Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’IN SİYASİ VE SOSYAL GÖRÜŞLERİ IŞIĞINDA CUMHURİYET İDEALİNİN ANAHTARI
Prof. Dr. MİM KEMAL ÖKE 1
(Boğaziçi Üniversitesi)
Bediüzzaman’ın, “Ben zaten dindar bir cumhuriyetçiyim” sözleri, belki bir yerde 21. yüzyıla girerken insanlığın itirafla gelebileceği noktayı o günlerde âdeta ilâhi bir kanun olarak tesbitinden kaynaklanmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin, “Yeni Said” olarak tanımlanan döneme intibaktan sonra kendini tamamen “iman hakikatleri”ni neşre ve tebliğe hasrettiği, üzerinde tartışma götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla bu tebliğimizin amacı, onun bu gayesine hizmet edebilecek siyasi ve sosyal ortamın özelliklerini satırbaşlarıyla da olsa işaret etmekten ibaret kalacaktır.
Hiç şüphesiz araştırmacılar, Bediüzzaman’ın telif ettiği Risale-i Nurları taradıklarında; onun, ilâhiyatın dışındaki sahalarda da görüşlerinin ipuçlarını yakalayacaklardır.
Osmanlı Türkiye’sinin Mutlakiyet ve II. Meşrutiyet dönemlerinde aktif olarak siyasetin içinde gördüğümüz “Eski Said”, bu siyasi aktivitesinin yanında, bir milis kumandanı olarak “Keçekülahlılar”ın başında Doğu Anadolunun Rus-Ermeni karma güçlerince istilasına bilfiil çarpışarak karşı çıkmıştır.
Bediüzzaman, İslâm dünyasının selâmeti ve İttihad-ı İslâm dâvasına hizmette gerekli olduğuna inandığı bütün platformlarda bilfiil hizmette bulunmuştur. Çünkü onun amacı, insana ve insanlığa hizmettir.
İnsan, İslâma göre “eşref-i mahlûkat”tır. Hele Müslümanlar için bu şeref, uğruna kâinatın halk edildiği Habibullahın ümmeti olmakla en büyük değerini kazanmıştır. Böylelikle, Müslümanların, dünya hayatında hem çeşitli hakları, hem de mesuliyetleri vardır. Bu cümleden olmak üzere Müslümanlar “medeniyet”e layıktır. O günlerde İslâm âleminin iktisadî zaafiyet ve siyasi açıdan da sömürgecilerin tahakkümü altında oldukları düşünülürse, Bediüzzaman’ın neden Müslümanların içinde bulundukları ortamı hazmedemediği ortaya çıkacaktır.
İşte, bu konuda sözü ona bırakalım:
“Hakiki medeniyet, nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev’iyyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.
“Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi budur ki: Asyanın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrûa ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tâli ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da, meşrutiyetteki şûradır.”2
Yukarıdaki ifadede, onun süzgecinde insanımıza hizmet için medeniyetin şart olduğu, bu medeniyetin maalesef kaybedildiği, ihyası içinde İslâm âleminin meşrutî idareye geçmesi icap ettiği, bu hürriyetin oluşacağı zeminin ise İslâmî akaide uygun bulunması gerektiği fevkalâde berrak, birbiri içine geçmiş anahtar kavramlarla vurgulanmaktadır.
Devamla Bediüzzaman, meşrutiyet ve hürriyetin de millî esaslar dahilinde vücut bulabileceğini, çağın dönemecini kavramış bir düşünür olarak açıkça vazeder. Ancak millî hayatın şekil bulacağı bir yapılanma, onun “frenk illeti” olarak tavsif ettiği “asabiyete” yada “menfi” bir cereyana geçit vermemelidir. Çünkü, bu cereyan İslâm âlemine “tefrika” getirecektir.
Bediüzzaman, “hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhiliyesinden ileri gelen” müsbet milliyet fikrini vurgular ki, bu da İslâmın kabul ettiği şekilde nihaî ittihada varılacak durak mahiyetindedir. Şöyle ki: Ona göre “müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal’a olmalı, yerine geçmemeli”dir.3
Bediüzzaman, gönlünde, meşrutiyetin daha tekamül etmiş çerçevesi olarak mütalaa ettiği cumhuriyetin de siyasi kültüründe, idarenin dine hizmetkâr olması gerektiğine işaret eder. Ona göre, Şark, yani İslâm toplulukları ahlâk, mâneviyat ve kültür üzerine yoğunlaşmışlar ve bu dinamiklerden hareketle içtimai kalkınlamaları sağlamışlardır. Bu itibarla kültürün temel taşı olan İslâm gerek hürriyetin sınırlarını belirleyen bir çerçeve, gerekse “milletin ihyasını” sağlayan normlar olarak korunmalıdır.
Emirdağ Lahikası’nda, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a yazdığı bir mektupta, bu düşüncelerini dâvâsının esas yörüngesi olarak ifade eder:
“Biz dini siyasete âlet değil, belki rıza-yı ilâhîden başka hiç birşeye, hattâ dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas mesleğimiz olduğundan...
“Evet, biz dini siyasete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mutassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun.”4
Bediüzzaman zaten bu hususları devrin Meclisine de açıkça belirtmişti. Millî Mücadeleyi kazandıran unsurun İslâmın baş tacı edildiği Kuva-yı Milliye ruhu olduğundan hareketle, bu cereyanın İslâm âleminde Türkler hakkında ne kadar müsbet yankılar yaptığına, dolayısı ile yardımlara sebep olduğuna işaret etmiştir.
Şimdi ise ülkenin kurtuluşunda ve Cumhuriyetin kuruluşunda denenmiş ve tutmuş olan yaklaşımın sürdürülmesini tavsiye edecektir. Bunu yaparken endişesi, o devirde giderek Türkiye’ye sirayet etmekte olan materyalizm, pozitivizm gibi cereyanlardır.
“Ben hükümet-i cumhuriyeyi, ilcâât-ı zamana göre bir kısım kanun-u medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükümet-i İslâmiye biliyorum” demekle, insanlığın, medeniyetin, cumhuriyetin “meşveret-i şer’iyeye girmeden” yükselmeyeceği inancını tekrarlamaktadır.
Osmanlı devletinin son yıllarında meşrutiyetin ilânı ile hürriyetin ilânı arasında çok fark yoktur. Aralarındaki nüanslar hürriyetin teorik, meşrutiyetin ise pratik olması ve kurumlara dayanmasındandır. Başka bir ifadeyle hürriyetin kurumlaşacağı rejim meşruti özellikler taşıyan rejimlerdir.
Bediüzzaman, meşrutiyetten bahsederken daima “meşrua” sıfatını eklemektedir. Bundan kasdı meşrutiyetin şeriat, yani İslâmın esaslarına uygun olmasıdır. Burada da zikredilecek unsurlar, şeriatın çerçevelediği meşrutiyetin özellikleridir.
Bediüzzaman, meşrutiyeti tarif ederken şöyle demektedir:
“Meşrutiyet ve kanun-u esasi işittiğiniz mesele ise; hakiki adalet ve meşveret-i şerriyyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız.”5
Keyfi yönetimlerin ve şahsi tasarrufların önüne ancak parlamenter yönetimlerle geçilebileceği, tarihin gösterdiği bir vakıadır. Milletin temsilcilerinden oluşan parlamento yine milletin menfaatini gözeterek en uygun kararları alacaktır. Yetkinin parlamentoda toplanmasının temelinde milletin hürriyeti ve adaletin sağlanması maksadı yatmaktadır.
Bediüzzaman, meşrutiyetin bir anayasal rejim olduğunu daima zikreder. “Meşrutiyet ve kanun-u esasi ise”6 şeklinde açıklamalarda bulunurken bu iki kavramı birbiriyle özdeş olarak kullanmaktadır.
Bediüzzaman, “yaşasın Kur’ân-ı Kerim’in kanun-u esasileri”7 demek suretiyle bizim toplumsal kurum ve kuruluşlarımızın İslâma dayandığını kaydetmektedir.
Bir toplumun başta yönetici ve yönetilenleri olmak üzere her ferdi; kendisini bağlayan, temel hak ve hürriyetler ile sorumluluklarını düzenleyen, önceden belli olan ve genel kabul gören kurallar bütününe sahip olunca pek çok sû-i istimallerin önü alınacak ve kurallar bütünü olan anayasa düzeninin istikrarlı bir şekilde devam etmesini sağlayacaktır.
Bu açıdan meşrutiyetin İslâmın mahiyetinde bulunduğuna dikkati çeken Bediüzzaman, bu anlayışı ile benimsediği siyasî görüş olarak hukukun üstünlüğüne dayalı, hürriyetçi ve âdil bir siyasi yapının tasvirini yapıyordu.
Onun Asr-ı Saâdeti ve dört halife devrini örnek göstererek adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti şeklindeki unsurla belirlediği bir model, aslında ideal bir cumhuriyetten başka birşey değildir.
Cumhuriyet hakkındaki görüşünü, henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce yukarıdaki ana esaslarla ortaya koyan Bediüzzaman, 1923’ten sonra, cumhurî rejime muhalefet iddialarıyla zaman zaman mahkemelere verilmiştir. Bunlardan 1935 yılında sevkedildiği Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, cumhuriyet hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, cevap olarak: “Eskişehir Mahkeme Reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu tarihçe-i hayatım isbat eder” diyerek karşılık vermiş ve buna delil olarak Siirt’te ilimle meşgul olduğu sırada, kendisine gelen çorbaları karıncalara verişini anlatmış; bunun sebebini soranlara ise:
“Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim”8 diyerek cevap vermiştir.
Esas olarak bu muhtevaya sahip bir cumhuriyet görüşü benimsediğini gördüğümüz Bediüzzaman, Türkiye’de 1923’den sonra karşılaşılan laik cumhuriyet uygulaması hakkında da yer yer görüşlerini ifade etmek zorunda kalmıştır. Ona göre, Batılı mânâdaki laik cumhuriyetin dine karşı herhangi menfi bir tavır takınmaması gerekir.
Bugün dünyada, özellikle de Batının ilerlemiş sanayi toplumlarında sadece iktisadî dürtülerle hareket eden bir toplumun demokrasiyi yaşatamayacağını, demokrasiyi ise sadece din ve kültürle tezyin etmiş faziletli insanların idame ettirebileceği düşünceleri, geçmişin acı tecrübeleri ışığında artık kabul gören prensipler haline gelmiştir.
Bediüzzaman’ın “Ben zaten dindar bir cumhuriyetçiyim” sözleri belki, bir yerde 21. yüzyıla girerken insanlığın itirafla gelebileceği noktayı o günlerde âdeta İlâhi bir kanun olarak tesbitinden kaynaklanmaktadır, diyebiliriz.
____________________
1. 1955’te İstanbul’da doğdu. Şişli Terakki Lisesinden sonra, İstanbul Amerikan Robert Kolejini bitirdi. İngiltere’de Cambridge’te iktisat ve tarih dallarında yüksek tahsilini 1977 yılında ikmal etti. Sussex (MA), Cambridge (M. Phil) ve İstanbul Üniversitelerinde ihtisas yaptı. 1979’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Kuruluna bağlı Filistin Dairesinde çalıştı. Yurt dışındaki dergilerde muhtelif makaleleri ve yakınçağ Osmanlı tarihine ait kitapları vardır. 1984’de doçent, 1985’de TRT Kurumunda Türk Siyasal Tarihi dallarında genel müdür danışmanı oldu. Bu arada TRT’ye çeşitli tarihi diziler hazırladı. 1990’da profesörlüğe yükseldi. Halen Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevini devam ettirmekte, günlük bir gazetede tarihi makaleler yazmakta, çeşitli kültürel vakıflarda yönetim kurulu üyesi olarak hizmet vermekte, görsel medya türünde televizyon programı yapım çalışmalarına, fikrî ve tarihî araştırmalarına devam etmektedir. 10’un üzerinde Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanmış eseri ve çok sayıda ilmî makalesi mevcuttur.
2. Bediüzzaman Said Nursi. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 41.
3. Bediüzzaman Said Nursi. Mektubat, s. 299.
4. Bediüzzaman Said Nursi. Emirdağ Lahikası, 2:16.
5. Bediüzzaman Said Nursi. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 13.
6. A.g.e., s.13.
7. Bediüzzaman Said Nursi. Hutbe-i Şâmiye, s.53.
8. Bediüzzaman Said Nursi. Tarihçe-i Hayat. s,332.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
YENİ BİR ÎMAN MEKTEBİ OLARAK RİSÂLE-İ NUR
Doç. Dr. AHMET AKGÜNDÜZ1
(Selçuk Üniversitesi)
Risale-i Nur, yeni bir iman mektebi olarak Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrakine uygun olarak izah ederken, kâinat kitabından misaller vererek ilimlerin ışığında Kur’ân’ı tefsir etmekte, İslâmiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.
I. Allah’a giden yollar ve Risâle-i Nur
Yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Allah’a imandır. En büyük dâvâ da Allah’ı tanıyarak ebedî saâdeti kazanmaktır. Bu sebeple İslâm tefekkür tarihinde, âlimlerin üzerinde durduğu, mütefekkirlerin üzerinde zekâ yorduğu, filozofların bütün tafsilatıyla tartıştığı en önemli mevzu, Allah’a ve sıfatlarına iman; Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi ve isbatı olmuştur.
İslâm fikir tarihi tetkik edildiğinde, marifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan yolların dört asla ircâ edilebileceğini görüyoruz:
Birincisi:
Tasfiye ve işrak üzerine kurulmuş olan ehl-i tasavvufun yoludur. Tasfiye, zikir ve ibadetlerle kalbi ve aklı mâsivâdan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağıyla gidilmeye çalışılır. Bu seyr ü sülûkün anahtarı ve vesileleri, zikr-i ilâhî ve tefekkürdür. İmam-Rabbânî’nin ifadesiyle, “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, iman hakikatlerinin vuzûh ve inkişafıdır.”2 Yine İmam-ı Rabbânî’nin tasnifine göre, tasavvuf tariki, velâyet-i suğrâdır.3 İmam-ı Rabbânîler, Abdülkâdir-i Geylânîler ve Bâyezîd-i Bistâmîler, bu yolun manevî reisleri arasında yer alırlar.
İkincisi:
İslâmın itikat esaslarını muhafaza ve müdafaa için kelâm denilen bir ilim teşekkül ettiren kelamcıların yoludur ki, Allah’ı tanıma ve isbat hususunda bunların dayandıkları en mühim iki esas, imkân ve hudûs denilen delillerdir. Bunlar, bu iki delili kullanırken, akla ve nazarî esaslara istinat ederler. Fahreddin Râzîler, Teftezânîler ve İmam Gazalîler, bu yolun manevî reisleri arasındadırlar.
Bu her iki yol da, her ne kadar Kur’ân’dan ilham alarak dal budak salmışlar ise de, beşer fikri bunları başka başka kalıplara soktukları için uzunlaşmış, müşkülleşmiş ve bazı vehimlerden ve vartalardan mahfuz kalamamıştır. Kelamcıların bazı ifrat ve tefritlerini kelam kitaplarında okuduğumuz gibi, ehl-i tasavvufun bazı vartalarını da, Bediüzzaman’ın “Telvîhât-ı Tis’a” adını verdiği risâlesinden öğreniyoruz.
Üçüncüsü:
Şüphelerle dolu olan ve sahiplerini de şüpheler içinde bırakan İslâm filozoflarının yoludur ki, İbn-i Sinalar, Farabiler, Kindîler gibi bir kısmı aklı esas alarak yürüyen ve kendilerine Meşşâiyyûn veya Aristocular tabir edilenler ile Sühreverdîler ve İbn-i Tufeyl’ler gibi ilham ve kalbe sezişi esas alan ve kendilere İşrâkıyyûn tabir edilenler, bu yolun yolcusudurlar. Felsefenin fâsit birtakım esasları ve müntesiplerini sürüklediği vahim neticelerinden dolayı, İslâm filozoflarından olan İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhiler, âdî bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir.4
Dördüncüsü:
Risâle-i Nurun esas mesleğini teşkil eden Kur’ân’ın yoludur.5 Bu ifadeden, öteki yolların Kur’ân dışı olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılmamalıdır. Ne demek olduğunu isterseniz, Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“Risâle-i Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliyâ misillû yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imâniyeyi kör gözüne de gösterir.” 6
Risâle-i Nurun telif edildiği Yeni Said devresini anlatırken de, İmam-ı Rabbânî’nin “Tevhîd-i Kıble et; yani yalnız bir üstadın arkasından git” şeklindeki manevî ikazından sonra kalbine şöyle geldiğini anlatmaktadır:
“Üstad-ı hakiki Kur’ân’dır. Tevhîd-i kıble bu üstadla olur’ diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla, hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmâresi de, şekler ve şüpheleriyle onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazali, Mevlânâ Celâleddin ve İmam-ı Rabbânî gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle ve irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ “Her şeyde bir delil var; gösteriyor ki, Allah bir” meâlindeki hakikata mazhar olduğunu Risâle-i Nur ile göstermiş.” 7
Kur’ân’ın Allah’ı isbat ederken kullandığı ihtirâ ve inâyet delillerini, asrımızda gelişen ilimlerle birleştirerek şerh eden Risâle-i Nurun evvelâ bu asırda yeni bir iman mektebi olarak ifa ettiği fonksiyonu ve sonra da diğer İslâm âlimlerinin eserlerinden ve mesleklerinden farkını, yine Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor, belki, bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” 8
Diğer eserlerden farkı ise, şöyle ortaya konuluyor:
“Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemânın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden bahsederler. Onların zamanlarında, imanın esaslarına ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemâatli bir sûrette taarruz var. O divanlar ve risâlelerin çoğu, has mü’minlere ve fertlere hitap ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâle-i Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mûcizesi olarak, imanın esaslarını kurtarıyor ve mevcut ve muhkem imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına, tahakkukuna, muhafazasına ve şüphelerden kurtarılmasına hizmet etmektedir.
“Diğer ulemânın eserleri der ki: Veli ol, gör, makâmata çık, bak; nurları, feyizleri al. Risale-i Nur ise der: Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saâdet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.” 9
Kısaca Risâle-i Nur, mânen şu beyti terennüm etmektedir:
Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâkî varken, başka bürhân aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’ân gibi bir bürhân-ı hakikat varken, münkirleri ilzâm için gönlüme sıklet mi gelir? 10
Ehl-i tasavvuf ve kelâmcılar da bu yolun ulvîliğini ve umumiliğini haber vermişlerdir
Kur’ân’dan ilham alınan diğer önemli iki yolun müntesibleri, yani ehl-i tasavvuf ve kelamcılar da, Kur’ân’ın bu umumî caddesinin üstünlüğünü ve umumîliğini, tâ kendi asırlarında idrak etmişler ve müntesiblerine haber vermişlerdir. Bunlardan sadece ikisini kısaca nakledeceğiz.
Ehl-i tasavvufdan İmam-ı Rabbânî Mektûbât adlı eserinin 1. cildinin 301. ila 302. ve 3. cildinin “122. mektubu”nda özetle şunları söylemektedir:
“Ulûhiyyetin en büyük dellalı Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamberin âleme neşretmiş olduğu kemâlât-ı nübüvvete insanı ulaştıran iki yol vardır: Birincisi velâyet-i suğrâ da denilen velâyet yoludur ki, perdelidir ve ulaşılması kolay değildir. Çok makamları kat’ etmek icap eder. İkincisi ise, velâyet-i kübrâ tabir edilir ki, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata bir yol açmaktır. Bu yol, enbiyâya, sahâbelere, tabiinlere, bazı büyük tabe-i tâbiînlere ve âhirzamanda gelecek olan bir cemâate hasdır. Bu yol, kısadır, kolaydır ve tehlikesizdir.”11
Bediüzzaman da İmam-ı Rabbânî’yi şöyle tasdik ediyor:
“Cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sâhipleri olan sahâbe, asfiyâ, tâbiîn, eimme-i ehl-i beyt ve eimme-i müçtehidîn caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şâkirtleridir.”12
“İşte Risâle-i Nur, bu câmi ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına tarhibatçı küllî cereyanlarına karşı, Kur’ân ve iman namına müdafaa ediyor”13 ve İmam-ı Rabbânî’nin bahsettiği yolu, Risâle-i Nurun açtığını Nurları okuyan gönüller ve kalbler, hem idrak ve hem de tasdik ediyor.
Kelâmcılardan ise, bir kelam, tefsir, fıkıh ve kısaca şer’î ve aklî ilimlerde dâhi olan Fahreddin Râzi’yi duymayan ve bilmeyen yok gibidir. Onun bir tefsir şaheseri olan Mefâtîh’ul-Ğayb, yani gaybın anahtarları veya gerçekten büyük olan 30 ciltlik et-Tefsirü’l-Kebîr adlı tesiri; el-Muhassal ve el-Erbaîn adlı kitapları başta olmak üzere kelâma dair elliye yakın eseri, kendisine, “İmam” ünvanının verilmesine sebep olmuştur.
Razi’nin vasiyetinden bazı hakikatleri beraber dinleyelim:
“Ey din kardeşlerim! Ve imanda yakini isteyen dostlarım! İnsanlar derler: İnsan vefat edince, mahlûkatla alakası kesilir. Bu umumi kaide iki açıdan tahsis edilmiştir: Birincisi, eğer amel-i sâlih kalırsa, bu duaya vesile olur. Duanın da Allah katında bitmeyen izleri vardır. İkincisi ise, çocukların terbiyesi ve mazlumların hakkı da alakayı devam ettiren hususlardır.
“Birinci husus için derim ki:
“Bilesiniz ki, ben ilmi seven bir insandım. Her konuda kalem oynattım. Hak-bâtıl, faydalı faydasız demeden yazdıklarımın ne kemiyeti ve ne de keyfiyetine vâkıf değilim. Ancak bana ait muteber eserlere baktığımda, gördüm ki:
“Gözle gördüğümüz şu âlem, bir müdebbirin tedbiri altındadır. O müdebbir, misil ve nazirlerden münezzeh ve kemâl-i kudret, ilim ve rahmetle muttasıfdır. Kelâm ilminin bütün ma’rifet yollarını denedim. Bunların hiç birinde, Kur’ân’da bulduğum manevî fayda ve lezzete denk gelebilecek bir fayda göremedim. Zira Kur’ân, azamet ve celâlin külliyen Allah’a verilmesini delilleriyle gösteriyor ve iman meselelerinde derin kelamî delillerle münakaşa edilmesini men ediyor. Bunun tek sebebi, Kur’ân’ın sâhibinin, beşerin aklının bu tür müphem ve derin münakaşalarda karıştıracağını ve şaşıracağını bilmesidir”14
İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman şu tesbitleri rahatlıkla yapmaktadır:
“Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, Eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî gibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü, saâdet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekâvet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i imaniye gıdâdır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakâik-i imâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.”15
İşte o yol, Risale-i Nurdur. Çünkü Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki bir tefsiridir.
II. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın hakiki ve mânevi bir tefsiridir
Risale-i Nurun bu zikredilen özelliği, Kur’ân’ın bu asrın idrakine uygun hakiki ve manevî bir tefsiri olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, tefsir iki kısımdır:
Birincisi: Lafzî tefsirdir. 350 bin adede ulaşan bu mânâda tefsirler, Kur’ân’ın ibaresini ve lafızlarını izah ederler. Cümlelerinden çıkarılabilecek itikâdî, amelî ve ahlâkî hükümleri çıkarırlar. Dirâyet ve rivâyet tefsirleri adıyla kendi arasında kısımlara ayrılan bu mânâda Kur’ân tefsiri, eski ulemâ tarafından telif edilmiştir.
İkincisi:
Mânevî tefsirdir ki, Kur’ân’ın hakikatlarını tefsir ve izah ederler. Risâle-i Nur, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarıdır.16
Risale-i Nur Kur’ân’ın hakiki bir tefsiri olduğuna göre, Kur’ân neyin tefsiridir? Ve Kur’ân’ın esas maksadı ve beyan ettiği hakikatler nelerdir? Bu suallerin cevabı, Risale-i Nurun neden hakiki ve manevî bir Kur’ân tefsiri olduğunun da cevabı olacaktır.
Evvelâ: Kur’ân, Allah’ın Tekvîn sıfatından doğan kâinat kitabının ezelî tercümesidir. Yani kudret kalemiyle kâinat kitabını yazan Allah, bu kitabını Kelam sıfatından neş’et eden Kur’ân denilen ezelî kelâmıyla tercüme etmiştir. İslâmiyetin yüceliği, kâinat kitabının kaideleri ile Kur’ân’ın kaideleri arasında mutabakat bulunmasındandır. Bu sebepledir ki, İslâmiyet fıtrat dini olmuştur. Risale-i Nur da, bu ezelî tercümenin izahı ve tefsiri mahiyetindedir.
Sâniyen: Kur’ân’ın ana maksadı, hikmet tarafından, kâinata sorulan “Ey kainat! Nereden? Ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Vazifeniz nedir? Ve nereye gideceksiniz?” şeklindeki sorulara cevap vermektedir.
Salisen: Kur’ân, “Şu sorulara dört ana maksadım vardır” diyerek cevap vermiştir ki, kâinatın ustası olan Allah’ın isbatı, yani tevhid, nübüvvet, cismani haşir ve ibadet ve adaletten ibaret bulunan bu dört maksat, Kur’ân’ın her yerine intişar eylemiştir.
O halde Kur’ân’ın asıl maksadı bu dört hakikatın beyanıdır ve Kur’ân’ın kâinattan bahsedişi, bu dört ana maksadı izah edebilmek içindir. Zaten kâinat kitabının sureleri, âyetleri ve harfleri demek olan masnu ve mahluklar, Kur’ân’ın bu dört hakikatını âkıl olan kimselere anlatmak için kudret kalemiyle yazılmışlardır.
Buradan şu hakikat ortaya çıkıyor: Kur’ân’ın konusu kâinat olduğu gibi, ilimlerin de konusu kâinâttır. Kur’ân da, ilimler de, kâinat kitabının bablarını ve fasıllarını, sûrelerini ve âyetlerini izah etmektedirler. O halde hakiki hikmet ve ilimlerden hiçbirinin Kur’ân’a muhâlif olması mümkün değildir. Zira Kur’ân, kâinat kitabının müellifi tarafından yapılan tercümesidir; ilimler ise, aynı kitabın acemileri ve mübtedîleri tarafından yapılan izahıdır. Fizik, kimya ve matematik gibi ilimler, kâinât kitabının hükümlerini açıklayan fenlerdir.
İşte Risâle-i Nur, Kur’ân’ın dört ana maksadı olan tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet hakikatlerini, Kur’ân’ın kâinat kitabını tercümesinden ilham alarak, kâinat kitabından âyetlerle ve temsil sırrıyla izah eden bir tefsirdir. Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından verdiği misallerle ve temsil yoluyla tefsir ve izah ettiğinden, aynı zamanda kâinat kitabının da bir tefsiri mahiyetindedir. Bu sebeple, Risâle-i Nur, araştırma konusu, kâinat kitabının bu bâbı veya faslı olan müsbet ilimlerin kâinatla ilgili olarak ortaya koyduğu ve mutlak intizâmı ve nizâmı gerektiren ilim kâidelerinde, Kur’ân’ın ana maksatlarını isbat etmekte ve kör gözlere de göstermektedir. Yani Risâle-i Nur, ilimlerle içiçedir ve mevzu bütünlükleri vardır. Kur’ân’ın mevzuları içine girmiş kâinatla ilgili meselelerde, aynı konuyu araştıran ilimlerin kaidelerini de kullanarak, tevhîd, nübüvvet, haşir ve adâlet esaslarını açıklar.
Buna bazı misaller verelim:
Bütün müsbet ilimler, ortaya koydukları ilmî esaslar ile, kâinattaki bir nev’in nizam ve intizamını anlatmaktadırlar. Göz ile ilgili bilimlerin, gözdeki nizamı anlattıkları gibi. Bu konuda, ilim ve Kur’ân müttefiktir. Yani her ikisi de, kâinat kitabının intizam içinde yazılmış olduklarını ittifakla kabul etmektedirler. İşte Kur’ân ve onun hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, ilimlerin diliyle sâbit olan bu intizam ve nizamın, ittifak ile kâinat Sultânının saltanatını ve san’atını ilân ettiğini, görmeyen gözlere gösterir. Bir kısım ilim adamlarını inkâra götüren ilmin kaideleriyle Kur’ân’ın dört ana maksadını izah ve isbat eder.
İşte tevhîde dair kâinattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedelerinden bir misal:
“Yağmura bakar görür ki; yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânî cilveler ve latîf ve mübârek katreler, o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu, o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhâssa zîhâyatta çalıştırılan basit ve câmit ve şuursuz hidrojen ve oksijen gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîm’in hazîne-i gaybiye-i Rahmetinde yapılıyor.”17
Haşre dair misali de verelim ve kâinat kitabından bazı masnûları, mahlukları, tasarrufları ve yapılan işleri nazara vererek, ilimlerin diliyle âhirete imanı nasıl isbat ettiğini Bediüzzaman’ın şu ifadelerinden dinleyelim:
“Nakkâş-ı Ezelî, gözümüzün önünde, kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rûy-ı arzın sayfasında üç yüz binden ziyâde nevi’leri, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, sûretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz. Yanlış yazmaz. Evet, en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misâfirlerinin yolunda, nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak denilir mi?”18
Nübüvvete dair olan kısa bir delili de zikredelim:
“Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyyâtı ve arzuyu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette Kur’ân vasıtasıyla o marziyyât ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zattır (a.s.m.).”19
Kısaca, ilimlerin diliyle Kur’ân’ın dört ana maksadını izah ve isbat eder. Risâle-i Nur, bu noktada öylesine Kur’ân’a âyine olmuştur ki, 6000 sayfayı bulan külliyatta tevhîd, nübüvvet, haşir ve adalet mevzularına ayrılmış kısımlar, eğer Kur’ân âyetlerinde aynı mevzulara tahsis olunan nisbetlerle mukayese edilecek olursa, ikisinin birbirine yakın oldukları görülecektir.
III. Netice
Risâle-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’ân’ın maksatlarını ve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sâni hususunda, bir tecdit hareketidir ve kökü mazide ve Asr-ı Saâdette olan yeni bir iman mektebidir. Risâle-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrâkine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kâinat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’ân’ı tefsir etmekle, Kur’ân’ın ezelî tercümesi olduğu kâinât kitabının her bir mevcut ilimlerinde de konusu olmakla, İslâmiyetin hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.
Öte yandan Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’ân kitabı ile kudret kaleminden doğan kâinat kitabının kanunları ve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu isbat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslâmiyetin, hevâ ve heves içinde dönüp dolaşan, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk değişen diğer din ve doktrinlerden mümtaz ve serfirâz olduğunu akıllara anlatmaktadır.
Kâinat kitabının her bir harfi ve âyetinin birer Kur’ân hakikatinin menbaı ve nümûnesi olduğunu göstermekle, kâinat kitabındaki hakikatlere nazar-ı dikkatleri çekiyor.20 Meselâ diyor:
“Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intâk ve söyletmesi olduğuna delil ise, hayret verir bir tarzda, birbirine o seslerle müdâvele-i hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir.”21
Hülâsa Risâle-i Nurlar, “tasavvur değil tasdiktir; teslim değil imandır; marifet değil, şehâdettir, şuhuddur; taklit değil hakikidir; iltizâm değil, iz’ândır; tasavvuf değil hakikattır; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.”22
Ve “bu memlekette, bu asırda, bu milleti, anarşilikten, tereddî ve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çare, Risâle-i Nur’un esâsâtıdır.”23
____________________
1. 1955 yılında Çüngüş kazasının Malkaya köyünde doğdu. İlkokulu adı geçen köyde bitiren Akgündüz, babası Cuma Akgündüz’den Osmanlıca öğrendi. Gaziantep Lisesi’ne devam ederken Arapçayı da öğrenen Akgündüz, 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyetini müteâkip Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Kamu Hukuku Bölümü Hukuk Tarihi Anabilimdalına Araştırma Görevlisi olarak girdi ve aynı yıl yüksek lisansına da başladı. 1983 Kasım’ında Prof. Dr. Halil Cin’in nezaretinde doktorasına başlayan Akgündüz, “İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi” adlı teziyle ilgili araştırmalarda bulunmak üzere 1985 yılının ilk yarısında kazandığı araştırma bursuyla Kuveyt’e gitti. 1986 Ağustos’unda doktor ünvanını aldı ve bunun müteâkiben Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesine Hukuk Tarihi Yardımcısı Doçenti tayin edildi. 1984-1985 ve 1985-1986 ders yıllarında Dicle Hukuk’da ve 1986-1987 ders yılından beri de Selçuk Hukuk’da Türk Hukuk Tarihi ve Genel Hukuk Tarihi derslerini yürüten Akgündüz, Kasım 1986 döneminde Arapça’dan ve Nisan 1987 döneminden ise İngilizce’den doçentlik dil sınavlarını kazandı. 3 Kasım 1987 tarihinde doçent oldu ve aynı fakültenin ilgili bilim dalına doçent olarak tayin edildi. 1986-1988 tarihleri araında Başbakanlık Osmanlı Arşivinde “Osmanlı Kanunnâmeleri” üzerinde araştırma yapan Akgündüz’ün 10’a yakın eseri ve çok sayıda te’lif ve tercüme ile ilgili ilmî makaleleri bulunmaktadır. Akgündüz, İngilizce, Arapça ve Farsça bilmektedir; evli ve iki çocuk babasıdır.
2. Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22
3. İmam Rabbânî, Mektûbât, c. 2, sh. 363 vd.; Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh.22
4. Bediüzzaman, Sözler, 30. Söz, sh. 543
5. Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, 252-253; Muhâkemât, Âsâr-ı Bedîiyye, 252
6. Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 189
7. Bediüzzaman, Mesnevî Nuriye, sh. 7-8
8. Bediüzzaman, Şualar, 179
9. Bediüzzaman, Sikke-i Tasdîk, Gaybî, sh. 188
10. Bediüzzaman, Sözler, 365
11. İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, C.1, sh. 361-366 (31 ve 302. Mektublar); III, 184-186 (122. Mektûb); Bediüzzaman, Mektûbât, 5. Mektûb, sh. 22-23
12. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 85
13. Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 218.
14. Fahreddin Razi. et-Tefsirü’l-Kebir, c.1, Mukaddime
15. Nursî, Mektûbât, s. 23
16. Bediüzzaman Said Nursî, Şu’alar, s.425.
17. A. g. e., s. 108-109.
18. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 81-82.
19. Nursî, Mektubat, s. 213.
20. Bediüzzaman Said Nursî, (Muhakemat) Âsâr-ı Bediiiyye, s. 163-165.
21. Nursî, Sözler, s. 671.
22. Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 239.
23. A. g. e., s. 185.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
MÜCEDDİDLİK VE BEDİÜZZAMAN
Dr. COLİN TURNER1
(Durham Üniversitesi - İNGİLTERE)
İnancım odur ki, Risale-i Nur kâinatı olduğu gibi takdim eden, Kur’ân’ı Resulullahın murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş asıl tehlikeli hastalıklara tedavi çareleri sunan yegâne İslâmî eserdir. Bu yüzden Bediüzzaman’ın müceddid ünvanına layık olduğuna inanıyorum.
Ebû Dâvûd’un Sünen’inde Kitabü’l-Melâhim bölümü şu hadis-i şerifle başlar: “Her asrın başında Allah bu ümmete, dinlerini tecdit etmek üzere birisini gönderecektir.”
Hadislerin yorumlanması, her zaman için Kur’ân’ı tefsir etmekten çok daha fazla problem arz etmiştir. Bunun en âşikâr sebebini ise, hadislerin sahih olup olmadığı konusu teşkil etmiştir. (Gerçi bundan başka sebepler de vardır; ancak burada bizi bunlar ilgilendirmiyor.) Hadislerin hepsinin birden sahih kabul edilmediği bilinmektedir. Gerçekte, Resulullaha atfedilen sözlerin pek az bir kısmı üzerinde hadis âlimleri ittifak etmişlerdir. El-Muvatta’ ile Müslim ve Buhârî’yi hariç tutarsak, hadis kitaplarının çoğunda, sahih kabul edilen hadisler zayıf veya mevzû hadislerle yan yana yer almaktadır. Hattâ sahih kabul edilen hadisler bile bu sahanın uzmanları tarafından sorgulanmış ve tenkit edilmiştir.
Müceddid hadisi de bu kaidenin dışında değildir. Ebû Dâvûd’un kendisinin dahi, bu hadisin Resulullaha izafe edilmesini şüpheyle karşıladığı görülmektedir. Diğer âlimler ise, hadisin senedindeki, yani râviler zincirindeki son iki halkanın şüpheli oluşuna dikkat çekmektedirler. Diğer muhaddisler ise, bu hadisin değişik rivâyetlerini, herhangi bir kaynak belirtmeksizin, sanki kendi sözleriymiş gibi nakletmekte, yahut hiçbir senet zikretmeden hadisi Resulullaha izafe etmektedirler.
Hadis alanında uzman olmadığım için, bu rivayetlerin sıhhati üzerinde söz söylemek elbette bana düşmez. Şahsî fikrimi belirtmek gerekirse, müceddidlik konusunda zihnimi kurcalayan birtakım meseleler vardır; ancak hadisin sıhhati, yani bizzat Resulullah tarafından söylenip söylenmediği hususu, bunlar arasında değildir. Çünkü hadis sahih olsun veya olmasın, ifade ettiği bir gerçek vardır ki, bu gerçek geçmişte birçok topluluklar tarafından yaşanmıştır, bugün bizim zamanımızda ve hattâ şurada toplandığımız sırada bile yaşanmaktadır.
Beni rahatsız eden asıl konu ise, Müslümanların bu hadisi çoğu zaman kendi maksatlarına uygun şekilde yorumlamış olmalarıdır. Aslında bu sadece hadise münhasır bir durum da değildir; sıhhati her türlü şüphenin üzerinde bulunan Kur’ân’da dahi birçok âyet, birtakım şahsî mülâhazalara uyacak şekilde ve kasıtlı olarak yanlış tefsir edilmiştir.
Müceddid listelerinin tanzimi
Müslüman âlimlerin bu hadise ilgisi, hemen hemen daima şahsiyetler, yani müceddidlerin kimlikleri üzerinde temerküz etmiştir. Tecdid mefhumu, bu mefhumun mâhiyeti ve lüzumu ise, eğer münakaşa edilmişse bile nâdiren edilmiştir. Bu hadis Müslümanlar arasında yayıldıkça ve nesilden nesle intikal ettikçe, birçok farklı müceddid listeleri de tanzim edilmiştir. Eğer bu listeleri düzenleyenlerin sayısınca farklı müceddid listeleri çıkacak olsa, bu beni hiç şaşırtmayacaktır. Şu ana kadar gördüğüm listeler yirmiyi aşmış bulunuyor; her ne kadar bazı isimler birden fazla listede yer alsa da, hiçbir liste diğerini tutmamaktadır. Müceddid olarak kabul edilen kimselere ait bu listeleri inceleyen bir kimse, herbir listenin, o listeyi düzenleyenin mensup olduğu kaynaktan rengini aldığını görmeden geçemeyecektir. Meselâ bir Hanbelî tarafından düzenlenmiş bir liste büyük ihtimalle yalnız Hanbelîlerden ibaret kalacak, bir ehl-i tasavvufun listesi yalnız ehl-i tasavvufu içine alacaktır. Kısacası, herhangi bir akıma, bir daireye veya bir ideolojik gruba mensup olan bir âlim, bu hadisi kendi üstadlarına tatbik etmeye meyillidir. Hattâ bir kraliyet sarayına mensup bir âlim tarafından hazırlandığında şüphe bulunmayan bir liste vardır ki, bu listedeki herbir müceddid ismi ya bir krala veya bir sultana âittir.
Bir müceddidin nasıl tanındığı ve nasıl müceddid olarak seçildiği konusunda görüş birliği olmadığı için-nihayet bu bir makam veya vazifenin ünvanı değil, sadece bir şeref ünvanı olduğuna göre-belki de farklı listeler kaçınılmaz olacaktır. Bundan daha az mültefit, fakat daha gerçekçi bir izah tarzı ise, bana göre şu olmalıdır: Aslında biz şahıslara fazlaca düşkünüz; “bizden birinin” yüksek bir makama terfi etmesi ise, onlar adına bizde bir gurur ve tatmin duygusunu ortaya çıkarmaktadır.
Bu meselede daha başka münakaşalı konular da vardır. Meselâ, ilk iki müceddidin Ömer bin Abdülaziz ile eş-Şâfiî olduğunda birçok âlim ittifak ederler ki, bunlardan birincisi 101, ikincisi 204 yılında vefat etmiştir. Bu iki zâtın İslâm dâvâsına hizmetlerini hiç kimse inkâr edemez. Fakat müceddidlerin teşhisinde esas alınan tarihin, bu zâtların ölüm tarihleri olduğunu fark etmemek de elde değildir. Gerçi bu, İslâmî biyografilerde ölüm tarihlerinin esas alınması şeklindeki gelenekle uyum halindedir; ancak hadisin lâfzına pek uygun düşmemektedir. Çünkü asrın başlangıcından hemen sonra bu iki zât ölmüştür; dolayısıyla dini tecdit veya tâmir etmeleri imkânsızdır. Bu yüzdendir ki, daha sonraki âlimler, asrın başlangıcından sonra müceddidin hayatta ve faal bulunmasını şart koşmuşlardır. Bu defa da, İslâma hizmetleri her türlü şüphenin ötesinde olduğu halde ölüm tarihleri hadisin târifine uymadığı için müceddid ünvanına lâyık görülmeyen âlimlerin durumu, başka bir problem olarak ortaya çıkmaktadır.
Sayısız âlimlerin, başka âlimler tarafından hazırlanmış listeleri tartışmak ve bunlara reddiyeler düzmek için harcadıkları zaman ve enerji ise başka bir konudur.
Kısacası, yorumu bu ölçüde bağnazlığa ve partizanlığa müsait olan pek az hadis vardır.
Yine de, bu münakaşaların hiçbiri müceddid hadisinin kendisiyle alâkalı değildir; dolayısıyla, bazı âlimlerin yaptığı gibi hadisin reddine bir sebep teşkil etmemelidir. Öyle sanıyorum ki, müceddid hadisinin sıhhatiyle ilgili olarak lehte ve aleyhte yürütülen tartışmalar, her ne kadar kendi içlerinde aydınlatıcı olsalar da, meselenin esasından çok uzak düşmektedir. Resulullaha atfedildiği halde Kur’ân’la ve mantıkla çelişen ve reddedilmesi gereken sözler bulunduğu gibi, Kur’ân ve mantık tarafından desteklenen nice hakikatler vardır ki, bir hadis halinde ifade edilmemiştir. Herhangi bir hadisin sıhhatini sınamak için akla gelebilecek nisbeten emin bir yol, bizzat Resulullah tarafından gösterilmiştir: “Benim sözüm olarak size söylenen bir sözü Allah’ın kitabıyla karşılaştırın. Ona uyan ne varsa bendendir-onu gerçekten söylemiş olayım veya olmayayım.”Bu ölçüye dayanarak, müceddid hadisini reddetmek için hiçbir sebep görmediğim gibi, kabul etmek için de pek çok sebep bulabiliyorum.
Ancak bunu da bazı kayıtlarla söyleyebiliyorum. Bu hadisi hiç değilse mânâ itibarıyla doğru kabul etmenin şartı, içinde bazı müphem tarafların-veya başka bir deyişle tâbirlerindeki esnekliğin-mevcudiyetini göz önüne almaktır. Hadiste geçen men kelimesi, Arapçada bir veya birden fazla kişiyi ifade edebilir. Dolayısıyla, herhangi bir çağda birden fazla müceddidin bulunma ihtimalini dikkate almak zorundayız. Yüz yıllık bir zaman dilimi ise, değişik mânâları içine alabilen popüler bir deyimdir: yedi ve kırk rakamları gibi. Bu deyim, kesin ve tam bir 100 yıl esasına göre tekrarlanan bir tecdit devresinin işareti olarak alınmamalıdır. Benim inancıma göre hadisin mânâsı, ihtiyaçların gerektirdiği zamanlarda, îman ve İslâmı, vahyin ruhuna ve çağın ihtiyaçlarına uygun şekilde insanlara nasıl sunmak gerekiyorsa hayatları ve eserleriyle öylece sunan kişi ve kişileri Allah’ın ilhâma mazhar ettiği yönündedir. Böylece, müceddid, son derece önemli iki şeyi birden gerçekleştirmiş olur.
Birincisi: Kur’ân’ı, nasıl anlaşılması murad edilmişse ve 1400 küsür sene önce nasıl indirilmişse, öylece kendi çağının insanlarına sunar.
İkincisi: Bunu da, kendi çağının insanlarının anlayış seviyelerine uygun bir şekilde yapar, böylece Kur’ân’ın 7. yüzyılda Mekke ve Medine halkından gizli kalmış yönlerini keşfeder. Bence tecdidin gerçek mânâsı da budur. Nur dergisinin kapağındaki şu yazı, bana daima bu hakikati hatırlatmaktadır: “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumuzu tavazzuh ediyor.”
Aziz Peygamberimiz de Kur’ân’ın daha sonraki nesiller tarafından anlaşılacak yönlerinin bulunduğunu söylemiş, böylece tecdid mefhumuna îmâda bulunmuştur.
Müceddidin lüzum ve ehemmiyeti
Müceddidin lüzum ve ehemmiyetini gösteren aklî ve naklî pek çok delil vardır. Kur’ân, âyet-i kerîmenin bildirdiği gibi, eğer bütün insanlara ve bütün zamanlara bir İlâhî hitap ise, ve Yaratanın vaad ettiği gibi hidâyet isteyen herkesi Allah doğru yola iletiyorsa, bu demektir ki, her çağda Kur’ân’ı yeniden açıklamakla ve ancak zamanı geldikçe mânâsı anlaşılacak hakikatlerini keşfetmekle vazifeli kişi yahut kişiler bulunacaktır. Bu kişiler ise âlimlerdir. “Âlimler” ile, “Kulları arasında Allah’tan ancak âlimler korkar” (35:28) meâlindeki âyet-i kerîmede işaret edilen kimseleri kastediyorum-yoksa ilâhiyat veya hukuk alanında uzmanlaşmış olanları değil. Bu ikinciler bilgi sahibi oldukları halde Kur’ân’ın kastettiği mânâda âlim olmayabilirler.
Âlimler arasında da, diğerlerine nisbetle kâinatı anlayışı daha geniş ve Kur’ân’a daha yakın olanlar bulunacaktır. Bunlar müceddidlerdir.
Ulemâ olarak müceddidler, başka bir meşhur hadisin belirttiği gibi, peygamberlerin vârisleridir. Böylece tecdid, peygamberliğin bir uzantısı olarak, müceddidler de kendi zamanlarının bir nevi peygamberi olarak görülebilir. Burada “peygamber” kelimesini ihtiyatla kullanıyorum; benim kastetmediğim bir mânâyı bu kelimeden kimsenin alelacele çıkarmayacağından da eminim. Bir müceddidin, Allah tarafından gönderilmiş peygamberler gibi vahye mazhar olmadığı âşikâr-dır. Müceddid hatâya düşebilir ve bazan da kusurlu insandır; enbi-yânın sahip olduğu peygamberlik hassalarından hiçbirine sahip değildir. Peygambere İlâhî vahiy suretinde gönderilmiş bulunan Kur’ân’ın kelimeleri kesindir ve değiştirilemez; müceddidin sözleri ise değiştirilip düzeltilebilir ve, tecdidin devamlılık arz eden mâhiyeti göz önüne alındığında, mutlaka değiştirilecektir. Peygamberlerin bir sonuncusu, bir mührü, bir hâtemi vardır; müceddidlerin ise yoktur. Dünya durdukça ve zaman ilerledikçe, daha öncekilerin yerini almak üzere, Kur’ân’ın daha fazla sırlarını açığa çıkaracak yeni müceddidler de daima olacaktır, ilh.
Çağımızda müceddidlik ve Bediüzzaman
Çağımıza gelince, İslâm ümmetinin durumuna şöylece bir bakmak, tecdide olan ihtiyacımızın hiçbir zaman bugünkü kadar şiddetli olmadığını göstermeye kâfi gelecektir. Bu husus üzerinde uzun uzun durmaya gerek yoktur.
Problem, bizim Müslüman olmayışımızdan kaynaklanmıyor- bilâkis, sayımız neredeyse 1 milyar. Problemin kaynağı, çoğumuzun inanmayışında yatıyor. İnananların dahi çoğu yetersiz bir şekilde inanmakta ve sadece Allah’a inanmak yerine, Onun yanı sıra şeriklere de inanmaktadır. “Onların çoğu, Allah’a ortak koşmaksızın Ona inanmazlar” (12:106) meâlindeki âyet-i kerîme, günümüzü ve çağımızı son derece yakından ilgilendirmektedir. Bugün hücuma mâruz kalan İslâmın dış kaleleri değil, îman temellerinin tâ kendisidir. Bu yüzden, günümüz dünyasında bir müceddidin en mühim vazifesi îmânı kurtarmak ve günümüzde dine ve inançlara yöneltilen bütün şüphe ve hücumlara karşı durabilecek bir kesinlik seviyesine yükseltmektir. Bu da, insan aklıyla beraber kalbe ve diğer kabiliyetlere birden hitap edebilen bir bakış açısına ihtiyaç göstermektedir. Bu ise, ruhla beraber aklı da tatmin edecek bir şekilde kâinat kitabını anlamayı gerektirir. Çağımız, Kur’ân’ın inişine tekaddüm eden Cahiliyet Devrini andırmaktadır. Bu ene devridir, başıboş bırakılmış nefs-i emmârenin devridir. Kurtuluşumuz için zarurî olan tecdid ise, insanı topyekûn yeniden inşâ etmekten daha aşağı bir iş değildir. Bu, insan ruhuna Allah’ı aksettiren bir îman, İslâm ve ihsan elbisesi giydirmek demektir. Bugün müceddidin vazifesi işte budur.
Son yirmi beş yılda “İslâmî uyanıştan,” İslâmî devletlerden, İslâm kanunlarını getirmekten pek çok söz edildi. Hattâ bu arada bir de “İslâmî” ihtilâl gördük. “Müslüman,” “İslâm” ve “İslâmî” kelimeleri her tarafta... “Allah” ve “îman” kelimelerini ise nâdiren işitiyoruz. İşte bu yüzden Risale-i Nur tek başına ortada durmaktadır.
Fakat Risale-i Nur ve Müellifine dönmeden önce, “müceddid”in târifini içine alan şu ifadeleri inceleyelim:
“Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdâs etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esâsât ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ ve iptal, ve dine vâki tecâvüzleri red ve imhâ ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerâfet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihât ve tafsilât ile ifâ-i vazife ederler.” (Şuâlar, s. 563.)
Müceddidliğin bu târifi ışığında, Risale-i Nur’u inceleyen bir kimse, bu külliyatın 5 bin sayfasından herhangi birinde tecdid alâmetlerini teşhis etmekte ve bir Müceddidin mührünü görmekte zorluk çekmeyecektir.
Çünkü Risale-i Nur, Kur’ân hazinelerinin çağımıza bakan bir tefsiridir. Eğer Kur’ân’ı kâinat için bir rehber kitap olarak anlayabiliyorsak, Risale-i Nur da Kur’ân için bir rehberdir. Bu çağın en dehşetli hastalığının inançsızlık olduğunu doğru bir şekilde teşhis eden Risale-i Nur Müellifi, Kur’ân’ın esas umdelerini, kendiliğinden birşey katmaksızın yine Kur’ân ile tefsir eder. Risale-i Nur ile diğer tefsirler arasındaki başlıca fark, Risale-i Nur’un tahkikî îmana öncelik vermesi ve yirminci yüzyıl insanı için mânâ ifade edecek bir şekilde konuşmasıdır.
Benim bildiğim kadarıyla, Risale-i Nur, insanların îman ile ilgili olarak karşılaştıkları problemleri tutarlı bir şekilde ele alan, Kur’ân’a dayalı ve şümullü bir irşad külliyatı olarak halihazırda yegânedir. Eğer insan ebediyen yok oluş tehdidinden kurtulmak istiyorsa îmânı anlamak, îmanı geliştirip arttırmanın lüzumunu anlamak zorundadır. Ben, Risale-i Nur’un bize bu anlayışı kazandırdığına inanıyorum. Risale-i Nur, inanmayanlara, inançsızlıklarının hiçbir fayda sağlamadığını gösterir; inananlara ise, îmanlarını tekrar değerlendirmenin ve teyid ve takviye etmenin yollarını öğretir. Bu husus son derece önemlidir; çünkü İslâm dünyasındaki umumî gerilemenin sebebi, Hıristiyanlıkta olduğu gibi birtakım ilmî gelişmelerin ortaya çıkardığı doktrin yetersizliği değil, Müslümanların îmanlarını korumakta gösterdikleri zaaftır. Batının Hıristiyanlığı bir kenara iterek maddî gelişmeyi sağladığı bir gerçektir; İslâm dünyasında ise, dinin ihmâli ancak gerileme ile neticelenmiştir-öyle bir gerileme ki, hâlâ bizimle beraberdir ve bizi terk etmeye de pek niyeti yoktur.
Bizim başlıca zaaflarımızdan birisi, daha önce de gördüğümüz gibi, esâsât yerine fer’î, ikinci derecede meselelere gereğinden çok fazla önem vermemizdir. Risale-i Nur bu dengesizliği gidererek önceliği îman hakikatlerine verir ki, bu hakikatlerin anlaşılmaması halinde zâten diğer bütün fer’î meseleler mânâsız kalacaktır.
Netice olarak şunu söyleyebilirim: Yıllar süren araştırma ve karşılaştırmalarım sonunda inancım odur ki, Risale-i Nur, kâinatı olduğu gibi gören, îman hakikatini olduğu gibi takdim eden, Kur’ân’ı Resulullahın murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş asıl tehlikeli hastalıkları teşhis edip kalıcı tedâvi çareleri sunan, kendi içinde yeterli ve şümullü yegâne İslâmî eserdir.
Bu yüzden, Risale-i Nur Müellifinin, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde müceddid ünvanına lâyık olduğuna inanıyorum. Zamanının yegâne müceddidi olup olmadığını, yahut Risale-i Nur’un yegâne tecdid eseri olup olmadığını bilemem; ama daha önce söylediğimi tekrarlamak gerekirse, yarı ömrümü alan arayışlarımın sonunda, müceddid ünvanına Risale-i Nur Müellifinden daha lâyık bir kimseyi bulamadığımı söyleyebilirim.
Bununla beraber, Bediüzzaman Said Nursî için sadece parlak methiyeler sıralamak üzere buraya çıkmadığımı da belirtmek isterim. Çünkü Bediüzzaman’ın bizzat kendisi, kişinin değil, onun getirdiği mesajın önem taşıdığını defalarca belirtmiştir. Bu noktada Türkiye’deki Risale-i Nur talebelerine söyleyeceğim şundan ibarettir:
Kardeşlerimizin yüzyıllar boyunca yaptıkları ve bugün de bazılarının hâlâ tekrarlamakta oldukları hatâlara düşmeyin. Zira Resulullahın Arap oluşunu ve Arapça bir Kur’ân ile gelişini bazı Arap kardeşlerimiz yanlış bir şan ve şeref vesilesi yapmış, hattâ birçoğu için İslâm ve Resulullah, nefislerinin yahut egolarının âdetâ bir uzantısı haline gelmiştir. Onların gözünde İslâm, kendilerinin mülkiyeti altında birşey, kendi kültürlerinin bir zeyli, sahip oldukları bir mal olup çıkmıştır. Risale-i Nur talebeleri bu tuzağa düşmekten kaçınmalıdırlar. Sizin bölgenizden ve sizin aranızdan bir müceddidin çıkmış olması ne bir gurur, ne bir gösteriş vesilesi olmamalıdır; eğer birşeye vesile olacaksa, sorumluluk duygunuzun artmasına vesile olmalıdır. Çünkü, Risale-i Nur’un yakınında bulunanlar olarak, onun mesajını yaymak ve onun elçileri ve temsilcileri olarak hareket etmek, sizin en büyük vazifenizdir. Risale-i Nur ise ne bir milletin, ne birkaç ferdin malı değildir; o, insanlığa, Rabbinin ilhâmına mazhar ihlâslı bir zattan bir mesajdır ve dolayısıyla hepimize âittir.
Risale-i Nur talebesi olmayan Müslümanlara da söyleyeceğim birtek şey var: Sizi Allah’a ulaştıracak emin ve selâmetli, denenmiş ve sınanmış bir yol arıyorsanız, açık bir zihin ve açık bir kalble Risale-i Nur’a yaklaşın. Kaybedecek hiçbir şeyiniz yok; kazanacak herşeyiniz var.
Kur’ân’ın nûrunu aksettiren, kâinatı aydınlatan ve insanın varlığına mânâ kazandıran Risale-i Nur gibi bir eser görmezlikten gelinemez. Çünkü modern insan ile felâket arasında sadece İslâm (Yaratıcıya teslimiyet) vardır ve, inanıyorum ki, İslâmın geleceği de Risale-i Nur ile onu takip eden ve onun irşâdından ilhâm alanlara bağlıdır.
Vesselâmü aleyküm ve rahmetullah.
____________________
1. 1955 yılında İngiltere’nin Birmingham şehrinde dünyaya geldi. 1975 yılında İslâmla şereflendi. Yüksek tahsilini Durham Üniversitesinde tamamladı. Arapça ve Farsça üzerine ihtisas yaptı.
Daha sonra, İran’da Safevîler döneminde siyasî ve dinî hareketler konusunda doktora yaptı. Halen Manchester Üniversitesinde dersler vermekte ve 17. Asır İslâm Felsefesi konusunda bir eser hazırlamaktadır.
On yıldan fazla bir süredir Risale-i Nur üzerinde çalışmaktadır.
Dr. Turner evli ve üç çocuk babasıdır.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
RİSALE-İ NUR’DAN ESMÂ PARILTILARI
ÜMİT ŞİMŞEK 1
(Araştırmacı - Yazar)
Esma-i Hüsnâ’nın, varlıklar üzerindeki muhteşem tecellilerini okumaya başladığımız zaman, bu dünyaya gönderiliş sırrını anlamış ve bu şirin gezegen üzerinden kâinat kitabının sayfalarını okuyan aziz bir misafir olarak Rabbimizi tanımaya, marifetullah ve muhabbetullah deryalarında kulaç atmaya başlamışız demektir.
1. Neden Esmâ
Âyet-i kerîmede, bütün Güzel İsimlerin (Esmâ-i Hüsnâ) Allah’a âit olduğu beyan buyurulur.2 Bir başka âyet-i kerîmede, “Onun isimleriyle adlandırılabilecek başka birisini bilir misin?”3 buyurularak bu mânâ teyid edilir. Daha başka bir âyet-i kerîmede de, Allah’a ortak koşanlar, ilâhlarına isim takmaya çağrılır,4 yani, “Allah’ın güzel isimleri gibi bir ismi, taptığınız varlıklara yakıştırabilecek misiniz?” şeklindeki bir meydan okuma ile karşı karşıya bırakılır.
Bir hadîs-i şerifte ise, Allah’ın doksan dokuz ismi bulunduğu bildirilmiş ve bu isimleri sayanlar Cennetle müjdelenmiştir.5 Ancak âlimler, Allah’ın isimlerinin 99 sayısı ile sınırlı olmadığını, hadisteki murâdın, “en faziletli 99 isim” olarak anlaşılması gerektiğini belirtmişlerdir. Nitekim Resulullah (a.s.m.) Efendimize vahiyle gelen Cevşenü’l-Kebîr’de, Allah’ın bin kadar ismi sayılmaktadır. Büyük Müfessir Fahreddin Razî ise, Allah’ın isimlerinin sonsuz olduğunu Tefsîr-i Kebîr’inde bildirir.
Kur’ân ve hadîsin bizi Allah’ın isimlerini öğrenmeye teşvik etmesi, sadece bir liste ezberletmek gayesine münhasır olamaz. Bu teşvikler, bize yaratılış sırrımızı açıklayan “Ben insanları ve cinleri, ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım”6 meâlindeki âyet-i kerimenin ışığında değerlendirilmelidir. Bu âyet-i kerîmeyi, Bediüzzaman Âyetü’l-Kübrâ’nın Mukaddimesinde şöyle özetler:
İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona îmân edip ibâdet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve îmân-ı billâhtır ve iz’ân ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.7
Bu açıklamalar bizi, Allah’a îmân ile beraber gelen “mârifetullah” bahsine getirmekte ve bunu, yaratılış ve bu dünyada bulunuş sebebimiz olarak önümüze koymaktadır. Gerçekten de, insanın dünyaya ayak basışından bu yana gelip geçen bütün peygamberlerin ve indirilen kitapların “Allah’a îmân edin” çağrısına karşılık, beşer aklında ilk olarak uyanan şöyle bir sorudur:
Peki, kimdir o Allah? Nasıl bir zâttır? Onu nasıl tanıyacağız?
İşte, Kur’ân’da ve hadîste geçen Allah’ın isimleri, yani Esmâ-i Hüsnâ, bu soruyu cevaplandırmaktadır.
Şöyle düşünelim: İnsan, bütün sevdikleriyle beraber darağacı önünde idam sırasını beklemekte iken, âniden meçhul bir kimsenin lûtfuyla hepsinin birden hayatının bağışlandığını öğrenecek olsa, o târif edilmez sevinçle beraber kalbinde ilk olarak uyanacak duygu, ona ve sevdiklerine bu lûtfu yapanı tanımak iştiyâkı olacaktır.
İşte, bu kararsız dünyada ne aradığını bilemeyen, bütün sevdikleri göz önünde birer birer yok olup giden, kendisi de onlarla beraber ebedî bir yokluğun pençesine düşmek üzere bulunan insan, ebedî bir hayat ve ebedî bir saâdet müjdesini aldığı zaman, kendisine bu müjdeyi göndereni mutlaka tanımak ister.
Kur’ân ise, ilk sûresinin başındaki besmeleden, son sûresine kadar, insana Rabbini güzel isimleriyle tanıtır. İnsana düşen, artık bu isimleri okumak, öğrenmek, mânâlarını keşfetmek, o isimlerin târif ve tavsiflerindeki mertebelerde dolaşmak, böylece bütün varlığını dolduran şükran hislerini sunabileceği bir yer bulmuş olmanın sevinciyle Rabbi hakkındaki bilgisini ve mârifetini arttırarak, Onu sevmek ve kendini Ona sevdirmeye çalışmaktır.
2. Esmâyı okutan anahtar
Bir kuşa ilk baktığınızda, onun uçmak için yaratıldığını anlarsınız. Balığın yüzmek, koyunun süt vermek, devenin susuz çöllerde kumlara batmadan günlerce yol almak üzere yaratılmış ve bu gayelere uygun âlet ve cihazlarla donatılmış olduğu da ilk bakışta hemen anlaşılır.
İnsanın duygu ve kabiliyetleri ise, bütünüyle yukarıda zikredilen âyet-i kerîmeyi tefsir eder mâhiyettedir. Eğer bu dünyaya, “kâinattan Yaratıcısını sormak ve öğrenmek üzere” bir varlık gönderilecekse, bu mutlaka insan olacaktır. Çünkü böyle bir vazife için neye ihtiyacı varsa, hepsi, sonsuza varan bir kabiliyetle ona verilmiş ve öylece gönderilmiştir.
Bunlardan akıl, beş duyu, konuşma ve anlama kabiliyeti gibi ilk hatıra gelenlerin yanı sıra, ülfet perdesi altında gözümüzden kaçan çok önemli bir unsuru, Bediüzzaman Otuzuncu Sözde derinlemesine inceler. Hattâ bu unsuru, “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi”8 meâlindeki âyet-i kerîmede geçen emânet deyiminin bir vechi olarak tefsir eder. Bu, ene adıyla bilinen “benlik” duygusundan başka birşey değildir:
“Sâni-i Hakîm, insanın eline emânet olarak, rubûbiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârât ve nümuneleri câmi bir ene vermiştir-tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyâsî olup evsâf-ı rubûbiyet ve şuûnât-ı ulûhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyâsî teşkil edebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.
“Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının mârifeti enâniyete bağlıdır?
“Elcevap: Çünkü mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihâyeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mâhiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakkın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhît, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyleyse, hakikî nihâyet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. [Üstad, bahsin biraz ilerisinde “Vaktâ ki ene vazifesini şu suretle ifâ etti; vâhid-i kıyâsî olan mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini terk eder” diyerek bu farazî ve vehmî sınırın bir süre sonra ortadan kalkacağını belirtir.] Onu da enâniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyet-i mevhûme, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer. Onunla muhît sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’ eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar; kendindeki ölçücüklerle onların mâhiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rubûbiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rubûbiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder. Ve “Bu hâneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî sanatçığıyla o Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-ı sanatını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hânesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderictir. Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyâsî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insâniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mâhiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir.”9
Elinde ene gibi bir anahtarla kâinatın kapılarını açan insan, artık duygularının kendisine getirdiği bilgileri yorumlayarak Rabbini tanımaya hazırdır. Ancak bu, soyut düşüncenin varabileceği en son noktadır. Ve ancak insan düşüncesi, ilim ve temrinle böyle bir merhaleye varabilecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Yeteri kadar gelişmiş bir insanın muhayyilesi, kâinattaki atomları tek tek saymaya ihtiyaç duymaksızın, birtakım ilmî hesaplamalarla 79 sıfırlı bir rakamı kullanabilir; yahut kâinatın büyüklüğünü anlamak için galaksi kümelerini tek tek ziyaret etmeyi aklından geçirmeden, ışık yılını ölçü olarak kullanabilir.
Allah’ın sıfat ve isimlerini tanımak için ise bundan daha ileri bir tecrid merhalesine ulaşmış bir zihne ihtiyaç vardır. Çünkü kâinatın atomları da, genişliği de sınırlıdır; İlâhî isimler ve sıfatlabir insanta zaman ve mekân olmak üzere, akla gelebilecek her türlü sınırlamanın üzerindedir. Ve bu isim ve sıfatlarda Allah’ın hiçbir ortağı yahut benzeri yoktur. Bu ise, onların anlaşılmasını bütünüyle imkânsız kılan bir durumdur. Öyleyse, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak için, önce benlik duygusunun yardımına, yani kendi sınırlı kabiliyet ve faaliyetlerimizle yapacağımız karşılaştırmalara ihtiyaç vardır. Bu karşılaştırmalar için konulacak hayalî ve vehmî sınırların hiçbir hakikati olmadığını ise, bir müddet sonra yine o duygu bize gösterecektir. Başka bir deyişle, önceleri “Sobam evimi nasıl ısıtıyorsa güneş de dünyayı öyle ısıtıyor” diyeceğiz. Sonra, yeryüzündeki hidrojen bombalarıyla güneşteki nükleer faaliyetler arasında benzetmeler kuracağız. Sonra da, güneşin merkezindeki sıcaklığın 15 milyon derece civarında bulunduğunu hesaplayacağız. Gerçi 15 milyon derece sıcaklığın nasıl birşey olduğunu hiçbir zaman tecrübe edemeyeceğiz ve anlayamayacağız. Fakat bu konudaki âcizliğimiz, öyle bir güneşte böyle bir sıcaklığın bulunması gerektiği yolundaki kesinleşmiş bilgimizi hiçbir zaman zedelemeyecektir. Çünkü elimizde bir ölçü, bir vâhid-i kıyâsî vardır ve Kelvin ölçeğine göre bu sıcaklığı ifade edebileceğimiz bir rakam mevcuttur.
Elinde ene ölçeğiyle kâinattan Rabbini soran insan ise, gerek kâinatın bütününde, gerekse büyük küçük herbir varlıkta, bilhassa canlı varlıklarda aradığı soruların cevabını bulacak ve sonunda, Bediüzzaman’ın tâbiriyle, “bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sîmâ-i Rahmânî ve temerküz-ü esmâî ve ‘İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn’deki hitâba muhâtap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu” ile karşılaşacaktır. Yani, şekil ve suretten sonsuz derecede münezzeh bulunan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu, varlıklarda temerküz eden isimlerinin ve yedi kudsî sıfatının meydana getirdiği bir “mânevî sîmâ” ile tanıyacaktır:
“O cüz’î zîhayatlarda pek zâhir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdetâ, o zîhayatın masnûiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zâtın mânevî bir teşahhusu, bir taayyünü îmâna görünür.
“Ve bilhassa, zîhayattan insanın mahlûkiyeti arkasında, gayet âşikâr bir tarzda o mânevî teşahhus, o kudsî taayyün, sırr-ı tevhid ile, îmanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi mânâların hem nümuneleri insanda var, o nümunelerle onlara işaret eder. Çünkü, meselâ gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sâir sıfatlar buna kıyas edilsin.
“Hem, esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehâdet eder.
“Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine zaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ sâir evsâfına şehâdet eder.
“İşte, dâire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin tâifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.”10
3. Tasavvuf, ilm-i kelâm ve Risale-i Nur
Ehl-i hakikatin, “hakikat ve mârifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmak”11 şeklindeki yaygın temâyülüne karşılık, Bediüzzaman, tam tersine, kesret dairelerinde mârifetullahın yollarını arar ve bulur. Bunun verâset-i Nübüvvet sırrıyla doğrudan doğruya Kur’ân’dan alınan bir yol olduğunu belirten Bediüzzaman, böylece, Risale-i Nur’un bir tecdid hareketi olduğunu da îmâ eder:
“Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı mârifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan mârifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan mârifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği huzuru dâimîyi kazanmak için “Lâ mevcûde illâ Hû” deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzuru dâimîyi kazanmak için “Lâ meşhûde illâ Hû” deyip, kâinatı nisyân-ı mutlak altına almak gibi acib bir tarza girmişler. Kur’ân-ı Hakîmden alınan mârifet ise, huzuru dâimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyân-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak nâmına istihdam eder; herşey mir’ât-ı mârifet olur. Sadi-i Şîrâzî’nin dediği gibi, herşeyde Cenâb-ı Hakkın mârifetine bir pencere açar.”12
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, klâsik ilm-i kelâm metodlarının yetersizliğini ortaya koymakla beraber, yine ilm-i kelâmda bundan çok daha büyük bir potansiyel bulunduğuna işaret etmektedir ki, bir mektubunda bunu daha açık şekilde dile getirir:
“Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese tâifesi tekkeler tâifesine serfurû etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velâyet semereleri için müracaat etmişler, onların dükkânlarında ezvâk-ı îmâniyeyi ve envâr-ı hakikati aramışlar. Hattâ, medresenin büyük bir âlimi, tekkenin küçük bir velî şeyhinin elini öper, tâbi olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekkede aramışlar.
“Halbuki, medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envârına gittiğini ve ulûm-u îmâniyede daha sâfî ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubû-diyet ve tarikatten daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-i velâyet ilimde, hakaik-ı îmâniyede ve Ehl-i Sünnetin ilm-i kelâmında bulunmasını Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mucize-i mâneviyesiyle açmış, göstermiş, meydandadır.”13
4. Esmâ nasıl okunur?
Bir sanatkârı tanıtan eserleridir. Biz Mimar Sinan’ı Selimiye ve Süleymaniye ile, Yunus Emre’yi şiirleriyle, Mevlânâ’yı Mesnevî’si ile, Itrî’yi bayram tekbiriyle tanırız. Eserlerinde gördüğümüz güzellik ve mükemmellik, onların büyüklüğü hakkında bize fikir verecektir.
Eseri tanımak, bizi eserin ardındaki fiile götürür. Meselâ Itrî’nin bayram tekbiri, yüzyıllardır nesilden nesle aktarılan ve her dinleyişimizde içimizi lâhûtî hislerle dolduran muhteşem bir musikî eseridir. Bu eseri dinlediğimizde anlarız ki, onu büyük bir sanatkâr bestelemiştir. Çünkü bir musikî eseri kendiliğinden ortaya çıkmaz; bir “besteleme” faaliyetinin sonunda vücuda gelir. Demek ki, her eserin arkasında bir fiil vardır. Eserin güzelliği, onu ortaya çıkaran fiilin güzelliği hakkında bize bir ölçü verir.
Fiilin arkasında mutlaka bir fâil vardır. Beste yapan kimseye biz “bestekâr” adını veriyoruz. Dolayısıyla, her besteleme fiili gibi, bayram tekbirini ortaya çıkaran fiil de bir bestekârdan gelmiştir. İşte bu “bestekâr” ismi, bayram tekbirini besteleyen sanatkârın bir ünvanıdır. Başka bir deyişle, nasıl “beste” dediğimiz eserin ardında bir besteleme fiili varsa, bu fiilin arkasında da bir bestekâr ismi vardır. Böyle bir muhâkemeyle, bayram tekbirinden hareketle, onun sanatkârı olan Itrî’nin “bestekâr” ünvanına varıyoruz. Söylemeye gerek yok, bayram tekbirindeki mükemmellik, Itrî’nin “bestekâr” ünvanındaki büyüklük ve mükemmelliğini de bize açıkça gösteriyor.
Bu noktadan itibaren sanatkârın kendisi hakkındaki bilgilere daha da yaklaşmış oluyoruz. Çünkü isim ve ünvanlar, o ismin sahibi hakkında bize bazı ipuçları verir. Meselâ bir kimsenin “bestekâr” ismiyle anılması, o kimsede bazı özelliklerin bulunduğunu göstermektedir. Çünkü herkes bestekâr değildir ve olamaz da. Öyleyse bir bestekârı, hele bayram tekbiri gibi bir şaheserin bestekârını diğer kimselerden ayıran özellikler, sıfatlar olmalıdır. Herşeyden önce bestekârın varlığı şarttır. Çünkü olmayan birşey, mevcut bir eseri ortaya çıkaramaz. Sonra bestekârın hayat sahibi olması gerekir. Çünkü cansızlar beste yapamaz. Bestekâr işitmelidir. Çünkü anadan doğma sağırların, asla işitmediği ve bilmediği sesleri âhenkli bir şekilde kullanarak bir müzik eseri ortaya çıkarması mümkün değildir. Bestekâr bilgi sahibi olmalı, musikî ilminin derinliklerine nüfuz edebilmelidir. Ayrıca bestekârın anlatmak istediği birşeyler olmalı ve sesleri ve sazları konuşturarak, anlayabilecek kabiliyete sahip kimselere mesajını bestesiyle aktarabilmelidir. İşte bunlar gibi özellikler, “bestekâr” ismiyle anılan bir kimsede var olması gereken sıfatlardır. Demek ki eser fiili, fiil ismi gösterdiği gibi, isim de bazı sıfatların varlığına delil teşkil etmektedir.
Sıfatlar ise, o kimsede, bu sıfatlara uygun birtakım kabiliyetlerin bulunduğunu gösterir. Meselâ müzik bilgisi bir bestekârın sıfatıdır. Ama yıllarca müzik dersi aldığı halde perdeleri ve makamları birbirinden ayırd edemeyen nice insanlar vardır. Demek ki, müzik bilgisine vukuf da, bu bilgiye uygun şekilde bazı kabiliyetleri gerektirmektedir. Bunun gibi, bestekârlığın gereği olan ne kadar sıfat varsa, hepsi de kendisine münasip kabiliyetler ister: hayat sahibi olmak için hayata kabiliyetli bir vücuda sahip olmak, bilgisini yerli yerince kullanabilmek için ince bir zevke, bir ruh zenginliğine sahip olmak gibi... Öyleyse, eser sahibinin sıfatları da, o sanatkârda bulunan bazı kabiliyetlerin varlığını göstermektedir.
Nihayet bu sıfat ve kabiliyetler, sanatkârın kendisi hakkında bize fikir verir. Böylece, eserde gördüğümüz özelliklerden yola çıkarak takip ettiğimiz mantık silsilesi, karşımıza sanatkârın mânevî bir portresini çıkarır. Telefonda sesini duyduğumuz bir dostumuzun sîmâsı nasıl hayalimizde canlanıyorsa, eserini gördüğümüz ve tanıdığımız bir sanatkârın fiil, isim, sıfat ve kabiliyetlerinden çıkan bir mânevî sîmâsı da bilgimizde ve hayalimizde öylece teşekkül eder. Ve bu mantık silsilesinin en başında yer alan eserde gözlediğimiz bütün güzellik ve mükemmellikler, gide gide, o eser sahibinin kendi güzellik ve mükemmelliği hakkında bize fikir verir. Hattâ o kadar fikir verir ki, Selimiye Camiini fotoğraflarından inceleyen bir mimar, Koca Sinan’a hayatı boyunca komşuluk etmiş kör bir adamdan çok daha iyi bir şekilde onu tanıyabilir.
* * *
Yukarıdan beri verdiğimiz misaller, bir sanatkârın sadece bir ismi etrafında cereyan ediyordu. Şimdi bakış açımızı biraz daha genişletelim. Bunun için, değişik isim ve ünvanlara sahip olan “ideal” bir kimseyi misal olarak alacağız. “Ahmet Bey” adıyla anacağımız bu kimse, mesleğinin zirvesine erişmiş bir mühendis olsun. Bunun yanında da, pek çok mahâret ve sanatlara sahip bulunsun. Meselâ öğretim üyeliği yapsın, roman yazsın, hüsnühat sahibi olsun, ney üflesin, evinin bahçesinde nâdide çiçekler yetiştirsin. Bütün bu faaliyetlerinin hepsinde de, Ahmet Beyi, mühendisliğindeki kadar mahâret ve mükemmellik sahibi farz ediyoruz.
Bir müşterisine “Ahmet Beyi nasıl bilirsiniz?” diye sorduğumuzda, “Çok iyi bir mühendistir” diyecek ve onu mühendis isminin mükemmelliğiyle tarif edecektir.
Aynı soruyu öğrencilerine soracak olsak, çok iyi bir hoca olduğunu söyleyecekler ve onu profesör isminin mükemmelliğiyle anlatacaklardır.
Okuyucuları ise onu edip isminin mükemmelliğiyle tanırlar ve çok iyi bir yazar olduğunu söylerler.
Hat sanatından anlayanlar, Ahmet Beyi mükemmel bir hattat ismiyle anlatırlar; çünkü onu bu sanat dalındaki eserleriyle tanımaktadırlar.
Musikî meclisindeki arkadaşlarının gözünde de Ahmet Bey mâhir bir neyzendir; çünkü onlar kendisini neyzen ismiyle tanımaktadırlar.
Komşu evin bahçıvanı onu daha değişik bir ismiyle tanıdığından, Ahmet Beyi çok iyi bir bahçıvan olarak tarif edecektir.
Ahmet Beyin işyerinde çalışanlar ise kendisini iş ahlâkı, prensipleri ve güzel huylarıyla tanımakta ve onu mükemmel bir âmir ismiyle anlatmaktadırlar.
Görüldüğü gibi, Ahmet Beyi tanıyan herkes onun mükemmelliğinde birleşmekte, ancak herbiri onu ayrı bir ismiyle anmaktadır. Bu isimlere bakarak Ahmet Beyi şöyle tarif edebiliriz: O hem mükemmel bir mühendistir, hem ediptir, hem hattattır, hem musikişinastır, hem bahçıvandır, hem âmirdir. O bütün bu isimlere, ve bu isimlerin gerektirdiği bütün sıfat ve kabiliyetlere sahip bir kimsedir. Bazıları onu bir ismiyle tanır. Bazıları birkaç ismiyle tanıyabilir. Bazıları da, onun bütün bu faaliyetlerine birden şahit olduğu ve bütün eserlerine âşinâ bulunduğu için, Ahmet Beyi bütün isimleriyle tanıyabilir. Kısacası, Ahmet Beyi tanıtan, onun eserleri ve fiilleridir. Onun isimlerini tanımak, bu eserleri ve fiilleri tanımaya bağlıdır. Sonra da bu isimlerin herbirinin gerektirdiği sıfatları ve kabiliyetleri dikkate alarak, Ahmet Beyin kendisi hakkında bilgi sahibi oluruz.
* * *
Ahmet Bey ile ilgili olarak verdiğimiz misallerin de bir eksik tarafı var: Onun herbir isminin, ayrı ayrı eserlerinde ve faaliyetlerinde ortaya çıktığını farz ettik. Meselâ projelerinin mükemmelliğinde mühendis ismini, romanlarında edip ismini, hattında hattat ismini okuduk. Oysa, zaman olur ki, Ahmet Bey bir eserinde birden fazla ismini okutabilir. Meselâ bahçesini tanzim ederken botanik bilgisiyle mühendisliğini beraber kullanabilir. Hattâ daha da ileri giderek, tek bir eserinde, bütün isimlerini birden toplayabilir. Meselâ yazdığı bir romanda, Ahmet Beyin bütün isimlerinden parıltılar bulabilirsiniz. O zaman, Ahmet Beyi bütün yönleriyle tanımak isteyen bir kimse, onun bütün hayatını tarassut altında tutmak zorunda kalmaz. Tek bir kitabını dikkatlice okumak suretiyle Ahmet Beyin bütün isimlerini öğrenebilir, bu isimlerin kaynağı olan sıfat ve kabiliyetler silsilesini takip ederek onun mânevî bir portresini çıkarabilir.
Bediüzzaman, Yirmi İkinci Sözde ve diğer bazı eserlerinde, böyle bir muhâkeme sonunda Âlemlerin Rabbini eserleriyle tanımanın yolunu bize gösterir:
“Şu kitâb-ı kebîr-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dâir âyât-ı tekvîniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zât-ı Zülcelâlin bütün evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliyesine de şehâdet eder ve kusursuz ve noksansız kemâl-i zâtîsini ispat ederler.
“Çünkü, bedîhîdir ki, bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder. Fiilin kemâli ise, ismin kemâline ve ismin kemâli sıfatın kemâline ve sıfatın kemâli şe’n-i zâtînin kemâline ve şe’nin kemâli, o zât-ı zîşuûnun kemâline, hadsen ve zarûreten ve bedâheten delâlet eder.
“Meselâ, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinâtı, arkalarında bir usta ef’âlinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’âlin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esmâ ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın sanatına dâir sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o sanat ve ısfatlarının mükemmeliyeti, o sanat sahibinin şuûn-u zâtiye denilen kabiliyet ve istidat-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuûn ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mâhiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü, aynen öyle de:
“Şu kusursuz, fütursuz, “Hel terâ min futûr” sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhûde-i âlem, şu mevcûdât-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise, bilmüşâhede bir Müessir-i Zil’iktidarın kemâl-i ef’âline delâlet eder. O kemâl-i ef’âl ise, bilbedâhe o Fâil-i Zülcelâlin kemâl-i esmâsına delâlet eder. O kemâl ise, bizzarure o esmânın Müsemmâ-i Zülcelâlinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehâdet eder. O kemâl-i sıfat ise, bilyakîn o Mevsûf-u Zülkemâlin kemâline delâlet ve şehâdet eder. O kemâl-i şuûn ise, bihakkılyakîn, o Zîşuûnun kemâl-i zâtına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün envâ-ı kemâlât, Onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zaif suretinde âyât-ı kemâli ve rumûz-u celâli ve işârât-ı cemâli olduğunu gösterir.”14
Eserler ve fiiller, gözle gördüğümüz varlıklar ve hâdiselerdir. Bunlardan isim ve sıfatlara geçmek ise, ilim ve tefekküre ihtiyaç gösterir: mahlûkat üzerinde görünen ikram, inâyet ve tezyin fiillerinden Kerîm ismine geçmek gibi...15 Başka bir deyişle, eser ve fiilden isim ve sıfata intikal ettiğimizde, gözle görünen gerçeklerden ilmî kesinlik taşıyan gerçekleri bulup çıkarmış oluruz.
Ancak ne fiiller, ne de isimler, hiçbir zaman karşımıza tek tek çıkmazlar. Herbir varlık üzerinde Esmânın nakışları öylesine iç içe dokunur ki, bunları saymak, tahlil etmek, birbirinden ayırd etmek müşkülleşir:
“Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihâyet mertebede, hem ihâtalıdırlar, hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inâyet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin birşeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette ve bedâhetle şehâdet eder ki, o ihâtalı isimlerin Müsemmâsı ve her yerde aynı tarzda görünen şümullü fiillerin Fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ ve saddaknâ!”16
“Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin”17 meâlindeki âyet-i kerîmenin tefsirinde birbiri içinde tecellî eden fiil ve isimlerin ayrıntılı bir tahlilini, Otuzuncu Sözde, “güzel bir çiçek ve insan cins-i lâtifinden gayet güzel bir hasnâ” üzerinde gösteren Bediüzzaman, bu bahsi şöyle özetler:
“Sâni-i Zülcelâl, bütün masnûâtını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnûuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış, her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış. Meselâ, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânîsinden bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde çok sayfalar vardır. Başka büyük ve küllî masnûâtı o iki cüz’î misale kıyas et.
“Birinci sayfa: Umumî şekil ve miktarını gösteren heyettir ki, “Yâ Musavvir, yâ Mukaddir, yâ Munazzım” isimlerini yâd eder.
“İkinci sayfa: Suretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişâfıyla hâsıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki, o sayfada Alîm, Hakîm isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
“Üçüncü sayfa: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına ayrı ayrı hüsün ve ziynet vermekle, o sayfada Sâni’ ve Bâri’ isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
“Dördüncü sayfa: Öyle bir ziynet ve hüsün o iki masnûa veriliyor ki, güyas lûtuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sayfa “Yâ Lâtîf, yâ Kerîm” gibi çok isimleri yâd eder, okur.
“Beşinci sayfa: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnâya sevimli evlâtlar, güzel ahlâklar takmakla, o sayfa “Yâ Vedûd, yâ Rahîm, yâ Mün’im” gibi isimleri okutturuyor.
“Altıncı sayfa: O in’âm ve ihsan sayfasında “Yâ Rahmân, yâ Hannân” gibi isimler okunuyor.
“Yedinci sayfa: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemeât-ı hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve sâfi bir muhabbete lâyık olur. O sayfada “Yâ Cemîl-i Zülkemâl, yâ Kâmil-i Zülcemâl” isimleri yazılı okunuyor.
“İşte yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve zâhir suretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcûdat, ne derece ulvî ve küllî esmâyı okutuyor, kıyas edebilirsin.
“Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle, hayat ve letâif sayfalarıyla Hayy, Kayyûm ve Muhyî gibi ne kadar esmâ-i kudsiye-i nûrâniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.
“İşte Cennet bir çiçektir. Hûri tâifesi dahi bir çiçektir. Rûyi zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan küçük bir âlemdir. Hûriler nev’i ve rûhânîler cemaati ve melek cinsi ve cin tâifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri külliyetiyle, hem herbir ferdi tek başıyla Sâni-i Zülcemâlinin esmâsını gösterdikleri gibi, Onun cemâline, kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı aynalardır. . . . Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan, Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.”18
Bir çiçek ve bütün çiçekler, bir varlık ve bütün varlıklar, bir fert ve bütün bir tür, Bediüzzaman’ın bize ders verdiği tefekkür sisteminde beraberce göz önüne alınmalıdırlar. Çünkü içinde yaşadığımız gerçek dünya bundan ibarettir. Ağacın başındaki kuş yavrusu, hiçbir zaman tek başına beslenmez. Aynı anda, yeryüzünün bütün köşelerindeki bütün kuş yavrularına, hattâ bütün insan ve hayvan yavrularına birden rızıkları aynı hârikulâdelik içinde ve aynı rahmet ve şefkat tecellîleri altında yetiştirilir. Bir zerre tek başına dönmez. Bütün zerreler ve bütün küreler aynı şekilde, aynı ilim, hikmet ve kudretle hep beraber dönerler. Bir insan, tek başına kendi hususî dünyası içinde yaşamaz. Bütün dünyayı paylaşan bütün insanlar, aynı anda, o büyük dünya içindeki kendi hususî dünyalarının nimetleriyle beraber yaşarlar.
İşte, tek bir varlıktaki pek çok fiil ve ismi beraber okuduğumuz gibi, tek bir varlığın üzerindeki o muhteşem tecellîleri de, aynı kaderi paylaşan sayısız varlıklar üzerindeki tecellîleriyle beraber okumaya başladığımız zaman, bu dünyaya gönderiliş sırrımızı biraz olsun anlamış ve bu şirin gezegen üzerinden kâinat kitabının sayfalarını okuyan aziz bir misafir olarak, Âlemlerin Rabbini tanımaya, mârifetullah ve muhabbetullah deryâlarında kulaç atmaya başlamışız demektir:
“Meselâ, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, sâfî, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârâne olan küllî ve umumî iâşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahmân’ın cemâl-i lâyezâlîsi kemâl-i şâşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemâl gizlenir ve cüz’î iâşe dahi esbâba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mâhiyetini kaybeder.
“Hem meselâ müthiş bir hastalıktan şifâ bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden zemin denilen hastahane-i kübrâda bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifâ ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlakın cemâl-i şefkati ve mehâsin-i rahîmiyeti küllî ve şâşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î fakat alîmâne, basîrâne, şuurkârâne olan şifâ vermek dahi, câmid ilâçların hâsiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir, bütün bütün mâhiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder. . . . Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük ayna iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsâline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük aynaya dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir. Ve fânî, muvakkat olan güzellikle bâkî bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder.”19
Bu tefekkürün bir ileri safhasında, Bediüzzaman bütün dünyayı içindeki bütün varlıklarıyla beraber göz önüne serdiği gibi, fiilleri, isimleri, sıfatları ve şe’nleri de bir arada nazarımıza sunar:
“Eğer Cemîl-i Zülcelâlin esmâsındaki hüsünlerin mevcûdat aynalarında bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşâ edecek bir geniş, hayâlî gözle bak. Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.
“İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmâniyet-i İlâhiyenin cemâlini gör.
“Hem bütün yavruların mûcizâne iâşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sînelerinde asılmış tatlı, sâfî, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temâşâ eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenin câzibedâr cemâlini gör.
“Hem bütün kâinatı envâıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her bâbı binler küçük kitap hükmüne getiren hakîmiyet-i İlâhiyenin cemâl-i bîmisâline bak, gör.
“Hem kâinatı bütün mevcûdâtıyla mîzânı altına alan ve bütün ecrâm-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idâme ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenâsübü veren ve herşeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecâvizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak, gör.
“Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı saniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhâfazasına lüzumu bulunan âlât ve cihâzâta, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfiziyet-i Rabbâniyenin letâfetli cemâlini gör.
“Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahmân-ı Rahîmin misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk ve safâsına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerîmiyet-i Rabbâniyenin gayet şirin cemâlini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
“Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle, başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok câzibedar sîmâlarına bak, fettâhiyet ve musavviriyet-i İlâhiyenin mucizatlı cemâlini gör.
“İşte bu mezkûr misallere kıyâsen, Esmâ-i Hüsnânın herbirisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemâli var ki, birtek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor.
“Birtek çiçekte bir ismin cilvei cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti îman gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin derece-i haşmetini anla.20
5. Bir varlıkta bütün Esmâ
Eserden başlayıp fiil, isim, sıfat ve şuûnattan geçerek Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bize tanıtan bir tefekkür silsilesinin yolunu böylece açtıktan sonra, Bediüzzaman, tek bir varlıkta bütün kâinatı okuyacak kadar geniş bir bakış açısını önümüze serer. Ve, kâinat dolusu varlıkların herbirinde tecellî eden fiillerin ve isimlerin birliğine dikkat çekerek, tek bir zerrenin arkasında, kâinat dolusu şâhitlerle bir yığınak yapar:
“Âlemde herbir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına verir.
“Ve dünyada herbir eser, bütün âsârı kendi Müessirinin eserleri olduğunu gösterir.
“Ve kâinatta herbir fiil-i îcâdî, bütün ef’âl-i îcâdiyeyi kendi Fâilinin fiilleri olduğunu ispat eder.
“Ve mevcûdatta tecellî eden herbir isim, bütün esmâyı kendi Müsemmâsının isimleri ve ünvanları olduğuna işaret eder.
“Demek herbir şey doğrudan doğruya bir bürhân-ı vahdâniyettir ve mârifet-i İlâhiyenin bir penceresidir.... Herbir eser, bütün âsârı müessirine verdiği gibi, herbir fiil dahi, bütün ef’âli fâiline isnad eder. Çünkü, görüyoruz ki, herbir fiil-i îcâdî, ekser mevcûdâtı ihâta edecek derecede geniş ve zerreden şumûsa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor. Demek o cüz’î fiil-i îcâdî sahibi kim ise, o mevcûdâtı ihâta eden ve zerreden şümûsa kadar uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef’âlin fâili olmak gerektir. Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı îcad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcûdâtı tahrik edip tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.
“Demek, nasıl herbir eser bütün âsârı Müessirine verir ve herbir fiil-i îcâdî bütün ef’âli Fâiline mal eder. Aynen öyle de, kâinattaki tecellî eden herbir isim, bütün isimleri kendi Müsemmâsına isnad eder ve Onun ünvanları olduğunu ispat eder. Çünkü, kâinatta tecellî eden isimler, devâir-i mütedâhile gibi ve ziyâdaki elvân-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor. Meselâ, Muhyî ismi birşeye tecellî ettiği vakit ve hayat verdiği dakikada, Hakîm ismi dahi tecellî ediyor, o zîhayatın yuvası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı halde Kerîm ismi dahi tecellî ediyor; yuvasını tezyin eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellîsi görünüyor; o cesedin şefkatle havâicini ihzar eder. Aynı zamanda Rezzak ismi tecellîsi görünüyor; o zîhayatın bekasına lâzım maddî ve mânevî rızkını ummadığı tarzda veriyor, ve hâkezâ... Demek, Muhyî ismi kimin ise, kâinatta nurlu ve muhît olan Hakîm ismi de Onundur. Ve bütün mahlûkatı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de Onundur. Ve bütün zîhayatları keremiyle iâşe eden Rezzak ismi dahi Onun ismidir, ve hâkezâ...
“Demek herbir isim, herbir fiil, herbir eser öyle bir bürhân-ı vahdâniyettir ki, kâinatın sayfalarında ve asırların satırlarında yazılan ve mevcûdat denilen bütün kelimâtı, kâtibinin nakş-ı kalemi olduğuna delâlet eden birer mühr-ü vahdâniyet, birer hâtem-i ehadiyettir.”21
Bütün varlıkları, bütün İlâhî fiil ve isimleri birbiri içinde gösteren bu hakikat dahi, kâinatın bütün hakikatleri gibi, Allah’ın isimlerinden bir güzel ismin tecellîsinden başka birşey değildir. Başka bir eserinde Bediüzzaman, bu hakikati “Ferd isminin tecellî-i âzamı” olarak ifade eder.22
Ferd isminin tecellîsini tekmil eden ve herbir varlıkta Vâcibü’l-Vücudu isim ve sıfatlarıyla tanıtan ise, Ehadiyet tecellîsidir. Bediüzzaman, ehadiyeti “birşeyde ekser esmânın tecellîsi” olarak târif eder:
“Kâinatın heyet-i mecmuasında tezâhür eden haşmet-i rubûbiyet vahdâniyet-i İlâhiyeyi ispat edip gösterdiği gibi, zîhayatların cüz’iyatlarına mukannen erzaklarını veren nimet-i Rabbâniye dahi, ehadiyet-i İlâhiyeyi ispat edip gösterir. Vâhidiyet ise, bütün o mevcûdât Birinindir ve Birine bakar ve Birinin îcâdıdır demektir. Ehadiyet ise, herbir şeyde Hâlık-ı Külli Şey’in ekser esmâsı tecellî ediyor demektir. Meselâ güneşin ziyâsı, bütün zeminin yüzünü ihâta ettiği haysiyetiyle vâhidiyet misâlini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde güneşin ziyâsı ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misâlini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda o Sâniin ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.”23
6. Netice
Bu tesbit bizi, başta naklettiğimiz, “Şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sîmâ-i Rahmânî ve temerküz-ü esmâî ve ‘İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn’deki hitâba muhâtap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezâhür eder” hükmüne getirmektedir. Bu hükme varıncaya kadar katettiğimiz merhaleleri özetlersek:
1. Gözle gördüğümüz varlıkları birer eser olarak aldığımızda, o eserin ardındaki fiili görüyoruz. Fiili teşhis ettikten sonra o fiilin ardındaki ismi okuyor, sonra o ismin ardındaki sıfatları anlıyor, sonra sıfatların ardındaki şe’nlere varıyor, sonra da o fiil, isim, sıfat ve şuûnâtın sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin varlık ve birliğini ve cemâl ve kemâlini tasdik etmiş oluyoruz. (Bu tebliğde Risale-i Nur’dan sadece birkaç esmâ parıltısı zikredilmiş, sıfat ve şe’nler konusuna hiç girilmemiştir. Çünkü bu konular, bilhassa şuûnât, Risale-i Nur’da ayrıntılı bir şekilde incelenen ve tahkikî îmânı hakkalyakîn mertebesine çıkarabilecek bir potansiyel taşıyan son derece derin ve o nisbette de hassas konular olduğundan, ayrı tebliğler ve kitaplar hacminde incelenmeyi gerektiren bir mâhiyet arz etmektedir.)
2. Fiiller ve isimler, herbir varlıkta iç içe daireler gibi beraberce tecellî ettiğinden, bunları birbirinden tecrid ederek değil, bir arada, fakat aradaki incelikleri ayırd ederek ve tecelliyattaki zenginliği zevk ederek incelemek gerekmektedir.
3. Esmâ-i Hüsnânın güzelliğini ve tecellîlerindeki nihâyetsizliği görebilmek için, cüz’î fiilleri küllî tecelliyat içinde ele almalı, yani bir varlıktaki cüz’î bir tecellîyi, kâinattaki bütün emsalleriyle beraber omuz omuza vermiş şekilde görecek şekilde bakış açımızı genişletmeliyiz.
4. Aynı şekilde, bir eserdeki bir fiil, aynı eserde ve bütün eserlerdeki isim-sıfat-şuûnât silsilesini de bir bütün olarak gözlerimizin önüne sermektedir.
5. Bundan bir adım ötesi ise, tek bir varlıktaki tek bir fiilin ardında kâinattaki bütün fiilleri, tek bir varlıktaki bir Esmâ tecellîsinin ardında bütün kâinatı kuşatan bütün Esmâyı birden bulmaktır.
Ana hatlarıyla ve çok kabaca bu beş merhale ile özetleyebileceğimiz tefekkürü yakalayabilen insan, kâinatı Kur’ân’ın ışığında bir kitap gibi okuyan, herşeyde Rabbini bütün isim ve sıfatlarıyla birlikte bulan, huzur-u dâimînin anahtarını keşfetmiş, kendisine tevdi edilen emâneti yeri yerince kullanıp “ahsen-i takvim” sırrına erişerek meleklere üstünlüğünü göstermiş, Rahmân’ın nâdide sanat eserleriyle süslü şu dünya sergisine seçkin bir dâvetli olarak ayak basmakla nasıl bir lûtfa eriştiğini anlayabilmiş insandır.
Bu tefekkürü yakalayabilmek, elbette ki kolay değil; sürekli bir ilim tahsiline ve hergün, her vakit tekrarlanacak egzersizere ihtiyaç gösterir. “Bir gün çalışmazsam aradaki farkı ben anlarım; iki gün çalışmazsam orkestra şefi anlar; üç gün çalışmazsam dinleyici anlar” diye virtüözün sanatındaki hassasiyeti, Rabbini tanımaya müştak bir kul da mârifetullah sahasında göstermek zorundadır. Fakat bu zorluğun yanında, Cennetin mânevî lezzetleri de vardır:
Onun tanımanın, Onunla beraber olmanın, Onun bize gösterdiğini görüp anlattığını anlamanın, Ona muhatap olmanın, her yerde her zaman Onu bulup Âlemlerin Rabbiyle başbaşa sohbet etmenin lezzeti...
İşte Risale-i Nur’un dâveti budur.
____________________
1. 1950 yılında İstanbul’da doğdu. Genç yaşta basın-yayın hayatına atıldı. 1967 yılından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde çalışmaya başladı. Kuruluşundan itibaren Yeni Asya ve Yeni Nesil Gazetelerinde çalıştı. 1979 yılında, ilim ve imanı kaynaştıran eserler konusunda bir çığır açan “İlim-Teknik Serisi”ni hazırlayan Yeni Asya Araştırma Merkezi’nin kurulmasında aktif rol aldı ve genel koordinatörlüğünü üstlendi.
Halen serbest-yazar olarak, aylık Zafer dergisinde periyodik, başka gazete ve dergilerde de non-periyodik olmak üzere yazılar yazmaktadır.
Yayınlanmış eserleri:
1) Atom
2) Big Bang - Kâinatın Doğuşu
3) Bir Arının Hatıra Defteri
4) Araştırma Teknikleri
5) Uzay
6) Gezegenler
7) Madde ve Enerji
8) Dünya
9) Kur’ânımızı Öğrenelim
10) Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı meâli (Heyet)
11) Şeytanla Münazara
12) Risale-i Nur Işığında Cevşen Meâli
2. En’am Sûresi, 180; Kehf Sûresi, 110; Tâhâ Sûresi, 8; Haşir Sûresi, 24.
3. Meryem Sûresi, 65.
4. Ra’d Sûresi, 33.
5. Tirmizî, Daavât: 83.
6. Zâriyât Sûresi, 56.
7. Bediüzzaman Said Nursî. Şualar, s. 84.
8. Ahzâb Sûresi, 72.
9. Bediüzzaman Said Nursî. Sözler, s. 503
10. Şuâlar, s. 9.
11. Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası, 1: 57.
12. Bediüzzaman Said Nursî. Mektubat, s. 306. Bkz. Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası, 2: 68-9.
13. Bediüzzaman Said Nursî. Kastamonu Lâhikası, 172.
14. Sözler, s. 283-4.
15. A.g.e., s. 58, 75, 588, 620.
16. Şuâlar, s. 137.
17. İsrâ Sûresi, 44.
18. Sözler, 589-90.
19. Şuâlar, s. 7-9.
20. A.g.e., s. 62-3.
21. Mektubat, s. 309-10.
22. Bediüzzaman Said Nursî. Lem’alar, s. 304, 309.
23. Mektubat, s. 216. Bkz. Mektubat, s. 228; Şuâlar, s. 557; Sözler, s. 56, 275, 278, 529, 536, 553, 557; Hülâsatü’l-Hülâsa, 31. Mertebe.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
SİSTEMLER VE BLOKLARARASI MÜNASEBETLERDE BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN TAVRI
SAFA MÜRSEL 1
(Araştırmacı - Yazar)
Bediüzzaman, milletlerarası münasebetleri insanlığın ortak değerlerine dayalı ölçülere bağlamıştır. Bu ortak değerin başında din gelir. Öncelikle aynı dine mensup milletlein kendi aralarında bir bütünlük ve dayanışma içinde olmasını gerekli görmüştür. Dinlerin farklı olmasından dahi istifade edilebileceğini ifade etmiştir.
Bu tebliğin başlığını, “Bediüzzaman’ın dış politika ve diplomasiye ilişkin görüşleri” şeklinde koymak da düşünülebilirdi. Fakat onun uluslararası ilişkilere ait görüşlerini günlük dış politika hâdiseleri ve diplomasi münasebetleri çerçevesinde ele almak yeterli bir yaklaşım olmaz. Çünkü onun meselelere yaklaşım tarzı tatbikata yön gösterici olma sınırlarını aşar mahiyettedir. O her hâdiseyi inanç manzumesi içinde bir fikir temeline oturtmayı esas almıştır.
Bir konunun âyet ve hadis hükümlerine ne derece uygun olduğu veya olmadığı hususu onun hareket noktasıdır. Bu noktadaki yorumları, tatbikata da yol gösteren bir genişlik ve zenginliğe sahiptir. Onun içindir ki, tebliğin başlığını daha genel kavramları seçerek belirledik. Böylece çağdaş bir İslâm âlimi olarak Bediüzzaman’ın sistemlere ve bloklararası münasebetlere yaklaşımını, tatbikat kadar teorisiyle birlikte ortaya koyma imkânını bulduğumuz inancındayız. Kısaca söylemek gerekirse, Bediüzzaman günlük hâdiselere tavır koyma özelliği yanında uluslararası ilişkilere esas olabilecek kalıcı değer ölçüleri, belirleyici özelliği ile ele alınmalıdır. Tebliğde bu anlayışı esas aldık.
Onun uluslararası ilişkiler hakkındaki görüşleri, dünyanın yoğun ve köklü değişimler yaşadığı bir döneme rastlar. Zira, o I. Dünya Harbi ile birlikte Osmanlı Devletinin çözülüşünü ve çöküşünü hem gördü, hem de yaşadı. Bu sırada komünist ihtilale şahit oldu. Hangi anlayış ve esaslara dayanması gerektiği ikazlarını yaptığı Cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşunu gördü. II. Dünya Harbini ve onu takip eden yıllarda Türkiye’nin çok partili hayata geçişini müşahade etti. Komünizmin iflasını ve çöküşünü görmedi. Çünkü, komünizmin resmen çöküş tarihi olan 1990’dan otuz sene evvel vefat etmişti. Fakat, Rusya’nın komünist sistemle uzun süre yaşayamayacağını, komünizmin çökmeye mahkum olduğunu, sistemin çöküşünden kırkelli yıl önce net ifadelerle ortaya koymuştu. İnançsızlığı esas alan bu sistemin sadece ekonomik maksatlı bir doktrin olmadığını çok iyi gören bir değerlendirme ile Rusya’nın dinsiz kalamayacağını, 1 dine dönmek zorunda olduğunu çok net ifade etti. Komünizmin baskısı altına düşmüş Müslüman-Türk Kafkas toplumlarının, birgün bağımsızlıklarını mutlaka kazanacaklarını bundan elli sene evvel, sanki bugünleri görürcesine dile getirdi.3
Milletlerarası münasebetlerin çağımızdaki karakterini, “Devletler milletler muharebesi tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor” 4 ifadeleriyle ortaya koydu. Bu ifade, tarihî gerçeğin tesbiti idi. Zira, 19. asra kadar devletten devlete ve devletler arasında cereyan eden münasebetler, 20. asırdan itibaren, önce sınıf farklılıklarına, sonra farklı sistemlerin rekabetine ve mücadelesine dönüştü. Milletlerarası münasebetler, farklı dünya görüşüne mensup milletlerin bloklaşması şekline girdi. Bu münasebetler 20. asıra kadar devam etti.
Milletlerarası münasebetlerin tarih içindeki gelişme seyri, bu münasebetlerin hangi esaslara dayandırılabileceği sorusunu önümüze getiriyor. Hangi sistemle ne ölçüde münasebet tesis edilecektir? Bunun cevabını Bediüzzaman’ın görüşlerinden bulmaya çalışmak tebliğimizin ana konusu olacaktır.
Milletlerarası münasebetlerin tasnifi
Bediüzzaman’ın milletlerarası münasebetleri insanlığın ortak değerlerine dayalı kıstaslara bağlamaya çalıştığı bir gerçektir. Bu ortak değerin başında din unsuru geliyor. Öncelikle aynı dine mensup milletlerin kendi aralarında bir bütünlük ve dayanışma içinde olmasını gerekli görmüştür. Hattâ dinler farklı dahi olsa, üzerinde mutabık bulundukları kavramların sağladığı bir bütünleşme ve bilhassa dayanışma anlayışından istifade edilmesi gerektiğini savunmuştur. Özellikle semavi olması bakımından Hristiyanlığa mensup milletlerle İslâmiyete mensup milletlerin, inançsızlığa ve onun hâsıl ettiği ahlâkî ve siyasi yozlaşmaya karşı birlikte hareket etmeleri gerektiği hususu onun bu konu ile ilgili görüşlerinde önemli bir hareket noktasıdır. Bu açıdan bakıldığında Bediüzzaman, sistemler ve bloklararası münasebetleri öncelikle ikiye ayırmaktadır: Bunlardan birisi, İslâm milletleri câmiasının kendi aralarındaki münasebetleridir. Diğeri ise, İslâm dünyasının diğer inanç ve düşüncelere mensup milletlerle münasebetidir.
Müslüman olmayan çevrelerle yürütülecek münasebetleri de Bediüzzaman ikiye ayırmaktadır. Bu ayırımda da kıstas dindir. Buna göre, bir dine mensup ve inançlara saygılı ehl-i kitap milletlerle herhangi bir dinî inancı olmayan ve din kavramına düşman olanlar ayrımı yapmıştır.
I. Batı sisteminin tahlili
Bediüzzaman, İslâm dışı sistemlerle münasebetten bahsederken daha ziyade ve özellikle semavî bir din olan Hıristiyan dünyasını kasdetmiştir. Hıristiyanlık âlemini daha ziyade Batının temsil ettiği görüşündedir. Fakat onun bu görüşü Batının tamamen dindar olduğunun kabulü mânâsına gelmiyordu. Zira, pozitivist ve rasyonalist özellikli felsefi akımlar ve bunun sonucu olan materyalist telakkilerin kaynağı yine Batı idi. Onun için, “yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir” şeklinde bir ayrımı nazara vermek ihtiyacını duymuştur. Onun bu tasnifine göre, iki Batıdan, “birisi isevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa”dır.
Bediüzzaman’ın “ikinci Avrupa” dediği, dine ve mâneviyata yabancı, felsefe kültürüne dayalı Avrupadır. Gelişmiş maddi vasıtalarına rağmen ikinci Avrupa insanı mesut edememiştir. Bu sistemin yetiştirdiği, aklı, kalbi mânen azap içinde ve bunalımda bocalayan bir insanın “aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasına”5 rağmen, gerçekte mesut olamayacağı görüşü Bediüzzaman’a aittir. Akılcı felsefe kültürüne mensup bu Avrupanın bu haliyle hem insanı, hem de toplumları gerçek özelliklerden uzaklaştırdığı görüşündedir. Batı düşüncesinin bu özellikleriyle ile tesir ettiği her yerde çok menfi neticeler hasıl ettiği günümüzün inkâr edilemez gerçeğidir.
Batının mânevî kontrolden uzak, sırf akılcı felsefi telkinleri ile menfaatçı ve hırs sahibi olarak yetiştirme anlayışı şahıslara münhasır zaaflar olarak kalmamış, dünya barışını tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. I. Dünya Savaşını böyle bir telakkinin eseri olarak gören Bediüzzaman, bu harbin geçmiş bütün asırların kötülüğüne ve zulmüne denk gelecek bir vahşeti netice verdiğinden bahisle, “kurun-u ûlânın mecmûu vahşetini bu medeniyet bir defada kustu” demektedir. 6
Batının rasyonalist felsefeye dayalı dünya görüşünün savaşlara kaynak oluşu kadar, daha değişik sonuçlarına dikkat çeken Bediüzzaman, bu medeniyeti daha geniş bir çerçevede tahlile tabi tutmuştur. Bu konudaki görüşlerini, Batı medeniyetini niye tenkitçi bir tutumla yaklaştığını soranlara cevap verirken dile getirmektedir:
“Medeniyet-i hâzıra-ı Garbiyye semavi kanun-u esasilere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hataları, zararları faidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; sa’y ve hizmet yerine, tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi.”7
Bediüzzaman’ın “medeniyet-i hâzıra” dediği, insanı insana, devleti devlete saldırtan Batı medeniyeti menfi olarak vasıflandırdığı beş esas üzerine kuruludur. Bu prensipler: nokta-i istinad olarak kuvvettir. Menfaatin yegâne hedef alınmasıdır. Mücadele anlayışının hayata esas olmasıdır. Kitlelerin ortak noktasının ırkçılıkta aranmasıdır. İnsanın heves ve arzularının sınırsızca tatmin edilmesidir. 8
İnsan ve toplumları meşrûluk, adalet ve ahlâk gibi kavramlardan uzaklaştırıp egoist ve saldırgan hale getiren bu prensipler, günümüz insanlığını gerçekten üstesinden gelemeyeceği maddi ve mânevî problemlerle karşı karşıya bırakmıştır.
Yukarıdaki esaslara dayalı olarak günümüz Batı sisteminin laik ve rasyonel düşünce tarzına dayanması, onu semavî dinlerin telkin ettiği iktisatlı, yardımlaşmaya ve dayanışmaya yer veren, hoşgörülü yaşama tarzından uzaklaştırmıştır. Bu uzaklaşmanın pratikteki sonuçları, insanları gerçekte emeklerinin karşılığı olmayan imkân ve servet elde etmeye sevketmiştir. İnsanın istismarı ile yayılması sömürge politikaları buradan doğmuştur. Bu yoldan elde edilen gelir ve servetler aşırı tüketim ve israfta kullanılmıştır. Milletler ve toplumlar arasında sevgi ve saygıyı kaldırmakla kalmayıp refah ve gelir dağılım dengesini de kaldıran bu anlayış, Bediüzzaman’ın ifadesiyle gerçek bir medeniyetten beklenen, istirahat-ı umûmî ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeyi bozmuştur.
Bozulan bu maddi ve mânevî dengelerin, ancak islâmın telkin ettiği inanç ve yaşama düşüncesi ile kurulabileceğine inanan Bediüzzaman, insan emeğinin önemine ve tüketimde israf etmemeyi emreden âyetleri delil göstermektedir. Bu prensiplere uyulması halinde toplumdaki farklılıkların ve insanlar arasındaki dengesizliğin giderilebileceğini söylemektedir. 9
Kabul edilmelidir ki, Batı medeniyetinin dinin ve moral değerlerin kontrolünden uzak bir şekilde yetiştirdiği insan ve toplum modeli, problemlerini de beraberinde getirmiştir. İsrafa dayalı, kamçılanmış bir tüketim anlayışından kaynaklanan sosyal denge bozuklukları, ekolojik yapının bozulmasına, ağır çevre ve insan sağlığı problemlerine yol açmıştır. Bu sonuç, aslında felsefe kültürü ile şekillenen Batı insanının kontrol tanımayan hırs ve ihtirasının eseridir. Gücü, kuvveti elinde tutanın hâkim olması gereğine inanan bir anlayışın mahsülüdür.
Bediüzzaman bu sonucu gördüğü içindir ki, Batıyı değerlendirmede gerçekçi bazı kıstas ve sınırlar getirmiştir. Öncelikle Batıyı ikiye ayırma ihtiyacı duyması bundandır. Batıyı menfi yönleriyle kabul ve tasvibin mümkün olmadığını söylemektedir. Çünkü, ona göre,
“Medeniyet-i hâzıra beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmıştır. Halbuki saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola. Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder” 10
Batı sistemini bu açıdan tahlil eden Bediüzzaman, özellikle kapitalist dönemde azınlığın refahı sağlanırken insanda uyandırılan sınırsız ihtiyaç duygusu ile çoğunluğun tatminsiz bir ortamda bırakıldığı görüşündedir. Batının yaşama anlayışında,
“Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden, hile ve harama sevketmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsat etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet ve haşmete bedel, ferdi, şahsı, fakir, ahlâksız etmiştir”11 demektedir.
İnsanı, emeği ile karşılayamayacağı kadar ihtiyaçlarla başbaşa bırakan bu Batı dünya görüşü, insanı, haram, helal, meşru, gayr-ı meşru kaygısı duymadan, bu ihtiyaçlar için çırpınan çabalayan ağır bir hayat yükü altında bırakmıştır. Aslında insanın emeği karşılığı olan ve meşru yollardan ahlâkî sınırlar içinde ihtiyaçların karşılanabildiği bir hayat anlayışına ihtiyaç vardır.
Felsefeye dayanan Batı medeniyet anlayışı bu dengeyi kuramadığı ve insanlığı bu konuda daha da tahrik ettiği için toplum hayatı dengesizliklere, sınıf çatışmalarına, emek-sermaye düşmanlığına ve nihayet savaşlara varan sarsıntılara maruz kalmıştır. Bu özelliği sebebiyledir ki, Bediüzzaman, Müslümanların, Batı sistemine soğuk baktıklarını, onu kabulde zorlandıklarını söylemektedir. Günahları ve menfilikleri iyilik ve güzelliklerine ağır basan bir medeniyetin kabulüne imkân yoktur. Bu görüşün iki dünya harbi ile insanlığı perişan ettiğini söylemektedir. Medeniyetin güzelliklerinin üstün geleceği, zemini pisliklerinden temizleyecek bir ortamın İslâmiyet sayesinde kurulacağı insanlığın genel bir barış ve refaha kavuşacağı inancındadır. 12
Bütünleşme konusu
Telkin ettiği prensiplerle insanlığı harp, fakirlik ve ahlâk buhranı içine sürükleyen bir medeniyet anlayışının Müslümanlar tarafından kabulünün mümkün olmadığına işaret eden Bediüzzaman, iki sistemin temel tercihlerdeki köklü farklılığının, bu iki sistemin imtizacını imkânsız kıldığı görüşündedir. Ona göre Roma felsefesi ile Yunan düşüncesi bile hâlen tam bütünleşmemiştir. Müşterek bir medeniyete mensup olmalarına ve Hıristiyanlığın çabalarına rağmen Roma felsefesi ile Yunan dehâsı su ve yağ gibi ayrı durmaya devam ederken, İslâmiyetin Batı sistemi ile bütünleşmesini Bediüzzaman mümkün görmemiştir.13
Osmanlı devletinin dağılma yıllarında bazı aydınların İslâm dünya görüşünü terk ederek Batı medeniyeti içinde yerimizi almamız yolundaki görüşlerine karşı Bediüzzaman, bunun niçin mümkün olamayacağını yukarıdaki gerekçe ile izah ediyordu. Fakat işaret edilmelidir ki, Bediüzzaman İslâm ve Batı medeniyetlerinin bütünleşmesindeki imkânsızlığı dile getirirken, iki medeniyetin birbirine karşı diyalog halinde olmasını mümkün görmüştür. Hele 20. asırda inkâr-ı Uluhiyet fikrinin ideolojik bir akım halinde komünizm tarafından siyasi ve kültürel yollardan yayılmacı metodlarla dünyayı ve insanlığı tehdit ettiği bir ortamda, semavî dinlere mensup olanların diyaloğunu gerekli ve hattâ zaruri karşıladı. Bu amacın gerçekleşmesi için Batı dünyası ile siyasi muhtevalı, güvenliği sağlamaya dönük bir diyalog ve işbirliğini savundu.
Bediüzzaman’a göre inkâr-ı Uluhiyet akımına karşı Batı dünyası ile dayanışma ve işbirliği ihtiyacı sadece İslâm ülkelerinden kaynaklanmıyor. İslâm dünyası ile işbirliğine Batı dünyası da aynı derecede muhtaçtır. Bu işbirliği ve diyalog ihtiyacı sadece ekonomik ve siyasi menfaatlerle ele alınmamalıdır. Belki ondan da önemlisi, imânî, mânevî ve ahlâkî sahadaki başıboşluk, bu iki farklı medeniyet mensubunu yapıcı bir diyalog içinde olmaya daha ziyade mecbur ediyor. Batının İslâm birliğine niçin taraftar olması gerektiğini açıklarken, aynı zamanda iki sistemin gerekçesini şöyle izah ediyor
“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur’ân’ın hakikatlarına sarılmaktadır. Yoksa koca Çin’i az zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye, siyasi, maddi kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-ı Kur’âniyedir. Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem ABD, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve İttihad-ı İslâm taraftar olmaya mecburdurlar.”14
İslâm devletleri ile münasebetlerini münhasıran petrol teminine bağlayan bir anlayışın yeterli ve sağlıklı olmadığı artık kabul edilmelidir. Zira Batı, insanın fikrî, ahlâkî ve mânevî sağlık ve istikametinde, belki petrolden fazla muhtaçtır. Bu ihtiyacın karşılanabileceği fikri ve mânevî ortam İslâmda mevcuttur.
Sosyal sistemi, aile yapısı, ferdin kişiliği çözülme ve yozlaşma halindeki Batı tipi toplumların gerçekten böyle bir fikir ve mânevî dinamizm kaynağına şiddetle ihtiyacı vardır. Bugün sosyal ve ekonomik sistemi en ileri kabul edilen ABD’de bile mânevî yetersizliğin toplumdaki çözülmeyi hazırladığı ve hızlandırdığı kolaylıkla görülüyor. Bu yetersizlikten kaynaklanan problemler için Bediüzzaman, Batının, özellikle İslâmiyetten faydalanması gereğine ısrarla dikkat çekmiştir. Bu ise sistem ve dünya görüşü arasında bir diyaloğun konusu olacaktır. Tevhid inancının temelinde gerçekleştirilecek böyle bir diyaloğu, Bediüzzaman Müslümanlar açısından Batı sistemi ile kayıtsız şartsız bir bütünleşme mânâsına kabul edilmemiştir.
Dinler arasında bir bütünleşme sözkonusu olacaksa bu ihtiyacı öncelikle Hıristiyanlığın duyması beklenebilir. Şu ifadeler bu konuda yeterli fikir verebilecek mahiyettedir:
“Nasraniyet ya intifa veya istifa edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı. Tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyetin esasını câmi olan hakikat-ı İslâmiyeyi karşısında görecek teslim olacaktır. İşte, su sırr-ı azime Hz. Peygamber (a.s.m.) işaret etmiştir ki, ‘Hz. İsa nazil olup gelecek ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.” 15 İslâmiyetle dayanışma ve bütünleşme ihtiyacını duyması gerekenin Batı Hıristiyan dünyası olduğunu başka bir ifadesinde şöyle nazara veriyor:
“İstikbalin kıtalarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşerî dünyevî, uhrevî saadete sevkedecek yanlız İslâmiyettir. Ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve hurafattan sıyrılacak İsevilerin hakikî dinidir ki, Kur’ân’a tabi olur, ittifak eder.”
Özetlemek gerekirse, İslâmî kimliğin terki ile Batı içinde bütünleşmek mümkün değildir. Fakat her iki sistem mensuplarının kendi kimliklerini muhafaza ile belli ölçüde diyalog halinde olmaları mümkündür. Bunun gerekçesi de inkâr-ı Uluhiyet cereyanlarına karşı işbirliği ihtiyacıdır. Bunun gerektirdiği münasebetlerden kaçınılmamasını savunmuştur. Bediüzzaman, hadis ifadelerinden getirdiği delillerle tevhid inancını yayma yolunda Hıristiyan dünyasının İslâm inanç telâkkisinin benimseyeceğini söylemekte, bu yüzden diyalog kapısının açık tutulması gereği üzerinde durmaktadır. 16
II. Marksist sistem ve doğu tahlili
Batı dünyası ile münasebetleri inanç çerçevesinde belirleyen Bediüzzaman, Doğu blokuna hükmeden komünizmi de aynı açıdan ele almıştır. Çünkü bu görüş, Bediüzzaman’ın ikinci Avrupa dediği rasyonalist ve materyalist felsefe telâkkisinin uzantısı ve ürünüdür. Marksizmin uygulama şekli olarak ortaya çıkan komünizmi, Bediüzzaman inanç yönüyle olduğu kadar, ahlâk, ekonomi ve sosyal bünye üzerindeki tesirleri ile de tahlil etmiştir. Temelde tevhid inancına aykırılık esasına dayanan bu dünya görüşünün, propaganda ile yayılma çabalarına karşı, milletlerarası dayanışma ve güç birliği ile tedbir alınması gereğine dikkat çekmektedir. Hattâ bu konuda misyonerlerle, Hıristiyan ruhanilerinin Müslümanlarla birlikte hareket etmesi ihtiyaç olarak görülmüştür. Bu konudaki işbirliği zaruretini şu gerekçeyle izah ediyor:
“Herhalde şimal ceyeranı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-ı avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp onlara imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.” 17
Bu görüşler, komünizmin bütün dünyaya yoğun bir yayılma çabası içinde olduğu 1950’lili yıllarda dile getirildiği gözönüne alınarak değerlendirilmelidir. Gerçekten komünizmin tehdit ve yayılma çabasının en büyük dayanağı, fakir kitlelerin ekonomik menfaatlerini savunur görünmesi olmuştur. Gerçi bu sistem sonunda kendi insanlarını aç, fakir ve hattâ ekmek kuyruklarında bekler duruma düşürmüştür, ama o yıllarda sefalet istismarı ile sınıf çatışması tahriklerinin bir ölçüde prim yaptığı inkâr edilemez. Komünizmin bu propagandasının İslâm dünyasında bazılarına cazip geldiği görülmüştür. Bu yüzden Doğu bloku ile siyasi, ekonomik ve kültürel işbirliği içine giren idarelere rastlanmıştır.
Bediüzzaman, marksist sistemin insanı madden ve mânen mesut edemeyeceğini, bu sebeple propagandasına ve istismarına itibar edilmemesi gerektiğini zamanında ısrarla dile getirmiştir. İslâmiyetin de fakirleri koruduğunu ileri sürerek kendisine müttefik ve taraftar toplamaya çalışan komünizmin propagandalarına aldanılmamasını eserlerinde etraflıca işlemiştir. Onun bu yöndeki dikkat çekme çabaları müsbet tesirlerini yapmış, Müslüman kitleler komünizme hiçbir şekilde sıcak bakmamışlardır.
Bediüzzaman Rusya kaynaklı komünist yayılma çabalarının özellikle Türkiye için ayrı önemi bulunduğu inancındadır. Zira ona göre, Rusya, Türkiye’ye ve İslâm dünyasına karşı bin yıllık bir husumetin sahibidir. Komünizm, bu husumeti körükleyip saldırganlık haline getiren yeni bir vesile olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’den toprak talebine varan gelişmeler, aslında geçmişin yayılmacı politikalarının yeniden diriltilmesi idi. Komünizm, yeni ideolojik sloganlarla hem bu yayılmanın, hem de toplumları mânen tahrip etmenin silâhı olarak ortaya çıktı. Komünizmin değişik zamanlarda Avrupa’da, Asya’da ve Orta Doğuda gerçekleştirdiği işgal ve darbelerle nisbi bir başarı sağladığı söylenebilir. İşte bu gerçeğe işaret eden Bediüzzaman, komünizmin bütün çabalarına rağmen Türkiye’de nihâî başarı gösteremeyişini İslâm inanç ve düşüncesinin topluma kazandırdığı mânevî dirençte aramıştır. Bunu şöyle ifade ediyor.:
“Rus’un Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi, adavetinin mutezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi bilfiil elde edip dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi sedd-i Kur’ânî yapılması lâzım ve elzemdir. Çünkü, dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istila ettiği halde bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren hakaik-i imâniye ve Kur’âniyedir.”18
Bu ifadeler, din duygusunun komünizmin mânevî tahribatlarına karşı nasıl bir mânevî direnç vazifesi gördüğünü açık olarak nazarlara veriyor. Bu sisteme karşı sadece maddi ve adlî yollardan alınacak tedbirlerin yeterli olamayacağına işaret ediyor. Komünizmden kaynaklanan ahlâk ve mâneviyat tahribinin eğitim yoluyla alınacak köklü tedbirlerle durdurulabileceği görüşünü devrin yetkililerine her vesile ile ulaştırmaya çalışıyordu.
Bediüzzaman, komünizmi sadece siyasi ve ekonomik boyutlu bir ideoloji olarak görmedi. Bu akımı tarif ederken, “Şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanı”19ifadesini kullanmaktadır. Burada marksist düşünce sistemi temelde mânevî değerleri inkâr eden bir bütünlük içinde ele alınmıştır. Komünizmin maddi ve ekonomik vasıflı bir mesele olmadığını, hayatı her yönü ile mâneviyattan uzak tutan bir inkâr hareketi olduğunu söylemiştir. Bunun için Hıristiyan dünyasını bu akıma karşı verilecek mücadelede Allah inancındaki müştereklik sebebiyle tabii bir müttefik olarak görmüştür. Bu akıma karşı verilecek mücadelede ortak hareket edilmesi görüşünü savunmuştur.
Onun, insanlığın uzun süre dinsiz kalamayacağı görüşü, komünist sistem mensupları hakkında da geçerlidir. Komünist sistemi uygulama çabası içindeki Rusya’nın dinden uzak kalamayacağına 1950’lerde işaret ediyordu:
“İki dehşetli harb-i umuminin neticesinde beşerde hasıl olan intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinat ve aklı, kalbi ikna eden Kur’ân ile musâlâha veya tabi olabilir.”20
Rus komünizminin milliyetler mozayiğini 1990’ların dünyasında dağılmaya zorlayan âmillerin başında din duygusunun geldiği inkâr edilemez. Sosyal hayatın bütün yönleriyle gerilediği ekonominin güçsüz, siyasetin tesirsiz kaldığı Sovyetler Birliği, komünist sistemi terk ederek yeni bir kimlik bulma ihtiyacı ve zaruretini duymuştur. Rusya, ilk merhalede, Bediüzzaman’ın dediği gibi başta Kur’ân olmak üzere dinlerle barışmaya ve onları kabule mecbur olmuştur. Komünizme sadece dinî hayat noktasından yaklaşmakla kalmayan Bediüzzaman, bu sistemin öngördüğü sosyal ve ekonomik vasatı da tahlil etmektedir. Bediüzzaman bu sistemin insan ve toplum gerçeğini gözardı ettiği görüşündedir. Onun için baskıcı metodu kullanmaya mecbur kalmıştır. Sistemin nasıl bir vasatta tutunabileceği konusuna temas etmekte ve şöyle demektedir:
“Sosyalizm, bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden, aşıladığı fikir bilahare bolşevikliğe inkılâp etti ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbetteki ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet, merhamet çıksa, akıl, zekâvet o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir. Daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise, hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hakimiyette geri kalan, çapulcu kabileler olacak.”19
Hiçbir mânevî değer hükmü tanımayan komünizmin anarşiyi netice vereceğini söyleyen Bediüzzaman, böyle insanları yetiştiren bir sistemin, hak, hürmet, merhamet kavramlarına saygılı medeni bir toplumda yer bulamayacağını, ancak, medeniyette geri ve hukuka bağlı devlet anlayışından mahrum ilkel kabilelerde tutunabileceğini nazara vermektedir.
Komünizmi bu mahiyeti sebebiyle bütün insanlık için fıtrata aykırı görmüş ve tadbik kabiliyeti bulunmadığını işlemiştir. Zaman içinde günümüze kadar gelişen hâdiseler, marksist temele dayalı komünizmin insanî ve medenî hayatı arzu eden toplumlarda tutunamayacağını göstermiştir. Bediüzzaman’ın bu fikirleri dile getirişinden elli yıl sonra, komünizm terk edilmek zorunda kalınmıştır. Arkasında büyük zulümler bırakarak, milyonlarca insanın yaşama hakkını alarak silâh korkusu üzerine kurduğu, dünyayı kendi eliyle yıkarak tarihe karışmış bulunuyor. Bir daha ortaya çıkması, medeni bir toplumda değil, belki Bediüzzaman’ın dediği gibi medeniyette geri ilkel kabile toplumlarında mümkündür.
III. İslâm ülkeleri arası münasebetler
Diğer semavî dinlerle inançtaki beraberliği milletlerarası dayanışma ve diyaloğun en önemli sebebi kabul eden Bediüzzaman, aynı inanca mensup İslâm milletlerinin kendi aralarındaki münasebetleri ve bunlara yön vermesi gereken prensipleri ele almaktadır.
Bediüzzaman, İslâm dünyasını son asırlarda geri ve fakir bırakan sebeplerin neler olduğunu ve bunların nasıl aşılabileceğini 20. asrın ilk yıllarından itibaren eserlerinde etraflıca ele almıştır. Kendi tabiri ile Müslümanları, “Kurûn-u vusta” şartlarında tutan sebepleri saymakta ve çıkış yollarını da göstermektedir.
1. Münasebetlere yön veren prensipler
İslâm dünyasını maddi ve mânevî yönden harekete geçirecek, gelişip kalkınmasına yol açacak unsurları, “İslâm dünyasını maddi ve mânevî dinamikleri” şeklinde ifade etmenin uygun olacağı inancındayız. İslâm dünyasının gelişmesini, refahını, maddeten ve mânen inkişafını temin edecek prensipleri isimlendirmek gerekirse, şu başlıklar çıkarılabilir: Dinin nokta-i istinat olarak herşeyin üstünde tutulması, Müslümanların birlik ve dayanışmasının temel taşı olarak ittihad-ı İslâm şuuruna bağlılık, hürriyet ve bağımsızlık görüşüne mensubiyet, maddi kalkınmanın şartı olarak fen ve sanayie yöneliş, insan unsurunu gerçekçi ve fıtrata uygun olarak eğitecek bir eğitim anlayışı, istişare metodunu işler hale getirmek, ümitsizliği atıp, hadiselere ümit ve moral ile yaklaşmak, meselesine sahip ve şuurlu bir kamuoyu teşekkül ettirmek.
Belirlediğimiz bu prensipleri başlıklar altında toplayıp Bediüzzaman’ın görüşlerinden istifade ile açmak gerekirse aşağıdaki değerlendirmenin mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyoruz.
2. Dinin nokta-i istinad olma vasfı
Aynı inanca ve dine mensup olma duygusunun her sahada olduğu gibi İslâm ülkeleri arasındaki münasebetlerde de hayatî derecede önemi vardır. Bediüzzaman, aynı dine mensup olma duygusunun hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar güçlü bir dayanak olduğu inancındadır. O, aynı dine mensubiyet duygusunun sağladığı dayanışma ve moral gücün, Müslüman milletler arasında en büyük yapıcı âmillerinden birisi olduğu inancındadır. Batı dünyasının bu duygudan asırlar boyunca ileri ölçüde faydalandığını belirtmektedir.
Avrupanın nasıl zenginleşip kalkındığı sorusuna cevap veren Bediüzzaman, bunu iki önemli sebebe bağlıyor. Bunlardan birisi, Avrupada yaşayan nüfusa tabii ve coğrafi yapının yetmemesidir. Bu sebeple Batı insanı ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla çalışmak ve sanayiini kurmak zorunda kalmıştır. Avrupanın kalkınmasını temin eden ikinci sebep ise, aynı inanca mensup olmanın sağladığı yardımlaşma ve dayanışma duygusudur. Bu duygudan istifade ederek dünyanın her tarafına ulaşıp maddi imkânlar elde etmiştir. Bediüzzaman, Müslümanlar bakımından da dinin nokta-i istinat olma özelliğinden faydalanması gerektiğini söylemektedir.
“Ey ehl-i İslâm, işte küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyete çökmüş olan mesâip ve devâhiye karşı nokta-i istinadınız, muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teâvünü emreden nokta-i İslâmiyettir.”21
İslâm dininin, İslâm dünyası için en büyük dayanak olduğunu söyleyen Bediüzzaman, İslâm dünyasında başka bir düşünce veya inanç sisteminin rehber ve dayanak olamayacağını her zeminde ifade etmiştir. Ona göre, Şark insanının fıtratı, yapısı sadece dinî düşünceye açık ve yatkındır. Bu konuya ilişkin görüşünü 1909’da yazdığı bir makalede şöyle dile getiriyordu:
“Bu memleket insanlarının makina-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziyayı İslâmiyet ile neşv ü nemâ bulacaktır.”22
Aynı konudaki görüşlerini, 1922’de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş arefesinde, her İslâm toplumu için geçerli olacak genel prensip halinde şöyle ortaya koyuyordu:
“Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemânın ağlebi Garpta gelmesi, kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz heba olur gider veya muvakkat, sathi kalır.”23
Doğu, toplumların yapısına uygun dayanak gücün İslâm inanç ve prensipleri olduğunu dile getiren bu ifadeler, aynı zamanda sosyolojik bir gerçeği de ifade ediyordu. Buna göre, din, Müslüman toplumlar arası her türlü münasebette dayanak noktası olmalıdır. Doğu toplumlarında arzulanan sonuçları almanın şartı, din duygusuna gereken önemin verilmesine bağlıdır.
3. İttihad-ı İslam
Bediüzzaman, İttihad-ı İslâm görüşünün hayata geçirilmesinin Müslümanlar için ihmal edilmeyecek bir vecibe olduğu inancındadır. Müslümanlar arası birlik ve dayanışmanın nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda onu dikkat çekici tekliflerin sahibi olarak görüyoruz. Müslümanlar arası birlik ve dayanışmanın sağlanması gereğini ve önemini şöyle dile getiriyor:
“Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır. İttihadın hedef ve maksadı o kadar uzun ve münşaip ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i Nuraniyeyi ihtizaza getirmekle onunla merbut olanları ikaz ve tarik-i terakkiye bir hahiş ve emr-i vicdanı ile sevketmektedir.”
“Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet, zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medeni biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermektedir.”24
İttihad-ı İslâm kavramının kapsamı ve ona verdiği önem bu ifadelerde açıkça görülüyor. “Bu zamanın en büyük farz vazifesi” dediği bu birliğin, İslâmın güzelliklerinin Müslümanlar arasında yayılma ve yaşanmasına vesile olmasını dilemektedir. Böyle bir birliğin maddi ve mânevî kalkınma yolunda önemli ve yapıcı bir rol oynayacağı görüşündedir.
Müslümanların birliğinin kalıcı ve sağlıklı olması için öncelikle muhabbet duygusunun mevcudiyetini aramaktadır. Düşmanlık, sadece cehalete, fakirliğe ve ihtilafa karşı beslenmelidir. Bu yoldan gidilmesi halinde gayr-i müslimler de Müslümanlıktan ve Müslümanlardan yersiz bir korku duymayacaklardır. İslâmiyetin güzelliklerinin ve ulvî yönlerinin nazara verilmesi halinde gayr-i müslimlerle müsbet bir diyalog kurulabilecektir. Hattâ İslâma kazandırılmaları bile mümkün olabilecektir.
Bediüzzaman, İslâmın bu konudaki gerçek görüşünü bilmeyen ve bu yüzden taassup sergileyen Batı Hıristiyan dünyasındaki inadın kırılmaya mecbur olduğunu, marifet ve medeniyetin mehasini ile taassubun dağılmaya başladığını söylemektedir. Yani medeni duygular inkişaf ettikçe, gerçekleri görme imkânı artmakta ve hoşgörü kendisini göstermektedir. Bu anlayışın henüz yeterli bir mesafe aldığı söylenemez. Fakat köleci ve sömürgeci politikalardan bugünlere gelinmiş olması oldukça müsbet gelişme olarak kabul edilmelidir.
Bir diğer önemli husus, İslâmiyeti mahbub ve ulvî gösterme ihtiyacıdır. Bilhassa Batı kamuoyunda günümüzde İslâmiyet bahsi geçtiği zaman asılsız yere menfi duyguların kolayca uyanabildiği düşünülürse, Bediüzzaman’ın İslâmiyeti sevimli gösterme ve sevdirme konusundaki fikirlerinin önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. İnsanlık için ahlâk, barış ve refah gibi değerlere katkıda bulunabilecek bir dinin korkulacak tarafı yoktur. Bu inançtaki Müslümanların birlik ve beraberliğinden kimseye bir zarar gelmeyecektir. Bediüzzaman bunu her vesile ile anlatmaya çalışmıştır. Konu ile ilgili şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir:
“İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir.”25
İslâm ülkelerinin parçalı halde güçsüz düşürülmesi sonucu Rus komünizminin Orta Doğudaki barış ve istikrarı uzun yıllar bozması gözönüne alınırsa, yukarıdaki görüşlerin isabeti daha iyi anlaşılır. Orta Doğuya inmesine imkân verilmeyen komünizmin başka yerlere yayılması kolay olmayabilirdi. İslâm dünyasına girememesi halinde bu sistemin başka yerlerdeki varlığı fazla bir önem arzetmezdi. İslâm ülkelerinin dağınıklığından istifade ile bu zeminlerde hem de başka bölgelerde yayılma ve tutunma ortamı aramış, bir ölçüde başarılı olmuştur. İslâm birliği buna meydan vermemek için gerekli idi.
Bediüzzaman ittihad-ı İslâmın çağımız şartları içinde nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda tatbiki mümkün görüşlerin sahibidir. Bu ittifakın öncelikle, her bir Müslüman tarafından İslâmın hakkıyla bilinip yaşanması halinde tesis edilebileceği inancındadır.
Ona göre, Müslümanların birlik ve bütünlüğünü sağlamanın diğer yapıcı şartlarından birisi, meselelerini bilen, aynı prensip ve gayeleri düşünen bir kamuoyunun teşekkülüdür. Bunun bilgi ile sağlanacağına işaretle, “İttihad cehil ile olmaz. İttihad imtizac-ı efkârdır. imtizac-ı efkâr, marifetin şua-ı elektriki ile olur”26demektedir.
Görüldüğü gibi birlik için öncelikle kültürel birlik ve bütünleşmeyi gerekli görmektedir. Fikir birliğini sağlayacak olan da kurumlaşmış eğitimdir. Bu yüzden eğitimi, İslâm dünyasındaki bütünleşmesinin en önemli vasıtası olarak görmüştür. “İran, Arabistan, Mısır, Afganistan, Türkistan ve Anadolunun merkezinde bir kalp hükmünde” 27 beynelmilel vasıflı bir üniversitenin kurulmasını İslâm ülkeleri arası dayanışmanın temel şartlarından birisi olarak kabul etmiş ve hayatı boyunca bunun gerçekleşmesine çalışmıştır.
Böyle bir üniversitede bütün İslâm dünyasından gelecek öğrenci ve öğretim üyeleri yer alacaktır. Böyle bir eğitim kurumu, hem Batı tekniğinin alınmasında önemli bir vasıta olacak, hem de ırkçılığın zararlarına karşı koruyucu bir vazife görecektir. Şu ifadelerde bu husus açıkça görülmektedir:
“Bir dar-ül fünun, bir İslâm üniversitesi Asyada lazımdır. Ta ki, İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki müsbet ve kudsi ve umumi millet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “Bütün müminler kardeştir” (diyen) Kur’ân’ın bir kanun-u esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin.”28
Çağın gereklerini bünyesinde taşıyan böyle bir eğitim anlayışı ile Müslümanların şuurlu birliğini tesise çalışan Bediüzzaman, arzuladığı ittihadın muhabbetle tesis edileceği inancındadır. “İttihadın meşrebi muhabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır”29demektedir. İslâm milletleri böyle bir ittifakın gereği olarak birbirlerine mânen ve hattâ maddeten yardım etmekle sorumludurlar. 30
Müslüman ülkeler arasındaki birliğin önemini böyle nazara veren Bediüzzaman, dünya ve bölge barışını korumaya yönelik siyasi dayanışma çabalarına dâimâ taraftar çıkmıştır. Ona göre dayanışmanın meydana getireceği bütünleşme duygusu, aynı zamanda ırkçılığın zararlarını da bertaraf edecektir. Bağdat Paktının 1955’lerde kuruluşunu bu anlayışla karşılamıştır. Bu konudaki görüşünü devrin Cumhurbaşkanına yazdığı mektup ile dile getirmekte, tebriklerinden sonra şöyle demektedir: “Irkçılık bütün bütün tehlike-i azimdir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız inşaallah tehlikeli ırkçılığın zararlarını defedecek.” 31 Bu pakta Amerika’nın da katılmasıyla, Batı Hıristiyan dünyasının barış içinde yaşama arzusuna katkıda bulunacağı temennisini dile getiriyordu.
Müslümanlar arası barış ve dayanışmanın korunması için her vesileyi değerlendirmeye çalışan Bediüzzaman, bunun için İslamî şuurun güçlü olması gereğini daima nazara vermiştir. Zira, onun nazarında İslâm dünyası bir camiin muazzam cemaati gibidir. Farklı milliyetleri birbirine bağlayan unsur İslâmiyettir. “Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka birşey değildir”32 demektedir. Osmanlı Devletinin bünyesinde gerçekleştirilip yaşanan bu millet gerçeği içeriden ve dışarıdan tertiplere maruz kalmaya başladığı 20. asrın ilk yıllarında Bediüzzaman bütünlüğü koruma inancıyla meseleye böyle yaklaşıyordu. Bu görüşlerini dile getirdiğinden bu yana aradan seksen sene geçti. Şimdi yukarıda bahsi geçen Müslüman unsurlar aralarında bütünleşme sağlamanın gereğine inanmış olarak bunu nasıl gerçekleştireceklerinin yollarını arama noktasına gelmişlerdir. İslâm dünyasını ve Asya’yı bir camiin cemaati gibi bütünlük içinde gören Bediüzzaman’ın yaklaşımı, bugün bütün engelleme çabalarına rağmen güncellik kazanmış olarak kabul bekliyor.
İslâm ülkeleri arasındaki ittifakın hangi yolla sağlanabileceği üzerinde duran Bediüzzaman, bunun için federatif bir şekli öngörmektedir. Bunun zaman içinde gerçekleşeceği inancındadır. Bu görüşünü 1910’lu yıllarda şöyle dile getiriyor:
“40-50 sene sonra hususan Arap tâifeleri cemahir-i müttefika-i Amerika gibi en ulvi bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi kür-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı Rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz.” 33
İslâm dünyası gerçi henüz arzulanan federatif bir bütünleşme noktasına gelmiş değildir. Fakat İslâm dünyasındaki maddi ve mânevî dayanışmanın 1910’lu veya 1940’lı yıllarla kıyaslanamayacak kadar ileri mesafe aldığı bir gerçektir. Özellikle İslâm aydınları arasında ve kamuoylarında, arzulanan bütünleşme ve dayanışmanın gelecek için ümit veren güçlü bir potansiyel haline geldiği kolaylıkla görülmektedir. İslâm Konferansı çerçevesindeki gelişmeler bunun elle tutulur göstergesidir. İslâm ülkeleri arasındaki ekonomik ve siyasi münasebetlerin bu gelişmeye hız kattığı inkâr edilemez. Doğu blokunun baskıcı ve yayılmacı tehdidinin büyük ölçüde ortadan kalkmasından sonra, artık İslâm dünyası 2000’li yıllara Bediüzzaman’ın hedef gösterdiği gibi yeni bir güç merkezi olarak girme şansını elde etmiş bulunuyor.
4. Ümit
Bediüzzaman, ümitsizliği bırakıp, geleceğe ümitle bakmaya yönelik bir tutumu, İslâm dünyasının en önemli ihtiyacı olarak görmüştür. En dehşetli hastalıkla eş tuttuğu ümitsizliğin milletlerarası münasebetlerde esareti netice verdiğini şu ifadelerinde dile getiriyor:
“Yeis, en dehşetli bir hastalıktır, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki, bizi öldürmüş gibi, Garpta bir iki milyonluk küçük bir devlet, Şarkta 20 milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyeyi kırmış. Az bir kuvvetle imandan gelen kuvve-i mâneviye ile Şarktan Garba kadar istila ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i hârika, meyusiyetle kırıldığı için zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor, biz de o katilimizden kısasımızı alıp onu öldüreceğiz. Lâ taknetû (Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz) kılıncı ile o ye’sin başını parçalayacağız. Yeis, ümmetlerin, milletlerin seretan denilen en dehşetli hastalığıdır. Kemâlâta mâni ve ene inde zanni abdî bî (kulum beni nasıl bilirse, ona öyle muamele ederim) hadis-i kudsisindeki hakikata muhaliftir. Korkak ve aşağı ve acizlerin şe'nidir (vasfıdır), şehâmet-i İslâmiyenin şe'ni değildir.” 34
Batı medeniyetinin hatalarını, zaaflarını ve yanlışlıklarını ortaya koyan değerlendirmelerden sonra, bu yönü ile Batının örnek alınmaması gerektiği üzerinde duruyor. İnsanlığa teklif ettiği inanç ve düşünce esasları bakımından İslâm medeniyet telakkisinin insanları geleceğe ümitle bakmaya sevkeden bir özelliğe sahip olduğunu şöyle nazara veriyor:
“Ehl-i iman ve İslâm için böyle maddi ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbap varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde nasıl me'yus olup, ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini kırıyorsunuz. Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, ‘dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat yalnız biçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu’ diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.” 35
Ümitsizliğin hâsıl ettiği her yönden geri kalmışlığı kabullenen anlayışı bu şekilde tenkit eden Bediüzzaman, Müslümanların ümitsizliği bırakıp sorumluluklarının gereğini yapmaları halinde kalkınmanın ve refahın yollarını bulacaklarını söylemektedir.
5. Şûra
İslâm dünyasının meseleleri çözmede esas alınması gereken önemli prensiplerden birisi de şûradır. Bediüzzaman başta Kur’ân emri olan şûrayı, İslâm dünyasındaki baskıcı eğilimlere son vermek, hürriyetten istifade ile en uygun çözümleri bulmak ve kalkınmayı temin konusunda vazgeçilmez bir müessese olarak görmüştür.
İstişarenin, hakkı arama duygusu ile delile dayanarak ve aklen tahkik suretiyle yapılması gerekir. Bu yapıldığında hiçbir meselede şüphe ve tereddüde yer kalmayacaktır. Şûranın Asr-ı Saadette böyle bir anlayışla yapıldığını, günümüz Müslümanlarının da aynı yolu takip etmeleri gerektiğini söylemektedir. 36
Şûranın İslâm dünyası için lüzumunu şu ifadelerle nazara veriyor:
“Müslümanların hayat-ı içtimaiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyedir, (Onlar işlerini şura ile görürler) âyet-i kerimesi şûrayı esas olarak emrediyor. Asyanın en geri kalmasının bir sebebi o şûrayı yapmamasıdır.”
“Asya kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûradır. Yani nasıl fertler birbiriyle meşveret eder, taifeler dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz, milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını açacak, dağıtacak meşveret-i şeriye ile şehamet ve şefkat-ı imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şeriyedir.” 37
Asyanın geri kalmışlığında şûraya riayet etmeyişinin önemli rolü bulunduğuna işaret eden Bediüzzaman, şûra ile büyük işlerin kolayca çözüme bağlanabileceği görüşündedir.
“Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun ve beşerin, hususan Asyanın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl şûra ile olabilir?” şeklindeki soruya şu cevabı veriyor:
“Haklı şûra ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlâs ve tesanüt ve meşveretin sırrı ile bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.” 38
Görüldüğü gibi sadece hakkı arama duygusu ile, ard niyetten uzak olarak samimiyetle yapılacak istişare, doğruyu bulmayı kolaylaştıracak ve çok müsbet sonuçlar verecektir. Bu özelliği sebebiyle İslâm ülkelerinin de kendi aralarındaki istişareye riayet eden bir anlayış içinde olmaları, hem inançlarının gereği olmakta, hem de maddi ve mânevî kalkınmanın gereği olmaktadır.
____________________
1. Denizli’nin Tavas ilçesinde 1949 yılında dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Tavas’ta yaptı. Denizli Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Üniversiteden 1973 tarihinde mezun oldu. Mezuniyet sonrasında lisans ve lisansüstü çalışmalar yaptı. 1975’de avukat oldu.
Halen serbest avukatlık yapan Safa Mürsel günlük gazete ve bazı dergilerde birçok makale yazdı. Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi, Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursî, Laikliğin Neresindeyiz? ve TCK 163. Maddesi ile ilgili müstakil eserleri yanında eğitim, kültür ve siyasi konularda müşterek imza ile yayınlanmış eserleri bulunuyor.
2. Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası, II:71.
3. Bediüzzaman Said Nursî. Tarihçe-i Hayat, s. 73.
4. A.g.e., s. 116
5. Bediüzzaman Said Nursî. Lem’alar, s, 111.
6. Bediüzzaman Said Nursî. Sünuhat, s. 45.
7. Bediüzzaman Said Nursî. Hutbe-i Şâmiye, 133, Emirdağ Lâhikası, II:98.
8. Hutbe-i Şamiye, s. 110-111. (Batı medeniyetine esas alan bu prensiplere karşı İslâmın medeniyet telâkkisinin dayandığı esasları şu şekilde belirlemektedir: (Hutbe-i Şâmiye, s. 111-112’den nakil)
9. Nursî. Emirdağ Lâhikası, 11:98.
10. Nursî. Sünuhat, s. 44-45.
11. A.g.e. s. 45.
12. A.g.e. s. 45.
13. A.g.e. s. 45.
14. Nursî. Emirdağ Lahikası, II:56.
15. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 103.
16. A.g.e. s. 28.
17. Nursî. Emirdağ Lâhikası, I:156.
18. A.g.e.ı, II:71.
19. A.g.e., I, 204.
20. A.g.e. II:74.
21. Bediüzzaman Said Nursî. Şuâlar, s. 536.
22. Nursî. Sünuhat, s. 60.
23. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 76.
24. Bediüzzaman Said Nursî. Mesnevî-i Nûriye, s. 91.
25. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 80-81.
26. Nursî. Emirdağ Lâhikası, II:24.
27. Bediüzzaman Said Nursî. Münâzarat, s. 60-61.
28. Nursî. Emirdağ Lâhikası, II:156
29. A.g.e. II: 195-196.
30. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, 81.
31. A.g.e.
32. Nursî. Emirdağ Lâhikası, II: 194-195.
33. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 83.
34. A.g.e.
35. A.g.e.
36. A.g.e.s. 31-32. Bediüzzaman Said Nursî. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 41,
37. Bediüzzaman Said Nursî. Muhâkemât, s. 32.
38. Nursî. Hutbe-i Şâmiye, s. 52-53.
39. A.g.e.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
DOĞUNUN KURTULUŞUNDA BEDİÜZZAMAN FAKTÖRÜ
NECMEDDİN ŞAHİNER 1
(Araştırmacı - Yazar)
Yüz sene evvel Anadoluyu adım adım dolaşan Bediüzzaman, Doğunun fakirliğini, cahilliğini ve medeniyet dünyasından çok gerilerde kaldığını bizzat görmüştü. Bu sebeple İstanbul’a kadar gelmişti. En üst makamlara müracaat ederek Doğuda din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversitenin açılması için çalıştı.
Bediüzzaman Said Nursi deryalara, denizlere benzeyen bir insandır. Bediüzzaman Said Nursi belki yüz kapısı olan bir kervansaraydır, bir muhteşem külliyedir.
İman külliyesi, irfan külliyesi...
Tâ ilk, gençlik günlerimden beri bu deryanın sahillerinde dolaşmaya çalışmaktayım ve dolaşmaktayım.
Bu nur sarayının kapılarını aralamaya çalışmaktayım.
Bu âbide şahsiyet, tarihlerimizin “doksan üç harbi” diye yazdıkları karanlık günlerde Doğu Anadolu’nun Van-Bitlis yaylasının, Nurs güneşinden ışıklarını saçarak aziz vatan Anadolumuzu aydınlatmaya başlamıştı. Nurs’un nuru Müslüman-Türkiye’den parlarken, aynı tarihlerde Batı dünyasında Edison ise tıpkı Genç Said gibi üç aylık bir öğretimden sonra insanlığa bulduğu ampulü armağan ediyordu.
Bu ışıklı insan Bediüzzaman asırların ve nesillerin hasretle bekledikleri ve gözledikleri birisidir.
Yüzyıllardır çok dehşetli tahrip kalıplarıyla yaralanan iman sarayının bir tamire ihtiyacı vardı. İslâm abidesinin yaralarının onarılması gerekiyordu.
Yollarda beklenen nur üstad, çağımızı şereflendirdi.
Fazilet yolcusu bütün insanlığa şefkat kucağını açtı.
Seksen sene evvelinden günümüze ve bizlere hitap ediyor: Ben acele ettim, kışta geldim, ama sizler cennet gibi bahar günlerinde geleceksiniz. O mutlu günde kemiklerimi misafir eden Van’ın Horhor toprağına uğrayınız, bahar hediyeleri olan çiçeklerden mezarımıza bırakınız, makberimden sizleri tebrik edip, sizlere afiyetler olsun! Sedalarını duyacaksınız.”
Bediüzzaman şiddet-i zuhurundan gizlenmiş tarihin ender yetiştirdiği bir insandır. Hayatının tarihi ve tarihçesi hep gizlenmiştir. Bu gizlemeyi “Tarihçe-i hayatımda geçen, çoğunu gizlediğim çok hârika hâdiseler vardır” diyerek bazan kendisi gizlemektedir; çoğu zaman da müfteri düşmanları tarafından gizlenmiştir. Hattâ maksadının aksiyle itham edilen Bediüzzaman gibi zatları insanlık tarihi pek az kaydetmektedir.
Helaket-felaket asrının, yani günümüzün adamı olduğunu söylemektedir ve insanlığın ebedî yaralarına ilâçlar hazırlayarak sunmaktadır.
Müslümanların sadece iman ederek inandıkları haşir meselesini ele almaktadır. Bu haşir meselesi ki, İbn-i Sina gibi hikmetlerin ve gerçeklerin bir dâhisi, “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Buna sadece iman edilir, bu bahsin delili nakildir, ancak iman etmek gerekmektedir” demektedir. İşte bu iman nurunun bu hârika bahsini Bediüzzaman, Nur Risalelerinin ilk kitabında haşir meselesini aklen, ilmen ve mantiken izah edip isbat etmektedir.
Hem de Kur’ân’dan aldığı dersini iki kere iki dört eder katiyetinde ispatlamaktadır.
Bu büyük insanın hayatı hârikalarla dolu levhalarla ışıldamaktadır. Bu derya bahsin izahı için tam çeyrek yüzyıldır kütüphanelerde, şehirlerde, köylerde ve doğu Anadolu’nun o heybetli, ama çok samimi dağlarındaki köyleri adım adım gezmekteyim.
Neşrettiğim bir düzine kitap, baştan başa vesikalarla, canlı şahitlerle doludur. Kütüphaneleri, hususi kütüphaneleri, arşivleri, başvekalet arşivini misal olarak gösterebilirim.
Şu anda mezkur arşivden bana intikal eden vesikaların adedi ise, tam yirmi altı tanedir.
Bunlardan yine İstanbul kütüphanelerinde bulduğum Fransızca bir eserden bahsetmek istiyorum. Bu eserin ismi: Document sur les Atrocutes Armeno-Russes’dir. Eserin Türkçesi, Ermeni-Rus Zulmüne Dair Vesikalar.
Fransızca eserin sadece bir sayfasının bahsimizle alakalı satırında şunları okumaktayız:
“Mehmed oğlu Yusuf ve Abdurrahman yeminle anlatıyorlar:
“Biz Hizan kazasının Sıpayirt nahiyesinin yaz otlaklarının bulunduğu, Nurs, Vavink, And ve Mezraa-i And ahalisindeniz. Çatak kazasının Ruslar tarafından işgalinden sonra, bizimkine komşu Livar, Yukarı Kutis, Aşağı Kutis Çacuan, Sikuar, Yukarı Andr köyü Ermenileri her ikisi de Rusya’dan Anadolu’ya sızmış olan Lato, diğer ismiyle Mihran ve Kazar Dilo’nun kumandasında Yukarı Kutis köyüne geldiler. Orada nahiyenin eşrafına yazılı olarak üç teklifte bulundular. Eşraf arasında Bediüzzaman namiyle meşhur olan Genç Said de vardı. Kendisinin esir mi, yoksa öldürülmüş mü olduğuna dair bir haber alınamıyordu. Teklifleri şunlardı:
“1. Düşmana teslim olmak.
“2. Nahiyeyi boşaltmak,
“3. Harb etmek.
“Düşman, gelişinden dokuz saat sonra, altı yüz kişiyle bizim köye hücum etti. Düşman askerleri şapkalı ve üniformalıydı. Aralarında Rus askeri bulunup bulunmadığını tesbit edemedik. Düşman ordusunda sefil görünüşlü olanların sayısı hayli kabarıktı. Bunlar Ruslar veya Rusya’dan gelme Ermeniler olabilirdi.
“Düşman bizim köyün ahalisini Mezraa-i Anda götürdü. Eşraftan Hurşid Bey oğlu Abdurrahman, oğlu ve karısı da bulunuyordu. Ertesi gün otuz üç erkek ve oğlan çocukları ve sayıları seksene varan kadınlar, kızlar ve kız çocukları ayrı ayrı kafileler halinde Müküs’e sevkedildi. Kadınlar kafilesi Çaçuan’da bırakıldı. Erkeklerin ise hepsi geceleyin kılıçtan geçirildi.
“Bana bir vazife verildiği için katliamdan kurtuldum. Vazife verdikleri sırada şöyle dediler:
“Sana para vaadediyoruz. Git Molla Said’e, orada kalan Ermenileri bize teslim etmesini söyle. Kendilerini boş yere öldürmenin hiçbir faydası olmadığını onlara anlat. Zaten memleket aşağı yukarı tamamiyle işgal edildi. Ruslar Haleb’e kadar indiler. Ermenistan kuruldu. Orada bulunan Türk askerinin sayısı ve kuvveti hakkında bize malumat getir.
“Bu sözler bana Dilo tarafından söylenmişti. Ben hemen yola çıktım. Çacuan’a vardığımda, nahiye müdürümüz ve Bediüzzaman’la birlikte, jandarma ve Kürtlerden teşekkül etmiş kuvvetlerimizin oraya geldiklerini gördüm. Beş saat devam eden şiddetli bir çarpışmadan sonra Bediüzzaman Said Efendi’nin kumanda ettiği birliklerimiz, kadınlar kafilesini kurtarmaya muvaffak oldular. Kadınların hali son derece acıklıydı. Yürümeye mecalleri yoktu. Çocuklarının çoğu çizmelerle çiğnenmek suretiyle can vermişti. Otuz üç erkekten ise sadece iki kişi kalmıştı.”
Bu fâcialar ve Bediüzzaman’ın kumandanlığı mezkur eserin yirmi iki ve yirmi üçüncü sayfalarında anlatılmaktadır.
Cihan savaşının doğu cephesinde Bediüzzaman’ın fedaileri olan Habib, ablası Dürriye’nin oğlu olan yeğeni Ubeyd ve Demir Mahey namındaki yiğitler, kanlarıyla zafer destanları yazmışlardı. Bunlardan Habib çok güzel, inci gibi yazılarıyla, hem de kâtipliğini yapıyordu. Cephelerde İşarâtü’l-İ’caz isimli Kur’ân’ın hârika tefsirinin yazma işlerinde bulunuyordu. Fedai ve Nur kâtibi Habib, Bediüzzaman’ın emri ile muharebenin seyrini ve düşmanın durumunu İran cephesindeki Harbiye Nazırı Enver Paşanın amcası Halil Paşaya bildirdikten sonra, sevgili üstadı ve komutanı Bediüzzaman’a dönerken Gevaş’ta alnından yediği kurşunlarla şehid olarak cennetlere uçmuştu. Çok zeki ve hazırcevap sevgili Ubeyd ise bir mübarek bayramda sırtında yep yeni bayram elbiseleriyle Bitlis kalesinin altında yediği kahpe kurşunla şehid olurken, arkadaşı Ali Çavuş gelip üzerindeki yeni elbiselerini ve kuşağındaki altınları alması için çağırırken mübarek dilindeki şehadet kelimeleriyle amcasının bedeline şehidler kervanına karışmıştı.
Keçe külahlıların zafer menkıbelerinden
Birinci Dünya Savaşında Doğu Anadoluda Bediüzzaman tek başına kurduğu gönüllü milis alayı ile Ruslara ve Ermenilere kan kusturuyordu. Bu kahramanlıkları Osmanlı Cihan Devletinin Harbiye Nazırı Enver Paşa, Sadrazam Talat Paşa ve Said Halim Paşa takdir ve şükran duygularıyla ifade ediyorlardı. Bediüzzaman’ın gönüllü fedailerine “Keçe Külahlılar” deniliyordu. Keçe Külahlılar, harbin başlangıcında geri çekilmeye başladıkları zaman, düşmanlar zaferi kazandıklarından emin bir şekilde ilerliyorlardı. Fakat tam bu esnada Keçe Külahlılar düşmanları iyice vadiye çektikten sonra çember içine alıp takır takır ateş ederek imha ediyorlardı.
Hattâ bir defasında Bediüzzaman gönüllülere: “Rusların eline geçen otuz topu kurtarmak için benimle birlikte gelen var mı?” demiş, kendisine iştirak eden üç yüz gönüllü ile geceleyin Nurşin taraflarından Muş’a inerek otuz topu fedaileri teslim edip, sonuncu topu da kendisi dahil, üç kişi çekerek kaçırmışlardı. Bu toplarla üç gün gece-gündüz Rusları oyalayarak kadın ve çocukların geriye çekilip kurtulmalarını sağlamışlardı. Bütün bunları erkân-ı harbiye arşivinde, eski askeri mecmualarda, milis teşkilatı bahislerinde ve son bulunan vesikalarda ise başvekalet arşivindeki dört belgede okumaktayız.
1916 Şubat’ında Bitlis deresinde karlar içinde yaralı bir vaziyette, bir ayağı kırık bir halde otuz üç saat kalan Bediüzzaman, burada esir edilerek Van, Culfa üzerinden Tiflis’e götürülmüştü.
1916 senesi yazında Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Kızılay Cemiyeti Reisi Besim Ömer Paşaya Cihan Savaşında çarpışırken esir düşen Milis Albayı Bediüzzaman’a yardım konusunda tezkireler gönderiliyordu.
Esir olarak Tiflis’te bulunan Bediüzzaman Said Kürdi Efendiye gönderilmek üzere altmış lira hazırlanmasını bildiriyorlardı. Çökmek üzere bulunan ebed-müddet devletin kıymetli parası, Alman markı ile iki bin yüz elli dört mark tutuyordu.
Bu paranın derhal İstanbul’dan Tiflis’e gönderilmesi hususi bir memurla ve çok acele olarak Sadrazam Talat Paşanın Kızılay Başkanı Ömer Paşaya verdiği emir sayesinde tahakkuk etmişti. Osmanlı Sadrazamı mezkur emirnamesinde:
“Bediüzzaman gibi bir kahraman, esir olarak Tiflis’te bulunmaktadır. Bu gönüllü albayın, Bitlis’in düşmanın eline düştüğü günlerde, Muş’tan sekiz top kurtarmak ve gönüllü fedai toplamak suretiyle büyük hizmetleri olmuştur. Tiflis’te muhtac-ı atıfet olan Bediüzzaman’a emredilen miktar hemen gönderilsin!”
Yetmiş altı yıldır bilinen bu gerçeği, şimdi 1992 yazında İstanbul Başvekalet arşivlerindeki vesikalardan bir daha okumaktayız.
Yine bu kahramanlık destanının şahidlerinden Birinci Devre Erzurum Milletvekili Salih Yeşil, CHP iktidarı Dahiliye Vekili Hilmi Uran’a yazdığı mektupta Bediüzzaman’ın kahramanlıklarını “Kafkas’ın karlı dağlarında, gönüllü alay kumandanı olarak mücadele ve irşad için dolaşıp büyük bir harp madalyası almıştı” diye bir gerçeği dile getiriyor.
Doğu üniversiteleri
Bediüzzaman yüz sene evvel, bütün Anadoluyu, hassaten Doğu Anadoluyu adım adım gezmişti. Doğunun fakirliğini, cahilliğini ve medeniyet dünyasından çok gerilerde, âdeta çağ dışında yaşadıklarını bizzat gözleriyle görmüştü. Bu sebeple yollara düşerek İstanbul’a kadar gelmişti. Van Valisi İşkodralı Tahir Paşadan bir mektup getirmişti. Ayrıca gazetelerde yazdığı yazılarla saraya müracaat etmişti. Doğu Anadolunun mühim merkezleri: Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır’da üniversitelerin açılmasını istiyordu. Bu mekteplerin ismi Medresetü’z-Zehra olacaktı. Bu irfan yuvalarının mutlak tahakkuk etmesinin lüzumunu uzun izahlarından sonra, aklın ışığı medeniyet fenleri, kalbin nuru İslâmî ilimlerdir. İkisinin birleşmesiyle gerçekler meydana çıkar. Bunlar şayet ayrılırsa, sırf medeniyet fenleri okutulursa, hile, şüphe ve inançsızlık çıkar, sırf ilâhiyat ilmi okutulursa bundan taassubun meydana geleceğini söylüyor, şayet birlikte okutulur, tedris ve talim edilirse, talebe âdeta çift kanatlı şahinler gibi âsumanda kanat çırparak aziz vatan Anadoluya maddi-mânevî yükselişin ufuklarını gösterir ve fezalara doğru ülkemiz kanat açar diyordu.
Bu Medresetü’z-Zehra ile alakalı olarak İstanbul Başvekalet Arşivinden temin ettiğim elimde şu anda tam yirmi tane vesika bulunmaktadır. Bu belgeler Van valisi Tahsin Uzer tarafından Osmanlı Hakanı Sultan Mehmed Reşad Han’a sunulmuştur. Bunlardan sadece birisini arzetmek istiyorum. 4 Haziran 1914 tarihli mektubunda Van Valisi Tahsin Uzer “Bab-ı âli Daire-i Sadaret şifre kalemi” başlıklısında sadrazamlıktan ve saraydan şunları istiyordu:
“Doğu Anadolu ve Van taraflarında Müslüman-Kürtlerin cehaletinden istifade ederek, Şii mezhebi gittikçe yayılmaktadır. Bu arada Abdürrezzak isminde bir yalancı ise çok yıkıcı faaliyetler yapmaktadır.
“Bütün bu menfi hareketlere karşı buralarda yapılacak bir üniversite, saçağı nurlu Osmanlılığın ve İslâmiyetin bekası için büyük bir dayanak noktası olacaktır. Eşraf, âlimler ve aşiretler bu güzel neticeyi sabırsızlıkla beklemektedirler.
“Bütün Şarkın büyük âlimi Bediüzzaman bu mesele için can ü gönülden samimiyetle çalışmaktadır. Bu meseleyi Evkaf-ı Hümayun Nezaretine de yazıp bildirmiştik. Fakat mesele çeşitli yazışmalarla ve mali darlık gibi sebeplerle gecikmektedir. Medresetü’z-Zehra ismindeki bu üniversitenin inşası için gereken masrafların ‘ceyb-i Hümayundan’ ödenmesi için bütün ulema, rüesa ve eşraf tarafından hak-i pay-i Şahanenin bu hayırlı işin hassaten taraf-ı Şahaneden vücuda getirilmesini istirham etmekteyiz.”
Tarihe bakıldığında büyük dâvâ ve gayelerin ancak, büyük müesseselerde tecelli ve tahakkuk ettiğini görmekteyiz. Bu büyük gerçeğin idraki içinde olan Bediüzzaman uzun yıllar Medresetü’z-Zehra isimli mektep için çalışmıştı. Bu meseleye o kadar çok ehemmiyet veriyordu ki, “Risale-i Nur’un hakikatına çalıştığım gibi, bu mesele için de o kadar çalıştım” diyordu. İhmal edilerek, fakir ve cahil bırakılan Doğu Anadolunun Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır gibi dört merkezinde yapılacak bu mekteplerin tahakkuku için de üç büyük müracaat ve teşebbüs yapmıştı.
İlk teşebbüsü Sultan İkinci Abdülhamid devrinde, ikinci müracaat ve teşebbüsü Sultan Mehmed Reşad zamanında olmuştu. Van Gölü sahillerinde çok şirin bir mevki olan Edremit:
“Edremit Van’a bakar
İçinde Şamran akar!...” şeklinde bu güzel belde için türküler yakılan ve söylenen sahillerde yapılacaktı. İkinci teşebbüs Sultan Reşad zamanında yirmi bin altınla bu yüce gayenin temelleri atılmıştı. Fakat şanlı devletin sonunu getiren Birinci Cihan Harbi ismindeki siyah bulutlar sevgili vatanımızın üzerine çökmüştü. Neticede dokuz cephede Mehmedlerin ve Ahmedlerin seller gibi mübarek kanları dökülmüş, devletimiz de çökmüştü. Edremit sahillerinde ki Medresetü’z-Zehra da yapılmamıştı.
Ayrı bir destan olan Rus esaretinden sonra vatana dönen Bediüzzaman, İngiliz Fransız işgali altındaki İstanbul’da kahramanca hizmet ve çalışmalarından sonra, davet edildiği Ankara’daki ilk mecliste Medresetü’z-Zehra’yı onlara da anlatmıştı. İlk Millî Meclis’te Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu iki yüz mebustan yüz altmış üç kişi, karar vererek yüz elli bin lira tahsisat ayrılmıştı. Fakat bu defa da namazsız mebuslarla uyum ve âhenk sağlanamamıştı.
Çeşitli mâniler bu büyük mefkûreyi geri bırakmıştı.
Aradan geçen yıllar ve büyük çalışmaların, mücadelelerin neticesinde Bediüzzaman ve kendisine candan bağlı Nur Talebelerinin gayretleriyle Medresetü’z-Zehra, Risale-i Nurların yazılmasıyla, bütün vatan sathına, ülkelere, kıtalara yayılmasıyla, elden ele gezerek okunmasıyla bu gaye bambaşka bir şekilde tecelli ve tahakkuk etmiştir. Nur Medresesi, yani Medrese-i Nuriye ismindeki bu iman-irfan yuvaları, ışıklı evlerin bütün vatan sathında birer nur şubesi halinde olduğu gibi, içinde bulunduğumuz günlerde, Almanya, Amerika, Arabistan, Kahire, Kıbrıs, Pakistan ve Malezya ve daha nice muhtelif ülkelerde Üstad Bediüzzaman’ın parlayan güneşi halinde görmekteyiz.
Bediüzzaman’ı hayatında, vatan için, din için, islâm milleti için ve insanlık için en hayırlı ve faydalı hizmetlerin içinde, başında görmekteyiz. İstanbul işgalci düşmanlar tarafından fıçılarla getirilen içkilerle dolduruluyordu. Tam bu kara günlerde Osmanlı Cihan Devletinin Şeyhülislamı Haydarizade İbrahim Efendi ile yanyana ve devrin münevverleriyle birlikte Cağaloğlu’nda Nallı Baba Mescidi’nin yanındaki gazeteciler cemiyetinde Yeşilay Cemiyetini kuruyorlardı.
İki buçuk senelik Milis Albayı Rus esaretinden dönünce ısrarlı teklifler karşısında Osmanlı Ordusunun adayı olarak Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye âza oluyordu.
Hizmetler içinde matbuat meselelerine çok ehemmiyet vermek lâzım diyordu.
Yirmi beş yıllık Nur mesailerim esnasında köy köy, şehir şehir, dağ dağ, kale kale gezerken, Nurların aziz avukatı merhum mağfur Bekir Berk Ağabeyimin verdiği dosyaları ve evrakları Kastamonu adliyesine götürmüştüm. Adliyedeki nurların evraklarını verdikten sonra, hiç bilmediğim Kastamonu sokaklarını yapayalnız geziyordum. 1968 sonbaharındaki bu Kastamonu yolculuğumda şehrin dimdik kalesi dikkatimi çekti. Oraya çıkarak bu güzel Türk beldesini seyretmek istedim. Kalenin üzerinde gezinirken orada bir zatla selâmlaştık. Uzun zamanlar âdetim olduğu üzere hemen sözü Nur Üstad Bediüzzaman’dan açtım. Adam bana oranın bekçisi, yangın gözetleyicisi ve Ramazan topçusu olduğunu anlattı. Bediüzzaman’ın devamlı kaleye geldiğini, buradaki burçlar üzerinde ayaklarını boşluğa bırakarak eserlerini tashih ettiğini, dualarda bulunduğunu, ibadetlerle meşgul olduğunu söyledi. Kendisine de her zaman “Yunus Bey karındaşım!” diye hitaplar ettiğini, bu hitaplarla çok duygulanıp, bahtiyar olduğunu sevinçlerle bana anlatıyordu. Yunus Çavuş, “Bu hitapları ne kadar candan ve tatlı bir şekildeydi, bir bilseniz, bu tat ve lezzet hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır” diyordu.
Ramazan topçusu Yunus Çavuş’un anlattığı bir hatırayı naklederek, bu deryadan yine dolaştığım sahillere dönmek istiyorum. Yunus Çavuş anlatmıştı:
“Bir gün sabahın erken saatlerinde Bediüzzaman yine kaleye çıktı. Şehre bakan ve altı çok derin olan burcun üzerine oturarak ayaklarını aşağıya doğru sarkıtmıştı. Yine âdeti veçhile çalışmaya başlamıştı. Bu esnada sabaha kadar içip sarhoş olan ayyaş bir adam, sabahleyin erken saatlerde kalenin altındaki yoldan geçerek geneleve gitmek istiyordu. Bu sarhoş adam Hoca Efendinin hizasına gelince, sanki yerinde çakılı durdu, Ne bir adım ileri, ne bir adım geriye adım atamıyordu. Bediüzzaman ise adama şefkat ve merhametle bakıyor ve selâm veriyordu. Hoca Efendi şunları söylemeye başlamıştı:
“Dön kardaşım, evine dön kardaşım. Çocuklarına dön kardaşım. Gitme oraya. Doğru banyoya git! Yıkan, tevbe et! Namaz kıl, dua et!” diye sesleniyordu. Şaşıran ve neye uğradığını bilemeyen zavallı sarhoş adam, ağlayarak gözyaşları içinde geriye döndü, hamama doğru yöneldi. Temizlenip, tevbe ederek yuvasına, hanımına çocuklarının yanına döndü. O fena hallerden kurtuldu.”
Yangın gözetleyicisi Yunus Çavuş, bu hadiseden az sonra, daima Bediüzzaman’ı takiple görevli “Olivutlu Hafız” lakabıyla anılan polis memuru o kötü yoldan dönen zavallı ayyaşı tutarak: “Ne söyledi sana o kürt!” diye Müslüman-Türkiye’de bedbahtlığını gösteren güya vazife ismi altında bir adiliği sergiliyordu.
Bediüzzaman ünvanı
“Bediüzzaman” ünvanı, namı ve ismi aynen hayatında tecelli ve tahakkuk etmiştir. Hani edebiyatımızdaki eski bir tabirle söylemek gerekirse, ismi ile müsemmadır.
Bu meselemizi izah ve ispat sadedinde söylemek gerekirse, uzun ve bereketli ömründe başkalarına benzemeyen bir çok hallerinden sadece şunları söylemek isterim:
1. İlmine ve irfanına münasip elbiseler giymemiştir.
2. Harb cephesinde düşmanla çarpışırken, Kur’ân tefsiri olan eserlerini yazmaya başlamıştır.
3. Nur Risaleleri bin beşyüz defa mahkemeye verilmiş ve hepsinde aynı suçlardan beraat etmiştir.
4. Hayatı boyunca evlenmeye vakit ve fırsat bulamamıştır.
5. Vefat ettiği Şanlıurfa’daki İbrahim Halilullah Dergâhında yüz on bir gün misafir kalmıştır. Mezarı geceleyen parçalanarak, bir meçhul diyara kaçırılmıştır.
Hülâsa olarak arzetmek isterim ki:
Zamanın garibidir,
Zamanın eşsizidir,
Zamanın misilsizidir,
Zamanın bedîsidir,
Zamanın güzelidir,
Ve BEDİÜZZAMAN’ dır.
____________________
1. 1945’te Gaziantep’te doğdu. 1972’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. 1967 tarihinden itibaren yazılarını İttihad gazetesinde yayınlamaya başladı. Başta Yeni Asya, Yeni Nesil ve Zaman olmak üzere pekçok gazete ve dergide çalışmalarını yayınladı.
30 yıldır Bediüzzaman Said Nursî konusunda çalışmalarda bulunan Necmeddin Şahiner 1974’de yayınlanan Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî isimli kitabıyla kısa zamanda dikkatleri çekti. Mülâkat ve hâtırat nevinden çalışmalarını sürdüren Şahiner’in, mülakat türünden: Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor ve Türk ve Dünya Aydınlarının Gözüyle Bediüzzaman Said Nursî adıyla iki kitabı yayınlanırken, hâtırat türünden ise: Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor adıyla 5 kitabı çıktı. Bu serinin 1. cildi ile Türkiye Milli Kültür Vakfı’nın Teşvik Armağanı’nı kazandı (1978)
Necmeddin Şahiner’in yaptığı çalışmalar başta İngilizce, İtalyanca, Arapça ve Hintçe olmak üzere birçok Batı ve Doğu dillerinde kaynak olarak alındı.
Yayınlanmış diğer eserleri:
Nur Çocuklar (1970), Bize Hayreddinli Derler (Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hayatı 1972), Edebî Sanatlar (1975), Bin Yıldır Yaşayanlar (1975), Mehter ve Marşları (1975), Nurs Yolu (1975).
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’IN HİZMET HAYATINA KISA BİR BAKIŞ
AHMET BEHCET 1
(el-Ehram Gazetesi Yazarı - MISIR)
28 yılını hapislerde ve sürgünlerde geçiren Bediüzzaman bütün zor şartlara rağmen, eline nurdan bir meş’ale alarak Allah’ın inayet ve keremiyle Türkiye’yi kucaklayarak arkasında nurlu bir ekol bırakmayı başarmış bir mücahiddir.
Dünyada karanlığa lânet okuyanlar çoktur, ama bir mum yakıp da karanlığı dağıtacaklar pek azdır. Mütefekkir, mücâhit ve müceddid Bediüzzaman Said Nursî, işte bu mumu yakan ender insanlardan birisidir. Telif ettiği eserlere Risale-i Nur ismini vermiştir. Çünkü Nur’un insan hayatındaki ehemmiyeti çok büyüktür. İnsan günlük hayatında ışığa nasıl muhtaçsa, eşyanın gerçek mahiyetini keşfedebilmek için de nura muhtaçtır. Aksi halde dünyaya geliş gayemizi bilemezdik.
Said Nursi, 1876 yılında, Bitlis’e bağlı Hizan kazasının Nurs köyünde dünyaya geldi. Daha küçük yaşlardayken din ve fen ilimlerini tahsil etmiş ve her iki dalda da kendisini mükemmel bir şekilde yetiştirmişti. Fevkalade bir zekâya sahipti.
Bediüzzaman, Osmanlı Devletinin son dönemlerinde dünyaya geldi ve bütün düşmanların ittifak ederek bu İslâm devletini ortadan kaldırmak için yaptıkları yoğun tahribata şahit oldu. Onları harekete geçiren şey, İslâma besledikleri kin ve nefret duygusundan başka bir şey değildi. Bundan dolayı, Hilâfet onların kin ve nefret oklarına hedef haline geldi. Abdülhamid Han, Hilâfeti 33 sene ayakta tutmaya çalıştı, ama kurulan tuzaklar, yapılan sinsi plânlar bir kere işlemeye başlamıştı. Ecnebî mahfiller, Hilafet merkezine istedikleri gibi hükmedebiliyorlardı. “Hasta adam”ın düşmesi artık an meselesiydi. Sultan Abdülhamid bütün gayretlerine rağmen, Batının bu oyunlarını bertaraf edemedi.
Böyle bir atmosferde dünyaya gelen Said Nursî, milletin dertlerini omuzlayarak, onları nurlu ve parlak günlere çıkarmak için elinden geleni yaptı.
Bediüzzaman otuz yaşlarında iken el-Ezher Şeyhlerinden Bahit el-Mutiî İstanbul’a bir seyahat için gelmişti. Bediüzzaman’ı ilmen mağlup edemeyen İstanbul âlimleri, ondan, genç Bediüzzaman’ı ilzâm etmesini istediler. Görüşme gerçekleşti ve Şeyh Bahit Bediüzzaman’a şöyle bir sual sordu:
“Osmanlı devletindeki hürriyete, Avrupadaki medeniyete ne diyorsunuz? Bunlar hakkındaki fikriniz nedir?”
Bediüzzaman cevap verdi:
“Osmanlı Devleti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hamiledir. O da bir İslâm devleti doğuracak.”
Bu veciz cevap karşısında Şeyh Bahit şöyle dedi:
“Ben de tasdik ediyorum, ben de aynı kanaatteyim. Bu gençle münazara edilmez.”2
Hakikaten Bediüzzaman, çetin bir hayat yaşamıştı. Ulaşabidiği her insana hak ve hakikatı anlatıyordu. Bundan dolayı da hayatı boyunca, idarî takibe maruz kalıyor veya mahkemelere hedef oluyordu. Birçok defa idam talebiyle yargılandı, ama Allah’ın inayetiyle hep kurtuldu.
Said Nursi, en zor şartlarda bile hakkı söylemekte tereddüt göstermedi. Mesela, kendisini idamla yargılayan Askerî mahkeme başkanı Hurşit Paşa ona şöyle demişti:
“Sen de şeriat istedin mi? İşte şeriat isteyenler böyle asılırlar.”
Bediüzzaman ayağa kalkarak mahkemeye karşı şöyle dedi:
“Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Bu haydut hükümet zaman-ı istibdadda akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın cehennem!”3
Zaman imanı kurtarmak zamanıdır
Bediüzzaman’ın hayatı, mahkemeler, sürgünler, mecburî ikametler ve hapisler zinciridir. Tek suçu, insanları Allah’a davet etmesi, İslâmiyeti kalplerde hâkim kılmaya çalışması ve Kur’ân ahkâmının tatbik edilmesini istemesiydi.
Mustafa Kemal devletin başına geçtikten sonra, en tabiî hak olan bu istekler, büyük suç teşkil etmeye başladı. Türk tarihinin bu zulmetli günlerinde Hilâfet kaldırıldı, İslâm kanunlarının yerine ecnebî kanunlar getirildi. İslâm harflerinin yerine Lâtin harfleri kullanılarak, halk dinî kaynaklardan uzaklaştırıldı. Ezan Türkçeye çevrildi. İslâmî kıyafetlerin giyilmesi yasaklandı. Devlet lâik oldu. Din adamlarına zulümler başladı. Okullardan din dersleri kaldırıldı. Kitaplardan Yaratıcı, Rab ve Allah gibi isimler çıkartıldı, onların yerine tabiat, evrim, devletçilik, milliyetçilik gibi kelimeler kondu. Gaye, zihinlerden Yaratıcı fikrini silmekti.
İşte bu zulmetli yıllarda Said Nursi, nurdan bir meş’ale yakarak, şöyle haykırıyordu:
“Zaman imanı kurtarmak zamanıdır.”
Evet, iman kurtarmak, bir an bile ertelemeye tahammülü olmayan bir mesele...
Bundan sonra Said Nursi, bütün gayretiyle imân kurtarma hizmetine başladı.
Said Nursi’nin hizmet hayatının ilk safhasında siyasetin yeri vardı. Bu safhada siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet etti. İslâmiyete zararlı akımların karşısına çıktı. Volkan gazetesinde makaleler yazdı. İttihad ve Terakkî mensuplarını İslâmî yöne çekmeye çalıştı. Ankara’da Büyük Millet Meclisi üyelerine tesir ederek onlara destek oldu. Birçok defa tutuklandı, sorgulandı ve muhkemelere sevkedildi.
Bediüzzaman bu merhalede bizzat siyasete girerek İslâma hizmet edilemeyeceğini anladı. Zira, medreseler kapatılmış, yüzlerce cami ve mescid ya depo yapılmış veya ahır veyahut halk evleri haline getirilmişti. Böyle vahim neticeler doğuran siyaset için şu meşhur sözünü söyleyerek siyasî hayattan uzaklaştı:
“Eûzü billahi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâse.”
Çünkü, siyasetle meşgul olduğu dönemlerin tecrübesiyle anlamıştı ki, bu sahada istihdamına ihtiyaç duyulan araçlar insanların bizzat kendileridir. Halbuki bu insanlar, imânî yönden zayıf oldukları gibi aldatılmaya da musaittiler. Bediüzzaman bu noktada kendi kendine sorar: Hakiki imana sahip olmayan bu insanlarla İslâmî hizmet mümkün olur mu? İslâmı bilmeyen, dinî yaşayışları zayıf olan bu insanlarla İslâmî hizmet yapılabilir mi? Şayet hizmet için onlarla ortaya çıkılsa; İslâmiyete en büyük kötülük olmaz mı? Zaten, İslâmiyeti yakın takibe alan Batının da istediği bu değil miydi?
Hissî davranıştan ve ucuz kahramanlıktan uzak bu derin ve metanetli görüşü sebebiyle siyaset dünyasına sırtını çeviren Said Nursi, siyasetle ilgili görüşünü de şöyle anlatır:
“Eski Said bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.”
Böylece siyaseti terk etme sebeplerini belirten Said Nursî, bu fikrini şöyle noktalar: “Eski Said sigara ile birlikte siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti.”4
Bediüzzaman bütün himmetini Risale-i Nura sarfetmiştir. Risale-i Nurun asıl mahiyeti ise, kalbi iman ile hayatlandırıp İslâmiyetle nurlandırarak insanları Allah’a götürmektir.
Risale-i Nur Kur’ân tefsiridir
Evet Risale-i Nur Kur’ân-ı Kerimin değerli bir tefsiridir ve başka tefsirlerde bulunmayan özelliklere sahiptir. Bu özelliklerin en önemlisi de, Said Nursî’nin, kendisine yalnız Kur’ân-ı Kerimi üstad ve mürşid kabul etmesi; Kur’ân-ı Kerimden başka hiç bir şeyi, hiç bir kitabı kaynak almamasıdır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Risale-i Nur bildiğimiz diğer tefsirlere benzemiyor, nasıl onlara Kur’ân-ı Kerim tefsiri denir?
Evet, tefsir iki kısımdır: Biri, âyetin ibaresini ve lâfzını tefsir eder; biri de, âyetin mâna ve hakikatlarını izah ile isbat eder. Said Nursî’nin Risaleleri bu ikinci kısım tefsirlerdendir.5
Kur’ân-ı Kerim, hazineleri bitmeyen bir denizdir. Bunun için her asrın bir tefsiri vardır. Her asır, ilimleri, keşifleri ve bilgi birikimleri ışığında Kur’ân-ı Kerimi tefsir eder. Meselâ bir âyet-i kerimede,
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu büyük bir yemindir.”6
Bu âyet-i kerîmeden eski tefsircilerin anladıkları, çağdaş müfessirlere benzemez. Yani çağdaş müfessirler, daha ileri seviyede anlarlar. Çünkü, astronomi ilmindeki gelişmeler, bazı yıldızların ışıklarının dünyamıza dört bin ışık yılında ulaştığını keşfetmiştir. Yâni, saniyede 300 bin km hızla yol alan bazı yıldızların ışıkları dünyamıza dört bin yılda ulaşmaktadır.
Bu ilmî tesbit neticesinde, Allah Teâlanın “mevâkı’ı’n-nücûm” yani yıldızların yerleri üzerine yaptığı yeminin büyüklüğünü anlarız. O halde, çağdaş müfessirlerin nazarında bu âyetin mânâsı, eskilere nazaran daha fazla açıklık kazanmaktadır.
Bu sebeple Said Nursî bütün himmetini, Risale-i Nurların yazılmasına sarfederek, bu çalışmalarını “Üçüncü Said” dönemine kadar devam ettirdi. “Üçüncü Said” dönemde ise, Risale-i Nurlar için cemaatî mânâda tedris faaliyetleri başladı. Bunun yanı sıra Said Nursi, siyasetin içine girmeden, siyasetçilere ve devlet adamlarına, İslâmiyete sahip çıkmaları için nasihatlerde bulundu.
Hülâsa, 28 yılını hapislerde ve sürgünlerde geçiren Bediüzzaman bütün zor şartlara rağmen, eline nurdan bir meş’ale alarak Allah’ın inayet ve keremiyle Türkiye’yi kucaklayarak arkasında nurlu bir ekol bırakmayı başarmış bir mücahiddir.
____________________
1. Arap dünyasının en meşhur gazetecilerinden birisidir. 40 küsür yıldan beri Mısır’ın en büyük gazetesi olan el-Ehram’da köşe yazarlığı yapmaktadır. Günlük yazılarını gazetenin ikinci sayfasında “Dünya Kutusu” başlığını taşıyan köşesinde yayınlamaktadır. Aynı gazetenin Yazıişleri Başkan Yardımcılığını da yürütmektedir.
Ahmet Behcet’in İslâmî, edebî ve sosyal hâdiselerin kritiği şeklinde 35 kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplarından 4’ü İngilizce, Fransızca, Sırpça ve Hırvatçaya tercüme edilmiştir.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.49.
3. A.g.e., s.59.
4. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s.57.
5. Tarihçe-i Hayat, s. 143.
6. Tekvir Sûresi, 15.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN’IN TABİATÇILARA KARŞI MÜDAFAA STRATEJİSİ
HÜSEYİN ÂŞÛR 1
(Yayıncı - Gazeteci - Yazar - MISIR)
Said Nursî, gerçeklere susamış akıl ve kalblere mükemmel bir tefekkür turu takdim eder. Kâinattaki düzeni ve intizamı tarif ederken aklı bir mızrap gibi kullanır. Kalb telleri üzerinde vura vura gafleti dağıtır, basiret gözünü açar. Sebeplerin kısır döngüsüne kapılmış insanlığın elinden tutar, göklerin, yerin ve içlerinde bulunan herşeyin yaratıcılarını tesbih ettiklerini anlatarak marifet iklimine götürür.
Bediüzzaman Said Nursî’nin, “kâinattan Hâlikını soran bir seyyah” gibi yaptığı fikrî seyahatinden; Allah’ın varlığını, İslâm dâvâsının doğruluğunu ve Kur’ân-ı Kerimin i’cazını ispatı hususunda yaptığı izahlardan söz ettiğimizde, hatırımıza hemen “stratejik müdafaa” terimi geliyor.
Said Nursî’nin yaşamış olduğu ağır şartları, gördüğü amansız baskıları, uğradığı dayanılmaz hücumları ve bu hareketler karşısında İslâmı müdafaa için takip ettiği metodu göz önüne getirirsek; bunlar, ancak “stratejik müdafaa” ifadesiyle karşılanabilir.
Said Nursî’nin Türkiye içinde ve dışında talebeleriyle ve ilminden istifade eden diğer mü’minlerle elele vererek aldığı netice, onun “stratejik müdafaa” üslubundan kaynaklanmaktadır.
Dış ve iç alemde
Tefekkür, İslâmî bir vecibedir. Hâdiselerden ibret almak ibadetlerin en efdalidir. Yaratıcısını tanıması, Onun varlık ve birliğini idrak etmesi için Cenab-ı Hak insana düşünme kabiliyeti vermiştir. İnsanın kâinatta sergilenen hârika sanat eserleri ve kudret mûcizeleri üzerinde düşünmesi, onu doğrudan doğruya Vâhid, Kadir ve Latîf olan Allah’a götürür.
Kâinatta küçük büyük her bir varlıkta tecelli eden İlâhî Kudreti tefekkür etmek; hakikatı öğrenmenin ve onu içimizde hâkim kılmanın tabiî yoludur. Zaten büyük varlıklar üzerinde yapılan tefekkürle küçük varlıklar üzerinde yapılan tefekkür arasında fark yoktur.
Tefekkür, âlimler için daha da zaruridir. Çünkü insanları hak ve hakikata onlar sevkeder; çizdikleri tefekkür yolu üzerine işaret levhaları koyarak insanların kalblerindeki perdeyi kaldırırlar. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“De ki: Yeryüzünde gezin de görün: Allah mahlukatı ilk önce nasıl yaratmış, sonra da ikinci bir inşâ ile nasıl vücuda getiriyor. Şüphesiz ki Allah’ın kudreti her şeye kâfi gelir.”2
“Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden pek çok deliller vardır.”3
“Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan korkar.”4
Bu meseleye dair pek çok âyet-i kerime vardır. İlhamını Kur’ân’dan alan Said Nursî, gerçeklere susamış akıl ve kalplere şâhâne ve mükemmel bir “tefekkür turu” takdim etmektedir. İnsanları, büyüleyici bir güzelliğe ve seyri doyumsuz bir manzaraya sahip olan varlık tabloları önünde durdurur, sırlarını ince ince anlatır. Kâinattaki düzeni ve intizamı tarif ederken akılları bir mızrap gibi kullanır, kalp telleri üzerine vura vura, gafleti dağıtır, basiret gözünü açar. Sebeplerin kısır döngüsüne kapılmış, faniliğin zifiri karanlığına batmış olan insanlığın elinden tutar; göklerin, yerin ve içlerinde bulunan her şeyin Yaratıcılarını tesbih ettiklerini anlatarak ilim ve marifet iklimine götürür.5
Said Nursî tabiatı müşahede ederken, mükemmel ve derin mânaları idrak eder. Bu hususiyeti, onun, bu meseleler için lâzım olan her şeye sahip olduğunu gösterir. Bunlardan birisi, ihlâsıdır. Bediüzzaman ihlası sayesinde, kâinatın yaratılış maksadını berrak bir şekilde kavramış, ders ve ibretler çıkarmıştır. Çünkü ihlâslı bir insan, güçlü bir alıcı cihaza benzer.
Bediüzzaman, üstün bir akla, parlak bir zekâya, güçlü bir hâfızaya, eşsiz meleke ve kabiliyetlere sahipti. Zaten bu vasıflarından dolayı “Bediüzzaman” ünvanıyla anılmıştı.
Said Nursî, din ve fen ilimlerini tahsil ederken büyük bir ciddiyet ve gayret göstermiştir. Daha on dört yaşındayken Kur’ân-ı Kerimi hıfzetmiş; dil, edebiyat, belağat, tefsir ve fıkıh gibi ilimlerden icazet almıştı. Ayrıca, matematik, astronomi, fizik, kimya, felsefe, jeoloji, tarih ve coğrafya gibi fen ilimlerini elde etmiş; hattâ bu ilimlerin bazıları hakkında eserler telif etmişti.
İlim asrı
Fıtrat insanı imana götürür. Selim bir görüş imana götürür. Selim bir akıl imana götürür. Yani iman için çok çeşitli yollar vardır. Bütün yollar aynı sonuca varır.
Said Nursî’nin yaşadığı dönemde (1876-1960) fen ilimleri sahasında büyük ilerlemeler gerçekleşti. Ancak bu ilimleri öğretenler onu dinsizliğe âlet ediyorlar, akıl ve zihinlerde İslâmiyet hakkında şüphe meydana getiriyorlardı. İslâmla barışık olan bu ilimleri, kasdî olarak İslâmın aleyhinde kullanıyorlardı. Bir medeniyet dini olan İslâmı, ilerlemeye, teknolojiye karşıymış gibi gösterme gayretinin içine girmişlerdi.
Birisinin bu yanlış gidişe “Dur!” demesi gerekiyordu. Bunu Bediüzzaman Said Nursi yapmıştır. Asrımız insanının hastalığının “imansızlık” olduğunu teşhis ederek Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğini, İslâmın her asra hitap eden bir din olduğunu, zaman geçtikçe Kur’ân’ın tazeliğini ve gençliğini koruduğunu, Resulullahın (a.s.m.) getirmiş olduğu hidayet nuruna bütün insanlığın muhtaç olduğunu gösterdi. Akla ve ilme dayanarak tefekkür yoluyla küfür selinin önüne set çekti. Dinî ilimlerle fen ilimleri arasında çıkartılan kavga ve kargaşayı giderdi. Bu hususta şöyle diyordu:
“Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”6
Stratejik müdafaa
Said Nursi’nin yaşadığı dönemde İslâm dünyası maddi ve mânevi felaketlerle yüz yüze bırakılmıştı. Bütün Müslümanları yekvücut halde tutan hilafet müessesesini parçalayan Batı, birlik ruhunu dejenere etmiş, zehirini İslâma akıtmıştı. Çünkü, düşmanlık, saldırganlık ve yağmacılık üzerinde şekillenen Avrupa, biliyordu ki, hedefine varmada önünde en büyük engel İslâmiyetti. Bu engeli bertaraf etmek için Müslümanları Kur’ân’dan soğutacak, dinlerinde şüpheye düşürecekti. Bunun için her fırsatı değerlendirdi, bütün imkânını kullandı. Bir İngiliz politikacısı olan Gladstone’nun bu hususta şöyle bir sözü nakledilir:
“Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
Yapılan plânların, kurulan tuzakların hedef ve maksadını yakından fark eden Bediüzzaman bu söze büyük bir tepki gösterdi ve şöyle haykırdı:
“Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim.”7
Çünkü, hedefine doğru ilerleyen düşmanın, engellenmesi ve peş peşe gelen yenilgilerin durdurulması gerekiyordu. Bunun için de “stratejik müdafaa” için hazırlık yaptı. İşte burada Said Nursî’nin Batının plânları karşısında bir nevi stratejik müdafaa olan tabiatı tefekkür ederek Kur’ân’ın îcazını, risaletin doğruluğunu, Allah Teâlânın varlık ve birliğini ispat etmeye çalışması devreye girer ki, bu hususta kaleme aldığı kitaplar, hiç şüphesiz böyle bir müdafaa için en yeni ve en modern eserlerdir. Ayrıca, böyle bir üslûbu tercih etmesi de, onun fevkalâde üstün bir şahsiyete sahip olduğunu gösterir.
Tefekkür üslubu
Bediüzzaman’ın üslubu; ilmî dayanağı, tutarlı mantık örgüsü, meseleleri kavrayışı, şiiriyeti, geniş ufku; güçlü, açık ve sağlam ifadesiyle farklı bir üsluptur. Bu üslup, zihinlerde şüphe ve tereddütler doğuran terimlerden, ruhsuz felsefik tabirlerden uzaktır. Said Nursi kullandığı bu üslupla, felsefik delillerin sergilenmesi haline gelen kelamı, ilmî hakikatlere dayalı, ona hareket ve hayat kazandıran bir ekol haline getirmiştir. Böylece kelam, belli bir kesime hitap eden bir ilim olmaktan çıkmış, çeşitli kültürel ve fikrî seviyelere uygun faydalı, sosyal bir akım şekline girmiştir.
Bediüzzaman’ın başarısı
Bediüzzaman’ın yüz otuza ulaşan eserleri yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında büyük bir hizmet görmektedir. Risalelerin Arapçaya, İngilizceye, Kürtçeye, Fransızcaya, Almancaya, Urducaya ve diğer dillere yapılmış tercümeleri vardır. Ayrıca, muhtelif dillerde master ve doktora tezleri yapılmıştır. Bütün bu neticeler, Bediüzzaman’ın ihlâsını ve Allah rızasından başka bir gayesinin bulunmadığını gösterir.
Hiç şüphesiz, kalpten çıkan bir şey, diğer kalplere kolay ulaşır. Daha da önemlisi Bediüzzaman asrın ruhunu kavramış, İslâmiyetin stratejik müdafaa üslûbunu kullanmıştır.
____________________
1. Mısır’da faaliyetini sürdüren Muhtarü’l-İslâmî Gazetecilik ve Yayıncılık adlı kuruluşun genel koordinatörüdür. 700’ün üzerinde kitap yayınlayan Hüseyin Aşur ayrıca üç de dergi çıkarmaktadır:
1) Fikir ve edebiyat dergisi: el-Muhtârü’l-İslâmî
2) Kadın dergisi: Hacer
3) Çocuk dergisi: Zemzem.
el-Muhtârü’l-İslâmî’de Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur hakkında pek çok yazı yayınlayan Hüseyin Aşur, şu anda Risale-i Nur Külliyatından küçük boy risalelerin basım ve dağıtımına başlamış ve Bediüzzaman’ı çocuklara tanıtan bir kitap hazırlamıştır.
2. Ankebut Sûresi, 20.
3. Âl-i İmran Sûresi, 190.
4. Fâtır Sûresi, 28.
5. Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid.
6. Bediüzzaman Said Nursî. Münazarat, s. 72.
7. Bediüzzaman Said Nursî. Tarihçe-i Hayat, s. 47.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
BEDİÜZZAMAN VE İMAN EDEBİYATI
EDİB İBRAHİM DEBBAĞ 1
(Araştırmacı - Yazar- IRAK)
Bediüzzaman, bu asır insanının derdinin iman zaafından ileri geldiğini basiretiyle farketti ve sathileşen İslâmî idraki bu temelden başlayarak derinleştirme gereğini duydu ve bu tesbiti üzerine yep yeni bir nesil yetiştirmeye koyuldu. Öyle bir nesil ki, ehl-i dalâlete boyun eğmez, şuurlu, nasıl hareket edeceğini bilen, dünyayı avucuna aldığı halde kalbinde ona yer vermeyen bir nesil...
Biz Araplar zaman ve mekân bakımından uzak olsak da Bediüzzaman Said Nursî'yi tanıma ve anlama bakımından bir cihette daha büyük bir imkâna sahibiz. Çünkü yüksek bir binanın ihtişamını dışından bakanlar içindekilerden daha iyi görür. İslâm ve imana âşina olan Arapların böylesine büyük bir İslâm mütefekkirini elbette tanıması gerekir. Ben itiraf ediyor ve inanıyorum ki, Bediüzzaman'ın Arapçaya tercüme edilen eserleri kısa bir zamanda tecdide susamış insanların ihtiyaçlarına cevap verecek imanî bir fikir kaynağı haline gelecektir.
Böyle büyük bir eser sahibinin şahsiyeti üzerinde durmak gerekir.
12 seneden beri Bediüzzaman'ın risalelerini okuyorum. Bu eserleri iman ve fikir sahasında kendime rehber kabul ettim ve şu neticeye vardım:
Biz öyle bir şahsiyet karşısındayiz ki, ruhu iman esrarıyla dolu, kalbi güneş kadar pırıl pırıl, aklı iman hakikatları ile alev alev; nefesi, uyumuş ve uyuşmuş fikirlerimizi uyandıracak kadar güçlü; hitabındaki güzellik celâlî isimlere ayna olacak kadar berrak ve müessirdir.
Bediüzzaman'ın bu yüce mertebeye ulaşması, öyle pek kolay olmamıştır. Uzun ruhî ve kalbî seyahatlerden, çetin nefsî mücadelelerden geçerek ulaşmıştır. Rûhî ve fikrî hayatında en mühim dönem noktası, onun kendi nefsiyle giriştiği mücadeleden başarıyla çıkmasıdır. O, bir an bile nefsiyle mücadeleden geri durmadı. O kadar ki, nefsinin “cenaze namazını” kılana kadar bu cihadı devam ettirdi.
Bu mücadeledeki muzafferiyeti neticesinde hak yolu kendisine açılmış ve mânen çöle dönmüş ruhlara hayat vermek, ancak iman âb-ı hayatı ile olacağı ona ilham edilmiştir. İşte bunun üzerine “Eski Said” i maziye gömdü, “Yeni Said” olarak dirilip fanilik toprağını üzerinden attı. Güçlü bir ruh, şaşmaz bir akıl ve yılmaz bir irade ve tükenmez bir gayretle iman kurtarma hizmetine girişti.
Bediüzzaman, bu asır insanının derdinin iman zaafından ileri geldiğini basiretiyle farketti ve sathileşen İslâmî idraki bu temelden başlayarak derinleştirme gereğini duydu ve bu tesbiti üzerine yep yeni bir nesil yetiştirmeye koyuldu. Öyle bir nesil ki, ehl-i dalâlete boyun eğmez, şuurlu, nasıl hareket edeceğini bilen, dünyayı avucuna aldığı halde kalbinde ona yer vermeyen bir nesil...
Maddî cihadın harici düşmana karşı olacağını belirten Bediüzzaman, yeri geldiğinde kalem tutan eli ile silâh taşımış cepheye koşmuş, hattâ bu uğurda yaralanıp Ruslara esir düşmüştür. 1917'deki bolşevik ihtilâline kadar bu esarette kalmıştır.
Bediüzzaman Said Nursî Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde İslâm dünyasının içine düştüğü manevî felâketlerin kaynaklarına işaret etmekte ve çıkış yollarını göstermektedir. Bu manevî hastalıklardan birinin, ümitsizliğin Müslümanlar arasında hayat bulup dirilmesi olduğunu belirtir. Ümitsizliğin her türlü ilerlemeye engel, kanser mikrobu gibi olduğunu ifade ederek Müslümanların ümitvar olmaları gerektiğine işaret eder. Çünkü ümit ve iyimserlik duygusu, Müslümanlar için kuvvet kaynağı, zamanın acı darbelerine karşı koymanın en güçlü bir dayanağıdır. Ümit, hüzün karanlıklarını gideren ve gayb âleminden içimize yağan bir nurdur.
Dikkat edilirse, Risale-i Nurun bütününde Müslümanlara ümitvar olmaları telkin edilir. Nurların nabzı emel ruhuyla atar. Gözleri arkada maziye bakıp İslâmiyeti bırakanlara şöyle hitap eder.
“İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüçsaz edecek olan nesl-i cedid gelsin!”2
Felaket asrının adamı
Bediüzzaman, Barla'da kendini iki ayrı gurbetin içinde bulur. Birisi İslâmın başına gelen felâketlerin gurbeti; diğeri de bizzat kendisinin bütün yakınlarından ve dostlarından uzak kaldığı gurbet. Evet, Bediüzzaman bu gurbetler içinde yalnız, kimsesiz, tesellisiz; ne sığınacak bir yer, ne de kendini bağrına basacak bir yuva vardır. Acı ve elîm bir gurbeti bütün ruhunda hisseder.
Dünya ona kapılarını kapamıştır. Zaman ona sırtını çevirmiştir. O da dünyayı bırakıp âhirete yönelmiştir.
Bediüzzaman, İslâmiyetin gurbete düştüğü bir zamanda geldi. İslâmiyet adına her şeyin silinmek istendiği karanlık bir devirde, çorak bir zeminde vazife başına geçti. O, bu gerçeği şu ifadelerle dile getirir ve o karanlıklar arasından yine ümidi haykırır.
“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim, sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki, mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız, kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan 'Henîen Leküm' sadasını işiteceksiniz.”3
Bediüzzaman hüznün her rengini tatmış, her türlü elem ve keder gömleğini giymiş, fakat halini kimseye şikâyet etmemiştir. İçinde yanardağlar kaynamasına rağmen, dışında sükûnet hâkimdi. O kendisini düşünmekten vazgeçmiş, İslâmın elemleriyle inliyordu. Huşû içinde Rabbine yönelmiş, korkaklığı ayaklar altına almıştı. Aç canavara yakın olmanın, merhametini değil, iştihasını kabartacağını biliyordu. Onun için bir defa olsun zalimlere boyun eğmemişti.
O Barla gibi ıssız bir köyde, yokluğa ve ölüme terk edilmiş bir halde, bütün benliğiyle Rabbine yöneldi. Böylece Rabbinin kendisine ihsan ettiği enerjiyi-ki bu bir ilâhi vergidir, Allah onu seçilmiş insanlara verir-ortaya koymaya başladı. Bu potansiyel güç, iman gücüdür ve Risale-i Nurlar bu eşsiz iman gücünün meyveleri olarak meydana gelmiştir.
Bediüzzaman gibi şahsiyetler cemiyet içinde kısa zamanda bir odak noktası haline gelirler. Nitekim çok geçmeden insanlar onun etrafında halkalanmaya; yazdığı eserleri okuyup yazmaya, onlarla yeniden hayatlanmaya, canlanıp dirilmeye, risaleleri muhtaç gönüllere ulaştırmaya başlamışlardı.
Risale-i Nurun mahiyeti, gayesi ve ağırlık merkezi nedir? Biraz da bu konu üzerinde duralım:
Risale-i Nurun mahiyeti ve gayesi
Bu soruların en kısa ve kestirme cevabı insandır, diyebiliriz. Risale-i Nur insanı ele alıyor, insana hitap ediyor ve ona, en az âhireti kadar içinde yaşadığı âlemin de hârikalarla dolu olduğunu gösteriyor. Çünkü insanlar doğup büyüdükleri dünyayı ülfet ve alışkanlık gözlüğüyle perdelenmiş olarak görüyorlar. Bu ülfet sebebiyle kör olan basiret, insana eşyanın mahiyetini ve gayesini göstermiyor. İşte Bediüzzaman Said Nursî evvelâ insanın gözünden bu ülfet perdesini kaldırmakla işe başlıyor.
Dünya vardır, onu nasıl aklımız ve duyularımızla hissediyorsak, âhiret de öylece vardır. Onun varlığı dünyanın varlığı kadar kesindir. Risale-i Nur bu basireti veriyor.
İnsan kâinatın bir hülâsasıdır. Bu sebeple Risale-i Nur, insanı muhatap almıştır. Dünya, fâniliğiyle bir kışırdır, kabuktur, değersizdir. Fakat insanın ebedîliğine bir geçit ve köprü teşkil etmesi, âhiretin fidanlık tarlası olması ve İlâhî isimleri aksettiren bir ayna olması cihetiyle önemlidir. Bu yüzden insanın gözünü bu fani hayattan ebedî âhiret hayatına çevirmekte ve onu kaybedip kazanma meselesinin ise dünyadaki her şeyden daha ehemmiyetli bir mesele olduğunu işaretlemektedir. O, içimizdeki ebed sesinin ve ebedî yaşama arzusunun âhiretin varlığına en büyük delil teşkil ettiğini belirtmektedir. Evet, insan yokluğa razı olamaz. Dünya, beka isteyen insan ruhuna bir hapishanedir, bir gurbet diyarıdır. Bu yüzden insan, içten içe gerçek vatanına hasret duyar.
Âhiret âleminin bu âleme uzantıları vardır. Bunlar insanda tezahür eder. İnsan maddî ve manevî unsurlarıyla görünen ve görünmeyen âlemlerin bir haritası olur. Onun cüzî varlığı, mutlak varlığa, ilmi, mutlak bir ilme, cüzî kudreti, mutlak kudrete, cüzî iradesi mutlak ve muhit bir iradeye delâlet eder. Evet, insanda bulunan bütün cüz'î sıfatlar gayb âlemindeki mutlak olan şeylere delâlet eder.
Bütün varlıklarda bir tekâmül kanunu hükmeder. Madem ki, insan bütün varlıkların en üstünüdür; elbette onun cüz'îlikten kurtulup küllî bir hayata, ebedî bir âleme gitmesi onun en büyük gayesidir. İşte Bediüzzaman bu gurbet diyarından insanı hep bu asıl gayesine yöneltmektedir.
Bunun için gayb âlemlerinin kapısı olan Kur'ân'ı sunmakta, bize o kapıdan nurânî ipler uzatmaktadır. Böylece insanları sonsuz âlemlerin derinliklerine çekmektedir. Bediüzzaman “Bâkiye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur” diyerek bu yolu göstermektedir.
Gayb âleminin canlı ve cansız varlıklar üzerinde sınırsız tecellileri vardır. Bu tecelliler tekvînî kanunlar halinde cereyan eder. Onun gibi Kelâm sıfatının bir tecellisi olarak da Peygamberimizin (a.s.m.) kalbine Kur'ân-ı Kerim inmiştir. Diğer ilâhî sıfatlardan Kudret, Hikmet, İrade, İlim ve Hayatın da kâinat kalbinde tecellisi vardır. Âlemler eşyada sessizce iş gören bu tekvini şeriata teslim olmuştur. İnsanlar her iki şeriata uymakla maddeten ve mânen terakki ederler. Bunun için Müslüman kâinatı incelemeye ihtimam gösterir. Kâinattaki ilâhi kanunların inceliklerine inerek sırlarını keşfetmesi de aynı zamanda onun imanî vecibelerinden biridir. Müslümanın kâinat bilgisi ne kadar az olursa, Rabbi hakkında bilgisi de o kadar az ve zayıf olur. Bediüzzaman'ın işaret ettiği gibi, her Müslüman tekvînî şeriattan da haberdar olmalıdır. Kelâm-ı ilâhî ile kâinattaki ilâhî kanunlar bir Müslümanın birbirinden ayırmadan beraber mütalâa etmesi gereken ilimler cümlesindendir.
İslâm medeniyeti, işte bu her iki şeriatın Müslümanın akıl ve vicdanında aksiyon haline dönüşmesiyle vücut bulabilir.
Bilindiği gibi, bugün İslâm âlemi medeniyet yönünden kış mevsimini yaşıyor. İslâm düşüncesi eski canlılığını kaybetmiş, bir rehavet dönemine girmiştir. Hattâ denilebilir ki, kendisine meydan okuyanlara, kendisini itip kakanlara cevap veremeyecek bir duruma düşmüştür. Böylece imanî hayatımız yozlaşmış, hattâ tehlikeye düşmüştür.
İşte Risale-i Nurun önemi bu noktadan ileri geliyor. Kaybolan değerleri yeniden keşfetmeye, kapalı fikir kapılarını açacak anahtarları bulmaya, iman hayatımızı canlandırmaya, nazarları keskinleştirip hayal ufkumuzu ebediyete sevketmeye çalışıyor.
İşte beklenen İslâm medeniyeti Bediüzzaman'ın ektiği bu fikir ve iman tohumları üzerinde yeşerecektir. Çünkü Risale-i Nur müsbet ilimle imanı, diğer tabirle tekvinî şeriatla kelâmî şeriatı kaynaştırmıştır. İslâm tarihinde müjdelenen en büyük medeniyet hamlesi bunun neticesinde gerçekleşecektir.
Celâl ve Cemâl tecellileri
Bediüzzaman, İlâhî terbiyeden mahrum olan aklın, eşyanın ve kâinatın hakikatlarını kavramaktan uzak olduğu görüşündedir. O, iman nuruyla aydınlanmış, Kur'ân güneşiyle parlamış bir akıl ve basiretle ancak İslâm medeniyetinin kurulabileceği kanaatindedir. Bu medeniyetin iki temeli vardır: Celâl ve Cemal.. Cemal bu medeniyetin ruhu, celâl bedeni hükmündedir. Cemal o medeniyetin bahçesi, celâl da surlarıdır. Cemal, hakikattır, adalettir, hayırdır, güzelliktir, rahmettir, sıdktır, şeref ve fazilettir, bütün güzel sıfatlardır; Celâl ise bu değerleri tahripten koruyacak kalkandır, kılıçtır.
Bediüzzaman Hazretleri 30. Lem'a olan “İsm-i Âzam Risalesi”nde gerek insan üzerinde ve gerekse dünya ve kâinat üzerinde tecelli eden Esma-i Hüsnânın cilvelerini, işleyişlerini ve eserlerini açıklamaktadır. Cenab-ı Hakkın Cemil ve Celil isimlerinin tesirlerine işaret etmektedir. Cenab-ı Hak Cemîldir. Her bir eserde, her bir şekil ve sûrette cemalinin renklerini tazelendirir. Celîldir; azamet ve heybeti altında her varlık dehşete düşer.
Risale-i Nur, işte bu celâlî ve cemalî isimlerin tecellisi ve hendesesiyle kâinatın özünden süzülmüş hakikatlerdir. Satırlarında ve sayfalarında celâl ve cemal kol koladır. Bazan bu eserler manâ güzelliğinin feyziyle bir şelâle gibi çağlar. Kendinizi şair ruhlu büyük bir edibin karşısında bulursunuz. Bazan celâlin ihtişamı sizi kuşatır ve kalbinizi sarsar. Sizi hayret secdesine götürür. Risale-i Nurun sayfalarını çevirdikçe şiddet içinde rikkat, kuvvet içinde şefkat, izzet içinde rahmet, azamet içinde tevazu, salâbet içinde lütuf, kalb içinde akıl, akıl içinde de kalbi görürsünüz... Said Nursî'nin kalbinin vecd içinde inlediğini hisseder ve Allah'tan uzak kalmanın ızdırabı içinde kıvranan insanlığın felâketi için hüzün dolu gözyaşı döktüğünü sezersiniz.
Said Nursi, âhiretin korkunç âkibetlerini işlerken bile asıl vazifesini ihmal etmez, insanlara, korkutmadan önce Allah'ı sevmeyi öğretir. Yani önce cemâli sergiler, sonra celâli...
Risale-i Nur kuracağı medeniyetin temelini Celâl ve Cemâl esasları üzerine atar. Buna göre bir insan modeli ve örnek Müslüman yapısı örer. Bu insan, yüksek fikirli insanlar sırasına girer ve medeniyeti bu insanların omuzuna tevdi eder.
Celâlin şefkati “ene”nin kibir, ucub ve isyanını yok eder. Celâlin heybeti ile 'ene' düşmanlarına boyun eğmekten, tezellülden ve ümitsizlikten kurtulur. Cemal bizi fikre, adalete, hakka, fazilete ve mes'uliyete sevkeder; Celâl ise içimizden güçlü bir kaynak fışkırmasına sebep olur. Pısırıklıktan, korkaklıktan kurtarıp cesaret, hamiyet ve fedakârlığı aşılar.
Çağdaş insanda “ene”, çözüme yanaşmayan muamma vasfını koruyor. “Ene”nin isyanı, insanlığın mâneviyatını bir mikrop gibi kemiriyor.
Filozoflar onun tedavisine çabalıyor, ahlâkçılar ve eğitimciler, ona güzel bir şekil vermeye çalışıyor. Fakat ne yazık ki, bu sahada arzuladıklarına bir türlü ulaşamıyorlar.
Risale-i Nurun takdim ettiği Celâl ve Cemal karışımı terbiye ve irşat metodu ise, ona en güzel bir tedavi reçetesi sunuyor. “Ene” tedavi edilmezse, insanlığın içine sürükleneceği buhranlara dünya hazır olsun. Çünkü şerlerin kaynağı “ene”dir.
“Ene” iman güneşi ve islâmiyet suyu ile terbiye edilirse o zaman bütün İlâhî isimleri aksettiren bir ayna olur. Herkesin nefsi bir ayna olur, mü'min kardeşler kendilerini bu aynanın nurâni akislerinde bulurlar. “Mü'min, mü'minin aynasıdır” hadis-i şerifi bu mânâya işaret eder. Bediüzzaman, kâinattaki zıtlıklara şöyle işaret eder: Gündüz içinde gece karanlığı gizlidir. Gece kanatları altında gündüzün aydınlığı saklıdır. Kışın soğuk karı altında baharın çiçekleri saklıdır. Her zayıf, içinde gücünün çekirdeğini saklar. Her güçlü de zayıflığın tohumunu gizler. Bediüzzaman zayıfların teslim olmamalarını, zayıflıkları içinde kuvvetin saklı bulunduğunu ve kuvveti geliştirmelerini teşvik eder.
Güçlülere de güçleriyle gurura düşmemelerini, çünkü güçlerinin içinde kendilerini felâketin kucağına atacak bir za'f bulunduğunu ihtar eder. Şer zannettiğimiz çok şeyin de çok hayırları netice verdiğini ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursî, gerek İslâm tarihinde cereyan etmiş ve gerekse bugün ve yarın olacak hâdiseleri bu esaslar açısından açıklamaya çalışır. Zâhiren elemli görünen hâdiselerin altındaki hayırları ve hikmetleri nazara verir.
Hattâ bu açıdan bakarak bâtıl mezheplerin içinde bile bir hakikat tanesi bulunduğuna işaret eder. O bâtıl mezheplerin tabileri bu hak nokta sebebiyle o mezhebin peşine takıldılar. Bir hakikat araştırıcısına bu konuda yaptığı nasihat mânidardır:
“Ey tâlib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve mâsiyet ayrı görür şeriat. Maziye mesaibe nazar olur kadere, Söz olur Ceberiye. Müstakbel ve maâsi, nazar olur teklife, söz olur i'tizale, İ'tizal ile Cebir şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir. Mahsus mahalli vardır, bâtıl olan tamimdir.” 4
Kader üzerinde çok çeşitli fikirler söylenmiş olsa bile kader hayatın tuzudur, yokluğunda hayatın tadı kaçar. Kaderin süprizleri olmasa, hayat monotonlaşır, hayatın dünü, bugünü, yarını birbirine benzer, usandırıcı olur. Böylece insan zamana karşı bilgisini yitirir. İstikbalin endişeli bekleyişinden gelen canlı haleti kaybeder.
İki medeniyet
Bediüzzaman “Yeni Said” dönemine girdiğinde, İslâmiyet bugün cüz'î bir mücadele, mevzii bir hadiseyle değil, büyük bir kültür ve medeniyet savaşı ile karşı karşıya olduğunu idrak etmişti. Medeniyetin zirvesine çıkan Avrupanın İslâmiyetle hâmile olduğunu ve günün birinde onu doğuracağı müjdesini vermiştir.
Bugün İslâm medeniyetinin karşısında yer alan Avrupa, sanki Doğuda bir nur görerek kendi ehline mânen şöyle seslenmektedir: “Bekleyiniz! bir nur görüyorum, belki ondan size bir parça getirir veya onunla yolumu aydınlatırım.”
Evet, Avrupa bu nurdan avuçlar dolusu alacak, İslâm medeniyeti bu nurla aydınlanacaktır. Sonra kapılarımızdan içeri girip bize geldiğinde güzelliği ve edasıyla gözlerimizi kamaştıracaktır.
Evet, acaba tarih tekerrür eder de putperestlik içinde boğulan Avrupa tekrar tevhid dinine döner mi? Bu bize Bediüzzaman'ın müjdesidir. Ona göre, âhirzamanda İsa Aleyhisselâm gökten nâzil olup gelmesini Hıristiyanlığın Hak dine inkılâp edip tâbi olması şeklinde yorumlamıştır.
Medeniyetleri parlak zirvelere doğru din sevkeder. Zamanla medeniyetler güç kazandıkça devreye akıl girer, akıl her şeyi hâkimiyeti altına alır. Sonunda insanı İlâhlaştırır. Bu devreyi atlatan medeniyet güneşi sönmeye yüz tutar, zevale meyleder. Akıl tahtını terk ederek yerini hissiyata bırakır. Bir zamanlar emrinde hizmet ettirdiği hissiyatın emrine girer.
Medeniyet hakkında yaptığımız bu değerlendirmeler, birbirinden kesin hatlarla ayrılmaz. Her devirde bir özellik galip olur, diğerleri ona tâbi durumda bulunur.
Günümüz Batı medeniyetini kaplayan hissiyat, aklı hâkimiyeti altına alarak duyguları patlama noktasına getirdi. Bu merhalede medeniyet eserleri ortaya çıktı. Ancak, bu eserler, kalbin sıcaklığından, dinin letâfetinden mahrum olarak doğdu. Dinden uzak medeniyet şehevî duyguları kamçıladı.
Bediüzzaman'ın hissiyat hakkındaki görüşü, hissiyatı bütünüyle bir hastalık görüp, insanı ona ulaştırmamak düşüncesinde olanlardan farklıdır. Bediüzzaman'ın nazarında his ve şuur, kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Bu hisleri öldürmek veya vazifelerinden alıkoymak insan fıtratına aykırıdır. Bediüzzaman bu hisleri kökünden söküp atmak yerine, onları ıslâh etmeyi ve onları faydalı istikametlere sevketmeyi tavsiye eder. Hattâ duygular terbiye edilirse, marifetullahta çok mühim birer vasıta haline gelebilirler. Nitekim insanda hiçbir duygu ve lâtife yoktur ki, yerinde kullanılır, istikamete sevkedilirse Allah'a ulaştırmasın. Bunun içindir ki, akıl, kalb, göz, kulak gibi duygulara Kur'ân hitap etmekte, onların dünyada mükellef oldukları gibi, âhirette de mes'ul tutulacakları belirtilmektedir.
İslâm medeniyeti bir bütündür, inançla başlar, inançla yükselir. Bu medeniyetin gelişmesi sırasında akıl ve kalb beraber omuz omuza bulunurlar. Peygamberler de mucizelerini hissedilen ve görülen varlıklardan getirirler. Kevnî kanunları ihtiyaç anında kıran mucizeler, kâinatın ve kanunların yalnız Allah'ın kudret ve iradesine boyun eğdiklerini ispat ederler. Bediüzzaman'da geçmiş peygamberlere ait bazı mucizelerin bir diğer boyutu daha vardır. O da bu mucizelerin insanlığın maddi terakkisinin en uç noktalarına işaret ettikleri hususudur. Buna Kur'ân’ın peygamberlerin mucizeleri vasıtasıyla insanları teşvik ettiğini belirtir. Mucizeler Allah'ın “Kün” emri ile meydana gelir, halbuki insanlar ilimle çalışarak zamanla onlara ulaşmaya gayret eder. Bu bakımdan ilim elde etmek her şeyden önce mü'minlere bir vecibedir. Yabancıların elinde bulunan ilmi almanın ve geliştirmenin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Müslümanlar buna su ve havaya muhtaç oldukları kadar muhtaçtırlar. İlâhî vahiy olan Kur'ân'a Müslümanlar nasıl şevk ile sarılıyorlarsa, aynı şekilde ilme de sarılmalıdırlar. Çünkü her ikisi de Allah'ın eseri, onun sıfatlarından gelmiş kanunlar bütünüdür.
Kâinata bir bakış açısı
Hayattaki İlâhî musikinin nağmeleriyle insan arasındaki bağı Bediüzzaman kadar hisseden ve kuranlar azdır. Bediüzzaman bu dakik besteyi müşahede edip kaydetmeye muvaffak olmuş nâdir mütefekkirlerdendir. Bediüzzaman'ın eserlerini okuyanlar, zahmet çekmeden kâinat ile insan kalbi arasındaki bağı görebilirler. Hattâ dikkat ettiklerinde insanın kâinatın küçültülmüş bir nüshası olduğunu farkederler. Kâinat ile insanın vicdanında sevgi, yardımlaşma ve tesanüt nağmeleri yankılanır. Bediüzzaman iman yolculuğunda ilerlerken, kâinatın fıtrî olarak, insanın da şuûrî olarak yaptığı ibadeti Cenab-ı Hakka takdim eder. Bu hakikatı şu şekilde beyan eder:
“Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevisi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nûranî kitaplar gösteriyorlar.”5
Said Nursî eşsiz tecrübesiyle kâinata yep yeni bir bakış açısı getiriyor. Bu bakış açısı, edebiyatçılara, kalem erbabına ve fikir sahiplerine devamlı sûrette kaynayan gür bir pınar oluyor. İman edebiyatını zenginleştiriyor ve ona yeni boyutlar kazandırıyor. Bir yandan göklere tırmanıyor, diğer yandan yerin derinliklerine kök salıyor. Çünkü o, bu zamanda insan fikrinin, kâinatla çok yakından alakadar olduğunu biliyor.
Vicdanı, asaletinden bir şey kaybettirmeden terbiye etmek ve ona yol gösterebilmek Müslüman düşünürlerin üzerinde çok durdukları bir konudur. Fakat bu konuda muvaffak olanlar pek azdır. Said Nursî, bu asırda bozulan vicdanı tamir etmekte muvaffak olmuştur. İnsanları bu asrın dışına çıkarmadan, kalbiyle, ruhuyla, aklıyla bu asırda tutarak ona hitap ediyor. Sorumluluklardan kurtulmak için cemiyetin dışına çıkarmıyor.
İnsan hayatı mukaddestir. Bu kudsiyet, hayatı veren Allah'tan gelmektedir. İnsan buna inandığı zaman elbette üzerinde titreyecek, hayatını kirletmeyecek, zayi etmeyecektir. Sıkıntılar sebebiyle onu üzerinde ağır bir yük olarak gördüğünde ondan kurtulmak istemeyecek, ona en yüksek fiyatı veren Allah'ın hizmetine sunacaktır.
Bediüzzaman hayatın kıymetini belirtirken diyor ki: “Hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.”
Hayat kâinatın özlü bir parçası olduğuna göre, kâinatı tanımazsak hayatı da tanıyamayız. İlim bize eşyanın boyutlarını sadece nisbi olarak tanıtıyor. İlim, eşyanın hakikatını hâlâ tam olarak keşfedebilmiş değildir. Eli her yere uzandığı halde, hâlâ kesin bir neticeye ulaşamamıştır. Bu durum daha çok teori plânında kalıyor.
Bunun yanında insan, mutlak hakikata ulaşmak ve gerçeği bulmak için çalışmaktadır. Mutlak gerçeğe yönelmek sanılmasın ki, aklî meseleleri bir kenara itmek demektir. Mutlak gerçeğe akıl ve mantığı bir kenara itip ulaşılmaz. Kâinatın ötesine sırf hayalle yapılan seyahatle de mutlak gerçek bulunmaz. Çünkü hiçbir dinî hakikat yoktur ki, akıl ve mantığın esaslarına uygun olmasın. Tersine, aklî meselelerin derununa inildiğinde orada dini buluruz. Vicdana hitap eden âlimler, genellikle en ince aklî delilleri ortaya koymuşlardır. Gazalî, Said Nursî ve benzerlerinde olduğu gibi.
Özetle; tahrif edilmemiş bir din aklî bir dindir, akla ve mantığa asla ters gelen meselesi olmaz. Kelâm ilmi, modern çağ öncesinde İslâmın akıllaştırılma çalışmasının bir merhalesidir. Ancak, bu modern ilim asrında, geçmiş asrın ilm-i kelâm çalışmaları kifayetsiz kalmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî bu boşluğu görmüş ve kelâmı bu asra uygun bir şekilde ortaya koşmuştur. Bu mazhariyet Bediüzzaman Said Nursî'ye nasip olmuştur. O, akıl ve mantığa uzak gibi görünen meselelerde bile en yüksek akıl ve mantık ölçülerini vazediyor. Ve meseleleri öylesine ulvileştiriyor ki, şair ruhluları bile ihtizaza getiriyor.
Sözler’den âdeta hayat fışkırıyor. Kâinatın İlâhî nağmeleri dinleniyor. İmanı gurbette kalmış gönüller en güzel teselliyi, vuslatı onda buluyor.
Son olarak size Said Nursî'nin manevî nidasıyla seslenmek istiyorum:
“Ey Müslüman! Kalk, üzerindeki ölü toprağını at, yeni bir genç Said olarak diril, hayatın içine gir! İmanı muhtaç gönüllere yetiştir.”
____________________
1. 1931’de Irak’ın Musul şehrinde dünyaya geldi. Çeşitli eğitim kurumlarında 29 yıl hocalık yaptı. 1980’de emekliye ayrıldı. 1950’den beri birçok gazete ve dergide makaleleri yayınlanan Edib İbrahim, Irak dışındaki ülkelerde de tanınmış bir edibdir. 1980 yılında Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Külliyatını tanıyan Edib İbrahim Debbağ’ın Bediüzzaman’ın hayatı ve fikirleri konusunda yayınlanmış 5 kitabı ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.
2. Bediüzzaman Said Nursi. Münazarat, s. 41.
3. A.g.e., s. 39
4. Bediüzzaman Said Nursi. Sözler, s. 662
5. Bediüzzaman Said Nursi. Mektubat, s. 415.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1992
RİSALE-İ NURDA EĞİTİM METODLARI
MUHAMMED RÜŞDİ UBEYD 1
(Araştırma - Yazar - IRAK)
Bediüzzaman insanların akıl ve seviyelerine göre hitap etmeye dikkat etmiştir. “Medrese-i Yûsufiye” adını verdiği hapishanede dahi irşadına devam etmiştir. Din düşmanlarının çocukları dahi olsa, tebliğde talebeleri arasında fark gözetmemiştir; kendisini gözetim altına alan polise dahi iman dersi vermiştir.
Bir kış gecesinde, gördüğüm bir rüya üzerine âniden uyandım. Rüyanın ayrıntıları uykunun kesif perdeleri arasında kalmış ve karanlıkları arasında kaybolmuşsa da sabah uyandığımda ana çatısını hatırlıyordum. Rüyada ne görmüştüm?
Said Nursi’nin Hakikat Nurları adlı kitabını okuyordum. Rüyamın te’vili, kitabın isminden anlaşılıyordu. Gerçekten bu eser, şeksiz şüphesiz “hakikatın nurları”ydı. Kalbime Risale-i Nur’un şeffaf birer ayna gibi güzel tabirleri ile akseden nurlarından daha açık ve anlaşılır bir te’vil, bu rüya için bulunabilir mi? İhsan Kasım es-Sâlihî’nin tercüme ettiği o değerli kitap, sağıma soluma yüzlerce ilmî eser doldurmuş gibiydi. Kitabı okudukça okudum. İşte bu okuyuş, beni Risale-i Nura kavuşturdu. Bu hal Risale-i Nur ile ilk buluşmamdı; mânevî bir kristal olan Risale-i Nurun yedi renginin cilvelerine dalıştı. Lem’alar’ın ve Şuâlar’ın ziyalar denizinde mânevî bir yıkanmaydı. O âlem, Said Nursi’nin üstün maharetiyle tanzim olunmuş rengârenk ve süslü bir âlemiydi. Bu âlemde çiğ damlalarının arz ettiği bir manzara vardı. Bu âlemde çevreye çok farklı ve güzel kokular saçan çiçeklerin gülücükleri mevcuttu. Bu âlemde bal süzülen bir muhabbetin zevki tadılıyordu. Bu âlemde Sözler’e akan damlaların sahibi olan bir ruh vardı. Mektubat’ın sayfalarını çevirdikçe büyük bir mimarın tecessüt eden ruh ve fikirleri ile karşılaşıyordum.
İşte bu enis ve nezih mecliste Said Nursi ile karşılaştım. O veciz ifadeleriyle Allah’ın birliğini terennüm ediyor, kaleminin ince fırçalarıyla hakikatın tablosunu çiziyordu.
Said Nursi bana şöyle diyordu:
“Ben Said Nursi’yim. Belli kalıpların altında ezilen ve üniversitelerin fildişi kulesinden çıkamayan ilmî hitap tarzından vazgeçtim. Hayatın içine girdim. Yani insanların yaşadıkları, çalıştıkları, seyahat ettikleri, hapse atıldıkları, hastalandıkları, hayatın dalgalarına takıldıkları ve kısaca onların yaşamayı tercih ettikleri yerlerde onlarla beraber oldum. Bu sahada peygamberlerin yolunu tuttum.
”Ağdalı, resmî üslûbu terk ettim; fıtrî hitap tarzını seçtim. Müccerret ilmî kaidelere göre aklın muhatap alındığı, fertlere teker teker hitap tarzını reddettim; hitabımı bütün bir insanlığa tevcih eyledim. Tâ ki, Müslümanlar hakikatlardan kaçmak yerine özüne dönsün; hakikatı başkasıyla paylaşmadan evvel kendi nefsini muhatap kabul etsin; aklını ve kalbini dağıtmaktan kurtarıp esasata yönelsin; anlatılanları koruyabilsin ve sahip çıksın; basit meselelerle zihnini meşgul etmektense iç âlemini halletsin.”
Bundan sonra Bediüzzaman’ın hayali yeşil ufukta kayboldu ve ben Risale-i Nurla başbaşa kaldım.
Beni Bediüzzaman’ın eğitim yönünü tetkik etmeye sevkeden birçok haricî ve dahilî sebep vardır:
Yuşa Tepesindeki o hazin gurbet günleri ve yalnızlığı...
Volga Nehrinin kenarındaki ruhî intibah...
Bayezid Camiinde huşû ile okunan Kur’ân onun ruhunda büyük bir inkılâp meydana getiriyor; hayat gemisini sonsuzluk denizinde sefere çıkartıyordu.
Saçındaki beyaz kıllar verdiği derslerle intibahını tamamlayıp nur kandilini yakıyor, fikrini harekete geçiriyordu.
Ebâ Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin türbesini ziyareti, düşünce dünyasında yep yeni ufuklar açıyor, onu başka âlemlere götürüyordu.
Onun sınırlı olan şu âlemle sınırsız yüce hakikatlerin zirvesi arasında gidip gelen şâirâne tabiatı; dünyanın âlayişinden onu uzak tutan takvası ve İlâhî hakikatları tebliğe karşı aşk derecesine varan emeli, onda zaman ve mekân içinde iman tarihini yazma imkânını veriyordu.
Hülâsa; Said Nursi, gerçekten kaderin garip bir adamıdır...
Risale-i Nurda eğitim mefhumu nedir? İfade ettiği mânalar nelerdir? Önemli özellikleri hangileri olabilir?
Her şeyden önce Said Nursi, hayatı, varlık ağacının en mükemmel meyvesi olarak görüyor. İnsanı sevme ve ona muhabbet yolunda, kendi saadetini fedâ edebiliyor.
Said Nursi’ye göre insan sadece maddi bir varlık olmadığı gibi sadece akıl ve mantıktan da ibaret değildir. İnsan pekçok hissiyata sahip ve yüksek ruh cevheriyle, mümtaz bir varlıktır. Her şeye şamil aklî, ruhî, vicdânî ve ahlakî daireleri vardır; ve o küre-i arzın halifesidir; kemâl ve ebediyet yolundaki arzuları sonsuzluğa uzanmaktadır.
İşte böyle bir insanın duygularını terbiye edip gelişterecek bir yol, insanın yaratılışına uygun olmalıdır. Çağdaş eğitimciler, bu esasa dayanmayan metodlarla bu vazifeyi gerçekleştiremediler. Zira metodları, insan ruhuna ve fıtratına uygun değildir.
Said Nursî’nin metodunda eğitimin önemli boyutları
İmânî Boyut:
Said Nursî, insanın metafizik bir varlık olduğunu ve tevhidden başka bir şeyin onun aklî, ruhî ve hissî ihtiyaçlarını tatmin edemeyeceğini çok iyi idrak etmiştir. Gerçekten hangi maddî, aklî veya laik nazariye olursa olsun, bu derin ihtiyaçları karşılayamamıştır, karşılayamamaktadır ve istikbalde de karşılayamayacaktır. Bu hakikatı, Karbıl, Rina Dubo, Solifian, John Forastiye gibi filozoflar kabul ettiği gibi; William James, Sorokin ve benzeri muâsır sosyologlar da kabul ve itiraf etmişlerdir.
Said Nursî, ispat etmiştir ki, insan dinsiz yaşayamaz ve bir mabuda ibadet etmeden de duramaz. Gerçekten birçok felsefeciler farklı şekillerde de olsa ilâhlara ibadet etmişlerdir. Rijson, hayatın kendisini bir ilâh olarak görürken, Darwin, yaratılıştaki tekâmülü ilâhlaştırmıştır. Hegel, mutlak ruhu ilâh kabul ederken, Marks, diyalektik materyalizmi rab tanımıştır. Durkheim’ın ilahlaştırdığı toplum, Frueyd’un takdis ettiği cinsiyet, Sarter’ın putlaştırdığı ferdin vücudu, zikredilen ilâh şekillerinden bazılarıdır. Bütün bunlar, kâinat sarayında Allah’ın yarattığı ve icad ettiği sosyal, hayatî, insanî ve kevnî fiil ve hareketlere takılan adlardan başka bir şey değildir.
Said Nursi, asrının insanında görülen ruh yaralarını, Kur’ân’ın nuru ve hakikatları ile tedavi etmiştir. Gerçekten insanı, kendini ve mahiyetini kaybetmekten, arzularının sönmesinden, sabır gücünü zorlayacak sıkıntılardan, ölümden korkmaktan kurtarmakla kalmamış, ona Allah’a, âhiret gününe inanma ve Kur’ân’ın gayb âleminden bir harita gibi takdim ettiği iman sofrasını sunmuş ve böylece insanı, kalbinde huzur, nefsinde sükûn; kâinat ve mahlukat ile uyum içinde olan ve Allah’a dayanan mutlu bir varlık haline getirmiştir. Onu soğuk ve kuru taklîdi imandan kurtarmış, ruhunu tahkiki iman meş’alesi ile nurlandırmıştır. Dinî hükümlerdeki hikmetleri ve ibâdete ait fiillerdeki İlâhî maksatları izah etmiştir.
Said Nursî, Esmâ-i Hüsnâya getirdiği izahlarla hissiyâtı bıkkınlıktan ve vicdanı basit duygulardan temizlemiş, şu güzel kâinat karşısında hayret ve merak içinde bırakarak varlıkları ilk defa görüyor gibi bir hâlet-i rûhiyeye sokarak günlük olayların, soğuk aklî muhâkemelerin çukurlarına düşmekten kurtarmış; bütün bu hakikatleri keşfedecek ufuklar açmıştır.
Said Nursi, insanı, elem ile emel, aşk ile ayrılık, ebedî meyil ile zevâlin dalgaları, varlık ile yokluk, gerçekle hayâl, fertle toplum, yardımlaşma ile çatışma arasındaki tezatlarından kurtarmıştır.
Said Nursi, insanı, hayata geçme kabiliyeti olmayan, tatbik imkânı bulunmayan, gerçeklerden uzak odun yığını gibi kuru malumattan tecrit etmeye çalışmıştır. Böylece aklı, iman hakikatlerini kabule hazır hâle getirmiştir. Bu yolda en büyük örnek kendi nefsidir.
Said Nursi, akla, hisse, vâkıaya, akl-ı selime kesin ve yakînî olan müsbet ilimlere dayanarak iman hakikatlerini yeniden ihyâ etmiştir. Böylece insanın zaman ve mekân ufuklarını genişletmiştir.
Said Nursi, materyalistlerin ileri sürdüğü bütün şüpheleri, vesveseleri, vehimleri ve zanları Kur’ân’ın nuruyla bertaraf etmiştir.
Hakikata ulaşmak için takip ettiği yolların bir kısmı vicdânî, aklî, ruhî ve ahlakî şartlar ve yollardır. Gafletten, isyandan, gururdan, taassubdan, vehimden, muhakemesizce her şeyi reddetmekten, hayalî şerikler edinmekten, ilme dayanmayan benzetmelerden kaçınmak da bunların bazılarıdır.
Ahlâkî terbiye alanında
Bediüzzaman’ın kurmayı başardığı en önemli esas, bilhassa bu zamanda şirin gösterilen şerrin aslında insan yaratılışına ters, çirkin bir şey olduğunu ispat etmiş olmasıdır. Bu yaklaşımı, insanı şerden nefret etmesine ve el çekmesine vesile olmuştur.
Said Nursi, ahlâkî terimleri ele almış ve tetkik etmiştir. Doğruluk, emel, sabır, cesaret ve fedâkârlık gibi hasletleri ahlâkın yücelmesini ve çiçek açmasını temin edecek bir şekide kullanmıştır.
Said Nursi, insanı Allah’ın rızasına götürecek çok kısa yollar göstermiştir. Şükür, tevazu, tevekkül, muhabbet ve ihlâs yolları gibi...
Said Nursi, talebelerini müsamahaya, muhabbete, yardımlaşmaya, iktisada, dünyaya fazla dalmamaya davet ederek cemaat ruhunun kuvvet bulmasını temin etmiştir.
Said Nursi, diyaloğun bütün prensiplerini ortaya koymuş; bunun yanında, ihtilâf, tecâvüz ve Müslümanları hakir görme gibi fitneye vesile olacak davranışlardan uzak durmayı tavsiye etmiştir.
Kısaca, Said Nursi, kuvvete bedel hakkın; çıkar üzerinde çatışmaya bedel Allah rızasının; birbiriyle boğuşmaya bedel yardımlaşmanın; ırkçılığa bedel İslâm kardeşliğinin; nefsin heves ve arzularını tatminine bedel, onu yüce duygulara ve kemâlata davet etmenin hâkim olacağı bir cemiyeti tesis etmek için gayret etmiştir.
Duygu eğitimi
Said Nursi, duyguların kayıt altına alınamayacağını, yok edilemeyeceğini, ama tahdit edilip mecralarının hak, hayır ve adalete çevrilebileceğini ifade etmiştir. Meselâ muhabbet bahsinde şöyle demektedir: “Biz demiyoruz ki, muhabbet etme, sevme! Belki diyoruz ki, muhabbetini Allah yolunda ve Onun rızâsı dairesinde kullan.” Böylece, hissiyatla Allah’ın rızasının nasıl kazanılacağını göstermiştir.
Sadece hissiyâtın tatmininden ibaret olan zevkler basit zevklerdir ve elemle karışıktır. Böyle zevkler zevâle mahkûmdur; her an kaybedilme tehlikesiyle karşı karşıyadır; onlarda safa ve devam yoktur. Halbuki iman dairesindeki ulvi lezzetler, temizdir, şeffafdır, elemsizdir ve devamlıdır.
Said Nursî’de estetik eğitimi
İnsanın güzelliğe meftun oluşu fıtrî ve asîl bir duygudur. Kezâ, kâinatta güzellik asıldır, küllîdir, herşeye şamildir. Evet, herşeyde bir cemâl ve güzellik vardır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Güzelleştirme ve tahsîn cilveleri, İlâhî rahmet tarafından bizzat murad ve maksuttur.” Ancak güzellikler arasında da dereceler vardır. İnsan hep en güzele müştakdır. Cemâlî lezzetler ve estetik zevkler, bütün çeşitleri ve genişliğiyle insanın yüzüne gülmektedir. Bu güzelliklerde ve cemâllerde, kulağa, göze, buruna ve dile yönelik lezzetler bulunduğu gibi, akıl, ruh ve kalbin zevk aldığı fikrî ve ruhî lezzetler de vardır. İnsan bütün bu lezzet ve güzelliklerden istifade etmektedir. Zira bunlar insanın duygularını inceltir, hislerine ulvî heyecan verir; fikirlerini saflaştırır, nefsini temizler. Böylece kul, Rabbine yönelir.
Said Nursi, Müslümanları güzelliklerden güzelce istifade etmeye ve İslâmî ölçüler çerçevesinde kalmaya teşvik eder. Tâ ki, lezzeti kemâle ersin ve alınan lezzetler zevâlin eleminden sâlim kalsın.
Bediüzzaman Kur’ân medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında mukayese yaparken birincinin cemâlini ve faziletlerini sergiler, diğerinin ise elem ve ıztırabını gözler önüne serer. Said Nursi, bu mânâyı kısaca şöyle açıklamaktadır:
Batı medeniyeti kuvveti hak bilir; tabiatı ilâhlaştırır ve insanı ona köle yapar. Batı edebiyatı, okuyucusuna mânâsız sıkıntıları aşılar; intisap şerefini keser ve mahiyetini kaybettirir; vicdanında kimsesizlik vahşetini doğurur.
Batı medeniyeti, “Güya beşeriyetin ağzına yalancı bir dil koymuş; insanın yüzüne fâsık bir göz takmış ve dünyaya da rakkâse bir kadının elbisesini giydirmiştir.”
Batının edebiyatı, hakiki aşk ve hâlis muhabbetin mânâlarından ve zeklerinden mahrumdur. Zira hep şehevî zevkler aşılar.
Batı edebiyatı kâinata sadece maddî gözle bakar, kâinâtın mânevî boyutlarından habersizdir. Şöyle ki: Ya kâinatın mânevî boyutlarını yok kabul eder veya bu hususa sim siyah bir felsefe gözlüğüyle veya sırf menfaati gaye edinen bir yaklaşımla bakmaya çalışır. Böylece beşerin zihninde zanları ve bâtıl vehimleri ortaya çıkarır.
Batı medeniyetinin kâinatla ilgili bazı teorilere dayanan klasik edebiyatı evrensel bir edeb seviyesine ulaşamadığı için ölüdür. Said Nursî’nin tesbitiyle “Ölü, başkasına hayat verebilir mi?”
Yunan veya Roma dehâsının iddia ettiği ahlâkî değerlerle makuliyet arasında ciddi tenakuzlar bulunmaktadır. Fert ve toplumda doğurduğu pespaye duyguların müsebbibi olan tasvirleri, iddia ettiği ahlâk nizamına tamamen terstir. Aklın ve şuurun hâkimiyetini yerle bir eden bu tasvirler, okuyucunun hevâ ve hevesini tahrik eder.
Batı edebiyatı, insana, ahbapsızlıktan, ümitsizlikten ve sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzün verir. Bu hüzün, ebedî saadetten, insanların birbirine yeniden kavuşmaları gibi uhrevî emel ve ümitlerden mahrum kalmaktan doğan bir hüzündür. Bu edebiyatın verdiği neşe ise, nefsi hevesata teşvik eden neşedir ki, ıztıraptan uzak değildir. Bu neşe ayrılık, kıskançlık, pişmanlık ve benzeri elemlerle malûldür.
Said Nursî, bu uğursuz edebiyatın karşısına Kur’ân’ın edebiyle çıkmıştır. Kur’ân’ın edebi, bir tevhid edebidir. Onda şüphe yoktur, gurbet yoktur. Bu edebin terbiyesindeki insana kudret, hikmet, inayet ve rahmet dellileri inkişaf eder ve bütün gayretiyle İslâmî hakikatlara yapışır; ruhu huzur, sevgi ve ferah dolar.
Kur’ân edebi, nefsi ve hevesi tahrik etmez; akıl ve kalbe hakkı, saf güzelliği ve doğruluğu yerleştirir. Kur’ân’ın edebinin verdiği neşe, masumâne bir ferahtır, insanı fazilete sevkeder, ulviliğe teşvik eder; vuslat vaadiyle dolu bir ümit doğurur.
Bedenî eğitime bakışı
Sürgünler, mecburî ikametler, hapisler, maruz kaldığı zulümler, Bediüzzaman’a eğitimin bu noktasına eğilme fırsatını vermemiştir. Hayatı boyunca cihad yolundaki azim ve gayreti ona bedenî eğitim hususunda mütekâmil bir nesil yetiştirmek için vakit bırakmamıştır. Ancak dolayısıyla da olsa bedenin eğitimi ile alakalı bazı mühim noktalara dikkat çekmiştir. Bunlardan bazıları:
Yiyip içmenin kontrol altında tutulup tahdid edilmesinin zarureti üzerinde durması; israftan şiddetle kaçması, ahlâkî sapıklıkla hastalıklar arasında ciddi bağlar kurması; hastalanınca ilâç kullanmanın önemine işaret etmesi, ibadete teşvik ederek ibadetin bedenin sıhhatine ait hikmetlerine dikkat çekmesi gibi hususlar...
İrade eğitimine bakış
Said Nursi, insan iradesine gereken değeri vermiştir. İradeyi ortadan kaldıran veya kadere meydan okuyacak derecede bir benlik duygusu veren felsefî yollar arasında hidayet yolu olan Kur’ân’ın nuruyla iradeyi terbiye etmeye çalışmıştır. İnsan iradesi, cüz’î iradedir. İrade, imanla, ibadetle, tâatle, belâ ve musibetlere karşı sabırla takviye edilmelidir. Said Nursi, günahlara karşı tevbeyi teşvik etmekle ve ebedî sâadet müjdesiyle iradeyi ümitsizlik girdabından kurtarmaktadır.
İnsanın şerefli bir varlık olduğuna; Cenab-ı Hakkın mü’minlerle beraber olduğuna, ümit verici ifade ve beyanlarla insanın cüz’î olan iradesini kuvvetlendirir. “İraden cüz’î ise, irade-i külliyeye istinat et” der.
Bediüzzaman üstün mantık örgüsü, edebî üslûbu, şeytanın vesvesesinden Allah’a sığınması, sabır kuvvetini dağıtmadan ihtiyaç duyulan yerde kullanılması meâlindeki izahlarla iradeyi canlandırır.
Said Nursi’nin ümitsizlikten, ihtirastan, korku ve sıkıntıdan, acelecilikden, körü körüne taklitten, bugünün işini yarına bırakmaktan; tembellikten, israfdan, gösterişten, kendini beğenmişlikten, gururdan ve benzeri kötü huylardan uzak durmayı telkin eden beyanları, hep insan iradesini olgunlaştırmaya yöneliktir.
Said Nursî’nin eğitim vasıtaları ve eğitim metodunun ana esasları
1. İnsana güvenmek.
2. Akıl, kalb ve ruha birlikte hitap etmek.
3. Tabiat laboratuvarında eğitim yapmaya ve kâinat kitabından hikmet derslerini almaya davet etmek.
4. Hakikatları izahta temsil (örnekleme) metodunu kullanmak.
5. Eğitimle alakalı beyanların sırf Allah rızasına yönelik olması.
6. Şahıslarda basireti geliştirmek.
7. Muhataba “Güzeli al; kötüyü bırak” prensibini aşılamak, “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır” hakikatını anlatmak.
8. Yegâne örnek olarak Resulullahı nazara vermek.
9. Bütün eğitim yollarını kullanmak: Başta lisân-ı hal olmak üzere, vaaz, nasihat; bütün çeşitleriyle hikâye ve temsiller ve saire gibi...
10. Kadınlara has eğitimin ehemmiyetine dikkat çekmek. Said Nursi, kadınları şefkat kahramanı mübarek bir tâife olarak görür. Kadının sadece dış güzelliğini esas alan, onun ruh güzelliğini ihmal eden Batı kaynaklı eğitim metodlarını şiddetle tenkit etmiştir. Kadınları yoldan çıkarmaya çalışan komitelere işaret ederek, İslâm kadınlarının bu çeşit tuzaklara karşı dikkatli olmalarını tavsiye etmiştir.
Risâle-i Nurun eğitim metodunun önemli özellikleri
1. Eğitimin, İslâmın iki temel kaynağı olan Kur’ân ve sünnete dayanması.
2. Sahabe içtihatlarını daha sonra yapılan içtihatlara tercih etmesi,
3. İlim ve aklı, tek başına dinî naslar için hakem olarak kabul etmemesi.
4. İman hakikatlarının isbatında, İslâmın gönüllerde yerleştirilmesinde asrın ulaştığı ilmî metodları kullanması ve onları şâhit göstermesi.
5. Dinî meselelerin edebî bir bir şekilde izah ve ifade edilmesi.
6. İçtihad konusunun zaman ve mekânın şartlarına göre değerlendirilip bunun umumî ve herkesin gidebileceği bir yol olmadığı ve herkesin o yola giremeyeceğini ifade etmesi.
7. Risale-i Nurda “sehl-i mümtenî” denebilecek üslûbun kullanılması ve bazı fikirlerin usandırmayacak şekilde ve kâinat kitâbından farklı sayfaları nazara verecek tarzda tekrar edilmesi.
Bir eğitimci olarak Said Nursî
Said Nursî’nin eğitim metodlarından birisi de, eğitime önce nefsinden başlamasıdır. Bu esasa hayatı boyu riayet etmiş, her türlü medih ve tenkidin üstüne çıkmış, tevazuun zirvesine yükselmiştir. Delil ve diyalog metodunu esas almış; müsamahayı şiâr edinmiştir.
Eğitim metodunun bir diğer esası da istiğnadır; eğitim ve öğretimi karşılığında hiçbir ücret almamaktır. Bediüzzaman hediye dahil, kimseden karşılıksız bir şey almamıştır.
Bediüzzaman insanların akıl ve seviyelerine göre hitap etmeye dikkat etmiştir. “Medrese-i Yûsufiye” adını verdiği hapishanede dahi irşadına devam etmiştir. Din düşmanlarının çocukları dahi olsa, tebliğde talebeleri arasında fark gözetmemiştir; kendisini gözetim altına alan polise dahi iman dersi vermiştir.
Bediüzzaman asrının bütün şartlarını göz önüne alarak hizmetini devam ettirmiştir.
Son duamız ve davamız, “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır”.
____________________
1. 1947’de Irak’ın Musul şehrinde dünyaya geldi. Eğitim uzmanı olan Muhammed Rüşdi orta öğretimde ve bazı İslâmî kuruluşlarda dersler vermektedir.
Muhammed Rüşdi Ubeyd Irak’ta yayınlanan Terbiyetü’l-İslâmî’de, Kuveyt’te çıkan el-Va’yü’l-İslâmî’de, Katar’da neşrolan el-Ümme’de, Hindistan’da yayınlanan er-Râdiü’l-İslâm’da, Fas’ta çıkan el-Mişkâtü’l-Edebiyye’de ve Türkiye’de İslâmî Edebiyat gibi dergilerde edebî, fikrî, dinî ve tenkidî makaleler yazmaktadır.
Yayınlanan eserleri:
Aklî İlimler Işığında İman
Aklî İlimler Işığında Nübüvvet
Baskıya hazır olan kitapları:
İslâm Güzelliğine Giriş (2 cilt)
Laiklik Fikrinin Çöküşü
Kur’ân Ahlâkı ve Fikir Savaşları