi ih*lâsla yap*maya çalışmalı, vazife-i İlâhiye olan mu*vaffakiyet ve hayırlı ne*ticeleri vermek cihetine karış*mamalı*yız. deyip bu çile*hanedeki sıkıntı*lara sabır içinde şükretmeliyiz. Amelimizin makbu*liyetine bir alâ*met ve kudsî mücahedemizin imti*ha*nında tam bir şeha*detnâme almamıza bir emâredir bilme*liyiz.» (Şualar sh: 482)
8- «Ehl-i vukufun hocaları, tam dikkatle Siracü’n-Nur’u okumaya mecbur oluyorlar. Hem bu sırada çık*mamızla, bir iki cihetle hizmet-i imaniye*mize bir nok*san gelmek ihti*mali var. Ben sizler*den şahsen çok ziyade sıkıntı çektiğim halde çıkmak is*temiyorum. Siz de müm*kün olduğu kadar sabır ve ta*hammüle ve bu tarz-ı hayata alışmaya ve Nurları yaz*mak ve oku*maktan teselli ve fe*rah bulmaya çalışınız.» (Şualar sh: 515)
Hizmet-i imaniye herşeye tercih edilmelidir:
9- «Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde bu za*manda bin*ler tahribatçılara mukabil yüz binler tami*ratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal yüzer kâtip ve yar*dımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare tak*dirle ve teşvikle yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hiz*met-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için ha*yat-ı fâniyenin meşgale*lerine ve faydalarına tercih etmek ehl-i imana vâcip iken...» (Şualar sh: 680) ..diyerek hizmet-i imaniyenin herşeyin üs*tünde bir esas gaye olduğunu bildirir.
10- «Cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat dört ay müte*madiyen Risale-i Nur’un elli altmış şakirdleri içinde celbkârâne sohbet ettiği halde, yalnız birtek şa*kirdi mu*vakkaten kendine çeke*bildi. Mütebakisi, o cazi*bedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.
O şakirdlerin gayet keskin kalb ve basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risale-i Nur’a hizmet ise, imanı kur*tarıyor ta*rikat ve şeyhlik ise, velâyet mer*tebeleri kazan*dırıyor. Bir adamın imanını kurtar*mak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkar*maktan daha mühim ve daha se*vaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı baki*yeyi temin eder. Velâyet ise, mü’minin Cennetini ge*nişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on ne*feri paşa yap*maktan ne kadar yüksek ise, bir ada*mın imanını kurtar*mak, on adamı velî yapmaktan daha se*vaplı bir hizmettir.
İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalb*leri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arka*daşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müc*tehidlere dahi tercih ettiler.
Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, “Seni on günde velâyet derecesine çıkaraca*ğım” dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına git*sen, Isparta kahramanlarına arka*daş olamazsın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 83)
11- «Benim eskiden beri tekrar ettiğim bir dâ*vâm—ki, Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, hiz*met-i imaniyeyi herşeyin fevkinde görür kutbi*yet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 251)
12- «Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannid*lere karşı gali*bâne mukavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesin*den ve doğrudan doğruya saadet-i ebe*diyeye bakmasından ve hiz*met-i imaniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarika*tın ehemmiyet verdikleri keşif ve kerâmât-ı şah*siyeye ehemmiyet vermemekten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sır*rıyla, yalnız iman nurla*rını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmak*tır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 263)
13- «Bu zamanda herşeyin fevkinde hiz*met-i ima*niye en ehemmiyetli bir vazifedir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)
14- «Üstad, muhtelif istidatta olan her ziyaretçi*nin derece-i fehim ve idrakine göre konuşur, nazarları Risale-i Nur’a ve hiz*met-i imaniyeye çevirir, Risale-i Nur hakikat*leriyle imana hizmetin bu millete maddeten ve mânen en büyük menfa*atleri te*min edeceğini dâvâ ve izah ederdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 462)
15-«Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kur*tarmak değil belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devamla olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 202)
16- Bediüzzaman Hazretleri iman hizmetini esas alan, «Risale-i Nur hizmetini herşeye tercih eder, Risale-i Nur’a ait, yetişecek acele bir iş zamanında diğer meşguli*yetlerini bırakır, evvelâ o işi tamamlardı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 168)
17- Zaman iman kurtarma zamanıdır. Çünkü: «Bu za*man, eski za*man gibi değildir. Eski zamanda imânı kur*taran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmânsızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise, şimdi yüze çık*mış. İşte, böyle bir za*manda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim.» (Sözler sh: 760)
18- «Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniye ise, en mü*him iba*det olan ibadet-i tefekküriye nev’indendir. Şu za*manda en mü*him vazife, imana hizmet*tir. İman saâdet-i ebediyenin anah*tarıdır.» (Barla Lâhikası sh: 328)
19- «Bu zaman, imanı kurtarmak zamanı*dır. Seyr-i sülûk-ü kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’a*lar zamanında çok müşkilât bulunduğundan, Nur da*iresi hakikat mesle*ğinde gidip, tarikatlerin faydasını temin eder.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 242)
20- «Risale-i Nur’un gaye ve maksadı ta*mamen uh*revî ve rıza-yı İlâhî dairesinde imana hizmet etmek ol*duğundan, netice verdiği sair dünyevî iyilikler dolayısıyla, hayat-ı içtimaiyeye ait bir faydasıdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 197)
21- «Risale-i Nur öyle câzibedar bir eserdir ki Risale-i Nur’la Kur’ân’a ve imana hizmet et*menin kudsiyet ve büyüklüğünü anladıkça, dünyada iken sizleri Cennete dâvet etseler, böyle mukaddes bir vazifeyi, böyle ulvî bir sa*adeti şimdi bırakıp gitmek istemeyeceksiniz. İmân cihe*tiyle ve imânı kurtarmak dâvâsına hizmet et*mek ga*yesiyle dünya*nın bir mânevi cennet hükmünde olduğunu hissedeceksiniz.
Risale-i Nur’a çalışanlar, imân ve İslâmiyet hizmeti uğrunda öyle bir feragat ve fedakârlığa sahip olmuşlar ki, onlarda men*faat-i şahsiye denilen âdi ve bayağı mak*satlar yer bulamamış ve tutunamamıştır. Zira Nur tale*be*le*rinde en birinci maksat ve en büyük gaye rıza-i İlâhîdir.» (Gençlik Rehberi sh: 251)
22- «Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsıl*mayan bu samimî din*darlar ve ciddî Müslümanlar eğer herbiri bir velî, hattâ bir kutup görünse, benim naza*rımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az zi*yadeleşti*recek ve eğer birer âmî ve âdi görünse, şimdi ver*diğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar ver*dim. Çünkü böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir.» (Şualar sh: 307)
23- «Eskiden beri, “İman kurtarmak zama*nıdır” de*diğimiz ve ihtiyarım olmadan tek*rarla erkân-ı imani*yeye dâir burhanlardan tahşidat-ı azîmeyi yaptığımız çok haklı ve lü*zumlu oldu*ğunu zaman gösterdi. Size, bir ay ev*vel mânevî bir muhaverede Risale-i Nur’un azîm tahşida*tına dair gayptan gelen bir cevabı yazmıştım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 34)
24- «Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehli*kesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bo*zulması ve imanın zede*lenmesidir. Bunun çare-i yegâ*nesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah et*mez.» (Lem’alar sh: 104)
Bir şeyhin itirazını, hikmet-i İlâhiye nazariyle tefsir ederek, hizmet ehli*nin, geniş siyaset-i İslâm da*irelerine el atmamaları için kaderin himayetkâr mü*daha*lesi olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri yazısı*nın bir kısmında diyor ki:
25- «Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ih*ti*mali izale etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümit*lerini tâdil etmek için, en zi*yade öyle cihetlerde yardım ve ilti*haka koşacak olan ulemadan ve sâdâttan ve me*şayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini mu*arız çıkardı, o if*ratı tâdil edip adalet etti. “Size, kâinatın en bü*yük mese*lesi olan iman hizmeti yeter” diye, bizi mer*hamet*kârâne o hadiseye mahkûm eyledi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 193)
Taklidî imanın mukavemet edemediği ahirzaman fit*nesi ce*reyanına karşı Risale-i Nur ve onun hâlis ve sâdık ta*le*belerinin çâre olduğunu nazara veren Bediüzzaman Hz.nin yazdığı mektu*bun bir kısmında deniliyor ki:
26- «Bu .âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fit*ne*lerin savletinden mü’minlerin imanlarını kur*tarması nokta*sından, Risale-i Nur öyle bir ehemmi*yet kesb etmiş ki Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat et*miş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona be*şa*ret vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (r.a.) kerametkârâne on*dan haber verip ter*cümanını teşci etmiş.
Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzak*laş*mış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücu*muna mukavemet etti*re*cek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazi*feyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herke*sin anlaya*cağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imani*yenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhan*larla ispat ederek, o iman-ı tahkik*îyi taşıyan hâlis ve sâdık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şe*hir*lerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli ku*tup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i isti*nadı ola*rak, bilinmedikleri ve gö*rünmedikleri ve görü*şülmedik*leri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalble*rine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret ve*riyorlar.» (Mektubat sh: 466)
Aynı mevzuda şu beyanlar da sarihtir:
27- «Ben dünyanın hâlini bilmiyorum, fakat Avrupa’da isti*lâkârane hükmeden ve edyân-ı semâvi*yeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi, âlem-i İslâm’ın ve Asya kıt’asının hâl-i hazırdaki itiraz ve itti*hamını izâle ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir.
Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk ak*lını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neş*retme*leri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.
Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuv*vetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olma*saydı bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sadme*lerden tam muhafaza edebilir miydi?» (Mektubat sh: 482)
28- «Evet, evvelâ başta cümlesi, ma*kam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o ta*rihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada mu*arız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir ka*nun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete dö*ner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kı*lıcıyla ola*cak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve ha*kikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bur*hanları izhar edip tebyin ve tebey*yün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gös*terir.» (Şualar sh: 271)
29- «Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek; pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü*’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki, şuur*suz olarak avâm-ı mü’minîn ve iman-ı tahkikî sa*hibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâ*neviyeleri kı*rılmaz dalâletlere karşı dayanırlar. İşte şöyle bir derste bulundu*ğunuz için Cenab-ı Hakka şük*retmelisi*niz.» (Barla Lâhikası sh: 250)
30- «Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı hakikatiyle ve i’câ*zının tılsı*mıyla, benim ve Risale-i Nur’un prog*ramımız ve mes*leğimiz ve bilfiil semeresini gördüğü*müz ve çalış*tığımız ve gaye-i hareke*timiz ve hede*fimiz, ölü*mün idam-ı ebedîsinden iman-ı tah*kikî ile bi*çareleri kurtarmak ve bu mübarek mil*leti de her nevi anarşilikten muhafaza et*mektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 28)
31- «Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâ*tın üç vazi*fesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymet*tarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtar*mak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâ*mihâ Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam ve Osman‑ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta için*dir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mâ*nevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9)
32- «Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam se*ninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kır*mızı koyunlardan daha hayırlıdır.”[1] “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.”[2]» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 104)
33- «İmânın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lakayt*lıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki şimdi en mühim iş, taklidî imânı tah*kikî imâna çevire*rek imânı kuvvet*lendirmek*tir, imânı takviye etmektir imânı kurtarmak*tır. Herşeyden ziyade imânın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir za*ruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet ha*line gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyle*dir.» (Sözler sh: 749)
34- «Böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmi*yetli, en birinci vazife imanı kurtar*mak olduğundan, bu zamana ve bu seneye bakan be*şâ*ret-i Kur’âniye ve [3] [4] âyetlerin müjdesi en büyük bir fütuhat suretinde Risaletü’n-Nur’un mânevî fütuhat-ı imaniyesini gösteriyor.
Evet, bir adamın imanı, ebedî ve dünya ka*dar bir mülk-ü bâkinin anahtarı ve nurudur. Öyleyse, imanı teh*likeye mâruz her adama, bü*tün küre-i arzın saltana*tın*dan daha faydalı bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risaletü’n-Nur, elbette bu âyetlerin, bu asırda, bu beşa*ret*lerinin kastî bir medâr-ı nazarlarıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 22)
35- «En muazzamı iman hakikatleri olduğundan, bu hakaik-i imaniye-i Kur’âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’ân’ın hakikatleri, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarını indir*memek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kur*tar*mak hiz*metini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sâdık talebeleri, gayet şiddet-i nefretle siyasetten kaçıyor*lar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 146)
36- «Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en zi*yade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hasta*lıklara müptelâ olsam ve zah*metler çeksem, yine bu mil*letin imanına ve saade*tine hizmet için burada kalmaya Kur’ân’dan al*dığım dersle karar verdim ve vermişiz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 195)
37- «Şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cep*hesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldırmala*rın*dan ve çokları ısırma*larından, ehl-i imanı kur*tar*mak mecburi*yeti Kur’ân’ın emriyle varken, bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyte gelen dehşetli zulümleri temâşâ etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i mâneviyeyi kırıp ruhuma azap azap üs*tüne gelmek*tir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 209)
38- «Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her*şey*den evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.... Şimdi hakikat-i hal böyle ol*duğu halde, en bi*rinci va*zifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kur*tarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hida*yet edici, irşad edici mânâsının tam sara*hatini ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi ta*ma*mıyla Risale-i Nur’da gördük*lerinden, ikinci ve üçüncü vazi*feler buna nisbeten ikinci ve üçüncü de*re*cedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı ola*rak bir nevi Mehdî telâkki ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)
39- «Risale-i Nur imanı kurtarması cihe*tiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkıye ve ebediyeyi imanla kur*ta*rıyor. Bir milyon tale*besi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebedi*yesini te*mine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâ*niye-i dün*yeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kablelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 112)
40- «Madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aley*hinde te*raküm eden Avrupa feylesoflarının itiraz*ları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir sa*adet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan er*kân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlen*dirmeliyiz.» (Şualar sh: 166)
41- «Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, ima*nını kurtarmaktır, başkaların ima*nına kuvvet vere*cek bir surette çalışmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 62)
42- «Biçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyor*lar değil belki derd‑i maişet veyahut o heyet-i ulema*daki bü*yük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak derecesin*de*dir zannıyla lâkayt kalıp, ruh*satla amel et*meye kendine fetva buluyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 214)
43- «Kur’ân-ı Hakîmin işârât-ı gaybiyesi ile, kah*ra*man Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtara*cak bir mucize-i Kur’âniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi inti*şara başlamış. Ve on altı sene evvel 600 bin adamın imanını kurtar*dığı gibi, şimdi mil*yonlardan geçtiği sabit olmuş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 245)
44- «Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtar*mak yolunda dünyamı da feda ettim, âhi*retimi de.... Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin—adedini de bilmiyorum ya, öyle diyor*lar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha zi*yade—ima*nını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız ken*dimi kurtaracaktım fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşak*katlere tahammül ile bu kadar imanın kur*tulma*sına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd ol*sun.» (Tarihçe-i Hayat sh: 629)
45- «Hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bil*hassa kazâ ve kader rüknüne hayatın işaretine ve ism‑i Kayyûmun Birinci Şuâına herkesin fikri yetiş*mez, fakat hissesiz de kalmaz. Belki herhalde imanını kuv*vetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok az*îm*dir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade ol*ması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mesele-i imaniyenin inki*şafı, benim na*zarımda yüzler ezvak ve ke*rametlere müreccah*tır.» (Lem’alar sh: 340)
46- «Hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikat*lerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i mün*feritten kurtar*maktır.» (Şualar sh: 313)
47- «Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hak*kında zi*yade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyla*dır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatpe*rest insanların naza*rında zâ*hiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtima*iye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihet*leri daha ziyade ehemmiyetli gö*ründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 190)
48- «İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden bir*tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim in*dimde binler ezvak ve kerâ*mâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik‑i ima*niyenin inkişafı ve vuzu*hudur.”
Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükme*di*yor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemâl-i vuzuhla be*yan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden Sözler, velâ*yetten matlup olan netice*leri verebilirler.» (Mektubat sh: 355)
49- «Eğer Ankara’ya gönderilen Risale‑i Nur’un şid*detli to*katları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden ne*cat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim.» (Şualar sh: 289)
50- «Biz, Risale-i Nur vasıtasıyla en meşru bir ha*re*ket ve hizmet-i imaniye yüzünden altı yedi ay hayırlı bir sıkıntıdan neden şekvâ ediyoruz?” diyorlar. Ben de, “Bin Bârekâllah” onlara derim.
Evet, beş on sene hem imanını, hem başkala*rının iman*larını kurtarmak niyetiyle zevkli, tatlı, hayırlı, kudsî bir hizmet ve yüksek bir ubudiyet-i fikriye yü*zünden beş on ay zahmet çekmek, medar-ı şükür ve ifti*hardır.
Bir hadiste ferman etmiş ki: “Birtek adam se*ninle hidâ*yete gelse, sahrâ dolusu kırmızı ko*yun, keçilerden daha hayırlıdır.”[5] İşte burada, mahkemede ve Ankara’da, sizlerin ya*zılarınız ve hiz*metleriniz vasıta*sıyla ne kadar insanlar iman*larını dehşetli şüphelerden kurtardığını ve kur*ta*racağını düşününüz, sabır içinde kemâl-i rıza ile şükrediniz.» (Şualar sh: 336)
51- «Bu âyette işaret ve beşaret‑i Kur’âniyede ifade eder ki, ‘Risale‑i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecek*ler’ diye müjde veriyor*lar.» (Şualar sh: 336)
52- «Çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dün*ye*viyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur’un şim*diye ka*dar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin sav*letlerini kırması ve yüz binler biçarelerin iman*la*rını kurtarması ve her*biri yüze ve bine mukabil yü*zer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ih*barını aynen tasdik etmiş ve vu*ku*atla ispat etmiş ve ediyor, inşaal*lah daha edecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)
53- «Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rıza-yı İlâhiyeden başka hiçbir maksada vesile olamadı*ğını ve doğrudan doğruya herşeyden evvel iman haki*katlerini ders vermek ve biçare zayıfların ve şüp*heye düşenlerin imanlarını kurtarmak oldu*ğunu, elbette sizin gibi nurun has şakirdleri biliyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)
54- «Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbanî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, ha*kaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin tak*viyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediye*nin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şeka*vet-i ebedi*yeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez fa*kat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat mey*vesiz yaşayabilir. Tasavvuf mey*vedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk gün*den tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı ha*kaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bu*lunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait ya*zı*lan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulü*matın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hay*rete düşenler için en doğru bir rehber ol*duğu itikadın*dayım.» (Mektubat sh: 23)
55- «[6] (ev kemâ kàl). Yani, “Bid’aların ve dalâletlerin istilâsı zama*nında Sünnet-i Seniyyeye ve hakikat-i Kur’âniyeye te*messük edip hizmet eden, yüz şehid seva*bını kazanabi*lir.”
Ey tembellik damarıyla yazıdan usanan ve ey suf*î*meşrep kar*deşler! Bu iki hadisin mecmuu gösterir ki, böyle zamanda ha*kaik-i imaniyeye ve esrar-ı Şeriat ve Sünnet-i Seniyyeye hizmet eden mü*ba*rek, hâlis kalem*lerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeplerin bir dir*hemi, şühedanın yüz dirhem kanı hük*münde yevm-i mahşerde size fayda verebilir. Öyleyse onu kazanmaya çalışı*nız.» (Lem’alar sh: 167)
56- «Bugünlerde Rumuzat-ı Semaniyeye ait iki ri*sa*leyi ehemmiyetli talebelerle bir yere gönderdim. Yol ka*pandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalâa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir mak*sada giden bu tevafuklu yolda ne için sevk edil*meden perde indi, başka yolda sevk edildik, çalıştı*rıl*dık?”
Birden ihtar edildi ki: O gaybî esrarı açacak olan mes*lekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumî ihtiyaca medar ve her*kes bu zamanda ona şid*detle muhtaç ve İslâmiyetin temel taşları olan hakaik-i imaniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar ge*lecekti. En büyük ve en yüksek maksat olan hakaik-i imaniyeyi, ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi.» (Kastamonu Lâhikası sh: 112)
57- «Bir hakikatten, çok defa beyan ettiği gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:
Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu za*manda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dör*düncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken, şimdiki hâl-i âlem hayat-ı dünye*viyeyi, hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı si*yasiyeyi ve bil*hassa medeniyetin sefahet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı ilâhinin bir cilvesi olan Harb-i Umumînin tarafgirâne, damarları ve âsabları tehyîç edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imaniye*nin el*masları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek dere*cesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşı*la*mış ve aşılıyor ki, Risale-i Nur dairesi ha*ri*cinde bulunan ulema*lar, belki de velîler o siyasî ve iç*timaî hayatın rabıta*ları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanla*rın hükmüne tâbi olarak, hemfikri olan münafıkları se*ver. Kendine muhalif olan ehl-i hakikati, belki ehl-i ve*lâyeti tenkit ve adâvet eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o ce*reyanlara tâbi yaparlar.
İşte bu asrın bu acip tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cera*yanlarını o derece nazarım*dan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umumîyi bu dört ayda merak etme*dim, sormadım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 117)
58- «Risale-i Nur’un hizmet ettiği hakaik-i imaniye herşeyin fevkinde olduğu gibi, bu za*manda herşeyden zi*yade onlara ihtiyaç var. Fakat kalbini öldürmüş, nefsini heve*satla şımarmış mülhidler, imandaki hakikatın derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden, “Ehl-i diyanet ve ehl-i ilmi sevk eden, tah*rik eden makasıd-ı dünyeviye ve ihtiyaca*tıdır” diye it*ham ediyorlar. O ithama göre de pek insafsız*casına on*lara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri kat’î bir su*rette iskât etmek, bilfiil, maddeten öyle feda*kârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük za*rar*ları onların hakaik-i imaniye ihtiyaçlarını susturmu*yor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 230)
59- «Dahilde tarafgirâne adâvet ve münakaşalara vesile olan fürûatı değil, belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli mese*lesi olan erkân-ı imani*yeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslâmın esas ve rabıta-i uhuv*veti bulunan Kur’ân’ın ha*kaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara bul*durmaya hayatımı vakfettim.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 8)
60- «Biliniz ki, şu zamanda şu vazife-i ima*niye çok mü*himdir. Benim gibi zayıf, fikri çok cihet*lerle inkısam etmiş bir bi*çareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yar*dım etmeli.» (Barla Lâhikası sh: 138)
Mezkûr tercihli nakillerde açıkça görülüyor ki, Risale-i Nur’un ve Nurculuk hareketinin en birinci ve asıl vazifesi olan, hakaik-i imaniyeyi keşf ve neşr ile iman kurtarmak değişmez bir esastır.
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
7-CİDDİYET VE VAKAR ESASI
Ciddiyet, ağırbaşlılık, gayretlilik ve hürmetdeğer şahsi*yetli*lik*tir. Zıddı, iş ve vazi*fede gevşeklik ve ihmal*kârlık dav*ranış*larda lâüba*lilik ve hafifliktir. Lüzumsuz konuşmak ve gülmek, el ve dil şakaları yapmak, büyük küçük ara*sında âdab ve hürmet kaidelerin uymamak, cid*diyete aykırı hare*ketlerdendir.
Diğer bir mânâsıyla ciddiyet, bir kimsenin esas gaye edin*diği dâvasını ve vazi*fesini tam bir alâka ve gayretle ele alması, hassasi*yetle ve fedakârane takib etmesidir.
Ciddiyet, herkes için ehemmiyetli olmakla beraber, bir hiz*met cemaatine dahil olan hizmet ehli için daha çok ehem*miyetli*dir.
Ahlâk-ı Peygamberîden olan ciddiyet:
1- «Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, her*bir hâlidir. Evet, herbir hareketinde adem-i tereddüt ve mu*te*rizlere adem-i ilti*fat ve muarızlara adem‑i müba*lât ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, sıdkını ve cid*diye*tini gösteriyor. Hem de evamirinde hakikatın ru*huna olan isabeti, hakkıyyetini gösterir.
Elhasıl: Tahavvüf ve tereddüt ve telâş ve mübalât gibi hile ve adem-i vüsuku ve itminansızlığı imâ eden umurlardan müberrâ iken, bilâ perva ve kuvvet-i itmi*nanla en hatarlı makamlarda olan hareketi ve niha*yette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zî*hayat ka*ideleri harekâtıyla tesis ettiğine binaen, herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan, yani bidayet ve niha*yetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate arz-ı didar ediyor. Bahusus mecmu-u harekâtının imti*zacın*dan ciddiyet ve hakkıyet şule-i cev*vale gibi ve in’ikâsatından ve muvazenatından sıdk ve isa*bet, berk-i lâmi gibi tezahür ve tecellî ediyor.» (Muhakemat sh: 144)
2- «O zatın en yüksek derecede bulunan zühd ve takvâ ve ubudiyeti, şehadetleriyle mâlik olduğu kuvve-i imaniyeyle musad*daktır. Ve keza, siyer-i nebeviyenin şe*hadetiyle derece-i vüsûku ve kemal-i ciddiyet ve me*taneti ve bütün işlerinde ve harekâtında kuvve-i emni*yeti, hakka mütemessik ve hakikate sâlik oldu*ğunu tas*dik eden kat’î delillerdir.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 23)
3- «O zât-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korkusu var, ne teessürü... Hem samimî bir safa-i kalble, hâlis bir ciddiyetle, hasımlarının damarla*rına dokundur*mak üzere, akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzet*lerini kırıyor. Acaba böyle bir dâvâda, böyle bir ma*kamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye ka*rışmasına imkân var mıdır?» (Mesnevî-i Nuriye sh: 27)
4- «Vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-yı gà*li*yesi ve ke*mâl-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet it*minanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde tak*vâsı, fevkalâde ubudiyeti, fevka*lâde ciddiyeti, fevka*lâde metaneti, dâvâsında nihayet derecede sâdık oldu*ğunu gü*neş gibi âşikâre gösteriyor.» (Sözler sh: 236)
5- «Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nü*büv*veti, yalnız mucizâtına münhasır değildir. Belki, ehl‑i dik*kat için, hemen umum harekâtı ve ef’âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder.» (Mektubat sh: 90)
Hizmet ehlinde vazife ciddiyeti:
6- «Hizmet-i Kur’âniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlâhî ile nezaret eden ve himmet ve du*asıyla yardım eden Gavs-ı Âzamın bir nevi kerameti beyan edile*cek. Tâ ki, bu hizmet-i kudsi*yede bulunanlar, ciddiyetle*rinde, hizmet*lerinde sebat et*sinler.» (Lem’alar sh: 40)
7- «Hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli—tâ, ihlâsla, ciddi*yetle hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.
İşte, Hulûsi’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat ol*dular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit va*zife-i mâne*viyesindeki ciddiyete tam mânâ*sıyla sarıldı.» (Lem’alar sh: 42)
8- «Hulûsi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazıl*masına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazıl*ma*sına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı ol*ması*dır.» (Barla Lâhikası sh: 21)
9- «Kardeşimiz Hasan Âtıf, hakikaten Risale-i Nur’un hiz*me*tine pek çok lâyık ve müstaiddir. Müstesna hattıyla beraber ih*lâsı, irtibatı, alâkadar*lığı, cid*diyeti, sadakati dahi mü*kem*meldir. Cenab-ı Hak onun emsalini çoğaltsın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 128)
10- «Evet, azim ve sebâtınız ve ihlâs ve ciddi*ye*tiniz, ehl-i dünyayı mağlûp etmiş ve ediyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)
11- «Risale-i Nur şakirdlerinde fevkalâde bir sa*dakat ve sebat ve uhuvvet ve ihlâs ve kahramanlık var ki, bu acip zamanda binler esbab-ı fesat ve ifsat içinde vahdetle*rini ve ittifaklarını ve hizmette ciddi*yetlerini muhafaza ediyorlar.
Bu kadar fırtınalı hadiseler içinde Risale-i Nur’u mu*attal bı*rakmadınız, söndürmediniz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 243)
12- «Sizin gayret ve ciddiyetiniz ve yardı*mınız her sı*kıntıyı izale eder, daimî sürur verir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 25)
13- «Kur’ân-ı Hakîmin hizmeti esnasında ve ha*kaik-i imani*yenin dersi vaktinde, o hakaik hesabına ve Kur’ân şerefine, o ma*kamın iktiza ettiği izzet ve va*kar-i ilmiyeyi ders vaktinde muhafaza edip, ba*şımı ehl-i dalâlete eğ*me*mek için, o izzetli vazi*yeti mu*vakkaten takınıyorum.» (Lem’alar sh: 173)
14- «Üstadımız, gayet mütevazidir. Tefevvuk ve te*meyyüz dâ*irelerinden, şöhret sevdalarından ziyade*siyle sakınırlar. Kendilerine mahsus sâfi meşrebi, o gibi can sı*kacak şeylerden âlî*dir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuk*lara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuv*vet*kârane bir muamele‑i hâlisanede bulunur*lar. Mübarek yüzlerinde, mehâbet ve beşâşetle karı*şık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar-ı üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bu*lu*nurlar. Fakat bazan tecelli*yatın muktezası olarak me*hâ*bet ve celâl nazarı o derece teza*hür eder ki, artık o za*man yanında bulunup da söz söy*lemek isteyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek is*tediği anlaşılmaz.» (Tarihçe-i Hayat sh: 326)
Ciddiyet, güzel bir ahlâk-ı İslâmiyedir.
15- «Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyâdır.
Bir ülül’emr, makamında olursa ciddiyeti va*kardır, mahviyeti zillettir. Hanesinde bulunsa, mahviyeti tevazu, cid*diyeti kibirdir.» (Sözler sh: 724)
16- «Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate ya*pıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kal*kıp araya kizb girerse, rüz*gâr*lara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insan*lara oyuncak olur.» (İşarat-ül İ’caz sh: 107)
Ciddiyet sıfatı;na muhalif düşen lâübaliliğin, milletin hürmet ve itimadını sarsacağını Birinci Millet Meclisine ih*tar eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
17- «Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki lâkaytlığınızdan pek fazla istifade etti*ler ve edi*yor*lar. Hattâ diyebi*lirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar ve*ren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’mâle tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihatçılar o kadar harika azim ve sebat ve fedakârlıkla*rıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübâli*lik tavrını gösterdikleri için, dahildeki mil*let*ten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar din*deki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 100)
18- «Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtima*iyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göster*meleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vazi*yeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye ci*he*tinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 21)
19- «Ahlâk-ı âliyenin, hakikatin zeminiyle olan ra*bıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatla*rını idame eden ve imtizaçlarından tevellüd eden haysi*yete kuvvet ve*ren, heyet-i mecmuasına inti*zam veren yalnız sıdktır. Evet, şu ra*bıta olan sıdk ve ciddiyet kesil*diği anda o ahlâk‑ı âliye ku*rur ve hebâen gidiyor.» (Muhakemat sh: 145)
20- «Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı te*cavüz*lere ve nifak verici iftiralara ve insafsızca*sına intikam fikirle*rine ve şeytancasına muga*lâ*talara ve diyanette lâ*übâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o sa*adet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mut*lakanın mey*danı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını ter*cih ediyorum. Zira bu mim’*siz mede*niyette görmediğim hürri*yet-i fikir ve ser*besti-i ke*lâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hüküm*fer*ma*dır.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 46)
21- «Malûmdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âli*yenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, ha*sis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etme*yen yük*sek haller husule gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iş*tihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez.» (İşarat-ül İ’caz sh: 107)
22- «Risale-i Nur, gurur ve kibir ve hodfuruşluk ve zillet gibi, ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevâzu ve mah*vi*yet ve izzet ve va*kar gibi güzel ahlâklara sahip kı*lar.» (Sözler sh: 765)
İşte şu kısa ve tercihli kısımlarda görüldüğü üzere ve bil*hassa dinî hiz*mette ciddiyet ve vakara ehemmiyet ve*rili*yor ve sarahaten ve tekraren ve bir düstur olarak tesbit edi*liyor. Evet, lakaydâne ve lâûba*liyane halleri, hizmetin ma*nevî şahsiyeti ve izzeti kabul etmiyor.
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
8-İHTİLAF ÇIKARMAMAK, TESANÜD VE İTTİFAK ETMEK
Bu iki sual ve cevab re’y-i cumhuru esas almak; yani bütün müslümanları bağlayan şer’î hükümleri dinlemek ge*rektiğini aksi halde ihtilafın devamına se*be*biyet verile*ceğini beyan eder.
1- «S – Âlem-i İslâm ulemasının ortalarındaki müthiş ihtilâ*fata ne dersin? Reyin nedir?
C – Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya in*tizamı bo*zulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encü*men-i şûrâ nazarıyla ba*kıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cumhur budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclis*teki rey-i ekseriyetin nazîre*sidir. Rey-i cum*hurdan mâadâ olan akval, eğer hakikat ve mağz*dan hâli ve boş olmazsa istidâdâtın reylerine bırakılır. Tâ, herbir istidad, terbiye*sine münasip gördüğünü inti*hap etsin.» (Münazarat sh: 78)
2- «S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil edecek çare nedir?
C – Evvelâ: Müttefekun aleyh olan makasıd-ı âli*yeye nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı di*niyede umumumuz müttefik… Zaruriyat-ı diniye*den başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya ta*rik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsa*maz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tu*tulsa, aşk-ı haki*kat harekâtımızda hâkim olsa—ki za*man dahi pek çok yardım edi*yor—o ihtilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 83)
Bu adavet hissi fiile çıkartılmazsa zarar vermez:
3- «Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil fıtra*tımda adâ*vet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vaz*geçemiyorum.”
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösteril*mezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir neda*met, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin hak*sızlığı hak bilmesin, haklı has*mını haksızlıkla teş*hir etme*sin.
Câ-yı dikkat bir hadise: Bir zaman, bu garazkârâne ta*rafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasî*sine muhalif bir âlim-i salihi, tek*fir derece*sinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hür*metkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, Eûzü billâhi mine’ş-şey*tâni ve’s-si*yaseti dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasi*yeden çe*kildim.» (Mektubat sh: 268)
İhtilafların müsbet ve menfî cihetleri:
4- «Eğer denilse: “Hadiste, [7] denil*miş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.
“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim ha*vassın şer*rinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendi*sini kurtarır.
“Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden ha*kikat ta*mamıyla tezahür eder.”
Elcevap:
Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müs*bet ihti*lâf*tır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkâ*râne, adâvetkârâne birbiri*nin tahribine çalışmaktır—hadi*sin nazarında merduttur. Çünkü bir*bi*riyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak na*mına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garaz*kâ*râne, nefis he*sabına olan tarafgirlik, haksız*lara mel*cedir ki, on*lara nokta-i is*tinad teşkil eder. Çünkü, ga*razkârâne taraf*girlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şey*tana rahmet okuya*cak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona—hâşâ—lânet okuyacak dere*cede bir haksızlık gös*terecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat he*sabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta it*tifakla be*raber, vesâ*ilde ihtilâf eder. Hakikatin her kö*şesini izhar edip hakka ve haki*kate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i em*mâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarz*daki tesadüm-ü ef*kârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateş*leri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâ*zım ge*lirken, öylelerin ef*kârının küre-i arzda dahi nokta-i te*lâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan in*şikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şa*hittir.» (Mektubat sh: 268)
Hizmet dava edip ihtilaflara sebeb olanlar, sukut vah*şet ve hıyanet vasıf*ları ile tavsif edilip zecreden bir ikaz:
5- «Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağla*ta*cak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: “Haricî düşmanların zu*hur ve tehacümünde dahilî adâ*vetleri unutmak ve bı*rakmak” olan bir maslahat-ı içti*maiyeyi en bedevî kavim*ler dahi takdir edip yap*tık*ları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ eden*lere ne olmuş ki, birbiri ar*kasında tehacüm vazi*yetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutma*yıp düşmanların hü*cumuna zemin hazır edi*yorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vahşet*tir, hayat-ı iç*timaiye‑i İslâmiyeye bir hıyanettir.» (Mektubat sh: 269)
Adavetli ihtilaflara kapı açmak düşmana yardım olur:
6- «İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı te*cavüz va*ziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşman*lar olduğunu bi*lir misiniz? Birbiri içindeki da*ireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti al*maya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, on*ların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgir*lik ve adâvetkârâne inat, hiçbir ci*hetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve il*haddan tut, tâ ehl‑i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâ*ibine ka*dar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yet*miş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve si*perin ve kalen, uhuv*vet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahane*lerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf‑ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.» (Mektubat sh: 269)
İttifaktaki kuvveti düşünmeyenler, yani dâva adamı şu*urunda olmayanlar, ihtilafa düşerler:
7- «İşte, ehl-i hak, ittifaktaki hak kuvvetini düşün*medik*lerinden ve aramadıklarından, haksız ve muzır bir netice olan ihti*lâfa düşerler. Haksız ehl-i dalâ*let ise, ittifak*taki kuvveti, aczleri va*sıtasıyla hissettikle*rinden, gayet mühim bir vesile-i makasıd olan ittifakı elde etmişler. İşte, ehl-i hakkın bu haksız ihtilâf ma*ra*zının merhemi ve ilâcı, [8] âyetindeki şid*detli nehy-i İlâhî,
[9] âyetinde, hayat-ı içtimaiyece ga*yet hikmetli emr-i İlâhîyi düstur-u hareket etmek ve ih*tilâ*fın İslâmiyete ne de*rece zararlı olduğunu ve ehl-i da*lâletin ehl-i hakka galebesini ne derece teshil ettiğini dü*şünüp, kemâl-ı zaaf ve acz ile, o ehl-i hak*kın kafile*sine fedakâ*râne, samimâne iltihak etmektir, şahsiyetini unutmakla riyâ ve tasannudan kurtulup ihlâsı elde et*mektir.» (Lem’alar sh: 154)
Biribirinin kusurlarını görmeye çalışmak, İslâm dün*yasının kuvvetini dar*beleyen ihtilafa sebebiyet ve*rir:
8- «Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilâfa karşı birbirinizin ku*surunu görmeyerek, yekdi*ğe*rinizin ayı*bına karşı gözünüzü yumunuz. [10] edeb-i Furkanî ile edepleniniz. Ve haricî düşmanın hücu*munda dahilî münakaşâtı terk et*mek ve ehl-i hakkı su*kuttan ve zilletten kur*tar*mayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhre*viye telâkki edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve te*avünü yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir su*rette meslektaşlarınızla ve dindaşla*rınızla it*tifak ediniz, yani, ihtilâfa düşmeyiniz. “Böyle küçük me*seleler için kıymet*tar vaktimi sarf et*mektense, o çok kıy*metli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf ede*ceğim” deyip çekilerek ittifakı zayıflaş*tırmayı*nız.» (Lem’alar sh: 155)
İttifak zarurîdir:
9- «Bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimle*rinin itti*fakına ve münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik te*ferruattaki ihtilâfı bırak*maya ve medar-ı mü*nakaşa etme*meye mecburuz.» (Şualar sh: 403)
Nur Talebelerinin arasına ihtilaf sokma planına karşı ikaz:
10- «Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlâsın düsturlarını ve hakikî ihlâsın sırrını mâ*beynimizde ve birbirimize karşı istimal etmek, vü*cup de*recesine gelmiş. Kat’î ha*ber aldım ki, üç aydan beri bura*daki has kardeşleri birbirine karşı meşrep veya fikir ihti*lafıyla bir soğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş. Hem metin Nurcuları usandır*makla sarsmak ve nazik ve tahammülsüzleri evham*landırmak ve hizmet‑i Nuriyeden vazgeçirmek için se*bepsiz mahkememizi uzatıyorlar. Sakın, sakın! Şimdiye kadar mâbeyninizdeki fedakârâne uhuvvet ve sami*mâne muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize bü*yük zarar olur.» (Şualar sh: 500)
İhtilaflar, ihlas düsturlarına riayetsizliğin netice*si*dir:
11- «Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten mu*hafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her va*kit göz önünüzde bu*lundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 236)
Teferruata bakan ihtilafları bırakmamak, İslâm düş*manları lehine netice verir:
12- «Madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet ih*tilâfdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var elbette bu müthiş düş*mana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilâf münakaşa*ların kapısını açmamak gerektir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 204)
Dinsizlik cereyanı, Nurcular arasında biribirine su-i zan verdirmekle ifsad etme peşindedir:
13- «Kardeşlerim, sizin zekâvetiniz ve tedbiriniz, benim tesa*nüdünüz hakkında nasihatime ihtiyaç bırak*mı*yor. Fakat bu âhirde hissettim ki, Risale‑i Nur şakird*lerinin tesanüdlerine zarar ver*mek için birbirinin hak*kında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbi*rini itham etsin. Belki “Filân ta*lebe bize casusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtma*yınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyi*niz. Zaten sırrımız yok fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik edi*yor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.
Sizin, hususan Isparta medresesindeki tesanüdü*nüz, hem Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, hem bu mem*leketin yüzünü ak etmiş. Ve her tarafta Risale-i Nur’a çalıştıran ehemmiyetli bir sebep, tesanü*dünüz*dür ve şevk ve gay*retinizdir. Cenab-ı Hak, siz*leri bu hizmet-i imaniyede dâim ve muvaffak eylesin. Âmin, âmin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 108)
Şer’îatın temel kitabları dairesinde olmak şartiyle mevcud farklı anlayış*lara hak tanımak gerekirken, ena*niyet tarafgirliği ile ihtilafa gitmenin mes’uliyeti var:
14- «Sebeb-i ihtilaf-ı muzır, “Bu haktır” düs*turu ye*rine “Yalnız hak budur” ve “En güzeli budur” hükmü ye*rine, “Güzeli budur” hükmü ikame edilmiş*tir.
El-hûbbu fillah esas-ı merhamet-kârı yerine, el-buğzu fillah ikame edilmiştir. Kendi mesleğinin mu*hab*beti yerine, başka mes*lekten nefret harekâtında hâ*kim kı*lınmıştır. Hakikate muhabbet yerine, ene taraf*gir*liği mü*dahale etmiştir. Vesail ve delâil, makasıd ve gàyât yerine ikame edilmiştir. Halbuki, fasit bir delil ile, hak bir netice zihinde ikame edilir bâtıl bir vesile ile hak bir gaye, fikirde tespit edilir. Madem gaye ve maksat haktır delil ve vesi*lelerdeki fesat, böyle inşikak-ı kulûba sebebiyet verme*meli.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 74)
Hakkın, faziletin ve dinin ehemmiyetli neticeleri:
15- «Hakkın şe’ni ise ittifaktır. Faziletin şe*’ni, tesa*nüddür. Teavünün şe’ni, birbirinin imda*dına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizap*tır.» (Sözler sh: 408)
Şahsî kusurat sebebiyle mü’mine adavet eden, iman ve İslâmiyet sıfatla*rına değer vermeyen akılsız, insafsız ve zâ*lim durumuna düşüleceği hakkında bir ikaz:
16- «Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kar*de*şine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsız*lık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok ev*sâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü*’mine karşı adâ*vete sebebiyet veren ve âdi taşlar hük*münde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih et*mek, o derece in*safsızlık ve akılsızlık ve pek bü*yük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlar*sın.» (Mektubat sh: 263)
17- «Adalet-i mahzâyı ifade eden
[11] sırrına göre, bir mü’minde bu*lu*nan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sı*fatlarını mah*kûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bahusus bir mü’mi*nin fena bir sıfa*tından darılıp, kü*süp, o mü’minin akraba*sına adâvetini teşmil et*mek, [12] sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm etti*ğini, hakikat ve şeriat ve hik*met-i İslâmiye sana ih*tar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?» (Mektubat sh: 264)
18- «Acaba birgün adâvete değmeyen birşeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf ka*bul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?
Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fena*lığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıka*rıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edece*ğini beklemek.
Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya gör*mek isteme*diğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en se*lâ*metli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenap*lıkla mukabele etsen, zu*lüm*den ve za*rardan kurtulur*sun. Yoksa, sarhoş ve di*vane olan ve şişe*leri ve buz parçalarını elmas fiya*tıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mu*kabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoş*luk*tur, bir nevi divaneliktir.» (Mektubat sh: 266)
Ehl-i hakla, yani şeriat dairesinde olanlarla ittifak edip bir cemaat olmanın lüzumu:
19- «Ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı oldu*ğunu düşünmekle,
Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat su*re*tindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâ*sıyla hücumu zama*nında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü an*layıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çı*karıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek...» (Lem’alar sh: 151)
20- «Dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mânevi*yeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve it*tihad-ı hakikîye muhta*cız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr‑ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve itti*fak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verse*ler, o va*kit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıy*metinde ol*duğu gibi, ha*kikî sırr-ı ihlâs ile, on altı feda*kâr kar*deşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geç*tiğine, pek çok vu*kuat-ı tari*hiye şehadet edi*yor.
Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir itti*fakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulak*larıyla da işitebi*lir. Güya on hakikî müttehid adamın her*biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünü*yor, yirmi ku*lakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.HAŞİYE » (Lem’alar sh: 161)
21- «Hem mûcib-i taaccüp, hem medâr-ı teessüf*tür ki, ehl-i hak ve hakikat ittifaktaki fevkalâde kuvveti ih*ti*lâfla zayi ettikleri halde, ehl-i nifak ve ehl-i dalâlet, meşrep*lerine zıt olduğu halde itti*faktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikatı mağlûp ediyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 143)
22- «Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risalesini mâbeyninizde bera*ber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve me*tanet ve tesanüd ve itti*fa*kınız, bu memlekete medâr-ı ifti*har olacak ve istikbalini kurtara*cak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü boz*ma*sın.» (Kastamonu Lâhikası sh: 223)
23- «Risale-i Nur’un İhlâs Lem’alarında denildiği gibi, şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın din*dar ruhânîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek ge*rektir. Çünkü küfr-ü mutlak hü*cum ediyor. Senin, hami*yet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanız*dan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen mace*rayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi ka*fasıyla konuşmamış eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lü*zumsuz münakaşa ile söy*lemiş. Bilirsin ki, büyük bir ha*sene ve iyilik, çok günahlara kefaret olur.
Evet, o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nura ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatâ*sını affettirir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 206)
24- «S – Belki birbirleriyle adâvetleri, birbi*rin*den gör*dükleri nâmeşrû bazı ef’al içindir?
C – Acaba ne cihetle, ne insafla, ne suretle, Subhan Dağı ka*dar ağır ve büyük olan iman ve İslâmiyet ve in*saniyet ve cinsi*yet sebebiyle hasıl olan muhabbet, şöyle çocuğun bahanesiyle bazı nâmeşrû harekât vesile*sinden mütehassıl olan adâvete karşı hafif ve mağlûp olmuştur? Evet, muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve in*sa*niyet, Cebel-i Uhud gibidir. Adâveti intaç eden esbab, bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti adâvete mağ*lûp et*tiren adam, na*zar-ı hakikatte Cebel-i Uhudu bir çakıl ta*şından aşağı derecesine indirmek kadar ahma*kane hareket etmiştir. Adâvetle muhab*bet, ziya ile zulmet gibi, içtima edemez. Adâvet galebe çalsa, mu*habbet mü*mâşaata inkılâp eder. Muhabbet galebe çalsa, adâvet te*rahhum ve acımaya inkı*lâp eder. Benim mez*hebim, mu*habbete muhabbet et*mektir, husumete hu*sumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhab*bet ve en darıldı*ğım şey de husumet ve adâvet*tir.» (Münazarat sh: 76)
Siyaset ve zındıka cereyanlarının ifsadına aldanıp, tef*ri*kaya alet olmak gibi feci mesuliyete düşmemek için bir ikaz:
25- «Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan si*yaset cere*yanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefri*kaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırka*larına karşı perişan etmesin düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh) düstur-u şeytanî hük*medip, melek gibi bir hakikat karde*şine adâvet ve el*hannâs gibi bir siyaset arkadaşına mu*habbet ve taraftar*lıkla zul*müne rıza gösterip cinayetine mânen şerik ey*lemesin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 122)
Pek çok tefrika sebeblerine rağmen, tefrikalardan uzak du*ran ve tesanüde kuvvet veren talebeler:
26- «Evet, kardeşlerim, sizler, ihlâs sırrını tam muha*faza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdeti*nizi muha*faza, hakikaten bir harikadır. Hâfız Ali’nin ha*kikaten müs*tesna bir mahviyet; ve te*va*zuu içinde ihlâsı ve fena fil’ihvan düs*turunu mu*hafaza etmesi ve Hüsrev’in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir dere*cede tedbir ve di*rayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlâsı ve mahviyeti, Hâfız Mustafa’nın hizmet-i Nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakati ve fedakâ*râne tesli*miyeti ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hâfız Ali mânâsını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizme*tini dünyada herşeye tercihan hayatının en büyük mak*sadı yapması ve sebeb-i ihtilâfa karşı kuvvetli mu*kavemeti bu*lunduğunu bu dört mektubunuz bana bil*dirdi.
Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tâhirî ve kah*raman Rüştü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ah*lâkta bulundukla*rını hiç şüphe etmiyoruz. Bu altı rüknün, bu muvakkat sarsıntı*dan, hakikî bir tesanüdle birbirine el ele, omuz omuza, baş başa vermesi, altı yüz, belki altı bin kıymet-i mâne*vi*yeyi alıyor diye, Cenab-ı Hakka Risale-i Nur hesa*bına hadsiz şü*kür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyo*ruz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 242)
Hükümet merkezindeki başların yanlışlıkları ve ha*tâları ce*ma*ate te’sir eder:
27- «Ben şarkın dağlarında büyümüştüm. Merkez-i Hilâfeti güzel tahayyül ediyordum. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukad*dem Dersaadete geldim. Gördüm ki, İstanbul, tevahhuş ve te*nafur‑u ku*lûb sebebiyle medenî libası giymiş vahşî bir adama benzerdi. Şimdi, ittihad-ı millî sebebiyle, me*denî adam, fakat yarı medenî, yarı vahşî libasında bize arz-ı dîdâr ediyor. Evvel şarkta fenalı*ğın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih et*tim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa si*rayet eder. Tedavisine ça*lıştım bir divanelikle taltif edil*dim.» (Divan-ı Harbî Örfî sh: 79)
28- «Aziz kardeşlerim,
Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muha*faza enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ih*tiyattır.» (Şualar sh: 312)
Tesanüdü muhafaza edenin kazanacağı yüksek ma*kam:
29- «Temsilde hata yok, nasıl ki büyük bir velî, kü*çük bir Ashâb kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de, (bu za*manda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velî*den ziyade mevki alıyor diye ka*naatim gelmiş.» (Şualar sh: 317)
Münafıkların hizmet ehli aleyhindeki bir planına dik*kat:
30- «Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşle*rin te*sanü*dünü ve birbirine karşı hüsn-ü zan*larını bozmak için derler: “İşte o kadar ehem*miyet verdiğin zatlar âdi, âciz insanlardır.” Her ne ise...» (Şualar sh: 320)
Tesanüdü bozan, avam-ı ehl-i imanı ehl-i dalâlet tara*fına iter:
31- «Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmi*yet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tah*kikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cema*atin kat’î bul*duk*ları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cere*yanlarına karşı yıl*maz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mür*şid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanü*dünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i da*lâlete başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâne*viyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefa*hete iltihaktan kurtu*lur.» (Şualar sh: 320)
Tesanüdü bozan, Nur’un en kuvvetli nokta-i isti*nadına za*rar verir:
32- «Sobamın ve Feyzi’lerin ve Sabri ve Hüsrev’in iki su bar*dakları parça parça olması, dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler. Evet, bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız olan hakikî tesanüd ve bir*birinin ku*suruna bakmamak ve Hüsrev gibi Nur kahramanların*dan—benim yerimde ve Nurun şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasın*dan—hiçbir cihetle gü*cenmemek elzemdir. Ben kaç gün*dür dehşetli bir sıkıntı ve meyu*siyet hissettiğimden, “Düşmanlarımız bizi mağ*lûp edecek bir çare bulmuşlar” diye çok telâş eder*dim. Hem sobam, hem hayalî ayn-ı hakikat mü*şahedem doğru ha*ber ver*mişler. Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdü*nüzü tamir ediniz. Vallahi, bu hadisenin bi*zim hapse girmemizden daha zi*yade Kur’ân ve iman hizmeti*mize—hususan bu sırada—zarar vermek ihtimali kav*îdir.» (Şualar sh: 499)
Hizmet müdebbirini çürütmekle hizmet cemaatini da*ğıtmak olan gizli münafıkların iki planına alet olan*lar, hizmete büyük hı*yanet etmiş olurlar:
33- «Gizli düşmanlarımız iki plânı takip edip, biri beni ihanetlerle çürütmek, ikincisi mâ*beynimize bir so*ğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücen*mekle bizi birbi*rimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki, Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulun*maktan korkarım. Çünkü şimdi onun aley*hinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aley*hinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenle*rin lehinde bir azîm hıyanettir ki, be*nim sobamın par*çalan*ması gibi acîp, sebepsiz bir hadise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi bu mânâsız ve çok za*rarlı tesanüdsüzlüğünüzden geldiğine kanaatim var. Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bay*ramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.» (Şualar sh: 517)
Tesanüdü bozmak, kaderin tokadına vesile olur:
34- «İttihad-ı ehl-i iman cemaatindeki uhuvvet-i İslâmiye, Nurcularda pek hâlisâne, fedakârâne inkişaf et*tiği gibi ve eski ec*datlarımızın kemâl-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir hakikate Nur şakirdleri o milyonlar kahraman ecdatlarından irsiyet aldıkları kuvvetli bir fedailikle o ha*kikata bağlanmaları, şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve âşikâr cemiyetler ve komite*ciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlâhî onları bize musallat ediyor. Onlar mev*hum bir cemiyet isnadıyla zulme*derler. Kader ise, “Neden tam ihlâsla, tam bir tesanüdle, tam bir hizbullah olmadınız?” diye bizi onların el*le*riyle tokatladı, adalet etti.» (Şualar sh: 533)
Tefanî sırrını bozmak, cemaatin manevî kuvvetini, şevkini ve tesanüdünü kırma neticesini doğurur:
35- «Uhuvvet için bir düsturu beyan edece*ğim ki, o düs*turu cidden nazara almalısınız:
Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne itti*had gittiği vakit, mânevî ha*yat da gider.
[13] işâret ettiği gibi, tesa*nüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle iç*tima etse, yüz on bir kıymetinde ol*duğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mâl ol*mamak ci*hetiyle hare*ket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir te*sanüdle, birbirinin aynı olmak dere*cede bir te*fâni sır*rıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuv*ve*tinin kıy*metindedirler.» (Barla Lâhikası sh: 124)
Ehl-i dalâletin tesanüdümüzü bozmak planına karşı, tesa*nüdü korumada tam fedakârlık yapmak gerek*tir:
36- «Ehl-i dalâlet, Risale-i Nur’un elmas kılıçla*rına muka*bele edemedikleri için, şakirdleri içinde, derd-i maişet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden isti*fade ederek, meşrepler veya hissiyatları muhale*fetinden zayıf damar*ları bulup, şakird*leri içindeki tesanüdü sarsmak istedikle*rini hissettim ve an*ladım. Sakın, çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hatâdan hâli olamaz fakat tevbe kapısı açıktır.
Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı ola*rak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysi*yetimizi ve dünyevî saade*timizi Risale-i Nur’un en kuv*vetli rabıtası olan tesanüde feda et*meye mükel*lefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazife*mizdir” de*yip nefsinizi sustu*runuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız her*kes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzem*dir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 234)
37- «Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sada*kat ve sar*sılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musi*betler, hizmet-i imaniyemiz noktasında bü*yük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve ha*yale gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 124)
38- «Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın be*kası imanın ve sıdkın ve tesanüdün deva*mıyladır?» (Münazarat sh: 64)
Tercihen nakledilen yukarıdaki ders, tavsiye, emir ve îkazlar, hizmet-i diniyede ihtilafları terk etmek ve tam ihlas üzere tesanüd etmek lüzumunu sara*hatla ifade eder ve bu*nun sabit bir esas olduğunu ortaya koyar.
Cevap: Nur Mesleğinin Hizmet Prensiplerini
9-İKTİSAD DÜSTURU
(İstiğna Düsturuna da bakınız)
Kur’an iktisadı emreder:
1- « [14]..............
ŞU ÂYET-İ KERİME, iktisada kat’î emir ve is*raftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor.» (Lem’alar sh: 139)
İktisadın tarifi:
Bu kelime lûgat mânâsiyle, “amelde ve hayatta i’*tidal ve is*tikamet” de*mek olup “kasd” kelimesinden alınmıştır. Doğru yolu tanıyan kimse, onu ken*dine maksad yapar ve o yolda gider. Onu tanımayan ise, ifrat ve tefritte kalır. İsraf, iktisadın zıddı olup hayatta ve amelde hadd-ı isti*kameti aş*maktır.
İktisad kelimesi geniş mânâsiyle ele alınarak Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadcılığı hakkında şu izahat veriliyor.
2- «Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anla*dık*tan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şey*lerle mukayese etmeyi çok gö*rüyo*rum. Zira, bu büyük insanın yük*sek iktisatçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olma*yan ölçü*lerle ölç*mek lâzım gelir.
Meselâ, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, iç*mek, giymek gibi basit şeylerle değil bilâkis fi*kir, zihin, istidat, ka*bi*liyet, vakit, zaman, nefis ve ne*fes gibi mânevî ve mücerred kıy*met*lerin israf ve heder edilme*mesiyle ölçen bir dâhidir. Ve bütün ömrü bo*yunca bir ka*rakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve mu*rakebe usulünü, bütün talebelerine de telkin et*miştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okut*turmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey de*ğildir. Zira, onun gönlü*nün mih*rak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kon*trol vazi*fesi gör*mektedir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 14)
Evet bu iktisad hakikati, insan hayatında olduğu gibi bütün kainat niza*mında da şâmil bir hikmet ahen*gini gös*te*riyor.
3- «Sâni-i Zülcelâl, ism-i Hakîmin muktezasıyla, her*şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en fay*dalı şekli ehemmi*yetle takip ettiği gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîmin zıddı olduğu gibi, iktisat onun lâzı*mıdır ve düstur-u esasıdır.
Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat ha*reket ettiğini bil [15] âyeti ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla.» (Lem’alar sh: 316)
4- Peygamberimiz (asm) «Bütün sünen-i seniyye*sinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde hadd-i istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içti*nap etmiş*tir.» (Lem’alar sh: 60)
5- «Ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet‑i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sure*ten bir ben*zeyiş var.» (Lem’alar sh: 144)
6- «Semavî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi, [16] [17] ferman-ı esasî*siyle, “beşerin saadet-i haya*tiyesi, iktisat ve sa*’ye gay*rette olduğunu ve onunla beşerin ha*vas, avâm ta*bakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha bi*naen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç olu*yordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette an*cak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâ*zırası, su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcat*lar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şim*diki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı ye*rine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâ*câtı tam helâl bir tarzda te*darik edecek, yirmiden an*cak ikisi olabilir on sekizi muhtaç hük*münde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir edi*yor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram ka*zanmaya sevk etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 99)
7- «Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî din*leri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihti*yacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bo*zup israf ve hırs ve tamahı zi*yadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o bi*çare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şev*kini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü fayda*sız zayi ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 100)
8- «Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak insanların o za*yıf damarlarını tutup kendine musahhar eder” diye bu hadîs ihtar ediyor “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer” diye haber ve*rir.» (Şualar sh: 583)
9- «Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalka*vuk*ları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan tamah yüzünden yakalasalar, ge*çen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşi*nizi nümune-i im*tisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, ka*naat ve iktisat, ma*aştan ziyade sizin hayatı*nızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size veri*len o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazi*neyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluk*tur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.» (Mektubat sh: 418)
10- «Ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kur’âniyedeki kemâl-i ihlâs ve sırf livechillâh için hiz*meti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat ye*dim. Çünkü ben bu memlekette garip hükmün*deyim, ga*ribim. Hem, şekvâ olmasın, Üstadımın en mü*him bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet et*mediğimden, fakr-ı hale mâruzum. Hodbin, mağ*rur insanlarla ihtilâta mec*bur olduğumdan—Cenâb-ı Hak affetsin—mürüvvetkârâne bir su*rette ri*yâya ve ta*basbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf ken*dimi kurta*ramıyordum. Halbuki, Kur’ân-ı Hakîmin ruh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan‑ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber, hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.» (Lem’alar sh: 44)
11- «Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişil*mez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak iste*mem. Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şükrediyorum ki, kü*çüklüğümden beri beni min*net ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun ke*remine istinaden, bakiye-i öm*rümü de o kaideyle ge*çir*mesini rahmetinden niyaz ediyo*rum.» (Mektubat sh: 14)
12- «Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Kat’iyen bil ki, kanaat, ti*ca*retli bir şük*randır hırs, ha*sâretli bir küfrandır. Ve ik*ti*sat, nimete gü*zel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer ak*lın varsa kanaate alış ve rı*zaya çalış.» (Mektubat sh: 286)
13- «Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rıza*dır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve is*raftır, hür*metsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.» (Mektubat sh: 366)
14- «Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetle*rin mukabi*linde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, ni*mete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı tica*retli bir ihtiramdır.
Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetler*deki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hür*met, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir me*dar-ı sıhhat, hem mâ*nevî dilencilik zilletinden kurtara*cak bir se*beb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hisset*me*sine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatma*sına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmet*lere muha*lif olduğundan, vahîm neti*ce*leri vardır.» (Lem’alar sh: 139)
15- «Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mâ*nen dilenci*liğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta me*dar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan hay*siyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât‑ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira za*rarla maddî yüz paralık bir mal alınır.» (Lem’alar sh: 141)
16- «İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi ve*rir:
BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, ça*lışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tem*bel*liğe atar. Ve meşru, helâl, az malıHAŞİYE 1 terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.» (Lem’alar sh: 144)
17- «Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalâlet is*tifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirdleri ka*naat ve ik*tisat düstur*larıyla bu manevî hastalığa da mukabele ederler inşaal*lah.» (Kastamonu Lâhikası sh: 154)
18- «Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i mad*diyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve ka*na*atle ve fakirü’l-hal olmalarıyla bera*ber, sabır ve in*sanlardan is*tiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ih*lâs ve fedakârlıkla ve çok kes*retli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ih*lâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakma*mak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hiz*met-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etme*mek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çeki*niyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)
19- «Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında tevec*cüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk edi*yor.
Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisat ve kanaat ve tevek*kül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersinden al*dıkları izzet-i imaniye, inşaallah onları ri*yadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 184)
Bediüzzaman Hazretlerinin ikinci hizmet hayatın*dan bir tesbit:
20- « Van’da inzivada iken garba nefyedilip Isparta’nın Barla nahiyesinde ikamete memur edildiği za*mandan başlar ki, Risale-i Nur’un zuhuru ve intişa*rı*dır. Âzamî ihlâs, âzamî fedakârlık, âzamî sa*dakat, metanet ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriştiği hiz*met-i imaniye ve mânevî cihad-ı di*niyedir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)
21- «Bediüzzaman, Kur’ân, imân, İslâmiyet hiz*meti için, dünyevî rahatlıklarını fedâ etmiş dünyevî, şahsî ser*vetler edinme*miş, zühd ve takvâ ve riyâzet, ik*tisad ve kanaatla ömür geçi*rerek dünya ile alâkasını kesmiştir.» (Sözler sh: 757)
22- «İşte, hakaik-i Kur’âniyeden ve desâtir-i İslâmiyeden olan adalet, iktisat, nezafet hayat-ı beşeri*yede ne derece esaslı birer düstur oldu*ğunu anla.» (Lem’alar sh: 310)
Bu kısmî tesbitte de israfı terk ile a’zamî iktisad bir düstur ve esas olduğu görüldü.