Cevap: Mehmet Emin Birinci
"Şeriatı getireceksiniz ha!"
"Anamdı. Başımı kucağına koyup beni büyüten anam... Çileli günlerin bütün ızdırabını yüreğine gömerek bana, kardeşlerime hep iyiyi, hep güzeli anlatan anam, Allah'ın varlığını, birliğini, yüceliğini yüreğinin inançlı köşesinden fışkıran kelimelerle körpe dimağımızı yoğurmaya çalışan anam. Ben Ankara hapishanesinde iken anam da 'Devletin temel nizamlarını dinî inanç ve akidelere uydurmak maksadiyle propaganda yapmak' suçundan yargılanıyordu. Oysa devleti de temel nizamlarını da bilmiyordu, propaganda kavramından habersiz bulunuyordu, ama savcı parmağını namlu gibi yüzüne uzatıp uzatıp çekiyor, sesindeki tehdit pürüzleri salonun grî duvarlarını sıvayarak. 'Sen şeriatı getireceksin ha!... ' diye itham ediyordu.
"Anlamıyor, öyle tuzağa düşmüş serçenin ürkekliğiyle bakıyordu anam. Mahkemeye ilk çıkışıyda. Duruşunda bir azamet vardı herşeye rağmen. Bazılarını ürküntü dolu görünen bakışları savcıya meydan okur gözükmüş olacaktı. Hiddetine hiddet, hücumuna hücum katarak ithamını tazeliyordu:
"Şeriat getireceksin ha!' Anamın yanında halam, onun yanında kızkardeşlerim vardı. Halam ellisini geçmiş, anam ise yetmişini sürüyor. Ve savcı bey durmadan, dinlemeden ithamlarını sıralıyordu:
"Şeriat getireceksiniz ha!..
"Ayin yapıyorsunuz ha!..
"Dini siyasete âlet ediyorsunuz ha!..
"Yaşlı mahkeme reisi tereddüdün engebeli boğumlarıyla boğuşuyordu. Belli ki dört köylü kadının temiz inançları onu da etkilemiş, siyasetin ne demek olduğunu bilmediklerinden emin, nasıl siyaset yapabileceklerini düşünmeye başlamıştı. O tereddüd içinde bir savcıya bakıyor, bir maznunlarda gözlerini dalgalandırıyor, oradan granit kadar sessiz dinleyen halkla bütünleşiyordu. İhtimal kafasının içinde buruk, acı ve hattâ biraz komik bir sual dönüp dolanmakta idi: 'Şeriatı bunlar getirecek, vay canına!..
"İhbar almışlardı. Bir solcu öğretmenle bir CHP üyesi şikâyet etmişti onları. 'Falanca köyde falancanın evinde her gece Nur ayini yapılıyor.' İhbarları değerlendirmeye koşmuşlardı. Yanlarında muhbirler, jandarmalar, polis ve muhtar olduğu halde, evin üst yanındaki tümseğe çöreklenip geceler boyu beklemişlerdi. Ha bu gece, ha öbür gece... derken tam üç gece üst üste. Fakat bir fevkalâdelik yoktu evde, bütün köy evleri gibi sessiz, sakin. Biraz da gecenin meçhulüne gömülmüş, esrarlı. Komiser bey orada sıkılmış, muhbirlere çıkışmıştı:
"Hani?'
"Arada jandarma başçavuşu fikir yürütmüştü:
"Bir yanlışlık olacak, hiçbir şey olmuyor.'
"Muhbirler işi sıkı tutmaya kararlıydılar.
"İçerde neler var neler, girmeden anlayamazsınız ki.'
"Nur Risalelerini çoğaltıp dağıtıyorlar. Bunlar çok tehlikeli insanlardır. Makineli tüfek filan bulunduruyorlardır mutlaka.'
"Evi basalım..."
"Muhtar akraba gelirdi bize. Gelirdi ya, Halkçı oluşunu akrabalığından öne çıkarmıştı. Bu ev Demokrattı. Birinci düşmanlık sebebi. Bu evdekiler çok dindardı ve Risale-i Nur okuyorlardı; ikinci düşmanlık sebebi. Köylülere tesir ediyor, Halk Partisine oy verdirmiyorlardı. Üçüncü düşmanlık sebebi.
Cevap: Mehmet Emin Birinci
"Evi basalım!..
"Ev halkı komşuda idiler. Yaz mevsiminde geceler kısaydı. Akşam ile yatsı arası uzun bir süreydi. Günün yorgunluğunu üstlerine çöreklenir de uyuyakalırlar, yatsı namazını kaçırırlar diye komşu evlerine giderlerdi. Azıcık dertleşmek, birkaç satır söyleşmek, bu arada yatsıyı beklemek için...
"Dönmüş, namaz hazırlığına başlamışlardı.
"Basalım' demişti muhtar, 'evi basalım.'
"Kapıya yüklenmişlerdi. Açılması gecikince pencereye. Kapağı kırmışlardı.
"Bir jandarma eri içeriye dalmıştı. Komutanın emriyle gaz lambasının ürkek ışığı vicdan sızısının yüzüne kazıdığı telleri tıngırtıyordu. Belki de köyünü hatırlamıştı, evini, ailesini, hatırlamıştı. 'Korkmayın' demişti sızım sızım bir sesle, 'birşey yok, korkmayın.'
"Kapıyı açmıştı diğerlerine, içeri fışkırmışlardı. Muhbirler kara vicdanları kadar koyu karanlığın ortasında başbaşa kalmışlardı. İçerdekilerden çok daha ürkek, çok daha korkaktılar. Yine de siyasetin taassubunda, şahsî kinin kıskacında vicdanlarını duyamıyorlardı. Kimbilir belki de bir vicdan taşımıyorlardı.
"Muhtar sofada dinleniyordu. Raftan aldığı kitabı ileri geri sallıyor, hıncına salyalarını katarak hım hım sesi isli duvarlara çarpıyordu:
"Ben size bu kitapları okumayacaksınız demedim miydi?.. Ben size tembih vermedim miydi? Ben size...'
"İlk şaşkınlık dağılmış, yerini meçhul bir korkuya bırakmıştı. Evede bir erkeğin bulunmayışı en büyük üzüntü kaynağıydı. Erkekler hem aile bütçelerine tanzim, hem de devlete vergi vermek için gurbete çıkmışlardı. Ben ise Ankara'da anamın itham edildiği suçtan(!) mevkuf bulunuyordum.
"Anam... Devletin düzenini değiştirmekten sanık... Yetmiş yaşında okuma yazması olmayan bir köy kadını, mantık tepe taklak olmuş, dört kadının ne yapıp da, nasıl bir ordu kurup da, ne gibi silâhlar kulanıp da düzeni değiştirebileceklerini soran, düşünen yok.
"Suçsuzdurlar!..."
"Köylü sabahın erken saatinde yankılanan bu haberle korkunun cenderesine kısılmış. Kur'ân-ı Kerim'leri bile saklama telaşında. (Şimdi düşünüyorum, bir sonuç alamayacaklarını bile bile kasıtlı davranışlar acaba halkı ürkütüp dinden uzaklaştırmaya mı matuftu? Şayet öyle ise başaramadılar.) Çünkü savcının ithamı yalnızca mahkeme duvarlarında asılı kaldı.
"Şeriatı getireceksin ha!..
"Ağır cezaya kaldırılmasına rağmen beraat kararı, muhbirlerin ve müttehimlerin yüzüne kırbaç kırbaç şakladı.
Suçsuzdurlar!..
"Ben, mahkemeden sonra köye gitmiş, hâdiseyi köyde öğrenmiştim. Birkaç gün kaldıktan sonra yine Ankara'ya döndüm. Yeni bir şevk, taze bir heyecanla Risalelerin tab işleri ile tekrar başbaşa kaldım.
Cevap: Mehmet Emin Birinci
Tarihçe-i Hayat'ın neşri
"Bu sefer büyük Üstadın Tarihçe-i Hayat'ı basılıyordu. Onu gören, Onu bilen, Onu tanıyan ve hizmetinde bulunan sadık talebeleri Aziz Üstadlarının tarihçe-i hayatını, meslek ve meşrebini kaleme almışlar. Risale-i Nur'un müellifini yüksek vasıflarını nazara vermek istiyorlardı. Hazret-i Üstad ise kendi hususî hayatı ile ilgili çoğu yerleri çıkarmış ve nazarları tamamiyle Risale-i Nur'a tevcih ettirmişti. O, 'Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum, herşey Risale-i Nur'a aittir' düsturunu benimsetmeye çalışıyordu ve bu açıdan meseleye bakıyordu. Risalelerden yazdığı hakikatleri önce nefsinde tatbik etmeyi bilen ve her haliyle yaşayan Aziz Üstadın bu Tarihçe-i Hayat'ı tab edilirken Üstada ait fotoğrafların esere girip girmemesi bahis konusu oldu. Şark'tan bir kısım talebeleri fotoğrafların girmemesi taraftarıydılar.
"Eserin baskısı hitama erince yine ciltletmek için Ankara'dan İstanbul'a götürdük. İlk ciltlenenlerden bir miktar alıp o zaman Emirdağ'da bulunan Hazret-i Üstada götürdüm. Büyük bir memnuniyetle karşıladı. Kitabı eline alarak biraz karıştırdı. Ve bana dönerek:
"Bu kitap kaç panganottur' diye sordu.
"Yirmi beş liradır efendim' dedim. O zaman Üstad:
"En az kırk panganot olmalı... Çünkü ucuz olan ucuz bakar. Hem burada Eski Said'in resimleri de yok' (niye konmadı mânasında) diye bazı tavsiyeler de bulunduktan sonra Asâ-yı Mûsa'dan bir miktar ders okuttu. Sonra müsaade isteyip ayrıldım. O anda hizmetinde rahmetli Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey vardı. Bir müddet onların yanlarında kaldım. Ayrılırken Mustafa Acet'e yeni yazdırılan 'Hizbü'l Envar-ı Hakaik-ı Nuriye'yi bastırmak için alarak İstanbul'a getirdim.
"Ankara'da Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitince İstanbul'a geldim.
Neşriyat işini İstanbul'a aldık
"Ben Ankara'da iken bizim Fırıncı Ağabey, Üstad Hazretlerinin ziyaretine gider. Üstad ona 'Ankara, Samsun, Antalya çalışır, İstanbul uyur' mânâsında ikazda bulununca, derhal harekete geçerler ve ilk olarak Mesnevi-i Nuriye'yi tab ederler.
"O tarihlerde Risale-i Nur'un neşriyatı Samsun'da ve Antalya'da da devam ediyordu. Hattâ Üstadı Isparta'da bir ziyaretimde Mustafa Ezener'e yardım için beni Antalya'ya gönderdi. Hutbe-i Şamiye tashihini bitirdikten sonra tekrar Üstadı ziyaretimde: 'Kardeşim Risale-i Nur'lar küfrün belkemiğini kırmıştır. Artık doğrulamaz' buyurmuşlardır. Zübeyir Ağabeye, 'Bu benim misafirimdir' deyip kendi yemeğinden bana bir miktar ikramda bulundular ve Ceylân Ağabeye dönerek, 'Şimendifer parası ne kadar?' diyerek bilet parasını verdiler.
"Bu defa neşriyat işlerini İstanbul'da yapmaya başladık. Hazret-i Üstad, Risalelerin süratle çıkmasını istiyor ve bir an önce milletin istifadesine sunulmasını arzu ediyordu. Zaten tek maksadı insan olarak dünyaya gelen zişuurların saadet-i ebediyeye nail olmaları için tahkiki imanı kazanmaları ve bu suretle Cehennemden kurtulmaları idi. Onun yüksek şefkati, aziz ruhu ve ism-i Rahîm'e mazhar olan asîl şahsiyeti düşmanlarına beddua etmekten bile kendini men etmiş, onlara iman nasib etmesini dileyerek zamanımızın Sıddîk'ı olmuştu.
"Hazret-i Üstadın bu yüksek şahsiyetini o zamanlarda naçiz kalemimle şöyle dile getirmiştim:
Cevap: Mehmet Emin Birinci
Asrımıza hoş geldin
Ey muhterem Müslüman, ey mücahid kahraman
Sultansın gönlümüzün köşesinde he zaman...
Ulvîleşen ruhunla fetheyledin âlemi
Örnek olsun cihana, kırdın küfrün kalemi...
Nefes aldı insanlık zulmün pençelerinden
Kurtardın biiznillah cehaletin selinden...
Yılmadın, yorulmadın çarpıştın mülhidlerle
Hakir gördün hayatı Nurlu mücahidlerle...
El kaldırıp Rahmana nice yıllar yalvardın
Milyonlarca insanın kalbinde yüce aldın...
Cihad meydanlarında savaştın at üstünde,
İ'lâ ettin Kur'ân'ı kâfir Moskof önünde...
Rabbim gönderdi seni muzdarip bir beşere
Kavuşturdu bizi yepyeni bir esere...
Sildik gözlerimizden akan kanlı yaşları
Kutladık uğrunda feda olan başları...
Nurun nurlu yolunda hız aldık gidiyoruz,
En derin sevgimizle seni selâmlıyoruz.
Kalbimizin tahtında sultan gibi oturdun,
Susayan insanları iman ile doyurdun...
Hâdimsin sen Kur'ân'ın eşsiz ulviyetine,
Uymaktır makasıdın Peygamber sünnetine...
Yandın yanardağ gibi, lâvlar saçarak geldin
Karanlık, kapkaranlık küfrü yırtarak geldin...
Ab-ı hayatı sundun ölmüş olan ruhlara,
Güneşler gibi doğdun kararmış bulutlara.
Kükredi birden bire kanları uyuşanlar...
Hakkın yoluna geldi kötü yolda koşanlar,
Nur aldı Nurlandılar, genç ihtiyar, kadın kız.
Kudsî dâva uğruna feda olsun başımız...
Müsterih ol ey Üstad ey büyük insan artık
Nâşiriyiz Nurların nurlu gözlükler taktık.
Milyonlarca insan kurtulmuştur bu Nurla,
Sabrın mükâfatını seyret artık huzurla...
Gebermek üzere küfür, ezeceğiz başını...
Sil artık doksan yıllık mübarek göz yaşını.
Yetmez mi bunca yıldır bizim için çalıştın?
Zulmün boyu devrinde zâlimlerle çarpıştın.
Sabrın mükâfatını Rabbim ihsan eyledi,
Nurların intişarı düşmanı kahreyledi...
Bugün milyonca insan minnettardır hep sana.
Şefkatine eremez toplansa yüzbin ana...
Gâye uğruna ölüm senin için hiç olmuş...
Mahkemeler, zindanlar Nura medrese olmuş,
Rehberimiz Kur'ân'dır, parolamız muhabbet,
Bekliyoruz her zaman Cenab-ı Hak'dan rahmet
Denizler gibi çoştun, zındıklarla boğuştun,
Allah'a giden yolda meleklerle buluştun.
Azimkâr çalışmanla zulmün ufkunu deldin
Ey vakur büyük insan, asrımıza hoş geldin...
Cevap: Mehmet Emin Birinci
Yeni bir devre başlıyor
"Adliyeler vasıtasiyle önüne geçmek için çare aradılar ve her tarafta mahkemeler açtırmak suretiyle gözdağı vermek istediler. Fakat heyhat! aldandılar. Çünkü Nur Talebeleri onların itham etmek istedikleri suçlardan tamamen berî idiler. Her zaman olduğu gibi bu fırtınada da göğüslerini gererek mahkeme önünde haklı davalarını savunmaktan geri kalmadılar. Bilakis mahkemeler onların şevk ve gayretlerini artırdı. Mukavemet göstermeleri ve merdane çıkışları Risale-i Nur'un maksat ve mahiyetini daha da süratli intişarına vesile oldu. Risale-i Nur hizmeti için yeni bir safha açılmış oldu.
"Tarihini hatırlamıyorum. Yine Üstadın ziyaretine gitmiştim. 'Bu bizim Mehmed Emin mi?' diye iltifat ettiler. Hazret-i Üstad:
"Kardaşım İnebolu'da Nazif Çelebi (Allah rahmet eylesin) mühim Risaleler teksir ediyor, yardımcıya ihtiyaç var. Sen onun yardımına git diye emretti. Ben de hemen İstanbul'a ve oradan da bir vapurla İnebolu'ya gittim.
"Risaleler Anadolu ve âlem-i İslâm çapında neşrolmaya başladı. Böylece iman hareketleri dalgalanmaya başladı. Uzun senelerin biriktirdiği zulmetli kâbus dağılmaya yüz tutmuş ve hakaik-i Kur'âniye gönülleri ferahlandırıp, kalb ve ruhları Nur'larla ziyalandırmıştı. Artık Anadolu insanı bahtiyardı. Kuraklıktan şerha şerha çatlayıp viran olmuş gönülleri Nur Risaleleri toprağa düşen Nisan yağmuru gibi serinletip adeta yeniden hayata kavuşturuyordu.
"Anadolu dolayısıyla bütün Müslümanlar, büyük bir bayram sevinci içinde bunca çektikleri sıkıntı ve işkenceli hayatlarının sona ermesinden sürurla dopdoluydu. Bu, aslında İlâhî takdirin ve inâyet-i Rabbanîye'nin Hazret-i Bediüzzaman'ın duasına mükâfaten ihsan ettiği bir nimet-i azime idi.
"Büyük Üstadın 'Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum, herşey Risale-i Nuru'a aittir' demesi, nazarları hep Risale-i Nur'averiyor ve Nur'ları okuyanları, neşredenleri tebrik ediyordu.
"Hizmet-i imaniye bu şevkle inkişaf etmekte devam ederken milletimizin ezelî düşmanları gizli dinsizler bu saf iman hareketinin yayılmasını hazmedemediler. Artık Türkiye, eski devirlerin habis baskılarından bir derece kurtulmuş, demokrasiye yanaşmıştı. Bunun için bu hizmete direkt engel olamadılar.
İnebolu
"İnebolu, Batı Karadenizin şirin bir kasabası. Üstad Bediüzzaman Said Nursî vaktiyle nefyi sırasında buraya da uğramıştı. Her hareketi hikmetle tanzim eden Cenab-ı Hak, kim bilir belki de ileride büyük hizmet görecek olan sadık kullarını tâ o zamanda istikbal için oraya göndermiş olabilir.
"Nitekim de böyle oldu. Üstad, İnebolu'nun bir caddesinden geçerken ona selâm vaziyetinde duran pırıl pırıl gençle gözgöze gelmişlerdi. İşte bu zât merhum Hacı Nafiz Çelebi idi. Bir anlık selâmlaşmanın üzerinde bıraktığı sıcak muhabbeti uzun zaman kalbinde yaşatan Nazif Çelebi, nihayet Üstad Kastamonu'ya nefyedildiği zaman ziyaretine gidiyor ve hizmet-i Nuriye'ye yardım etmeye başlıyordu.
"Belki de ilk defa el yazısı ile mumlu kâğıda yazıp kitap basan bu zattır. Uzun zaman kalemle istinsah edilen Risale-ii Nurlar Nazif Çelebi'nin bulduğu bu formül sayesinde kolaylıkla çoğaltılmaya başlanmıştı.
"Beni kendisine işlerinde yardım için çağırmıştı. Beraberce bir hayli çalıştıktan sonra vazife bitince yine İstanbul'a geldim.
"Artık hizmet-i Nuriye her tarafta inkişafa başlamış. Kur'ân tefsiri olan Risale-i Nur'a karşı alâka ziyadeleşmişti. Buna mukabil mahkemeler, sorgular, takipler de devam ediyordu.
Cevap: Mehmet Emin Birinci
"Gerçek maksadınızı öğrenmek istiyorum"
"Bu cümleden olarak bir gün beni Birinci Şubeye çağırmışlardı. Gittim. Komiser bey iltifat ederek yer gösterdi, kahve ikram etti.
"Bak' dedi, 'bu sefer yine beraat edeceğinizi biliyorum, ama ne yapalım ki vazifemiz bunu gerektiriyor. Ancak anlayamadığım bir soru, çözemediğim bir müşkilim var, onu sizden zapta geçirmemek kaydıyla ve bir vatandaş sıfatıyla anlatmanı rica edeyim.'
"Buyurun' dedim.
"Efendim' dedi, 'ben sizin ve Bediüzzaman Said Nursî'nin gerçek gaye ve maksadınızı, fikir ve düşüncenizi öğrenmek istiyorum. Devletin sizinle bu derece uğraşması, bunca takip, mahkeme ve hapisten yılmayıp, hiç fütursuz çalışmanızdaki gaye ne ola ki, bu derece bu faaliyetinize ehemmiyet veriyorsunuz? Zahire baktığımız zaman hiçbir menfi durumunuzu tespit edemiyoruz. Mahkemeler ise her defasında beraat veriyor. Bu meselelerde lütfen beni aydınlatır mısınız?' deyince güldüm ve ayağa kalkarak pencereye yaklaştım, kendisini de yanıma çağırdım. 'Bak, dedim, şu köprüden geçen insan kalabalığını görüyorsunuz.. bölük bölük.. binler.. on binler.. milyonlar... Ve insan olarak dünyaya gelen herkes ve hattâ siz, bu köprüden rahatça geçtikleri gibi âhirette sırat köprüsünden de aynı rahatlıkla geçebilmelerini, Cehennem ateşinden kurtulup, ebedî saadete nail olmalarını dilemekten başka hiçbir dünyevî ve siyasî maksad ve gayemiz yoktur. Bunun böyle olduğunu, mahkemeler, bilirkişiler tesbit etmişler, defalarca beyan ve ikrarda bulunmuşlardır. Madem ki ne siz ve ne mahkemeler bu gayenin dışında bir maksad ve gayenin mevcudiyetini tesbit edemediniz, niye kendinizi zorlayarak mevhum bir suç ihdas etmek istiyorsunuz? Risale-i Nur meydanda.. onu okuyanlar da meydanda.. ve onların fiilî durumları da meydanda.. Şimdiye kadar Nur talebelerinin asayişi ihlal eden bir ciheti görülmüş müdür? Bediüzzaman Said Nursî'den kim zarar gördüğünü iddia edebilir? Bilâkis o, bu eserleri yazmasa idi bugün memleket imansızlık çamurunda boğulacak, ebedî hayatı mahvolacaktı. Kur'ân, İlâhî kitap ve Onun hakikatlerini kalpte, kafada ve vicdanda yerleştiren Risale-i Nur, bu asır insanlarının muhtaç olduğu imanî huzur ve saadetin rehberidir, tavsiye ederim, boş zamanlarınızda okuyun' dedim.
"Göz ise, maneviyatta kördür"
"Ne kadar izah ettimse inanmak istemedi. Mevcut alışkanlığını terk etmek ona zor geliyordu. Ona göre herşey dünya için bir menfaat karşılığında yapılır. Halbuki bizler yalnız Allah rızası için hizmet ediyor, maddî-mânevî bir karşılık beklemiyorduk. İşte hafsalasının alamadığı taraf burasıydı. Nasıl olur da parasız-pulsuz hiçbir menfaat beklemeden uzun seneler bu hizmette kalabilmişiz. Neden herkes gibi maddî düşünceye sahip değil de yalnız Risal-i Nur'a ihtiyar etmişiz.
"Anladım ki ne yapsak nafile. Çünkü o Risale-i Nur'u okumamış, ondaki hakikatleri idrak etmemişti. Herşeyi madde gözü ile menfaat nazarıyla görüyordu. Değer ölçüleri ona göre teşekkül etmişti. O zaman Risale-i Nur'daki şu vecizeyi bütün beraklığıyla anladım: 'Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindendir, göz ise maneviyatta kördür.' Bu vecizenin ışığı altında muhatabımı incelediğimde onu bütün bütün maneviyatsız, ruhsuz, ayakta gezen cenaze gibi gördüm. Ayrılırken sabit fikrinde ısrar ediyor, ihtimallere, hattâ muhale vaki nazarla bakarak istikbalde bizlerdenn kendilerine biz zarar gelebileceğinden endişeleniyordu. 'Hâdisat ve zaman kimin haklı olduğunu gösterecek' diyerek ayrıldım.
"Zaman zaman bu kâbil hâdiseler başımızdan eksik olmadı. Fakat biz, onların vehimlerinin aksine daima Risale-i Nur'un gösterdiği tarzda müsbet hareket ederek hizmetimize devam ettik, bıkmadık, yorulmadık, usanmadık. Çünkü biliyorduk ki, yolumuz Hak yolu, Kur'ân yolu, iman yoluydu. Gayemiz: Muhtaçlara yardım, insanlara yardım, biçarelere yardımdı.
"Üstadım dediğiniz gibi 'Milletin imanı namına, bir Said değil, bin Said feda olsun' gerçeğine uyarak bize zulmedenlere, biz de beddua etmedik, daima kurtulmalarını temenni ettik, imana gelmelerini diledik. Vazifemiz, hizmetimiz bunu gerektiriyordu ve öyle yaptık.
"Yıllarımız bu minval üzere geçti.
"Artık Risale-i Nurların neşri tamamlanmış ve bütünü Hazret-i Üstadın tashihinden geçerek, milletin istifadesine sunulmuştu. Hazret-i Bediüzzaman mutluydu, mes'uttu, bahtiyardı. Doksan seneye yaklaşan mübarek ömrünün semeresini görmüş ve Risale-i Nurlar en ücra bölgelere kadar yayılmıştı. Herkes rahatlıkla Risale-i Nurları bulabilecek, okuyup istifade edecek ve ettirecekti.
"Üstadın, 'Risale-i Nur'un hakiki fiyatı en az on kişiye okutturmaktır' diyerek ona verdiği ehemmiyeti hepimiz biliyoruz. Çünkü Risalelerin okunması ile imanlar kurtulacak, herkes saadete kavuşacak, memlekete huzur ve sükûn hâkim olacaktır. Her türlü anarşinin önü ancak bu şekilde kalp, ruh ve aklın imanî hakikatlerle tenvir edilmesiyle mümkündü. Ve Hazret-i Üstad, gayesinde muvaffak olmuştu.
"Risale-i Nur'un bu kabil mânevî fütuhatını ve kalb ve gönülleri nasıl fethettiğini bir şiirimde şöyle belirtmiştim:
Cevap: Mehmet Emin Birinci
Nur
Kur'ân'dan fışkıran Nur! Muhit ol arzı kuşat,
Ya kabre götür beni, ya iman ile yaşat...
Tek tesellim, ümidim, sana hizmet etmektir,
Sensiz hayatı bence dünyada terk etmektir.
Karda, kışta, tipide meçhul bir yolcu iken,
Gaflet etrafımızı sarmıştı diken diken...
Geldin kurtardın bizi, Rabbim rahmet eyledi,
Râm olur dünya sana bu gerçeği bileydi...
Bahşettin insanlığa Cennet saadetini,
İçirdin hastalara imanın şerbetini...
Ruha ferah getirdin, doldurdun kalbe iman...
Boğdun bir avuç suda, küfre vermedin aman...
Ey sebeb-i saadet, ruhların gıdası Nur!
Her mü'min ancak senden buluyor mutlak sürur.
Sen, mahvedilen bir neslin hidayet kaynağısın...
Mazlûm ehl-i imanın selâmet bayrağısın...
Sen ki, bugün Kur'ân'ın muciznüma tefsiri,
Olur muyuz biz artık nefsimizin esiri!..
Sarıldıkça biz Nura Mevlâm huzur verecek,
Kur'ân'ın hakikatı küfrü yere serecek...
Vazifemiz, daima hizmet etmek Nur'larla,
İnayet altındayız Nurdan muhkem surlarla,
Hedefimiz: ufukta batmadan doğan güneş,
Emr-i ma'rufu yapıp, dünya olmalı kardeş.
Sa'yimiz olmaz heba, niyette varsa ihlâs!
İnsanlık da kurtulur, beşer de olur halâs
Enaniyet, hodgâmlık bizden ırak olmalı,
Her işte, her amelde Hakkı razı kılmalı...
Yepyeni ruh vermeli asil hareketlerle,
Fethetmeli kapleri Nurdaki hüccetlerle...
Her halimiz, tavrımız İslâma uygun olsun.
Nasıl olur insanlık ehl-i dalâlet görsün.
Muzdaripti gönlümüz, ağlardık için için,
Ruh verdi Rabbim bize, Kur'ân'a hizmet için,
En büyük şereftir, Nurlara şakird olmak,
Kuvvet veriyor bize Hak yolunda yorulmak.
Hidayet başımıza kondu bir devlet gibi,
Kaçırılmaz fırsattır ebedî servet gibi.
Madem ki tek kurtuluş, tek ümid kaynağı Nur!
Vur dinime dahleden sefahet ehline vur!..
Ruhlara ruh veren Nur, elimizde bayraktır,
Çar-naçâr bu insanlık Nur'a sarılacaktır!...
Cevap: Mehmet Emin Birinci
Lâhika mektupları
"Hazret-i Üstad, zaman ahval-i umumiyeye dair bazı lâhika mektupları yazar ve neşrettirirdi. Bilhassa Ankara'daki erkân-ı hükûmeti, bazı desiselere mukabil ikaz ve irşad ederdi. Hükümet, Demokrat iktidarın elinde bulunmasına rağmen icra organı hükmünde bulunan bir kısım memurların keyfi hareketi de eksik olmuyordu. Nitekim Hazret-i Üstad Ankara'ya gelişleri hâdiseli geçmişti. Hazret-i Üstadın Ankara'ya gelişleri mânalıydı. Devleti yıkmak isteyen, hürriyet rejimini değiştirmek emelinde olan gizli dinsizlerin emellerini keşfetmişti. Bu endişesini dine müsamahakâr olan Demokrat Hükûmete duyurmak,anlatmak istiyordu.
"Bütün hayatı boyunca milletin iman selameti için çalışan Hazret-i Üstadı maalesef onlar da anlayamamışlardı. Ahval-i siyasiyenin karışık olduğu o zamanda ise Üstad, son vasiyeti manâsında talebelerine bazı telkinlerde bulunmuştu.
"Bu telkinlerinde Üstad Bediüzzaman Said Nursî, -bütün derslerinde olduğu gibi- daima müsbet hareket etmeyi nazara vermiş, menfi hareketlerden talebelerini men etmiştir. Bunun içindir ki Nur Talebeleri her devirde mânevî biz zabıta vazifesini görmüş, memleketin ilerlemesine, maddî-mânevî kalkınmasına yardımcı olmuşlardır.
"Üstad İstanbul'a geliyor"
"Üstad Hazretleri Ankara'da bulundukları sırada en sona neşrolan Risele-i Nur Külliyatından Sikke-i Tasdik-i Gaybî eseri hakkında takibat açılmıştı. Üstad vekâletnâmesini Avukat Bekir Berk'e göndermiş, icap ediyorsa İstanbul'a gelebileceğini de ima etmişlerdi. Bunun üzerine Avukat Bekir Berk bir telgraf çekerek Üstad'ı İstanbul'a davet etti. Daveti kabul edip Ankara'dan hareketlerini bildirmeleri üzerine Piyerloti Otelinde yer ayırttık ve bir araba ile şehir dışında Üstadı karşılamaya gittik. Bir müddet bekledikten sonra Üstadın arabası hızla yanımızdan geçerken bizi görüp durdular. Üstad, 'Niçin karşılamaya geldiniz' diye biraz hiddet etti. Sonra hep beraber Üsküdar vapur iskelesine kadar geldik. İkindi namazını kılmak için camiye girdik. Üstad Hazretleri seccadesini sererek namaza durdu, biz de arka tarafta kıldık ve sonra arabalı vapurla İstanbul yakasına geçtik. Kalabalık bir topluluk ve gazeteciler Üstadın arabasını sarmışlardı. Bir fırsat bulup Piyerloti Otelinin önüne geldiğimizde Otelin etrafı hıncahınç dolmuştu. Gazeteciler mutlaka fotoğraf çekmek istiyorlardı. Üstad ise çektirmek istemiyordu. Bunun üzerine Zübeyir Ağabey bir şemsiye ile üstünü örttü biz de etrafını alarak Üstadı otele çıkardık.
"Üstad Hazretlerinde yorgunluk âlâmetleri yoktu, bir zindelik, bir cevvaliyet ve faaliyet halinde idi. Adeta 'Eski Said' tabir ettiği gençlik devirlerindeki sıra dağlara baş eğmeyen şehametli tavrını yaşıyordu. Ve o tavırla bize sanki diyordu ki:
"Ölüm mukadderdir. Hizmet-i imaniye için feda olan bu baş zındıkaya eğilmediği gibi, sizin başınızda eğilmesin. Kur'ân'ın hakikatlerini âleme duyururken, her türlü mehalike göğüs gerip benim hayatımı hüsn-ü misal alınız ve hizmetinize devam ediniz.'
Cevap: Mehmet Emin Birinci
"Asayişin mânevî muhafızlarıyız"
"Ve biraz sonra içeri girdiğimizde lisan-ı halle vermek istedikleri ibret dersini lisan-ı kâl ile sifahen anlatmaya başladılar;
"Ehl-i dalâlet bir Said'den korkuyordu, şimdi Saidler, genç Saidler binler oldu, artık ehl-i dalâlet titremelidir. Dünyada birçok komiteler ver. Ermeni komitesi, Rum komitesi, Taşnak komitesi. Hiçbirisi Risale-i Nur kadar kuvvetli değil. Fakat bizim vazifemiz menfi hareket etmek değil. Biz müsbet hareketi şiar edinmişiz. Anarşiye karşı, bozgunculuğa karşı cihadımız var. Asayişin mânevî muhafızlarıyız.' Ve sözlerine yaydan fırlayan ok gibi ayağa kalkarak devam etti:
"Ben M. Kemal'e dedim, namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur, diye...' ve ilâve etti:
"Divan-ı Harpte mahkeme reisi beni çağırarak pencereden, asılan adamları gösterdi.
"Sen de Şeriat istemişsin!'
"O vakit dedim:
"Şeriatın bir meselesi için bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım...'
"Üstad bunları söylerken, sanki o anı yaşıyorcasına anlatıyordu. Heyecanlıydı. Doksan seneden beri takip ettiği kudsî davasının geçirdiği tarihî sahnelerden bölümler anlatıyordu. Ve neticede demek istiyordu ki, bunca tehlikeler, bunca zorluklar ve meşakkatlerle göğüs gererek bu davayı, bu iman hareketini, bu Risale-i Nur hizmetini buraya kadar getirdim. Hiç kimseden korkmadan, kimseden yılmadan ve asla taviz vermeden Allah rızası için çalıştım. Bugün Risale-i Nur'un kiymetini müdrik gençler Saidler benim meslek ve meşrebimi takip edip Risale-i Nur'a sahip çıkacak ve benden sonra bu hizmet-i imaniyeyi benim muhlis kardeşlerim yapacaklar.
"Üstadın İstanbul'a gelişini büyük puntolarla ilân eden gazeteciler de siyasî bir maksad aramakta ve hâdiseleri ters yönde değerlendirmekte idiler. Gazetelerin bu yargılarına mukabil İstanbul Valisi bir açıklama yaparak, ortada hiçbir hâdisenin olmadığını, bir Türk vatandaşı olarak seyahat hürriyetine sahip, ihtiyar bir zatın seyahat etmesi onun en tabiî hakkı olduğunu, binaenaleyh gazetelerin boş yere havayı bulandırmak istediklerini beyan etti.
"Gazeteciler ise, âdeta Piyerloti Otelinde karargâh kurmuş Üstad'ın fotoğrafını çekmek istiyorlardı. Bu arada Avukat Bekir Berk bir basın toplantısı yaparak Bediüzzaman Said Nursî'nin İstanbul'a geliş sebebini izah ederek, gazetecilerin sorularına cevap verdi.
"İstanbul'a gelişinin ikinci günü Üstad odasında öğle namazını kılarken arka balkondan giren bir gazeteci Üstadın fotoğrafını çekmek üzere pencerenin önüne geldi. Biz mani olmak istedik, fakat rahmetli Zübeyir Ağabey, 'ilişmeyin' deyince gazeteci fotoğrafı çekti. Bunun üzerine Üstad hiddet etti ve derhal İstanbul'dan ayrılacağını söyledi. Hemen harekete geçtik. Avukat Bekir Berk'in tedbirli organizesiyle Üstadın etrafını aldık. O zaman bu tedbiri gören Bekir Berk'e Hazreti Üstad 'Sen benim Abdurrahman'ım gibisin' diye iltifat etmişti. Bu şekilde Üstadı merdivenlerden indirdik ve arabasına binerek İstanbul'dan ayrıldı.
Cevap: Mehmet Emin Birinci
"Korkmayın, muvaffak olacaksınız"
"Üstad İstanbul'dan ayrılmasından bir müddet sonra İzmir savcılığı tarafından Gençlik Rehberi ve Hanımlar Rehberi isimli kitapları neşredip dağıtmaktan maznun olarak dâvâ açıldı. Maznunlar arasında ben de vardım. Mahkemeden çıkınca Üstad Hazretlerini ziyaret etmek için bir minibüsle Isparta'ya müteveccihen yola çıktık. Minibüste şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla Avukat Bekir Berk, Ahmed Aytimur, Said Özdemir, Mustafa Birlik ve Doktor Esat Keşşafoğlu vardı. Gece sahur vakti Isparta'ya indik ve bir otele giderek yatsı namazlarımızı kıldıktan sonra ziyaretçilerden bir kısmı, 'Üstada haber gönderelim belki kabul eder' dediler ve öyle yaptık. Hazret-i Üstad hilaf-ı âdet olarak hemen gelmemizi emrettiler, gittik.
"O gece mübarek Ramazan'ın ilk sahuruydu. Sahuru Hazret-i Üstadın medrese-i mübarekelerinde yaptık. Üstad, her zaman olduğu gibi Risale-i Nur'un ehl-i dalalete galip geldiğini, hizmet-i imaniyenin her tarafta yapılmakta olduğunu beyan buyurdular.
"Yanımızda yeni teksir edilmiş eskimez yazı Lem'alar'ın ikinci cildini getirmiştik. Hazret-i Üstad eline aldı, baktı baktı, gözleri buğulu idi. Bizi işaret ederek:
"Bunlar, dedi, İstanbul'da ve Ankara'da Risale-i Nur'u neşrederek yirmi şeyhü'l-İslâm kadar hizmet ettiler.' Ve ilâve ederek:
"Hem, korkmayın muvaffak olacaksınız. Bu avukatınız da size yardım etsin' buyurdular.
"Aziz Üstadın dar-ı bekaya intikalinden yirmi üç gün evvel kendisinden duyduğumuz son sözler idi bunlar. Ve hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır.