Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂHİŞE VE FAHİŞELİK Islâm şerîatının yasakladığı çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış Fahşâ; "Dünyada had cezasını, ahirette ise azâbı gerektiren şeydir" (Cürcânı, et-Ta'rifât)
"Kötü ahlâklı; gerçekten cimri; sınırı aşan her şey; söz ve cevapta taşkınlık etme; çok çirkin olan zina olayı Allah'ın yasakladığı her şey, konusurken ve cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın ve alışılagelen ölçüyü aşan şey" (Şartûnî, Akrabu'l-Mevârid) Fahşâ, genellikle ‚zina' anlamına gelmektedir Buna göre zinaya ve zina eden kadına fâhişe adı verilmektedir (Ibnü'l-Esir, en-Nihâye, 111/415)
"Hakîkate ve normal ölçülere uymayan her işe fâhişe denilir Ibnu'l Cinni'ye göre bu kelime, cehâletin bir çesidi olup, hilmin karşıtıdır" (Ibn Manzur, Lisânu'l-Arab) Râgıb el-Isfahânî'ye göre, fuhş, fahşâ ve fâhişe kelimeleri son derece çirkin söz ve fiiller olarak tanımlanmıştır (el-Müfredât, Fahşa mad)
Fâhişe kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'de onüç yerde geçmektedir Ayrıca dört yerde de çoğulu olan "fevâhiş" zikredilmektedir Âl-i Imrân suresi 135 ayette fena bir iş olarak nitelenmiştir ibn Abbâs'tan gelen bilgiye göre, hurma satan birine güzel bir kadın geldi Kadın, alışverişini yaptıktan sonra, adam onu kucaklayarak öptü Ancak hemen bu davranışına pişman oldu ve Hz Peygamber'e gelip durumu anlattı Bu olay üzerine sözkonusu ayet indi (Vahidi, Esbâbu'n-Nüzül, 105)
Fahşâ ve fâhişe kelimesi, zinadan kinaye olarak kullanılmıştır (en-Nisâ, 4/19) Ayrıca buradaki fahşâ sözcüğünün "Kadının serkeşlik etmesi, kocasına asi olması ve geçimsizlik yapması" anlamlarına geldiği; buna göre kocanın onu isterse evinde tutacağı, isterse kendisinden boşanabileceği ve bunun helâl bir davranış olduğu; Ibn Abbâs'ın rivâyetine göre de "buğz ve serkeşlik etme" anlamlarına geldiği açıklanmıştır Diğer bir rivâyete göre de, söz dinlememek ve bununla birlikte isyan etmek anlamındadır Bu isyânı kadın yapmış ise, Allah, kocasına ondan ayrı kalmasını ve onu hafifçe dövmesini; bundan sonrada kadın durumunu değiştirmezse, kocasının fidye isteyebileceği ifade edilmiştir (Ibn Cerir et Taberî, el-Câmiu'l-usul, V/31S311)
Imam Fahrûddin er-Râzi'nin açıklamasına göre, sözkonusu ayette geçen fâhişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamındadır (er-Râzı, Mefâtihu'l-Gayb, X/II)
Fahşâ ve fahişe kelimeleri, Kur'an-ı Kerîm'de birbirine yakın olmakla birlikte, değişik anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir
Şeytanın emrettiği kötü davranış ve hayasızlık; "Babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; ancak (câhiliye devrinde) geçen geçmiştir Şüphesiz o bir hayasızlık (fâhişe)dir O ne kötü bir sözdü ve ne kötü bir yoldu" (en-Nisâ, 4/22) el-Bakara, 2/169 ayeti de aynı anlamdadır
Fahşâ, evlilikten sonra fuhuş yapma anlamında kullanılmıştır: "O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın" (en-Nisâ, 4/25) Çıplak olarak Kâbe'yi tavâf etme ve şirk koşma anlamında: (el-A'râf, 7/8); Hz Lût Kavmi'nin yaptığı çirkin fiil (homoseksüellik) anlamında: "Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz"(el-A'râf, 7/80-81, ayrıca bk el-Ankebût 31/28) fahşâ, zinâ fiili olarak da kullanılmıştır: "Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur" (el-Isrâ, 17/32)
Bunlardan başka "insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyât" anlamında da kullanılmıştır: "Şüphesiz müminler arasında fuhşiyâtın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve ahirette çok acıklı bir azâb vardır" (en-Nûr, 24/19)
Ayrıca fahişe kelimesinin çoğul şekli olan "fevâhis" ile had cezasını gerektiren şeylerin kasdedildiği rivâyet edilmiştir (el-En'âm, 6/151; el-A'raf, 7/33; eş-Şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32)
Gazalı ise fâhişe kelimesini çirkin söz anlamına almış ve onu dilin bir afeti olarak kabul edip, şöyle demiştir:
"Hz Peygamber, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu anlatmıştır Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir Bir hadislerinde de, ağız bozan-fâhiş söz söyleyen-kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır
Bir sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar Bu tür sözler, genellikle gıybet konusunda kullanılır Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik kullandıkları çirkin sözler vardır Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler kullanırlar Ibn Abbâs (ra) şöyle demiştir: "Allah (cc) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır Meselâ "cimâ" konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır" (Gazâlî, el-Ihyâ, III/152-153)
Bazı sözleri, delâlet ettikleri anlamlarının üzerine başarak ve bizzat isimleri ile aktarmak fâhiş harekette bulunmaktır Edebe uymayan sözler yerine mecaz ve kinâyeli sözler kullanmak Islâm ahlâkına daha uygundur
Ayrıca fâhişe kelimesinin namuslarını satan zâniye kadınlar hakkında da kullanıldığı bilinmektedir
Insan, ahireti kazanma melekeleriyle donatılmış, ama bu kazanma başarısını dünya hayatında gösterecek, toprağa, yere bağlı bir yaratıktır O, dünya hayatını yaşaması için kendisine verilen birtakım sevgi ve tutkuları ahiret yönünde kullanmak zorunda olduğu gibi, fıtratı ve aynı zamanda dünyevi saadeti de bunu gerektirmektedir Kur'an-ı Kerîm'in ifadesiyle, "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı kuvvetli bir tutkunun kendisi için bezenip, süslediği insan " (Âlu Imrân, 3/14), bu tutkusunu dünya hayatını yegane amaç haline getirmeden ve başkalarının aleyhine ve zararına doyurmaya çalışmadan, Allah'ın çizdiği yoldan giderme çabasında olduğu sürece, hem madde-mana dengesini kendinde kurarak şahsiyetinin oluşmasını sağlayacak, hem ferdî, hem toplumsal hayatı, hem de yeryüzündeki genel insanı hayat ve insan-tabiat ilişkisi tam bir âhenk ve sulh içinde sürecektir Ne var ki, insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi için yaratılışına ekilen ve karşısına çıkarılan birtakım kötü güçler, onu sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır tanımadan kendisi, hemcinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle getirmeye uğraşır Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal, insanı ve-fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; sözgelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri normal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fitrî ve vasat çizgide tutulması gereken şehvet güdüşünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta kılmak, Kur'an'ın ‚fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şiddetle yasakladığı bir durumdur Şeytan, fahşâyı emrederken (el-Bakara, 2/169, 268), Allah, açığı ve gizlisiyle her türlü fahşâyı haram kılmıştır (el-A'râf, 7/33) ve namazın insanı fahşâdan uzaklaştırıcı bir amel olduğunu da vurgulamıştır ‚Fahşâ', toplumları yıkıma götüren en feci faktörlerden birisi olagelmiştir
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FAİZ PARASINDAN İKRAM: İslam'ın faizi en büyük günahlardan saydığını biliyoruz(bk Buharî, Vasâae 23, Hudûd 44; Müslim, Imân 144) Anaya-babaya iyi davranmanın, Allah (cc)'a ibadetin hemen ardından geldiğirnde biliyoruz(K E1-isrâ (17) 23) Öyleyse bu dengeyi iyi ayarlamak zorundayız "Yaratana isyan sözkonusu olan yerde yaratılana itaat edilmez"(Buhari, Ahâd müslim, Imaret 39; Ebu Davûd, Cihad 87; Nesâi, Bey'at 34; Ibn Mâce, Cihad 40; Müsned 1/94; 409, IV/426, V/66) esasını ayar olarak kullanırsak, işler biraz daha kolaylaşır Faizin sadece yenmesi değil; hesabının tutulması, alınması, verilmesi, yardımcı olunması vb de haram olduğuna ve haramları yapmak, Allah (cc)'a isyan sayılacağına göre, bir kimse, Babası dahi olsa, bir kulu memnun etmek için bunları yapamaz
__________________
FAİZ PARASININ VERİLECEĞİ YER: Her ne maksatla olursa olsun, faize ve faiz muamelesi yapan kuruluşlara para yatırılamaz Her nasılsa bankaya yatırılan bir paranın faizi de bankaya bırakılamaz: Böyle bir davranış, belki de faiz alıp yemekten daha büyük bir vebaldır
Çünkü faizin haram oluş hikmetlerinin başında, onun sömürüye, zûlme sebep olması, servet sahiplerinin fakiri ezmelerine imkân sağlamasıdır Biriken faizi almamak, bu sömürü ve zûlüm mekanizmasını iki kere güçlendirmek olur Alınca da bunu kişi sahsına ve hayır işlerine harcayamaz En doğrusu, faiz parası halkın sırtından soyulduğu için yine halka çevrilmeli ve kötü bir para olduğuna dikkat çekmek için de, meselâ umuma ait tuvalet gibi yerlere harcanmalıdır Ne gariptir ki, duyduklarımız doğru ise, özellikle doğudaki vatandaşlarımızın bankalardan milyarlarca faizsiz yatırılmış mevduatları varmış Bu, cahil müslümanın maskara oluşunun tarihi bir delili sayılmaya sezadır
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂİZSİZ EKONOMİ
Fâiz ve ribâ sözcükleri eş anlamlı olup, Islâm ekonomisinde bir terim olarak, mübâdeleli akitlerde taraflardan birisinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan veya örfleşmiş bulunan fazlalık anlamına gelir Faiz; ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan standard (mislî) mallarda cereyan eder Altın, gümüş ve nakit para çeşitleri de buna dahildir Kur'ân-ı Kerîm'deki ribâ âyetleri (er-Rum, 30/39; en-Nisâ, 4/160-161; el-Bakara, 2/275-279) Hz Peygamber (sas)'in bu konudaki hadis ve uygulamaları (Müslim, Musâkât, 17, 80, 81, 102, Hac, 147; Ebu Dâvud, Büyû, 19) Incelendiğinde fâiz yasağının haksız kazancı önlemek, paranın yalnız mübadele aracı olarak kalmasını sağlamak, ödeme darlığı çekenleri istismar ettirmemek, kamu ve özel sektöre daha sağlam kredi imkânları sunmak, mâliyetleri düşürmek ve paranın satın alma gücünü korumak gibi sebeplere dayandığı görülür
Konu biraz açılacak olursa, şunlar söylenebilir: Faizli kredilerde ana paranın faiziyle birlikte geri ödeme taahhüdü, taraflardan birisini haksız kazançla karşı karşıya getirir Kredi kullananın zarar ettiği halde, ana para ve faizi ödemek zorunda kalması veya bu kredi sayesinde yüksek satın alma gücü elde ettiği halde bunun önceden miktarı belirlenmiş küçük bir kısmını sermaye sahibine ödemesi, rizikoyu tek yanlı hale getirir Ubâde b es-Sâmit (ra)'den Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Âltın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile ve tuz tuz ile, misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak mübâdele edilir Cinsler farklı olursa, peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız Her kim fazla verir veya alırsa ribâ muâmelesi yapmış olur" (Müslim, Musakat, 81; Ebû Davud, Büyü, 18; Tirmizi, Büyü, 23) Islâm hukukçularının çoğunluğu, bu hadiste zikredilen altı maddeyi "örnek kabılinden" saymış; maddelerin mislî oluşuna bakarak, ölçü veya tartı ile alınıp satılan tüm malların mübâdelesinde, cins birliği olunca "fazlalık" ve "vadenin"; cins farkı bulunduğunda ise, yalnız vadenin fâiz olacağı görüşünü benimsemiştir (el-Cassas, Ahkâmül-Kur'ân, II, 124) Sırf vade sebebiyle meydana gelen faize "nesîe ribâsı" denir Beş bin doların, üç ay sonra teslim alınacak on bin mark'la değisimi halinde, bu çeşit ribâ söz konusu olur Para peşin mal veresiye bir akit olan selem, istisnâ ve mislî malların faizsiz olarak karz-ı hasen verilmesi konunun istisnalarıdır
Hz Peygamber (sas)'in yukarıda da anlattığımız uygulamaları, faizi anlamada yardımcı olabilir Ashâb-ı Kirâmdan Fudâle b Ubeyd (ra) Hayber günü boncuk ve altın dizili bir gerdanlığı 12 dinara (yaklaşık 48 gr altın para) satın almış, yalnız altınların 12 dinardan daha ağır olduklarını anlayınca, durumu Hz Peygamber (sas)'e sormuştur Bunun üzerine "Rasûlüllah altın altına karşılık tartı iledir Altınlar ayrıca tartılmadıkça satın alınmaz" buyurmuştur (Müslim, Musakat, 17) Muâviye devrinde gümüş para ile gümüş ziynet eşyasının, tartılarak eşit ağırlıkta mübâdele edildiği nakledilir (Müslim, Musakat, 80) Bu duruma göre, meselâ; 15 gram ağırlığındaki bir bileziği 8 dinara satın alsak; gerçekte 32 gr altın parayla,15 gr bilezik şeklindeki altını mübâdele etmiş oluruz Böyle bir piyasada dinarlar ziynet eşyasının çok değer kazanması sebebiyle sarraflarca eritilerek ziynete dönüşür Bunun aksine 32 gr ağırlığındaki bir bileziği 4 dinara satın alsak, gerçekte bu bileziği 16 gr altın para ile değişmiş oluruz ki, böyle bir piyasada altın ziynet eşyaları da darphanede eritilerek dinara dönüşür Asr-ı saadette altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının şart koşulması, paranın maden değerinin üstünde veya altında nominal (itibarî) değer kazanmasını engellemiştir Yani para ile kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyası arasında bir satın alma gücü farkının oluşmasına, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslam'ın fâiz yasağının engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz
Fâiz, ekonominin olmazsa olmaz bir rüknü değildir Ekonomik faaliyetlerin fâizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi mümkündür Ancak bu yapının oluşabilmesi için, sistem bazında aşağıdaki noktalara ağırlık verilmesi gerekir
1) Paranın satın alma gücünün sağlam bir esasa bağlanması Günümüz dünya ekonomilerinde kâğıt para kabul görmüş örfi bir paradır J Dobretsberger, Mısır'da MÖ 1600 yıllarında banknot tedâvül edildiğinin belirlendiğini söyler Iktisat tarihçilerinin sözünü ettiği bu uygulama (Feridun Ergin, Iktisat, Istanbul 1964, 569), Hz Yusuf (as)'un Mısır merkez olmak üzere Orta Doğu yöresinde uyguladığı, çeyrek yüzyılı içine alan bir dizi ekonomik tedbirlerin bir parçasıdır O, yedi yıllık bolluk yıllarında halkın elindeki ihtiyaç fazlası hububatı ve tasarrufları devlet hazıne ve depolarına emânet olarak almış, sahiplerine emânet bıraktıkları şeylerin cins ve miktarını belirten birer makbuz vermiştir Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki altın, gümüş veya hububatı dilediği zaman çekebilirdi Ticaretle uğraşanlar hâmiline yazılı olan bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı Hattâ belgeler Fenike ve Mezopotamya'ya kadar yayılmıştı Temelde vahye dayanan bu uygulamada kâğıt banknotun arkasında mislî (standard) eşyanın bulunduğu açıktır (Yusuf, 12/ 10; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, Istanbul 1960, IV, 2861)
Kâğıt paranın 16 yüzyıldan itibaren Avrupa'da, 19 yüzyıldan itibaren ise Osmanlılarda ortaya çıkışı ve gelişme süreci, daima altına göre olmuş ve satın alma gücünü altından almıştır Durum böyle olunca, altınla ilgili hükümleri, onu temsil eden kâğıt paraya uygulamada tereddüt edilmemiştir Günümüz ekonomisinde kâğıt para veya benzeri menkul kıymetlerin altın başta olmak üzere bazı misli eşyaya bağlanması, satın alma gücünü temsil ettiği mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarabilir Enflasyona karşı kendisini koruyabilen böyle bir para, karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli hale gelir
2) Karz-ı hasen'e işlerlik kazandırmak Allah (cc) ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş, âhirette ona kat kat ecir verileceğini bildirmiştir (el-Hadıd, 57/11)
Diğer yandan, hadis-i şeriflerde; iki defa ödünç verenin bir defa tasaddukta bulunmuş sayılacağı (Şevkanî, Neylül-evtar, V, 229) Bir sadakaya on katı, karz-ı hasene ise on sekizkatıecir verileceği nakledilmiştir (Ibn Mace, Sadakat, 19)
Islâm'da faizsiz ödünç para verme yoluyla kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür Ticari olmayan ihtiyaçlar, dar ve sabit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir Günümüzde çek ve senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senet bedellerinin karşılanmasında tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik kredilere ihtiyaç duyar Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür Bu uygulama müslümanları birbirine yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı kazanırlar
Kısa vadeli küçük kredilerin daha düzenli ve faizsiz olarak temini için, "yardımlaşma sandıkları"da oluşturulabilir Bu sandığa her ay belli âidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerin birkaç katına kadar kredi alınması ve bunun anlaşma şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür Diğer yandan böyle bir sandık ticaret ortaklığı olarak düzenlenirse, kullanılmayan krediler işletilir ve daha büyük krediler sağlama imkânları meydana getirilebilir Sandık, ortaklarının çek ve senet tahsillerini yapar, vadesiz mevduatlarına da sahip çıkabılirse, küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve faizsiz olarak çözülebilir
Islâm'da özel sektörün uzun vadeli ve büyük kredi ihtiyaçları için "kâr-zarar ortaklığı" esası getirilmiştir Mudâraba ve muşâraka bunlar arasında sayılabilir Kredinin süresi ve hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri işinde çözmek mümkün olmaz
3) Mudâraba ortaklığı Bir ortak sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket kurabilirler Buna mudâraba denir Islâm'da mudâraba, özel sektörün uzun veya kısa vadeli her çeşit kredi ihtiyacını karşılamak için elverişli bir ortaklık çeşididir Elinde büyük sermaye birikimi olan birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak ister Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın bir çok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz Işte, mudâraba, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir Ve iki taraf da bundan kârlı çıkar Böylece toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabıliyetler değerlenmiş olur Bu çeşit ortaklık itimada dayanır Işi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene lâyık olmaya çalışır Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir Işletmeci (mudârib), emeğinin karşılığı olarak net kârın sözleşmede belirlenen yüzdesini alır Bu kâra mahsûben avans olarak maaş da alabilir Hesap dönemi sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu yalnız sermaye sahibine aittir Zarar, önce kârdan karşılanır Kâr yeterli olmazsa ana paradan ödeme yapılır Bu takdirde işletmeci herhangi bir şey alamaz Kasıt ve kusuru bulunmadıkça işletmeci zarardan sorumlu tutulmaz Zarar halinde, sermaye sahibi sermayeşinin tamamını veya bir bölümünü kaybederken işletmeci de emeğinin karşılığını alamamaktadır (es-Serahsi, el-Mebsût, XXII,19, 98; el-Kâsânî, Bedayıus-Sanayı', VI, 87, 98; Ibnül-Hümam, age, V, 58, 70 vd; Ibn Rüşt, Bidâyetül-Müctehid, II, 204)
Mudârabe ortaklığının bir başka önemli yönü de, ortaklığın yürütülmesinde işletmeciye tanınan esnekliklerdir Işletmeci, kendisine verilen sermayeyi işletmek üzere üçüncü şahıslarla yeni ve ayrı mudâraba ortaklıklarına girebilmekte, hattâ bu ortaklıklar çok sayıda olabilmekte ve bunların sayısına bir sınırlama getirilmemektedir Mudârabanın bu özelliği, Islâm bankacılığının esasını oluşturur Sermaye sahibine veya sahiplerine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati zedelenmez Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir Işletmecinin yaptığı işi, daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa; tasarruf sahiplerinin mevduatını ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği, dürüst ve yetenekli alt işletmeci (mudârib)leri bulmada aracılık ettiği için, ilk mudâraba anlaşmasında belirlenen işletme kârını almaya hak kazanır Faizsiz kredi kullandıran böyle bir finans kuruluşu, mevduat sahiplerine daha fazla kâr verebilmek için gereken ihtimamı gösterir Aksi halde kâr miktarının belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir
4) Muşâraka (inan) ortaklığı Iki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik faaliyetlere sevki, sanayı, ticaret ve tarım kesiminde sermaye birikimi oluşturulması, muşâraka yoluyla mümkündür Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem de emeği ile ortak olur Net kârın paylaşılması serbest sözleşme ile olur Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir
Muşâraka'da ilk ana para mala dönüştükten sonra, ortakların hakları şirketin mal varlığı üzerinde kuruluştaki hisse oranlarına göre devam eder Hesap dönemi sonlarında dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârlar veya enflasyon gibi sebeplerle şirketin mal varlığının büyümesi, ortakların hisselerinin de büyümesi anlamına gelir Bu fazlalığın hisse senetlerine yansıtılması gerekir Meselâ;100 kişi, her biri 1 milyon TL koyarak bir ticaret şirketi kursalar; 5 yıl sonra şirketin mal varlığı yeniden değerleme sonucu 3 milyar Tlna yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi mal üzerinden 30 katına, yani 30 milyona çıkmış olur Eski hisse senetlerinin 30 milyon yazan yenileri ile değiştirilmesi gerekir Böyle bir şirketten bir ortak ayrılmak isteyince, mallar bölünebilir cinstense, malın % 1'ini alır veya ortağın hissesi şirketçe ödenerek geri kalan ortakların hisselerine eklenir Ya da bu hisse pazarlık yoluyla üçüncü bir şahsa satılabilir (es-Serahsî, age, 151; el-Kâsânî, age, VI, 57-62; Ibn Kudame, el-Muğnî, V, 27)
Islâm'da, bir şirket yatırımlarını büyütmek isterse, mudâraba veya muşâraka esasına göre, kısa veya uzun vadeli bütün kredi ihtiyaçlarını doğrudan tasarruf sahiplerine başvurmak suretiyle karşılayabilir Ancak yeni hisse senedi çıkarıldığında, eski hisse senetlerini yeniden değerlemeye tabi tutarak şirketin o tarihteki mal varlığını eski senetlere yansıtmak gerekir Aksi halde daha önceki yıllarda dağıtılmayan kârlara yeni hissedarlar da ortak yapılmış olur
Bu gün ülkemizde anonim şirketlerin çeyrek yüz yıl önce, o günün kıymetlerine göre çıkarılmış hisse senetleri halkın elinde bulunmaktadır Yıllarca tamamen veya kısmen dağıtılmayan kârlar, kullanılan krediler ve enflasyonlar yüzünden, şirket mal varlığındaki gerçek karşılığı bazan 150-200 katını aşan bir hisse senedinin 3-5 misli nominal bir değerle alıcı bulması çözüm için yeterli değildir Şirketlerin mal varlıkları yeniden değerlemeye tabi tutularak, ellerinde o şirketin hisse senedi olanlara yeni değerler üzerinden hisseleri verilmelidir Üzerinde bir milyon yazan, fakat ticaret şirketindeki mal karşılığı elli katına çıkmış bulunan bir senedi 3 milyon nominal değerle satan ortağın, gerçekte 50 milyona yakın bir satın alma gücünü 47 milyon TL eksiğine devrettiği halde, %300 kârla sattığını düşünmesi, ekonomik gerçeklerle çelişmektedir
Diğer yandan Islâm ekonomisinde altın, gümüş ve öteki mislî mallar şirket sermayesi olarak belirlenebilir Hatta bazı müctehidler fels adı verilen ve maden değeri dışında nominal (itibarî) bir değerle dolaşan madenî paraların (altın ve gümüş para dışında) şirketlerde ana para olamayacağını söylemişlerdir Osmanlılarda 1464 M tarihinden itibaren kurulmaya başlayan para vakıflarında altın ve gümüş para mudârabe veya bidâa (kârın tamamı vakfa ait olmak üzere vakıf parasını işletmek) yoluyla esnaf ve tüccar için önemli finansman kaynağı olmuştur Hatta buğday, arpa vb diğer mistî mallar da vakfedilmiş, bunlar altın veya gümüş paraya çevrildikten sonra, yine finans ihtiyacı olanlara mudâraba veya bidâa yoluyla kredi olarak verilmiştir Vakıf, anaparayı bu şekilde kredi olarak kullandırmaya devam eder ve elde edilen kârdan vakfın hissesini, vakfedilen cihete harcardı (el-Mavsılî, el-Ihtiyar, III, 14, 15; Ibn Âbidin, Reddül-Muhtar, Tercüme, A Davudoğlu, Istanbul 1983, IX, 278, 279)
Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçeşinin yatırımcılara kullandıracağı krediler, borçlarını ödeme güçlüğü çekenlere zekât fonunun desteği, ziraat ortakçılığı esasına göre dağıtılacak tarım kredileri de sayılabilir
Buna göre Islâm ekonomisi her konuda olduğu gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir Bu sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas halindedir Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, sermaye sahiplerini gerçek mal varlığına ortak yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, ya da ortakların ana paralarına eklemeye razı olursa, kredi problemine faizsiz çözüm yolu bulmak mümkündür Günümüzde faizli kredi mâliyetlerinin %100'ü aştığı bilinmektedir Müteşebbisler bu kredileri ürettikleri malın mâliyetine yansıttıkları için, fâiz, eşya fiyatlarının normalın üzerinde yükselmesine sebep olmaktadır Böyle bir kredi, çıkarılacak kâr-zarar tahvilleriyle, mudâraba veya muşâraka ölçüleri içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri önemli ölçüde düşer Taraflar ve toplum meşrû ticaretin bereket ve semeresini hissetmeye başlar
Toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar ve ekonomik faaliyetleri dürüst olarak yürütenler Allâh Rasûlünün diliyle şöyle öğülmüştür:
"Bir kimse gıda maddelerini (toplumun ihtiyacı olan şeyleri) toplayıp günün rayıç fiyatı ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmiş gibi ecir alır" (Ibn Mace, Ruhün, 16); "Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el uzatmayan veznedar, Allah rızası için sadaka verenin ecrini alır " Yani harcaması ve transferi kendisine emânet edilen bütün paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine ulaştırdıkça sanki onları yoksullara dağıtmış gibi sevap kazanır" (Buhârî, Zekat, 25)
__________________
FAİSIZ FİNANS KURUMLARI Faizsiz finans kurumlarına gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz? Neden bu kurumlar banka faiz oranlarına yakın bir kâr payı veriyorlar? Ayrıca diğer bankaların % 85'e varan son faiz ayarlamalarından sonra, bu kurumlar da kâr oranlarını yükselttilerBu kurumlara gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz?
Müslümanların iktisadı yönden de bağımsız ve güçlü olmaları önemli bir olaydır Medine Site Devleti'nde teşebbüs edilen ve kazanılan ilk savaş iktisadî savaştır denebilir Bu açıdan böyle faize (sömürüye) dayalı kapitalist bir ekonomi ortamında Islâm'a dayalı bu tür müesseselerin kurulması doğrusu bizim gönlümüze su serpmiştir Ancak bunların dayandığı esas prensipler ve çalışma biçimleri hakkında Islâm iktisatçıları henüz son sözü söylemiş değillerdir Belki meselenin detayını iyi bilmediğimiz için bizler gibi canhiraşane bu müesseseleri savunanlar, faizli sisteme alternatifolduğunu söyleyenler, inancının gereğini yaşamak isteyenlerin çalıştıramadıkları sermayelerinin ancak bu yolla ezmekten kurtulacağını, hatta helâlinden nemalanacağını iddia edenler, hatta daha iyimser davranarak faizli sisteme öldürücü darbenin ancak bu yolla vurulabileceğine inananlar bulunmakla birlikte, yine bizim basınımızda ve yine yerli ve yabancı müslüman iktisatçilar tarafından bunların eleştirildiği ve inananların elinde âtıl halde bulunup, mevcut kapıtalist sistemlerin yaşayabilmeleri için ihtiyaç duydukları paranın, bu sistemlere kan takviyesi olmak üzere piyasaya kazandırılma hilesi olarak görüldüğü, bunların, adlarına kâr ortaklığı demekle beraber, yaptıklarının netice itibarı ile faiz olmaktan başka bir şey olmadığı, "ihtiyacı olan öküzü, peşin yüzbin lira bulamadığı için bir yıl vadeli faizle ikiyüz bin liraya satın almak zorunda kalan çiftçi Mehmet Efendi'nin bu sisteme müracaat etmesiyle, yine bir yıl sonra ödemek üzere ve yine ikiyüz bin liraya satın alabileceği, neticede isimden başka bir şeyin değişmeyeceğini" savunanlar da oldu Bütün bu olanlar bu kurumların Islâmîliğinin herkesçe kabul edilebilmesi için daha çok bilgiye ve zamana ihtiyaç olduğunu gösteriyor Sözünü ettiğiniz, kâr oranlarının faize göre ayarlanması aslında işin püf noktasını oluşturuyor değildir Her ticari ortaklık kâr etmek için kurulur Bunun içi de piyasa şartlarını göz önünde bulundurmak zorunda kalır Eğer bu bir kâr ortaklığı ise ve kârın dağıtılma oranı da tarafların rızasına bağlı ise, o zamanki piyasa şartlarına göre o oranda, şu andaki piyasa şartlarına göre de bu oranda kâr veriyorum diye bilirler Bunu fıkhî bir baza oturtmak, ya da kitabına uydurmak o kadar zor değildir Bizi bu teferruata götüren sebep, bu kurumların biriyle alâkalı olarak bir tüccarın yaşadığı bir uygulamadır: "Diğer bankalara çok büyük miktarlarda para yatıran mevduat sahiplerine bankalar, tahakkuk edecek faizin dışında hediye adıyla çeşitli ödemelerde bulunmaktadırlar Ben de bunu emsal göstererek aynı şeyi paramı yatırdığım A Finans Kurumundan istedim Onlar da bir ön şart olarak bana onbeş milyon değerinde bir bilgisayar vermeyi kabul ettiler Şimdi benim bunu almam caiz midir? diye soruyordu bu tüccar İşte Islâm nokta-ı nazarından kitabına uydurulamayacak uygulamaların bir örneğidir bu Bu alış veriş akdinde, akdin gerektirmediği bir şarttır ve muamelenin fasit (faizli) bir muamele olmasını sonuç verir: Aslında bu müesseselerin değerli ve güvenilir fıkıh danışmanları bulunduğuna ve bu gibi uygulamaların onların gözünden kaçmayacağını gören, "acaba kazanma hırsı müslümanları, menfi cevap alacakları şeylerin hükmünü sormamaya mı itiyor?" diye aklımıza takılıyor Biz, ihtiyaç kaydını ihmal etmekle beraber bu müesseseleri; faiz (sömürü) sistemine alternatif olarak kuruldukları, en az Türkiye'deki hissedarlarının inanan insanlar olduğu, uygulamalarını güvenilir fıkıhçılara danışarak yaptıkları ve belki de daha önemlisi elindeki üç-beş kuruş tasarrufu kapıtalizmin çarkları arasında eriyen müslümanlara bir başka alternatif gösteremediğimiz için tavsiye ediyor ve yaşamalarında fayda görüyoruz Ama bu tür fasit uygulamalar gördükçe de daha çok kazanma hırsının, müslümanlârı dahi fikren müslüman olmakla beraber fiilen kapıtalistleştireceğinden korkuyoruz
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FAİZSİZ FİNANS KURUMLARI-2 Şu sorulara cevap verelim:
1 Milyonların ihtiyaç içerisinde ızdırap çektiği bir ülkede, zenginleşebilmek, bankada mevduat biriktirmek caiz midir?
2 1400 küsür yıllık Islâm tarihinde "inanmış" zenginlerden bir kaç isim verebilir misiniz?
3 Iki yıl önce bir dergi söz konusu faizsiz banka(!) yöneticilerinden birinin otuz yedi milyar mal varlığından sözetmişti Türkiyemizde ilâhî ölçülere bağlı olarak bu miktarı biriktirmek mümkün olabilir mi?
5 Meşru bir teşebbüs %100 kâr vereceğim diyebilir mi? Ticaretin sonucu sadece kâr mıdır?
Önceki yazımızda biraz "yutkunmak" zorunda kalmış olsak dahi bu müesseseler hakkında bildiklerimizi söylemeye çalışmış ve bunlardan birisinin bir müşterisinin bize anlattığı uygulamanın fasit, yani faizli bir akid olduğunu bunların bankalarla olan irtibatlarının mahiyet ve düzeyini henüz iyi bilmediğimi, kâr oranı ayarlamalarının tarafların rızasına bağlı olduktan sonra akde zarar vermeyeceğini, güvenilir fıkıh danışmanlarının bulunduğunu ve muamelelerinde onlara danışma prensibiyle çalıştıklarını, bizim biraz da müslümanlara başka alternatif gösteremeyeceğimiz için bunları gözden çıkaramayacağımızı anlatmaya çalışmıştık Şimdi çalışma prensiplerini biraz daha yakından öğrenmemizin gereği anlaşılmış oldu
Soruların her biri müstakil bir cevap isteyen sorular olmakla beraber kısaca cevaplamaya çalışalım:
1 Bir şeyin caiz olup olmaması ile en iyi davranış olup olmaması farklı şeylerdir Şu anda meşru ölçülerle çalışan bir kâr ortaklığı sistemine müslümanın parasıyla ortak olması caizdir Ama belki bu, en rasyonel seçenek olmamış olabilir O takdirde ona alternatif bulmak gerekir Bunu kendisi bilmiyorsa elinden tutan da yoksa, iktisaden sıfırlansın mı, yoksa hiç olmazsa mal varlığını korusun mu?
2 Islâm özel mülkiyete karşı olmadığı gibi servete sınır da getirmemiştir Karşı olduğu şey insanın malın kulu (abdü'd-dinar) olmasıdır Bu derekeye düşmeyen bir müslümanın zengin olması fakir olmasından daha iyidir Hz Süleyman, Hz Ibrahim, Osman ve Abdurrahman b Avf Efendilerimiz servetin kulu olmayan zenginlerimize misâldirler Ne var ki, zenginlerin "abdü'd-dinar" olmamaları çok zor bir imtihan konusudur ve bunda başarılı olanlar çok çok azdır Fakat, Kur'ân-ı Kerim'i bu açıdan baştan sona taramış ve çıkan manzara karşısında hayrete düşmüştüm Yüzü aşkın ayet-i kerime zenginliğin tehlikelerinden, azdırıp helâkına sebep olduğu kavimlerden söz ederken, bir tek ayetin dahi fakirliğin tehlikelerinden sözetmemesi cidden çok düşündürücüdür Halbuki kapıtalist sistemlerde zenginlik sosyal ya da iktisadî bir risk değildir Islâm'da ferdin zenginliğinden çok toplumun (devletin) zenginliği istenmiştir Kapılatizmde olduğu gibi zengin olmak için çalışma yoktur Ama Allah zengin ederse, şükür de nimete göre değişir
3 Zengin olmanın yolu bir değildir Biz bir insanın nereden kazandığını bilemediğimiz malı için haramdır dersek bu bizi servete, komünizmde olduğu gibi bir karşı oluşa götürür
4 Bu kurumların bankalarla olan ilişkisini, dediğimiz gibi, araştırmayı deneyecegiz Şu anda iyi bilmiyoruz
5 Kâr baştan garanti edilemez Ama akıllıca teşebbüslerde bulunarak hiç zarar edilmeyebilir Onların söylediği de budur sanıyorum
6 Değindiğimiz gibi, tehlikeli olan, mü'minin zengin olması değil, zenginin mü'minliğini unutması ve daha çok kazanma ihtirasının kurbanı olmasıdır
__________________
FAKİR BİR KİMSE BAŞKASININ YARDIMIYLA UMREYE GİDERSE KENDİSİNE HACC FARZ OLUR MU? Fakir bir kimse başkasının yardımıyla umreye giderse Mekke-i Mükerreme'ye vardığı zaman hacc mevsimi yani eşhürü'l-hacc olan Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin ilk on günü girmiş ise şüphesiz kendisine hacc farz olur Çünkü haccın vacib olmasının şartlarından biri vakittir, yani hacc aylarıdır Hac mevsimi girmemiş ise bazı ulemaya göre Mekke-i Mükerreme'ye varmakla hacc farz olur Ama racıh kavle göre farz olmaz Çünkü yukarıda beyan edildiği gibi haccın farz olmasının şartlarından biri hac mevsimini idrak etmektir (İrşad al-Sarı)
Yalnız zamanımızda hac mevsiminden evvel umreye giden bir fakire kesinlikle hac farz değildir Çünkü hapis ve orada kalma yasağı gibi mani'ler vardır Bunun için haccın farziyeti sakit olur (İrşad al-Sarı) Ma'lüm olduğu gibi Su'udi Arabistan hükümeti umreye giden kimseye bir aydan fazla orada kalmasına müsaade etmez
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FAL : Aslında falı da sihir içerisinde anlatmış sayılırız Çünkü falın aslı da gaipten haber verme ve gelecege ait olayları bilmeyi iddia etme esasına dayanır Halbuki, insanların ne olacağını bilemeyecekleri, Kur'ân-ı Kerîm tarafından açıkça haber verilir (Lokman (31 ) 34 ) Ayrıca Peygamberimiz bunun mümkün olamayacağını, bir çok şeyin kendisine de bildirilmediğini söyleyerek anlatır Kur'ân-ı Kerîm fal bakma eylemlerinin, şeytanın işlerinden bir "pislik" olduğunu söyler(Mâide (5) 90)
Fal bakmanın eskiden beri bilinegelen; yazılı ok çekme, yıldız falı, kahve falı, iskambil kâğıdı ile fal gibi çeşitli yanında, cinlerden yararlanılarak gelecekten haber verme iddiasında olanı da vardır Bunların hepsi asılsız, hepsi batıl ve hepsi gerçeklerden uzaklaştırıcı yollardır Çünkü cinler bile gaybı bilemezler Kaldı ki, cinlerden birşeyler sorduğunu iddia eden insanların yüzde doksan dokuzu yalancıdır Birini de cinler yanıltırlar Kahve ve iskambil kâğıdı falının ise, hiç aslı yoktur Söyleyip tutturdukları sanılan şeylerin hepsi zaten, hemen her insanda bulunan şeylerdir Onların becerdiği, bu işin sadece edebiyatıdır Hele bazı gazetelerde verilen burç falları, aklı başında olanları çok düşündürmelidir Çünkü bu tür fal içeren gazetelerin tamamı, aslında manevî dünyaya inanmayan ve maneviyatla alây eden gazetelerdir Öyleyse, maneviyatın makulünü kabul etmeyenler nasıl olur da mantıksız ve asılsızını kabul eder ve yazarlar Hayır, onlarda aslında bu yazdıklarına inanıyor değillerdir: Buna rağmen bunu yazmalarının bir takım sebepleri olmalıdır bu sebeplerin önemlilerini söyleyelim Bir önceki maddede anlattığımız gibi, inançsızlık ve ibadetsizlikten ruhları acıkmış olan biçare cahillerin bu duygularını sömürmüşler ve onlara gazete satmak yoluyla kasalarını şişirmek Daha önemlisi, gelecek adına Saçma sapan şeyler söyleyerek, söyledikleri çıkmadığında inançları sarsmak ve işte bütün manevî inançlar böyle asılsız ve batıldır, fikrini yerleştirmek Ondan sonra da inancı sarsılmış bu sürü insanları, yine onların cebinden aldıkları paralarla daha değişik silâhlar üreterek, daha büyük çıkarları doğrultusunda yönlendirmek Görüldüğü gibi asıl din sömürücüleri bu adamlardır Ve işin ilginç yani, nazarlıkları kullananlar gibi, bu tür fallara inananların da hemen hepsi, inancı ve ibadeti, ya zayıf, ya da hiç olmayan insanlardır Demek ki din, insanı Saçma inançlardan da koruyor
FAL-FALCILIK
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yollar Baht, uğur ve talihi anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine kahve fincanına vb şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma işi Gelecekte olacak şeyleri anlamak maksadıyla yapılan eylemler hakkında kullanılan bir tabir "Kamûs-u Osmanî'de: "Kısa fikirlilerin ümid ettikleri bir maddeyi çıkarmak maksadiyle; kitap açmak ve kitaba, baklaya bakmak gibi değişik yöntemlerle yapılan teşebbüsü ve bu teşebbüsün gösterdiği netice" olarak tarif edilmiştir
Kur'an'da, "fal" kelimesi geçmemekle birlikte, Peygamber (sas)'in bazı hadislerinde, şekil olarak buna benzer fakat mana yönünden bizim anladığımız fal'dan daha değişik bir mana arzeden "fe'l" sözü geçmektedir Şöyle ki; "adva (hastalığın Allah'ın takdiri olmaksızın bulaşması) yoktur, tıyara (bir şeyi uğursuz sayma) da yoktur Ben hayırlı "fe'l"i (bir şeyi hayra yorma) severim" (Buhari, Tıb, 43; İbn Mâce, Tıb, 43), hadisinde geçen "fe'l" kelimesinin bildiğimiz falla aynı anlama gelmediği açıktır
Ebû Hureyre'nin, Peygamberimiz (sas)'den naklettiği başka bir hadiste; ''Tıyara yoktur, daha hayırlı olan fe'l vardır" buyurdular Ebu Hüreyre; "Fe'l nedir ey Allah'ın Resulu? diye sorunca 'Sizden birinizin işittiği salih sözdür' dedi" (Buhâri, Tıb, 44)
Hasta olan bir kimsenin; "ya sâlim" ! diye bağıran birinin sesini duyması veya yitiğini arayan birinin; "ya vâcid! " diye seslenen birinin sesini duyunca, "bununla tefe'ül ediyorum" deyip, hastalıktan kurtulmayı umması ve yitiğini bulacağını ümid etmesidir Yani bu sesleri hayra yorarak, neticenin bu şekilde olmasını beklemesidir
(İbnu'l-Manzûr, "Lisanü'l-Arab " XI V; İmam Ebi Bekir er-Râzı, "Muhtaru's-Si hah" Fe'l maddesi)
Cahiliye Arapları, bir sefere, bir savaşa, bir ticarete, bir nikâha yahut herhangi bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı Bu zarların (veya okların) birinde, "Rabbim emretti" yahut "yap" diye emir; diğerinde, "Rabbim nehyetti" yahut, "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu, biri de boş bulunurdu Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi Kur'an bunu şu ayetle yasaklamıştır: ''Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir, bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/90)
Câhiliyede, bir de kuş uçurma âdeti vardı ki, bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmüm (uğurlu sayma), sola giderse teşe'üm ederler (uğursuzluk sayarlar)dı Peygamberimizin, "tıyara yoktur" hadisi ile bunun da yasaklandığını biliyoruz
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır Gökteki burçlardan istidlâl ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır Sâbiîler, İdris (as)'ın, mucizesi iddiasıyla sema'yı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek of ayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı Onların bu inançları günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır (Elmalılı MHYazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", VII 5208)
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermedir Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:
"De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur" (en-Neml, 27/65) ve "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum" (el-En'âm, 6/50), "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım" (el-A 'râf, 7/188) âyetleri buna yeterli delildir
Kendilerine "arrâf" yahut "kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamber (sas) ağır bir dille kınamış hatta kâfirlikle nitelemiştir "Her kim bir arrafa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz" (Müslim, Selâm, 125) buyurmuştur Ebû Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir: "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur" (Ebû Dâvûd, Tıb, hadis no: 3904)
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FARZ: Allah'ın, ya kendi kelâmıyla, ya da Elçisinin sözüyle kesinkes yapmamızı istediği şeylerdir Böylece yapılması istenen şeyler, ya her mükelleften istenir ki, buna "farz-ı ayn", yani şahsa farz denir Ya da yeterli mükelleften istenir ki, buna da "farz-ı kifaye" yani, yeterlilik isteyen farz denir Görüleceği gibi, önemli olan şey birincide, yani "farz-ı ayn"da, farz olan şeyi mükellefin bizzat kendisinin yapması, ikincisinde, yani "farz-ı kifâye"de ise farz olan şeyin yapılmasıdır Farzları yapan, sevap kazanır ve mükâfatı hak eder, yapmayan günahkâr olur ve cezayı hak eder Inkâr eden ise kâfir olur Meselâ insanların avretlerini örtmeleri kesin emirle istenmiştir, yani farzdır Kadınların başları da avrettir Allah'ın emri olduğu için başını örten kadın sevap kazanmış ve öbür dünyada mükâfatı hak etmiştir Kapatmanın Allah'ın emri ve gerekli olduğunu kabul ettiği halde başını açan kadın, günah işlemiştir Tevbe edip kendini affettirmezse, öbür dünyada ceza görecektir Hem başını açan, hem de Allah'ın kapatma emrini kabul etmeyen, hattâ başını kapattığı halde; kapatma emrini kabul etmediğini söyleyen ise kâfir olmuştur Tevbe edip imanını yenilemesi gerekir
__________________
FARZ, MÜKELLEF AÇISINDAN İKİYE AYRILIR:
1- Farz-ı ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir
2-Farz-ı kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir (Ömer Nasuhi, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, 1, 33)
Farz-ı ayn, kifâye olan farzdan fazilet ve sevab bakımından daha üstündür Çünkü, bir şey genelleşirse yükü, meşâkkati azalır Hususileştiğinde ise daha meşakkatli olur Kifâye farzlar umumen terkedildiğinde ise bütün insanlar bundan sorumlu olur (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, I, 42)
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂSIK Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimseye fasık denir
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır
Lügatta, çıkmak manasına gelir Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-Isfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf Sûresinin 50 âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır
Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:
a Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek
b Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak
c Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, age, I, 282)
Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En ‚âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "Işte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir" (el-Mâide, 5/81)
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir Bu hususta Hz Peygamber (sas)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla ‚ya fâsık ‚ diye söz atamaz, atmaya hakkıyoktur Yine böyle küfür de isnad edemez Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur" (Sahîh-i Buhâri Muhtaşar Tecrid-i Sarıh Tercümesi ve Şerhi, XII, 137) Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur
__________________
FASIK BİR KİMSENİN ARKASINDA NAMAZ KILMAK CAİZ MİDİR? Fasık bir kimsenin arkasında namaz kılmak caizdir Yani batıl değildir Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "İster salih olsun ister fasık, her müslümanın arkasında namaz kılınız” (kılabilirsiniz) Sahabe ve tabi'in Cum'a namazı olsun başka namaz olsun zamanın en büyük zalim ve fasıkı Haccac'a tabi olmaktan çekinmezlerdi Hatta Hasan el-Basri onun hakkında şöyle diyor: Her millet kendi kötülüklerini, biz de Haccac'ın kötülüklerini getirirsek biz (Haccac'ın kötülüklerinden dolayı) onlara galebe çalarız Bununla beraber fasıkın arkasında namaz kılmak mekruh sayılır
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂSIK (GÜNAHKAR)
Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimse
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır
Lügatta, çıkmak manasına gelir Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf Sûresinin 50 âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:
a Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek
b Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak
c Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, age, I, 282)
Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En 'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "İşte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir'' (el-Mâide, 5/81)
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir Bu hususta Hz Peygamber (sas)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık ' diye söz atamaz, atmaya hakkı yoktur Yine böyle küfür de isnad edemez Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur'' (Sahîh-i Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, XII, 137) Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur
__________________
FÂSİT AKİT (GEÇERLİ OLMAYAN AKİT)
Geçerliliği olmayan, bâtıl akit İslâm hukukunda akitler, rükün ve şartlarının tam olarak bulunup bulunmamasına göre ikiye ayrılır: Sahih ve gayri sahih akit Sahih akit, kendisinde rükün ve şartlar tam olarak bulunan akittir Gayr-i sahih ise, bu vasıfları taşımayan akde denir
Hanefilere göre, gayri sahih akitler fâsit ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır Ancak bu ayırım, mülkiyetin nakli sonucunu doğuran veya akdi yapanları karşılıklı borç yükü altına sokan akitlere mahsustur; Satım, kira, hibe, karz, havâle, şirket, müzâraa, müsâkat ve taksim akdi gibi Vekâlet, vesâyet gibi mâlı olmayan, âriyet ve vedia verme gibi tarafları karşılıklı borç yükü altına sokmayan mâli akitlerde; ibâdetlerde ve boşama, vakıf, kefâlet gibi tek yanlı iradeyle meydana gelen tasarruflarda ise fâsitle bâtıl arasında hiçbir fark yoktur
Hanefîler dışındaki diğer mezheplere göre ise, hem ibâdetler ve hem de akitler konusunda fâsitle bâtıl aynı anlama gelir
Burada Hanefilerle diğer mezhep imamları arasındaki görüş ayrılığı, İslâm'daki bir yasağın akit üzerinde hangi ölçüde bir sonuç doğuracağını farklı anlamaya dayanır Akitlerle ilgili İslâmî bir yasağa uyulmadığı takdirde hem günaha girilir hem de akit ortadan kalkar Diğer bir görüşe göre yalnız günâh olur, âkit ise geçerliliğini korur Yine eksiklik rükün veya şartlarla ilgili ise, farklı sonuç meydana gelir mi?
Hanefilere göre, bazan İslâm'ın akitlerle ilgili yasağı, işleyene günâh kazandırır, fakat akit geçerliliğini korur Ancak bu yasak veya eksiklik akdin rükünlerinde, yani icap, kabul ve üzerinde akit yapılan şeyde olursa veya bunları tamamlayan şartlarda bir kusur bulunursa akit bâtıl olur Meselâ, akdin konusu mübah değilse veya mal-para ortada yoksa ya da teslimi imkânsızca akıt bâtıl olur Eğer hükmü tamamlayan veya hükümle ilgili olan bir şart eksikse, akit fâsit olur, bâtıl olmaz Bir alım-satım akdinde ödenecek olan para miktarının veya ödeme vâdeşinin bilinmemesi gibi hükmün uygulaması sırasında anlaşmazlığa yol açacak eksiklikler sebebiyle akit fâsit olur Buna göre fâsit akit; akdin vasfında, yani hüküm ve neticesini tamamlayan şartlarında eksiklik bulunan akittir
Şâfiî Maliki ve Hanbelilere göre, akitle ilgili bir yasak, o akdin herhangi bir sonuç meydana getirmesine engel olur Çünkü yasağa rağmen böyle bir akdi yapmak Allah'a isyandır Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bizim emrimize uymayan bir iş yaparsa merdûd'dur; kim dinimize, onda olmayan bir iş sokarsa merdûd'dur" (Buhâri, İ'tisâm, 20, Büyû, 60, Sulh, 5)Ashâbı kirâm, hakkında yasak bulunan akitlerin bâtıl olduğunda birleşmişlerdir Bu yüzden faizi ve müşriklerle yapılan evlenme akdini geçersiz saymışlardır Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de; "Allah, alış-verişi helâl, faizi ise haram kıldı" (el-Bakara, 2/275); ''İman etmedikçe müşrik (Allah'a eş koşan) kadınlarla evlenmeyin" (el-Bakara, 2/221) buyurulmuştur (bkz Hafid İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır ts, II, 166; Gazzâlî, el-Mustasfâ, Mısır 1322, II, 31; el-Âmidî, el-İhkâm, I, 68; Pezdevî, Usûl, İstanbul 1308, I, 66; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, (ty) 72-74)
Bâtıl ve fâsit akit arasındaki farkları dört maddede toplamak mümkündür
a) Sebep: Akdin bâtıl olmasının sebebi, öze inen esaslı unsurlarda İslâmî hükümlere uymamaktır İcap, kabul ve akdin konusunun bulunmaması veya akdin çocuk ve akıl hastası olan ehliyetsiz kişi tarafından yapılması gibi Fâsit olmasının sebebi ise, akdin temel unsurlarını tamamlayan şartlarda İslâmî hükümlere uymamaktır Akitte fesat sebepleri dörttür: 1) Çok bilinmezlik; sürüden herhangi bir koyunu satmak gibi; 2) Garar; ağı bir atışta çıkacak balıkları önceden satmak gibi; 3) Korkutma (ikrah); Hanefilerin büyük çoğunluğuna göre, korkutma, korkutulanın yapacağı akdi fâsit kılar; 5) Bozucu şart; satım, kira ve şirket gibi ivazlı akitlerde İslâm'a aykırı olan şart, akdi fâsit kılar Satım akdinde süre koyma, döviz satımında peşin kabza uymama gibi
b) Sonuç: Bâtıl akit hiçbir medeni sonuç meydana getirmez Meselâ; satım akdinde iki ivaz (bedel)'in mülkiyeti taraflara geçmez Bâtıl nikâhta kadının cinsî yönlerinden yararlanma, nafaka ve miras sözkonusu olmaz Ancak bâtıl akitte mal, alıcının elinde iken kusuru olsun veya olmasın herhangi bir sebeple telef olsa, misliyle veya kıymetiyle tazmin edilir
Fâsit akit ise, kabz veya teslim gerçekleşmişse, sahih akdin bazı sonuçlarını doğurur Fâsit akitte kabzla, iki ivazın (para ve mal) mülkiyetleri taraflara geçer Fâsit kira akdinde kiracı maldan yarârlânma hakkına sahip olur, fiilen yararlanınca da kira bedelini ödemesi gerekir Ancak fâsit satım akdi, müşteriye belirlenen satış bedelini değil de, emsal bedeli veya malın pazar yerinde kabz günündeki kıymetini ödeme yükümlülüğü verir Fâsit kira akdinde de emsal kira bedeli ödenir Ancak bunun miktarının akitte konuşulan bedeli asmaması gerekir
c) Feshe hak kazanma: Bâtıl akit feshe muhtaç olmaksızın kendiliğinden yok hükmündedir Şer'i hükümleri gözetmek için fâsit akdin ya akdi yapanlardan birisince, ya da hâkim tarafından feshedilmesi hakkı doğar Bu hak, fesih engelleri ortaya çıkıncaya kadar kabzdan sonra da devam eder Fesih engelleri şunlardır: 1) Malın helâkı veya tüketilmesi yahut buğdayın un, unun ekmek olması gibi şekil ve adının değişmesi, 2) Asıldan meydana gelmeyen bitişik ilaveler Unun yağ veya balla karışması, arsa üzerine bina yapılması, kumaşın boyanması gibi Malın aslında doğan irileşme ve güzellik gibi bazı bitişik ilavelerle, yine asıldan doğan yavru, meyve gibi bitişik olmayan ilâveler fâsit akdi feshe engel olmaz 3) Kabzedilen malda yeni bir satış, hibe, rehin ve vakıf gibi bir yolla tasarrufta bulunma Fesat sebebiyle olan fesih hakkı mirasçılara geçer
d) Kapsam bakımından fark: Bâtıl oluş; satım, kira, hibe, ikrar, da'vâ, mübah malı elde etme, satılan veya hibe edilen malı kabz gibi sözle veya fiille yapılan, akde âit olan-olmayan bütün tasarruf çeşitlerinde sözkonusu olur Fâsit oluş ise, yalnız karşılıklı borç yükleyen veya mülkiyetin nakli sonucunu doğuran mâli akitlerde cereyan eder Bu sebeple Hanefîlere göre, ibâdetlerde, fiilî tasarruflarda ve vesâyet, tahkim gibi mâlı olmayan akitlerde, vedia ve âriyet gibi karşılıklı borç ve mülkiyetin nakli sonucunu doğurmayan malı akitlerde fâsit ve bâtıl aynı anlamdadır Başka bir deyimle bu tasarruflar ya sahîh ya da bâtıl olur
Bir akit bâtıl olunca icâzet kabul etmez; Çünkü yok hükmündedir Fâsit akdin de fesadı icâzette kalkmaz; Çünkü akdi yapan şer'î hükümlere muhâlefete mâlik olamaz Kendisinin muhâlefet ikram da geçerli olmaz Ancak fesat sebebinin ortadan kalkması gerekir; Vâde belirlenmeden yapılan satışta, vâde tarihini sonradan belirlemek gibi
Bâtıl bir akitte zaman asımı işlemez Çok uzun süre geçse de akdin bâtıl olduğu ileri sürülebilir Çünkü bâtıl yok hükmündedir Fâsit akitte zaman aşımı ise, tarafların fesih hakkı devam ettiği sürece uzar Fesih engeli meydana gelince akit kesinleşir (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 23; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 299, 300, 304; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 185, 231, 302, vd; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, IV, 104, 136, 137; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, Dımaşk, IV, 280 vd)
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FÂSİT MUDAREBENİN HÜKÜMLERİ
Mudarabe akdi, sıhhat şartlarının bulunmaması yüzünden fâsit olursa, fâsit icâre (iş ve hizmet) akdine dönüşür Sözleşmede taraflardan birisi lehine, miktarı önceden tesbit edilmiş maktû bir kâr belirleme gibi sermaye sahibi için, ana para ve %50 (yüzde elli) fazlasını iade etme taahhüdü böyledir Bu takdirde mudârib, mudârabe süresince emsal işçilik ücreti almaya hak kazanır Çünkü verilecek ücret veya maaş belirlenmeden yapılacak bir iş akdi fasid olur ve işçi ecr-i misil alır Ancak ecr-i misil, mudârabe akdi sırasında şart koşulan miktarı aşamaz ve kâr (ribh) yoksa ecr-i misle dahi hak kazanamaz (Mecelle, mad 1426)
Fâsit mudarabede kârın tümü sermaye sahibinin olur Çünkü kâr, onun mülkünün nemâsıdır Mudârabe malı, yine mudâribin elinde emânet hükümlerine tâbi olur Bu da mudârib ortak işçi (el-ecîrul-müşterek) sayılır Çünkü o, başka kimselerden de sermaye alıp çalıştırabilir Ebû Hanîfe'ye göre, ortak işçi kusuru bulunmadıkça zarara katlanmaz Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, ortak işçi, kaçınılması mümkün olan bir zarara sebep olmuşsa, ana parayı tazmin etmesi gerekir Fasit mudarebede de hüküm böyledir (es-Serahsî, age, XXII, 22, 23, 27; el-Kâsânî, age, VI, 85, 108; İbnü'l-Hümâm, age, VII, 60, 78; İbn Kudâme, age, V, 65; e,z-Zühaylî, age, IV, 851, 852)
__________________
FECR, FECİR
Güneşin doğmaya başlama zamanı, tan vakti, güneşin doğmasından önceki alacakaranlık
Fecr (yahut fecir) sözlük anlamı yarmak demektir Araplar yerden suyun toprağı yararak çıkıp akmasına inficâr derler Sabah aydınlığına, şafak sökmesine ve tan yerinin ağarmasına da fâil manasında masdar olarak fecr derler ki, geceyi ve karanlığı aydınlığı ortaya çıkardığından dolayı ona bu ad verilmiştir
Namaz, oruç ve hac gibi ibadetler belli bir vakit içersinde yerine getirilir Yani bu ibadetlerin belirlenen o zamanlarda yapılması şarttır Bu vakitler ya güneşe göre veya aya göre tespit edilir Mesela günde beş defa kılınan namazların vakitleri güneşe göre; yılda bir ay tutulan ramazan orucunun başlangıç ve sonu da, gökteki aya göre tayin ve tesbit edilir
Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde namaz kılınması yani beş vakit namazın vakti âyetle sabittir Kur'an-ı Kerîm'de "Hiç şüphesiz namaz insanlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır" (en-Nisâ, 4/103) buyrularak buna işaret edilir Bu, vaktin namazın farz olmasına sebep teşkil etmekte ve o vakitte kılınmasıyla da edasının bir şartı olmaktadır
Ancak bu vakitlerin başlangıcı ve sonu hadislerle tesbit edilmiştir Meselâ sabah namazının vakti ne zaman başlar ve ne zaman biter? Bu, Hz Peygamberce (sas) bildirilmiştir İşte fecr kelimesi bize sabah namazı vaktinin geldiğini ve imsak vaktinin başladığını bildiren bir zaman parçasını anlatmaktadır
Fıkıh terimi olarak fecr, tan yerinin ağarması ve sabah vaktinin başlangıcı demektir Ayet ve Hadislerde gecenin bittiğini gündüzün başladığını, yatsı namazı vaktinin bitip sabah namazı vaktinin başladığını, oruç tutacak kimse için yeme ve içmenin sona erdiğini ve imsak olduğunu bildiren anı ve zamanı ifade eder
Fecr kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de vakit manasında, sabah vaktini bildirmek üzere birkaç yerde geçmektedir Orucun başlama vaktini bildiren âyette: "Fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar (yani tan atana kadar) yiyebilir ve içebilirsiniz, (bu vakitten) sonra da, geceye kadar orucu tamamlayın" (el-Bakara, 2/187) buyurulmaktadır Kadir geceşinin tan yerinin ağarmasına, şafak sökmesine kadar devam ettiğini bildiren ayette de; "O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir" (el-Kadr, 97/5) buyrulmaktadır Bazıları, orucun başlangıç vaktini güneşin doğuşuna kadar getirmek istiyorlar veya sabah namazını gece namazı sayıp sabah namazı güneş doğuncaya kadar kılındığına göre oruç vakti de güneşin doğuşundan sonra başlamalıdır gibi bir yorum yapmak istemişlerdir Halbuki bu ayet gecenin, fecrin doğuşuna yani tan atana kadar devam ettiğini bildirmektedir Tan yeri ağarınca gece bitmiş olacağından oruç tutacak kimsenin bu andan itibaren yeme, içme ve cinsi ilişki gibi işlerden uzak durması gerekir Nitekim Hz Aişe'nin naklettiği bir hadiste: "Bilâl ezanı geceleyin okuyordu Bundan dolayı Allah'ın elçisi: 'İbn Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyiniz, içiniz çünkü o fecr doğmadan ezan okumaz' buyurdu" (Buhâri, Savm, 17) denilmek suretiyle şafağın sökmeşinin orucun başlangıcı, vakti olduğu belirtilmiştir
İslâm hukukunda fecr, kâzib fecr ve sâdık fecr veya birinci fecr ve ikinci fecr olmak üzere iki kısma ayrılır
Fecr-i Kâzib veya birinci fecr, herhangi bir vaktin başlangıcı değildir Namaz ve oruç açısından bir şey ifade etmez Yatsı namazının vakti henüz devam etmektedir Sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan gökyüzüne yukarıya doğru dikey olarak piramit şeklinde yükselen bir aydınlık meydana gelir ki buna fecr-i kâzib denir Araplar buna "zenebü's-sirhan" yani kurt kuyruğu diye isim vermişlerdir Bundan sonra yine kısa bir süre karanlık başlar, bu karanlıktan sonra Fecr-i Sâdık meydana gelir Ufukta yatay olarak boydan boya yayılıp dağılan aydınlığa fecr-i sâdık veya ikinci fecr denilir Hz Peygamber (sas): "Sakın ashabım sizi ne Bilâl'in ezanı ne de fecr-i müstatil sahurunuzdan alıkoymasın Fakat siz sahur hususunda ufuktaki fecr-i müstatire itibar ediniz" buyurmuştur Müstatil fecr-i kâzib, müstatir fecr-i sâdıktır (Müslim, Sıyam, 40-44)
Fecr-i sâdıkla sabah namazı vakti girer, oruç yasağı başlar Oruç ikinci fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar devam eder Sabah namazı da ikinci fecrin doğuşundan başlar, güneşin doğuşuna kadar süren zaman içinde kılınır Yani fecr-i sâdık demek güneşin doğuşu demek değildir Fecr-i sâdık ile güneşin doğuşu arasında yaklaşık olarak bir saat kadar veya biraz fazla bir vakit bulunduğu söylenebilir Çünkü Cebrail, Peygamberimize birinci gün sabah namazını fecr doğunca kıldırmış, ikinci gün ise ortalık iyice aydınlandığı zaman kıldırmış ve bu iki vakit arasındaki zaman "senin ve ümmetin için vakittir, bu aynı zamanda senden önceki peygamberlerin de vakti idi" demiştir (es-Serahsı, I, 141)
Fecr-i kâzib henüz gece vakti sayıldığından bu zamanda yatsı kılınabilir, oruç tutacak olan yiyip içebilir Fecr-i sâdıktâ ise sabah vakti girmiş, gece bitmiş, yatsı vakti ve sahur vakti geçmiş demektir
Cevap: İSLAM FIKHI ANSiKLOPEDiSi
FEMİNİZM VE KADIN "Feminizm" terimi; kadınların da erkeklerin sahip oldukları tüm haklara sahip olmasını ve kadınların da hukukta sosyal hayatta erkeklere eşit sayılmasını hedef alan düşünce sistemini anlatır (S Hayrı Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlügü 106)
Feminizm Nasıl Dogdu?
Feminizm hareketlerinin başladığı onsekizinci asrın sonlarına kadar, İslam'ın uygulandığı dönemler dışında, kadının durumu içler acısıdır:
Bozulmuş Yahudilikte, erkek, yatar-kalkar ve kadın yaratılmadığı için Allah'a dua eder Baba isterse kızlarını satabilirBozulmuş Hiristiyanlıkta kadın, Hz Adem'i kandırıp yoldan çıkaran, bu yüzden ölünceye kadar gebelik ve doğum sancısıyla ceza görecek olan aşağılık bir şeytandır Bundan ancak hiç evlenmemekle kurtulabilir İşte rahibelik bu demektir Halbuki, bu hem dinin mantığına, hem de kadının tabiatına aykırı bir düşüncedir Din herkesin kurtulmasını hedeflediğine göre, kurtulmak isteyen tüm kadınlar evlenmezlerse, erkekler kimlerle evlenecek ve insanlık nasıl sürecektir? Bu, hiristiyanlığın din mantığına aykırı yönüdür: Cinsel ilişki, erkek gibi kadın için de fitrî bir ihtiyaçtır Kadın bu ihtiyacını gidermeden nasıl ömür sürebilir? Bu da işin kadın tabiatına aykırı olan yönüdür Islâm'dan önceki Cahiliyyet Toplumunda kadının durumu ise herkesin malûmudurEski Hintlilere göre kadın murdar bir varlıktır Batı uygarlığının temeli Yunan'da kadın bir zevk aracıdır Kendisiyle hâlâ övündükleri Eflatun, kadının bir orta malı olarak elden ele dolaşması gerektiğini söylerIngiltere'de daha Onbirinci Asr'a kadar, koca, karısını satabilirdi (B Topaloğlu, Islâm'da Kadın 18)Genel olarak batı'da kadın ondokuzuncu asrın başlarına kadar insan bile sayılmıyordu O tarihlerde Italya'da toplanan bir bilimsel (!) heyet "Kadın Insan mıdır, değil midir?" konusunu tartışıyordu(Bu olayı Dostoyevski, Suç ve Ceza adlı romanında işler) Çünkü kadın Şeytanın biçimlenmiş görünümü sayılıyordu ve 1830'lara kadar Avrupa'da beyaz kadın ticareti bir ticaret kolu olarak iş görüyordu Yani kadınlarını bir mal gibi satıyorlardı Derken Sanayi Devrimi oldu Motorlar ve fabrikalar çalışmaya başladı Büyük çapta insan gücüne ihtiyaç duyuldu Çalışana olabildiğince az ücret vermek, kazanmanın birinci şartı olarak görülüyordu Bunun için de en elverişli kesim kadınlardı Onlara az ücret verilmesine kimse karşı çıkamazdı Çünkü onlar insan değillerdi Böylece kadın bir şeytanî ruh sayılmasının yanında, erkeklerin yapacağı ağır işleri de yükleniyor ve yağlı-paslı makineler arasında paçavra üstüpüler gibi akşamlıyor ve varsa kocanın kollarında cenaze gibi sabahlıyordu
İşte bu genel durum erkeklere iki yönden etki etti
1- Başkasının işinde enerjisini ve işe yarar yönlerini yitirip kendi kucağına paçavra gibi geIen kadınların kocaları, gayret duygularının depreşmesiyle harekete geçtiler
2- Fıtratındaki acıma duygusunu bütün bütün yitirmeyen insanlar, bu yürekler acısı durumdan nihayet etkilenmeye başladılar
Ayrıca işin kendi çıkarlarını etkileyen yönleri de vardı; Uzakdoğu'nun zenginliklerinin Avrupa'ya taşınmasıyla kurulan fabrikalar, tek geçim kaynağı hâline gelmiş ve işçi olarak erkeğin yerine, köle gibi çalıştırdıkları, buna rağmen çok az ücret verdikleri kadınları tercih eder olmuşlardı Erkekler işsiz kalıyordu Ikinci olarak, ağır işlerde çalışıp bitkin hale gelen kadın; erkeğin zevklerini tatmin edemiyordu Derken, erkeğin hem midesinin, hem de belinin arzularının doyum aracı olarak görülen kadının bu durumunu, Freudizm'in psikanalize dayanan cinsiyet felsefesi, hem kolaylaştırdı, hem de bilimsel çehreye büründürdü(Bolay, age107)
İşte bu süreç sonunda batı'da "feminizm" kaçınılmazdı Çünkü Islâm dünyası kadının da insan olduğunu onlara öğretmişti Ve büyük savaşımlar sonunda kadın, önce kanun önünde erkeğe eşit hale getirmeyi başardılar ‚Kadın Hakları Beyannamesi"ni yayınladılar Kadına seçme ve seçilme hakkı sağladılar Buraya kadar olan gelişmeler olumlu ve güzel gelişmelerdi Çünkü fıtrat, bunu gerektiriyordu Ancak "ifratların tefritleri doğuracağı" kuralı işliyor ve bir cinsin hakimiyeti, yerini öbür cinsin hakimiyetine devretmeye doğru gidiyordu
Konunun insanîligi ve normalliği yanında aşırılıklara kaçılmasıyla cazip yönleri de ortaya çıktı Kadının istikrarsız duygusallığı, güzel bir kazanç aracı olmaya çok elverişli idi Yani kadın, yine kazanç aracı, yine zevk aracı olarak kullanılacaktı yine ezilecekti ve horlanacaktı ama, bunun yöntemi değişecekti Yani kadın yine erkeğin arabasına koşulan at durumunda kalacak, ama ne var ki, arabayı arkadan kırbaçlanarak çekmesi yerine, önüne yeşil bir gözlük takılarak ve o, ilerisini yeşil görünce ota kavuşmak ümidiyle koşturacak ve yine aynı arabayı çekecekti Değişen sadece buyduKadının önünde bir kısır döngü oluşturuluyordu Onun sayesinde yeni endüstri kolları gelişti Kozmetikler ve moda gündeme geldi Bunlar aracılığıyla kadın süslenip-püslenip erkeğin bulunduğu her yere girebiliyor, ayrıca defilelere ve yarışmalara çıkarılıyor, bunlar diğer kadınların bu yoldaki tutkularını artırıyor, bu tekrar onu oluşturuyor ve erkek de, birbirini körükleyerek hızlanan bu kısır döngüden istediği sonucu alıyor, hem midesini sişiriyor, hem de erkekler gibi her sahada görev alma hakkını (!) elde eden kadın sayesinde, kadın her aradığında elinin altında bulabilip başka zevklerini de tatmin ediyordu Yani artık arabası tıkırında gidiyordu Bu işin reklâmını yapacak çok uluslu şirketleri, siyonist menfaat şebekeleri, dergi ve magazinleri, hattâ TV ve radyoları vardı Yani kadından çok, onu sömüren erkek örgütlenmişti ve sömürünün yöntemi bilimselleşmişti Zavallı kadın ise, ot diye gösterilen yeşilliğin peşine koşabilmeyi hak olarak görüyor ve bu hakkı koruyabilmek ve daha ilerilere götürebilmek için kadın dernekleri kuruyordu Evet, kadın artık erkeği geçmişti ama, göbeği şişkin, zevki pişkin erkeğin arabasının önünde olduğu için geçmişti
Erkek de bu iyiliğe karşılık onu koruma hayırhahliği gösterip, ona karşı doğan minnet borcunu ödemeliydi Önce etrafa şöyle bir "höyyt!" demekle işe başladı Kadının bu hakkına (!) karşı çıkmak isteyenlerin alnını karışlardı Çünkü o artık bunu kanunlaştırmıştı ve bunu kadına da inandırmıştı Çünkü her fırsatta onunla beraber olduğunu söylüyor ve "hiç endişe etmeyin, sizin erkeklere fiziksel eşitliğinizi de sağlayacağız" diyerek sırtını sıvazlıyor ve "Tam Eşitlik Için Erkeklerin ‚şey'ini Kesme Derneği" kuruyordu (Attılâ Ilhan, Yanlış Erkekler, Yanlış; Kadınlar 196)
Ama bütün bunların sonucu olarak bir yönden de kadın her arandığı yerde zorluk çekilmeden bulunabilen mebzûl bir varlık haline geldiğinden; erkeklerin gözünden düşüyor ve erkekler normal ve tabiî ilişkiden zevk almaz oluyor, cinsel sapıklıklar tarihin hiçbir döneminde şahit olunmayan boyutlara varıyor, eşcinsellik yer yer kanunlaşıyor, kadınlarda da yine yer yer erkeklerden nefret duygulan gelişiyor, onlar da lezbiyenleşiyorlar Ama tabîîlik sınırı geçilince artık sınır yoktur Konu hayvanlarla evlenmeye kadar vardırılıyor ve Avrupa'da bir kadına, kedisiyle resmen nikâh kıyılıyor Sanki köpeklerle yaşayan diğer hemcinsleri gibi nikâhsız yaşasa olmayacakmış gibi Ama tarih, fıtrata karşı çıkanların helâk olaylarıyla doludur Tabiat, kendi kanunlarına karşı çıkanların gayretlerini sonuçsuz bırakır Atın eşeğe çekilmesiyle doğan katır artık üreyemez AIDS pusuda bekliyor gibi İşte "feminizm"in serüveni ve günümüzde ulaştığı nokta bundan ibarettir