-
Cevap: islam tarihi
Süleymanşah'ın hareketinin haber alınmamasını sağlamak gayesi ile geceleri yürüyüş yaptığı ve gündüzleri vadilerde gizlendiği söylenmektedir. Anna Komnena'ya göre Süleymanşah, 12 gece yürüdükten sonra İznik'ten Antakya'ya varmıştır. Bunun mevcut uzaklık gözönünde bulundurulduğu takdirde mümkün olamayacağı gayet açıktır. Buna karşılık Aksarâyî Süleyman Şah'ın 5 günlük yürüyüşten sonra Antakya'ya ulaştığını söyler. Eğer Süleymanşah Antakya üzerine yürüyüşe Tarsus'tan veya Adana'dan başlamış ise bu son zikredilen yürüyüş müddeti daha makul görünmektedir. Ayrıca kaynakların büyük bir kısmının seferin bir bölümünün deniz yoluyla yapıldığını bildirmiş olması sebebiyle son rivayetin daha mantikî olduğu kabul edilebilir. Şehre müslüman sahne İsmail'in yardımı ile Faris kapısından gizlice giren kuvvetler büyük bir mukavemetle karşılaşmamışlar, direnmeye çalışan Philaretos da Mencikoglu (Mincak-oğlu) adlı Türkmen beyinin yardıma gelmesiyle kısa sürede bertaraf edilmiş ve bundan dolayı da yerli halka kötü muamelede bulunulmamıştır. Sabahleyin Türk askerlerini şehirde gören yerli ahali önce bunları Philaretos'un askerleri zannetmişlerse de çok geçmeden durumu öğrenmişlerdir. Bunun üzerine halkin bir kısmı iç kaleye bir kısmı da Habibü'n-Neccar (Silpius) dağına sığınmış bazıları da şehri terkedip kaçmışlardır. 300 kişilik bir süvari kuvvetiyle şehri zapteden Süleymanşah halka eman vermiş ve esirleri serbest bırakmıştır. Halkın evlerine girilmesini ve kızlarıyla evlenilmesini de yasaklamıştır (10 Şaban 477/12 Aralık 1084).
Şehrin iç kalesine gelince bunun bir ay daha mukavemet ettikten sonra 12 Ocak 1085'te Süleymanşah'a teslim olduğu anlaşılmaktadır. Süleymanşah tarafından Antakya'nin fethi Philaretos'u çok güç durumda bıraktı. Süleymanşah Antakya'ya girince derhal şehri imar etmek için seferber oldu. Büyük Mar Cassianus kilisesini camiye çevirdi ve 15 Saban 477 (17 Aralik 1084) günü ilk Cuma namazı kılındı. 100 müezzinin ezan ve tekbir sesleri arasında bu fetih kutlandı. Bizanslıların ve Philaretos'un zulümlerinden sikayetçi olan Ermeni ve Süryaniler çok mennun oldular. Mar Cassianus Kilisesi'nin camiye çevrilmesi üzerine Süleymanşah'tan izin alarak kendileri için Meryem Ana ve Aziz Cercis adlı iki kilise yaptırdılar.
Süleymanşah şahne ismail ile iç kaleyi teslim eden kumandanı görevinde bırakmış, hıristiyanlarca kutsal sayılan bu şehrin fethini özel bir elçiyle sultan Melikşah'a bildirmis, meşhur şair Ebîverdî de bu fetih sebebiyle bir kaside yazmıştır.
Getirdiği az sayıdaki kuvvetleri fetihten sonra yetişen diğer birliklerle takviye eden Süleymanşah Ayıntâb, Hârim, Dülûk, Tellbâsir, Raban, iskenderun ve Süveydiye (Samandağı)'yı da fethetti. Yukarı Ceyhan bölgesi yani Elbistan ve Maraş da yine Türk kumandanlarından Buldacı tarafından fetholundu. Bunun üzerine Philaretos Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah'ın huzuruna çıkarak müslümanlığı kabul etmis ve kendisine tevcih olunan Maraş'a giderek 1090 yılında burada ölmüş ve tarih sahnesinden çekilmistir.
-
Cevap: islam tarihi
SÜLEYMANŞAH'IN ANTAKYA'YI FETHİ
Süleymanşah'ın Antakya'yı aldıktan sonra Melikşah'a müracaat ederek burayı onun namına feth etmiş olduğunu sultanın buraya görevlendireceği zatın gelmesine kadar elinde tutacağını ve hutbeyi onun namına okuttuğunu bildirdiği rivayet olunur. Iki Selçuklu hükümdarı arasında şimdiye kadar tesbit edebildiğimiz münasebetlere bakarak bu rivayetin biraz mübalagalı olduğu söylenebilir. Süleymanşah'ın böyle bir müracaatı gerçekten var ise bu ancak hrıstiyan hakimiyeti altındaki bir şehrin fethi münasebeti ile adet olduğu şekilde müslüman hükümdarlara gönderilen bir zafernâme (fetihnâme-besaretnâme) olmalıdır. Ayrıca Büyük Selçuklu hükümdarına karşı saygı cümleleri ihtiva ettiği de söylenebilir.
Zira Süleymanşah bu sehri almakla hem Halep hakimi Serefü'd-Devle Müslim hem de Suriye hükümdarı Tutus ile mücadele etmek zorunda kalacağını herhalde biliyordu. Nitekim mücadelenin ilk safhası Serefü'd-Devle Müslim ile oldu. Bu Halep emîri daha önce Antakya'yı ele geçirmek için seferber olmuş bu şehrin üzerine yürümüş fakat ordusunun hareketi Philaretos'a haber verildiği için şehrin muazzam surlarına karşı hiçbir şey yapamayacağını görerek geri çekilmişti. Bundan sonra Philaretos ile anlaşmayı tercih eden Serefü'd-Devle ondan yıllık muayyen miktarda bir haraç, daha doğrusu cizye almaktaydı. Bu gelir kaynağını kaybetmek istemeyen Serefü'd-Devle Süleymanşah'a haber göndererek daha önce Philaretos'un ödediği 30.000 altın cizyeyi kendisine göndermesini istedi. Serefü'd-Devle Haleb naibi Ibn Hülyûm ile gönderdiği bir mektupta "eğer sultana itaat ediyorsan bu cizyeyi derhal bana gönder, aksi halde sultana isyan etmiş olursun" diyordu.
Süleymanşah cevabında "Sultana itaat edip, adına hutbe okutmak ve para bastırmak benim ilk siarımdır. Ben Antakya'nın ve diğer küffâr şehirlerinin fethini derhal sultana bildirdim ve bu fetihlerin ancak onun sayesinde gerçekleşmiş olduğunu haber verdim" dedi. Ancak elçi "biz alacağımız vergiden başka bir şey bilmeyiz" diyerek oradan ayrıldı. Bu olacak bir şey değildi. Islâm hakimiyeti altındaki bir şehirden başka bir hükümdar cizye alamazdı. şehrin hristiyanları cizyelerini gayet tabii olarak yeni efendilerine ödeyeceklerdi. Süleymanşah, Arap emirinin isteğini reddedince iki taraf arasında savaş kaçınılmaz oldu. Süleymanşah ile tek başına mücadele edemeyeceğini anlayan Müslim bir müttefik aramaya koyuldu ve kendisini Âmid muhasarasından kurtaran eski dostu Artuk Bey'den yardım istedi. Bu sırada Melikşah'ın yanından ayrılıp Suriye Selçuklu meliki Tutus'un hizmetine girmiş olan Artuk Bey kendisinin Anadolu'dan geri çağrılmasına sebep olduğu için Süleymanşah'a kırgındı. Bundan dolayı Serefü'd-Devle Müslim'in teklifini kabul ederek onunla anlaştı. Yapılan anlaşmaya göre:
1. Serefü'd-Devle Müslim de Artuk Bey gibi Sultan Melikşah'a tâbi olmaktan vazgeçecekti.
2. Tutus'u büyük sultan olarak tanıyacaktı.
3. Abbası halifeliği yerine Fatimî halifeliği adına hutbe okutacaktı.
Mısır Fatimî halifeliğine bağlılık arzeden ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na karşı cephe alan müttefikler Fatimîler'in askerî gücünden yararlanmak için seferber oldular. Serefü'd-Devle Müsliim amcası Mukbil'i Mısır'a gönderip Irak, el-Cezire, Suriye ve Filistin'in zaptedilmesi ve Tutus'un riyasetinde gerçekleştirilecek sii bir devletin kuralabilmesi için yardım istedi. Halife el-Mustansır ile vezir Bedrülcemali bu teklifi olumlu karşıladılar. Ancak çeşitli sebepler yüzünden bu ittifak gerçekleşmedi.
Daha sonra iki rakip hükümdar Serefü'd-Devle ile Süleymanşah'ın savaşçıları karşılıklı olarak birbirlerinin arazisini talân etmeye başladılar. Nihayet 20 Haziran 1085'te iki taraf Halep ile Antakya arasındaki Kurzâhil mevkiinde karşılaştı. Harput (Elazığ) yakınlarında bir beylik kurmuş olan Çubuk Bey, Serefü'd-Devle'nin ordusunda bulunuyordu.
Çubuk Bey Philaretos'un devleti parçalandığı sırada Harput kalesini ele geçirmiş sonradan bugünkü Tunceli yöresini de topraklarına katarak oldukça kuvvetlenmişti. Emrindeki kuvvetlerle Serefü'd-Devle'ye yardıma gelen Çubuk Bey savaş başlayınca çok sayıda Türkmenle birlikte Süleymanşah'ın tarafına geçti. Serefü'd-Devle'ye kırgın olan Benî Kilâb ile Benî Numeyr de geri çekilmişti. Bu sebeple Serefü'd-Devle bozguna uğratıldı ve 400 askeriyle birlikte öldürüldü. Süleymanşah buradan Halep üzerine yürüyerek şehri kuşattı (Rebîülevvel 478/Haziran-Temmuz 1085) ve Serefü'd-Devle'yi bu şehrin kapısı önüne gömdürdü.
Kaynak: Osmanlı tarihi
-
Cevap: islam tarihi
SÜLEYMANŞAH'IN ÖLÜMÜ VE ŞAHSİYETİ
Antakya'nın zaptından sonra Serefü'd-Devle'nin ortadan kaldırılması ve Haleb'in kuşatılması Süleymanşah'ı hem Suriye Selçukluları ile hem de Büyük Selçuklularla karşı karşıya getirdi. Süleymanşah kazandığı bu zafer ile Serefü'd-Devle Müslim'in Mezopotamya ve Kuzey Suriye'yi içine alan ve yavaş yavaş bütün Suriye ve Filistin'e yayılma plânlarını bozmuş ve dolayısıyla Suriye ve Filistin'de Selçuklu hâkimiyetinin yayılmasına zemin hazırlamıştır. Serefü'd-Devle'nin Halep'te bıraktığı emîr Serif Ebû Ali Hasan b. Hibetullah el-Haşimî (İbnü'l-Huteytî) bir yandan Haleb'i savunurken bir taraftan da hem Melikşah'a hem de Tutus'a mektup yazarak şehri teslim almak üzere ya bizzat gelmelerini yahut kendilerini kurtarmak üzere büyük bir ordu göndermelerini istemişti.
Süleymanşah 5 Rebîülahir 478'e (31 Temmuz 1085) kadar Haleb'i kuşatmaya devam etmiş ve müzakereler sonunda şehrin Sultan Melikşah'ın onayı alındıktan sonra teslim edilmesi kararlaştırılmıştı. Olaylar bu şekilde gelişirken Süleymanşah Seyzer, Kefertâb ve Maarratü'n-Nu'mân kalelerini de teslim almıştı. Kinnesrîn'i kuşatıp ele geçirdikten sonra bütün kuvvetleri ile 479 yılı başlarında (Nisan-Mayıs 1086) Haleb önlerinde karargâh kurmuştu ki, Suriye Selçuklu hükümdarı Tutus'un harekete geçtiğini haber aldı. Artuk Bey bu sırada Tutus'un yanında bulunuyordu.
Diyarbekir muhasarasında Fahrü'd-Devle ile bozuşmuş ve Türkmenleri yanına alarak Suriye'ye gitmişti. Şerif Ebu Ali Hasan İbnü'l-Huteytî Beni Kilab'dan Mübarek b. Sibl'i Tutus'a gönderip şehri teslim edeceğini bildirdi. Tutus bu teklifi memnuniyetle kabul edip Nisan-Mayıs 1086 tarihinde Dimaşk'dan çıkarak Haleb'e hareket etti. Süleymanşah tarafından ele geçirilen Kinnesrin kalesini kuşattıktan sonra Haleb'in güneydoğusunda bulunan en-Nâûra'ya yürüdü ve bu sırada kendisine Kilaboğulları kabilesinden (Benî Kilab) bir miktar kuvvet daha katıldı. Bu kuvvetlerle takviye edilimiş olan Tutus 4 Haziran 1086 tarihinde Haleb yakınlakındaki Aynü Seylem'de Süleymanşah'ın kuvvetleri ile savaşa tutuştu.
Tutus'un Haleb'i teslim almak üzere yola çıktığını öğrenen Süleymanşah çok süratli hareket ettiği için askerleri düzensiz bir durumda idi ve henüz savaş nizamına girmemişlerdi. Savasın neticesini Artuk Bey ve Çubuk Bey'e bağlı Türkmenler tayin ettiler. Bunlar bu sefer Süleymanşah'tan ayrılıp Tutus'un tarafına geçtiler.
Maglûb olan Süleymanşah Tutus'un eline esir düşmektense intihar etmeyi tercih etti (18 Safer 479/4 Haziran 1086). Tutus savaş meydanında ölüler arasında dolaşırken maiyyetindekilere kana bulanmış bir cesedi göstererek "Bu Süleymanşah'ın cesedi" demiştir. Yanındakiler nasıl teşhis ettiğini sorunca "ayaklarından tanıdım, çünkü biz Selçukoğullarının ayakları birbirine benzer" cevabını vermiştir. Ayrıca Arslan Yabgu-Mikail oğulları arasındaki mücadeleye temas ederek "Biz size zulmettik, sizi kendimizden uzaklaştırdık" demiş ve üzüntülerini ifade etmistir. Süleymanşah'ın cenazesi Haleb'e götürülerek Serefü'd-Devle Müslim'in yanına gömüldü. Türkiye Selçuklu Devleti'nin kurucusu ve ilk hükümdarı olan Süleymanşah Anadolu Türkleri arasında gazilik ünvanını almış ve efsanevî bir hüviyet kazanmıştır. İlk Osmanlı kaynaklarında Ertuğrul Gazi'nin babası olarak gösterilen Süleymanşah Osmanlı hanedanının atası sayılmış ve Urfa taraflarında bulunduğu sırada Fırat nehrini geçerken boğularak ölmüş ve cesedi Caber kalesine defnedilmiştir.
Ortaçağ İslâm tarihi kaynakları Süleymanşah'ın Tutus ile yaptığı savaşta öldüğünü ve Haleb kapısında defnedildiğini açıkca kaydettikleri halde Osmanlı kaynakları onun Fırat'ta boğulup Caber kalesinde defnedilmiş olduğunu söylerler. Bu hadise muhtemelen I. Kılıç Arslan'ın Büyük Selçuklularla mücadelesi sırasında Emir Çavlı'ya yenilip Habur nehrinde boğulması hadisesiyle karıştırılmıştır. Osmanlı veya Selçuklu Süleymanşah'ın Caber'deki Türk mezarı hakkında yeterli ve sağlıklı bilgi yoktur. Caber'de sadece Musul Atabeğlerinden İmadeddin Zengi öldürülmüş, ancak onun da cesedi Rakka'da defnedilmiştir. Bundan dolayı bu rivayetin tamamen bir efsaneden ibaret olduğu söylenebilir.
Anadolu'nun fethi İslâm'ın zuhurundan itibaren girişilmiş fetihler içinde hiç şüphesiz büyük bir yer işgal eder. İran, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs ve Türkistan fetihleri kolaylıkla gerçeklestirildiği halde Anadolu dört asrı geçen bir müddet bütün İslâm akınlarına mukavemet etmiş ve ancak Selçuklular tarafından adım adım fethedilmiştir.
-
Cevap: islam tarihi
SÜLEYMANŞAH'IN ÖLÜMÜ VE ŞAHSİYETİ
Devamı:
Süleymanşah'ın tarih sahnesinden çekilmesi, henüz kuruluş safhasında bulunan Türkiye Selçuklu Devleti'ni çok zor şartlar içinde bırakmış oldu. Esasen birbirine pek bağlı olmayan, muhtelif Türkmen Bey ve gruplarının çeşitli bölgelerde kurmuş oldukları beylikler daha başı boş kaldılar. Anadolu'da bu şekilde kurulmuş olan beyliklerin sayılari bile ma'lum değildir. Varlıkları bilinen beyliklerin bazıları şunlardır:
1. Süleymanşah iznik'i emîrlerinden Ebu'l-Kasım'a bırakmıştı. Ebu'l-Kasım ülkeyi Süleymanşahı'n büyük oğlu I. Kılıç Arslan dönünceye kadar idare etti. Daha sonra göreceğimiz gibi, Sultan Melikşah, Antakya'ya gelip bütün güneydoğu bölgesini hakimiyeti altına aldıktan sonra Urfa'ya vali tayin ettiği Bozan adındaki kumandanını iznik üzerine göndermiş, Ebu'l-Kasım da buna karşı Bizanslılarla işbirliği yapmıştı. Bozan ıznik'e karşı herhangi bir başarı elde edememiştir. Bir rivayete göre: Ebu'l-Kasım onun dönüşünden sonra iznik'i kardeşi Ebu'l-Gazi'ye emanet ederek, bağlılığını arz etmek üzere, bizzat Sultan Melikşah'ın yanına gitmiş, fakat ondan hiçbir ilgi görmemiş ve dönüşünde yolda öldürülmüştür.
2. Danışmend Gazi tarafından kurulmuş olan Danışmendli Beyliği, Sivas merkez olmak üzere Tokat, Niksar ve Amasya havalisinde hüküm sürmekteydi. Çorum ve Samsun da bu beyliğe tabi idi.
3. Süleymanşah'ın Antakya üzerine hareket etmeden önce Kastamonu ve Çankırı bölgesine gönderdiği tahmin olunan Kara Teğin Bey, Sinop'u fethettikten sonra burada müstakil bir beylik kurmuştu.
4. Merkezi Erzincan olan Mengücük Beyliği. Gümüşhane, Divriği ve Tunceli'nin kuzey kısımları bu beyliğe tabi idi.
5. Malazgirt Savaşına istirak ettiği sanılan, Ebu'l-Kasım Saltuk adındaki bir beyin kurmuş olduğu Saltuklu Beyliği. Kars, Ardahan, Bayburt ve Çoruh havzası bu beyliğe tabi idi.
6. Yukarı Ceyhan (Elbistan ve Maraş) bölgesinde Emir Buldacı tarafından kurulan beylik.
7. Harput, Güney Tunceli, Çemişgezek ve civarinda Çubuk Bey tarafından kurulmuş olan bir beylik.
8. izmir bölgesinde ise Çaka Bey adlı bir Türk beyi tarafından kurulmuş bir beylik hüküm sürüyordu. Bu beyliğin kuruluşu ve ilk devirleri oldukça karanlıktır. Mükrimin Halil Yınanç Anadolu'nun fethinin tamamlandığı 1085 yılında toplam 19 beyliğin hüküm sürdüğünü söylemektedir.
Süleymanşah ile Tutus arasında mücadele başladığı sırada Sultan Melikşah Selçuklu imparatorluğuna bağlı batıdaki ülkeleri tamamıyle kendi itaatı altına almak maksadıyla Isfahan'dan yola çıkmış bulunuyordu. Serefü'd-Devle'nin ölümünü müteakip Serif Ebu Ali Hasan'ın Halep'i teslim almak üzere bizzat gelmesini talep eden yazısı Sultan Melikşah'ın batıda, bağımsız hareket eden hanedan azalarını itaate almak için, daha önce vermiş olduğu kararı uygulamaya koymakta acele etmesine sebep olmuştur.
Tutus, Süleymanşah'ı mağlub ettikten sonra derhal Halep üzerine yürüdü. Serif Ebu Ali Hasan, Sultan Melikşah'ın yaklaşmakta olduğunu bildiğinden şehri ona teslim etmedi. Süleymanşah'ın naasını Halep kapısı önüne Serefü'd-Devle'nin mezarı yanına defnettiren Tutus, şehri şiddetle muhasaraya başladı ve 12 Temmuz 1086'da ele geçirdi. Ancak Serefü'd-Devle'nin Selim b. Malik adlı bir amcazadesi tarafından müdafaa olunan iç kale alınamadı. iç kalenin muhasarası devam ederken, Sultan Melikşah'ın yaklaşmakta olduğunu haber alan Tutus, Dimask'a çekilmeye mecbur oldu. Melikşah yanında büyük kumandanlarından Porsuk, Bozan ve Aksungur olduğu halde yaklaşmakta idi. Önce Musul'a giden büyük Sultan, Emîr Bozan'ı büyük bir birliğin başında Urfa üzerine yolladı. Urfa'da bu sırada Philaretos'un oğlu Barsam'ın hakim olduğu anlaşılmaktadır.
Onun mukavemeti uzarken, Sultan Meliksah, Fırat kenarındakı Caber kalesi ve Menbic'i zaptettikten sonra, 1086 yılı Aralık ayında Halep'e girdi. iç kaleyi Tutus'a karşı müdafaa etmiş olan Salim b. Malik'i Caber kalesine gönderip, Emir Aksungur'u Halep valiliğine tayin etti. Daha önce Süleymanşah tarafından alınmış olduğunu gördüğümüz Seyzer ve Kefertâb kaleleri de Sultan Melikşah'a teslim edildi. Emir Bozan 3-4 aylık bir kuşatmadan sonra 28 Subat 1087'de Urfa'yı almaya muvaffak oldu. Melikşah Bozan'ın valiliğini tasdik ettikten sonra Antakya'ya hareket etti. Süleymanşah'ın veziri Hasan b. Tahir es-Sehristanî'nin idaresinde bulunan Antakya'yı teslim alarak, Yagisiyan adlı bir Türk beyini buraya vali tayin etti. Süveydiye'ye (Samandağı) kadar gelen Sultan Melikşah, burada Akdeniz'i seyretttikten ve kılıcını Akdeniz sularına daldırdıktan sonra çok geniş topraklara sahip olduğu için Allah'a sükrederek Halep'e hareket etmiş, buradan da hilafet merkezi Bağdat'a gitmiştir (13 Mart 1087).
Kaynak: Osmanlı tarihi
-
Cevap: islam tarihi
SÜLEYMANŞAH'IN ÖLÜMÜNDEN SONRA ANADOLU'DA MEYDANA GELEN OLAYLAR
Süleymanşah'ın ölümünden sonra özellikle Anadolu'nun batı kesiminde ve Marmara bölgesinde vuku bulan olaylar hakkındaki bütün bilgimizi Bizans tarihçisi Anna Komnena'ya borçluyuz. Anna Komnena'nin Alexiad adlı eseri bilhassa kronolojik bakımdan çok karışık olmasına rağmen Türkiye tarihinin yaklaşık 40 yıllık bir kısmı için tek kaynaktır.
Yukarıda temas ettiğimiz gibi Süleymanşah 1084 yılı Aralık ayı içerisinde Antakya'yı fethetmek için yola çıkarken iznik ve civarını Ebu'l-Kasım adındaki bir Türk beyine bırakmıştı. Ülkenin diğer bölgelerinin idaresi de muhtelif Türk kumandanlarına tevdi edilmişti. Süleymanşah'ın Tutus'a mağlub olup intihar etmesinden sonra fırsattan istifade eden Bizans imparatoru Alexios'un Türklerin eline geçmiş olan Karadeniz kıyısındakı sahil şehirlerini geri almaya muvaffak olduğu anlaşılmaktadır. Onun bu hususta Süleymanşah'ın ölümünden faydalanarak Anadolu'daki Türkleri kendine bağlamak için gayret eden Sultan Melikşah'ın hiç tahmin etmeden verdiği bir fırsatı gayet iyi kullandığını görmekteyiz. Sultan Melikşah bir adamını imparator Alexios'a göndererek ona sihriyet (evlilik) yoluyla bir ittifak tesis etmeyi teklif etmiştir. İmparator buna razı olduğu takdirde sultan sahildeki Türkleri geri çağırmayı, bu yerleri imparatora iade etmeyi ve gerektiğinde kendisine yardımcı olmayı taahhüt etmiştir. Ancak elçi sultana ihanet ederek imparator için çalışmıştır.
Süleymanşah'ın ölüm haberi, onun muhtelif bölgelere tayin etmiş olduğu Türk beylerinin bağımsız hareket etmelerine sebep oldu. Bunlardan hükümet merkezi İznik'i elinde bulundurduğu için en nüfuzlusu olan Ebu'l-Kasım hiç tereddüt etmeden, kendisini sultan ilân ettiği gibi kardeşi Ebu'l-Gazi'yi de Kayseri ve civarına Emîr tayin etti. Becerikli ve gayet ihtiraslı bir kimse olan Ebu'l-Kasım bundan sonra Marmara sahillerine akınlar yaparak bütün bölgeyi yağmalamamaya başladı. Bunun üzerine imparator Alexios, Türk akıncılarını sahilden geri sürdü ve Ebu'l-Kasım'ı barış istemeğe mecbur etti. Ancak Ebu'l-Kasım barış müzakerelerini devamlı olarak uzattığından, imparator nihayet İznik üzerine bir kuvvet sevk etmeye mecbur kaldı.
İleride de göreceğimiz gibi Alexios Porsuk'un büyük bir ordu ile yaklaşmakta olduğunu bildiğinden bu kuvvete karşı yalnız kalmak istememiş ve Türk'ü Türk'e kırdırmayı tercih etmiş olmalıdır. O belki de bu sebepten dolayı Ebu'l-Kasım'ın tamamıyla güçsüz kalmasını arzu etmemişti. Alexios her halde baş başa kaldıkları takdirde Ebu'l-Kasım'ı yola getirebileceğini İznik, İzmit ve civarini onun elinden alabileceğini tahmin ediyordu.
Bütün bu olayların vuku bulduğu tarih hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Cl. Huart Porsuk'un Anadolu'ya gönderilişini 1088 olarak tarihlemekte, onun Konya ve civarını Aksaray'ı aldıktan sonra İznik üzerine yürüdüğünü, fakat başarı kazanamayınca geri çağırılıp yerine Urfa emiri Bozan'ın tayin edildiğini söylemektedir. Selçuklu tarihi hakkında yazılan diğer eser ve makalelerde de tarih verilmemektedir. Yalnız I.Kafesoğlu, Porsuk'un takriben 1089 sonlarına doğru İznik'e gelebildiğini, fakat 3 aylık bir muhasaradan sonra bir netice alınamayınca geri çağrıldığını ve bu görevin Emir Bozan'a devredildiğini kaydeder.
Muhtemelen 1090 yılı ortalarında Bizans kuvvetlerine mağlup olan Ebu'l-Kasım daha sonra İznik'e çekilmişti. Ancak Porsuk'un Anadolu içinde bağımsız davranan muhtelif Türk beylerini itaat altına aldıktan sonra İznik'e yaklaşmakta olduğu sıralarda imparator Alexios Ebu'l-Kasım'a haber göndererek onu İstanbul'a davet etti. Anlaşıldığına göre Bizans hükümdarı Ebu'l-Kasım'a Porsuk'a karşı ittifak teklif etmiş ve onu bundan dolayı İstanbul'a davet etmişti. Onun bu arada bir taraftan da Türklerin elinde bulunan İzmit'i ele geçirmek istediği bellidir.
-
Cevap: islam tarihi
SÜLEYMANŞAH'IN ÖLÜMÜNDEN SONRA ANADOLU'DA MEYDANA GELEN OLAYLAR
Muhtemelen 1090 yılı ortalarında Bizans kuvvetlerine mağlup olan Ebu'l-Kasım daha sonra İznik'e çekilmişti. Ancak Porsuk'un Anadolu içinde bağımsız davranan muhtelif Türk beylerini itaat altına aldıktan sonra İznik'e yaklaşmakta olduğu sıralarda imparator Alexios Ebu'l-Kasım'a haber göndererek onu İstanbul'a davet etti. Anlaşıldığına göre Bizans hükümdarı Ebu'l-Kasım'a Porsuk'a karşı ittifak teklif etmiş ve onu bundan dolayı İstanbul'a davet etmişti. Onun bu arada bir taraftan da Türklerin elinde bulunan İzmit'i ele geçirmek istediği bellidir. Ebu'l-Kasım İstanbul'da gayet iyi karşılandı. Hemen her gün kendisine ziyafetler veriliyor, hipodromda Şerefine at ve araba yarışları tertib ediliyor ve İstanbul'da kalma müddeti her vesile ile uzatılmaya çalışılıyordu. İki taraf arasında barış ve ittifak müzakereleri yapıldığı sırada ise Alexios, inşaat malzemesi mimarlar ve isçiler yüklediği gemileri İzmit'e yolladı. Bunlar İzmit'i kontrol altına alacak yeni bir kale inşa etmekle görevlendirilmişlerdi.
Kalenin inşası bittikten sonra imparator Ebu'l-Kasım'a pekçok hediyeler vererek onu İznik'e uğurladı. Ebu'l-Kasım olup-bitenden haberdar olunca kadere boyun eğmek zorunda kaldı. Bu sırada Porsuk İznik yakınlarına kadar gelmiş ve Ebu'l-Kasım ona karşı imparatorun yardımına muhtaç olmuştur. İmparatorun hareket tarzına ve hilekârlığına çok içerleyen Ebu'l-Kasım bir müddet için kendi imkânları ile Porsuk'un kuvvetlerine karşı İznik'i korudu. Ancak sonunda yardım rica etmek için imparatora müracaat etmek zorunda kaldı. Bizans imparatorluğu bu sırada Peçeneklere karşı büyük bir ölüm kalım mücadelesi içinde idi. İmparatorun bu cepheden ayıracak kuvveti yoktu. Buna rağmen Ebu'l-Kasım'a yardım mecburiyetini hissetti. ıznik Porsuk'un eline geçecek olursa burayı Büyük Selçuklu imparatorluğundan kurtarıp geri almak hemen hemen imkânsız olacaktı. Bu münasebetle küçük bir askeri birliği impatorluk sancakları vermek suretiyle Ebu-l kasıma yardıma gönderdi. Bu yardım yolu ile Porsuk'u geri çekilmeye zorladı ve imkân bulursa İznik'i kendi adına zaptetmeyi umuyordu. Porsuk'un şehri üç ay kuşatmasına rağmen başarı sağlayamadığını gören Selçuklu sultanı Melikşah İznik'in zaptından vazgeçmedi ve buraya değerli kumandanlarından Urfa emiri Bozan'ı gönderdi.
Bozan'ın şehri hücumla zaptetmek için birbiri arkasına yaptığı tesebbüsler Ebu'l-Kasım'ın şiddetli müdafaası ve imparatordan istediği yardımı elde etmesi sebebi ile bir türlü netice vermedi. İmparator bu sırada Peçenek problemini halletmiş olduğu için biraz olsun ferahlamış bulunuyordu. Bozan bu şekilde İznik'i zapt edemeyeceğini anlayınca muhasarayı kaldırdı. Ebu'l-Kasım'ın da bu sıralarda bağımsız hüküm sürmek imkânının yok olduğunu fark ettiği anlaşılmaktadır. Herhalde imparatorun kendisine ne maksatla yardım ettiğini anlamıştır. Belki de imparatorla Melikşah arasında bir anlaşma yapılacağını haber almıştı. Bu sebeple o doğrudan doğruya büyük sultana müracaat ederek İznik'i onun valisi sıfatı ile idare etmeyi ümid ederek büyük hediyeler hazırladı ve kardeşi Ebu'l-Gazi'yi Iznik'te vekil bırakdıktan sonra sultanın yanına gitmek üzere İsfahan'a doğru yola çıktı. Kaynakların verdigi bilgiye göre Ebu'l-Kasım bütün rica ve ısrarlarına rağmen Melikşah tarafından huzura kabul edilmemiş ve kendisine Anadolu içinde tam yetki verilmiş olan Emîr Bozan ile anlaşması tavsiye edilmiştir. Arzusuna ulaşamayan Ebu'l-Kasım dönüş sırasında arkasından gönderilen bir müfreze tarafından yakalanarak yayının kırışı ile boğdurulmuştur. Bu hadisenin Melikşah'ın Bağdat'a gitmek üzere İsfahan'dan hareketinden kısa bir süre önce yaklaşık Eylül-Ekim 1092 tarihinde cereyan ettiği söylenebilir.
Ebu'l-Kasım'ın ölümünden sonra Ebu'l-Gazi İznik'i elinde tutmaya devam etti. Tam bu sıralarda Sultan Melikşah'ın vefat etmiş olması onu Bozan'dan kurtarmış oldu. Zira Bozan bütün kuvvetleri ile birlikte Büyük Selçuklu Devleti'nde zuhur eden karışıklıklarda önemli rol oynamak üzere Suriye'ye doğru hareket etti. İmparator Alexios bu defa Ebu'l-Gazi'yi hediyeler ve vaadlerle kandırıp İznik'i kendisine terk etmesini sağlamaya çalıştı. Ebu'l-Gazi ise belki de henüz ağabeyinin ölüm haberini almamış olduğundan dolayı imparatoru oyalamakla yetindi. Ancak Sultan Melikşah'ın 1092'de ölümü Isfahan'da tevkif etmiş olduğu Süleymanşah'ın oğullarının serbest bırakılmalarına sebep oldu. Muhtemelen Berkyaruk tarafından serbest bırakılan Süleymanşah'ın iki oğlu Kılıç Arslan ve Kulan Arslan İsfahan'dan süratle Anadolu'ya geldiler.
Yaklaşık 1092 sonunda veya 1093 yılı başlarında İznik'e vardılar. Zira bilindiği üzere Sultan Melikşah'ın hanımı Terken Hatun küçük oğlu Mahmud'un Selçuklu tahtına çıkmasını sağlamak ümid ve arzusu ile Melikşah'ın ölümünü bir müddet gizlemişti. Böylece haberin başkent İsfahan'a ulaşması ve Kılıç Arslan ile kardeşinin buradan hareketleri ve İznik'e varışları her halde uzunca bir müddet almış olmalıdır. Bizans tarihçisi Anna Komnena'nın rivayetine göre İznik'te bulunan Türkler Selçuklu şahzadelerinin gelişini büyük bir sevinçle karşıladılar. Ebu'l-Gazi'de hiç direnmeden iktidarı Kılıç Arslan'a devretmiştir. Büyük Selçuklu merkezinden kaçarak Anadolu'ya gelen Kılıç Arslan ve kardeşinin babaları Süleymanşah'a tabi olmuş bulunan Orta Anadolu'dan kuvvet topladıkları anlaşılmaktadır. Bunların bu kuvvetlerle birlikte İznik'e gelmeleri ve İznik hükümetini devralmaları yukarıda belirttiğimiz gibi en erken 1092 sonu veya 1093 yılı başlarında olabilir.
-
Cevap: islam tarihi
KILIÇ ARSLAN VE HAÇLILAR
Ortadogu İslâm dünyasının taht kavgaları ve mezhep çatışmaları ile meşgul olduğu bu dönemde hilâl-haç, doğu-batı mücadelesinin en hareketli ve en mühim bir safhasını teşkil eden haçlı istilasına maruz kalmıştır. XI. yüzyılın sonlarında başlayan bu hareket asırlarca devam etmiştir. Devrimizi alâkadar eden bu haçlı harekâtının hedef ve plânlarından ana hatlarıyla bahsetmemiz uygun olacaktır.
XI. asrın son yıllarına doğru bilhassa dini, ictimaî ve iktisadî sebeplerle ortaya çıkan bu hareket batı Avrupa'da Vatikan kilisesinin önderliğinde başlatılmıştır. Din perdesi altında Papalık müessesesinin teşviki ile geri medeniyetli ve ilkel halk kitleleri harekete geçirilerek müslümanlara karşı büyük bir istilâ harekâtı başlatılmıştır. Papazlar Hz. İsa'nın doğum yeri Kudüs'ün ve kutsal saydıkları makamları müslümanlar tarafından kirletildiğini, Kudüs'e giden hristiyanlara zulüm ve işkence yapıldığını öne sürerek böylesine mukaddes bir şehrin müslümanların elinden alınması gerektiğini ifade ediyorlardı. Halbuki uzun süredir kutsal topraklar hrıstiyan hacı adayları tarafından ziyaret ediliyor ve bu konuda onlara müslümanlar tarafından mani olunmak şöyle dursun zorluk bile çıkarılmıyor, hatta yardım ediliyordu. Filistin'de kendilerine ayrılmış hastahaneler ve ikamet merkezleri bulabiliyorlardı. Kiliseleri, manastırları hatta kitaplıkları bile vardı.
Keşişlerin hrıstiyanları istedikleri yöne sevketmek için kullandıkları çok etkili bir silâh vardı. Bu da affettirmekti. Onların bu defa aynı silâhı kullanarak günahkâr halk kitlelerini kendi maksatlarına alet ettiklerine şahit oluyoruz. Zavallı halk bu kutsal yolculuğa çıkmakla günahlarının affedileceğine inanıyordu. Bunun yanında batı Avrupa'nın ekonomik kriz içine düşmesi ve bu sıkıntıdan ancak doğunun baharat ve diğer ticaret yollarını ele geçirmekle kurtulacaklarına dair propagandalarda bu konuda etkili olmuştur. Fakat en önemli sebep İslâmın giderek hrıstiyanlık aleyhine evrensel bir din haline gelmesi, Malazgirt zaferinden çok kısa bir süre sonra Anadolu, Suriye ve Filistin'in müslüman Türk hakimiyetine geçmesi, İznik'in başkent olduğu bir Türk devletinin kurulması, Çaka Bey'in İzmir'de tesis ettiği kuvvetli bir donanma ile Bizans'i tehdit etmesi, doğudan bir sel gibi akan Türkmen kitlesinin bastıkları yeri vatan yapma düşünceleridir. Müslüman Türkler büyük bir ihtimalle Bizans engelini aşacak ve Avrupa'ya da hakim olacaklardı. Türklerin Rumeli'ye geçmelerini önlemek, Anadolu, Suriye, Filistin ve Akdeniz'den onları temizlemek gerekiyordu. Bunu da ancak bütün hrıstiyan dünyasının birlikte hareket etmesi halinde başaracaklardı. Hilâl'e karşı haçın savunulması görevini üzerine aldığı kabul edilen Bizans artık müslüman Türkler karşısında bu görevini yerine getiremeyecek gibiydi. O halde hrıstiyan dünyası kendini Türk tehdidine karşı güvenlik altına almak için kutsal toprakların fethine çıkmaktaydı.
Papa II. Urbanus 18-28 Kasım 1095 tarihleri arasında bütün batı Avrupa'nın ileri gelen din adamlarının katıldığı bir toplantıda bu büyük harekâta süratle hazırlanmaları gerektiğini anlattıktan sonra ilk büyük haçlı kitlesinin harekete geçmesini temin etmiştir. Ertesi yıl yani 1096'da Pierre l'Ermitte ile Walter sans Avoir idaresinde heyecanlı fakat disiplinsiz bir haçlı kitlesi düzensiz bir vaziyette Belgrad, Nis, Sofya, Filibe ve Edirne üzerinden İstanbul'a gelmiş ve Bizans imparatoru Alexios Komnenos tarafından 6 Ağustos 1096 tarihinde Anadolu yakasına geçirilmiştir. Bir savaş disiplininden uzak bu haçlı kitlesi Eylül 1096'da Sultan Kılıç Arslan'ın kardeşi Davut tarafından bozguna uğratılmış ve kurtulanlar İstanbul'a sığınmışlardır. Bu haçlı sürülerinin Kılıç Arslan tarafından imha edilmesi üzerine Avrupa'da prens ve dükler zırhlı askerlerden müteşekkil ordularla yeni bir harekâtı başlatmışlardır.
Yeni haçlı kuvvetleri 1097'de imparator Alexios tarafından karşıya geçirildi. Mayıs 1097'de İznik'i kuşatan Haçlılar müstahkem surlarla çevrili şehri sıkıştırmaya başladılar. Anadolu Selçuklu sultanı Kılıç Arslan bu sırada Malatya'da bulunuyordu. Üstün haçlı kuvvetleri karşısında başarılı olamayacaklarını anlayan Türk askeri şehri Bizans kumandanı Butumites'e teslim etmek üzere müzakerelere başladıkları sırada Kılıç Arslan gelince teslimden vazgeçerek Haçlılarla kanlı bir mücadeleye giriştiler. Selçuklu sultanı ordusunu İznik hisarı önündeki ovada savaşa soktu. Çok çetin geçen bu çarpışmalar sırasında her iki taraf da ağır zayiat verdi. Sonunda İznik'i kendi mukadderatına bırakarak Haçlıları dağlık bölgelerde ve geçitlerde sıkıştırmak gayesi ile geri çekilmeye karar verdi. Haçlılar şiddetli hücumlar sonunda İznik'i ele geçirerek Bizans'a teslim ettiler (19 Haziran 1097). Kılıç Arslan böylece yalnız başkentini değil oradaki asker ve hazinelerini de kaybederken haçli kuvvetleri de Eskişehir istikametinde ileri harekâta devam ettiler. 30 Haziran 1097'de Eskişehir ovasında Haçlıları tekrar sıkıştıran Kılıç Arslan arkadan yetişen zırhlı birlikler karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.
Kılıç Arslan Anadolu içlerine çekilirken muhtelif yörelerdeki Türk birliklerini kendisine katılmaya çağırdı. Bu arada Danışmendli Gümüştekin Gazi ve Kayseri bölgesi emîri Hasan ile ittifak yaptı.
-
Cevap: islam tarihi
KILIÇ ARSLAN VE DÂNIŞMENDLİLER
Dânışmendliler 1071-1178 yılları arasında Sivas, Amasya, Tokat ve Malatya ile civarlarında hüküm süren bir Türk beyliğidir. Sultan I. Kılıç Arslan'ın Haçlılarla meşgul olduğu sırada Danışmendli Gümüştekin Gazi 1100 yılında Ermeni Gabriel'in elinde bulunan ve daha önce Sultan Kılıç Arslan tarafından da muhasara edilmiş olan Malatya'ya hücum etti. Zor durumda kalan Gabriel haçlı reislerine haber gönderip acil yardım istedi. Bunun üzerine Antakya prinkepsi (prens) Bohemund yola çıkarak Dânışmendli Gümüştekin Gazi üzerine yürüdü. Fakat mağlûp oldu ve esir alınarak önce Sivas'ta daha sonra da Niksar'da hapsedildi. Bu durum İslâm dünyasinda büyük bir sevinç uyandırdı. Haçlılar ise çok büyük endişeye kapıldılar. Bohemund'u kurtarmak için harekete geçen bir haçlı ordusu yukarıda temas edildiği gibi 1101 yılında Ankara'yı zaptederek yol boyunca pekçok köy ve kasabayı tahrip ve yağma etti. Aynı maksatla harekete geçen başka bir haçlı ordusu da Anadolu topraklarına girmişse de Dânışmendli Gümüştekin Gazi Halep Selçuklu meliki Rıdvan ve diğer emîrlerle işbirliği yapan Sultan Kılıç Arslan bu haçlı ordusunu Merzifon yakınlarında tamamen imha etmiştir. Ne yazık ki bu gelişmeler Anadolu Selçuklularıyla Dânışmendliler arasındaki işbirliği ve ittifakın bozulmasına sebep olmuştur.
Müşterek düşmanın imhâ edilmesinden sonra 1102 yılında Malatya'yı ele geçiren Danışmendli Gümüştekin Gazi ile Sultan Kılıç Arslan arasında rekabet başladı. 1103 tarihinde Maraş yolu ile Antakya üzerine yürümekte olan Kılıç Arslan Danışmend Gazi'nin Bohemund'u 100 bin dinar fidye karşılığında serbest bıraktığını, esirler arasında bulunan Richard'ın da salıverilmesi maksadıyla imparator Alexios Komnenos ile müzakereye giriştiğini ögrenince hem Anadolu Selçuklu Sultanı hem de müttefiki olması itibarıyla alınan fidyeniin yarısının kendisine verilmesini istedi. Fakat Gümüştekin Gazi bu teklifi reddedince onun üzerine yürüdü ve 1103 yılında mağlûp ettti.
Gümüştekin Gazi'nin 1104 yılında ölümü üzerine Kılıç Arslan Malatya'yı muhasaraya başladı. Ona mukavemet edemeyeceğini anlayan Gümüştekin Gazi'nin oğlu Yağışıyan 2 Eylül 1106 tarihinde (bazı rivayetlere göre 2 Eylül 1105 tarihinde) şehri teslim etmek zorunda kaldı. Bu olay Dânışmendliler'in Anadolu'da giderek artmakta olan nüfûzunu kırdı ve Anadolu Selçukluları'nın doğuda yayılmaları için müsait bir ortam hazırladı.
Kılıç Arslan doğuda istilâ harekâtına geçmeden önce batı sınırlarını emniyet altına alma ihtiyacını hissettti. Bu maksatla Bizans imparatoru Alexios Komnenos ile haçlılara karşı anlaştı ve gönderdiği birliklerle Bizans ordusunun Bohemund'u mağlûp etmesine yardımcı oldu.
-
Cevap: islam tarihi
BÜYÜK SELÇUKLULARLA ÇATIŞMA VE KILIÇ ARSLAN'IN ÖLÜMÜ
Kılıç Arslan'ın doğuya doğru yayılma politikası onu Büyük Selçuklularla çatışmaya itti. Sultan Berkyaruk ile Muhammed Tapar'ın uzun yıllar devam eden mücadelelerinden sonra Berkyaruk'un 1104 yılı sonlarında ölümü ve Musul'da meydana gelen olaylar Kılıç Arslan'ın Büyük Selçuklu topraklarını ele geçirme ümidini artırdı. Kılıç Arslan'ın genişleme politikası Arslan Yabgu ve Mikailoğulları arasındaki ailevî rekabetin yeniden alevlenmesine sebep oldu. Kılıç Arslan'ı şarka doğru genişlemeye sevkeden başka bir sebep de İslâm medeniyeti sınırları içinde gelişmekte olan doğunun bu dönemde Anadolu'ya göre çok ileri seviyede olmasıydı. Bu sırada Meyyâfarikîn (Silvan) emîri Ziyaeddin Muhammed Sultan Kılıç Arslan'ı ülkesine davet ederek ona bağlılık arzetti. Anadolu'daki diğer beyler de ona itaatlerini bildirdiler (1105).
Sultan ertesi yıl Urfa'yı kuşattı. Fakat şehir müstahkem surlarla çevrili olduğu için netice elde edemedi ve Çökürmüş'ün adamlarının daveti üzerine Harran'a gitti. Haçlılar karşısında zor durumda kalan müslüman halk Kılıç Arslan'ın Urfa'yı kuşatmasını ve Harran'a gelişini sevinçle karşıladılar. Fakat sultan hastalanıp Malatya'ya dönünce Urfa muhasarası da şarka yayılma harekâti da neticesiz kaldı.
Büyük Selçuklu hükümdarı Muhammed Tapar emîr Çökürmüs'ün vaad ettiği hizmet ve malî yardımdan vazgeçmesi üzerine Musul ve civarını Huzistan ve Fars arasındaki bölgeyi istilâ edip halka zalimce davranan Emir Çavlı Sakavu'ya iktâ etti. Çökürmüş Çavlı'nın Musul'a doğru yola çıktığını duyunca ona karşı asker toplamak için harekete geçti. Dostlarına da haber gönderip yardım istedi. Erbil hakimi Ebü'l-Heyca cevabında çabuk davranırsa kendisi ile birlikte hareket edebileceğini aksi halde Çavlı'ya katılmak zorunda kalacağını bildirdi.
Çökürmüş bu tavsiyeyi yerinde bulup hemen yola koyuldu ve Erbil'e bağlı bir köyde Ebü'l-Heyca'nın askerlerinin kendisine iltihak etmesini sağladı. Çavlı'nın yanında 1000 kişilik Çökürmüş'ün ise 2000 kişilik süvari birliği vardı. Çökürmüş galip geleceginden şüphe etmiyordu. Savaş başlayınca Çavlı Çökürmüş'ün merkezde bulunan kuvvetlerine saldırdı ve onları perişan etti. Çökürmüş tek başına kaldı, felç olduğu için ata binemiyor ve bir sedye içinde taşınıyordu. Nihayet esir alınarak Çavlı'nın huzuruna götürüldü. Çökürmüş'ün esareti ve askerlerinin yenik düstüğü haberi Musul'a ulaşınca oğlu Zengî'yi onun yerine emîr tayin ettiler. Şehrin ileri gelenleri ittifakla onu destekleme kararı aldı. Kale müstahfizi Kızoğlu Çökürmüş'e ait at ve malları askerlere dağıttı. Hille Arap emîri Seyfü'd-Devle Sadaka'ya, Kılıç Arslan'a ve Bağdat sahnesi Aksungur el-Borsukî'ye haber gönderip Çavlı'yı şehre sokmamak için kendisine yardımcı olmalarını istedi. Kızoğlu mektubunda yukarıda adı geçen şahısların hepsine yardıma geldikleri takdirde şehri kendilerine teslim edeceğini bildirmişti. Seyfü'd-Devle Sadaka bu teklifi kabul etmemiş ve sultan Muhammed Tapar'a bağlı kalmayı uygun görmüştü. Çavlı yanındaki emîrlerle Musul'u muhasaraya başladı. Askerler Emîr Çökürmüş'ü her gün katır sırtında dolaştırıyor ve "Şehri teslim edin beni de bu durumdan kurtarın" diye nida ettiriyorlardi. Fakat Musullular onun bu sözlerine hiç aldırmıyorlardı. Nihayet bir gün atılmış olduğu çukurdan Çökürmüş'ün cesedi çıkarıldı. Çökürmüş'ün esareti üzerine adamlarının Sultan Kılıç Arslan, Hille Arap emîri Sadaka ve Emîr Aksungur'a davetiye çıkardıklarını görmüştük. Kılıç Arslan bu teklifi kabul edip ordusu ile Musul istikametinde harekete geçti. Kılıç Arslan'ın Musul seferine katılan emîrler arasında İnaloğullarından İbrahim, Siirt emîri Kızıl Arslan, Artukoglu İlgazi, Harput emiri Çubukoğlu Mehmet, Hani emiri Sahruh ve Erzen emiri Togan Arslan da vardı. Nusaybin'e ulaştığında Çavlı Musul'dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Kılıç Arslan bir süre Nusaybin'de kaldı ve ordusuna bir hayli iltihaklar oluncaya kadar orada bekledi. Kılıç Arslan'ın yaklaştığını gören Çavlı Sincar'a gitti. Artukoğlu İlgazi ve Çökürmüş'ün adamlarından bir grup da ona katılınca 4.000 kişilik bir süvari kuvvetine sahip oldu. Öte yandan Musul halkı ve Çökürmüş'ün askerleri Nusaybin'de bulunan Kılıç Arslan'dan kendilerine dokunmayacağına dair yemin aldı. Hep birlikte Musul üzerine yürüdüler ve Sultan Kılıç Arslan 22 Mart 1107 tarihinde şehre hakim oldu. Çökürmüş'ün oğlu ve adamları onu merasimle karşıladılar. Kılıç Arslan da onlara hil'at giydirdi. Musul'da tahta oturan Kılıç Arslan Büyük Selçuklu hükümdarı Muhammed Tapar adına okunmakta olan hutbeye son verip kendi adına hutbe okuttu. Askere ve halka çok iyi davrandı. Kaleyi Kızoğlu'ndan teslim alan Kılıç Arslan halka zulüm gibi gelen bazi vergileri kaldırdı. Fitne ve fesada sebep olan jurnalcılığı yasakladı. Kim jurnale tevessül ederse öldürürüm diye ferman çıkardı. Şehre kendi memurlarını da tayin ederek Musul'u tamamen kontrolü altına aldı.
Kılıç Arslan Nusaybin'e geldiği sırada Musul'dan ayrılan Çavlı Artukoğlu İlgazi ile birlikte Sincar'a oradan da Rahbe'ye geçmisti. Halep Selçuklu meliki Rıdvan bu sırada Emîr Çavlı'ya bir mektup göndererek haçlılara karşı işbirliği teklif etti. Çavlı da Rıdvan'a ulaklar göndererek Musul'a yeniden hakim olabilmesi için kendisine askeri yardımda bulunmasını ve bu gerçekleştikten sonra Haleb'i tehdit etmekte olan haçlılara karşı birlikte hareket edebileceğini bildirdi. Bu şartlarla yapılan anlaşmayı kabul eden Rıdvan Antakya hakimi Tancred ile barış yaptıktan sonra derhal askerleri ile birlikte ona katıldı.
Musul'daki işlerini tamamlayan Sultan Kılıç Arslan bir miktar asker ve bazı emîrlerle 14 yaşındaki oğlu Melikşah'ı burada vekil bırakıp Çavlı ile savaşmak üzere 4.000 kişilik süvari birliği ile yola çıktı. Çavlı'nın güçlü bir orduya sahip olduğunu duyan bazi emîrler ordudan ayrılmaya karar verdiler. Buna ilk tesebbüs eden Emîr İnaloğlu İbrahim çadırlarını ve ağırlıklarını bırakıp ordudan ayrıldı. Daha sonra diğer bazi emîrler de aynı şekilde hareket ettiler. Bunun üzerine Sultan Kılıç Arslan Bizans İmparatoru Alexios Komnenos'a yardım için gönderdiği birliklerini geri çağırmak zorunda kaldı. Sultan Habur'a geldiginde yanındaki süvarilerin sayısı 5.000 idi. Emîr Çavlı'nın ise 4.000 süvarisi mevcuttu. Haleb Selçuklu meliki Rıdvan ve bir grup askeri de Emîr Çavlı'ya katılmıştı. Kaynakların ifadesine göre Çavlı'nın askerleri daha mert ve daha cesurdu. Çavlı Sultan Kılıç Arslan'a bağli emîrlerin birlikleriyle ayrılıp gittiklerini görünce takviye kuvvetleri gelmeden hemen hücuma geçmeyi düşündü. 9 Şevval 500 (3 Haziran 1107) tarihinde meydana gelen savaşta Sultan Kılıç Arslan olağanüstü bir cesaret göstermiş ve düşman üzerine bizzat kendisi yürümüştür. Çavlı'nın sancaktarının kolunu kesmiş, hatta bizzat Çavlı'ya yetişip kılıç sallamış, fakat Çavlı zırhlı olduğundan ona bir zarar verememişti. Bu sırada Çavlı'nın ordusu taarruza geçip Kılıç Arslan'a bağlı kuvvetleri bozguna uğrattı ve ağırlıklarını yağmaladı. Kılıç Arslan askerlerinin mağlup olduğunu görünce kendisine karşı saltanat davasına giriştiği Büyük Selçuklu hükümdarı sultan Muhammed Tapar'ın eline esir düşmekten korktu ve onlara ok yağdırarak atını Habur nehrine sürdü. Atı ve kendisi zırhlı olduğundan ve arkadan da sandallarla devamlı ok yağdırıldığından nehri geçmeyip boğuldu. Cesedi birkaç gün sonra Habur'a bağlı Semsâniyye köyünde bulundu. Cenaze önce burada defnedildiyse de daha sonra Meyyâfarikîn'e (Silvan) götürüldü (Temmuz 1107).
Sultan Kılıç Arslan'ın atabegi Mehmed Meyyafarikîn'de onun için Kubbeetü's-Sultan adıyla meşhur bir türbe yaptırdı. Sultan Kılıç Arslan'ın oğlu Mesud 1143-1144 yıllarında cenazeyi Konya'ya götürmek istedi, sultanın tabutu bu maksatla Âmid'e getirildiyse de Gürcülerin İslâm topraklarına saldırmaları dolayısıyla bu mesele ile ilgilenemeyip cenazeyi tekrar Meyyafarikîn'deki türbeye naklettirdi. Kılıç Arslan'ın kahramanca çarpışmasına rağmen feci bir şekilde ölmesi Türkler arasında unutulmaz acılar bıraktı. İbnü'l-Esîr: "Bazı ölüm olayları Araplar arasında nasıl meşhur ise Kılıç Arslan'ın ölümü de Türkler arasında öyle meşhurdu" diyor. Hatta bu olayın Osmanlı hanedanının mensup olduğu Kayı boyunun hafızasında derin izler bıraktığı ve Süleymanşah'ın Fırat'ta boğulmasıyla karıştırıldığı görülmektedir. Hristiyan tarihçilerden Willermus da Kılıç Arslan'ı çok cesur, ileri görüşlü ve mahir bir kumandan olarak tanıtır. Gerçekten de Kılıç Arslan Anadolu'ya geldiğinde bir yandan bağımsızlık sevdasında olan Türkmen beylerini Anadolu Selçuklu devletinin şemsiyesi altında toplamak, bir yandan Bizans imparatorluğu diger taraftan da Haçlılarla uğraşmak zorunda kalmıştı.
Kılıç Arslan Haçlıların Anadolu'dan geçmesine mani olamadıysa da daha sonra gelen birliklere Anadolu'yu mezar yaparak devletin varlığını korumayı başarmıştır. Kılıç Arslan halk ve askerleri tarafindan çok sevilen adil bir hükümdardı. Hayırsever olduğu için ölümüne sadece müslümanlar değil hristiyanlar da üzülmüşlerdir. Çağdaş Ermeni tarihçisi Urfalı Mateos onun çok âlicenap ve hayırsever bir insan olduğunu, ölümünde hristiyanların da yas tuttuğunu söyler.
-
Cevap: islam tarihi
BÜYÜK SELÇUKLULARLA ÇATIŞMA VE KILIÇ ARSLAN'IN ÖLÜMÜ
Kılıç Arslan'ın doğuya doğru yayılma politikası onu Büyük Selçuklularla çatışmaya itti. Sultan Berkyaruk ile Muhammed Tapar'ın uzun yıllar devam eden mücadelelerinden sonra Berkyaruk'un 1104 yılı sonlarında ölümü ve Musul'da meydana gelen olaylar Kılıç Arslan'ın Büyük Selçuklu topraklarını ele geçirme ümidini artırdı. Kılıç Arslan'ın genişleme politikası Arslan Yabgu ve Mikailoğulları arasındaki ailevî rekabetin yeniden alevlenmesine sebep oldu. Kılıç Arslan'ı şarka doğru genişlemeye sevkeden başka bir sebep de İslâm medeniyeti sınırları içinde gelişmekte olan doğunun bu dönemde Anadolu'ya göre çok ileri seviyede olmasıydı. Bu sırada Meyyâfarikîn (Silvan) emîri Ziyaeddin Muhammed Sultan Kılıç Arslan'ı ülkesine davet ederek ona bağlılık arzetti. Anadolu'daki diğer beyler de ona itaatlerini bildirdiler (1105).
Sultan ertesi yıl Urfa'yı kuşattı. Fakat şehir müstahkem surlarla çevrili olduğu için netice elde edemedi ve Çökürmüş'ün adamlarının daveti üzerine Harran'a gitti. Haçlılar karşısında zor durumda kalan müslüman halk Kılıç Arslan'ın Urfa'yı kuşatmasını ve Harran'a gelişini sevinçle karşıladılar. Fakat sultan hastalanıp Malatya'ya dönünce Urfa muhasarası da şarka yayılma harekâti da neticesiz kaldı.
Büyük Selçuklu hükümdarı Muhammed Tapar emîr Çökürmüs'ün vaad ettiği hizmet ve malî yardımdan vazgeçmesi üzerine Musul ve civarını Huzistan ve Fars arasındaki bölgeyi istilâ edip halka zalimce davranan Emir Çavlı Sakavu'ya iktâ etti. Çökürmüş Çavlı'nın Musul'a doğru yola çıktığını duyunca ona karşı asker toplamak için harekete geçti. Dostlarına da haber gönderip yardım istedi. Erbil hakimi Ebü'l-Heyca cevabında çabuk davranırsa kendisi ile birlikte hareket edebileceğini aksi halde Çavlı'ya katılmak zorunda kalacağını bildirdi.
Çökürmüş bu tavsiyeyi yerinde bulup hemen yola koyuldu ve Erbil'e bağlı bir köyde Ebü'l-Heyca'nın askerlerinin kendisine iltihak etmesini sağladı. Çavlı'nın yanında 1000 kişilik Çökürmüş'ün ise 2000 kişilik süvari birliği vardı. Çökürmüş galip geleceginden şüphe etmiyordu. Savaş başlayınca Çavlı Çökürmüş'ün merkezde bulunan kuvvetlerine saldırdı ve onları perişan etti. Çökürmüş tek başına kaldı, felç olduğu için ata binemiyor ve bir sedye içinde taşınıyordu. Nihayet esir alınarak Çavlı'nın huzuruna götürüldü. Çökürmüş'ün esareti ve askerlerinin yenik düstüğü haberi Musul'a ulaşınca oğlu Zengî'yi onun yerine emîr tayin ettiler. Şehrin ileri gelenleri ittifakla onu destekleme kararı aldı. Kale müstahfizi Kızoğlu Çökürmüş'e ait at ve malları askerlere dağıttı. Hille Arap emîri Seyfü'd-Devle Sadaka'ya, Kılıç Arslan'a ve Bağdat sahnesi Aksungur el-Borsukî'ye haber gönderip Çavlı'yı şehre sokmamak için kendisine yardımcı olmalarını istedi. Kızoğlu mektubunda yukarıda adı geçen şahısların hepsine yardıma geldikleri takdirde şehri kendilerine teslim edeceğini bildirmişti. Seyfü'd-Devle Sadaka bu teklifi kabul etmemiş ve sultan Muhammed Tapar'a bağlı kalmayı uygun görmüştü. Çavlı yanındaki emîrlerle Musul'u muhasaraya başladı. Askerler Emîr Çökürmüş'ü her gün katır sırtında dolaştırıyor ve "Şehri teslim edin beni de bu durumdan kurtarın" diye nida ettiriyorlardi. Fakat Musullular onun bu sözlerine hiç aldırmıyorlardı. Nihayet bir gün atılmış olduğu çukurdan Çökürmüş'ün cesedi çıkarıldı. Çökürmüş'ün esareti üzerine adamlarının Sultan Kılıç Arslan, Hille Arap emîri Sadaka ve Emîr Aksungur'a davetiye çıkardıklarını görmüştük. Kılıç Arslan bu teklifi kabul edip ordusu ile Musul istikametinde harekete geçti. Kılıç Arslan'ın Musul seferine katılan emîrler arasında İnaloğullarından İbrahim, Siirt emîri Kızıl Arslan, Artukoglu İlgazi, Harput emiri Çubukoğlu Mehmet, Hani emiri Sahruh ve Erzen emiri Togan Arslan da vardı. Nusaybin'e ulaştığında Çavlı Musul'dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Kılıç Arslan bir süre Nusaybin'de kaldı ve ordusuna bir hayli iltihaklar oluncaya kadar orada bekledi. Kılıç Arslan'ın yaklaştığını gören Çavlı Sincar'a gitti. Artukoğlu İlgazi ve Çökürmüş'ün adamlarından bir grup da ona katılınca 4.000 kişilik bir süvari kuvvetine sahip oldu. Öte yandan Musul halkı ve Çökürmüş'ün askerleri Nusaybin'de bulunan Kılıç Arslan'dan kendilerine dokunmayacağına dair yemin aldı. Hep birlikte Musul üzerine yürüdüler ve Sultan Kılıç Arslan 22 Mart 1107 tarihinde şehre hakim oldu. Çökürmüş'ün oğlu ve adamları onu merasimle karşıladılar. Kılıç Arslan da onlara hil'at giydirdi. Musul'da tahta oturan Kılıç Arslan Büyük Selçuklu hükümdarı Muhammed Tapar adına okunmakta olan hutbeye son verip kendi adına hutbe okuttu. Askere ve halka çok iyi davrandı. Kaleyi Kızoğlu'ndan teslim alan Kılıç Arslan halka zulüm gibi gelen bazi vergileri kaldırdı. Fitne ve fesada sebep olan jurnalcılığı yasakladı. Kim jurnale tevessül ederse öldürürüm diye ferman çıkardı. Şehre kendi memurlarını da tayin ederek Musul'u tamamen kontrolü altına aldı.
Kılıç Arslan Nusaybin'e geldiği sırada Musul'dan ayrılan Çavlı Artukoğlu İlgazi ile birlikte Sincar'a oradan da Rahbe'ye geçmisti. Halep Selçuklu meliki Rıdvan bu sırada Emîr Çavlı'ya bir mektup göndererek haçlılara karşı işbirliği teklif etti. Çavlı da Rıdvan'a ulaklar göndererek Musul'a yeniden hakim olabilmesi için kendisine askeri yardımda bulunmasını ve bu gerçekleştikten sonra Haleb'i tehdit etmekte olan haçlılara karşı birlikte hareket edebileceğini bildirdi. Bu şartlarla yapılan anlaşmayı kabul eden Rıdvan Antakya hakimi Tancred ile barış yaptıktan sonra derhal askerleri ile birlikte ona katıldı.
Musul'daki işlerini tamamlayan Sultan Kılıç Arslan bir miktar asker ve bazı emîrlerle 14 yaşındaki oğlu Melikşah'ı burada vekil bırakıp Çavlı ile savaşmak üzere 4.000 kişilik süvari birliği ile yola çıktı. Çavlı'nın güçlü bir orduya sahip olduğunu duyan bazi emîrler ordudan ayrılmaya karar verdiler. Buna ilk tesebbüs eden Emîr İnaloğlu İbrahim çadırlarını ve ağırlıklarını bırakıp ordudan ayrıldı. Daha sonra diğer bazi emîrler de aynı şekilde hareket ettiler. Bunun üzerine Sultan Kılıç Arslan Bizans İmparatoru Alexios Komnenos'a yardım için gönderdiği birliklerini geri çağırmak zorunda kaldı. Sultan Habur'a geldiginde yanındaki süvarilerin sayısı 5.000 idi. Emîr Çavlı'nın ise 4.000 süvarisi mevcuttu. Haleb Selçuklu meliki Rıdvan ve bir grup askeri de Emîr Çavlı'ya katılmıştı. Kaynakların ifadesine göre Çavlı'nın askerleri daha mert ve daha cesurdu. Çavlı Sultan Kılıç Arslan'a bağli emîrlerin birlikleriyle ayrılıp gittiklerini görünce takviye kuvvetleri gelmeden hemen hücuma geçmeyi düşündü. 9 Şevval 500 (3 Haziran 1107) tarihinde meydana gelen savaşta Sultan Kılıç Arslan olağanüstü bir cesaret göstermiş ve düşman üzerine bizzat kendisi yürümüştür. Çavlı'nın sancaktarının kolunu kesmiş, hatta bizzat Çavlı'ya yetişip kılıç sallamış, fakat Çavlı zırhlı olduğundan ona bir zarar verememişti. Bu sırada Çavlı'nın ordusu taarruza geçip Kılıç Arslan'a bağlı kuvvetleri bozguna uğrattı ve ağırlıklarını yağmaladı. Kılıç Arslan askerlerinin mağlup olduğunu görünce kendisine karşı saltanat davasına giriştiği Büyük Selçuklu hükümdarı sultan Muhammed Tapar'ın eline esir düşmekten korktu ve onlara ok yağdırarak atını Habur nehrine sürdü. Atı ve kendisi zırhlı olduğundan ve arkadan da sandallarla devamlı ok yağdırıldığından nehri geçmeyip boğuldu. Cesedi birkaç gün sonra Habur'a bağlı Semsâniyye köyünde bulundu. Cenaze önce burada defnedildiyse de daha sonra Meyyâfarikîn'e (Silvan) götürüldü (Temmuz 1107).
Sultan Kılıç Arslan'ın atabegi Mehmed Meyyafarikîn'de onun için Kubbeetü's-Sultan adıyla meşhur bir türbe yaptırdı. Sultan Kılıç Arslan'ın oğlu Mesud 1143-1144 yıllarında cenazeyi Konya'ya götürmek istedi, sultanın tabutu bu maksatla Âmid'e getirildiyse de Gürcülerin İslâm topraklarına saldırmaları dolayısıyla bu mesele ile ilgilenemeyip cenazeyi tekrar Meyyafarikîn'deki türbeye naklettirdi. Kılıç Arslan'ın kahramanca çarpışmasına rağmen feci bir şekilde ölmesi Türkler arasında unutulmaz acılar bıraktı. İbnü'l-Esîr: "Bazı ölüm olayları Araplar arasında nasıl meşhur ise Kılıç Arslan'ın ölümü de Türkler arasında öyle meşhurdu" diyor. Hatta bu olayın Osmanlı hanedanının mensup olduğu Kayı boyunun hafızasında derin izler bıraktığı ve Süleymanşah'ın Fırat'ta boğulmasıyla karıştırıldığı görülmektedir. Hristiyan tarihçilerden Willermus da Kılıç Arslan'ı çok cesur, ileri görüşlü ve mahir bir kumandan olarak tanıtır. Gerçekten de Kılıç Arslan Anadolu'ya geldiğinde bir yandan bağımsızlık sevdasında olan Türkmen beylerini Anadolu Selçuklu devletinin şemsiyesi altında toplamak, bir yandan Bizans imparatorluğu diger taraftan da Haçlılarla uğraşmak zorunda kalmıştı.
Kılıç Arslan Haçlıların Anadolu'dan geçmesine mani olamadıysa da daha sonra gelen birliklere Anadolu'yu mezar yaparak devletin varlığını korumayı başarmıştır. Kılıç Arslan halk ve askerleri tarafindan çok sevilen adil bir hükümdardı. Hayırsever olduğu için ölümüne sadece müslümanlar değil hristiyanlar da üzülmüşlerdir. Çağdaş Ermeni tarihçisi Urfalı Mateos onun çok âlicenap ve hayırsever bir insan olduğunu, ölümünde hristiyanların da yas tuttuğunu söyler.