Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FERÂİZ MİRAS LA ALAKALI BAZI KONULAR Koca, karısını yabancı bir erkekle isteyerek zina yaparken görüp her ikisini de öldürecek olsa karısının mirasindan mahrum olmaz
Ölen kadının kendi annesi varken, babaannesi varis olamaz
Ölen adamın anne-baba bir kız kardeşi varken kendi kızının kızları ona varis olamaz
Kadın vefat edip geride Babası ve anne-baba bir erkek kardeşini bırakacak olsa bütün mirasini Babası alır
Baba "Kızımı red ettim Ölümümden sonra terekemden ona hiç birşey vermeyin" der ve ölecek olursa kız (yine) terekeden hissesini alabilir
__________________
FESAD, FESAT
Bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir Fesadın zıddı, salâh, fesad kökünden türeyen mefsedet'in zıddı da maslahat'tır
Fesad bir çok şey hakkında kullanılabilmektedir İbnu'l-Cevzî bunları şu şekilde maddeleştirmiştir:
1) Can, beden ve istikametten ayrılan her şey için
2) Zat ve eşya hakkında kullanılabildiği gibi, din hakkında da kullanılabilir ki, din hususundaki fesad, çoğunlukla isyan veya küfür ile olur
3) İbareler: Fesad, ibadetler hakkında da kullanılır Bazı ibadetler (hac, umre), fâsid olduğu halde devam edilip tamamlanabilir Bazıları ise (namaz vb), fasid olunca artık devam edilmez ve tamamlanamaz Yeni baştan yapılması gerekir
4) Akitler: Akitler hukukî (şer'î) şartlarını tamamlamadıkları zaman fasid olurlar
5) Şehadet: Kendisiyle hüküm verilmesini gerektirecek vasıfta ve özellikle olmayan şehadet "fasid şehadet" olarak adlandırılır
6) Dava: Bir dava mahkemede dinlenebilmesi için gerekli şartları taşımıyorsa, "fasid dava" olarak vasıflanır
7) Söz: Bir söz eğer muntazam ve düzenli değilse, buna "fasid söz" denir
8) Fiil (iş): Bir iş, bir davranış, nazar-ı itibara alınmıyor ve önemsenmiyorsa, buna "fasid fiil" denir
Fesad ve bu kökten türemiş olan isim ve fiiller, Kur'an'da elli yerde geçmektedir Tefsirciler bunları genelde yedi anlamda toplamaktadırlar
I) Ma'siyet: "Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın denilince: "biz ıslah edicileriz ' derler" (el-Bakara, 2/1 1)
2) Helâk: "Eğer, gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de fâsid, yani helak olurdu" (el-Enbiya, 21/22)
"Eğer gerçek onların arzuları doğrultusunda olsaydı, gökler, yer ve bu ikisinde bulunanlar helak olurdu Halbuki biz onlara, kendi zikirlerini getirdik onlar ise kendi zikirlerinden (onlara açıkladığımız hakikatten) yüz çeviriyorlar" (el-Mü'minûn, 23/71)
3) Kuraklık (yağmur kıtlığı): "İnsanların, kendi elleriyle yaptıkları yüzünden, onlara yaptıklarının sadece bir kısmını tattıralım diye, karada ve denizde, "fesad" ortaya çıktı Belki, yaptıklarının doğru olmadığını anlar vazgeçerler" (er-Rum, 30/41); (Bugün, havanın, suların, kısaca tabiatın toplumun, Sosyal ekonomik yapının insanlar tarafından bozulması, kirletilmesi bu ayetin muhtevası içinde değerlendirilebilir)
4) Öldürme (katl): "Firavn milletinin ileri gelenleri; Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını terkederek yeryüzünde fesad çıkarsınlar diye mi, yani Mısır ehlini öldürsünler diye mi terk ediyorsun" dediler (el-A'raf, 7/127; Ayrıca bkz Kehf, 18/94; Mü'min 40/26)
5) Harab olma, harap etme: "Başa geçince, yeryüzünde fesad çıkarmak için yani, ona harab etmek için çabaladı" (el-Bakara, 2/205; bkz en-Neml, 27/34)
6) Küfr: "Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesad 'a, yani, küfr'e engel olmalı değil mi idiler" (Hûd, 1 1/1 16)
7) Sihir: "Sihirbazlar sihirlerini göstermeye başlayınca, Musa onlara: sizin bu yaptığınız sihirdir, Allah onu boşa çıkaracaktır Çünkü Allah, müfsidlerin yani sihir yapanların amelini ıslah etmez, dedi" (Yunus, 1 0/8 1)
Yine bu anlamlara ek olarak, Fîrûzâbâdî, "Biz ahiret yurdunu, yeryüzünde üstünlük ve fesad istemeyenlere mahsus kıldık" (el-Kasas, 28/83) ayetindeki fesadın, "malı haksız yere almak" olarak tefsir edildiğini de söylemektedir Hemen belirtelim ki, fesad için verilen bu anlamlar, sınırlandırıcı ve bağlayıcı olmayıp, o zamana kadar bu kelimenin nasıl tefsir edildiğini göstermek maksadıyla zikredilmişlerdir Zamana ve şartlara göre, ayetlerde geçen "fesad" sözcüğünün daha başka şekillerde yorumlanması da mümkündür
Fesad ve bu kökten türeyen isim ve fiiller, aynı şekilde, Hadislerde de çeşitli anlamlarda kullanılmıştır Anlamları çok yakın olmakla birlikte, bunları genel olarak şu şekilde gruplandırmak mümkündür:
a) ''Bozulmak, istikametten ayrılmak" (Bkz Tirmizî, Fiten, 13/27; Ebû Dâvûd, Cihad, 24), b) "Fitne ve huzursuzluk çıkarmak (ifsad)" (Buhâri, Fiten, 21; Ebu Dâvûd,
Adâb, 37; Buhâri, Hudûd, 31; Tirmizî, Nikâh, 3), c) "İki kişinin arasını açmak, birbirine düşürmek (ifsad)" (Dârimî, Rikak, 7; Ahmed b Hanbel, VI, 459 Tirmizî, Kıyame, 56); d) ''İbadetin bozulması, geçersiz olması" (Buhâri, Ezân, 58; Vudû, 69; Salat, 15; Muvatta, Hacc, 152), e) "Akdin kusurlu (fasid) olması" (Buhari, Hiyel, 4), f) "Bozulmak" (Buhâri, İman, 39)
Bazı ayetlerde geçen, "yeryüzünde fesad çıkarmak" ifadesinin ne anlama geldiği hususunda şunlar kaydedilir:
a) İbn Abbas, Hasan ve Katade'ye göre; yeryüzünde fesad çıkarmak "Allah'a isyanı ortaya çıkarmak" anlamına gelir Fahreddin er-Râzı'nin naklettiğine göre Kaffâl, bu hususu şöyle açıklamıştır: Allah'a isyan izhar etmek, yeryüzünde fesad çıkarmak demektir Çünkü, şerîatler, insanlar arasına konulmuş yollar ve güzergâhlardır (sünen); insanlar, bunlara tutunursa düşmanlıklar kalkar, fitneler söner ve kan dökülmesi durur, neticede, yeryüzü ve bütün insanlar sulh ve sükuna kavuşur Eğer, bu sünnetler terkedilirse ve herkes heva ve keyfi arzularına göre davranırsa, anarşi ve çalkantılar kaçınılmaz olur
b) Bu ifade, bazı ayetlerde (el-Bakara, 2/205 de olduğu gibi), küfür ve nifak anlamına gelir
c) Fitneyi körüklemek, savaş çıkarmak anlamına gelir Bunun sonucunda da, insanların düzenleri, ekinleri, dinî ve dünyevî menfaatleri bozulur
Görüldüğü gibi fesad, özellikle Kur'an'da, "anarşi, bozgunculuk, istikrarsızlık" gibi anlamlarda kullanılmaktadır O halde Kur'an, toplum ve insanlık için gerek dinî gerekse sosyal manada, istikrar ve istikameti istemektedir İslâm, toplumun istikrarını korumak uğruna, tam istikamet üzere olmayan (fâsık) idareciye başkaldırmama anlayışını buradan almaktadır
Fesad'ın sosyal ve siyasi (sosyopolitik) muhtevasının yanında bir de, hukukî muhtevası vardır Bu muhteva kelimenin Kur'an, hatta sünnetteki kullanımında mevcut olmayıp daha sonra hukukçular tarafından ona yüklenmiştir
Hukuk doktrinlerinin doğup terminolojinin teşekkül etmeye başlamasından sonra, Hanefi hukukçular fesad sözcüğüne yepyeni bir hukukî anlam yüklemişler ve fesâd'ı akdin -fer'i yönlerinde (tamamlayıcı unsurlarında) bulunan ve akdi sıhhat mertebesi ile butlan mertebesi arasında bir mertebeye getiren bir kusur (halel) ile- kusurlu olması durumunu ifade için kullanmışlardır Bu kusur, aslı noktalarda (kurucu unsurlarda) bir aykırılık olmadığı için, bu akit "batıl (gayri mün'akid)" sayılamayacağı gibi, bünyesinde, akit sistemine fer'i noktalarda bir aykırılık mevcut olduğu için "sahih" de sayılamaz Öyleyse, fasid akit, hukukî varlığı olmayan bâtıl akit ile hukukî varlık kazanmış ve muteber olmuş sahih akit arasında yer almaktadır Zaten bu anlam, kelimenin sözlük anlamında da mevcuttur Nitekim, yukarıda da belirtildiği gibi, fesad'ın sözlük anlamı, yok olma, ortadan kalkma değil, mevcut olan bir şeydeki, değişme ve bozulmadır Bu itibarla hukuken yok sayılan batıl akit ile, hukukî varlık kazandığı halde "bozuk (kusurlu)" olan fâsid akdin ayrı ayrı hükümlere tabi tutulması, güzel bir hukuk anlayışıdır
Fesad teorisi Hanefi menşe'lidir Diğer çoğunluk hukukçular, hukuken muteber olup olmamasına nisbetle akdi, biri "sahih (mün'akid)" diğeri, "fâsid veya bâtıl (gayri mün'akid)" olmak üzere iki derecede ele almışlar ve akdin gayri mün'akid olmasını, akit sistemindeki hukukî emir ve yasaklara uyulmaksızın yapılması olarak anlamışlardır Hanefi doktrin ise, hukukî düzenlemeye aykırılık şekillerini aynı derecede tutmamış, bunun yerine aykırılığın aslı ve fer'i noktalarda olabileceğini ve bu farklı iki durumun aynı sonuca bağlanmasının doğru olamayacağını ileri sürmüştür Çünkü, uygulanacak müeyyidenin, hukukî düzenlemeye (kanun koyucunun hukuk anlayışına) aykırılığın derecesiyle mütenasip olması gerekir Buna göre, akit sistemine yalnızca fer'i noktalardan aykırı olan, fakat esaslı noktalarda, sisteme uygun olup rükun ve şartlarını bulunduran akdin butlan ve sıhhat arasında bir mertebede yer alması gerekir Çağdaş İslâm hukukçularından Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Hanefilerin fesad teorisini "faydalı bir durak" olarak tavsif etmektedir
Müctehid imamların, fesad mertebesi konusundaki ihtilafları, temelde, Kanun koyucunun -akitler gibi- itibarı varlığı bulunan tasarruflar hakkındaki yasağının (nehy) ne ifade ettiği (muktezası) konusundaki ihtilaflarına dayanır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, kanun koyucunun yasağının yorumlanmasındaki görüş ayrılığından kaynaklanın
Bazı ekoller, özellikle Hanbeli ekolü, nehyin yönelik olduğu noktalar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, nehyin muktezasının butlan olduğunu ileri sürmüşlerdir Çünkü, bunlara göre yasak, yasaklanan işin meşruluğuna mutlak olarak aykırıdır Bu noktadan hareketle, bu görüş sahipleri, "Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kişiler gibi kalkarlar Bunun sebebi, onların; "alım-satım da faiz gibidir" demeleridir Halbuki Allah, alım-satımı helâl faizi de haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) ayetinden sonraki "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, eğer mümin iseniz, artık faizi bırakın " (el-Bakara, 2/278) ayetinde geçen yasaklama sebebiyle, faizli akitlerin batıl olduğuna hüküm vermişlerdir Aynı şekilde, yine hadisteki yasak yüzünden, yasak bir şarta mukterin olan akdin bâtıl olduğuna hükmetmişlerdir (Bazı durumlarda, akdi değil de öne sürülen şartı batıl saymışlardır)
Hanefi ekolünde ise, bir işin yasaklanmış olmasının, o işin aslının meşru olmadığına delalet etmeyeceği, aksine, yasağa rağmen işin aslının (öz) meşru kalabileceği kabul edilmiştir
Sebeplerinin değişmesine göre, hukukî yasaklamanın sonuçlarına gelince:
Kanun koyucunun yasağı, genel olarak şu şekillerde karşımıza çıkar:
a) Yasağın, yasaklanan şeyin (Menhiyyun anh), bizzat (liaynihi) mi, yoksa dolaylı olarak (liğayrihi) mi, çirkin (kabıh) gösteren karineler olmaksızın varid olması: Bu şekildeki yasak, ilgili olduğu konuya bağımlı olarak iki çeşide ayrılır: Birinci çeşit yasak, zina, katı, şarap içme vb gibi maddî (hissî) fiiller hakkındaki yasak, ikinci çeşit yasak ise, oruç, namaz, alım-satım ve kiralama gibi şer'î tasarruflar hakkındaki yasaktır Maddi fiiller, yapılması ve gerçekleşmesi hukuk sistemine bağlı olmayan, yani bir hukuk sistemi olmaksızın da bihnen ve vukua gelen işler olarak tarif edilir Şer'i tasarruflar ise, meydana gelmesi ve bir hukukî değere sahip olarak yapılması, ancak hukuk sistemi dairesinde olabilen işlemlerdir Meselâ; oruç ve namazın, bir ibadet ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olması ancak, İslâm hukuk sistemi (şer') ile olmaktadır Aynı şekilde alım-satımın bir takım özel şartlarla mülkiyeti nakleden bir akit oluşu, yine hukuk sistemi sayesinde anlaşılabilmektedir
Hissi fiil ser-i tasarruf ayrımı, bünyesinde bir zorlama taşıyorsa da, özellikle Hanefi ekolündeki fesad-butlan teorisinde önemli bir yer tutar Usulcüler, hissi filler hakkındaki yasağın, -eğer bu yasağın, lâzım veya hâricî bir vasıf yüzünden olduğuna delil yoksa yasaklanan şeyin özü itibariyle çirkinliğine ve fesadına delalet edeceğinde hem fikirdirler Meselâ zina, hissi fiillerdendir, dolayısıyla zinanın yasaklanmış olması onun özü itibariyle çirkin olduğunu gösterir Usulcüler arasındaki görüş ayrılığı daha ziyade şer'î tasarruflar hakkında, mutlak olarak yani, öze mi yoksa bir vasıfa mı yönelik olduğuna dair bir karine olmaksızın, varid olan yasak hususundadır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, hakkında bu türlü bir yasak varid olan şer'î tasarrufun hükmünün ne olacağı konusundadır Bu konudaki görüşler kısaca şöyledir:
1) Şer'i tasarrufların mutlak olarak yasaklanması, bu tasarrufların butlanına delalet eder ve yasaklanan şeyin çirkinliği sabit olur Bu tasarruf artık aslı itibariyle meşru olarak kalmaya devam edemez Şâfiî usulcülerin çoğu bu görüştedir
2) Böyle bir yasak tasarrufun butlanına delalet etmez Hanefiler ile bazı Şafiî usulcüler bu görüştedir
3) Bu nehiy, ibadetlerde fesada delalet eder fakat muamelatta fesada delalet etmez Şevkanı, bu görüşü Ebu'l-Huseyn Basrı, Gazzalî ve Razi'ye nisbet eder
b) Yasağın, yasaklanan şeyin bizzat kendisine veya bir parçasına (cüz'üne) yönelik olması: Meselâ; taş atmanın alım-satım sayıldığı (bey'u'l-hasât) sırf şeklî akdin yasaklanmasında yasak bizzat bu fiile yöneliktir (Müslim, Buyû, 1513; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, V, 147-148) Diğer taraftan, erkek hayvanın sulbündeki veya dişi hayvanın karnındakinin satılmasına (mezamin ve melakih) yasaklanmasında ise, yasak akdin bir rüknü ve bir parçası olan "mebı"e yöneliktir
Çoğunluk usulcülere göre bu şekildeki nehiy, butlan muradifi olan fesad'ı gerektirir
c) Yasağın, yasaklanan şeyin aslına (özüne) değil de, ayrılmaz bir vasfına yönelik olması: Meselâ, faizin yasaklanması böyledir Çünkü, yasak, fazlalık sebebiyledir; bu fazlalık ise ne satım akdinin kendisi, ne de onun bir cüz'üdür Aksine, akdin ayrılmaz (lazım) bir vasfıdır Akdin muktezasına aykırı bir şartı ihtiva eden satım akdinin, bayram günü oruç tutmanın yasaklanması bu kabıldendir Çoğunluk usulcülere göre bu yasaklama, bir şeyin bizzat (özü itibarıyla) yasaklanmasından farksızdır Yani, fesadı gerektirir ve yasaklanan şey, matlub olan hiç bir sonucu meydana getiremez Hanefilere göre ise, bu nehiy, sadece vasfın fesadını gerektirir ve işin aslı meşru olarak kalır Hatta, bu vasıf giderilince söz konusu tasarruf meşrulaşır Hanefiler bu şekildeki tasarrufu fasid olarak isimlendirir ve ona bir takım sonuçlar tertip ederler
d) Yasağın, yasaklanan şeyin haricî ve ayrılabilir bir vasfına yönelik olması: Gasbedilmiş yerde namaz kılmanın yasaklanması böyledir Buradaki yasak, başkasının mülkünü haksız olarak işgal etme sebebiyledir ki, bu sebep, namazın ayrılmaz vasfı değildir, yani namaz başka yerde de kılınabilir Cuma ezanı okunurken alış-veriş yapmanın yasaklanması da böyledir Yani yasak, alış-verişin özüne değil, onun dışında başka bir hususa yöneliktir ki, bu husus; alış veriş yaparken cuma namazının kaçırılmasıdır Cumhur usulcülere göre, bu tür yasaklama, yasaklanan şeyin butlanını da fesadını da gerektirmez Bu yasaklamaya rağmen, iş meşru olarak kalmaya devam eder ve amaçlanan sonuçlarını meydana getirir Ne var ki fâili günah kazanmış olur
Kanun koyucunun bâtıl olduğunu belirtmeksizin bir tasarrufu yasaklaması durumunda, nehyin sonucu, nehyin sebebine göre başka bir ifadeyle hukuk düzenine aykırılık çeşidine göre değişiklik gösterir Şöyle ki;
1) Kanun koyucu, bir fiili bazan, özü (asıl) itibarıyla meşru olmadığı için yasaklar Çünkü bu fiil özü itibariyle çirkindir Meselâ, zinadan neseb ve mehir sabit olmaz, mûrisini öldüren (kâtil) öldürdüğü kişiye vâris olamaz, yine gasbeden gasbettiği şeye mâlik olamaz Bu tür şeylerin yasaklanması literatürde "hissî (maddî) fillerin yasaklanması" olarak ifade edilir Melâkih (erkek hayvanın sulbünde bulunan) ve mezâmınin (dişi hayvanın karnında bulunan) satılması hakkında sünnette varid olan yasak da bu kabıldendir Ser', bunları akde uygun "konu" saymamıştır Aynı şekilde, mülâmese ve münabeze'nin yasaklanması da böyledir Çünkü, bu tür alım-satım, sahih rızaya delalet etmemektedir Görüldüğü gibi, bu akitler, kurucu unsurlarından birini kaybetmişlerdir Bu sebeple "bâtıl"dırlar
2) Kanun koyucu, bazan, aslı meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasak Kanun koyucunun, yasaklanan işte çirkin gördüğü ve işi kendisinden arındırmak istediği bir vasfa yönelir Şöyle ki, aslın meşru olduğu açık olduğuna göre, sadece vasıf, yasağın hedefi olarak kalmaktadır Faizli işlemin yasaklanması gibi Böyle bir işlem ya satım ve ödünç akdidir ve her ikisi de asıl itibarıyla meşrudur Fakat bu akitlerde, kanun koyucunun çirkin gördüğü bir vasıf vardır ki, o vasıf akdin, "karşılıksız bir fazlalığa" şamil olmasıdır Satım ve kira akdinde bazı özel şartların öne sürülmeşinin yasaklanması da böyledir Her iki akit de asıl itibarıyla meşrudur fakat bu akitlerde öne sürülen vasıf mesabesinde olan şart gayrı meşrudur
Yasaklanan akit eğer bu türden ise yani aslen meşru ise, yasak, Hanefilere göre, bu akdin bâtıl olması sonucunu doğurmaz Aksine bu akit fasid olarak (yani, fer'i yönlerinde, onu iptal edilebilir hale getiren bir kusurla kusurlu olarak) in'ikad etmiş sayılır Eğer bu fasid akdin iptaline bir engel çıkarsa (mesela fasid akit sonucunda kabzedilen şey meşru başka bir akitle elden çıkarılmışsa veya onda geri iade edilmesine imkân vermeyecek birtakım değişiklikler husule gelmişse), bu takdirde fasid akdin hükmü sabit olur ve artık feshedilemez İşte özellikle Hanefi fakihlerin fasid akdi tarif ederken "fasid akit, aslı itibarıyla meşru, vasfı itibarıyla gayrı meşru akittir" sözlerinin anlamı budur Bilindiği gibi batıl akit, hem aslı hem de vasfı itibarıyla meşru değildir ve ona sahih akdin sonuçlarından hiçbirisi terettüp etmez
3) Bazan da kanun koyucu, aslen ve vasfen meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasağın illeti, tamamen haricî bir durum olur Mesela; cuma ezanı vaktinde yapılan alım-satım hakkındaki yasak böyledir Bu tür yasaklar, butlan veya fesadı gerektirmez Çünkü, alım-satım, medenî bir akit olması bakımından temel (tabii) unsurlarını ve kuruluş şartlarını tamamlamıştır Yasak ise, haricî bir sebep yüzündendir Bu haricî sebep de; akit yapmak uğruna, vacib olan ibadeti yerine getirememe ihtimalidir Böyle yasağın muktezası ise yalnızca "dinî bakımdan haramlık"'tır Nitekim bir kişinin, yine alım-satım yüzünden başka bir namazı kaçırması durumunda da aynı dini haramlık söz konusudur Namazın kaçırılması "din bakımından (diyaneten)" haramdır Ancak, bu haramlık, bu esnada yapılan akdin sıhhatine etki etmez Aynı şekilde, başkasının dünür olduğu kıza, -henüz düşünme safhasında iken- talip olmanın, bitmemiş pazarlığa yeni bir teklifle girmenin yasaklanması da bu kabıldendir Bu ve benzeri yasaklama şekilleri bu şekilde alım-satım ve nikâhta "kazâı-medenî" yönden butlan ve fesad gerektirmez, ancak akdin kuruluş unsurları haricinde ahlâkı bir mana sebebiyle sadece "dinî bir kerahet" gerektirir Eğer, nehyin illetine veya mahiyetine bakılmaksızın, her durumdaki neh'yin sonuçları eşitlenecek olursa, "eksik akdî mahiyet" ile "tam ve sağlam akdî mahiyet" de eşit tutulmuş olur ki bu, hukuk mantığı bakımından tutarlı bir yol değildir
Butlân-fesad ayırımı bütün tasarruf çeşitlerine şâmil değildir Mesela, namaz, oruç, hac vb ibadetlerde batıl ile fasid arasında fark yoktur İbadetler, ya sahihtir (ve mükellefin zimmetini borçtan kurtarmıştır) ya da sahih değildir ve borç düşmemiştir İşte bu durumda bu ibadete fâsid ya da batıl denir ki her ikisi aynı anlamdadır Bu konuda İslâm hukukçuları görüş birliği etmişlerdir
Medenî hukuk alanında ise, fesad-butlan ayırımı, sadece karşılıklı borçlar doğuran ya da mülkiyeti nakleden "mâlı akitler"de câridir Bu kural (söz) alım-satım, kira, rehin, havale, kısmet, şirket, büzaraa ve benzeri akitleri içine alır Çünkü bu akitler karşılıklı borç doğururlar Aynı şekil de karz ve hibe akdi de bu çerçevededir Çünkü, bu ikisi mülkiyeti nakleder Bu akitlerin hepsinde fesad, butlandan ayrılır ve bu akitler fesada rağmen hukukî varlık kazanmış (mün'akid) sayılır
Aynı şekilde, butlan-fesad ayırımı şu tasarruflarda da cârı değildir: a) Mutlak fiilî tasarruflar b) Akit kabılinden olmayıp, talak, vakıf, ibra, kefalet, ikrar gibi tek taraflı irade kabılinden olan tasarruflar, (dava bundan istisna edilmiş ve onda bu ayırımın cari olacağı öne sürülmüştür) c) Evlenme, vekalet, vesayet, tahkim gibi mâlı olmayan akitler, (Vekalet, vesayet ve tahkim "tevfiz akitleri"dir Bu yüzden bunlarda butlan-fesad ayırımı cân değildir Ancak, nikâh akdinde bu ayırım doktrinde tartışmalıdır Bk Fasid nikâh) d) Vedia ve iâre gibi karşılıklı borç yükleyen fakat mülkiyeti nakletmeyen mali akitler
Bu tasarruflarda, iki mertebe söz konusudur; sıhhat ve butlan Bu ikisi arasında üçüncü bir mertebe yani fesad mertebesi yoktur Aksine bunların butlan ve fesadı, hukuk düzeni tarafından muteber olmadığını göstermesi bakımından aynı anlamdadır
Fesad sebebleri
Fesad sebebleri, genel fesad sebebleri ve özel fesad sebebleri olarak ikiye ayrılır Özel fesad sebeblerini bilmek için, her akdin özel sıhhat şartlarını bilmek gerekir Her akdin özel sıhhat şartları farklı olduğu için, bir akit için fesad sebebi olan bir sebep, başka bir akdi fasid kılmayabilir Mesela "şüyû" satım akdini fasid kılmaz ama, rehn akdini fasid kılar Aynı şekilde müfsid şart, muavazalı akitleri fasid kılar fakat hibeyi fasid kılmaz
Genel fesad sebebleri
1) Cehalet: Hanefi doktrininde akdi fasid kılan cehaletle kasdedilen "fahiş cehalet"tir Fahiş cehalet de, "çözümü güç anlaşmazlık (müşkil nizâ)"a yol açan cehalet anlamındadır Mesela, bir kimse, tayin edilmeksizin sürü içerisinden bir koyun satsa, satıcı, tayin edilmemiş olma gerekçesiyle, kötü bir koyunu vermek isteyebileceği gibi, aynı gerekçeden hareketle müşteri iyi bir koyun isteyebilir Her iki tarafın tutunduğu gerekçe birbirine eşit olduğu için bu türden anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması güçtür Bu türden çözümü güç anlaşmazlığa yol açmayan cehalet ise akde zarar vermez
Akdi fasid kılan cehâlet genelde şu dört hususta olur; "akit konusu olan şeydeki (ma'kudun aleyh) cehâlet", "mali muavazalı akitlerde ıvazın, mesela, satım akdinde semen'in mechul olması", "surenin bağlayıcı önemi bulunan kira vb akitlerde surenin meçhul olması" ve "akitte şart koşulan vesikalandırma yollarının meçhul olması mesela, satıcı müşteriden müeccel semen için bir kefil istese, bu kefilin belirlenmesi gerekir aksi takdirde akit fasid olur"
2) Ğarar (aldatma, kandırma): Ğararla kastedilen, akdin mevhum ve güvenilmeyen bir duruma dayanması durumudur Hanefi doktrini, makudun aleyh'in aslında olan ğarar ile evsâf ve meKadir'deki ğararı birbirinden ayırmıştır Makudun aleyhin aslında (özünde) olan ğarar akdin butlanını gerektirir Meselâ, anasının karnındaki yavru hayvanı satmak böyledir
Vasıf ve miktarlardaki ğarar ise akdin butlanının değil, fesadını gerektirir Ğarar ile kasdedilen de daha ziyade bu ğarardır Mesela, bir kimse, şu kadar litre süt veriyor olması şartıyla bir inek satarsa, bu satım fâsiddir Çünkü, ineğin o kadar süt vermemesi mümkündür Ancak, ineği, "bol sütlü" diyerek satarsa, bu bir vasıftır ve bunda ğarar yoktur Eğer örfe göre, inek, sütlü denecek kadar süt vermiyorsa, müşteri, "şart koşulan vasfın olmaması" muhayyerliği ile ak di feshetme hakkına sahiptir
3) İkrah: İkrahın, akdi fâsid mi yoksa mevkuf mu kıldığı hususu Hanefi doktrininde tartışmalıdır Ebu Hanife, ikrahın akdi fasid kılacağını ve bu akde, diğer fâsid akitlere terettüp eden hükümlerin terettüp edeceği görüşündedir Ebu Hanife'nin öğrencilerinden Züfer ise, ikrah bulunan akdin fâsid değil, "sahih mevkuf" olduğunu ileri sürmüştür
Fesad sebebleri arasında bunlar dışında, bir de "müfsid şart" vardır
Bunlar dışındaki fesad sebebleri özeldir ve etkisi bazı akitlere münhasırdır Mesela, "süre tayini" satım ak dini, fasid kılar, "sürenin tayin edilmemesi" de kira akdini fasid kılar
Fesâdın sonucu: Fasid akdin, hanefi doktrinde mün'akid (hukukî varlık kazanmış) akit olduğunu, fakat bununla birlikte feshedilmesi gerekli olduğunu belirtmiştik İşte, fesadın sonucu, taraflardan her birinin, tek taraflı iradesiyle akdi feshedebilmeleridir Bazı durumlarda, fâsid akdi hakim de feshedebilir
Fasid akde terettüp eden hüküm, sırf in'ikad etmesiyle değil, ancak teslim anındadır Teslim tamamlanıp, mebiin mülkiyeti müşteriye geçince, müşteri, konuştukları semeni değil, mebiin kabz günündeki kıymetini ödemek durumundadır (mecelle md 371)
Fasid akdin feshedilebilmesi için de iki şart vardır
a) Makudun aleyh'in, akdin tarafları dışındaki kişilerin makûdun aleyhte kazandıkları hakları iptal etmemesi Mesela, fâsid bir alım-satım akdiyle satın aldığı malı, başka birine sahih bir akitle satarsa, artık fasid akdin feshi mümkün olmaz Bu iki durumda fâsid akdin feshedilemez oluşu, her halde, "teamülün istikrarı" ve "kazanılmış haklarının korunması" fikrinden kaynaklanır
Tarafların fesada razı olduklarını söylemeleri (icâzet) sonucu değiştirmez, akit fasid olarak kalmaya devam eder ve yine feshedilmesi gerekir Çünkü, fesad, akit sistemine aykırılıktan kaynaklanmıştır
İslâm hukukunda özellikle Hanefi hukukçuların ortaya atıp geliştirdikleri "fesad teorisi" gerçekten çok ileri bir hukuk mantığının ve hukuk tekniğinin bir ürünüdür Fesad teorisi, çok ağır boyutta olmayan kusur ve aykırılıkları içeren akdin bir anda hukukî hayattan kaldırılmasını engelleyen ve o akde belli oranda ve belli şartlar dahilinde sonuç doğurabilme ve telafi edilebilme imkânı veren orijinal bir "medenî müeyyide"dir Hükümsüzlük sisteminde sıhhat ile butlan arasındaki bu "ara müeyyide", sosyal şart ve ihtiyaçlara daha kolay uyum sağlama ve hukukî münasebetlerin devamlılık ve istikrarını sağlama açısından önemlidir
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FETVA VE MÜFTI "Fetva", "iftâ" ve "Müftî" terimlerini ayrı ayrı anlatma imkanı olmadığından beraberce anlatmaya çalışacağız"Fetva" kelimesi ile "Fütüvvet ya da "Fetâ" kelimeleri aynı köktendir "Fütuvvet" gençlik, cömertlik ve kerem, "Fetâ" ise bu vasıf ları taşıyan genç demektir Kelimenin kök manasında bir güç ve kuvvet mevcuttur Bu kökten türeyen "Fetvas"da da aynı mana vardır ve o, bir olaya verilen kuvvetli cevap ya müşkil bir meselenin güçlendirici izahıdır Çoğulu "fetâvâ" veya "fetâvî" gelir Buradan türetilen "iftâ" açıklamak demektir Bunlar kelimenin sözlük anlamıdır Fıkıh istilahında ise "Fetvâ": Birisi tarafından hüküm bilinmediği için sorulan şeri bir meselenin müşkilliğini giderecek cevabının verilmesidir Fetva verene "Müfti" sorana da "Müstefti" denir Dolayısı ile fetvada; Müfti, müstefti, ifta ve fetva olmak üzere dört unsur vardır Pek çok fıkıh usulcüsüne göre "fetva" ile "ictihad" arasında fark yoktur Buna göre "müfti" de aynı zamanda "müctehid" demektir Dilimizdeki "müftü" kelimesi "müftî'nin Türkçe ses uyumuna uydurulmuş halidir ve mecaz anlamda kullanılmaktadır Kısaca "fetva" bir "ictihad" ameliyesidir ve fetvayı asıl anlamına ancak müctehid olanlar verebilirler Çünkü fetva şari' (şeriat koyucu) adına hüküm vermektir ve bu yetki de ancak müctehide verilmiştir Onun için de fetva vermek çok büyük ve tehlikeli bir iş olarak görülmüştür Resulullah da (sa): "Sizin fetvaya en cüretkârınız ateşe de en cüretkarınızdır" buyurmuşturGerçek anlamda müfti müctehid olunca, müctehidde bulunması gereken şartların kısaca ictihad ehliyetinin onda da bulunması gerekir Bu şartları Ebu Yusuf: Kitap ve sünnetin ahkamını, nasih ve mensuhu, müteşabih nasları, sahabi görüşlerini ve Arapçanın vücuhunu bilmek diye sayar Imam Muhmmed de kısaltarak, isabeti hatasından çok olmak diye özetlerAncak hakiki anlamda müftilerin bulunmadığı ya da yeterli olmadığı yerlerde dini kaynaklara müracaat edebilecek ve doğru anlayabilecek seviyedeki alimlerin önceden verilmiş, fetvaları (ictihadları) nakil yoluyla fetva vermeleri de caizdirBir de mütfide bulunması gereken edepler vardır: Öncelikle müfti peygamber varisi olduğunu bilmeli ve ondaki zühd ve takvadan da nasibini almalıdır Çünkü varis, müteveffanın bıraktığı her mahalde payı olan kimsedir Mütesahil olup, gayrette kusur ederek işin kolayına kaçmamalıdır Duygusal anlarında fetva vermemelidir Imkan nispetinde bu işi sırf Allah rızası için yapmalı ve karşılığında ücret almamalıdır Yeminler ve ikrar konusunda bölgenin örfünü bilmeden fetva vermemelidir Naklen fetva veriyorsa mutlaka sağlam kaynaklardan alıntı yapmalıdır Fetva soranı şaşırtacak tarzda ihtilafları zikredip meseleyi karma karışık hale getirmemelidir Sorulan soruyu zaman ve mekan unsurlarını da hesaba katarak öncelikle çok iyi anladığından emin olmalıdır Cevabından çok emin olmadığı konuları diğer ulema ile tanışıp sonuca öyle varmalıdır Fetvayı yazıyorsa, çok açık ve yanlışa ihtimal vermeyecek tarzda yazmalıdır Ifade açık ve avamın anlayacağı bir üslup kullanmalıdır Bilmediği konular için "bilmiyorum" demekten çekinmemelidir Fetvasına besmele ve dua ile başlamalıdır Insanlara halk arasındaki değerlerine göre değil, soru sorma sıralarına göre fetva vermelidir Fetvada bir tarafa meyletmekten kaçınmalıdır Kelamî konuları uzunca anlatmamalıdırMüfti; müctehid olan ve olmayan diye ayrıldığı gibi fetva da; ictihad olarak verilen, tahric yoluyla (başka müctehidlerin ictihadlarına kıyasla) verilen ve sırf bir müctehidin sözünü nakilden ibaret olan fetva diye üçe ayrılırFetva vermek (ifta) ile kazâ (hüküm) bir yönüyle aynı şeyler ise de bazı yönlerden birbirlerinden ayrılırlar:1 Ifta, şer'î hükmün ne olduğunu sadece bir açıklama ve haber vermedir Kazâ ise böyle açıklama olmakla beraber bağlayıcıdır Kanuni müeyyidesi vardır2 Iftâ bir velayet cinsi değildir Oysa kazâ bir nevi velayettir Binaenaleyh, kadının verdiği hüküm kabule zorlanır3 Müctehid bir müftinin kendi görüş ve ictihadının aksine bir ictihad ile amel etmesi caiz olmaz Oysa kendi ictihâdının aksine de olsa hakkındaki kazaya uymak zorundadır4 Kaza aslında halifeye ait olup onun vekillerine intikal ederFetvayı ise ehil olan herkes verebilir5 Kaza, kadının görevli olduğu süre ve mekanla sınırlıdır, fetva ise umumidir6 Müfti diyanetten fetva verir, kâdı ise zahire göre hüküm vermek zorundadır7 Iftada erkeklerle kadınların farkı yoktur, kazada ise kadınlar çoğunluğa göre hiç bir surette, bazılarına göre de önemli konularda görev alamaz ve kâdı olamazlar
__________________
FIKIH AÇISINDAN AVRET VE GİYİNME Avret Kavramı ve Dayandığı Esaslar
"Avret" sözlükte gedik ve benzerindeki aralık ve kendisinden zarar ve fesat beklenen şey demektir Ayette geçen "Evlerimiz avrettir" (el-Ahzâb 33/13) ifadesi; "Boştur ve orada fesat ve kötülükten endişe edilir" anlamındadır Kadın ise, görülmesi ya da sesinin duyulmasıyla fesat vaki olabileceği için avrettirYoksa -bazılarının dediği gibi- "Avret"; "çirkinlik" anlâmındaki "Aver"den gelme değildir Çünkü, "Avret" aslında, güzel olan ve canların arzuladığı kadınlarda da vardır Ancak buradaki çirkinlik -yaratılış gereği meyl olsa bile- şer'î çirkinliktir de denebilir (el-Harasî, Âlâ Muhtaşar-i Seydî Halil, I, 244)
Insanın avret sayılan kısımlarının örtülmesi konusunda, fıkıhçılar arasında ihtilâf yoktur Çünkü bu konuda vucûb ifâde eden açık naslar mevcuttur
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'inde HzPeygamber'in kadınlarına hitaben; "Evlerinizde (vekar ile) oturun Evvelki cahilliyyet devri kadınlarının kırıla döküle, süslerini göstere göstere yürüyüşü gibi yürümeyin" (el-Ahzâb 33/33) buyuruyor(Bu emirlerin sadeceAllah Reslü'nün zevcelerine ait olması düşünülemez Zira onlar bütün müminlerin anneleri oldukları halde (el-Ahzâb 33/6) böyle olmaları istenirse bu, diğer kadınlaradan öncelikle istenir Sûre'nin sonundaki "Cilbab" ayeti de bunu gösterir Bu emrin onlardan başlaması, onların örnek olmalarından ve bir şeye davet edenin, o şeye öncelikle uyması gerektiğindendir (alûsî; Rûhu'l-Me'ânî, Mısır (Tarihsiz), XXll, 6;Muhammed Ali es-Sabûni, Ravi'u'l-Beyan Darû'l-Kur'an'il Kerîm, 1972 (l391 ) NI, 378)
Diğer bir ayette de yine HzPeygamber'in kadınları ile ilgili olarak inananlara hitaben: "O'nun (Hz Peygamber'in) zevcelerinden lüzûmlu bir şey istediğiniz vakit perde arkasından isteyin" (el-Ahzâb 33/53) buyuruyor
Bu emirleri biraz daha izah eder şekilde:
"Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, "Cilbablarını" üstlerine örtmelerini söyle" (el-Ahzâb 33/59) Yine:
"Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, zinnetlerini açmasınlar Bunlardan görünen kısmı müstesna, başörtülerini yakalarının üstünü (kapayacak şekilde) koysunlar" (en-Nûr 24/31) buyuruyor Ayrıca:
"Ey Adem oğulları, her mescide gidişte zînetlerinizi takının" (el-A'râf 7/31) âyetinin namazda avreti örtmenin farz olduğuna delâlet ettiğinde cumhur müttefiktir (Kurtubî, el-Câmî Li-Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire,1967 (1387) VN/190) Mutlak olarak avreti örtmenin vücûbuna delâlet ettiğini söyleyenler de vardır (Aynî, Umdetu'l-Kârî, Mısır (Tarihsiz), IV/54)Yine en-Nûr Sûresi, 58 59 ve 60 ayetler de bu konu ile ilgilidir
Hz Peygamber de:Meselâ HzAli'ye hitaben, tasarlamaksızın olan birinci bakıştan sonra vuk'u bulacak kasıtlı bakışı yasaklıyor (Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizî, Edep 28; Dârimî, Rikâk 3; Ahmed, V/35l ,357) Cerîr b Abdullah ansızın bakışın hükmünü sorduğunda gözünü çevirmesini emrediyor, (Müslim, Edeb, 45; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43; Tirmizî, Edeb, 28: Dârimî, Isti'zan; Ahmet, IV, 358, 361) şehvetle bakışı gözün zînası sayıyor, (Buhârî, Isti'zan,12; Kader, 9; Müslim, Kader, 20, 21; Ebû Dâvûd, Nikâh;Ahmet, N/276) bir kadının güzelliklerine şehvetle bakanın gözüne kurşun eritilip döküleceğini bildiriyor, (Serahsî, Mebsût, XI/153) mutlaka yollarda bulunulması gerekli haller de gözü kapamayı yolun hakkı olarak gösteriyor, (Buhârî, Mezâlim, 22; Ebû Dâvûd, edep,12; Ahmed, NI/ 36, 47) öbür yönüyle de bakmamayı, ecre ve imanın tadını duymaya vesile sayıyor (Ahmed, V/264) İşte bu ve benzeri naslar Islam âlimlerinin, avreti örtmenin farz olduğu konusunda ittifaklarına sebeptir Ebû Velîd b Rüşd, bu konuda ulemanın ittifak ettiklerini söylüyor (Ibn Rüsd; Bidâyetü'l-Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid 5I/89; Aynı, age IV/53) Böylece bu, fiilî icma haline de gelmiş demektir Ancak "avret" in sınırı nedir, kadınlara "zînet"leri ve örtmeleri emrinden istisna edilen "zâhir zînnetleri" neresidir, ilk câhiliyyet süsü sayılan ve yasaklanan "teberrüc" nedir? Ve nihayet kadının örtünmesi konusunda "Örtünsünler" emriyle yetinilmeyip "Üstlerine atmaları" emredilen "cilbabları" nin keyfiyeti nedir? Bu noktaların açıklanması gerekir Bu ve benzeri konular için cilbab maddelerine bakınız
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FIKIH VE FETVA "FIKIH" Arapça "fe-ku-he" maddesinden gelir Sözlük anlamı ile "bir şeyi iyi kavramak, anlayışlı olmak, bilmek" demektir Bu açıdan "ilim"den biraz farklıdır "Ilim" nasıl olursa olsun bilmek, "fıkıh" ise, işin esprisini kavramak, inceden inceye bilmek, demektir "Fıkıh" sonradan şeriat ilimlerini (Kitap ve Sünneti) bilmeye ad olmuştur Daha sonra da hüküm isteyen furû mes'elelerine ve onları bilmeye denmiştir Rasûlullah (sav) döneminde "fıkıh", bugünkü tahsîsî (spesifik) anlamında değildi Meselâ o: "Allah kime hâyir dilerse onu dinde fakîh kılar", "Insanlar madenler gibidirler Cahiliyette seçkin olanları, fıkhettikleri takdirde Islâm'da da seçkin olanlardır" Ibn Abbas için: "Allah'ım, onu dinde "fakîh" kıl ve ona Kur'ân'ın te'vilini öğret" buyururlarken "fıkhı", hep bu genel anlamda, yani iyice anlama ve kavrama anlamında kullanmıştır Fıkıh, tabiin dönemine kadar bu anlamda kullanılmış olacak ki, Imam-i Azam onu: "Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir" diye tarif etmiş ve itikad esaslarından bahseden eserine "el-Fıkhu'l-Ekber" yanî, iyi anlaşılması gereken en önemli mes'eleler adını vermiştir Daha sonra, ilimlerin çok detaylı ihtisas dallarına ayrılmasıyla da fıkıh, "şer'î ve amelî mes'eleleri bilmektir" diye tanımlanmıştır
Her ne olursa olsun, fıkıhla ilgisi olmayan bir müslüman düşünülemez İşte bu mulahaza ile bizler "fıkıh" penceresini biraz aralayacak ve onun genellikle tahsîsî anlamıyla, günübirlik mes'elelerimize çare arayacağız Şimdilik yapacağımız sadece nakil anlamında fıkıhtır Yani bizler şu anda, fıkıhla meşgul olduğumuz için mecazî manâda fakihiz Halimize, şu ana kadar aldığımız yola, yapılması gerekenlere göre yaptıklarımıza baktığımızda hakiki anlamda fakîh, yani müctehid olamayacağımızdan korkuyoruz Ama Allah'ın lütfûnu, bize: "Ya Rab, bizi muttakilere imam kıl" diye dua öğretmesini ve O'nun sonsuz hazinesini düşündükçe yani olana değil, oldurana baktıkça da bunun zor olmadığını görüyoruz ve istiyoruz
Işin diğer yönüne gelince:
"Fetvaya en cüretkâr olanınız ateşe de en cüretkâr olanınızdır" hadîs-i şerifini biliyoruz Bu cüretkârlığı göze alamayız Onun için yazacaklarımız terim anlamıyla "fetva" olmayacaktır Çünkü gerçek anlamı ile "fetva" "müftî"nin işidir Müftî ise müctehid olmalıdır Biz şimdilik müctehid olmadığımıza göre yapacağımız işe de "fetva" vermek değil, fıkıhtan verilmiş fetvalardan aktarmalarla güncel meselelerimize çareler teklif etmek olacaktır Şimdilik müctehid değiliz, dememiz iddiali olarak karşılanmamalıdır Çünkü biz bunu söylerken kendimizi değil, işaret ettiğimiz gibi verecek olanı düşünerek söylüyoruz O'nun vergisine sınır getirme hakkına sahip değiliz
FISK, FÂSIK
İsyan, Allah'ın emrini terk, hak yoldan çıkma, günah işleme tohumun kabuğunu delip çıkması Fısk'ın çoğulu fesekâ ve füssâk'tır Istılahi anlamı ise, büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah'a itaat etmekten çıkmak (Muhammed Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Ayette "Rabbinin emrinden, O'na itaattan dışarı çıktı" (el-Kehf, 18/50) denilmiştir Emrini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden, amel etmediği halde kelime-i şehâdet getiren ve inanan kimse anlamlarında kullanılır (İbnü'l-Manzûr, Lisânü'l-Arab, X, 308; el-Cürcânî, et-Ta'rifât, fâsık mad)
Fıskın; Günahı çirkin kabul etmekle beraber, zaman zaman işlemek, devamlı olarak günah işlemek ve günahın çirkinliğini inkâr ederek işlemek (Kâdı Beydâvı, I, 58) şeklinde üç mertebesi vardır Üçüncü mertebe, küfür mertebesidir Yani günahın çirkinliğini ve kötülüğünü kabul etmeyerek haram olduğuna inanmayarak işleyen kimse dinden çıkmış olur
Fıskın sahibine Fâsık denir Fâsıkın üçüncü mertebesinde olmayan fâsık, günahkâr mümindir Ehl-i Sünnet'e göre mümin ünvanı kendisinden ahrımaz Mutezileye göre; Büyük günahişleyen fâsık, mümin değildir İnkâr etmiyorsa kâfir de değildir Küfürle İman arasında kalır Mutezile buna "El-menziletu beyne'l-menzileteyn"* der Yani küfürle iman arasında üçüncü bir mertebe Haricilire göre; Fıskın hangi mertebesinde olursa olsun fâsık kâfirdir (Abdusselam İbn İbrahim, Şerhû Cevheretu 't- Tevhıd, s 244-245)
Fısk ve fâsık terimleri ile çoğulları Kur'an da elli kadar ayette, kullanılmıştır
Ayetlerde görülen değişik anlamlara birer örnek vereceğiz: Zalim anlamında; ''Fakat zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka sekle koydular Biz de fâsık olmaları yüzünden, üzerlerine gökten azap indirdik" (el-Bakara, 2/59)
Hak yoldan çıkma anlamında: "Ayetlerimizi yalanlayanlara ise, doğru yoldan çıkmaları sebebiyle azap dokunacaktır" (el-En'âm, 6/49) Yalancı anlamında: "Ey iman edenler, eğer fâsık bir kimse size bir haber getirirse, onun doğruluk derecesini araştırın" (el-Hucurât, 49/6) Mücâhid ve Katâde'den nakledildiğine göre, Hz Peygamber Müstalik Oğullarına, Velid b Ukbe'yi toplanan zekâtları teslim almak üzere gönderdi Ancak Velîd, oraya gitmekten korkarak yoldan geri döndü ve Hz Peygamber'in huzuruna çıkarak müstakil oğullarının dinden döndüklerini ve Medine'ye saldın için toplandıklarını, öldürülmekten korktuğu için aralarına girmediğini söyledi Bunun üzerine Allah elçisi, Hâlid b Velîd'i araştırma için müstalik oğullarına gönderdi Hâlid, oraya gece vardı ve casuslarını önden gönderdi Ezan okunduğunu ve namaz kılındığını görünce haberin yalan olduğu ortaya çıktı Bu olay üzerine yukarıdaki ayet nâzil oldu ve bu şekilde yalan uyduran Velîd b Ukbe ve benzerleri için "fâsık" terimi kullanıldı (İbn Kesir, Muhl İhtisaa ve tahkik, Muhammed Alı es-Sâbûnî, Beyrut 1402/1981, III, 360, 361)
Yine Kur'an'da iffetli bir kadına zina iftirası atan kimseye fâsık denilmiştir "İffetli kadınlara zina isnâd edip de, sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun Onların şahitliklerini de ebediyen kabul etmeyin İşte"onlar fâsıkların ta kendileridir Ancak, bundan sonra tövbe edip islah olanlar bu hükmün dışındadır" (en-Nûr, 23/4, 5)
Ebû Hanife (ö 150/767)'ye göre, zina iftirası ezası uygulanan kimse sonradan tövbe ederse, Fâsıklıktan kurtulur, fakat ölünceye kadar şâhitliğine güvenilmez Çünkü ayetteki "tövbe ederlerse" istisnası, yalnız cümlenin son kısmına aittir Diğer çoğunluk hukukçulara göre ise, istisna ayetin bütününe aittir Tövbe edince hem fâsıklıktan kurtulurlar ve hem de şahitlikleri geçerlidir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, VI, 173, 174)
Hz Peygamber fâsık âlimden uzak durulmasını (Dârimî, Mukaddime, 29), karga eti yiyenin fâsık olduğunu (İbn Mâce, Sayd 19), Fâsıkların cehennem ehli olduklarını (Ahmed b Hanbel, III, 428, 444) ve bir müslümanın diğerini fâsıklıkla itham etmemesini (Tecrid-i Sarih Tercümesi XII, 137, Hadis No: 1988) bildirmiştir Ayrıca pek çok rivâyeti bulunan bir hadiste beş hayvan için fâsık terimi kullanılmıştır Hz Âişe'den gelen rivâyet şöyledir: "Beş fâsık hayvan vardır ki, bunlar haremde de harem dışında da öldürülebilir Yılan, Akrep, Fare, Kuduz Köpek ve Karga" (Müslim, Hacc, 67, 68, 69; Nesaî, Menâsik, 113, 114,118, 119, İbn Mâce, Menâsik, 91) Burada fâsık terimi; zararlı haşarat, söz dinlemeyen, kötülük yapan anlamındadır
Ayet ve Hadislerden anlaşıldığına göre fâsık tabiri kâfir ve münâfığı içine alan geniş anlamda kullanıldığı gibi, ehl-i Sünnet âlimlerine göre daha çok büyük günah işleyenler için kullanılmıştır Ehl-i Sünnete göre inkâra düşmeksizin büyük günah işleyen ne kâfir ne de münâfık olur İmandan da çıkmaz Tövbe etmeksizin ölürse, Allah'ın onu ya bir şefâatçının şefâati veya fazl ve keremi ile affetmesi, ya da suçuna göre onu cezalandırması mümkündür Sonra onu cennete sokar Çünkü Allahû Teâlâ "Ey iman edenler, Allah'a nasûh (kesin) tövbe ile tövbe ediniz" (et-Tahrim, 66/8) ayetinde, günah işleyene iman sıfatiyle hitabetmiştir Bunun gibi daha pek çok ayet vardır (bk el-Bakara, 2/178; el-Hucurât, 49/9; el-Mâide 5/106; Ebû Mansur Mâtûridî, Kitabü't Tevhid, İstanbul 1979, s354) Ayrıca İslâm ümmeti Hz peygamber asrından günümüze ehl-i kıble için büyük günah işleyip işlemediğini dikkate almaksızın salât, dua ve Allah'tan mağfiret dileyegelmiştir Yine müminlerin namazlarda ana-baba, hısımlar ve tanıdıkları için bir ayırım yapmaksızın istiğfâr etmesi meşhur olmuştur Halbuki onlar kâfir için istiğfârın caiz olmadığına inanırlar
Ayet ve Hadislerde günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır Kur'an'da; "Eğer yasaklandığımız büyük günahlardan sakınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir makama koyarız" (en-Nisâ, 4/31), "O, iyi amellerde bulunanlar; küçük kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçmışlar" (en-Necm, 53/32) buyurulur
Büyük günah (kebire) şöyle tarif edilebilir; ayet ve Hadislerde büyük günah olarak belirtilen, hakkında nassı ile bir ceza konulan veya bir tehdîd unsuru bulunan fiiller ile, nass'larda belirtilmediği halde kötülüğü bunlar seviyesinde bulunan fiillerdir İmam Mâtûridî (ö 333/944) büyük günahları itikat ve amelle ilgili olmak üzere ikiye ayırmaktadır Birincisi küfür ve şirk türünden olup, amelle ilgili olanı kişiyi küfre götürmez (Maturidî, 187 age, s338)
Hadislerde bazı büyük günahlar sayılmıştır; Allah'a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, yalancı şahitlik, sihir, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, cihâd alanından kaçmak, iffetli mümin bir kadına zina iftirasında bulunmak, zina yapmak, Mescid-i Haram'da günah işlemek bunlar arasındadır (Bıharı» Edeb, 6; Müslim, İman, 38; Tirmizî, Tefsır, 5; Şehadatı 3; Birr, 4; Ebû Davûd, Vesaya, I0; Nesâî, Tahrım, 3; Ahmed b Hanbel, III, 131, V, 36, 38; Dârimî, Diyât, 9) Hz Ali (ö 40/661) buna hırsızlık ve şarap içmeyi de ilave etmiştir (Teftâzânî, Şerhu'l-Akaid, Istanbul 1326/1908, s140 vd)
Ancak işleyeni fısk derecesine düşüren bu günahlar, Hadislerde örnek kabılinden ve hadisin vârid olduğu sıradaki şartlara göre söylenmiş olmalıdır Çünkü ez-Zehebî (ö 784/1 347) ' nin yazdığı "Kitabü'l-Kebairı de büyük günahların sayısı yetmişe ulaşırken, el-Heytemî (ö 974/1566)'nin "ez-Zevacir an İktirafeıl-Kebairı adh eserinde bu sayı 467'ye kadar çıkar
Hanefilere göre büyük günah işleyen fâsık, hâkimlik görevine tayin edilmişse, vereceği hüküm ihtiyaç sebebiyle geçerli olur Fakat hâkimin, fâsığın şahitliğini kabul etmemesinde olduğu gibi kendisininde bu göreve atanmaması gerekir Ancak iffetli kadına zina iftirası suçundan hüküm giyen kimse hakimliği ve şâhitliği geçerli değildir (Vehbe ez-Zühaylî age, VI, 745)
Fâsık kendisi ve çocukları üzerinde velâyet hakkına sahiptir O, malını saçıp savurmaması şartıyle sırf fıskı yüzünden hacredilmez Çünkü tasarruf ehliyetini kısıtlama (hacr) israf ve saçıp savurmayı önlemek için meşrû kılındı Ayrıca ilk müslümanlar büyük günah işleyenlerin ehliyetlerinde kısıtlama yapmadılar (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtar, V, 102)
Fâsık, yahudi, hristiyan veya mecusiye zimmî yahut harbî olsun sadaka vererek maddi yardım yapmak mümkün ve caizdir Ayette: ''Onlar yemeğe ihtiyaç ve istekleri olduğu halde, onu, yoksula, yetime ve esire yedirirler" (el-İnsan, 76/8) buyrulur Burada "Esir" harbî durumunda sayılır Yine Hz Peygamber, susuz köpeği sulayan kimse hakkında "Her canlı hayvan için ecir vardır" (Buharı Mezalim 23 Edeb, 37, Müsakat, 9, Müslim, Selam 153) buyurmuştur "Senin yemeğini, Allah'tan sakınan kimseden başkası yemesin" (Tirmizi, Zühd, 56; Ebû Dâvud, Edeb, 16; Ahmed b Hanbel, III, 38) hadisi ise, yardım konusunda tercih önceliğini bildirir (ez-Zühaylî, age, II, 920)
Fıskın zıddı adl; fâsık'ın zıddı adil'dir Adâlet; dini istikamet üzere bulunmak, dini görevleri yerine getirmek, zina, şarap içmek, ana-babaya asi olmak ve benzeri durumlardan kaçınmak, küçük günahlarda ısrardan sakınmaktır Şâfiîler, bir aile reisinin çocukları üzerinde velâyet hakkına sahip olması için onun adâlet sahibi olmasını şart koşmaktadırlar Delilleri Hz Peygamber'in şu hadisidir: "İki adâletli şahid ve rüşde ermiş veli bulunmadıkça nikâh olmaz" (Ebû Dâvûd, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, II; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 31) Çünkü nikâh velâyeti görüş ve takdir hakkını kullanmayı gerektirir Fâsık ise, mal velâyetinde olduğu gibi, bu konuda da isabetli karar veremez
Hanefi ve Mâlikilere göre velâyetin sabit olması için adâlet şart değildir Veli, adil olsun, olmasın kendi kızını veya erkek kardeşinin kızını evlendirebilir Çünkü onun fâsıklığı yanında bulunan kimselere karşı şefkat göstermesine ve hısımlarının maslahatını gözetmesine engel olmaz
Velâyet hakkı geneldir Ne Hz Peygamber devrinde ve ne de ondan sonra hiçbir velinin fıskı sebebiyle çocuklarına velâyetten menedildiği nakledilmemiştir Tercihe şayan olan görüş budur Yukarıda zikredilen hadisi hanefiler zayıf görmüştür
Hanefilere göre fâsık, velâyete ehil olduğu gibi şahitliğe de ehildir Adâletli veya adâletsiz şahitliğe de ehildir Adâletli veya adâletsiz şahitlerin önünde yapılacak akitler geçerli olur Şia da aynı görüştedir Onlara göre şâhitlik akdin sıhhati için gerekli bir şart olmayıp, mendûbtur (ez-Zühaylî, age, VII, 75, 197)
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FİTNE
Fitne kelimesi küfür, azgınlık, sapıklık, günah, rüsvalık, ayrılık, birisini azdırmak, delilik, iç ihtilaf ve kargaşa, kavga, kalbin bir şeyi fazlaca beğenip, ona meyletmesi, hoşuna gitmesi, bela, azap, musîbet gibi anlamları vardır (Abdü'r-Raûf el-Mısrî, Mu'cemü'l-Kur'an, Beyrut, 1367 /1948, II, 71; İbnü'l-Manzûr, Lisanü'l Arab, Beyrut 1698 XIII 317 vd) Aynı zamanda insanlar arasında vukua gelen ihtilaf, ihtilâl, eşkiyalık ve kavgaya da denir Bazı hadis ve ayetlerde söz konusu kelime daha ziyade bu manadadır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII, 290)
Fitne ve bu kelimenin değişik türevleri Kur'an-ı Kerim'de muhtelif sure ve ayetlerde 60 yerde 12 manaya gelir:
1- Azap: "Azabınızı tadın! İşte acele isteyip durduğunuz şey budur" (ez-Zâriyât, 51/14);
2- Şirk (Allah'a ortak koşmak): "Fitne (şirk) adam öldürmekten daha büyük günahtır" (el-Bakara, 2/217),
3- Küfür: "O gün (kıyamet günü) münafık erkeklerle, münafık kadınlar iman edenlere der!er ki, "bizi gözetip bekleyin, nurunuzdan biraz edinelim " Onlara "geriye dönün de nur arayın!" denilir Sonra da aralarına kapısı bulunan sur çekilir İç tarafında rahmet, dış tarafında o cihetten azap vardır münafıklar, müminlere "biz sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler Onlar da "evet, beraberdik, ama siz kendinizi fitneye düşürdünüz (iman etmediniz, küfrettiniz) şüpheye düştünüz" (el-Hadîd" 57/13-14),
4- Günah: " Artık Peygamber'in emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin (günahın) dokunmasından veya kendilerine elem verici bir azabın erişmesinden çekinsinler" (en-Nûr, 24/63), "Onlardan (Tebük seferine çıkmamak için bahane arayanlardan) bir kısmı "bana izin ver de, beni fitneye (günaha) düşürme" diyordu Haberiniz olsun ki, kendileri fitneye düşmüşlerdir Her halde cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır" (et-Tevbe, 9/49),
5- İşkence, eziyet: "Sonra işkence ve azaba uğratılan, ardından hicret eden, sonra da Allah yolunda savaşan ve sabredenleri, Rabbin mutlaka bağışlayan ve çok merhamet edendir" (en-Nahl, 16/110),
6- Belâ ve imtihan: "Andolsun ki, onlardan öncekileri de çetin imtihan ettik" (el-Ankebût, 29/3),
7- Ta'zîb ve Gönül incitme: "O kimseler ki, mümin erkeklere ve mümin kadınlara işkencede bulundular, sonra da tövbe etmediler İşte onlar için cehennem azabı vardır (el-Bürûc, 85/10),
8- Öldürme ve Helâk: "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda, kâfirlerin sizi fitneye düşürüp (öldürüp) kötülük edeceklerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bir vebal yoktur" (en-Nisâ, 4/101),
9-Sırat-ı müstekîm'den saptırma: ''Neredeyse onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni bile fitneye düşürecekler (doğru yoldan saptıracaklardı), ve ancak o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi" (el-İsra, 17/73),
10-Dalâlet ve tereddüde düşürme: "Çünkü siz ve taptıklarınız, cehenneme girecek olanlar dışında hiç kimseyi dalâlete düşürecek (azdıracak), baştan çıkaracak değilsiniz" (es-Saffât, 37/161-163),
11- "Özür ve illet: "Sonra onların, sadece "Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki, biz müşrik değildik" sözleridir: başka özürleri (fitneleri) olmayacak" (el-En'âm, 6/23),
12- Delilik ve Gaflet: "Yakında kimlerin deli olduğunu sen de göreceksin, onlar da görecek" (el-Kalem, 68/5-6)
Fitne Allah (cc) ve kuldan sadır fiiller cümlesindendir Mesela, belâ, musîbet, öldürme veya işkence gibi hoşlanılmayan fiiller, her ne zaman Allah Teâlâ'dan sadır olursa, ancak bir hikmete binaen olur; buna mukabıl her ne zaman, Allah'ın emri dışında, kul tarafından bu fiiller yapılırsa, bunun zıddı olur (Fîrûzâbâdî, Besâiru Zevi't- Temyîz fî Letâifi'l-Kitabi'l-Azîz, Mekke (ty), IV 166-169)
Kur'an-ı Kerim'de geçen "fitne" ve türevi olan ikilemeleri bu şekilde oniki maddede toplamak mümkün olsa da, buna karşılık aynı kelimelerin Hadislerdeki manalarında aynı çokluğu görmemiz mümkün değildir Hadislerde bu kelimeler daha çok "ictimaî bozukluk, düzensizlik, anarşi vb manalar" kullanılmıştır: "Fitne, deniz dalgaları gibi dalgalanır" ('Buhâri, fiten, 17; Müslim, iman, 231) Bilhassa Hz Peygamber "Deccâl'dan" bahsederken, fitne kelimesini kullanmış, ümmetini bu fitneye karşı dikkatli olmaları için uyarmıştır (Buhârî, fiten, 26, i'tisâm, 2; Müslim, küsûf, 8, 1 1, 12, 22; Ebu Davud, fiten, 24, 149) Yine O, bir çok dualarında da mutlak olarak fitneden, Allah'a sığınmış (Buharı, daavât, 35; Müslim, fezâil, 137) ve dünyanın, malın, fakirliğin, kabrin, ölü ve dirilerin, kadınların ve cehennemin fitnesi konusunda da ümmetine çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur ki, mezkur konularda söz konusu olan fitne, insanı dinini yaşamaktan alıkoyan, Allah'a ulaşmadan engel olan veya insanı cehenneme sürükleyen âmil, sebeb vb manalara gelir (Bu manalar için bkz İbnü'l-Esir, en-Nihâye fi darıbi'l-Hadis, Beyrut, ty III 410-411)
Hadis Kitaplarında "Kitabü'l-Fiten" diye bölümler vardır Buradaki "fiten" kelimesi de fitne kelimesinin çoğulu olup, söz konusu bölüm Hz Peygamber'in, kendi vefatından sonra meydana gelecek fitnelerle ilgili hadislerinin yanında, kıyamet ve ahiretle ilgili hadisleri ihtiva eder
Allah Teâlâ şu ayet-i kerimede zararı herkese olan, musibeti, günahkâr olan ve olmayana kadar herkese ulaşan, anlaşmazlık, kavga kısacası anarşiden kaçınılmasını emrettiği belirtilmektedir: "Ey müminler! Öyle bir fitneden sakınınız ki, o, hiç de sizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz (onun dehşeti günahsızları bile kuşatır), (el-Enfâl, 8/25) Çeşitli hadislere göre -Buhârî bu ayeti başlık yaparak bu hadisleri altında sıralamıştır-" en büyük fitne ümmetin birliğini bozan ve İslâm toplumunun sosyal hayatını ihlal eden, bağı hareketler gelir İkinci planda da İslâm devletinin müdafasından kaçmak, bütün ümmetin gözü önünde alem küfür ve dinden irtidat etmek, zâlim yöneticilere hayır ve doğru olan şeyleri öğütlemeyip, onlara dalkavukluk yapmak veya yağ çekmek gibi kötü şeyler gelir ki, bunlar da bir ümmetin bütün fertlerinin maruz kalmalarına sebeb olan fitne ve belalar cümlesindendir" (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII 291)
İslâm tarihinin ilk dönümlerinde siyâsi sebeblerle zuhur eden dahilî ihtilaflar âlimlerimizce fitne olarak nitelendirilmiştir Mesela; Cemel ve Sıffîn vakaları, Hz Osman ve Hz Ali'nin şehid edilmeleri, Hz Muaviye'nin oğlu Yezid'i kendine halef ve veliahd tayin etmesi gibi İslâm devleti bünyesinde ortaya çıkan fitnelerdir Bu tür fitneler sonucu bir çok müslüman hayatını kaybetmiş yeni yeni batıl mezheplerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur Açılan bu tür yaraların kanları zamanımıza kadar akmaya devam etmiştir
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FLÖRT Kadın-erkek arasındaki duygusal ilişki Flört etmek, kadın ve erkeğin duygusal ilişki kurması Batı toplumlarında flört, gençlerin duygusal açıdan olgunlaşmalarını, çeşitli komplekslerinden kurtulmalarını, cinsellik konusunda bilgilenmelerini, eşlerin evlilik öncesinde birbirlerini tanıyarak bilinçli bir beraberlik oluşturmalarını sağlayacak bir tecrübe ve eğitim biçimi olarak kabul edilmiş ve hoş görülmüştü Fakat duygusal ilişkiler, kendisine ilişkin bütün düşünce ve varsayımların iflasını ilan edercesine büyük bir hızla fiziksel ilişkiye dönüşerek gündemden düştü Batılı toplumlar günümüzde bir yandan bir süre önce son derece masumane ilişkiler olarak baktığı flört olayının önüne yığdığı toplumsal sorunlarla boğuşurken, bir yandan da artık duygusal ilişkinin yerini alan cinsel özgürlük gibi kavram ve olguları tartışmaya başladı
Kadın-erkek arasında serbestçe kurulan ilişkilerin farklı bir sonuca varması mümkün değildir Çağımızın önde gelen ruhbilimcilerinden Erich Fromm izlenerek söylenirse, karşıt cinsler arasındaki duvarın yıkılması durumunda duygusal ilişkilerin karşı konulmaz bir cinsel isteğe dönüşmesi kaçınılmazdır Bu cinsel isteğin tek amacı da birleşmektir Bu nedenle bu tür ilişkiler düşünüldüğünün tersine sürekli değildir ve utanç, umut kırıklığı, nefret ve düşmanlıkla noktalanır Böylesine olumsuz bir biçimde sonuçlanan ilişkiler doğal olarak birçok bireysel ve toplumsal soruna neden olur Ruhsal bunalımlar, aileden kopmalar, kötü yollara düşmeler, çocuk denilecek yaşta ortaya çıkan gebelikler, terkedilmiş gayr-i meşrû çocuklar, intiharlar bu tür ilişkilerin Batı toplumlarının önüne yığdığı sayısız sorundan yalnızca birkaçıdır
Islam Açısından Flört
Islâm, yalnızca ortaya çıkan sorunlara çözümler getiren bir inanç ve hukuk sistemi değil, aksine, getirdiği kurallarla öncelikle sorunların ortaya çıkmasını önleyen bir dindir İslam'ın bu özelliği kadın-erkek ilişkileri alanında da kendini göstermekte, Islâm toplumlarında, Batı örneği câhili toplumların karşı karşıya geldiği sorunların ortaya çıkmasına imkan tanımamaktadır
Islâm, toplumun çürümesine neden olan başlıca amillerden birisi kadın-erkek arasındaki gayr-i meşrû cinsel ilişkiyi (zina, fuhuş) yasaklamış, caydırıcı bir etken olarak cezaî müeyyideler getirmiştir Fakat asıl önemlisi bireyleri bu tür fiillere götürecek bütün yolları kapatması, oluşmasını önleyici tedbirler almasıdır Bu tedbirlerin başında karşıt cinsteki yabancı kişilerin yalnız başlarına bir arada bulunmaması kuralı gelir Hz Peygamber, böyle bir durumun doğuracağı tehlikeli sonuçlara dikkat çekmek üzere, "Çünkü -bu takdirde- üçüncüleri şeytandır" (Ibn Hanbel, Müsned, I, 227, III, 339) buyurur Diğer bir önleyici kural da tesettür ve sürekli bakış gibi uyarıcı davranışlardan kaçınma (en-Nur, 24/30-31) kuralıdır Dokunma, el sikisma ve benzeri fiziki temas yasağı da başka bir önlemdir (el- Mavsılî, el-Ihtiyarî Ta'lili'l-Muhtar, IV, 156) İslam'ın kadın-erkek ilişkileri hakkında getirdiği hüküm ve kurallar açısından bakıldığında flörtün bütünüyle Islâm sınırlan dışında kaldığı görülür: Çünkü, biçimi, şartlan ve sonuçlan bakımından İslam'ın hüküm ve kurallarına ters düşen bir ilişki biçimi olarak ortaya çıkmaktadır
Islâm insanın cinsel yönünü görmezden gelip bu alandaki ihtiyaçlarını yok saymaz Tersine, bu yönünün meşrû' ve hem birey, hem de toplum için yararlı olabilecek biçimde tatminini öngörür Evlilik kurumunun önemli varlık nedenlerinden birisi de insanın cinsel ihtiyaçlarının böyle bir yönde karşılanmasıdır Bu nedenle Islâm'da evlilik teşvik edilmiş, olabildiğince kolaylaştırılmaya çalışılmıştır
__________________
FUHUŞ
Çirkin davranış, gayr-i meşrû' cinsel ilişki, zina Gerek söz ve gerekse fiillerdeki her türlü çirkinliği, edepsizliği, hayasızlığı, söz ve davranışlarda sının aşmayı kapsayan bir tabir
Her türlü ahlâksızlık, homoseksüellik, kötü huyluluk, çıplaklık, açıklık, terbiyesizce konuşma ve cimrilik, kısacası; Allah'ın, yapılmasını veya söylenmesini yasakladığı her şey bu kelimenin şumûlüne girer Ayrıca, bu ahlâksızlıkları, toplum içinde yaymak veya yaymaya çalışmak; örneğin, müstehcen hikaye ve romanlar, bu türden tiyatro oyunlarıyla sinema filmleri, çıplak resimler, kadınların ortalıkta açık saçık dolaşması karşı cinslerin birbirleriyle diledikleri şekilde eğlenmeleri aynı şekilde fuhuş teriminin kapsamına girer
Fahişlik; sözde, fiilde yahut sıfatta olur Meselâ çok uzun bir kimseye, bu yüzden "fahiş derecede uzun" denir Ancak bu kelime, daha çok konuşma için kullamlır Ağız bozuk, kötü huylu insanlara "fâhiş"; başkalarını güldürmek için açık-saçık söz sarfeden kimselere de "mütefahhiş" ya da "mütefâhiş" denilmektedir (Ibn Hacer el-Askalânî, ‚Fethu'l-Bârı bi şerh-i Sahîhi Buhâri', X, 371)
Yine Buhâri'de, Abdullah Ibn Amr, Muâviye ile Kûfe'ye geldiğinde, Hz Peygamber (sas)'den sözederek, "O, asla nefâhiş (çirkin sözlü, kötü huylu), ne de mütefahhiş (müstehcen konuşan) değildi O; ‚En hayırlınız, ahlâkı en güzel olanınızdır' derdi" diye zikreder (Buhâri, Edeb, 38)
Genelde zina eden kadınlara fâhişe denildiği halde, Kur'an, yukarıda anılan günâhların tümünü bu isimle adlandırmıştır
"Onlar, fena bir şey (fâhişe) yaptıklarında veya nefişlerine zulmettiklerinde, Allah'ı anarlar, günâhlarının bağışlanmasını dilerler (Âl-i Imrân, 3/135) ve "Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin -geçmişte olanlar geçmiştir-çünkü o, çok çirkin (fahişe) ve iğrenç bir şeydi Ne fena âdetti o" (en-Nisâ, 4/22)
Yukarıdaki iki ayette de görüldüğü gibi, insanların işledikleri günâhların tümünü "fâhişe" diye isimlendirmek mümkündür Çevremizde zina eden kadınları, bu ad ile adlandırmak yaygın ise de, kelimenin şümûlü bundan çok daha genıştır Nitekim, Peygamber (sas)'in hanımları, kendisinden dünyalık bazı isteklerde bulunmuşlar ve bunda ısrar etmişlerdi Bunun üzerine inen ayet-i kerime onları eleştirmiş, hatta onları (akabınde boşanma vukû bulacak) dünya ziynetini yahut Allah'ı ve Resulünü (dolayısıyla ahireti) tercih etmelerinde serbest bırakmıştır Onlar da ikinci şıkkı, yani ahireti tercih etmişlerdi Daha sonra inen ayet, bundan böyle Allah'a ve Resulüne karşı işleyecekleri günâhların cezasının büyüklüğünden sözeder şöyle ki: "Ey Peygamber hanımları, sizden kim açıktan bir terbiyesizlık (fâhişe) yaparsa, onun azâbı iki kat olur Bu, Allah'a göre kolaydır" (el-Ahzâb, 33/30) Bu ayetteki "fâhişe" sözü, genel anlamda günahı ifade etmekle birlikte; yukarıda anlatılan olaydan, özel olarak da Hz Peygamber'e, dolayısıyla Allah'a karşı gelmeyi ifade etmektedir
"Fâhişe" sözünün, zinâ anlamında da kullanıldığını Kur'an'da müşâhede etmekteyiz: "Zinaya yaklaşmayınız; çünkü o, açık bir kötülük (fâhişe), çok kötü bir yoldur" (el-Isrâ' 17/32) âyetinde zina, fâhişe sözüyle ifade olunmuş iken; "Kadınlarınızdan zinâ edenlere (fâhişe işleyenlere) kar şı aranızdan dört şahit getirin Onlar şehâdet ederlerse, ölünceye kadar ve ya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun" (en-Nisâ, 4/15) ayetinde, "fâhişe" ile zina kasdedilmektedir
Hz Peygamber (sas)'in aşağıdaki hadisinden de, "fahişe" sözü ile zinanın kasdedildiğini anlayabiliyoruz
"Bir milletin içinde zina (fâhişe) ortaya çıkıp nihayet o millet, bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlaka bulaşıcı (taun) ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde vukubulmamış hastalıklar yayılır " (Ibn Mâce, Fiten, 22)
Hz Lût (as)'ın kavmi arasında yaygın olduğundan, "lûtîlik" diye (çok hatalı olarak) bilinen "homoseksüellik", fâhiş günâhlardan sayılmış ve bu suçu işleyenlere çok büyük cezalar verilmiştir Kur'an bu çirkin hayasızlığı işleyenleri Lût (as)'ın dilinden şöyle kınamaktadır; "Lût da hani kavmine demişti ki; ‚siz, açıkça gör düğünüz halde, yine de o çirkince utanmazlığı (fâhişe) yapacak mısınız" (en-Neml, 27/54)
Cenâb-ı Allah, ister zina olsun ister diğer günâhlar olsun fuhşun her türlüsünü; gizlisini de açığını da yasaklamıştır: "Favâhişin (her türlü kötülüğün) açığına da gizli olanına da yaklaşmayın" (el-En'âm, 6/151) buyurmakla yalnız "fevâhişi" işlemeyi yasaklamakla kalmıyor, ona yaklaşmayı dahi haram sayıyor Allah korunmak isteyeni şüphesiz koruyacaktır; korunmak istemeyenin de, hâliyle Allah'a sunacağı bir mazereti olmayacaktır
Yukarıdaki ayetin sebeb-i nüzûlü hakkında, Abdullah Ibn Abbâs'tan, Hasan-ı Basri'den ve Süddî'den bize gelen bilgilere göre, alenî zina çirkin görülürdü de gizli zina ayıplanmazdı Bu ayet-i kerîme, zinânın alenî olanını da gizlisini de yasakladı Hatta iki ‚fuhşun' ikisi de nehyolunduğu gibi ayet-i kerîmede; "bunlara yaklaşmayınız" buyurulduğuna göre, zinayı çağrıştıran, zinaya götüren her türlü yollar ve vasıtalar da haram kılınmıştır (Buhâri, Tecrid-i Sarîh Tercemesi, XI, 104)
"Onlar, bir kötülük (fâhişe) işlediklerinde ‚biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bunu bize emretti derler' De ki: ‚Şüphesiz Allah, kötülüğü (fahşâyı) emretmez Bilmedığınız bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?"(el-A'râf, 7/28); halbuki "şeytan, size ancak kötülüğü, hayâsızlığı (fahşâyı) ve Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder" (el-Bakara, 2/169)
"Allah çirkin şeyi (fahşâyı), asla emretmez" anlamındaki bu kısa cümle, Arapların, inanç ve geleneklerine karşı güçlü bir delildir Bu delilin gücünü takdir etmek için, şu iki ana konunun bilinmesi gerekir:
a) Araplar, belli dînî ayınleri çıplak olarak icra etmelerine rağmen yine de onlar, çıplaklığın bizâtihi ayıp bir şey olduğunu kabul ediyorlardı Bundan dolayıdır ki, bu geleneklerine rağmen hiçbir saygın Arap, çarşı-pazarda herhangi bir dostunun yanında veya umumî toplantılarda çıplak olarak bulunmazdı
b) Hatta onlar, çıplaklığı ayıp bir durum olarak kabul eder ama bunu, Allah'ın emri olduğu için yaptıklarını söylerlerdi Fakat Kur'an bunu çürüterek, "Çıplaklığın çirkin bir şey (fahşa) olduğunu siz kendiniz de kabul ediyorsunuz Bundan dolayı, çıplaklık âdetinizi, Allah'ın emridir diye öne sürmeniz tamamıyla asılsızdır Bu sonuca göre, eğer dininiz hayasızlığı tasvib ediyorsa, bu onun Allah'tan gelen bir din olmadığı gerçeğinin en açık delilidir" (Ebu'l-A'la el-Mevdûdî, "Tefhimu'l-Kur'ân" II, 25)
Allahu Teâlâ, kutsal kitabında cimriliği de "fahşâ" sınıfına sokmuş ve fakirlikten korkarak, cimrilik etmeyi şeytanın kandırması olarak vasıf landırmıştır: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve çirkin (fahşâ) şeyleri emreder Allah ise, size kendi katından bağışlama ve lutuf vâdediyor şüphesiz Allah'ın lutfu genıştır; O, bilendir" (el-Bakara, 2/268)
Dinimiz, yukarda sözü edilen her türlü fiili yasakladığı gibi bu fiillere götüren bütün yolları da yasaklamış, insanlara bu yolları açanları çeşitli şekillerde cezalandırmayı kendi görevleri arasında saymıştır Nitekim ayette, "Iffetsızlık ve utanmazlığın (fâhişenin), iman edenler içinde yayılmasını arzu edenler için dünyada ve ahirette acıklı bir azab vardır" (en-Nûr, 24/19)
Doğrudan ve yeraldığı metne göre ayetin tefsiri şöyledir: iftira atanlar, kötülüğü propaganda edenler ve yayanlar, Islâm maneviyat ve ahlâkına güvensızlık getirenler cezayı hakederler" Metinde geçen kelimeler, kötülüğün propagandası için kullanılabilecek tüm biçimleri kapsamaktadır Bunlar, genelevleri açma olabilir; şehvet kamçılayıcı (erotik) hikayeler, şarkılar, tablolar, film ve piyesler yazma, yayınlama, söyleme ve gösterme olabilir; halkı ahlaksızlığa iten kulüp ve otellerde her türden karışık toplantılar olabilir Kur'an bütün bu yollara baş vuranların yalnızca ahirette değil, dünyada da cezayı hakeden suçlular olduğunu ilân eder O halde, tüm bu ahlâksızlığı yayma ve propaganda etme araçlarını ortadan kaldırmak Islâmî bir görevdir
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FUKAHAY-I SEB'A (YEDİ FAKİH)
Medine'de aynı asırda yaşayan tabiîlerden yedi fakih
Emevilerin iktidarda bulunduğu yıllarda bazı sahâbe çocukları ve tabiînden kimselerin bu iktidar ve yönetime karşı gelip toplumda çeşitli karışıklıkların çıkması yüzünden bir kısım sahâbîler, tabiîler hükümet merkezinden uzak şehirlere çekilip İslâmi ilimlerle uğraşmışlardı
Onların ilmî çalışmaları ve çevrelerinde toplanan öğrencilerinin gayretleri daha sonra tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin teşekkül ve tedvinini doğurmuştur
Tabiatiyle birbirinden uzak ve değişik toplumsal şartlara sahip olan bu şehirlerdeki bilginler arasında görüş farkları gittikçe belirgin hâle geliyor ve her şehirde kendisine göre bir fıkıh ekolü doğmaya başlıyordu Bunların en etkili olanları Hicaz ve Irak ya da diğer adıyla Medine ve Kûfe ekolleriydi Kur'an, sünnet ve sahâbîlerin icmâlarıyla hükmü belirtilmemiş olan meseleleri Iraklı bilginler, akıl ve ictihad ile çözmeye çalışıyorlardı Hicazlılar ise daha ziyâde hadis ve geleneklerden hareket ediyorlardı Dolayısıyla bunlara "Hadis" veya "Eser" ehli adı veriliyordu
İşte Hicaz ekolünü Fukahây-ı Seb'a denilen yedi fakih temsil etmektedir Bunların başında Saîd b el-Müseyyeb gelir Bunlar, hakkında nass bulunmayan konularda ictihad yaparlarken en çok maslahata önem verirler ve genellikle ortaya çıkmamış problemler üzerinde durmaz ve bu gibi konularda görüş beyan etmezlerdi
Fukahay-ı Seb'a'ya bu ismin verilmeşinin sebebi, sahâbeden sonra fetva işinin bunlara kalması, ilim ve fetvanın daha çok bunlardan etrafa yayılması ve bununla şöhret bulmaları içindir Nitekim onların yaşadığı asırda Salim b Abdullah b Ömer ve benzeri birçok tâbiî âlimler olmasına rağmen fetva işi en çok bu yedi fakihten soruluyordu (İbn Hallikan, Vefeyâtu'l-A'yân, I, 117)
Bu yedi Fakih şunlardır:
1- Saîd b el-Müseyyeb (ö 94/712): Tâbiîlerin reisi idi Hadis rivâyeti, zühd, ibâdet ve takvayı nefsinde toplamıştı Aynı zamanda rüya tâbirini de çok iyi biliyordu Sa'd b Ebı Vakkas ve Ebû Hureyre gibi bir grup sahâbîden ve Peygamber efendimizin hanımlarından hadis dinlemiştir Ebû Hureyre'nin kızı ile evli idi ve hadislerin çoğunu da Ebû Hureyre'den rivâyet etmiştir Kendisi der ki: Elli seneden beri cemâatle namazda imamın ilk tekbirini kaçırmadım ve elli seneden beri namazda bir adamın kafasına bakmadım (ilk safta durduğu için) Ayrıca elh yıl sabah namazını yatsı abdestiyle kıldığı söyleniyor Kendisi şöyle diyordu: Allah'a ibâdet gibi insanı şerefli kılan ve Allah'a karşı günâh işlemek gibi insanı küçük düşüren bir şey yoktur
Emevi yöneticilerinden Abdülmelik b Mervan'ın oğulları Velid ve Süleyman'ın veliaht olmalarına bey'at etmediği için Abdülmelik'in emriyle Medine valisi Hişâm b İsmail tarafından kendisine elli değnek vurulup Medine sokaklarında teşhir edildi Zâlimlerle ilgili şunu söylüyor: Zâlimlerin çevresindeki yardımcılarına ancak kalben nefret ederek bakın, ta ki amelleriniz yok olmasın Said b el Müseyyeb Medine'de vefat etmiştir
2- Ebû Bekr b Abdirrahman b Hâris b Hişâm (ö 94/712): Tâbiîlerin ileri gelenlerindendir Kureyş Rahibi diye adlandırılırdı (İbn Hallikan, age, I, 117)
3- Kasım b Muhammed b Ebı Bekr es-Sıddîk (ö 107/725): Tâbiîlerin ve zamanının en üstün şahsiyetlerindendi İmam Mâlik, "Kasım bu ümmetin fakihlerindendir" diyordu Kendisi bir grup sahâbîden rivâyet etmiş, kendisinden de tâbiîlerin büyüklerinden bir cemâat rivâyet etmiştir Mekke ve Medine arasında bulunan ve Kudeyd denilen bir yerde vefat etmiştir (İbn Hallikan, age, IV, 60)
4- Urve b Zübeyr b el-Avvâm (ö 94/712): Alim ve sâlih bir zat idi Kur'an-ı Kerîm kıraatlarıyla ilgili kendisinden rivâyetler yapılmıştır Kendisi teyzesi olan Hz Âişe'den hadis dinlemiş, ondan da İbn Şihâb ez-Zührî ve diğer bazı âlimler rivâyet etmiştir Medine'de kendi adıyla anılan Urve kuyusunu kendisi kazdırmıştır Medine yakınında Fur' denilen bir köyde vefat etmiştir (İbn Hallikan, age, III, 255-258)
5- Süleyman b Yesâr (ö 107/725): Âlim, âbid ve güvenilir bir zat idi Kendisi, İbn Abbâs, Ebû Hureyre ve Ümmü Seleme'den hadis rivâyet etmiş, ondan da İmam Zührî ve büyük hadisçilerden bir grup rivâyet etmiştir (İbn Hallikan, age, lI, 399)
6- Hârice b Zeyd b Sâbit (ö 104/722): Kadri yüce âlim ve zâhid bir tâbiî idi Zührî kendisinden hadis rivâyet etmiş, Medine'de vefat etmiştir (İbn Hallikan, II, 223)
7- Ubeydullah b Abdullah b Ute b Mes'ud (ö 98/716): Belli-başlı tâbiîlerdendi Kendisi İbn Abbâs, Hz Âişe ve Ebû Hureyre'den hadis dinlemiş ondan da Ebu'z-Zenad, Zührî ve diğer bazıları rivayet etmiştir Zührî, "Dört denize ulaştım" diyor ve onların arasında Ubeydullah'ı da zikrediyor Ömer b Abdilaziz, 'Ubeydullah'ın bir gecesi bana bütün dünyadan daha sevimlidir'; O'nun bir gecesini beytulmâlin parasından bin dinara satın alırım" diyordu Medine'de vefat etmiştir (İbn Hallikan, age, III, 125)
__________________
FUTBOLA MÜSLÜMANLARIN BAKIŞI NASIL OLMALIDIR ? Konuyu en azından üç yönüyle ele alıp değerlendirmek mümkündür :
1 Futbol oynamak
2 Futbol oyununu seyretmek, ya da takım tutmak
3 Futbolu bir hükümet politikası ya da bir din haline getirmek
l Futbol oynamak: Bu konuda önce şu hadisi şerifleri hatırlamamız yararlı olur: "Üçü hariç, müslümanın her türlü eğlencesi haramdır Hanımıyla oynaşması, atını eğitmesi ve atış yapması" (Tirmizî, fedâilü'l-cihad 11; Ibn Mâce, cihad 19; Darimî, cihad 14; Ahmed IV/l44,148; krs Ibn Abidin IV/395) "Melekler atıcılıktan başka hiç bir eğlencede hazır bulunmazlar" (Ibn Abidin IV/404 ) "Allah'a taattan alıkoyan her eğlence batıldır" (Buharî, istizan 52) Birinci hadisi şerife dikkat edilirse meşru eğlencede bulunması gereken üç özelliğe işaret ettiği görülür1 Kişinin evine huzur ve neşe temin etmesi 2 Hayatla ya da düşmanla vereceği mücadele için gereç (alt yapı) tedarik etmesi 3 Hazırladığı gereçleri kullanma eğitimi yaparak bu mücadeleye bizzat hazırlanması Islam'da abesle iştigal olamayacağına göre, caiz görülebilecek spor ve eglencenin de öncelikle bu özellikleri ya da birini taşıyor olması gerekir Diğer hadisler de bu manayı tamamlayıcıdır Bunu futbola uygularsak o; (Eğer evde ya da tenha bir yerde beraber oynamıyorlarsa) hanımıyla oynaşmak ve mücadele araçlarının temini anlamı taşımadığına göre, geriye sadece mücadeleye hazırlanmak özelliği, yani kişinin kendisini zinde ve sağlıklı tutma gayesi kalıyor Bir diğer ifade ile, futbol vücudun ihtiyacı olan spor gayesi ile yapılır ve başka mahzurlar da ihtiva etmezse mübah (helâl) bir eğlence sayılabilir Başka mahzurlar şunlar olabilir : Futbolu spor ihtiyacından fazla oynayarak hem faydalı şeylerle değerlendirebileceği zaman nimetini, hem de yine yararlı işlerde kullanabileceği enerji (güç, kuvvet) nimetini israf etmek (Bilindiği gibi, israf her çesidi ile haram kılınmıştır) Oyun sebebiyle ibadetlerini aksatmak, oyun sebebiyle dünyevi ödevlerini aksatmak ve bakmak zorunda olduğu fertlere karşı görevlerini ihmal etmek Oynarken giyeceği elbiselerde avret sınırına riayet etmemek Futbolu bir kazanç aracı olarak görmek ve uygulamak Bu ve buna benzer mahzurlar futbol oynamayı, mahzur olma derecelerine göre, mekruh ya da haram hale getirmiş olurlar böyle mahzurlar olmaksızın futbol oynamakta bir beis olmayacağı gibi bazan sevimli ve istenen (mergub) bir spor dahi olabilir Ancak bugünkü şekliyle futbol bir spor değildir Çünkü oynayanlar onu vücudu güçlendirmek için oynamamakta, seyredenler ise hiçbir hareket yapmamaktadırlar
2 Futbol oyununu seyretmek ya da takım tutmak : Bu konuda da oynanmasına bağlı olarak değişik hükümler düşünülebilir Yukarıda sözü edilen mahzurlar varsa, futbolun oynanması gibi seyredilmesi de derece derece mahzurlu olabilir Seyretmekle spor yapmak gibi bir gaye olamayacağından seyretmenin faydalı ve güzel olma ihtimalı daha azdır Ancak oynayan tarafların birinin yenme ya da yenilmesinden fazla etkilenmeyecek birisi için seyretmek, olsa olsa bir nebze dinlendirici olabilir ve dinlendirici olduğu ölçüde de mahzursuz olur Herhangi bir tarafın diğerine galip gelmesini arzulamak ise, en büyük arzusu bu olmadıktan sonra, fitri bir duygudur ve bir dereceye kadar normaldır Ne var ki, futbol seyretmekteki mahzurlar, oynamaktaki mahzurlardan genellikle daha fazladır Futbol seyretmekteki faydalar genellikle oynamaktaki faydalardan daha azdır da diyebiliriz Hele günümüzde futbol seyretmek, daha doğru ifadesiyle takım tutmak ve taraftar olmak (Çünkü böyle olmayan insanlar seyretmekten de zevk almazlar) bir heyecan ve tutku halini almış ve insanlardaki müteal (aşkın) heyecanların yerini işgal eder olmuştur Bu ise dinle eşanlamlıdır Çünkü din her hangi bir şeyi, ilah edinmedir Ilah edinme ise, herhangi bir güce gönüllü ve kayıtsız şartsız boyun eğme demektir Buna göre bir fert, meselâ bir futbol takımını her şeyden önde görüyor; canına, malına, aklına, ırzına, dinine gelen zarardan ziyade takımının mağlubiyetine üzülüyorsa, aksiyle; takımının başarısına diğerlerindeki salahtan çok seviniyorsa, o takım onun için bir din halini almıştır ve böyle bir insanın oluşumu, itikaden tehlikededir Bugünde zaten futbol yeni bir dünya dini olarak görülmektedir Adına din denmese dahi futbol bu haliyle bir fonksiyonu görmektedir Nitekim bazı maçlarda "Haftada bir sana tapınmaya geliyoruz" ibareleri dahi duyulur olmuştur "En büyük ABC, başka büyük yok" ibaresi tevile muhtaç bir ibaredir Bununla nisbi bir büyüklük kastedilmiş ve "takımlar arasında en büyük" anlamında söylenmişse bunda bir mahzur olmayabilir Ama takımına karşı duyduğu coşku ve heyecanla bunu mutlak anlamda söylüyorsa, ya da o anda takımını gerçekten tüm varlıklar içerisinde en büyük olarak hissediyorsa bu da itikaden tehlikeli bir noktadır Coşkunun sarhoşluğu ile alel-itlak söylenmişse belki tevil edilebilir, ama Allah'ı da (cc) hesaba katarak söylenmişse küfür olur ve her şeyi altüst eder
3 Futbolu bir hükümet politikası ya da bir din haline getirmek: Işin bu yönü "hükümetlerin hükümet etmeye" devam arzusuyla, hatta bazan devletin temel nizamıyla ilgili olabilir Bu durum insanlardaki din ihtiyacını ve onun herhangi bir yolla mutlaka giderilmesi gerektiğini de anlatır Insanların ihtiyaçları sadece fiziki değildir, manevi ihtiyaçları da vardır ve din bunların başında gelir Fiziki ihtiyaçlardan mesela D vitamini eksikliğinde kemik hastalığı, B vitamini eksikliğinde göz hastalığı, saç dökülmesi olursa, manevî ihtiyaçların giderilmemesi halinde de bir takım ruh ve sinir hastalıkları zuhur eder Insanlar nihilizme ve anarşiye meylederler, düzen tanımazlık ve anomi baş gösterir, bu da mevcut hükümetler, hatta rejimler için tehlikeli boyutlara varabilir Tıpkı gerekli proteini almayan tavukların kendilerini yemeleri gibi, insanlar da birbirlerini yemeye başlarlar Sonunda da hükümetlerin, hatta rejimlerin de başını yiyebilirler Bu noktada Franko'nun, "Futbol sayesinde ülkeyi on beş yıldır idare ediyorum" sözü çok anlamlıdır İşte böyle kötü sonuçlara meydan vermemek için hükümetler insanların manevi boşluklarını bu tür yapma dinlerle doldurmaya ve hükümetlerini ya da rejimlerini biraz daha sürdürmeye çalışırlar Çünkü açlık hisseden bir bebek yalancı meme ile de bir süre oyalanabilir Daha sonra yalancı memenin yerini bir başka oyuncak alır ve oyalama alabildiğince uzatılmak istenir Peki neden bu ihtiyaç ana sütü yerine yalancı meme ile karşılanmaya çalışılır? Ya da manevî ihtiyaçlar fıtrat dini ile değil de yapma dinlerle giderilmek istenir ? Bu sorunun cevabı da açıktır Her düşünce sisteminde önemli olan iktidarın başkalarına kaptırılmamasıdır Yapma dinlerle oyalanmayıp, hiçliğe ve anarşizme kayan gençlik; kurulu sistemler için tehlike olduğu gibi, fıtrat diniyle beslenen gençler (bireyler) de tehlikedir, önemli olan, sistemin devamı olduktan sonra ona da imkân verilmemelidir
Düşünen insanlar için futbolun ve benzer etkinliklerin bu yönü, diğerlerinden daha önemlidir Bu noktada kafa yanılırsa, devletlerin spora trilyonlar harcaması, radyo ve televizyon programlarının saatlerini ayırması kendileri açısından haklı ve zekice (akıllıca değil) bir tutum olduğu anlaşılmış olur Kimseden futbol yerine, gerçek dinî teşvik edipte başına bela alması beklenmemelidir Önemli olan bireylerin (fertlerin) avunuyor olması değil, sistemlerin sürmesidir Ama ne zamana kadar ? Allah bilir Yalancı meme ile susturulan çocuk, bir süre sonra ya baygın düşer, ya da öyle bir çığlık atar ki, kendini avutanların kulak zarlarını patlatır Ya da, fertler veya sistemler
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
GABN (ALIŞVERİŞTE ALDATMAK)
Alış-verişte aldatmak, eksik vermek, saklamak, gizlemek, farkına varmamak gibi anlamlara gelen bir İslâm hukuku terimi
Gabn alış-verişlerde, normal kıymetin üstünde veya altında olmak üzere bedeller arasında eşitsizliğin bulunmasıdır İslâm'da alış-verişlerde kâr yasaklanmadığı gibi, buna bir sınır da konulmamıştır Ancak yalan, hile, satılan malı kendisinde olmayan sıfatlarla övme veya maldaki bazı kusurları gizleme yasaklanmıştır Tarafların yalan ve hile ile birbirlerini aldatması ve böylece malın çok yüksek veya çok düşük fiyatla satılması meşrû görülmemiştir
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Birbirinizin mallarınızı haram sebeplerle yemeyiniz Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret malı ola"(en-Nisâ, 4/29) Ayette sözü edilen karşılıklı rıza ancak belirli miktar mal ve satış bedeli üzerinde olur Bir kimse alış-verişte aldatıldığım bilse, satım akdine o hâli ile razı olmayacaktır
Enes b Mâlik (Ö 93/712)'ten rivâyete göre, Hıbban b Munakkız alışverişlerinde aldatılıyordu Hz Peygamber kendisine şu tavsiyede bulundu: " Alış-veriş ettiğin zaman şöyle de: Aldatma yok ve benim için üç gün muhayyerlik hakkı vardır" (Buhârî, Buyû', 48; Husumet, 3; Müslim, Buyû', 48) Yine hadiste, "Hile yapan benden değildir" (Müslim, İman;164; Ebû Dâvûd, Buyû, 50; Tirmizî, Buyû' 72) buyurulur
Gabn; fâhiş (çok aldatma) ve yesîr (az aldatma) olmak üzere ikiye ayrılır Alış-veriş yapanlar piyasa fiyatlarının esneklik alanı içinde hareket edebilirler Bu alanın dışına çıkılınca gabn hâli başlar ve nisbet yükseldikçe sorumluluk da artar Yesîr gabn, bilirkişinin değerlendirme alanı içinde kalan az aldatmalardır Meselâ, yüz liraya satın alınan bir mala, piyasa fiyatlarından anlayan bir bilirkişi doksan, diğeri doksanbeş lira kıymet biçerse yüz liralık satış bedeli yesîr gabn sayılır Bilirkişilerin değerlendirme alanına girmeyecek ölçüde yüksek veya düşük fiyatla satım akdinde fâhiş gabn vardır
Meselâ on liraya alınmış olan bir mala, bilirkişilerden birisi beş diğeri altı, başka birisi de yedi lira fiyat biçse ve on lira fiyat biçen olmasa, fâhiş gabn meydana gelmiş olur Böylece, bu malın beş liranın altında veya yedi liranın üstünde satılması hâlinde gabn gerçekleşir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 159)
Belh fakîhlerinden Nusayr b Yahyâ (Ö 268/881), satım akdine konu olan malların az veya çok tasarrufa uğramalarını göz önüne alarak fâhiş gabni; gayr-i menkullerde %20, hayvanlarda % 10 ve menkul ticaret eşyasında %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olduğunu belirtmiştir (İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, VII, s169) Mecelle 165 maddesinde aynı ölçüleri esas almıştır Bu nisbetler uygulama ile ilgilidir Günlük hayatta, çok vukû bulan muâmelelerde aldanma ihtimâli azalırken, nâdiren yapılanlarda yükselir (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, s247) Yukarıdaki nisbetlere varmayan aldatmalar, az aldatma sayılır
Yesîr gabnin satım akdine bir etkisi olmaz ve akdi feshetmeye imkân vermez Çünkü bundan sakınmak güçtür Günlük hayatta çok olağan bir durumdur İnsanlar normal olarak bunu müsâmaha ile karşılarlar Hanefîler üç durumu bundan müstesna kıldılar ki, bunlarda töhmet sebebiyle, yesîr gabn yüzünden akdi feshetmek mümkün olsun Bu haller şunlardır:
a) Serveti borcunu karşılamayan borçlunun tasarrufu Böyle bir borçlu, yesîr gabnle de olsa malından birşeyi sattığı veya satın aldığı zaman, borçluların akdi fesih hakkı vardır Ancak diğer tarafın gabni kaldırması durumu müstesnâdır Çünkü borçlunun tasarrufu, alacaklıların icazetine bağlıdır İcazet verirlerse akit yürürlük kazanır, vermezlerse bâtıl olur
b) Ölüm hastasının tasarrufu Ölüm hastası yesir gabnle mal satsa veya satın alsa, alacaklıların veya bunların ölümü hâlinde vârislerin, bu tasarrufu fesih talep etme hakkı vardır Ancak karşı tarafın gabni kaldırması durumu müstesnâdır
c) Vasînin, yetimin bir malını kendi oğlu veya karısı gibi lehine şahitlik yapması caiz olmayan kimselere yesîr gabnle satması hâlinde akit bozulur
Fâhiş gabn ise, âkidin rızasına etkili olur ve onu ortadan kaldırır Ancak bu şekilde aldatılan kimsenin akdi feshedip edilmeyeceği ihtilâflıdır
Hanefilere göre, fâhiş gabnin satım akdini feshe sebep olması için hile (tağrîr) ile birlikte bulunması gerekir Tağrîr; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline razı etmektir Burada aldatmanın çok ciddî nitelikte olması gerekli değildir Taraflardan birisinin veya dellâl gibi üçüncü bir şahsın, sözlerine, akdi yapmaya sevkedici nitelikte yalan karıştırması fesih hakkının doğması için yeterlidir Yalan ve hile bulununca, aldatılan ma'zûr sayılır Çünkü satım akdine rıza, aldatmanın bulunmaması esasına dayanır Aldatma olunca, rıza tam olarak bulunmuş sayılmaz
Ancak Hanefiler üç durumda aldatma olmasa bile fâhiş gabn hâli gerçekleşince akdi feshetmeyi caiz görürler Bunlar: Beytu'l-Mal'ın malları, vakıf mallar ve küçüklük, akıl hastalığı yahut sefâhet gibi sebeplerle hacir altında bulunanların malları (Ali Haydar, age, I, s588, 589; Mecelle, mad 356
Hanbelîlere göre aldatma olsun veya olmasın fâhiş gabn hâli varsa şu üç durumda aldatılan satım akdini feshedebilir
a) Şehre mal getirenleri yolda karşılama Bu, şehre mal getiren kimseleri, henüz şehir merkezine ulaşmadan yolda karşılamak ve eşya fiyatlarını öğrenmesine fırsat vermeden malını satın almaktır Bu haramdır ve bir ma'siyettir Bunlarda fâhiş gabn hâli varsa satım akdini bozma hakkı vardır Çünkü Hz Peygamber "Mal getiren binitlileri yolda karşılamayınız" (Buhârî, Buyû', 72, İcâze, 11, 19; Müslîm, Buyû', 21; Ebû Dâvûd, Buyû', 45) buyurur: Şâfiîler de bu görüştedir
b) Hileli açık arttırma (neceş), satışa arzedilen malın fiyatım arttırmaktır Kişi bunu satın almak için değil, başkasını aldatmak için yapar Burada müşteri için, arttıranın almayı istemediğini bilmediği zaman muhayyerlik hakkı sâbit olur Şâfiîlere göre bu durumda muhayyerlik hakkı yoktur (Muğni'l-Muhtac; II, s, 37; el-Mühezzeb, I, s291)
c) Satıcıya fiyat konusunda güvenen kimse (müstersil) Bu, eşya fiyatlarını bilmeyen, pazarlık yapmayı sevmeyen ve satıcıya itimat eden kimsedir Daha sonra fiyatta büyük bir aldatma durumu ortaya çıksa alış-verişi bozmak için muhayyerlik hakkı doğar Mâlikîler, bu üç durumda da satım akdinin geçerli olduğunu; ancak bu şekildeki alış-verişin, Hadislerdeki yasaklama yüzünden haram olduğunu söylerler (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu Î İslâmî ve Edilletuhu, Dimaşk, 1405/1985, IV, s223, 224)
Şâfiîlere göre fâhiş gabnin satım akdine bir etkisi bulunmaz Aldatma olsun veya olmasın hüküm değişmez Çünkü aldatma, çoğu zaman aldatılanın kusuru yüzünden vukû bulur Alıcı, anlayan birisine sorsa, gabn meydana gelmezdi (Muğnî'l Muhtâc, II, s36)
Ebû Hanîfe'ye göre alış-veriş için mutlak vekil kılınan kimse; müvekkilinin malını fâhiş veya yesîr gabnle yahut benzer fiyatıyla; kısaca kendisinin uygun gördüğü bir fiyatla, yahut şart muhayyerliği ile satabilir Ancak bu malı kendisine veya lehlerine şahitliği geçerli olmayan hısımlarına satması durumu müstesnâdır İmam Muhammed ve İmam Ebû Yusuf'a göre ise, alış-verişe vekil olan kimse, satım akdini fâhiş gabinle yapsa, menfaati ihlâl olunan kimse fesih talebinde bulunabilir (Ali Haydar, Düraru'l Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I s,138, 589, III s, 921; Mecelle, mad 64, 356, 1494)
İmam Mâlik (Ö 179/795)'e göre, fâhiş gabn terimiyle ifade edilen çok aldanma, malın kıymetinin üçte biri ile sınırlandırılmıştır Buna göre bir mal, kıymetinin üçte birinden daha yüksek veya üçte birinden daha az bir fiyatla satılmış olsa fâhiş gabn meydana gelmiş olur Eğer bu miktar aşılmamışsa az bir aldanma olur ki, bu olağandır (el-Cezîrî, Kitâbu'l-Fıkıh Ale'l Mezâhibi'l Erbaa, II s, 284) Hz Ebû Bekir (Ö13/634) halife iken vâlilerine yaptığı irşâdında fâhiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirtmiştir İmam Mâlik'in dayandığı delil Hz Ebû Bekir'în bu uygulamasıdır Daha sonra Mâlikî mezhebinde, bir yüzde vermek yerine, gabn şöyle tarif edilmiştir: Bir malın, kıymetinden açık yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır Fazlalık veya noksanlık açık olduğu zaman fâhiş gabn meydana gelir Hanbelilerin bu konudaki görüşü de Mâlikîler gibidir (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, s 585; el-Cezîrî, age II, s 284; Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Din, Mısır 1375/1956, II, s 72)
İslâm hukukunun gabn ve tağrir (hile) konusunda açık ve kesin bir sınır getirmeyişinin amacı, nisbetlerin tesbitini beldelerin örflerine bırakmaktır Çünkü ekonomik bakımdan kalkınmış ve paranın değerini korumayı hattâ sürekli yükseltmeyi başarmış ülkelerde fiyatlar çoğu zaman istikrarlıdır İnsanlar uzun süre, bazan yıllarca aynı seviyede kalan piyasa fiyatlarının dışına çıkılmasına razı olamaz Fakat paranın sık sık değer kaybettiği ve eşya fiyatlarının sürekli olarak arttığı bir ekonomide, insanlar fiyat değişikliklerine alışırlar; bu yüzden meselâ %5 olan menkul eşya fâhiş gabn nisbeti önemini kaybedebilir Bu yüzden bazı Avrupa ülkelerinde ve Türk Borçlar Kanununun 21 maddesinde, aşırı yararlanma adı verilen gabn hâlinin meydana gelmesi için iki şart konulmuştur Mal ve satış bedeli arasında aşırı bir nisbetsizlik bulunmalı ve bu nisbetsizlik karşı tarafın özel durumunun istismar edilmesinden doğmuş olmalıdır Darda kalma, hıffet hâli ve tecrübesizlik, özel durumun belirtileridir (Kefalettin Birsen, Borçlar Hukuku Dersleri; İstanbul 1954, s104 vd; Kemal Tunçomağ, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, I, s 227 vd)
İslâm'da, fâhiş fiyatla satın alınan mal elden çıksa, tüketilse veya malda geri vermeye engel bir eksiklik meydana gelse artık fesih hakkı kullanılarak satım akdi bozulmaz (Ali Haydar, age, I, s 586, 587)
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
GABN-İ FÂHİŞ (MALI DEĞERİNİN ÇOK ÜSTÜNDE SATMAK)
Alış-verişte büyük aldatma anlamında kullanılan bir İslâm hukuku terimi Gabn; aldatmak, eksiltmek anlamındadır İslam hukukçuları bu kelimeyi genelde hususi akitlerde anlaşma zamanında akitte her iki tarafın bedelinin birbirine eşit olmadığım, diğer bir ifadeyle, satıcı veya müşteri aleyhine meydana gelmiş olan bir aldanmayı ifadede kullanmaktadırlar
Gabn, "gabn-i fâhiş" ve "gabn-i yesîr" olmak üzere iki çeşittir En genel anlamda, gabn-i fâhiş "normalden fazla aldanmayı", gabn-i yesîr de
"olağan ve basit aldanmayı" ifade eder Azlık ve çokluk izâfi olduğu için, İslâm hukukçuları, hangi aldanmanın gabn-i fâhiş, hangisinin gabni yesîr olduğunu mümkün mertebe kesin bir ölçüye bağlamaya gayret sarfetmişlerdir Ancak, İslâm hukuk ekollerinin gabn-i fâhişi tesbit ölçüleri birbirinden farklı olduğu için, gabn-i fâhiş ve gabn-i yesîr anlayışları da büyük ölçüde farklılık arzeder
Hanefi ekolünde, en genel tarifiyle gabn-i fâhiş; "herhangi bir malı, o malın fiyatı hakkında, bilirkişilerin tesbit ettiği tahmini fiyattan oldukça fazla bir fiyatla satma ya da satın alma durumu"; gabn-i yesîr ise, "bir malı, bilirkişilerin tahmin sınırları içerisinde kalan bir fiyatla satma ya da satın alma durumudur" Meselâ; bir mal yüz lira üzerinden satın alınmış, daha sonra, bilirkişilerin görüşüne başvurulmuş, bilirkişilerin bir kısmı sözkonusu malın değeri hakkında, bu mal ancak altmış lira eder; bir kısmı, elli lira eder; diğer bir kısmı ise, bu mal ancak yetmiş lira eder derse bu durumda, o malın yüz liraya alınması durumunda gabn-i fâhiş sözkonusu olur
Şâfiî ekolünde ise, gabn-i fâhiş; bir malın, kendine denk bir malın fiyatından (semen-i misil) daha fazla bir fiyata satın alınması durumunda sözkonusu olur Bir malın aynısı veya yakın benzeri piyasada yüz liraya satılıyorsa, o malı yüzyirmi liraya satın almak gabn-i fâhiştir
Mâlikî ekolünde de, gabn-i fâhişin ölçüsü, genelde aldanmanın, malın değerinin üçte biri nisbetinde veya bundan daha fazla olması olarak tesbit etmiştir (İbn Cüzey, el-Kavânînu'l-Fıkhiyye, Beyrut (ty), s 177)
Mecelle'de gabn-i fâhişin ölçüsü malların çeşidine göre ayarlanmıştır Buna göre, menkul ticaret mallarında %5 veya daha fazla; hayvanda % 10 veya daha fazla; gayr-i menkulde %20 veya daha fazla aldanma gabn-i fâhiştir (Mecelle, md165) Bu oranlama malın gerçek değerine göre yapılacaktır
Gab-i fâhişin akitlerin sıhhatine etkisine gelince; İslâm hukukunda kâr yasaklanmadığı için, hukukî ehliyete sahip kişilerin yaptıkları karşılıklı borç yükleyen (muâvazalı) akitlerde, akdi yapan kişilerin (taraflar) elde ettikleri yararların farklı olması, genel anlamda meşrû görülmüştür Bu yüzden, normal sınırlar çerçevesinde cereyan eden bu yarar farklılığına müdâhale edilmemiştir Ancak bu serbestliğin kötüye kullanılması (hile, tağrîr) ve insanların ihtiyaçlarının ve saflıklarının istismar edilmesi durumunda sözkonusu haksızlığı kaldırmak için hukukî hayata müdâhale edilmiştir Şöyle ki; alım-satımda, kasden aldatma (tağrîr) amacı olmaksızın, gabn-i fâhişin sözkonusu olması durumunda, aldanan taraf gerek satıcı gerekse müşteri olsun akdi feshedemez Bunun istisnası yetim malıdır Kasden aldatma amacı olmasa bile, yetim malı gabn-i fâhişle satılırsa, yetimin haklarını korumak bakımından bu akdin feshedilmesi gerekli görülmüştür Kamu malları da aynı hükme tabidir (Mecelle, md 356)
Ancak, akdin taraflarından biri diğerini aldatmak suretiyle, alım-satımda gabn-i fâhiş sözkonusu olursa aldanan taraf (mağbûn) alım-satımı feshetme hakkına sahiptir Bu fesih hakkına "gabn ve tağrîr muhayyerliği" denilir (Mecelle, md 357; geniş bilgi için bkz İbn Âbidîn, Muhammed Emin, Tahbîru't-Tahrîr, fi İbtâli'l-Kadâ bi'l-Feshi bi'l-Ğabni'l-Fâhiş bilâ Tağrîr, Resailu İbn Âbidîn, II, 66-82)
__________________
GABN-İ YESÎR( ALIŞ VERİŞTE HİLE İLE ÇOK KAZANMAK)
Alış-verişte basit bir aldatma anlamında kullanılan bir İslâm hukuku terimi
Gabn; aldatmak, aşırı yararlanmak ve bir şeyin miktarını eksiltmek gibi anlamlara gelir Bir terim olarak ise; hususî akitlerde, anlaşma sırasında, akitte iki tarafın bedellerinin eşit olmamasıdır Gabn, miktar ve derecesine göre ikiye ayrılır: Gabn-i fâhiş (çok aldatma) ve gabn-i yesir (az aldatma)
İslâm hukukunda, alış-verişte kâr yasaklanmadığı gibi ona bir sınır da konulmamıştır Ancak alış-verişte yalan, hile, satılacak mallarda bulunmayan sıfatlarla malı övme veya satılan maldaki bazı kusurları gizleme yasaklanmıştır (el-Cezîrî, Kitâbü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaâ, II, 283, 284) Tarafların yalan ve hile ile birbirlerini aldatması ve böylece malın çok yüksek veya çok düşük fiyatla satılması meşrû görülmemiştir Alış-veriş yapanlar piyasa fiyatlarının esneklik alanı içinde hareket edebilirler Bu alanın dışına çıkılınca gabn (aldatma) hâli başlar ve nisbet yükseldikçe sorumluluk da artar Gabn-i yesîrin, satım akdinin sıhhatine zarar vermeyeceği ittifakla kabul edilmiştir Çünkü bundan kaçınmak güçtür Diğer yandan, insanlar az miktardaki aldanmalara razı olurlar Çok aldatmanın miktar ve sınırı hakkında ise kesin bir nass (delil) yoktur Bu konuda, piyasadaki uygulamaları dikkate alan müctehidlerin ortaya koyduğu ictihadlar ise farklı olmuştur (el-Cezirî, age, II, 284, 285)
Hanefîler bir malın piyasa fiyatını veya piyasadaki kıymetini ölçü alarak gabni belirlemeye çalışmışlardır Bilirkişilerin değerlendirme alanına girmeyecek ölçüde, yüksek veya düşük fiyatla yapılan satım akdinde gabn vardır Meselâ;10 liraya alınmış mala bilirkişilerden biri beş, diğeri altı, başka birisi de yedi lira fiyat biçse ve on lira fiyat biçen olmasa, fâhiş gabn meydana gelmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV,159) Fâhiş gabn derecesine ulaşmayan az aldatmalar ise gabn-i yesîr adını alır
Belh fakîhlerinden Nusayr b Yahyâ (Ö 268/881) alış-verişte fâhiş gabn miktarlarını, gayr-i menkullerde %20, diğer menkul mallârda %5, hayvanlarda % 10 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olacağını belirtmiştir (İbn Nüceym el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, II, 169)
İşte yukarıda belirtilen nisbetlere varmayan aldanmalar az aldanma (gabn-i yesîr) sayılır ve bunun akde etkisi olmaz Meselâ; piyasa fiyatı dokuz-on bin lira arasında olan menkul bir malın onbinikiyüzelli veya sekizbinsekizyüz liraya satılması gibi; çünkü bu malın fâhiş gabn için üst sınırı onbinbeşyüz, alt sınırı ise sekizbinaltıyüzelli liradır (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 238)
Ancak paranın sık sık değer kaybettiği, eşya fiyatlarının yükseldiği ekonomilerde yukarıda belirtilen gabn miktarı önemini kaybedebilir Çünkü böyle bir piyasada meselâ %5 olan menkul mal gabn-i fâhiş miktarı onbin liralık malda beşyüz liraya tekâbül eder Böyle bir malı onbinbeşyüz veya onbirbin liraya satın alan kimse aldatıldığını düşünmez Mâlikî mezhebine göre gabn-i yesîrin, malın kıymetinin üçte birinden az olan aldatmada gerçekleşmesi gabn konusunda İslâm'ın esnek bir yol izlediğini gösterir (el-Cezîrî, age, II, 284; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 585) (Ayrıca bk Gabn)
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
GADR, GADDARLIK (İHANET)
Vefasızlık, ihanet, verilen sözü yerine getirmemek, ahdi bozmak Arapça'da "gadîr veya gaddâr adam" denilince, sözüne hiç güvenilmeyen kişi anlaşılır (İbnü'l-Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut 1388/1968, V, 8vd; er-Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s 536-537) Ayrıca söz konusu anlamlarla yakından alakası olan bir şeyi ihlâl etmek ve bırakmak manasına da gelir (Firûzâbâdî, Besâiru Zevi't-Temyîz, Beyrut ty IV, 122) Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şu ayetlerde bu manadadır: "O gün dağlan yürütürüz Yer yüzünü dümdüz ve pürüzsüz görürsün (İnsanları) kabırlerinden kaldırıp mahşer yerinde toplarız da, onlardan hiç birini geride bırakmamış oluruz" (el-Kehf, 18/47) "Aşmel defteri konulmuştur Günahkarları (o amel defterindeki yazılı) şeylerden titreyerek korktuklarını ve " eyvah! bu nasıl defterdir ki, bize, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp, hepsini sayıp dökme" dediklerini görürsün zira dünyada işlemiş olduklarını hazır bulmuşlardır"(el-Kehf, 18/49)
İslâm'da ahde vefa emredilirken, ihanet ve vefasızlığın da yasaklandığı kesin emirlerle bildirilmiştir Fakat, Kur'an-ı kerim'de ahde vefa gadr kelimesinden ziyade, Türkçe'de de kullandığımız, "hıyanet" kelimesi ve türevleri ile "ahd" ve "vefa" kelimeleri ile ifade edilmiştir: "Öyle ki, onlar kendileri ile yaptığın anlaşmayı her defasında hiç korkmadan (çekinmeden) bozarlar Savaşta onları (her ne zaman yakalarsan, öylesine bozguna uğrat, darmadağın et ki, arkalarındakiler öğüt ve ibret alsınlar Şayet bir topluluğun (milletin) hıyanetinden korkarsanız, eşit ölçülere göre sen de anlaşmayı bozup (suratlarına) at! Çünkü Allah hainleri sevmez" (el-Enfâl, 8/56-59)
Gadr, yapılan anlaşmayı bozmak manasında Hadislerde de kullanılmıştır (Buhârî, cizye, 7) Gerek ayetlerde, gerekse Hadislerde, karşı taraf anlaşmayı bozmadıkça, müslümanların anlaşmayı bozmamaları emredilmiştir Öbür taraftan, bir ayette "Ey iman edenler! Yaptığınız akidleri yerine getiriniz"(el-Mâide, 5/1) buyurulurken, diğer bir ayette Yüce Allah İsrailoğullarına (Yahudilere) kendilerine verdiği nimet ve ihsanları hatırlatarak, "ahdimi yerine getirin ki, ben de ahdimi yerine getireyim"(el-Bakara, 2/40), "elest bezminde" kullardan aldığı söze sadık kalmalarını emretmektedir (Gadr kelimesi ve türevlerinin geçtikleri hadisler için bkz Buhârî, cizye, 7, 22; Ebû Dâvûd Cihad,150, Müslim, Cihad, 73; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs, III 344-345) Meselâ burada, insanları evinde bırakıp, hapsedecek kadar şiddetli karanlık manasına gelen ve "gadr" kelimesinden türeyen "muğdire" kelimesinin geçtiği bir hadis şöyledir: "Şayet" "Hur-ı Iyn'den" bir kadın, dünyaya insanların dışarı çıkamadığı şiddetli karanlık bir gecede doğsa (inse), (bütün) dünya üzerindeki şeyleri aydınlatırdı
Söz konusu gadr veya gaddarlık Türkçe'de Arapça'daki manalarından daha değişik manalarda kullanılmıştır Dilimizde "zulüm, hiç merhameti olmayan, zalim, merhametsizlik veya merhametsiz insafsız" manalarında kullanılan bu kelimelerin bu manalarıyla de İslâm dininde yasak olan fiilleri ve müslümanlara yakışmayan sıfatları ihtiva eder "Allah'ın, insanlardan kendisine en çok kızdığı buğzettiği kişi, husumette gaddâr olandır" (Tecrîd-ı Sarih Tercemesi, VIII, 387) Buradan hareketle, Türkçe'de kullanılan gaddâr kelimesinin zulüm ve düşmanlıkta zalimden bir derece daha aşırı olanı ifade ettiğini anlamak mümkündür
__________________
GAİB BİR ÖLÜ ÜZERİNE CENAZE NAMAZI KILMAK CAİZ MİDİR? Gaib bir ölü üzerine cenaze namazı kılınabilip kılınamayacağı hususunda ihtilaf vardır Şafii ile Hanbeli mezheblerine göre kılınması caizdir Çünkü, daha önce İslam'ı kabul eden, Habeşistan Kralı Necaşinin vefatını vahiy yoluyla öğrenen Peygamber (sav) müslümanları namazgaha çıkarttı ve onun cenaze namazını kıldırdı Ancak Farz-ı Kifaye olan cenaze namazı yerine geçmez, yani bununla iktifa edilmez Mutlak cenazenin bulunduğu yerde cenaze namazını kılmak gerekir Hanefi ile Maliki mezhebine göre gaib ölü üzerine cenaze namazı kılınmaz
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
GALLE (ARAZİLERDEN ELDE EDİLEN MAHSÜL GELİRLERİ)
Arazilerden elde edilen mahsul ve gelirler Fıkıh ıstılahında galle kelimesi, daha çok vakfın geliri anlamında kullanılır Vakıf bahçelerinin meyveleri, binalarının kiraları, vakıf paralarının sağladığı kârlar, hep vakfın gallesidir
Vakfın gallesi (geliri)'nin ne şekilde taksim edileceği ve ondan nasıl yararlanılacağı fıkıh eserlerinde "kitâbu't-vakf" adı altında önemli bir konu olarak incelenir
Vakıf galleşinin görünmesi ve meydana gelmesi, vakfın çeşidine göre değişir Meselâ; tahıl cinsinden olan gallenin ortaya çıkması, ekinlerin yetişip dane bağlaması veya değer verilebilecek bir hale gelmesiyle olur Meyvaların galleşinin meydana gelmesi meyvelerin yetişip tabiî afetlerden emin bir hale gelmesiyle olur Kira bedelinden ibaret olan bir gallenin meydana gelmesi, ödeme zamanının gelmesi ile olur
Bir kimse vakfının bütün gallesini, yakınlık derecesine göre akrabalarına verebilmeyi şart koşsa, gallenin tamamı, en yakın akrabasına verilir (Geniş bilgi için bk Vakıf)
__________________
GANİMET
Daru'l-Harb*de yaşayan gayr-i müslim (kâfir)lerle yapılan savaş esnasında veya savaşan iki ordunun karşılaşmaları sırasında gazilerin kuvveti ile düşmandan alınan mal Ganimet mallarından taşınabilir olanlarına, ganâim-i me'lufe; taşınmaz mallara, ganaim-i gayr-i me'lufe denir Enfâl de denilen ganimet mallarına, genel anlamda ganâim-i hâlise; beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra gazilere dağıtılan ganimet mallarına, ganâim-i maksûme; düşmandan alınıp da henüz gaziler arasında taksim edilmeyen ganimet mallarına, ganâim-i gayr-ı maksûme; devlet başkanının veya ordu emîrinin, savaşa teşvik için gazilere fazladan verdiği ganimet mallarına neıl (çoğulu enfâl) denir Kur'an'ın sekızınci suresine, ganimetlerden bahsettiği için "el-Enfâl Sûresi" denilmiştir Düşmandan harbetmeksizin alınan ganimete de "fey" denir
"Allah'ın onlardan Peygamber'ine verdiği fey'e gelince, siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız"
"Allah'ın, o kent halkından, Resulune verdiği ganimetler Allah'a, Resule, ve ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalmış) yolcuya aittir '
"(Bilhassa o fey'), hicret eden fakirlere aittir" (el-Haşr, 59/6, 7, 8)
"Sana savaş ganimetlerinden sorarlar; de ki: Ganimetler, Allah'ın ve Resulunundur" (el-Enfâl, 8/1)
" bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Resulune ve (Resul ile) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir"(el-Enfâl 8/41) (Ayrıca bk: Âl-i İmrân 3/161, en-Nisâ, 4/94, el Ahzâb 33/50, el-Fetih 48/15, 19, 20)
"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin" (el Enfâl, 8/69)
Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilerek ya mücâhidlere veya diğer müslümanlara, mülk olarak verilen arazilerin (Arap yarımadası ve Basra arazisi gibi) mahsullerinden öşür (onda bir, yahut yirmide bir hisse) adıyla alınan vergi ile tüccardan alınan gümrük vergisi İslâm devletinin önemli bir geliri idi Bunlar; fakirlere, parasız kalan yolculara, borcunu ödeyemeyen borçlulara, hürriyeti için anlaşma bedelini ödeyemeyen kölelere harcanırdı
Müslümanlar tarafından zorla zapt ve fethedildiği halde müslüman olmayan eski sahibinin elinde bırakılan veya hariçten gayr-i müslim vatandaşlara mülk olarak verilen yahut sulh ile fethedilip de bir vergi karşılığında gayr-i müslim halka terk olunan arazilerden alınan haraç (adı altında alınan vergi), İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimlerden, korunma karşılığı alınan cizye, yabancılardan alınan hediyeler ve harpsiz olarak elde edilen sulh bedelleri de İslâm devletinin gelirlerindendir Bu gelirler, müslümanların menfaati olan sınırları koruma, yol, köprü yapım ve tamiri, asker ailelerinin geçimini sağlama, devlet memurlarının ve ilim ile uğraşanların maaşlarını ödeme gibi yerlerde harcanırdı Rikâz adı verilen madenler ile bulunup çıkarılan hazinelerin ve harp neticesinde düşmandan alınan ganimetlerin muayyen bir kısmı fakirler, kimsesiz yetimler ve borcunu ödeyemeyen borçlulara sarfedilirdi
Vâris bırakmadan ölenlerin malları, velisi bulunmayan maktullerin kan bedelleri, sahibi bulunmayan yitik mallar, sahibi bilinmeyen terk edilmiş çocukların ve velisi olmayan fakir çocukların nafakalarına, tedavi ücretlerine, techiz ve tekfinlerine, hastahanelere sarf edilirdi