-
Fethullah Gülen Bir Aksiyon İnsanı
FETHULLAH GÜLEN: BİR AKSİYON İNSANI
Fethullah Gülen, Türkiye’nin İslâm konusunda daha hassas kesimlerince öncelikle bir âlim, bir vaiz olarak tanınırdı. Daha sonra, hakkında 1995 yılından itibaren medya vasıtasıyla ve hoşgörü-diyalog faaliyetleri münasebetiyle bilgi edinmeye başlayanlar tarafından ayrıca bir entelektüel ve her iki kesim tarafından, eğitim ve hoşgörü-diyalog teşebbüsleri ön planda bir aksiyon insanı olarak bilinmeye başladı. Dolayısıyla Fethullah Gülen’in aksiyonunu, önce Müslümanlara, daha sonra bütün insanlığa yönelik ilmî ve İslâmî-manevî eğitimciliği ve bununla paralel olarak veya birbirini destekler mahiyette yürüyen, birinci derecede veya kademede Türkiye’yi, ikinci derecede Türk topluluklarını ve akraba toplulukları, daha sonra da imkân dahilinde bütün yeryüzünü muhatap alan eğitim seferberliği, ikinci olarak da, özellikle büyük dinler mensupları arasındaki hoşgörü-diyalog çalışmaları oluşturur.
Fethullah Gülen’in aksiyoner yanını eğitim ve hoşgörü-diyalog faaliyetleri başlıkları altında ele almadan önce, onun aksiyonunun hedefi, bu aksiyonda takip ettiği yol, bu yolun prensipleriyle birlikte ana dinamik ve malzemeleri üzerinde tahlillerde bulunmak yerinde olacaktır. Fakat önce, Fethullah Gülen’in aksiyona yüklediği anlam ve muhtevaya bakmamız gerekiyor:
TEORİSİ, HEDEFİ VE DİNAMİKLERİYLE
FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONU
FETHULLAH GÜLEN’DE AKSİYON DÜŞÜNCESİ
Fethullah Gülen, aksiyon ile düşünceyi birlikte ele alır; fakat belki çok*larından farklı olarak, önceliği aksiyona verir. Ona göre, “hakikî var olmanın yolu aksiyon ve düşünceden geçer; kendini ve başkalarını değiştirebilecek mahiyetteki bir aksiyon ve düşünceden.”
Hayatta boşluğa yer tanımayan Gülen, “hayatımızın en önemli, en zarurî hadisesi aksiyondur. O uğurda pek çok şey kaybetme pahasına da olsa, sürekli aksiyon, sürekli düşünce ile bir kısım sorumluluklar altına girerek, bir kısım problemleri göğüsleyerek âdeta kendi kendimizi mahkûm edip hep hareket etme mecburiyetindeyiz. Eğer kendimiz olarak hareket etmezsek, başkalarının hamle ve aksiyon dalgalarının, düşünce ve plan girdaplarının tesirine girerek, onların hareket fasıllarını temsil etme zorunda kalırız” der.
Onun bu düşüncesi son derece önemlidir. Önceki bölümde siyasî-ideolojik İslâmî anlayış ve hareketleri tahlil ederken kısaca temas ettiğimiz gibi, İslâm’a çağımızda siyaset ve ideoloji penceresinden yaklaşıp, aksiyonlarını bu temele oturtanlar, büyük oranda reaksiyoner olmaktan kurtulamamışlardır. Çünkü meseleyi bu temelde tesbit edip, bu temel üzerinde yürüyenler, mevcut gündemi genel-geçer kabul ederek, ona göre tavır belirlemek zorunda kalmışlar, dolayısıyla İslâm’ı sürekli olarak bu gündemin peşinden koşturmuşlardır. Bu reaksiyonerliğin getirdiği yenilgi ve başarısızlıklar, görüşlerinde sürekli reviz*yona yol açtığı gibi, İslâm’ın da yanlış anlaşılıp, yanlış tanınmasına sebep olmuştur. Oysa Gülen’in düşüncesinde aksiyon esas olup, bu da, “kendimiz olarak,” yani yolunu belirlemiş, düşüncesini sağlam blokajlar üzerine oturtmuş, mevcut siyasetin dışında, dini ideolojiye indirgemeden hareket etmek demektir. Bu şekilde aksiyoner olamayan, sürekli reaksiyonda kalmaya, yani tepkici olmaya mahkûmdur.
Gülen, bir adım daha atar ve aksiyonu, yaratılışın gayesini yerine getirme eylemi olarak görür. Bu anlamda aksiyon, ona göre, insanın hayatının tamamı gibidir; düşünce de, bir iç aksiyon olarak, bu hayatın bir boyutudur:
Daha enfes bir yaklaşımla aksiyon; insanın, en samimi ve içten karar*larla bütün varlığı kucaklaması, onu tahlile alması ve onun içindeki koridorlardan sonsuza yürümesi, sonra da Nâmütenâhi’den (Son*suz’dan) aldığı bir sır ve kuvvetle zekâ ve iradesinin bütün gücünü kullanarak, kendi âlemini, hilkatle (yaratılışla) hedeflenen gerçek yörün*gesine yerleştirmesidir. Düşünceye gelince, o da bir iç aksiyondur. Sis*temli ve hedefli düşünce, varoluş vetiresinde (süreç) karşımıza çıkan bütün muammaları yine kâinattan sorarak, her şeyin cevabını ondan almaktır. Diğer bir ifadeyle, topyekün varlıkla kendi arasında bir akra*balık tesis ederek, her yanda her şeyin diliyle hakikati arayan şuurun faaliyette olması demektir. Düşünce sayesinde insan ruhu, âlemle sarmaş-dolaş olur ki, sürekli kendi içinde derinleşir.. akl-ı maâşın dar kalıplarını yırtarak dışarıya taşar ve ruhun derinliklerine sinmiş vehim*lerden kurtulur; kurtulur ve yanıltmayan doğrulara uyanır. Tâbir-i diğerle düşünce, insanın kendi derinliklerinde metafizik tecrübelere yer hazırlamak için yine kendi içinde boşalmasıdır. Bu, düşüncenin ilk basamağı ise, o merdivenin son basamağı da, hareketli düşünmektir.
Gülen, insanın özüne erme ve başkalarının ermesi için de çalışma olarak gördüğü aksiyonun, bu fonksiyonu yerine getirebilmesi için, İslâm temelli olması gerektiğini vurgular. Çünkü İslâm, insanı maddenin ve bedenin hayat seviyesinden kalp ve ruhun hayat seviyesine yükselten yol olması hasebiyle, aksiyonu gerçek yörüngesine oturtur. Denebilir ki aksiyon, bu manâda İslâm’ı yaşamanın adıdır Böyle bir yöneliş ve öze eriş, insanın mahiyetindeki istidatları inkişaf ettirdiği gibi, varlık ve bekasının da teminatı olmuştur. Evet, “onun kendi iç âleminde kalp ve ruhun hayat seviyesini paylaşması, ibadet, zikir ve fikirle gerçekleştiği gibi, bütün bir varlığı kucaklaması, kendi nabızlarının atışında Yaratıcı’yı duyması ve beyninin her fakültesinde O’nu hissetmesi de, yine ibadet şuuruna, zikir ve fikir cehdine bağlıdır. Zaten, hakikî mü’minin her davranışı bir ibadet, her düşüncesi bir murakabe, her konuşması bir münacat ve marifet destanı, varlığı her müşahedesi bir tecessüs ve tetkik, başkalarıyla münasebeti de Rahmânî bir şefkattir. Bu ölçüde ruhaniliğe ermek, sezgilerden mantık ve muhakemeye, mantık ve muhakemeden de ilham ve İlâhî varidata açık olmaya bağlıdır. Farklı bir ifadeyle, tecrübe aklın süzgecinden geçiril*meden, akıl fetânet-i a’zama (Hz. Muhammed ve O’nun birinci derecede vahye dayalı yolu) teslim olmadan, mantık aynı sevgi haline gelmeden, sevgi de İlâhî aşka inkılâp etmeden insanın bu zirveyi yakalaması zordur. Gerçekleş*tirilebildiği takdirde, böyle bir bakış zaviyesi sayesinde, ilim dinin bir buudu haline gelir ve onun hizmetçisi olur.. akıl ilhamın elinde her yere ulaşabilen bir ışık tayfı kesilir.. tecrübî müktesebat da (bilgi, kazanım) varlığın ruhunu aksettiren bir prizma mahiyetini alır.. ve her şey marifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî neşîdeleriyle gürler.”
Gülen, bütün bir toplum planında din, ilim, felsefe, sanat kanatlarıyla yürümesi gereken aksiyonun, nesilleri âvârelikten kurtarıp, yarının fikir, hüner, marifet ve zanaat sahipleri yapacağı inancındadır. Ona göre, “bu sayede bütün sokaklar, mektep koridorları gibi irfanla tütecek.. hapishaneler birer ilim yuvası haline gelecek.. yuvalar da birer Cennet köşesi gibi tüllenecektir. Her yerde din ile ilim el ele yürüyecek.. iman ile akıl sarmaş-dolaş her yere meyvelerini saçacak.. istikbal ümit, emel ve azmin bağrında, ütopyalarda olduğundan daha rengin ve daha zengin göğerip gelişecek.. televizyonlar, radyolar, gazeteler, mecmualar çevreye feyiz, bereket ve ışık yağdıracak.. ve bir takım tarih dışı kalmışlardan başka herkes, her gönül, Cennet’e benzeyen bu baharda kevser yudumlayıp dolaşacaktır...” (Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 52–9)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONUNDA ANA HEDEF
Fethullah Gülen’in hedefi, ne yapmak ve nereye varmak istediği konu*sunda Türkiye’de büyük spekülasyonlar olduğu gibi, bugün dünyanın belli başlı güç merkezleri de, denebilir ki, onu mercek altına almış bulunmaktadırlar. Türkiye’de rejim konusunda hassas çevreler kadar, İslâm’a kendi siyah göz*lükleri arkasından bakanlar ve Fethullah Gülen’in aksiyonundan kendi men*faatleri veya ideoloji adına ürkenler, onu ‘teokratik diktatörlük’ kurmakla suçlamakta, bununla da, ne teoride, ne vakıada uygun düşmeyen bir tanımlama olarak İslâm devletini kasdetmektedirler. Oysa, tarihte, İslâm’ın en keskin düşmanları ve pek çoğu itibariyle neredeyse bütün mesailerini onu farklı göstermek için çalışan oryantalistler dahil, İslâm’a teokratik diktatörlük olarak bakan olmamıştır. İslâm üzerine yüzeysel çapta araştırma yapan herhangi bir kimse bile, İslâm ile teokrasinin yan yana gelemeyeceğini anlar. Dolayısıyla, bu suçlamanın altında ya cehalet veya Gülen’i olduğundan, hem de korkunç derecede farklı gösterme gayreti ve İslâm’ı teokratik diktatörlük olarak mahkûm etme gayesi yatmaktadır.
Söz konusu spekülasyonları şüphesiz göz önünde bulundurarak, Fethullah Gülen’in aksiyonuyla neyi hedeflediğini kendi eserlerinden ve ona objektif bakmaya çalışan gözlemcilerin izlenimlerinden takip edebiliriz.
Fethullah Gülen, pek çok yazısında ve sohbetlerinde, bütün maksadının Allah’a kullukla O’nun rızasını kazanmak olduğunu açıklıkla ifade eder. Çünkü, ona göre “insan bir seyyah, kâinatlar da, onun mütalâasına takdim edilmiş rengârenk meşherler, zengin ve rengin kitaplardır. Seyyah, bu kitapları okumak, irfanını arttırmak ve insanlığa yükselmek için bu âleme gönderilmiştir.” Dolayısıyla, Gülen’in hedefi, her insanın da hedefi olması gereken, seyahattir; “eserleriyle kendini bize tanıttırmak isteyen, gözlerden gizli O Zât’ın yolunda” O’na varmak gayesi taşıyan bir seyahat. “Çünkü” der Gülen, “biz ve her şey, O’nu tanımak ve tanıtmak üzere buraya geldik ve bundan daha yüce bir vazife de bilmiyoruz. Biz hepimiz, O’nun varlığının gölgeleri, O ise, her şeyin menbaı ve merciidir.” Sonra da şöyle devam eder:
Ey Yüce Yaratıcı! Cihanın bütün mülk ve saltanatı Senin bayrağın altında Sana boyun eğmekte ve sultanlar Senin kapında Sana kölelik yapmaktadır! Her şey Sana koşar, Sen’den varlık dilenir; Sen ise kendinden varsın! Emanet varlıklar, var olur, şekillenir sonra da söner giderler; Sen ise, bütün bunlardan berî’ ve müstağnîsin! Teksin, eşsizsin, ihtiyaçsızsın! Bütün varlıklar, birliğinden medet umar. Birliğin, çölde kalmışların kevseri ve cennetidir. Bu yerler, Senin emrinle yerinde durur. Gök kubbe, Senin kudret ve iradenle düzenini kurar. Eğer bütün bunlar Sana dayanmasaydı, yıldızlar, bağı çözülen tesbih taneleri gibi bu kâinatın bağrında dağılıp gidecekti.
Biz hepimiz, Seninle mutluluğa erdik. Seni tanımakla saadeti tattık. Sana işaret ve remizde bulunmayan mutluluktan kaçıyor ve Seni unutturan saadeti de lânetliyoruz. Evet, Seni söylemeyen her şeye karşı susmak ve küsmek ve Seni hatırlamayanları da unutmak gerektir.
Ey rahmeti sonsuz Yüce Yaratıcı, bizler Senin kapının bendeleri ve bu uğurda dünya ve ukbadan geçmeye kararlı kullarız. (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 14-17)
Fethullah Gülen’e göre, işte bu seyahatin adı kulluktur. Peygamberlerin gönderiliş gayesi, yani dinden gaye de, insanların Allah’ı tanıyıp, O’na kulluk yapmalarını sağlamaktır. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk yapsınlar diye yarattım” (Zâriyât/51: 56) buyurarak, bu gerçeğe işaret etmektedir. Demek oluyor ki, bizim esas yaratılış gayemiz Allah (c.c.)’ı bilip tanımak ve O’na hakkıyla kul olmaktır. Bir başka âyette, “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım” (Enbiya, 21/25) denilerek, yine aynı noktaya işaret edilmektedir (Sonsuz nur 1, 66)
Yine, Fethullah Gülen’e göre, insan bütün hayatını bu ana maksat etrafında örgülemeli, o kadar ki, günler, haftalar bu gayeye göre ayarlanmalı, ayarlanıp okuma, ibadet ve düşünce ile aydınlatılmalıdır. Gerçek insanlık mertebesine ulaşmanın yolu da budur. (Fasıldan Fasıla 2, 147–48)
Fethullah Gülen, çok açık olarak, “dünyevî bir ikbal arzumuz ve dünya ile bir alâkamız yoktur. Biz, karşısında cennetlerin bile ucuz kaldığı Allah’ın (c.c.) rızasına talibiz. Vali olmak, milletvekili olmak, bakan olmak, zengin olmak vs. bunun karşısında ne anlam ifade eder ki? Rıza-yı İlâhî’ye talip olan, böylesine küçük ve hasis şeylere itibar eder mi? Evet, gönlümüzde dünyaya karşı hiçbir arzu, hiçbir meyil, hiçbir iştiyak olmamalıdır. Kaldı ki, bizim için manevî terakkiye bile talip olmamak çok önemli bir esastır. Hasılı, namaz kılarken Cennet’i görseniz, ondan bile kaçmalısınız” der (Fasıldan Fasıla 1, 90).
Fethullah Gülen’in arzu ettiği dünyayı ve hayallerindeki yarını görmek de, onun aksiyonundaki hedef konusunda bize net bilgi verebilir. O, bu konuda şunları yazar:
Gözlerimi yummuş, iman, ümit ve hayallerimin resmedip belirlediği çerçevede geleceği; insanî değerlerin katlanıp derinleştiği, duyguların bütünüyle uhrevîleştiği, bedenin, aynı ruhî değerleri paylaştığı ve öteden beri his dünyamızda arayageldiğimiz “yitirilmiş cennet”in tasavvur*larımızı aşan, en nadide parçalarından meydana getirilmiş, zamanın enfes bir altın dilimini gönül gözlerimle temaşa ediyor ve onun vari*datının gelip gelip hülyalarıma, rüyalarıma aktığını duyar gibi olu*yorum.. duyar gibi oluyorum da, o dönemin talihli insanlarının, engin inanç, engin tevekkül ve engin teslimiyetleri sayesinde, ömürlerini manevî haz ve lezzetlerin en büyüleyici atmosferinde sürdürürken, bu engin haz ve bu lezzetlerin biricik sahipleriymiş gibi, kalblerinin hep iyilik ve güzellikle attığını, gözlerinin hoşgörü ve müsamaha düşün*cesiyle açılıp kapandığını, dünyayı tıpkı bir cennet gibi duyup yaşa*dıklarını ve hemen her zaman kendi duygularında olduğu kadar bütün gönüllerden, hattâ topyekün varlığın içinden en rengin bir şiiri dinle*diklerini daha şimdiden tasavvur edebiliyor, ümitlerimin medlerinde onlarla beraber saadetlerin en enginlerini paylaşıyor ve gelecek nesil*lerin talihlerine tebessümler yağdırıyorum.
Öyle ki, ümit ve iman dünyamda tüllenen bu yeni baharın genç tenli, uzun boylu masmavi günlerinin içinde hayat, hülyalarıma o kadar yumuşak, o kadar sıcak ve o kadar renkli boşalır ki, her zaman onda cennetlerin tasavvurlarüstü derinliklerini duyar gibi olurum.. olur ve bütün varlıkla kucaklaşır, bütün canlıları şefkatle selâmlar, bütün insanları muhabbetle bağrıma basar ve kendi kendime: “Yaratan’ın kâinatları var etmedeki gayesi de bu olsa gerek” derim. Evet bu dünyada, hoyratlık, kabalık, hırs, tûl-i emel (uzun vadeli dünyevî arzular), münakaşa, cidal (kavga), hıyanet, ihanet, yalan, gadir, zulüm, irtikap, ihtilas (yolsuzluk) yoktur. Bu dünyada civanmertlik, incelik, dirilme azmi, yaşama sevgisi, mülâyemet (yumuşaklık) ve diyalog; hakka karşı saygılı olma, emanet duygusu, vefa hissi, doğruluk ruhu, adalet ve istikamet düşüncesi vardır. Bu dünyanın insanları hakikî manâdaki kin, nefret ve kavgayı lügatlerinden söküp atmış, hayatlarını sevgi, yumuşaklık ve insanlarla münasebet üzerine kurmuşlardır. Onlar, çevrelerindeki insanları oldukları gibi kabul eder; farklı anlayış, farklı yorum ve farklı davranışları vuruşma vesilesi görme yerine, düşünce enginliklerini sergileme fırsatı bilerek, insanlara insanca yaşamanın varyantlarını gösterirler. (Yeşeren Düşünceler, 88-90)
Konuşma ve yazılarında ‘ışık’ mazmununa çok yer veren Fethullah Gülen, bazı yazı ve sohbetlerinde ‘ışık evler’den söz eder. Onun düşünce ve aksiyonunda ileriye dönük siyasî maksat arayanlar bu evleri ‘örgüt ve hücre evleri’ gibi görüp, öyle takdim etmeye çalışsalar da, esasen Fethullah Gülen’in bu konuda söyledikleri ve yazdıkları, onun aksiyonundaki hedefi bütün açıklığıyla ortaya koyucu niteliktedir.
Fethullah Gülen, ‘ışık evler’ mazmununu niçin kullandığını şöyle açıklar:
Asrımız ilim asrıdır ve bundan sonra da ilim hükmedecektir. Bir insanın gerçek insan olması da kafasının müspet ilimlerle, kalbinin de inançla aydınlanmasına bağlıdır. Aydınlanmanın kaynağı ‘ışık’ olduğu için, bazı talebeler kendi aralarında, kaldıkları evlere ‘ışık evleri’ demiş olabilirler. Ben de beğenerek bu tabiri kullandım. (Aksiyon, 6.6.98)
Fethullah Gülen’in ‘ışık evler’le ilgili olabildiğince renkli tasviri, hem yukarıdaki sözleriyle, hem de onun İslâm ve aksiyon anlayışıyla tıpa tıp aynıdır:
Tadını, havasını, rengini, rayihasını ötelerden alan ışık evler, dünyada, ukba yamaçlarına kurulmuş ve fizik-ötesi âlemlerin rasathaneleri gibidirler. Onların aydınlık ikliminde en mübtedî insanlar bile, mikro âlemin en sırlı koridorlarında rahatlıkla dolaşabilir.. ve makro âlemin en girift, en ürpertici derinliklerini bir solukta geçer; geçer de, hareket noktasının aydınlığı sayesinde kara deliklerin merkezine ışıktan tahtlar kurarak, inanca açık sinelere tefekkür, marifet ve zevk-i ruhanî tayfları salarlar.
Işık evler, çevrelerindeki bina yığınları itibariyle, tıpkı hâle içinde yıldızlar topluluğuna nur âyetini tefsir eden bir mehtap veya ebedî nur, ebedî huzur arayanları firdevslere ulaştırma yolunda kurulmuş birer han gibidirler... Bu evlerde, imanı, ibadeti, duayı, zikri, fikri, uhuvveti (kardeşlik), vefayı ötelere ait derinlikleri ile duyup-yaşama bahtiyarlığına erenler, âdeta her an yeniden doğar, baharlar gibi duygularıyla yeşerir, derken çeşit çeşit vâridatla dolgunlaşan o kendilerine has hava, bütün gönüllerini bir saadet vadiyle kaplar ve çok defa onların, hayra açık sinelerinde Cennet yaylalarının ferahlatıcı esintileri duyulur.
Evet, bugün büyüğüyle-küçüğüyle ışık evler, yıllar ve yıllar imana, imandaki huzur ve itmi’nana susamış gönüllere, rahmet yüklü bulutlar gibi, gönderdiği bol bol “âb-ı hayat” ve insanımızın gönül tepelerine saldığı marifet, muhabbet, ruhanî zevk şualarıyla diriliş üfleyen bir İsrafil Sûru ve vicdanlarını şahlandıran Cebrail solukları olmuştur... Ama, kalplerinin balansını, imana, Kur’ân’a, iman ve Kur’ân’ın gönüllere boşalttığı irfana göre ayarlayamamış tali’sizler, ne bu ufku kavrayabilir, ne de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer tasavvurlarını aşan bu derûnî hazları idrak edebilirler.
Bu ışık evlerin kendine has özellikleri vardır. Buralar öncelikle insanların, insanlık yanlarından ötürü meydana gelebilecek boşlukların kapatıldığı yerlerdir. Bu ışık komplekslerinde yetişen ruh ve manâ erleri, Allah’ın vâridat adına kendilerine vermiş olduğu ışıkları, bomboş dimağlara boşaltarak onları mamur edeceklerdir.
Her akşam, işinden, okulundan, dairesinden ayrılıp bir “vahâ”ya koşuyor gibi, ışık evlere koşup gelenler, bu evlerin kendilerine has büyüleyici duygularına dalar, şurada-burada zihinlerine ilişen kötü duygu ve tutkulardan sıyrılır, başları cennetlere ulaşmış gibi derin bir huzura ererler. Her akşam ve her vazife dönüşü, ışık evlerin müdavimleri için, hayata yeniden dönüş ve kendilerini idrak ediş demektir. Onlar, her yirmi dört saatte bir kere yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt”i görür, ruhlarındaki cennetlerde dolaşır ve renkli tali’lerine tebessüm eder, kendilerinden geçerler.
Bu ruhu temsilin sırf bir derinliği olarak başımızı yere koyduğumuzda, “Allahım keşke kaldırmayı müyesser kılmasan da, bu secdem sana kavuşmakla noktalansa!” diyecek kadar, engince namaz kılma.. gözünü başka şeylere kaydırmayacak ölçüde Allah’ın huzurunda samimiyetle durup malâyanî şeylere kapalı kalma ve âdeta Cennet’te Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahede ediyor gibi bir konsantrasyona girip ellerini dizlerine bitiştirerek, ene (ben)den, nahnu (biz)den sıyrılarak Hüve’ye (O’na) bakan bir göz olma.. evet bu ölçüde O’na yönelme..
Namazsız-niyazsız veya namazı ruhuyla eda etmeksizin gerçek manâda mü’min olmak mümkün değildir. Allah (c.c), “Kurtulan mü’minler, yüreklerini çatlarcasına namazı eda edenlerdir” (Mü’minun/23: 1-2) buyurmaktadır. Bu kudsî evlerde kalanların da namazları, namazsız cihanları fethetmelerinden çok daha mühimdir.
Gelin – Allah aşkına – hakkıyla namaz kılalım.. oruç tutalım.. Hem öyle kılalım, öyle tutalım ki, yaratıldığı günden beri rükudan başını kaldırmayan melekler, “vay be, böylesi de varmış!” desinler. Öyle bir zikir ve fikirle bütünleşelim ki, bizi gören mele-i a’lânın sakinleri, “ancak bu insanlar dünyayı ihya edebilir” desinler. Talihli insanlar ya da birer Hak eri olarak binbir türlü feyizlerle muhat o evleri, o meme musluklarını çok iyi değerlendirelim. Ahmak insanların yaptığı gibi kahkahalarla, dünya-ukba adına hiçbir manâsı olmayan laf ü güzaflarla vaktimizi heder etmeyelim. Ve ışık evleri bütün dünyayı ışıklandıracak birer ışık kaynağı haline getirelim. (Sızıntı, Ağustos 1990, Ocak-Şubat 1992; Prizma 2: 10-18)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Aydınlar, Fethullah Gülen’i ve aksiyonunu nasıl anlıyor?
Fethullah Gülen’in hedefi konusunda Türk aydınlarının çok büyük çoğunluğu, esasen farklı bir düşünce içinde değildir. Bununla birlikte, içlerinde büyük ölçüde yanlış bilgiden ve bir kısmı itibariyle de peşin yargılı düş*manlıktan kaynaklanan bir tavırla onu doğrudan doğruya siyasî gaye gütmekle suçlayanların varlığını da kaydetmemiz gerekiyor. Meselâ, Cumhuriyet gazetesi onu, hakkında hem şeriatçılık hem kürtçülük iddiasında bulunduğu Bediüz*zaman Said Nursî’nin bir devamı olarak takdim eder. Cumhuriyet’e göre Said Nursî, Şeyh Said isyanına katılamadığı için güya ona mektup yazmış ve bu mektupta üzüntülerini belirtip, Şeyh Said’in öcünü alacağını belirtmiştir (19.03.1980). Oysa gerçek bunun tam tersidir. Daha önce de geçtiği üzere, açıkça “Din, dâhilde (memleket içinde) menfîde kullanılmaz” (Sünuhât, 47) diyen Bediüzzaman, Şeyh Said isyanına katılmak için Kör Hüseyin Paşa vasıtasıyla kendisine yapılan teklifi, “Dâhilde (ülke içinde) kılıç kullanılmaz. Kılıç, haricî (dış) düşmana karşı çekilir. Bu zamanda tek kurtuluş çaremiz, Kur’ân ve iman hakikatleriyle aydınlatma ve yol göstermedir. En büyük düşmanımız olan cahilliği yok etmektir. Birkaç cani yüzünden, binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir” diyerek açıkça reddetmiştir (Hulusi Turgut’un araştırması, Sabah, 01.02.1997). Daha sonra da, dönemin hükümetinin kendisini Şeyh Said isyanıyla ilgili görmediğini (Lem’alar, 41) ve mesleğinin ve talebelerinin Şeyh Said isyanı ve Menemen hadisesi gibi hadiselerle müna*sebetinin ve bu türden olaylara karışmalarının mümkün olamayacağını belirtmiştir (Şualar, 363).
Yine Cumhuriyet’ten İlhan Selçuk, Fethullah Gülen’i Bediüzzaman Said Nursî’nin devamı gösterme gayreti içinde, Said Nursî ile ilgili tarihî gerçekleri ya bilmeden yazar, ya da bilerek çarpıtır. Ona göre Saidi Nursi, “dinsellikten çok siyasayı yeğlemiş bir eylemcidir. 1873’te Bitlis’te doğmuş, öğrenimini ta*mamlayamamış, 1909’da ‘İttihadı Muhammedi Fır*kası’nın kuruluşuna katılarak politikaya atılmış, ‘31 Mart İrtica Ayaklaması’nda suçlu görülerek Isparta’ya sürülmüş, Şeyh Sait isyanından sonra İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp cezalandırılmış; yazdık*larının toplamına “Risâle-i Nur” adını vermiş… Nurcu*luk “Nakşibendilik”in bir ayağı imiş ve “İslâm’da sap*kınlık” diye nitelene*bilirmiş. Said Nursi, daha çok si*yasal kavgasıyla ün yapmış (Cumhuriyet, 26.02.1998).
İlhan Selçuk’un bu satırlarındaki iddialarının neredeyse tamamı yanlıştır. Said Nursî, 1873 yılında değil 1876’da doğmuştur. Öğrenimini tamamla*yamama diye bir şey söz konusu değildir. 31 Mart’la alâkası olmamış, var iddiasıyla yargılanıp beraat etmiştir. Bilhassa bu ayaklanma münasebetiyle İsparta’ya sürgün edildiği iddiası, sadece İlhan Selçuk’un hayal hazinesine aittir. Bediüzzaman, İsparta’ya ancak 1925 yılında gelmiştir. Şeyh Sait isyanından sonra, değil İstiklâl mahkemesinde yargılanıp cezalandırılma, bu konuda kendisi hakkında herhangi bir suçlamada bile bulunulmamıştır. Nurculuk, Nakşibendiliğin bir ayağı olmadığı gibi, hangi akımın İslâm’da sapkınlık olarak nitelenebileceği İlhan Selçuk’un sahasına giren bir konu değildir. Said Nursî, siyasal kavgasıyla değil, iman ve Kur’ân hizmetiyle ün yapmıştır. Tarihe mal olmuş bir şahıs hakkında bir paragrafta bu kadar yanlış yapılması, Fethullah Gülen hakkındaki benzeri iddiaların gerçekliği ve bu iddiaları yapanların samimiyet, karakter ve bilgi düzeyleri hakkında kanaat oluşturmaya yeter zannediyorum.
Profesör Ali Yaşar Sarıbay’a göre Fethullah Gülen hareketi, “bir sivil toplum hareketi olup, bu hareket, insan haklarına ve demokrasiye uygun bir İslâm yorumu geliştirerek, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesine katkıda bulunabilir. Lâik milliyetçilik etnik temele dayandığı için birleştirici değil, parçalayıcı bir fonksiyon icra ederken, Gülen hareketi, toplumda dinî değerler vasıtasıyla bütünleşmeyi ve toplumun “bir arada” ve “beraber” yaşamasını büyük ölçüde kolaylaştırabilir (Milliyet, 18.10.1995). Türkiye’de kültürel, sosyal ve siyasal olmak üzere üç ayrı İslâmî yapılanmanın olduğu görüşünü savunan Hakan Yavuz’a göre, Said Nursî ekolü dini rasyonelleştiren, bireye niçin inandığını anlama imkânı veren, insanın şuurlanmasını ve kendisiyle barışık, uyumlu ve huzurlu bir insan ve toplumu esas alan, ayrıca Cumhuriyet devrimlerinin ahlâk alanında bıraktığı boşluğu dolduracak, esnek ve çağın söylemiyle uyum içinde yerel bir söylemi temsil etmektedir. Yavuz’a göre, Fethullah Gülen’de de hoşgörü ve insana verilen değer ön plana çıkıyor. Onun İslâm yorumu, günümüzün gereklerine cevap verecek nitelikte. Gülen, çağdaş bir âlim-aydın (Milliyet, 18.09.1996)
Taha Akyol, Gülen’i, “birleştiricilikten ve dolayısıyla insanlar arasında ayrım yapan değil, onların paylaştığı ortak noktaların öne çıkarılmasından yana, eğitimde kalite ve rekabeti vurgulayan ve araştırma zihniyetini ön plana çıkaran, çoğulcu, barışçı ve geleceğin Türkiyesi için çok yararlı bir insan (Milliyet, 19.10.1995) olarak değerlendirir.
Şahin Alpay, Fethullah Gülen’i, “İslâm diniyle modernliği ve bilimi bağdaştırma gayretinde farklı bir Jön Türk” olarak tanımlıyor ve onun hakkındaki düşüncelerini şöyle sürdürüyor: “Görebildiğim kadarıyla Hocaefendi, İslâm’ın siyasî bir ideoloji, bir parti felsefesi olarak kullanılmasına, toplumun inananlar ve inanmayanlar diye iki kutba bölünmesine karşı çıkıyor. Farklı inanan ve farklı düşünenlerin birbirlerine saygılı, hoşgörülü olmalarını; toplumda barış ve uzlaşmayı savunuyor. Bence Hocaefendi’nin çabaları, dini yerli yerine oturtmamıza yardımcı olabilir. Ben, Hocaefendi’yi, din ile siyaseti ayıran, halkı kamplara bölebilecek düşmanlık kültürüne karşı çıkan, hoşgörülü bir İslâm anlayışının gelişmesine katkıda bulunan bir din adamı olarak algılıyorum. Hocaefendi’nin yaptıklarına saygı gösterilmeli.” (Milliyet, 29.07.1995)
Sosyolog Nilüfer Göle, Gülen hareketini, “geçmişle gelecek, gelecek ile modernlik arasında ilintiler kuran muhafazakârlığın manâlandırdığı modernlik” olarak niteliyor. Göle, şöyle diyor:
Fethullah Gülen’in düşüncesi, bireyin tanımında tevazuu, toplumsal dokuda muhafazakârlığı, medeniyet kurulmasında da İslâm’ı cazip kılmaktadır. Geleneksel bastırılmışlık ile modern taşkınlık arasında örselenmiş bireye Allah ile münasebetini kaybetmemiş insanların tevazuu ve hoşgörüsünü örneklemektedir. Batı bireyinin akılcı küstahlığı ve yalnızlığı karşısında, imanı ve marifeti ‘kalp kültürü’nde birleştiren ‘muhabbet’ insanlarını müjdeleyerek, yeni bir özgüven kapısı açmaktadır. Türkiye’de ilk defa muhafazakâr düşünce ile siyasi liberal hoşgörünün derin bir terkibine şahit oluyoruz. (Ergün, 97–8)
Ali Bayramoğlu, “Fethullah Gülen hareketi”ni, siyasî İslâmî hareketlerin yerel İslâmî geleneklere savaş açmasına karşılık, bu geleneklere sahip çıkan, İslâm’ı bu gelenekler açısından yorumlayan, İslâmî gelişmeler açısından siyasî İslâm’a, belki de zamanın ruhuna meydan okuyan, farklılıkları reddetme yerine kabul eden, Anadolu geleneklerine özgü sivil toplum kurumlarına vakıflar yoluyla hayatiyet kazandıran ve İslâm’ı çağın geleneklerine uygun yorumlayan bir hareket olarak görüyor. Bu hareket, kültürel sürekliliği kabul ediyor ve İslâm’ın çoğulcu niteliğini ortaya koyuyor. (Yeni Yüzyıl, 08.07 / 13.07 / 26.08. 1995)
“Cemaatler, tarikatlar bu toplumun ve demokrasinin birer gerçeği. Çatışmayı, kutuplaşmayı değil, hoşgörü ve diyalogu savundukları sürece de toplumsal barış ve yumuşamada önemli bir yere sahip olurlar” diyen Hasan Cemal’e göre, siyasî İslâmî çizgiyi benimseyenlerin totalci bir anlayış geliştirmesine karşılık, Fethullah Gülen, şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınan çoğulcu bir çizgiye sahip (Sabah, 14.02.1995). Demokratik Sol Parti’den milletvekili olarak Parlamento’ya da giren Süleyman Yağız ise, “Fethullah Gülen ve hareketi, asla irtica ile, mürtecî gruplar ve siyasal İslâmcılarla bir arada mütalâa edilemez” yargısında bulunuyor (Takvim, 03.04.1997). Ünlü televizyon programcısı Mehmet Ali Birand, Fethullah Gülen’in radikal akımlarla hiçbir ilişkisinin olmadığını vurguluyor ve onun, “çok muhtaç olduğumuz bir Türkiye’nin nasıl olması gerektiğini” gösterdiğini belirtiyor. Birand’a göre Fethullah Gülen, uzlaşı ve hoşgörü dolu ve hakkındaki, “yavaş yavaş devlete yürüyen bir insan” olduğu suçlamalarının hiçbir doğruluk payı yok. O, gerçek dindarlara saygı gösterilen bir Türkiye istiyor; yoksa dini kullanarak siyasî bir hedefe yürümek gibi bir niyeti asla taşımıyor (Sabah, 11.05.1997).
Ünlü sanat eleştirmeni Atilla Dorsay, uzun yıllar, Fethullah Gülen’i herhangi bir tarikat lideri gibi görüp, onu zararlı bir kişi olarak takdim eden bir gazetede çalıştığını ve bu sebeple onun hakkında kuşkular beslediğini belirttikten sonra, “fakat daha sonra Hoca’yı izledim ve onu kendisini hep geri planda tutma mahviyetkârlığı içinde ve çeşitli dinlerden cemaat liderlerini onurlandıran barıştırıcı ve diyalogcu bir tutum içinde gördüm” diyerek, Gülen hakkındaki nihaî kanaatını ifade ediyor. Ona göre Fethullah Gülen, “çağdaş bir manevî lider, çağdaş bir din ve inanç adamı. Gülen’in takıyye içinde olmadığını söyleyen Atilla Dorsay, “bir fetret döneminden geçmekte olan Türkiye”nin, manevî ve bilge kişiliğiyle Fethullah Gülen’e ihtiyacı olduğunun altını çiziyor (Yeni Yüzyıl, 02.02.1997; Zaman, 23.06.1995)
Gazeteci Ahmet Tezcan, Fethullah Gülen’i, “İslâm’ı sömüren bir anlayışı üstlenmemiş, ruhanî kimliği ön planda, başka din ve inançtaki insanlara saygılı, âşık ve katıksız bir gönül adamı” olarak tanımlıyor (Akşam, 13.03.1998). Cenk Koray için ise, “Fethullah Gülen denince insanın aklına müthiş bir terbiye, inanılmaz bir edep, özümsenmiş bir tevazu ve okyanuslarca hoşgörü geliyor” (Akşam, 13.03.1998).
Başbakan Bülent Ecevit, Gülen’in “derin din bilgisi, zengin bir felsefe, tarih ve sanat kültürünü birbiriyle birleştirdiği”ni belirtiyor ve “Türk halk tasavvufundaki Allah ve insan sevgisine dayanan hoşgörülü İslâm anlayışının değerini hatırlattığı”na vurgu yapıyor. Ona göre Gülen, “ulusal özelliklerimizi ve birikimimizi de yansıtan bir İslâm anlayışını geliştirmekten yana ve İslâm’ın evreselliğinin buna engel olmadığı”na inanıyor. Ecevit, Gülen’i ayrıca, “İslâm’ın çağdaşlıkla, demokrasiyle ve gelişmeyle bağdaşabileceğini belirten ve ulusal kimliğimizden kopmaksızın Batı’ya açılabileceğimizi, ancak Batı’ya açılırken, Asya ile bağlantımızı da güçlendirmemiz gerektiğini vurgulayan” biri olarak da takdim ediyor (nakl: Ergün, 96–7).
Çetin Altan’ın değerlendirmesi ise şöyle: “Hoca, dünya egemenliği peşinde koşan bir insan değil. İslâm’ı gerçek manâda yaşamak istiyor. Bu haliyle daha verimli, daha boyutlu ve daha üst düzeyde bir görünüm sunuyor... Küçük Asya, zaman zaman evrensel boyutlarda insan yetiştirmiştir. Müslümanlık, dünya ile ters düşmez. Önemli olan, insanın gerçek insan olması, Müslüman’ın gerçek Müslüman olmasıdır. İslâmiyet, bazılarının zannettiği gibi gelişmeye, ilerlemeye hiçbir şekilde engel değildir. Fethullah Hoca, “İslâm’da dogmalara yer yok” diyor. Bu, çok önemli ve çok ilginç. Çünkü, dünyayı gerçekleriyle kavramış bir insan. Müslümanların problemlerini doğru kavramış ve ona çözümler üreten evrensel söyleme sahip bir kişilik. Hazineden geçinen insanlar, devrimci olamazlar. Emeği olmayan insanlar, yaşamayı ve yaşama yön vermeyi beceremezler. Onların öyle bir problemleri de yoktur. Fethullah Hoca devrimci değil, ama emeği olan bir insan, hazineden de geçinmiyor.” (Ergün, 98–9)
Güngör Mengi, başyazarı olduğu sabahta Gülen ve hareketi hakkında diğerlerinden farklı düşünmüyordu. Şu satırlar, ona ait: “Fethullah Hoca’nın başlattığı tartışma, dinci köktenciliğe karşı devletin sağladığı güvenceden çok daha sağlam bir sigortayı sisteme kazandırabilir. Fethullah Hoca’nın açtığı kapı, İslâm’ı kendi ulusal kimliğimizle yaşama imkânını bize kazandırmak yolunda aşama olabilir. Lâikliği yıllarca yanlış anladık, lâikliği siyasette dinle ilgilen*memek sandık. O nedenle dini savunmasız bıraktık. Kültürün temelini oluşturan bu büyük güç, o yüzden sömürücülerin oyuncağı oldu. Toplumun yolunu açmak, barışı ve hoşgörüyü güven altına almak için dinin çağdaş kafalar ve kurumlar tarafından sahiplenilmesi gerekiyor. Son günlerin gelişmeleri bu ihtiyacı bize öğrettiyse ne mutlu..” (Sabah, 16.02.1995)
Bekir Coşkun da, Fethullah Gülen’i akıllı İslâm’ın temsilcisi olarak görüyor ve şöyle diyordu: “Özellikle bu içinde bulunduğumuz günlerde hangimizin bu hoşgörüye ve barışa gereksinimi yok?... Bendeniz zaten gözü sulu birisi olarak, Fethullah Gülen’in niye çok ağladığını şimdi daha iyi anlayabiliyorum... Hoşgörü ve barış... Belki de bu sihirli iki kelimede düğümlenen ulusumuzun geleceği, sicim sicim gözyaşları ile çözülebilir... En azından; ağlamak, en yoğun düşünmektir.” (Hürriyet, 30.01.1997)
Fethullah Gülen’le önemli bir röportaj geliştiren ve hakkında ciddî araştırmalarda bulunan antropolog Nevval Sevindi, Fethullah Gülen’de “derviş geleneğinin uzantısı olan çilekeşlik, iç dünya ve sevgi ile yaşamı anlamlandırma”nın temel bir yer işgal ettiğini, bununla birlikte, onda büyük bir direncin köklerinin de kendini hissettirdiğini belirtiyor. Ona göre Gülen, bireye inanıyor ve insanın kendi içinde derinleşmeden, hesaplaşmadan, kafa ve kalp bütünlüğünü sağlayamayacağını düşünüyor. “Gazali’nin aydın semasında Pascal unutulmasın, Mevlâna ile semaa kalkarken Pastör’ü laboratuvarda selâmlama eksik bırakılmasın” diyerek, Türkiye için oldukça önemli bir kültür sentezine gebeliğine işaret ediyor.
Sevindi’ye göre Gülen, “dövene elsiz, sövene dilsiz olmayı” erdem kabul ediyor. Çirkin siyasetin ve siyasetçinin onun tansiyon ve şekerinde büyük payı var. O, kendini yenilemeyi devamlı varolabilmenin tek şartı olarak görüyor. Hür teşebbüse inanıyor ve onu gönülden teşvik ediyor. O’nun dünyasında eğitimle kalkınma kol kola ve gelecek için ekonomik olanla kültürel olanın beraberliği esas. Cehalete karşı ilim dinamiğini, yoksulluğa karşı çalışmayı, dayanışmayı ve zenginliği öneriyor.
“Ulusal kültür sentezini üretemeyen, Selçuklu/Osmanlı sentezini inkâr eden aydınlar asla halka ulaşamadılar. Tabanı olmayan, şabloncu bakış onları hep savurdu. Onlar sömürge valisi zihniyetini atamadıkları için, doğan ve yükselen Türk burjuvazisine ideoloji üretemediler. Bu ülkenin kendi tarihinden, koşullarından ve kültüründen sentez üretemeyen aydınlar ve bürokrasi hep dayatmacı oldu. Kendi dışında her şeyi küçümsedi” diyen Nevval Sevindi, Fethullah Gülen’in şabloncu olmadığını, elindeki malzemeden yeni bir değer üretebilmiş ve bilgiyi bir taş yığını olarak değil, bir piramit ya da bina oluşturacak zihnî faaliyet ve süreç şeklinde gören biri olarak, modern Türkiye’de kültürel İslâm’ın sentezini ortaya koyduğunu vurguluyor. Sevindi’ye göre Gülen, ayrıca, Anadolu’nun “gönül gözü” ile baktığı, muhabbet ettiği ve gönül müslümanlığıyla sevdiği bir İslâm anlayışını temsil ediyor. (Fethullah Gülen’le New York Sohbeti, nakl: Ergün, 103-104)
Musevî vatandaşlarımızdan Jefi Kamhi de, Gülen’in İslâm’a yaklaşımını, “asırlar boyunca bütün insanlara sevgi ve saygı gösteren, gittikleri yerlere baskı ve din savaşı değil, tersine, hürriyet götürüp, insanları hürriyetlerine kavuşturan Türklerin Müslümanlığının devamı” olarak değerlendiriyor ve ekliyor: “Gülen hocanın temsil ettiği hoşgörüyü ecdatlarım Osmanlı’dan ve Türkiye’den görmeseydi, ben şimdi hayatta olmazdım.” (Zaman, 11.03.1998)
Bilkent Üniversitesi Siyasal Bilimler ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde, Prof. Dr. Metin Heper gözetiminde mastır tezi olarak Fethullah Gülen’s Views on Islam and Democracy (Fethullah Gülen’in İslam ve Demokrasi konusundaki Fikirleri) ismi altında Gülen Hareketi’ni inceleyen Berrin Koyuncu, çok yönlü tartışmalardan sonra şu sonuca varmaktadır:
İslam’ın Fethullah Gülen tarafından yeniden yorumlanması, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi için bir destek oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Fethullah Gülen’in büyük önem taşıyan fikirleri demokrasi, hoşgörü ve Türk Müslümanlığıdır.
Fethullah Gülen’in Fener Rum Patriği Barthelomeos ile bir araya gelmesi, Cumhuriyet döneminde sivil bir toplum liderinin Hıristiyan bir dinî liderle ilk defa buluşması demek olduğundan, hoşgörü ve sivilliğin habercisi olarak algılanmalıdır. Fethullah Gülen, bir toplumun sıhhat ve mutluluğu için en önemli şeyin hoşgörü olduğunu söylemekte ve hoşgörünün de insan ve bilim sevgisiyle gerçekleştirilebileceğini ifade etmektedir.
Fethullah Gülen, ayrıca ‘Türk Müslümanlığı’ tezini de geliştirmiş bulunmaktadır. Bu kavramın dilimize girmesi, çoğulcu ve özgürlükçü Anadolu Müslümanlığını İslam’ın politize edilmesinin karşısına çıkarmaktadır. Fethullah Gülen, İranlıların ve Türklerin İslam’ı yorumlamaları birbirinden farklı olduğu için Türkiye’nin hiçbir zaman bir İran olamayacağı düşüncesindedir. O, bir milletin kültürünün İslâm’ın yorumlanmasında anahtar rol oynadığı görüşünü savunmaktadır. Bursa Uludağ Üniversitesi’nden Siyasal Bilimler Profesörü Ali Yaşar Sarıbay, Fethullah Gülen’in diyalog, dogmalarla savaş ve faydasız bir Batı düşmanlığını reddetmesi düşüncelerinin önemine parmak basıyor.
Berrin Koyuncu’nun Gülen Hareketi konusunda vardığı neticeleri, Amerika Indiana Üniversitesi Orta Avrasya Bölümü’nde misafir öğretim üyeliği yapan sayın Bülent Aras da paylaşmaktadır. Middle East Quarterly dergisi’nin Eylül 98 sayısında yayınlanan makalesinde sayın Aras şu değerlendirmelere yer vermektedir
Gülen, İslam’ın çok büyük oranda ferdî hayatı ilgilendirdiğini ve ancak bazı hükümlerinin devletle alâkalı olduğunu belirtiyor. O, İslam’ın devletle alâkalı yanına da çağdaş realitelerin ışığında yaklaşıyor. Bu da onu, demokrasinin şu an için en iyi yönetim biçimi olduğunu sonucuna götürüyor.
Gülen, Anadolu halkının İslâmî anlayış ve yaşantısının başka ülkelerdekinden farklı olduğu görüşünde. Türkiye’de ibadet ve düşünce özgürlüğü olması gerektiğini de sık sık vurguluyor. O, toplum barışı için iki anahtar teklif ediyor: Hoşgörü ve diyalog. “Bu ülkede, ancak birbirimize hoşgörüyle davranarak barış ve güvenliği temin edebiliriz” diyor. (Alistair Bell, Turkish Islamic Leader Defies Radical Label, Reuters, 7 Ağustos 1991) Fethullah Gülen’e göre, kimse kimseyi ne bir dine bağlı, ne de ateist diye kınamamalıdır (The Turkish Daly News, 18 Şubat 1995). Onun hoşgörü ve diyalog konusundaki tavır ve düşünceleri sadece Müslümanları değil, Hıristiyanları ve Yahudileri de kapsıyor.
Kabaca, 1997’den bu yana devam eden sürecin ülkede meydana getirdiği ağır atmosfere rağmen ve Gülen hakkında bir takım iddialara basamak yapılan Haziran 1999 tarihindeki kaset hadisesinden sonra da, görüşlerini aktardığımız bu yazar, bilim adamı ve gazeteci aydınların, bir-iki istisna dışında, hiç biri, görüşlerini değiştirmediler. Toktamış Ateş gibi, Gülen hakkındaki düşüncesinde herhangi bir değişikliğin olmadığını televizyon kanallarında açıkça ifade edenlerin yanısıra, başbakan Bülent Ecevit de, Gülen’in irtica ile alâkasının bulunamayacağını ve onun adıyla birlikte anılan, özellikle Orta Asya’daki eğitim faaliyetlerinin bölgede İran Şiiliğine dayalı köktenciliğin önünde set oluşturduğunu açıkça ifade etti.
Fethullah Gülen’in aksiyonundaki hedefi irdelerken, yukarıda sözünü ettiğimiz, Haziran 1999’da bir medya bombardımanı halinde ortaya konan kaset hadisesine kısaca temas etmekte yarar görüyoruz. Fethullah Gülen’e ait olarak yayınlanan bu kasetlere dayanılarak, bazıları, Fethullah Gülen’in aslında devleti ele geçirme adına gizli gizli siyasî bir hedefe doğru yürüdüğü iddiasını seslendirdiler. Bu konuda yapılan yorumları ve Gülen’in cevaplarını bir tarafa bırakarak, sadece yayınlanan kasetlerin mahiyetine ve yayınlanma tarzına bakmak, iddiaların doğruluğu ve tutarlığı konusunda bize bir fikir vermeye yetecektir.
Bu kasetlerden hareketle Fethullah Gülen hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılığınca açılan davanın iddianamesine baktığımızda, kasetlerde ne türden kesintiler ve montajlar yapıldığını kolayca görebiliyoruz. Meselâ, iddianamede üzerine 9 rakamı konulan ve ATV’de yayınlanmış bulunan kasette, “Camiden çıkmış, unutmuş, başında takke var diye karakola götürülüyor ve orada ölüyor” cümlesinden sonra, aynı konuşmanın NTV’de yayınlanan (9 numaralı) çözümünde, “şef dönemi” deniyor. Bu ifadeyi, aynı kasedin ATV’de yayınlanan nüshasında bulmak mümkün değildir. Demek ki, kaseti yayınlayanlar, bu sözleriyle Fethullah Gülen’in, ihtimal Mustafa Kemal dönemini kasdettiği izlenimi vermek için, “şef dönemi” ifadesini çıkarmışlardır.
Yine, aynı konuşmanın yer aldığı ATV’de yayınlanan kasette, “İmana ve Kur’ân’a hizmet düşüncesini evlerimizde gerçekleştirmeye çalışıyoruz” şeklindeki cümle, kasedin NTV’de yayınlanan çözümünde yer almamakta; aynı şekilde, ATV’de yayınlanan 8 no.lu kasette yer alan, “Allah, şimdilik Benim adım bu evlerden yükselsin ve Benim adım bu evlerde anılsın, kitaplar okunsun, Ben’den bahisler açılsın, geçmişte camilerde yapılan müzakereler yapılsın” ifadeleri, yine aynı kasedin NTV’de yayınlanan çözümünde bulunmamaktadır. Tersi olarak, bu kasedin NTV’de yayınlanan çözümünde, “o evlerin sâkinleri olarak, büyük dervişler gibi en mükemmel şekilde orucu, en mükemmel şekilde namazı, en mükemmel şekilde tefekkürü icra ederek, tekye ve zaviyede aranan manâyı tam temsil edemezseniz, Hz. Muhammed Mustafa’ya ihanet etmiş olursunuz” cümleleri, aynı kasedin ATV’de yayınlanan çözümlerinde yoktur.
NTV’de yayınlanan 10 no.lu kasedin çözümünde, “Halk Partisi’nin yaptığı kötülüğü sizin tahmin etmeniz mümkün değil, yani benim çocukluğum, Halk Partisi yıkıldığı zaman bile 11 yaşındaydım. Çok fazla bilmem ama, bununla beraber benim gördüklerim bile 300 sayfalık kitap yapar... yani ben bugün diyorum, SHP, CHP, DSP canları cehenneme...” ifadeleri de çarpıtılmış ve değiştirilmiştir. Aynı sözler, 8 no.lu kasedin çözümünde şöyle yer almaktadır: “Halk Partisi’nin yaptığı kötülüğü sizin tahmin etmeniz mümkün değil, yani benim çocukluğum, Halk Partisi yıkıldığı zaman bile 11 yaşındaydım. Çok fazla bilmem ama, bununla beraber benim gördüklerim bile 300 sayfalık kitap yapar. O döneme ait. O zulüm dönemine ait, böyle bir dönemde o, istibdat altında esir iken diyor ki, ‘Bu işi yapan %5’tir. %95’i masumdur bu insanların.’ Evet... Bugün bence SHP, CHP, DSP canları cehenneme...” Bu sözlerin, CHP döneminin zulümlerinin, o partinin tamamına mal edilmemesi gerektiğini, o zulümleri işleyenlerin parti içinde yer alan %5’lik bir ekip olduğunu vurgulamak ve %95’lik bir çoğunluğu temize çıkarmak için söylendiği açıktır. Bu sözlerin aslı, “Bugün bence SHP, CHP, DSP canları cehenneme diyemezsiniz” olduğu ve sözün gelişi de bunun böyle olduğunu apaçık gösterdiği halde, her iki kasette “diyemezsiniz” çıkarılmıştır.
Söz konusu kasetlerde, Gülen’in asıl maksadını açıkça ortaya koyan, yazılarında ve sohbetlerinde sık sık yer verdiği, “büyük dervişler gibi en mükemmel şekilde orucu, en mükemmel şekilde namazı, en mükemmel şekilde tefekkürü icra ederek, tekye ve zaviyede aranan manâyı tam temsil edemez*seniz, Hz. Muhammed Mustafa’ya ihanet etmiş olursunuz” türünden cümleler çıkarılmış, onun maksadını tam tersi yönde gösterecek müdahalelerde bulunulmuştur.
Gülen hakkındaki spekülasyonları Türk medyasında en gerçekçi değerlendirenlerden biri Dr. Tankut Tarcan olmuştur. Tarcan, “Ecevit’in Gülen’e Bakışı Münasebetiyle Bir Bakışın Analizi” başlığı altında, Cumhuriyet’te Mustafa Balbay’ın bir yazısına cevap olarak kaleme aldığı yazısında, Gülen’le ilgili irtica iddiaları ve Gülen’in niyeti, ne yapmak istediği ve yarın ne yapacağıyla ilgili olarak şu görüşlere yer vermiştir:
Bir akımı irtica ile suçlamak, önce irticadan ne anladığımızı açıkça ortaya koymakla mümkün olur. İrticadan kastımız, İslâm mıdır? Sayın yazar, her dinsel eğitimin irticaya dayanacağını var sayıyor. İndirgemeciliğe ve ucuzculuğa bundan daha görkemli bir örnek olamaz! Ya o eğitim veya anlayış, doğası gereği irticaya karşıysa? Demek istiyorum ki, günümüzde İslâm’ın örneğin bir terör dini olduğu, terörü yüreklendirdiği öne sürülüyor. Oysa, Kur’ân’da en ağır cezalar terör ve anarşi karşısında öngörülen cezalardır. Buna karşılık, bazı Müslümanlar terörist olabiliyorsa, bu İslâm’ın suçu olamaz. Aynı şekilde, bazılarının yanlış anlamalarından veya bazı ülkelerdeki sosyal-siyasal koşulların neden olmasından dolayı İslâm’ın çoklarınca siyasal bir ideoloji olarak algılandığı ve o şekilde kullanılmaya çalışıldığı bir realitedir. Fakat, İslâm’ı bunun tam tersi olarak algılayanlar ve onu erdemli bireyler yetiştirme sistemi olarak görenler, diğerleriyle aynı kategoriye mi konmalı? Yıllardır bilime karşı diye eleştirilen İslâm’ı, manevî veya ahlâkî ilkelerden soyununca, insanlığa yarar kadar zarar da getiren bilimle bir noktada birleştirmişsiniz ve bunu okullar açarak kanıtlamış ve hattâ dinsel duyguları bilime hizmetçi yapmışsınız. Bu, adeta bir tez düzeyine yükselmiş. Ülkemiz adına bundan gocunmanın anlamını kavramada doğrusu güçlük çekiyorum. Bilimi ve doğurduğu teknolojiyi, bütünüyle insanın yararına kullanmak, ahlâkî ilkelere bağlı bilim adamları ve devlete hizmet verecek yöneticiler - çalmayan, yolsuzluk yapmayan, yönetici olmayı halka hizmetçi olmak şeklinde değerlendiren memur ve yöneticiler - yetiştirmek; alkol, uyuşturucu ve şiddetten uzak, insanlara saygılı bir gençlik üzerinde durmak, karşı çıkılacak bir şey midir? Böyle bir şeye, eğer bir yanlış anlama veya yanlış bilgilendirmeden kaynaklamıyorsa, ancak hırsızlığın, yolsuzluğun, halka baskının, alkol ve uyuşturucu bağımlılık ve ticaretinin meydana getirdiği bataklığı kendi çıkarlarına daha uygun görenler karşı çıkabilir.
Gülen’in yarın ne yapacağı, “100 kilometre ile değil de, 5 kilometre ile giden bir siyasal hareket” mi olup olmadığı konusunda karar vermek de gayet kolay.
Gülen hareketi, İslâm tarihinde tasavvuf ve ilmî ekolden gelenlerin sürdüregeldiği bir harekettir. Ana özelliği gereği siyaset dışıdır. Yalnızca lâikliğin egemen olduğu günümüz sisteminde değil, İslâm’ın ad olarak da olsa siyasal iktidarda bulunduğu geçmiş dönemlerde de siyasete bulaşmama tezi üzerine oturan bir harekettir bu. İslâm fıkıh ekolleri önderlerinin hiç biri, hadisçilerin hiç biri, tefsircilerin hiç biri, önemli tasavvuf büyüklerinin hiç biri siyasete karışmamış, bu konuda daima bölücü değil, birleştirici olmayı yeğlemiş ve “Başınızdaki yöneticilere sövmeyin. Onlara dua edin. Siz iyi olursanız Allah da onları iyi eder. Siz kötü olursanız, onlar da kötü olur” şeklindeki Peygamber öğütleri çerçevesinde davranmışlardır. İlginçtir, Said Nursi, halifeliğin, daha lâyık oldukları halde, neden Peygamber ailesinden gelenlerde kalmadığı sorusuna yanıt verirken, “dünya saltanatı aldatıcıdır. Halbuki onlar, başka bir saltanata, âhiret saltanatına namzettiler. Bu yüzden, Allah onlara dünya saltanatını vermedi.” der. Gülen de aynı şekilde, siyasetle uğraşmayı, “bulunduğum mevkiden inmek kabul ederim, ben Allah’ın rızasını arıyorum, O’dan büyüğü yoktur” diyor. Fakat, bizim bazı aydınlarımız ve devlet çarkının bazı kanatları her İslâmî hareketi, siyasal bir hareket olarak görme yanlışına düşüyor. İslâm’ın siyasal bir hareket halinde algılanması, son yüzyılda, Orta Doğu’daki baskıcı rejimler karşısında başkaldıran insanların İslâm’ı adeta bir ideoloji olarak sunmalarından kaynaklanmıştır. Gülen hareketiyle Refah hareketi de zaten bundan dolayı anlaşamamakta, uyuşamamaktadır; siyasete yürüme stratejisi açısından değil, İslâm siyasal bir ideoloji olarak mı, bir “din” olarak mı algılanmalı noktasında uyuşamamaktadır; yani farklılık temeldedir; yüzeyde ve stratejide değildir
Gülen hareketi, İslâm’ın İran veya Suûdî Arabistan varyasyonunun tersi olduğu ve bunlarla barışamayacağı en objektif bir gerçek iken, onunla Suudîler arasında bağlantı kurmak, sonra onu oradan ABD’ye uzatmak, ayıpların en büyüğü; bir gerçeği tam tersi olarak sunmaktan farksız. Kaldı ki, biz yıllardır Batılılaşmaya ve onun başı olarak Amerikalılaşmaya çalışmıyor muyuz? Amerika’nın “en sadık müttefiki” değil miyiz? Bir hareketi bir yandan İslâm’dan kaynaklanmakla suçlayacak, bir yandan en önemli özelliklerinden birini anti-Batıcı ve anti-Amerikancı olmak teşkil eden siyasal İslâm’la aynı görecek, bir yandan da onu Amerika bağlamında ele alacaksınız. Bu kadar çelişki, muhataba sadece saygısızlıktır. İnsanların kendilerine saygıları olmayabilir. Ama, onlardan muhataplarına saygılı olmayı beklemek, en azından üstlendikleri fonksiyonun ve insana saygının gereğidir.
Kısaca: Gülen hareketi, Türkiye’nin yarınlara büyük bir ülke olarak yürümesinde destek olucu bir potansiyel sunmaktadır. Merak etmeyin, askerlik dışında ellerine hayatta silah almamış ve bıçak bile taşımayan insanların devleti ve ülkeyi ele geçirme davası gütmeleri için deli olmaları gerekir; şimdiye kadar, hiçbir zaman böyle bir söylevi seslendirmemiş, aksine tam tersini savunmuş ve silahla, örgütle, kavga ile, devrim gibi şeylerle ilgisiz insanların devleti ele geçirmelerinden korkmak için de, insanın ya aklından zoru, ya yetersiz bilgilenmiş veya kandırılmış, ya da başka çıkarlar adına hareket ediyor olması gerekir. Tarihte de bu şekilde hiçbir devlet ele geçirilmemiştir. Kur’ân, “fitne katilden beterdir” der. Bunu prensip edinmiş, ülke içinde her türlü “fitne”nin şiddetli karşısında olmuş, sürekli nizam, intizam ve asayiş demiş bir hareketin siyasal hesapları olmaz. (Ergün
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONUNDA CİHAD VE/VEYA TEBLİĞ
Bugün, gerek tarihte uğradıkları anlam kayıp ve kaymalarından, gerek Müslümanların onları yanlış anlayıp yanlış temsil etmelerinden, gerekse İslâm’a karşı ve düşman çevrelerin, bu arada ve özellikle son asırlarda oryantalistlerin onları farklı görüp, farklı göstermelerinden dolayı, pek çok temel İslâmî kavram yanlış anlaşılmaktadır. Bu türden yanlış anlayışa kurban giden en önemli kavramlardan biri cihaddır.
Rahatlıkla diyebiliriz ki, Fethullah Gülen’in aksiyonunun adı da cihaddır. İslâm’da ve onun terminolojisinde cihadın ne anlama geldiğine geçmeden önce, Fethullah Gülen, neden cihad ve tebliğ kelimelerini ön plana çıkarmaktadır, bu konu üzerinde kısaca durmakta yarar var.
Önce şu hususu hemen belirtmek gerekir ki, Fethullah Gülen, dinî kimliği ön planda olan bir aksiyon insanıdır. O, ülkesine ve insanlığa hizmeti birinci derecede, dinî değerlerin yerli yerine oturması ve insanların hayatında kendilerine özgü gerçek fonksiyonu yerine getirmesinde görmektedir. Dolayısıyla onun, dinî kavramlarla konuşması gayet normaldir.
İkinci olarak, her ilmin, hattâ her mesleğin kendine ait kavramları vardır. Bu kavramlar bilinmeden veya yerlerine başka kavramlar koyarak o ilim anlaşılamaz; anlaşılamadığı gibi, yanlış da anlaşılır. Bunun yanısıra, birden fazla ilim ve meslek dalında kullanılan kavramlar da vardır ki, bunların her ilim ve meslek dalındaki anlam ve muhtevaları bilinmeden, yine o ilim ve meslek dalı yanlış anlaşılmaktan kurtulamaz. Meselâ, ‘ameliyat’ veya artık Türkçe’de de kullanılan şekliyle ‘operasyon’ kelimesinin askerlikte, tıpta ve matematikte ayrı anlam ve muhtevası vardır. O, askerlik dilinde harekât (operasyon), tıpta ameliyat (operasyon), matematikte işlem manâsına gelir. Bunun gibi, eğer İslâm’ı doğru anlamak gerekiyorsa, bu takdirde o, kendi kavramlarıyla takdim edilmeli, fakat bu kavramlar anlam ve muhtevalarıyla çok iyi bilinip, yerli yerinde kullanılmalıdır. O bakımdan, Fethullah Gülen’in bir aksiyon olarak cihad ve tebliği ön plana çıkarması, normal olmanın ötesinde bir zorunluluktur.
Bu kısa açıklamanın ardından, önce cihadın ne manâya geldiğine bakabiliriz:
Cihad, Arapça cehd veya cühd kökünden isim olup, takat nisbetinde bir çabayı ifade eder (İsfahanî, 101). Dolayısıyla cihad, bizzat Fethullah Gülen’in tarifiyle, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip, çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi manâlara gelir. Cihad, yine Gülen’e göre ve terim anlamıyla, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi işidir (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 13; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 186).
Gülen, cihadla ilgili açıklamalarına şöyle devam eder:
Peygamberlik, Allah tarafından bazı müstesna insanlara verilen bir pâye, bir meslektir. Onların işleri, Allah’ın anlatılması ve getirdikleri dinin tebliğ edilmesidir. Bu vazife, peygamberlik mesleğinin gereğidir. İnsanlar arasında birçok meslek dalı ve o mesleğin gerekli kıldığı bir çok vazifeler vardır. Bir berberin, bir marangozun, bir saracın veya başka bir meslek erbabının kendilerince ufuk-nokta kabul ettikleri bir gaye ve hedefleri mevcuttur; ve bulundukları yeri de hedefe göre değerlendirmeye tâbi tutar ve öyle kıymet verirler. Peygamberlik mesleğinde hedef şudur: Allah’ın tanıtılması ve insanlığın O’nu tanı*makla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi (hele*zonik iniş çizgisi) çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye (helezonik çıkış çizgisi) çizerek Allah’a ulaşması.. şu fâni âlemde beka cilveleri göstermesi... yoklukta varlığa ait renkleri duyup hazzetmesi ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması... öyle zafer takı gibi bir gök*kuşağı ki, zafer taklarının altından bir kere geçilir ve gidilir. Ama, onlar gökkuşağından taklar gibi, saatler ve saatler geçilip gidilmeyecek şekil*de insanın başının üstünde tüllenir durur. İşte insan, böyle bir ebede namzet olarak gelmiştir ve insanda bu düşünce, duygu ve mahiyetindeki bu hakikatı tahakkuk ettiren de (gerçekleştiren) ancak nübüvvetin manâ*sını taşıyan ve nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir. Dolayısıyla peygamberlik mesleği, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslektir ki, Cenâb-ı Hakk, Zât-ı Ulûhiyeti’nden sonra onların risaletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihaddır. Mademki her meslek neticede varacağı ve elde edeceği noktaya göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer atfettiren husus da varacağı netice olacaktır; öyleyse bu en mukaddes mesleğin vardırmak istediği noktaya vesile ve vasıta olan hareket tarzı da aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır. (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 39-40; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 188–89)
Cihadı peygamberlik mesleğinin adı olarak değerlendiren ve bunun hedefini de, “Allah’ın tanıtılması ve insanlığın O’nu tanımakla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi (helezonik iniş çizgisi) çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye (helezonik çıkış çizgisi) çizerek Allah’a ulaşması.. şu fâni âlemde beka cilveleri göstermesi... yoktan varlığa ait renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması” şeklinde tanımlayan Gülen, bir hadis-i şeriften hareketle, cihadı büyük cihad ve küçük cihad olmak üzere iki kategoride ele alır ki, bu ayrım, cihadın anlam ve muhtevasını bilmek için son derece önemlidir.
Fethullah Gülen’e göre, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışması büyük cihad, buna karşılık, başkalarının da özleriyle bütünleşmeleri için gayret etmenin adı da küçük cihaddır. Allah Rasûlü’nün ifadesiyle büyük cihad, nefisle cihaddır ki, insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi, Allah katında arzu edilen niteliği kazanması, yani, âyetlerle zihnin yanlış kabullerden, yanlış düşüncelerden ve batıl inançlardan, ibadet, istiğfar (bağışlanma dileme), riyazet (az yeme, az içme, az uyuma…) gibi kendine özgü amellerle de kalbin günahlardan arınması, arınmış kalp ve zihinle Kitab’ın ve hikmetin öğrenilmesi ve gerekli daha başka bilgilerin kazanılması eylemidir. (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 19-35; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 194, 198-200)
Cihadı, önceki bölümde anlamını verdiğimiz ve peygamberlerin gönderiliş gayesini ve misyonlarını açıklayan âyet çerçevesinde açıklayan Fethullah Gülen, bu konudaki açıklamalarını şöyle sürdürür:
Peygamberler, insanların, gözlerinden perdeyi aralamak ve onların, Cenab-ı Hakk’ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderil*mişlerdir. Böylece onların gönül ve kalblerindeki engeller yıkılacak; eşya ve hadiselere bakış keyfiyetleri tamamen değişecektir. İnsanların körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde bir manâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyât-ı tekvîniyeyi (Allah’ın kâinat ve hayat için koyduğu ve bilimlerin konusu olan kanunlar) okuma ve anlama ancak onlarla mümkün olmuştur. Nebîdir insanları temizleyen ve onları özlerine erdiren. Çünkü insanlar madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki işe yaramayan kısmı atarak arzu edilen keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktır. Bu hâle ermek ise, ancak nebîlerin irşadıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş hâline gelmek asla mümkün değildir.
Âyette dikkat çekilen bir husus da, Nebî’nin Kitab’ı ve hikmeti öğret*mesidir. Eğer Kitap’tan maksat Kur’ân ise – ki öyledir – hikmet Kur’ân’dan başkasıdır. Yani hikmet, Efendimiz’in Sünnet-i Seniy*yeleridir. Nebî, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi öğretecektir. Kıyamete kadar gelecek insanların Nebî’den öğrenecekleri çok şey olacaktır... Şahsî hayat adına, kalb tasfiyesine giden yolları bizler, Allah Rasûlü’nden öğreniyoruz. O’nun talebeleri arasında öyleleri yetişiyor ki, Hz. Ali gibi, “gayb perdesi kalksa yakînimde bir artış olmayacak” diyebilenler... Şah-ı Geylanî gibi yerde iken gökteki esrarı sezenler.. Fudayl b. İyaz, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî gibi daha binler ve yüzbinler... İnsanlık, hayatın her sahasında, O’ndan bugüne kadar akıl erdiremediği birçok meseleyi öğrenmiş ve gelecekte de cehaletin bütün karanlıklarından O’nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tûfânı idrak edecek; ilim fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır. (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 13; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 186)
Daha sonra cihadın önemine temas eden Fethullah Gülen, küçük cihad ile ilgili olarak da şunları ifade eder ve iki cihad şeklini birbiriyle karşılaştırır:
Küçük cihad, sadece cephelerde elde edilen bir cihad şekli değildir; (yani o, mutlak anlamda savaş demek değildir.) Bu şekilde bir anlayış cihad ufkunu daraltmak olur. Halbuki cihadın yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. Bazen bir kelime, bazen bir susma, bazen sadece yüzünü ekşitme, bazen bir tebessüm, bazen bir meclisten ayrılma, bazen de meclise sadece dahil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O’nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihadın şümûlüne girer. Hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde, onu (hayatı ve toplumu) iyileştirme adına sürdürülen her türlü gayret de, yine cihadın manâsına dahildir. Bu cihad bir manâda maddîdir. Manevî cepheyi teşkil eden büyük cihad ise, insanın iç dünyasıyla, nefsiyle olan cihadıdır ki, bunların ikisi birden yerine getirildiği zaman denge korunmuş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman hakikattaki muvazene (denge) bozulur.
Küçük cihad, dinin emirlerini fiilen yerine getirmek ve o mevzuda kendinden bekleneni eda etmektir. Büyük cihad ise, bu emirleri ihlâsla ve şuurla yerine getirme; kin, nefret, haset, benlik, gurur, kendini beğenme gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve duygu varsa, bütününe birden savaş ilan etme demek olup, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, bu zorluğu ve öneminden dolayı buna büyük cihad denmiştir. Eğer insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murakabesinden uzak bulunuyorsa, o tehlike mıntı*kasına girmiş sayılır. Asr-ı Saadet’in insanı, harp meydanlarında kavga verirken arslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibadet ve zikirle Cenab-ı Hakk’a kullukta bulunurlardı. Sanki onlar, gündüzleri gözleri hiçbir şey görmeyen o cengâverler değil de, bir köşede inzivaya çekilmiş zahidlerdi. (Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 198, 206-208)
Kısaca, Fethullah Gülen’e göre, İslâmî bir kavram olarak cihad, gerçek insan olma, potansiyel insan olmaktan kâmil insan olmaya yükselme eylemidir. Bu, imanla, ilimle ve insanın tabiatındaki her türlü menfî duygu, kötü huy ve tahrip edici arzularla savaşmakla mümkün olur. Dini ihlâsla, şuurla yaşamak bunun yoludur. Buna karşılık, insanın sadece kendisiyle meşgul olması bencillik olup, o, başkalarını da aynı hedefe yönlendirmeli ve bu konuda hem malıyla, hem de bizzat uğraşarak elinden geleni yapmalıdır. Bu ikinci iş ise, küçük cihaddır. Dolayısıyla, niyetinde samimi ve Allah için öğrencisine insanlığa giden yolları öğreten bir öğretmen ile, bu gayeye yönelik okul yaptıran insan, cihad yapan insandır. Aynı niyetle, aynı maksatla ve insanları gerçek kemalâta erdirme adına yapılan her iş, cihadın kapsamına girer. Bu her iki cihad şeklini, yani büyük ve küçük cihadı yerine getirebilen insan, gerçek ve olgun insandır. Bunlardan büyük cihadı yerine getirmeyip, dini hep başkalarına anlatılacak kurallar mecmuası gibi görenler kaybetmişlerdir. Çünkü onlar, eylemlerinde samimi, ayrıca başarılı da olamazlar. Buna karşılık, sadece kendisiyle meşgul olup, “kendisi için istediğini başkaları için de istemeyen”, dolayısıyla onların iyiliği için de çalışmayan, bir bencildir; zamanla büyük cihadın da başarıya ulaşamaz ve yosun tutan durgun sular gibi pas bağlar.
Küçük cihadın önemli bir şekli, gerektiğinde cephelerde, dış düşmana karşı verilir ki, bu, bir insanlık realitesidir. İslâm, savaşı reddetmemiş, fakat onu sınırlamış, onun için kurallar getirmiş ve onu mukaddes bir hedefe bağlamıştır. Bu hedef ise, insanlarla Allah arasındaki, yani insanla hür vicdanı ve kalbi, iradî tercihi arasındaki engelleri kaldırmak; inanç hürriyetini sağlamak, Allah’a giden yolları açık tutmaktır. Bundan başka, fakat bunun boyutları olarak, bozgunculuğa meydan vermemek, adaleti sağlamak, vatanı savunmak; mal, can, aile sahibi olma ve akıl sağlığı gibi, temel insan hakları ve özgürlüklerini garantiye almak da, aynı hedefe dahildir. Aksi halde savaş, bir ayaklanma olur, bozgunculuk olur ve İslâm, yeryüzünde bozgunculuğun olmamasını ister. Fethullah Gülen, bu konuda ise şunları ifade eder:
Efendimiz (s.a.s.) bir hadislerinde yine bu iki cihadı bir arada zikreder: “İki göz vardır ki, Cehennem ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağla*yan göz.” Sınır boylarında veya harp meydanlarında, en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terkeden insanın cihadı maddî cihaddır. Bu cihadı yapan insanın gözü Cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de manevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet, bu iki göz de Cehennem’i ve onun azabını görmeyecektir. Allah korkusuyla ürperip ağlayan göz; düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, memleketin başına gelecek felâketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri Cehennem ateşi görmeyecektir. Bu itibarladır ki, sadece meseleyi, sağda-solda diyalektik yapıp, millete bir şey anlatma şeklinde cihad yapıyorum zannedenler, anlattıklarını ne ölçüde tatbik ettiklerini kontrol etme*yenler, sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar demek*tir. İçlerini zapt u rapt altına alamamış, riyanın burnunu kıramamış, kendini beğenmeyi ayaklar altına alıp ezememiş, başkalarına iş buyur*mayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdahaleler huzursuzluk kaynağı ve kuru gürültü olmaktan başka bir şey ifade etmeyecektir. Meseleyi yalnız manevî cihad şeklinde ele alan ve “kendi kavgamı vermeden başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz” deyip, bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazan*dırmayı her şeyin üstünde görenler ve dışa karşı yapılan mücahedeye iştirak etmeyenler, bunlar da en hafif ifadeyle, İslâm’ı yogileştirme gayretine düşmüşler demektir. (İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 13; Asrın Getirdiği Tereddütler 3, 215–17)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Tebliğ
Fethullah Gülen’in, aksiyonuna ad olarak kullandığı bir diğer kavram ‘tebliğ’dir. Cihad gibi, bu kavram da tamamen Kur’ânî bir kavram olup, İslâmî terminolojide önemli bir yere sahiptir.
Tebliğ, sözcük olarak, “gerek yer, gerek zaman, gerekse nitelik açısından maksada ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek” manâlarına gelen Arapça ‘Be-Le-Ğa’ fiilinden türemiş bir masdardır (İsfahanî, 60). Kavram olarak ise, Allah’ın vahyini insanlara en mükemmel ve onların en iyi derecede anlayıp, idrak edecekleri ölçüde ulaştırmak demektir.
Fethullah Gülen, tebliğ üzerinde hassasiyetle durur. Ona göre tebliğ, bir açıdan cihadın bir boyutuyla eş anlamlı olarak, her peygamberin varlık gayesidir Peygamberler, Biz neyiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz? Bu yolculuğumuzda rehberimiz kimdir? şeklinde bütün filozofları ve düşünürleri meşgul eden soruları cevaplandırmış, bize hayatın gayesini, ölümün hakikatını öğretmiş ve bunlarla ilgili olarak bütün endişe ve korkularımızı gidermişlerdir. İşte onların bu gerçeklerle ilgili mesajları insanlara iletmeleri, varlıklarının gayesi olup, bu yaptıkları işe tebliğ diyoruz (Sonsuz Nur 1, 200-201).
Tebliğ’in önemli bir cephesi veya boyutunu “Emr-i bil-maruf, nehy-i anil-münker”, (yani, toplumda iyilikleri yayma, kişileri bu iyiliklere teşvik etme ve kötülüklerin önünü alma ve kişilerin onlardan uzaklaşmasını sağlama) görevi oluşturur. Fertlerin ve toplumların hayatiyeti için son derece önemli olan bu görev ihmal edilirse, toplumda kötülükler yayılırken, iyilik ve güzellikler kaybolmaya yüz tutar. Şüphesiz bu görevi yerine getirmenin kendine özgü yöntemi olup, Osmanlılardaki ihtisap müessesesi gibi, tarihte bu maksatla kurumlar oluşturulmuştur. Bu görevi yerine getirmenin çok önemli bir yolu veya boyutu nasihattır ki, bir hadis-i şerifte (Peygamberimizin sözü), “Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır” buyurulur. Yani din, fertlerin ve toplumun hayatında nasihatla hayatiyetini koruyabileceği gibi, ferdler ve toplum da sürekli nasihata, hatırlatmaya muhtaç olup, ancak bu şekilde pörsümeden canlı olarak kalabilir. Hadisin devamında, nasihatla başka bir gaye ve herhangi bir menfaat güdülmeyip, onun Allah ve Rasûlü için yapılması ve onunla Allah ve Rasûlü’nün insanlara anlatılıp sevdirilmesi gerektiği, ayrıca, idareciler dahil, herkese nasihatta bulunulabileceği, bulunulması gerektiği ifade edilir (Buhari, “İman”; Müslim, “İman”, HN: 82).
Fethullah Gülen, tebliğle birlikte, iyiliği yayma, kötülüklerin önünü alma vazifesi ihmale uğrayınca toplumun maruz kalacağı musibetleri Peygamber Efendimiz’den şöyle nakleder:
– Nasıl olacak haliniz, kadınların açılıp saçılarak sokağa döküldüğü, kötülüklerin her tarafta yayıldığı ve hakkı söylemenin terk edildiği gün?
Mü’minler topluluğunda bu tür şeylerin olabileceğine ihtimal vermeyen Sahabe, hayretle sordu:
– Bunlar olacak mı ki ya Rasûlellah?
Allah Rasûlü (s.a.s), “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha şiddetlisi de olacak” buyurunca, etrafa garip bir hava çöktü ve Sahâbe dehşet içinde yeniden sordu: “Bundan daha şiddetlisi nedir ya Rasûlellah?” Bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu, “Bütün kötü*lükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün hâliniz nice olacak bir bilseniz?!” buyurdular.
Tebliğe ait vazife yapılmayınca izzet, şeref ve haysiyetin yerini zillet ve hakaretin alacağı muhakkaktır. Fıtrat kanunları çiğnenirse, bunların neticelerine de katlanmak gerekir! Bu hep böyle olmuştur, akl-ı selim sahibi kimselerin başka şey beklemeleri de düşünülemez. Bu yüzden, bunları vicdanına sığdıramayan Sahabe, hayretle bir daha sordu:
– Bu da olacak mı ya Rasûlellah? Yani iyilikler men edilip, kötülükler emredilecek mi?
– Daha şiddetlisi bile olacak!
– Bundan daha şiddetlisi de nedir, Ey Allah’ın Rasûlü?
– Kötülükler karşısında susup ve bizzat onu teşvik ettiğiniz gün vay halinize! (Yani, çoluk-çocuğunuzu akıntıya saldığınız, onları başıboş bıraktığınız, hattâ onlara halinizle, dilinizle, davranışlarınızla kötülüğü emrettiğiniz zaman.. daha da kötüsü neslinize Allah’ı unutturduğunuz ve Peygamber’i gönüllerden sildiğiniz gün hâliniz içler acısı demektir.)
Artık Sahâbe’de hayret ve şaşkınlık son haddine varmış, dizlerde derman kalmamış, göğüsler daralıp, nefesler tıkanmaya başlamıştı ki, dermansız, bitkin ve titrek bir sesle:
– Bu da mı olacak ya Rasûlellah?
– Evet. Hattâ ondan da şiddetlisi olacaktır. Allah (c.c)’a yemin ederim ki, O şöyle buyurur: “Celalime yemin olsun ki, bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneleri salıveririm...” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’den, İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad, 114–16 )
Fethullah Gülen’in tebliğ üzerinde hassasiyetle durması, hakkında açılan davanın iddianamesinde, onun güya devlete yürümesinin bir delili gibi sunulmaktadır. Oysa, Gülen’in tebliğle neyi kasdettiği ve tebliğin gayesi olarak neyi gördüğü eserlerinde gayet açıktır. Meselâ:
Seyyid Şerif imanı şöyle tarif ediyor: “İman, insanın aklını kullanması veya âfâkî (dış dünya üzerinde)ve enfüsî (kendi iç dünyasında) tefekkür neticesinde Allah’ın, insanın içinde yakacağı bir meşaledir.” Öyleyse Nebî’nin ve dava-yı Nübüvvet’in varisleri olan tebliğ ve irşad erlerinin esas vazifesi bu meşaleyi tutuşturmak olmalıdır (Fasıldan Fasıla 2, 55).
Allah Rasûlü (s.a.s.) en inatçı, küfre âdeta kilitli insanlardan bile hiç ümidini kesmemiş ve fasıla vermeksizin tebliğ ve irşadına devam etmiştir. Bizim için esas olan Allah’a bir insan kazandırma, insanların küfr-ü mutlakını kırarak, onlara âhiret duygusunu aşılamadır. Bence bir insana bağışlanabilecek en büyük hediye de, işte bu olsa gerek. Bu da ancak, küreselleşen ve gün geçtikçe küçülen bir dünyada, diyalog ile, müsamaha ve mülâyemetle (yumuşaklık) olacak şeylerdendir (Fasıldan Fasıla 2, 152).
Yaptığımız tebliğ ve irşad faaliyetleri ile, Rabbimizin bizden razı olacağı hususunda vicdanlarımız iman ve itminan içinde. İşte Cennet’te bile yeni bir ufuk, ulaşılacak yeni bir merhale olan rıza makamına talip olan bizlerin, ne siyasî, ne idarî, ne askerî, ne de daha başka dünyevî şeylere talip olmamız düşünülemez. Bu payeyi bırakıp da hükümdarlık, başbakanlık, milletvekilliği vs. dememiz bir tenezzül (inme, alçalma) ifadesidir (Fasıldan Fasıla 3, s:137).
Bizim esas vazifemiz; müttakînden (Allah’a tam itaat edenler), zâhi*dînden (dünya zevklerine önem vermeyenler), mukarrabînden (Allah’a yakın olanlar), râdiyyînden (Allah’tan razı olanlar), mardiyyînden (Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler), mahbûbînden (Allah’ın sevdikleri), muhibbînden (Allah’ı sevenler), safiyyînden (kalbleri tertemiz olanlar), ulemâdan (âlimler), sülehâdan (her yaptıkları sağlam, doğru ve sulh için olanlar) olmaktır. Evet, a’zamî takvayı, a’zamî ihlâsı, a’zamî verayı (en küçük günahlardan, hattâ bazı mübahlardan kaçınma) hedefleyip onlara ulaşmaktır. Hâl böyle iken, şimdilerde bütün bunlar bizim kavlî (dille yapılan) dualarımızda vird-i zebânımız (sürekli tekrarımız) değilse ve bunları fiilen yakalamaya çalışmıyorsak; hattâ geceleri gündüzleri bu istikamette değerlendirmiyorsak, vücudumuzun mikroplara karşı mukavemeti yok demektir (Prizma 2, s:106).
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYONUNDA TEMEL İLKELER
Fethullah Gülen, aşağıda ayrı başlıklar halinde ele alınacağı gibi, ister eğitim alanında, ister hoşgörü-diyalog alanında, isterse zihnî ve kalbî eğitim alanında olsun, aksiyon adına bir takım temel ilkelerin üzerinde önemle durur. Bunları, belli başlıklar altında şu şekilde özetleyebiliriz:
Hedefe sadece Allah’ın rızasını yerleştirme: ihlâs
“İnanan insanlar, her şeylerini Allah’ın rızasını kazanma etrafında bir dantela gibi işlemelidirler. Kaldı ki, zaten aksi düşünce, (haşa) Allah ile pazarlık manâsına gelir. Yani “ben bu şekilde çalışırsam, idarî sistem de böyle böyle olur ve olmalı..” gibi, kulluk anlayışına olabildiğince ters, yakışıksız şeyler içine girilir. Ve tabii ki, bir kere böyle bir fasid daireye giren insanın da artık ondan kurtulması çok zordur” (Prizma 1, 84–5)) diyen Fethullah Gülen’e göre insan, yaptığı her işte Allah’ın rızasını kazanmayı hedef almalı; yani her yaptığını Allah için yapmalı, ondan dünya adına en küçük bir çıkar, tanınıp-bilinme, kendisinden bahsedilme gibi gayeler beklememelidir. Bunun adı, İslâmî literatürde ihlâstır. Eğer, özellikle din adına yapılan bir işte ihlâs yoksa, yani o işte sadece Allah’ın rızası gözetilmiyorsa, o işle beklenen gayeye ulaşılamayacağı gibi, o işte başarılı bile olma, kişiye âhireti adına hiçbir şey kazandırmayacaktır. Gülen, bu konuda şöyle der:
Hedefte Allah’ın rızasının olması, her mü’min için bir kemal mese*lesidir. Ve bu konuda ölçü şudur: İnsan, yaptığı her şeyi emredildiği için yapmalı, her işinde Allah’ın hoşnutluğunu hedeflemeli ve yapılan işlerin neticesini de burada değil, ötede beklemelidir. İşte halis kulluk!. Bütün mesele de bu kulluğu yakalamaktır. Böyle bir kulluk için halis niyet şarttır. Niyet, yani belli bir düşünceye programlanmak, bazen amelden de öte tesirli bir iksirdir. Mükemmel niyet, mükemmel insanların şiarı; avam için ise zorlardan da zor bir gaye. Elbet insan kendini zorlamalı.. olabildiğince zorlamalı ki, niyetle aynı çizgide, hattâ ondan da öte imana ermek ve bu imanla rıza makamını elde etmek mümkün olabilsin. Şahsî çıkarlardan arınmak, menfaat düşüncelerini kafadan çıkarıp atmak, tenperverlikten (rahat düşkünlüğü) sıyrılmak ve daima ruhu kanatlandırıcı ideallerle meşgul olmak.. ve bunlardan da önce, Allah’ı bilip tanımada her an ayrı bir marifet peteği örmekle meşgul oluyor gibi fikrî, ruhî ameliyede bulunmak, işte rızaya ulaştıracak vesilelerden sadece birkaçı.! Rıza, makamların en büyüğüdür ve Peygamberâne bir azim ister. Yani bütün mülahazaları kafadan çıkarıp atma ve hayatı Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğuna göre planlama, dizayn etme. İşte rıza ve işte rızadan gaye..! (Fasıldan Fasıla 2, 30-31)
Görevi yapıp, neticeyi Allah’a bırakma
Fethullah Gülen, insana düşenin, neyi yapması gerekiyorsa hâlis niyetle onu yapması ve neticeyi Allah’a bırakması olduğu üzerinde de hassasiyetle durur. Ona göre, yapılan işlere şahsî kaprisler ve arzular karışmamalı, yapılması gereken ne ise ve nasıl yapılması gerekiyorsa, o iş o şekilde yapılmalıdır. Eğer insan, işe kendi arzu ve kaprislerini karıştırırsa, hataya düşebilir, niyetindeki duruluk bozulabilir ve neticede ortaya bir kaos çıkar.
İkinci olarak, başkalarına hidayet verme, onların düşünce, davranış, inanç ve yaşayışlarını değiştirme insanın elinde değildir. Kalpler, Allah’ın ‘Eli’ndedir; hidayet eden, insanları doğruya yönelten O’dur. Fakat burada insana düşen bir görev vardır ki, o, cihad ve tebliğ konusunda üzerinde durulduğu gibi, doğru olan mesajı başkalarına götürmek için meşru olan her yolu kullanmalıdır. Bundan sonrası Allah’a kalmıştır: O, dilerse, karşıdakilerin kabiliyeti varsa, mesajı onlara kabûl ettirir, dilemezse, karşıdakilerin kabiliyeti, o konuda bir iç yönelişi yoksa, kabûl ettirmez. Kur’ân-ı Kerim’de, bu konuda Peygamber Efendimiz’e bile, “Sen, sevdiğine hidayet veremez, onu doğruya iletemezsin; fakat Allah, dilediğine hidayet verir” (Kasas/28: 56) buyurulur. Gülen’e göre, nice peygamberler, mantık ve muhakeme, ilham ve vâridat (kalbe doğuş) insanları gelip-geçmiştir ki, arkalarından bir-iki kişi ya gitmiş ya da gitmemiştir; “zira iman, kulun kalbinde Allah’ın yaktığı bir ışıktır ve bunu yakmak da sadece ve sadece O’na aittir.. evet onu ancak O yakar. Kimse, başka türlü düşüncelerle, vehimlerle ve ileriye dönük beklentilerle bu işi bulandırmamalıdır.”
Evet, insan kendine düşeni yapmalı, Cenab-ı Hakk’ın işine karışmamalıdır. Toprağa tohum atmak insan görevi, ona güneşin ısı ve ışığını gönderme, ona neşv ü nema verme ise Cenab-ı Hakk’ın işidir. (Fasıldan Fasıla 1, 102).
Gaye ve vasıtayı çok iyi belirleme
Fethullah Gülen, her işte ve hamlede, önce hedef ve maksadın çok iyi belirlenmesi gerektiğini belirtir. Yukarıda ifade edildiği gibi, her insanın hedefinde, öncelikle Yüce Yaratıcı ve O’nun hoşnutluğu olmalıdır. Yoksa, araya çeşitli putların girmesine, batılın hak görünmesine, heva ve hevesin fikir suretine bürünmesine ve gaza namıyla cinayetler işlenmesine gidilebilir...
Hakk’ın hoşnutluğu istikametinde yapılan işlerin zerresi güneş, katresi derya ve bir ânı ebedler kıymetindedir. Vesile ve vasıtaların kıymeti, maksada ulaştırıcılığı ve ulaştırmadaki arızasızlığı ölçüsündedir.
İslâm, gayeye giden her yolu meşru görmez; gaye meşru olduğu gibi, ona giden yol da meşru olmalıdır. Gayr-ı meşru yol, insanı hedefin aksine götürür. Dolayısıyla, bir Müslüman, hedefe varacağım diye her yolu deneyemez. Önemli olan, gerekeni gerektiği şekilde ve meşru çerçevede yapmaktır. Vasıta, meşru olmanın da ötesinde, hakka saygıyı ve hakikat düşüncesini geliştirici özellikte olmalıdır. Ayrıca, zamanla gayenin unutulup, vasıtalarda boğulma da söz konusu olabilir ki, bu, yolda yürüme adına büyük bir tehlikedir. Bir mimarî şaheseri olarak bir mabet yapılabilir; fakat bu, kubbesi altında bir araya gelen cemaatte sonsuzluk düşüncesini mayalamıyorsa, değeri ancak maddî yapısı ve malzemesi kadardır. Bir okul, öğrencilerini ümit ve inançla şahlandırmıyor, bilgi ile kanatlandırmıyorsa, o, ancak insanın yolunu kesen bir tuzak olabilir. Büyük küçük her müessese kurucusu, o müessesenin kuruluş gayesini, varoluş hikmetini sık sık hatırlamalıdır ki, iş hedefinden saptırılmasın ve semereli olsun. Hedef ve kuruluş gayesi unutulmuş mabetler, yuvalar, okullar, tıpkı yaratılış gayesini unutan bir insan gibi, kendi zararına ve ters bir çizgide işler durur.
Gülen’in üzerinde önemle durduğu bir diğer nokta, insan, düşünce tekel*ciliği ile, doğruyu yalnızca kendinde ve kendisiyle aynı düşüncede olanlarda görmemeli, başka düşüncelere de hayat hakkı tanıyıp, onları da mutlaka nazara almalıdır. Özellikle, aynı inanç, aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanlara karşı duyulan kin ve nefretler, hedef ve gaye düşüncesinden mahrumiyetten başka bir anlam ifade etmez. Kâinatın çarkının kendi bozuk hendesesine göre dönmesini düşünenler, nefsin âzat kabul etmez kölelerinden başka bir şey değildirler. (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 193–94)
Müsbet hareket ve reaksiyoner değil, aksiyoner olma
Yukarıda da değinildiği gibi, Fethullah Gülen, reaksiyonerliğe, yani tepki*ciliğe şiddetle karşıdır. Ona göre, reaksiyoner hareketler, karşı tarafın nefretiyle oturup-kalkmaya, buğz ve kinle hareket etmeye sebep olur. Bu hareketler, birer gayr-ı memnunlar hareketi olup, arkada ancak hasret, hicran ve enkaz bırakır.
Gülen, “bu milletin bugünü ve yarını adına ne yapılırsa yapılsın, tahrip hesabına olmamalıdır ve ne olursa olsun, bu ülkenin birlik ve dirliğine zarar vermemelidir. Yani yapalım derken, nesiller boyu tamir edilemeyecek yıkma*ların içine girilmemelidir. Aksi takdirde, hem maksadımızın aksiyle tokat yer, hem gelecek nesillerin lânet ve nefretine uğrar, hem de ukba adına çok şeyleri kaybedebiliriz” uyarısında bulunur.
Reaksiyoner veya tepkici değil aksiyoner olmanın, bir başka ifade ile, yapılması gerekeni yapma, inşa ve tamir ile meşgul olup, asla tahriple uğraş*mamanın adı “müsbet hareket”tir. İşte bu esas, Gülen’in aksiyonunun en önemli özelliklerinden biridir. O, sık sık, “Ey iman edenler! Size düşen, kendinize bakmanız, ne yaptığınızı, ne ile meşgul ve ne durumda olduğunuzu kontrol et*menizdir. Siz, doğru çizgide olduğunuz sürece, sapıp gidenlerin sapması size zarar vermez” anlamındaki Maide Suresi 105’inci âyeti okuyarak, müsbet dav*ranışı hatırlatır ve “Önemli olan ve yapılması gereken, karanlığa sövmek değil, bir mum yakmaktır” der. (Prizma 1, 83–4; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 33)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Kolektif şuur ve meşveret (danışma)
Fethullah Gülen için, kolektif şuur ve meşveret (danışma), herhangi müsbet bir hareket için vazgeçilmez öneme sahiptir. O, kolektif şuuru, şahsî çıkarları yerine toplumun menfaatlerini düşünen, toplumun bugünü ve yarınıyla bütün*leşmiş; ümit, vefa, ihlâs ve samimiyet üzere yürüyen; şöhret yerine mahviyet, tevazu ve hacaleti (kusurları ve yapamadıklarından dolayı sürekli utanç duyma) ve kendini düşünme yerine başkalarını düşünmeyi esas alan görev ve ideal in*sanlarının ortak aklı olarak değerlendirir. Bu akıl, her işinde Allah’a dayanmakla beraber, giriştiği her işte tedbir hatası yapmayan ve gerekli bütün sebepleri yerine getiren, çevresinde olup bitenler karşısında son derce duyarlı, ne dünyevî ne de âhiretle alâkalı işlerde duygusal davranmayan, hamle ve hareketlerini Allah’ın hoşnutluğu terazisinde tartan, eşya ve hadiselerle zıtlaşmayan, hayat ve kâinatla ilgili, bilimlerin konusu olan İlâhî kanunlara uygun hareket eden bir akıldır (Yeşeren Düşünceler, 99-102).
Meşvereti “en hayâtî bir vasıf, en esaslı bir kural” olarak gören Gülen’e göre danışma, herhangi bir hususta verilecek kararların isabetli olabilmesinin ilk şartıdır. “İyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitleri alınmadan fert ve toplumla alâkalı verilen kararlar, çok defa hüsran ve fiyasko ile neticelendiği görülmüştür” diyen Gülen, kendi düşüncelerine kapalı ve başkalarının fikirlerine de saygılı olmayan birinin, üstün bir fıtrat, seviyeli bir dimağ, hatta dâhi bile olsa, her düşüncesini meşverete sunan sıradan ve düz bir insana göre daha çok yanılmalara maruz kalacağı görüşündedir. O, en akıllı insanın, meşverete en çok saygılı ve başkalarının düşüncelerinden de en çok yararlanan insan olduğunu savunur. Gülen, daha da öte gider ve “iş ve planlarında kendi fikirleriyle yetinen, hattâ onları zorla diğer insanlara da kabul ettirmeye çalışanlar, önemli bir dinamizmi elden kaçırdıkları gibi, çevrelerinden de sürekli nefret ve istiskal görürler. Evet, bir insanın teşebbüs ettiği herhangi bir işinde en güzel neticelere ulaşmasının ilk şartı meşveret olduğu gibi; onun kendi gücünün kat kat üstünde önemli bir kuvvet kaynağına sahip olmasının yolu da başka değil yine meşverettir. Evet, herhangi bir işe teşebbüs etmeden evvel, her türlü danışma ve araştırma yapılmak sûretiyle, sebepler bazında ve tedbir planında kusur edilmemelidir ki, neticede kaderi tenkit ve çevreyi suçlama gibi, musîbeti ikileştiren zararlı davranışlara girilmesin” der (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 154–55; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 38–9).
Bazıları, Fethullah Gülen’in çevresinde bir hiyerarşinin olduğunu ve bu hiyerarşide ferdî düşüncelere yer olmadığını iddia etmektedirler. Oysa bu, doğru değildir. Danışmayı sürekli vurgulayan Gülen, dönemin, ferdî dehalar değil, kolektif şuur dönemi olduğu üzerinde hassasiyetle durur. O, kendisiyle ilgili meselelerde bile, etrafına, bilgi ve samimiyetine güvendiği kişilere mutlaka danışır. Hiçbir şeyi, hiçbir işi empoze etmez; ancak kişilere mal olmuş, zihinlere ve kalplere yerleşmiş düşünce ve niyetlerin uygulanabileceğine inanır. Dola*yısıyla, fikri olan herkes, onun karşısında fikrini söyleyebilir. Bu bakımdan, Gülen ve onun düşüncelerine yakınlık duyan insanlar arasında herhangi bir hiyerarşiden bahsetmek mümkün değildir. Nitekim, adı bu insanlarla birlikte anılan kurumlarda bazı bayan öğretmenlerle birebir görüşme ve röportaj yapan Elisabeth Özdalga da aynı sonuca varmaktadır:
“Gülen cemaati”nin bir parçası olmak, bireylerin otoriter bir liderliğin elinde pasif aletler olduğu anlamına gelmiyor. Gülen’e atfedilen yapı içinde totaliterliğe yer yok. Kendileriyle görüştüğüm Zeynep, Ayşe ve Hatice, bireysel inisiyatif ve otonomiye sahipler. Her biri, çalıştıkları kurumda, kendine güven içinde ve bağımsız bireyler gibi davranıyorlar. (Following in the footsteps of Fethullah Gülen: Three woman teachers tell their stories: Georgetown Üniversitesi’nde yapılan sempozyuma sunulan tebliğ.)
Bu tesbiti yapan Özdalga, sadece ahlâkî bir hiyerarşiden bahsediyor ki, bu da, yerinde bir tesbittir. İslâm, kişiler arasındaki üstünlüğü takvaya, yani bilgi, iman ve ahlâktaki mertebeye bağlar ve kişileri hayırlarda yarışmaya çağırır. Dolayısıyla bu prensip, İslâm toplumlarında, bilhassa Müslüman-Türk toplumunda aile ve toplum düzeninde olağanüstü güzellikte karşılıklı sevgi, saygı ve yardımlaşmayı doğurmuştur ki, eğer Gülen’in düşüncelerini şu veya bu şekilde ve ölçüde benimseyen insanlar arasında böyle bir sevgi, saygı görülüyor ve bu bir hiyerarşi olarak algılanıyorsa, hiç kuşkusuz bu, ahlâkî hiyerarşidir; yoksa, iddia edildiği gibi cemaat veya teşkilat hiyerarşisi değildir. Kaldı ki, Gülen’i en çok rahatsız eden hususlardan biri, hiyerarşi düşüncesi, kişilerin başkalarından üstün oldukları vehmi, “önde veya abi olma” duygusudur.
Bazıları bir hiyerarşiden söz ederken, Fethullah Gülen, kendisi ve düşüncelerine saygı ile, tavsiye ve teşviklerine önem veren insanlar hakkında ‘cemaat’ kelimesinin kullanılmasını bile kabul etmemektedir. Ona göre, benzer fikirler taşıyan, bilhassa aynı dine inanan insanların tabiî olarak bir araya gelmesi ve kanunlar çerçevesinde olmak kaydıyla, birlikte bir takım faaliyetlerde bulunması gayet tabiîdir. Meselâ, bayram namazı vacip bir namazdır ve ancak cemaatle kılınabildiğinden, Müslümanlar, bu namazı kılmak için camide kendiliklerinden bir araya gelir ve bir cemaat oluştururlar. Cuma namazı farzdır ve yine ancak cemaatle kılındığından, Müslümanlar Cuma günleri kendiliklerinden camide bu namazı eda ederler. Hacc’a gücü yetenler ve gitmek isteyenler, hiçbir teşkilat veya zorlama olmadan, Hacc’a gider ve milyonlarca Müslüman Hacc’da bir araya gelir. Hıristiyanlar pazar günü kilisede, Yahudiler ibadetleri için sinagogda toplanırlar. (Aksiyon, 6-12 Haziran 1998)
Peygamberimiz (s.a.s.), bir hadis-i şeriflerinde, “Bir yolculukta üç kişi olduğunuz zaman, aranızdan birini imam seçin” buyuruyor. İmam, rehber demektir; İslâm’da cemaat halinde bulunmak ve namazları cemaatle kılmanın büyük değeri vardır. Bu bakımdan, Müslümanların bir arada olması, yine bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, bir vücudun organları şeklinde birbirlerine destek verip, birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri çok tabiî ve İslâm’ın özünden kaynaklanan bir olgu olup, kastedilen anlamda bir cemaat oluşumu demek değildir.
Doğru ve güvenilir olma
Fethullah Gülen, “doğruluk, peygamberliğin mihveridir” der. Peygam*berlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Peygamberler, gerçek dışı hiçbir söz söylemedikleri gibi, aldatma, kandırma gibi bayağı huy ve davranışlar da onların semtine uğramaz. Dolayısıyla, doğru olma, doğrularla beraber olma, aksiyonun en önemli ve aslî temellerinden biridir.
Doğruluk gibi, emanette emin ve emniyet insanı olma da, hem İslâmî-insanî bir haslet, hem de aksiyonda temel prensiplerden biri olarak, yine çok büyük öneme sahiptir. Fethullah Gülen’in düşüncesinde ve gerçekte mü’min, inanan ve emniyet telkin eden insan demektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberleri birer emniyet insanları olarak ön plana çıkarır ve onların emniyet insanı olmalarını birinci vasıfları olarak anar (Şuarâ/26: 107, 125, 143…) Bu bakımdan, mü’min, tam bir güven kaynağıdır. O, kimseyi çekiştirmez, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermez; kimsenin gıybet ve dedikodusunu yapmaz; kimsenin malına, ırzına ve namusuna göz dikmez. Güvenilir olma, peygam*berlerin en önemli sıfatı olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’e Peygamber Efendimiz’e getiren Hz. Cebrail’in de en önemli sıfatıdır. Gerçek bir aksiyon da, dolayısıyla emniyet üzerine kurulmalı, onda yalan ve aldatma, kısaca emniyeti suistimal edecek en küçük bir söz ve davranış yer almamalıdır. (Sonsuz Nur 1, 99-101; 174–76)
Fetanet
Fetanet, peygamberliğin en önemli sıfatlarından biri olduğu gibi, bir aksiyon için de vazgeçilmez sıfatlardandır. Fetanet, kuru akıl ve mantığa takılı kalmama, aklı vahyin ışığında kullanıp, kuru akıl ve mantığı vahye dayalı akılla aşma demektir. Bu akılda ruh, kalp, his ve bütün zihnî melekeler (fakülteler: mantık, muhakeme, tefekkür, düşünce vb.) bir arada ve bir bütünlük halindedir. Bu aklın en önemli bir boyutu hikmettir, daha doğrusu hikmet, yani eşya ve hadiselerin nedenini, niçinini kavrama, her durumda doğru düşünüp doğru karar verebilme gücü, bir bakıma bu akılla özdeştir veya onun bir başka adıdır.
Evet, fetanet, kuru akıl ve mantık olmadığı için, İslâm’ı kuru akıl ve mantığa hapsetme anlamında, “İslâm akıl dinidir” iddiası boş bir iddiadan ibarettir. İslâm, öncelikle vahye dayanır, fakat akla hitap eder ve kendisini, yukarıda sözünü ettiğimiz akla kabul ettirir. Onun bu akla ters gelen hiçbir kuralı, hiçbir hükmü yoktur. Fakat bu, her akıl, onu tam olarak anlayabilir ve onu yargılayabilir demek değildir. Aklı öncelikle yönlendiren, ona yol gösteren, ışık tutan ve onu kalp, his ve bütün zihnî melekelerle bütünlük içinde dinamik bir güç haline getiren İslâm’dır. İşte bu potada erimiş akıldır ki, İslâm’ı gerçek manâda anlayabilir ve ona itiraz edecek hiçbir nokta bulamaz. Yine eşya ve hadiseleri gerçek yörüngesinde değerlendirebilen, onlardaki manâları çıkara*bilen, kâinatı gerçek mesajı okuyabilen de, ancak bu akıldır. İşte, ‘fetanet’ dediğimiz ve peygamberliğin de önemli bir sıfatı olan bu akıl, aksiyonun da en önemli temellerindendir. (Sonsuz Nur 1, 253–54)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Günahlardan uzak durma ve tevbe
Fethullah Gülen, pek çok yazı ve sohbetlerinde günah ve tevbe, tevbenin ötesinde inabe ve evbeden söz eder. Tevbede duygu, düşünce ve davranışlarda, İlâhî emirlere muhalefetten onlara uymaya, onlara karşı durmadan onlara uygun hareket etmeye yöneliş söz konusu olmasına mukabil, inabede, insanın bu uyma ve uygun hareket etmesini bile sorgulaması, en iyi davranışlarında bile bir kusurun, ihlâssızlığın olabileceği endişesiyle burkuntu duyup Allah’a yönel*mesi; evbede ise, günahların neticesinde ceza görme korkusuyla Allah’a sığınma, manevî makam ve dereceleri koruma gayretiyle Allah’ta fani olmanın ötesinde, Allah’tan başka her şeye, her mülâhazaya kapanma söz konusudur (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 22).
“Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıdlaşmadır. Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır” diyen Gülen, “günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz” ikazında bulunur. İnsanın ebediyet yolculuğunda önünü adım başı kobra gibi günahların kesebileceğini belirten Fethullah Gülen, bir hadis-i şeriften hareketle, Yara*tıcı’ya eş ve ortak koşmayı, haksız yere cana kıymayı, anne ve babanın hukukunu çiğnemeyi, yalan yere şahitlikte bulunmayı, cepheden kaçmayı, iffetlilerin iffetiyle oynamayı en büyük günahlar olarak sayar. Bununla birlikte o, vatanın sağa-sola peşkeş çekilmesini, ormanların ve bağların bozulup çöle çevrilmesini, Müslüman bir milletin kendi özünden uzaklaştırılıp, ruhuna yabancı düşüncelerle mihrabının yıkılması ve minberinin yerinin değiştiril*mesini, nesilleri, inançtan, düşünceden, hak ölçüsünden ve istikametten mahrum hedefsiz, idealsiz birer yığın haline getirip, milletin nefsine, nesline, dinine ve malına saldırtmayı, sonra da bunları cezalandırma adına sehpalar kurmayı da, tarih karşısında ve Hakk Divanı’nda bağışlanmayacak günahlar arasında zikreder. Ardından da, “bütün bunlardan daha büyük bir günah vardır ki, o da, ortalığı yangına ve sele veren bu büyük mücrimlerin, edip eylediklerini günah bilmemeleridir. Evet, Allah ve tarih karşısında affı kabil olmayan tek günah varsa, işte o da budur: Günahın günah olduğunu bilmeme, günahtan ürpermeme günahı” der ve bu en büyük günah sezilip, muhasebenin demir pençesine teslim edileceği âna kadar, toplumun kendini yenilemesi, hattâ ayakta kalmasının zor olduğu ikazında bulunur. (Çağ ve Nesil, 125–28)
Fethullah Gülen, günahlar karşısında tevbe adına da şu şartlardan bahseder:
· Gönülden pişmanlık duymak,
· Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
· Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
· Sorumlulukları yeniden gözden geçirip, ihmal edilen mükelle*fiyetleri yerine getirmek,
· Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları ibadet ü taat ve gecelerdeki yakarışlarla doldurmak,
· Boşa geçen zamanlar için âh u enin edip ağlamak; duygu ve düşüncelere kasdî olarak Allah’tan başka gaye ve yönelişler bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 20)
Aksiyonun mayası aşk
“Gönlünü Allah’a iman ve O’nun marifetiyle onarmış, donatmış bir insan, derecesine göre bütün insanlara, hattâ bütün varlığa karşı derin bir muhabbet ve engin bir aşk duyar; duyar da bütün ömrünü, topyekün varlığı kucaklayan aşkların, vecdlerin, cezbelerin, incizapların ve ruhanî zevklerin gel-gitleri arasında yaşar” diyen Gülen’e göre, aşk olmadan, neticesi itibariyle kalıcı hiçbir hamle ve hareketi gerçekleştirmek mümkün değildir. Özellikle ukba (âhiret) ve öteler boyutlu hareketler, mayasında aşk olmadan istenilen sonuca ulaşamaz. “Allah karşısında var eden ve var olan münasebetler içinde yerimizi belirlemek, varlığımız O’nun varlığının, ziyasının gölgesi olması itibariyle yaratılmış olmanın hazlarını duymak, O’nun hoşnutluğunu yaratılışın gayesi kabul edip, hep o hoşnutluğu avlamaya çalışmak çerçevesiyle sunacağımız İlâhî aşk, sınırsız ve sırlı bir güç kaynağıdır.” Aksiyon insanları bu kaynağı ihmal etmemeli, onu köpürte köpürte yaşamalıdırlar.
Gülen’e göre Batı, aşkı, maddede ve filozofların arkasında felsefenin sisli-dumanlı ikliminde tanımış, tatmış ve yol boyu şüphe ve tereddütler yaşamıştır. Oysa, varlığın kaynağına Kitap ve Sünnet adesesiyle bakarak, Yaratan’a karşı gönüllerde tutuşturulan sevgi, aşk ve humma, O’nun sevgisiyle bütün varlığı sevme, bütün varlığa alâka duyma manâsında metafizik bir olgudur. İnsan, bu aşkla kalpte ve duyguda temizliğe ve saflığa erer, bu aşkla derinlik kazanır ve heyecan ve şevk ikliminde tam bir imanla aksiyonunu yerine getirir. (Fasıldan Fasıla 2, 127)
Düşüncede bütünlük ve davranışta disiplin
Fetanetin bir diğer boyutu veya Gülen’in aksiyonunda ayrı bir aksiyon dinamiği ya da malzemesi, kafa-kalp bütünlüğüne ulaşma, zihni, gerçek yörüngesine oturmuş bilimlerle, Allah’ın eşya ve hadiselerdeki icraatını kavrayarak aydınlatma, kalbi dinî ilimlerle ve saffet, samimiyet, ihlâs ve günahlardan uzak durma ile temiz tutma, bu şekilde komple insan olup, küllî düşünebilmedir. İslâm anlayışını tahlil ederken üzerinde durulduğu üzere, bu bütünlüğü veya küllî düşünebilmeyi medrese-mektep-tekye üçlüsüyle sembolize eden veya müşahhaslaştıran Fethullah Gülen, askiyonda bu üçlüye bir de disiplini ilâve eder ve bunu da ‘kışla’ ile sembolize eder. Çünkü, disiplin denince akla öncelikle kışla gelir. Benzetme sanatında, kendisine benzetilenin, benzetme yönünde cinsleri içinde en üstün vasfa sahip olması, benzetmeye ayrı bir kuvvet katar. Dolayısıyla, disiplinin en iyi uygulandığı yer kışla ve askerlik mesleği olması dolayısıyla, Gülen disiplini kışla ile sembolize eder. Fakat bu, Gülen’ın, bütün aksiyonunda veya kurumlarda askerliğin ve kuvvetin hakim olmasını anlamına gelmez. Gülen için hak kuvvette değil, kuvvet haktadır ve o, hakka ve kanuna tâbi ve hikmetin emrinde bir kuvvetten yanadır. Ona göre, hakka ve kanuna tâbi olmayan, başıboş ve dilediğini yapan kuvvet çılgındır ve ancak tahrip sebebidir:
Kuvvet, hakkın elinde, mantık ve muhakeme rehberliğinde bir kısım proplemleri çözebilecek potansiyel bir güç sayılsa da, his yörüngeli kaba düşüncenin elinde her zaman bir tahrip aleti olagelmiştir. Evet, İskender’in başını döndürüp bakışlarını bulandıran, Napolyon’un dehasını delik-deşik eden, Hitler’i çağın deli tekesi haline getiren, işte bu kuvvet çılgınlığıdır. Ne acıdır ki, günümüzde hak da, mantık da, muhakeme de bu çılgın kuvvet karşısında beraber yenik ve âdeta bir esaret yaşamakta. (Sızıntı, Aralık 1995)
Şüphesiz uzmanlaşmayı reddetmeyen, fakat ona, ancak bütünden kopma*dan ve bütün çerçevesinde, bütünün parçaları hakkında daha öte bilgi ve tecrübe sahibi olmak şeklinde değer veren küllî düşünme, ne yazık ki günümüz dünyasında, modern düşüncede görülen en büyük eksiklik ve hatalardan biridir. Modern düşünce, kâinatı, insanı ve hayatı parça parça ele almakta ve dolayısıyla parçalar arasında bütünlük de kuramadığı için, parçalar üzerinde nicelik yönünden, yani bilgi yığını itibariyle çok ileri gitse de, kalite ve nitelikte alabildiğine sığ kalmaktadır. Oysa, komple insan, küllî düşünebilen, eşya ve hadiseleri, insanı ve kâinatı bütünlüğü içinde kavrayıp, parçalara bu bütünlük içinde yer veren ve aralarındaki bağı görebilen insandır. İşte ancak böyle insanlardır ki, istenen manâda gerçek aksiyonun yönlendiricisi olabilirler. İslâm dünyası, son asırlarda bu bütünlükten, kafa-kalp birlikteliğinden uzaklaştığı, medreseden bilimleri uzaklaştırıp, okula din ve maneviyatı sokmadığı, kuvveti de hak, hikmet, mantık ve muhakeme yörüngesine alamadığı için, yıkılmaktan kurtulamadığı gibi, istenen anlamda bir dirilişi de gerçekleştirememiştir. İşte Gülen’e göre, gerçek bir diriliş ve kalkınma için, bu bütünlüğün sağlanması şarttır (Fasıldan Fasıla 3, 121; Prizma 1, 126–27, 190)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
İhtiyat, tedbir ve sebeplere riayet
Fethullah Gülen’in aksiyon adına üzerinde durduğu hususlardan biri de tedbir, ihtiyat ve sebeplere riayettir. Ona göre, dünyada hiçbir hareket, hiçbir iş, hiçbir hedef mucizelere, Allah’ın yardımları beklentisine bina edilmez. Allah, karşılıklı-karşılıksız yardım edebilir; umulmadık kapılar açabilir. Fakat dünya hikmetler yurdudur; burada sebepler geçerlidir ve Allah burada, her işi, her başarıyı bir sebebe bağlamıştır. O bakımdan, her işe kendi sebepleriye yürünür ve bu sebepleri eksiksiz yerine getirmek, sonra da neticenin beklentisi içinde Allah’a tevekkül etmek, her işte şarttır ve başarının kaynağıdır. Gülen, sık sık, “dünyada sebeplere o kadar sarılmalı ki, görenler, ‘bunlar birer esbapperest (yani bütün bütün sebeplere bağlı)’ demeli; sebepleri yerine getirdikten sonra da Allah’a o kadar tevekkül etmeli ki, görenler bu defa, ‘bunlar tevekkülden başka bir şey bilmiyor’ demeli” hatırlatmasında bulunur.
Gülen’in, bazı dar görüşlüleri uyarma adına söylediği, esasen tarihî ve sosyolojik bir gerçeği de ifade eden, “Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhine ağırlaştırılabilir, dolayısıyla da sıkıntılı bir atmosfere düşebilir.” (Fasıldan Fasıla 1, 119) sözleri, onun aksiyonunda siyasî gaye arayanlar tarafından farklı yorumlanmış ve Gülen’e ‘takıyye’ isnadında bulunulmuştur. Oysa, bu sözün anlamı açıktır. Her sözün her yerde söylenmeyeceği, konuşurken yerin, zamanın, şartların, muhatabın dikkate alınması gerektiği, bir sözün anlamı üzerinde düşünürken, “onu kimin, ne için veya hangi maksatla, kime, hangi şartlarda” söylendiğinin mutlaka nazara alınması gerektiği, herkesin bildiği kurallardandır. Gülen, bununla, muhataplara doğruların nasıl anlatılması gerektiği konusunda bir hatırlatmada bulunmakta ve her doğruyu, her yerde, herkese ve uluorta söylemek o doğruya ihanet olduğu gibi, beklenen tesirin tersini de yapa*bileceğini ifade etmiş olmaktadır. Tarih boyu yeni bir inançla gelen veya toplumun o ana kadar kabullerinin dışında tezler ortaya atan, hattâ yaratılış ve ‘tabiî’ olaylarla ilgili, insana bağlı olmayan ve insanların kabul veya reddiyle değişmeyecek sabit gerçekleri ifade eden bilim adamlarının karşılaştıkları, kimsenin meçhulü değildir. Sokrat, Galile, Bruno zehirle idam edilir, hapse atılır ve yakılırken, buna sebep, herhalde siyasî bir gaye peşinde olmaları değildi. Hz. İsa’yı çarmıha, Hz. Zekeriya’yı testere ile biçmeye, Hz. Yahya’yı ağaç kavuğunda ölüme mahkûm edenler de, herhalde bu peygamberler devlet kurma peşinde koştular diye onlara böyle davranmadılar.
Gülen, aksiyonun sıhhati adına ihtiyat konusunda şu görüşleri serdeder:
İhtiyat, bir iş ve bir hamlede zarar ihtimallerine karşı ve maruz kalınan musibetler neticesinde âh u vâha düşmemek için ehemmiyetli bir davranıştır. Sebep ve vasıtalara sarılmada gerektiği gibi hazırlanamamış nice müteşebbis vardır ki, neticede ya dizini döver veya kadere taş atar. Evet onlar, önce tedbirde kusur ederler, sonra da kaderi tenkitle hataya düşerler.
Bir insanın, umduklarını elde etmesinde, tedbir ve ihtiyat büyük bir sermayedir. Bu hususta gösterilecek küçük bir gevşeklik veya ihmal ise, neticede suçlamalara sebebiyet verecek büyük hatalardandır. Akıllı insan, meydana gelmesi muhtemel mazarratlar daha ortaya çıkmadan, onları bertaraf etmek için çareler bulmuş ve yerli yerine yerleştirmiş olan insandır.
İnsan, her işi bir ön plan ve tedbirle ele almalıdır. Netice itibariyle de maddî-manevî bir fayda ve fazilet vadetmeyen şeylerden katiyen sakınmalıdır. Böyle bir ilk tedbirle ele alınmayan her teşebbüs bir abes ve abesle iştigal ise, kişinin aklının noksanlığına ve çocukluğunu yaşamasına delâlet eder.
Teşebbüsler gibi tedbirler de, Hakk’ın inayetine arz edilmiş birer davetiyedir. Ve aynı zamanda bunlar, bir hakikatın iki yüzünden ibarettir. Bunlardan birinde meydana gelecek kusur, çok defa inayetin kesilmesine ve dolayısıyla da muvaffakiyetsizliğe sebebiyet verecektir. Arızasız yol ve yürüyüş ise, her lâhza basiret üzere olmakla kabildir. Ne mutlu bunu idrak edenlere..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 196)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
GÜLEN’İN AKSİYONUNDA ANA DİNAMİKLER
Fethullah Gülen’in aksiyon anlayışında belli başlı ilkeler üzerinde dur*duktan sonra, şimdi de onun aksiyonundaki ana dinamiklere kısaca bir göz atabiliriz:
Diğergâmlık
Fethullah Gülen’e göre, aksiyonun çok önemli bir unsuru, “yaşatma zevkiyle yaşamaktan vazgeçme” anlamına gelen diğergâmlıktır. Fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlık duyguları ile gönlü dopdolu olan fertler ve böyle fertlerden oluşan bir çoğunluk meydana gelmedikçe, bir toplumun ve milletin ciddî manâda dirilmesi mümkün değildir. Allah Rasûlü (sa.s.) dünya malı adına geride bir şey bırakmadığı gibi, Hz. Ebu Bekir’in de, vefatında taksim edilecek mirası yoktu. Hz. Ömer ise, vefatına yol açan hançer darbesini aldığı zaman, “bakın bakalım, malım borcumu ödeyecek mi? Ödemezse Adiyy oğullarından, onlarda da yoksa Kureyş’ten borç alıp ödeyin” vasiyetinde bulunmuştu. (Fasıldan Fasıla 1, 65)
“Sadece kendini düşünen, ya hiç insan değildir veya eksik bir varlıktır. Gerçek insanlığa giden yol, başkalarını düşünürken gerektiğinde kendini ihmal etmekten geçer” diyen Gülen, diğergâmlığın, hepsi de aynı sonuca çıkan farklı boyutlarını şöyle ifade eder:
İnsan, kendi ayıpları karşısında savcı, başkalarının kusurları karşısında da, onlar hesabına avukat olmalıdır.
Olgun insan ve gerçek dost, Cehennem’den çıkışta ve Cennet’e girişte bile “buyurun” demesini bilendir.
Hakikî insan, şartlar ne olursa olsun, kendi kovasına süt sağarken, başkalarının kovasını da boş bırakmaz. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 121)
İnsanın Hakk katındaki yüceliği, himmetinin yüceliğiyle ölçülür. Himmet yüceliğinin en bariz emaresi ise, insanın, başkalarının mutluluğu adına şahsî haz ve zevklerinden fedakârlıkta bulunmasıdır. Bilmem ki, toplumun selâmeti uğruna, haysiyet ve şerefini ayaklar altına almak, hatta kükremesi gerekli olduğu yerlerde dahi öfkesini yutarak dayanmasını bilmek, şahsî saadetinin bahis mevzûu olduğu her yerde isteklerine hacir koymaktan daha büyük bir fedakârlık tasavvur edilebilir mi? (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 197)
Gülen, diğergâm ruhlar için, şu ifadeleri de kullanır: “İnsanları aydınlatma yolunda koşanlar, hep onların saadetleri için çırpınıp duranlar, hayatın çeşitli uçurumlarında onlara el uzatanlar, kendilerini idrak etmiş öyle yüce ruhlardır ki, bunlar, içinde yaşadıkları cemiyetin koruyucu melekleri gibi, toplumu saran musibetlerle pençeleşir, fırtınaları göğüsler, yangınların üzerine yürür ve muhtemel sarsıntılar karşısında daima tetikte bekler dururlar.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 208)
Sevgi, ümit ve merhamet
Fethullah Gülen’in aksiyonun ana malzemeleri içinde sevgi, merhamet ve ümidin ayrı bir yeri vardır.
Fethullah Gülen’e göre sevgi, insanoğlunu varlığa uyaran ilk nağme ve içinde sallandığı ilk beşik olup, geleceğin aydınlık ve mesut dünyalarını ancak muhabbetle şahlanmış sevgi kahramanları kuracaktır: “dudaklarında muhabbetten tebessüm, gönülleri sevgiyle harman, bakışları insanî duygularla buğu buğu; herkese ve her şeye şefkatle gamze çakan; doğup-batan güneşlerden, yanıp-sönen yıldızlardan hep muhabbet mesajları alan sevgi kahramanları”. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 192)
Gülen için sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir ve bu kuvvetin yeryüzünde yenemeyeceği hiçbir hasım yoktur. Sevgi, evvelâ bütünleşebildiği her ruhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da bu ruhlar, sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere hakim kılma yoluna girerler. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken “sevgi” der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler.
Gülen, “sevmeyen ruhların olgunlaşıp insanî semalara yükselmelerine imkân yoktur” der. Ona göre, böyleleri yüzlerce sene yaşasalar dahi olgunluk adına bir çuvaldız boyu yol alamazlar. Sevgiden mahrum sineler, bir türlü egonun karanlık labirentlerinden kurtulamadıkları için, kimseyi sevemez, sevgiyi sezemez ve varlığın sinesindeki muhabbetten habersiz olarak kahrolur giderler. (Yitirilmiş Cennet’e Doğru, 96)
Fethullah Gülen’e göre, sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en ayırt edici vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. O, “Sen insanı sev, insanlığa hayran ol” der. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 101)
Gülen, kâinatın mayası ve ona hakim sevginin tezahürleri konusunda şu renkli tasvirlerde bulunur:
Güneşin çehresinde sevginin izleri vardır. Sular buhar buhar o sevgiye doğru yükselir; yukarılarda damlalaşan su habbecikleri, o sevginin kanatlarıyla kanatlanır ve nâralar atarak başaşağı toprağın bağrına inerler. Güller, çiçekler sevgiyle gerilir ve gelip geçenlere tebessümler yağdırırlar. Yaprakların bağrına taht kuran jaleler, durmadan çevrelerine sevgi dolu gamzeler çakar ve sevgiyle raksederler. Koyun, kuzu sevgiyle meleşir ve birleşir; kuşlar ve kuşcuklar sevgiyle cıvıldaşırlar ve sevgi koroları teşkil ederler. Her varlık, kâinattaki yeri itibarıyla bu geniş sevginin bir yanını, parlak bir senfonizma ile seslendirmekde, iradî ve gayr-i iradî, varlığın sînesindeki derin aşk ve muhabbeti göstermeye çalışmaktadır. Sevgi, insan ruhunda öyle derin izler bırakır ki, o uğurda yurt-yuva terkedilir, icabında ocaklar söner ve her vadide ayrı bir mecnun “Leylâ!” der inler. Ruhundaki sevgiyi kavrayamamış sığ gönüller ise bu işe delilik derler..! (Yitirilmiş Cennet’e Doğru, 96–7)
Fethullah Gülen, iman, düşünce ve aksiyon hayatında en çok önem verdiği hususlardan biri olan diğergamlığın, yani başkaları için yaşamanın kaynağı olarak da sevgiyi görür. İnsanlar arasında bu sevgiden en çok hisse alanlar en büyük kahramanlardır: içlerindeki kinleri, nefretleri söküp atmaya muvaffak olmuş en büyük kahramanlar... Ölüm bu kahramanların soluklarını kesemez. Hazan onların çiçeklerini solduramaz. Aslında her gün iç dünyalarında ayrı bir sevgi meşalesi tutuşturup, kalblerini sevginin, mürüvvetin fideliği ve bahçesi hâline getiren ve duygu dünyalarında açtıkları yollar ve tünellerle bütün gönüllere girmesini bilen bu çalımlı ruhlar, öyle yüksek bir divandan “ebed-müddet” yaşama hakkını almışlardır ki, değil ölüm ve fânilik, kıyametler dahi onların çiçeklerini solduramaz ve kadehlerini deviremez. (Yitirilmiş Cennet’e Doğru, 96–7)
Gülen’in hem İslâm anlayışında, hem de aksiyonunda merhamet ve ümidin de çok önemli yeleri vardır. “Sonbaharda dalından bir yaprağın düştüğünü görsem, kolum kopmuş gibi acı duyarım” diyen, bunun için odasındaki çiçeklerin solmasına, kurumasına ve yapraklarını dökmesine asla tahammül edemeyip, odasında bu duruma gelmiş çiçek bulundurmayan, karınca gibi bir hayvanın bile ayak altında kalıp ölmesine tahammül edemeyen Fethullah Gülen’e göre, gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla yer düzene kavuşmuş, sema tesviye görmüştür. Makro-âlemden mikroâleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir. Bu hareket ve işleyişte her şeyin, ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Ve bütün varlıklar, bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümayan (görünmekte), her sıçrayışta merhamet şûle-feşândır (parlamaktadır).
Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet vadeder. Bu itibarladır ki, kâinata, bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar, tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritim içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değildir.
Gülen, bunları söyledikten sonra, kâinattaki bütün merhamet ve şefkatlerin oluşturduğu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış en geniş ve nihayetsiz rahmeti, yani Hakk’ın rahmetini sezip hissedemeyenleri talihsiz ruhlar olarak niteler ve şöyle der:
Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle, idrak ve düşüncesiyle “konsantre” olarak bu engin rahmeti kavrama ve soluklarıyla ona kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır. İçinde yaşadığı topluma, insanlığa, hattâ bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetindedir. O, bu yolda merhamet ettiği nisbette yücelir; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşır, hakirleşir ve insanlığın yüzkarası olur. Bir bâğiye (kötü yola düşmüş kadın), susuzluktan kıvranan zavallı bir köpeğe merhamet edip su içirdiği için cennetlere yükseldiğini ve evindeki kediyi, aç bırakıp, ölümüne sebebiyet veren bir başkasının ise, yıkılıp Tamu’ya gittiğini, en doğru sözlüden işitiyoruz. (Sızıntı, Kasım 1980)
Gülen için ümit ise, her şeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nisbetindedir. Bu itibarladır ki, sağlam inanç mahsulü çok şeyler, bazılarınca harika zannedilmektedir. Aslında ümit, azim ve kararlılık, iman dolu bir kalbe girince, beşerî normaller aşılmış olur. Bu seviyede gönül hayatına sahip olamayanlar ise, bunu fevkalâdeden sayarlar. Hele insan, inanacağı şeyi iyi seçebilmiş ve ona gönül vermişse, artık onun ruh dünyasında, ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinlikden asla söz edilemez.
Fethullah Gülen’e göre ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettdir. Bu sezişle insan, kâinatlar ötesi Kudreti Sonsuz’la münasebete geçer ve onunla her şeye yetebilecek bir güç ve kuvvete ulaşır. Bu sayede zerre güneş, damla derya, parça bütün ve ruh kâinatın bir soluğu haline gelir. ‘Solmayan renge, sönmeyen ışığa, batmayan güneşe’ dilbeste olan bir ruhtur ki, gecesi sabah aydınlığında, gündüzü Cennet bahçeleri gibi rengârenktir. Böylelerinin karanlık bilmeyen ufuklarında güneşler kol gezer ve değişen mevsimler, farklı manzaraların büyüleyici meşherleri gibi birbirini takip eder durur. Veyahut her biri bir ulu ağaç gibi, semaya doğru ser çekmiş ve kök kök üstüne zeminin derinliklerine inmiştir ki, ne karın, dolunun şiddeti, ne de tipinin, boranın yakıp kavuruculuğu onları müteessir etmez. Sonsuza bağlanmış ve ümitle dolu bu gönüller, bahar demez yaz demez; hazan demez, kış demez, kucak kucak meyvelerle gelir ve o görkemli kametten bekleneni yerine getirirler (Çağ ve Nesil, 1-3).
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Hoşgörü ve af
“İyileri iyilikleriyle alkışlama, inanmış gönüllere mürüvvetli olma, inkârcılara yumuşak yaklaşıp, kinlerini ve nefretlerini eritme ve Mesih gibi diriltici soluklara sahip olma” manâsında hoşgörü ve müsamaha, Gülen’in terminolojisinde ayrı bir derinliğe sahiptir. Ayrıca, kötülükleri iyilikle savma, görgüsüzce muamelelere aldırış etmeme, töre-bilmezlere karşı âlicenap olma da, müsamaha veya hoşgörünün diğer şartları veya boyutlarıdır (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 101).
Gülen, aksiyon insanının müsamaha veya hoşgörüsünü anlatırken, şu çok çarpıcı ifadeleri kullanır:
· Aç herkese, açabildiğin kadar sineni, ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül..!
· İyileri iyilikleriyle alkışla; inanmış gönüllere mürüvvetli ol; münkirlere öyle yumuşak yanaş ki, kinleri, nefretleri eriyip gitsin ve sen, soluklarında daima Mesih ol..!
· Yolların en renklisinde ve beyanların en çarpıcısıyla, göklerle alışverişinde bir Yüce Rehber’in arkasında olduğunu unutma! Unutma ve bu hususların bir tekine bile sahip bulunmayanları düşünüp insaflı ol.!
· Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla karakterini aksettirir. Sen, müsamaha yolunu seç ve töre-bilmezlere karşı âlicenap ol..!
· Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en mümeyyiz (ayırt edici) vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. Sen insanı sev; insanlığa hayran ol..!
· Sakınıp bir kere dahi olsa, nefsin hakemliğine düşmemelisin; zira ona göre, senden başka herkes mücrim, her fert de talihsizdir. Bu ise, en doğru sözlünün beyanında şahsın helâki demektir. Sen, nefsine karşı oldukça sert, başkalarına karşı da yumuşaklardan yumuşak ol..!
· Hakk’ın sana karşı muamelesini ölçü kabul edip, halka karşı öyle davranmalısın. O zaman, halk içinde Hakk’la beraber olur, her iki yalnızlığın vahşetlerinden de kurtulursun...
· Yaratıcı’nın nazarında ne olduğunu, gönlünde O’na ayırdığın yer ile, halk katındaki mevkiini de, onlara karşı olan tavırlarınla tartıp değerlendirebilirsin. Hakk’dan bir lâhza gafil olma! Ve, “insanlar içinde insanlardan bir insan ol..!”
· Hasılı, insanlar içinde sevgi ve itibarını korumak için, Hakk için sev! Hakk için nefret et! Ve, gönlü Hakk’a açık bir insan ol..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 101-102)
Gülen, her zaman düşüp günaha girme istidadındaki insanın en büyük arzu ve beklentisinin af ve hoşgörü olduğunu söyler. Ona göre, af dileme, af bekleme ve kaçırılan fırsatlar için inleme, bir idrak ve şuur işi olması itibariyle nasıl kıymetli ise, affetme de o kadar, hattâ ondan da ileri bir yücelik ve fazilet işidir. Affediliş, bir tamir, bir öze dönüş ve yeniden kendini buluş demektir. Bundan ötürüdür ki, Rahmeti Sonsuz’un katında en sevimli davranış, bu dönüş ve arayış hafakanları içinde sürdürülmüş olandır.
Affedenler, affa mazhar olur. Bağışlamasını bilmeyen bağışlanmaz. İnsanlara karşı müsamaha yolunu tıkayanlar, insanlığını yitirmiş canavarlardır. Bir kere olsun, kendi günahının muhasebesiyle iki büklüm olmamış bu hoyratlar, hiçbir zaman affedicilikteki yüce zevki idrak edemeyeceklerdir. Hz. Mesih (a.s.), taşlanmaya götürülen bir mücrim karşısında, eli taşlı kalabalıklara şöyle seslenmişti: “İlk taşı, hiç günahı olmayan birisi atsın!” Bu bağlayıcı ifadedeki inceliği anlayan hangi fert, taşlanacak başı varken, başkasını taşlamaya yeltenir? Keşke, hayatını başkalarının hayat muhasebesinde tüketen günümüzün talihsizleri bunu anlayabilselerdi..! (Sızıntı, Mart 1980)
Sabır ve sebat
Gülen’in düşüncesinde aksiyonun olmazsa olmaz bir diğer boyutu, sabır ve sebattır. Onun için, gerçeği bulma ve ona gönül verme ne kadar ehemmiyetli ise, bulduktan sonra vefalı olup o yolda sebat göstermek de, o kadar önemli ve üzerinde titizlikle durulmaya değer bir husustur. Sık sık ahd ü peymanını bozarak kararsızlığa düşenler, gün gelir kendilerine karşı da güven hissini kaybederek yavaş yavaş başkalarının tesirine girerler. Zamanla bütün bütün şahsiyetlerini de yitiren bu meflûç ruhların, artık ne kendilerine ne de cemiyete herhangi bir yararı olabilir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 203).
Gülen’in sabır anlayışının, Allah’ın emirlerini yerine getirmede gösteril*mesi gereken sabır; günahlara karşı direnme ve Allah’ın yasaklarından kaçın*mada gösterilmesi gereken sabır; aceleci olmama ve zamanın, şartların getirdiği olumsuzluklar karşısında ümitsizliğe düşmeme manâsında sabır; Hakk’ın kaza ve kaderine rıza gösterme, dolayısıyla başa gelen musibetlere hiç şikâyetsiz dayanma manâsında sabır ve dünyanın çekiciliklerine kapılmama anlamında sabır olarak, bir takım boyutları vardır (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 142–43).
Fethullah Gülen, sebat ve dayanma konusunda, onun gerek İslâm ve insanlık anlayışını, gerekse aksiyonunu tanımamıza yardımcı olacak daha başka farklı ve çoklarında görülmeyen mütalâalarda da bulunur. Ona göre, Hakk’a gönül vermiş bir insan, Âhiret yolundaki hizmetlerin mükâfatını dünyada isteme ve halkın teveccühünü büyüklük emaresi sayıp da, kendisini büyük görme gibi görgüsüzlüklere düşmemelidir. Ayrıca, kimseden hürmet beklememeli; mille*tine karşı verdiği hizmetleri, başkalarına yaptığı iyilikleri, onların yüzüne çarpma gibi küçüklüklere girmemelidir; çünkü yapılan bir görevdir ve her insan, bu görevi yerine getirme sorumluluğu altındadır.
Gülen’e göre, aksiyon sürecinde insan, bir takım güzelliklerle karşıla*şabileceği gibi, bir takım olumsuzluklarla da karşı karşıya gelebilir. İstemeden kendisine mükâfatlar da verilebilir; ceza, tevbih ve kınama da görebilir. Gerçek aksiyon insanı, mükâfatı da, cezayı da, bu sahada Allah’ın lütfunu da kahrını da bir bilmelidir. Ayrıca, yaptığı hizmetleri asla anlatmamalı, bu hizmetler sonucunda bir takım müsbet sonuçlar ortaya çıkarsa, bunları Allah’a vermeli, arkadaşlarının gayretlerine terettüp etmiş İlâhî birer lütuf olarak görmelidir. Gülen, bu mütalâalarını son olarak, şöyle bağlar:
İlmim, izzetim, onurum deyip nefis türküleriyle düşmanlarını memnun, dostlarını da dilgîr etme! Varsa meziyetin, bırak öbür âlem için sümbül versin, başak bağlasın! Ve senin hayatının destanları, meleklerin ebedî nağmeleri olarak kalıp gitsin. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 200-201)
Gülen, “Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin” (Bakara/2: 153) âyetinden hareketle, sabır ve namazın aksiyoner için iki yardım kaynağı olduğunu belirtir ve şöyle der:
Sabırla namaz, birbirinden ayrılmaz iki parça gibidir. Çünkü namaz, Allah’a imandan sonra kulluk adına yapılabilecek en büyük iştir. Evet namaz; malî, bedenî bütün ibadetleri câmî (içine alan) bir ibadettir. Hac, oruç ve zekât gibi ibadetlerin nüvelerini de onda görmek mümkündür. Yalnız bu, kâmil manâda eda edilen namaz için geçerlidir. Dolayısıyla her insan namazını kılarken, onu kâmil manâda eda etmeye çalışmalıdır.
Muvaffakiyetlerin kaderi sabır taşı altında planlanır.. iyi yolun kötü yoldan ayrılma noktası sabır levhasıyla belirlenir.. Hakk’a kulluğun ağır eforları, sabır dopingiyle gerçekleştirilebilir.. iman, islâm, ihsan haki*katine sabır helezonuyla yükselinir.. ve insanın, ömür boyu, imandan marifete, marifetten muhabbete, mehafete, ruhani zevklere, hakiki vuslata ermek gibi bir gayesi ve derdi varsa, sabır onun zâdı, zahîresi (gıdası ve malzemesi), güç kaynağı gibi, hep mevcudiyetini hissettirir şekilde onun yanında olmalıdır.
Sabır, kendi içindeki çeşitleriyle düşünüldüğünde, insanoğlunun terak*kisi adına sunulan reçetenin bu birinci maddesinin önemi kendi kendine ortaya çıkar. Esasen, böyle bir inayet yolunda, birinci esas olarak arz ettiğimiz namaz için de, maddî sebepler dünyasında koşmak için de hep sabra ihtiyaç vardır.
İçinde sabır temrini de ihtiva eden namaz, imanın istikrarı, ruhun tasaffisi (saflaşması), ruhî, bedenî sıhhatin en önemli esas ve vesilesi, içtimaî anlaşma, uzlaşma ve kaynaşmanın en sıcak, en müessir zemini ve toplum olmanın en açık tezahürüdür. Namaz, bütün ibadetlerin piri ve din gemisinin rotası ve kalpte miraca ulaşmanın da ışıktan mer*divenidir. Namazla, imanını tabiatının bir yanı haline getiren, onunla ruhunu saflaştırabilen, yine onunla kalbî hayatın enginliklerine açılabilen ve onun o yumuşaklardan yumuşak sıcak ikliminde bünyan-ı marsus (kurşunla perçinlenmiş bina) gibi bir ümmet olduğunu duyan herkes, kulluk yolunun sıkıntılarını rahatlıkla aşabilir ve hedefine ulaşabilir. (Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar 1, 80-81; Prizma 2, 152–53)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Vefa ve sadakat
Fethullah Gülen’in düşüncesinde vefa ve sadakat, sıhhatli bir aksiyon adına olmazsa olmaz şartlardan, bu aksiyonun en önemli dinamik ve malzeme*lerindendir. Vefa ve sadakatın, Allah’a karşı kullukta ısrar, O’nun kapısından bir an bile ayrılmama, sürekli O’nun rızasını ve hoşnutluğunu kollama ve bir de, insanın gönül verdiği hedefe doğru yolda sapmadan yürüme şeklinde iki boyutu vardır.
Gülen, “vefayı, insanın gönlüyle bütünleşmesi şeklinde tarif edenler de olmuştur” der ve kalbî, ruhî hayatı olmayanlardan vefa ve sadakat beklene*meyeceğini belirtir. Çünkü, ona göre, kin, nefret ve kıskançlık gibi duygular vefayı öldüren birer zehir olduğu gibi, konuşurken doğru beyanda bulunma, verilen sözlerde, edilen yeminlerde durma, vadi ve ahdi yerine getirme, ancak gönül hayatına bağlıdır. “Kendini yalan ve aldatmadan kurtaramayan, her an verdiği söz ve yeminlere muhalif hareket eden ve bir türlü yüklendiği mesuliyetlerin ağırlığını hissetmeyen iki yüzlü ve müraî tiplerin gönül hayatları olabileceğine ihtimal vermek, sadece bir aldanmışlıktır. Böylelerinden vefa beklemek ise, bütün bütün gaflet ve safderûnluk ifâdesidir.” Gülen, vefanın önemi konusunda şunları da ilâve eder:
Fert, vefa duygusuyla itimada şayan olur, yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise devam eder ve canlı kalır. Millet, bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet, kendi vatandaşına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede, ne olgun fertten, ne emniyet vadeden yuvadan, ne de istikrarlı ve güvenilir devletten bahsetmek mümkündür. Böyle bir ülkede fertler birbirlerine karşı kuş*kulu, yuva kendi içinde huzursuz, devlet vatandaşa karşı uğursuzlardan uğursuz ve her şey birbirine karşı yabancıdır.
Gönül hayatını öldüren, dolayısıyla vefa ve sadakat duygularını çökerten, içte değişikliğe uğramadır. İçte değişikliğe uğramanın önemli bir emaresi de, evrâd ü ezkârı, yani kişinin günlük okuduğu dua, zikir ve münacatları terket*mesidir. Bu bakımdan, içte değişikliğe uğramamak ve dolayısıyla vefa ve sadakati korumak için evrâd ü ezkâra devam etmek, Rabb’le münasebeti güçlü tutmak, zihinleri sürekli ilim ve hikmetle, gönülleri de yakîn ve doygunlukla beslemek gerekir. (Fasıldan Fasıla 1, 114–15; c: 2, 114–15.)
Kendini yenileme
Birinci bölümde de üzerinde durulduğu üzere, kendini yenileme, Fethullah Gülen’in hem düşüncesinde, hem de aksiyonunda ayrı bir yere sahiptir. O, kendini yenilemeyi, devamlı var olabilmenin ilk şartı ve en mühim esası olarak görür. Ona göre, sırası geldikçe kendilerini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Her şey, kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür. Yenilenme durunca da canı çekilmiş ceset gibi, çürü*meye, heba olup dağılmaya terk edilmiş olur.
Gülen, “kendini yenileme, yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü ile de karıştırılmamalıdır” der ve şöyle devam eder: “Bunlardan biri, yani yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü, her şeyiyle delik deşik olmuş yığınların yüzüne boya çalıp, yarıkları kapama ameliyesi ise, diğeri, yani gerçek yenilenme, Hızır çeşmesinden getirilen ‘âb-ı hayât’la, topluma ölümsüzlük kazandırma aksiyo*nundan ibarettir. Gerçek yenilenme, kök ve çekirdekteki saffeti koruyarak ve veraset yoluyla geçmişten süzülüp gelen bütün kıymetlerin, hâlihazırdaki dü*şünce ve irfan buğularıyla sentezleri yapılarak daha yeni, daha berrak tefekkür iklimlerine ulaşmaktır. Yoksa, yenilik ve eskiliği, sırta geçirilen bir cepken ve feracede, bir frak ve briyantinli saçta görmek, düpedüz bir aldanmışlık ve öyle göstermeye kalkışmak da bir illüzyonizm ve hokkabazlıktır. İlimlerin gelişip inkişaf etmesini, teknolojinin yeni yeni imkânlar hazırlayıp istifademize sunmasını en iyi şekilde değerlendirerek, elimizdeki menşûru (mercek) sık sık kalbimize çevirip, yeni baştan kanaat, düşünce ve tasavvurlarımızı yoklamak, gönlümüzdeki irfan peteğine her gün başka başka şeyler ilave etmek ve her lâhza birkaç defa, bütün kâinatları ruh prizmasından geçirerek dimağlara “efor” yaptırtmak, işte gerçek yenilenme budur.” (Sızıntı, Nisan 1982)
Çile ve ızdırap
Denebilir ki, Fethullah Gülen’in aksiyonunda en önemli dinamiği çile ve ızdırap oluşturur. Çile ve ızdırap, bir bakıma onun varlığının mayası gibidir. Fethullah Gülen’i bazıları, bir takım düşünceleri ve tavır alışlarıyla eleştirebilir. Zaten, ne Gülen kendisini hatasız görmekte, ne de çevresindekiler ona böyle bakmaktadır. Fakat şu da bir gerçektir ki, kendisini Allah’a kulluğa ve O’nun rızasına, dolayısıyla bu çerçevede O’nun adını herkese duyurup, mümkün ve İlâhî Meşiet’in izni olsa, bütün insanların iman edip, ebedî Cehennem azabından kurtularak, Cennet’e gitmesine, ayrıca, önce Türkiye ve Türk insanı olmak üzere, daha sonra bütün insanlık çapında “yitirilmiş cennet”in, altın bir çağın beşerin ferdî ve sosyal hayatının ufuklarında tulûuyla, herkesin faziletlerle bezeli mutlu bir hayat yaşamasına adamış bir insan olarak Fethullah Gülen, çok rahat söyleyebiliriz ki, bütün varlığı çile ve ızdırapla yoğrulmuş tam bir çile ve ızdırap insanıdır. Buna, onu az da olsa yakından tanıyanlar şahit olduğu gibi, yazılarına az göz atıp, sohbetlerine az kulak verenler, çile ve ızdırabın onun hayatında nasıl bir yer tuttuğunu görebileceklerdir.
Çile, Gülen’e göre, yüce hedeflere varmanın ve yüksek neticeler elde etmenin tek yoludur. Hakikat yolcusu, çile ile günahlardan arınır; onunla saflaşır ve onunla özüne erer. Çilenin olmadığı yerde ne olgunlaşmadan, ne de ruhla bütünleşmeden bahsetmek mümkündür. Ruh, çile ile kemale erer. Gönül, çile ile inkişaf eder. Çile görmemiş ruhlar ham, gönüller de kolu kanadı kırık ve ölgündür. Çile, çalışmaya ve o yolla elde edilen şeylere kat kat değer kazandırır. Çilesiz elde edilenler ise, mirastan gelen mal gibidir. Gelişi emeksiz, gidişi de üzüntüsüz olur. Ancak binbir ızdırapla kazanılan şeylerdir ki, muhafazası uğrunda canlar feda edilir... Bir millet ve bir medeniyet büyük muzdarip ve çile*keşlerin öncülüğünde kurulmuş ise sıhhatli, istikrarlı ve gelecek adına ümit ve*ricidir. Aksine, hayatında bir kere olsun ağlamamış, inlememiş ve sancı çekmemişlerin elinin altında doğmuş ve gelişmişse, zayi olmaya namzet ve talih*sizdir. Bir kere olsun, sahip olduğu şeyler uğrunda aç-susuz kalmayan, yurdunu, yuvasını terk etmeyen, belli bir dönemin zarurî sarsıntılarına, sıkıntılarına ma*ruz kalmayan ızdırapsızlardan, hayatlarını, madde ve konforun levsiyatı içinde geçiren ham ruhlardan hiçbir fedakârlık beklenemez. Fedakârlığın olmadığı yerde de sıhhatli bir aksiyondan bahsedilemez (Buhranlar Anaforunda İnsan, 7-10).
Çile ve ızdırap, Fethullah Gülen’in hayat ve karakterinin en önemli bir boyutu olduğu gibi, onun aksiyon düşencesinde en derin yeri tutar. Bu konuda o, yine şöyle der:
Kendisine peygamberlik gelmeden önce de geldikten sonra da Efen*dimiz (s.a.s.), insanlığın içinde bulunduğu maddî-manevî sefalet ve dalâlet tabloları karşısında hep ızdıraptan iki büklüm olmuştur. O kadar ki, zaman zaman inzivaya çekildiğini, tek başına kaldığını siyer kitapları kaydediyor. Peygamberlikten sonraki ızdırabına ise, Kur’ân-ı Kerim, iki yerde açık, bir yerde işareten temas eder ki, bunlardan, “Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helak edeceksin” ayeti, bana çok manidar ve ürpertici gelir. Izdırapsızlık, bizim en büyük eksikliğimizdir. Eğer iman ve Kur’ân hakikatlerinin neşv u neması ve maşeri vicdanda makes bulması hususunda ızdıraptan haftada birkaç gün uykumuz kaçmıyorsa, ileride uykumuzu kaçıracak şeyler olacak demektir. İşin doğrusu, dertten çatlamayanlar karşısında bazen insanın çatlayası geliyor... (Fasıldan Fasıla 1, 84–5)
Gülen’in bilhassa şiirlerinde ızdırap temasının çok işlendiğini görürüz:
Izdırap, gece yarısında vuran gong gibi,
(Tın tın) ötüp yüreğimi hoplatır âniden...
Eski hülyalarım ki, yok hiçbirinin dibi,
Bağı kopmuş inciler gibi dökülür birden...
Izdırap, yalnız kaldığım anlardaki dostum;
Ruhumu saran hafakan, kafamda yanan kor.
İnleyeyim derim.. inleyemez, yutkunurum;
Yanıp da dışa sızdırmamak, doğrusu çok zor...
Gecede bir sürü ilham, bir sürü de azap,
Ve, düşünce kuşağında hep doğum sancısı..
Azapsız dimağların görecekleri serap;
Sancılar değil, sancı çekmemek en acısı...
Ey ızdırap; anladım ki her şey senin ile!
Sen Hakk’a giden yollarda vuslata vesile... (Kırık Mızrap 1-2, 64–5 )
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
İstiğfar ve gözyaşı
İslâm’a,bütün derinliğiyle Allah’ın gönderdiği bir din olarak inanıp bağ*lanan ve onu öncelikle kalp ve ruh seviyesinde yaşamaya çalışan bir insan olarak Fethullah Gülen’in, hem hayatında, hem de aksiyonunda istiğfar (Allah’tan günahların bağışlanmasını dileme) ve gözyaşı apayrı bir öneme sahiptir. Çile ve ızdırapla beraber gözyaşı, bir de istiğfar ve dua, onun için sorumlu bir mü’minin hayatını özetleyebilecek birkaç önemli ve sırlı kelimedir. İmanının, insanlığının, hayatın anlamının ve sorumluluğunun şuurunda bir mü’min, hayatını bu kelimeler, onların manâ ve muhtevası üzerinde örgüler ve denebilir ki o, bir çile olur, ızdırap olur, istiğfar olur, gözyaşı olur, dua olur. Fethullah Gülen, İslâm’a da insana da, İslâm’ın ve insanlığın manâsına da bu pencerelerden bakar.
Onun için gözyaşı, Hakk rahmetinin insan gözünde damla damla olmasıdır; dilin, duygunun ve gönlün el ele, yüz yüze birleştiği, iç içe girdiği ânın çiçekleşmesi üzerinde birer jaledir; ihlâs ve samimiyet sahibi, bağrı yanık ve ciğeri kebap insanlar için bir boşalma eylemidir; dünyada, dayanılmaz hale gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, Âhiret’te de Cehennem’in alevlerini söndürecek tek iksirdir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü (s.a.s.), “Mahşer’de, Cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail Aleyhisselâm elinde bir bardak suyla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: “Bu, mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.” buyurmuştur. Yine onun içindir ki, Cennet hûrilerinin kulaklarındaki küpeler, göz damlalarının yanında toprak kadar aşağı ve değersiz kalır..! (Çağ ve Nesil, 39; Fasıldan Fasıla 2, 29-30)
Gülen, gözyaşı için aksiyon açısından ise şunları söyler ve insanları şu sözlerle ağlamaya çağırır:
Uzun senelerden beri ne kadar hasretiz gözyaşlarına..! Onu, bu mem*leketin taşına, toprağına, evine, mabedine sormalı. Sormalı şu dağlara, taşlara ve üzerinde uçuşan kuşlara... Ve bütün bir maziye sormalı, bağrına kaç damla gözyaşı düştüğünü. Sonra mabetlerdeki sütunlara, geniş kubbelere ve çevredeki duvarlara da sormalı, ne zamandan beri hıçkırığa hasret olduklarını. Seccadelere de sormalı, kaç defa gözyaş*larıyla ıslandıklarını.
Şimdi sizler, ey bütün bir tarih boyunca ağlamayı unutmuşlar! Gam*sızlar, dertsizler ve ağlanacak hallerine gülenler! Gelin, şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son vererek beraber ağlayalım! Cehaletimize ağlayalım! Kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım! Kusurdan bir heykel haline gelmiş mahiyetimize, duygu*larımızın dumura uğrayışına ve hoyratlaşan gönlümüze ağlayalım! Bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi dirileceğimize, tasmalı ve prangalı büyük imtihanda, en büyük merasimde fevc fevc geçecek olan mazinin şanlıları arasında yer bulamayacağımıza ağlayalım! Daldan kopan bir meyve gibi yalnız düşüşümüze, ayaklar altında ezilişimize, rahmetten cüda kalışımıza ağlayalım..! Yukarılara doğru güvercinler gibi kanat çırpalım ve çok yükseklerde öyle bir “âh” edelim ki, ünümüz, gözyaşlarından meydana gelen bulutları harekete getirsin. Sonra ateşimizi söndürecek o damlalar, yağmurlar gibi başımızdan aşağıya insin ve ateşimizi söndürsün! Kin ve nefret ateşini. Bütün dünya ve ukba ateşini...
Allah’ım! Sen’den diliyor ve dileniyoruz: Gözlerimize yaş ver ve bizi ağlat! Merhamet etmen için, Sen’den uzak kalış hasretini duyamayışımıza ağlat! Gönlün şak şak oluşuna, ağyar ateşine yanışına, öyle ağlat ki, sineler kebap olsun; ondan bir feryat çıksın, meleği ve feleği velveleye versin. Beni de ağlat; gece kadar karanlık ruhuma şefkat et de ağlat! Ağlamalarıma dahi ağlamam lâzım geldiği için ağlat! Bükülmüş şu kaddime, solgun ve ölgün rengime, burulmuş boynuma ve kırık kalbime merhamet et de ağlat! Şu en sakin anda, sızlanışlara cevap verdiğin dakikalarda, kapkara gönlümle değil, Sen’den başkasına secde etmeyen başımla sana dönüyor, titreyen dudaklarımla ağlatmanı diliyorum.
Heyhat ki, “merhamet merhamet” diyeceğim an, bir hâil (perde) gibi günahlarım karşıma dikiliyor ve içimde yığın yığın burkuntu meydana getiriyor. Allah’ım! Benim uzaklığım itibarıyla değil, Senin yakınlığın hürmetine kalbime rikkat ver ve öyle ağlat ki, kendimi kaybedeyim, yolunda ar ve haysiyetten geçeyim, tâ, “bu delidir” desinler...
“Gidip boynumda zincir ile ol Ravza-ı Pâk’e / O denlü ağlayayım ben ki, görenler hep beni dîvâne sansın.”
Ola ki, düşen damlalardan bir tanesi aşkına düşmüş olur; işte o, benim için ummanlara bedeldir. Şehid kanı kadar aziz gözyaşları içinde nefesim kesilirken, varlık sırrını bana duyur! Şu kararsız gönlümü doyur! Hicabımdan yüzümü saklamaya çalışayım. Habibine görünmek istemeyeyim. Pişdarım ve âli Rehberimden kaçayım. Sonra bir âli divan kurulsun. Ben zülüfleri dağınık, hıçkırıkları gırtlağında düğümlenmiş, yüzü karaların uğramadığı o divana çağrılayım “Lâ tüâhiznâ (Bizi sorguya çekme!)” kalkanıyla huzura varayım. Kirlerime göz yumup, “Bu da bizdendi” desinler; dilenciye bir mülk bağışlasınlar! Çöl yolcusunu sevindirip bir bulut ve bir meltemle imdadıma yetişsinler! Sevincimden orada yığılıp kalayım! Gözyaşlarım içinde boğulayım...! (Sızıntı, Eylül 1979)
Gülen, bazı âyetleri misal vererek, gözyaşının Kur’ân’da da takdir edilip övüldüğünü anlatır: Mü’minleri överken, “Onlar Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar” (İsra/17: 107) diyen Kur’ân, günahları kendilerini kuşatmış olanlara ise, “Az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe/9: 82) ihtarında bulunur. Peygamber Efendimiz de, “Ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allahım” diye yalvarır. Samimi gözyaşları kalb inceliğinin ve hassasiyetin de ifadesidir. Kalpleri kaskatı olmuş, duyguları örümcek bağlamışlarda gözyaşı görülmez. (Fasıldan Fasıla 2, 30)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
AKSİYONUN ÖNÜNDE ENGELLER
Sağlıklı bir aksiyon için, bazıları üzerinde yukarıda kısmen durduğumuz prensipler getiren ve onun dinamiklerini nazara veren Fethullah Gülen, böyle bir aksiyonun önündeki engellere ve aksiyon yolundaki tehlikelere de dikkat çeker. Bu engel veya tehlikeler içinde de daha çok bedenî zevklere mağlûbiyet, makam ve rahat düşkünlüğü, bencillik, kanıksama (ülfet), sebatsızlık ve günahlara dalma gibi, her biri tek başına fertleri de toplumları da yutabilecek çukurlar üzerinde durur.
Şöhret ve makam düşkünlüğü
Gülen’e göre, insanda pek çok iyi şeylerin özü ve çekirdekleri, meselâ hasbîlik, samimiyet, diğergâmlık, istiğna gibi güzel huylar bulunduğu gibi, bunların yanısıra, bir kısım faydalar için kötü şeylerin esasları, sözgelimi, makam sevgisi, mansıp düşüncesi, görünme arzusu nevinden kalbi öldüren, ruhu felç eden kötü hasletler de onda mevcuttur. Samimiyet ve ihlâs, yani din ve ülke adına yapılan bir işin yürekten ve karşılık beklemeden yapılması, o işin ruhu ve Allah katında kabul edilmesinin şartı olmakla birlikte, hemen her insanda az-çok bulunması tabiî olan kötü hasletler eğer meşrû şekilde tatmin edilmezse, kendilerini bunlardan kurtaramayanlar, hem kendilerine, hem de içinde yaşadıkları topluma çok zararlı olabilirler. Tıpkı, doyma noktasına ulaşmış bir nesnedeki boşalma temayülüne karşı koymanın, depresyona, tahribe, aritmiye sebebiyet vermesi gibi, ruhunda şan ve şöhrete yenilmiş derbeder gönüllerin de bu içten arzuları, uygun bir yola kanalize edilmezse, yapacakları tahribat kaçınılmaz olur.
Gülen, bu objektif tesbitini bir misalle açar ve “meselâ, sesinin güzelliğini ve müzik kabiliyetini şöhret ve kazanç adına kullanmak isteyen birinin, müstehcen parçalarla etrafına ‘sis ve duman püskürteceği’ne’, onun ilâhî gibi, kaside gibi veya daha başka zararsız türlere yönlendirilmesinin yerinde olacağı”nı belirtir.
Gülen, daha sonra asıl gerçeği ve olması gerekeni, bir arzu olarak ortaya koyar:
Keşke gönüller, Yüce Yaratıcı’nın verdiğine ve vereceğine kanaat ederek, her bucakta O’nun hoşnutluğunu arayabilselerdi. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 214–17)
Bencillik girdabı
Fethullah Gülen, önce şu sözleriyle, insandaki enaniyetin, yani ben düşünce ve bilincinin, insan benliğinin, asıl mahiyet ve fonksiyonuna dikkat çeker: “İnsana bahşedilen benlik emaneti, en büyük gerçeği tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır; vazife biter bitmez de taşa çalınıp kırılması gerekli olan bir armağan. Böyle yapılmadığı takdirde kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit haline gelir. Fert, onunla Yüce Yaratıcı’yı, O’nun Kudreti’nin, İlmi’nin, İradesi’nin sonsuzluğunu, eksiklik ve kusurların O’nun semtine sokulamayacağını idrak edecek, sonra da sinesinde tutuşturduğu marifet ve muhabbet ateşiyle onu eritip bitirecek, sadece Yüce Yaratıcı’nın varlığıyla bakıp görecek, O’nunla düşünüp O’nunla bilecek ve sadece O’nunla soluyacaktır.” Fakat Gülen’e göre hep bencil olarak kalıp gitme, Hakk’ı görüp bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı, aynı yerde dönüp durmanın ifadesidir. Devamlı benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup kalkanlar, aradıklarını “ego”nun karanlık atmosferinde arayanlar, yıllarca dere-tepe demeden aşıp gitseler de, bir çuvaldız boyu yol alamazlar. Yapılan işler işlerin en ağırı, en yorucusu dahi olsa, benlik hesabına yapıldığı takdirde katiyen fazilet vadetmez ve İlâhî Dergâh’ta kabûl görmez. Kendini aşamamış, benliğine bıçak çalıp parçalayamamış, basireti bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca, her fedakârlığı da bir akılsızlıktır.
Gülen, “benliğin ilimden kaynaklananı, servet ve iktidarla ortaya çıkanı, zekâ ile, güzellik ile şişip büyüyeni ve daha birçok çeşidi vardır. Bu sıfatlardan hiçbiri, insanın zâtî malı olmadığından, bu husustaki her iddia, hakiki Mal Sahibi’nin gazabına bir vesile ve davetiye sayılmış ve bu mağrur ruhların helâkiyle neticelenmiştir” dedikten sonra şu ikazı yapar ve ardından da, gerçek insanlığın portresini çizer:
Her fırsatta kendini etrafa anlatma ruh haleti, fertte bir eksiklik ve aşağılık duygusunun ifadesidir. Böyleleri, iyi bir ruh terbiyesiyle varlıklarını gerçek Mal Sahibi’ne feda edecekleri güne kadar da bu durum sürer gider. Bunların her işi bir çalım, her ifadeleri gürül-gürül benlik, her mahviyet ve tevazuları da ya bir riya, ya da kendilerini başkalarına anlattırabilme yatırımıdır.
Bir insanın insanlığa yükselmesi, onun tevazuu ile, tevazuu da, makam, mansıp, servet ve ilim gibi halkın itibar ettiği şeylerin onu değiştirme*mesiyle belli olur. Anılan hususlardan biriyle düşünce ve davranışlarında değişikliğe uğrayan bir şahsın, ne tevazuundan, ne de insanlığa yükselmesinden bahsedilebilir.
Alçak gönüllülük, hemen bütün güzel huyların anahtarı mesabesindedir. Onu elde eden, diğer güzel huylara da sahip olabilir. Ona malik olamayan ise, çoğunlukla diğer huylardan da mahrum kalır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 218–20)
Rahata düşkünlük
Fethullah Gülen, çok yerde ‘tenperverlik’ olarak nitelediği rahata düşkün*lüğü, insanın çürüyüp gitmesinin en önemli bir sebebi olarak görür ve şöyle der:
Akıcılığını kaybedip hareketsiz kalan sular kokuşup bozulduğu gibi, kendini rehavete terk eden tembel kimselerin de çürüyüp zayi olması muhakkaktır. İnsanda rahat etme arzusu, ilk ölüm alarmı ve işaretidir. Ancak fert, hissiyatıyla felç olmuşsa, ne bu alarmı duyacak, ne de bu işaretten bir şey anlayacaktır. Tabiî, dostların ikaz ve uyarılarından da...
Gülen, tembellik ve tenperverliğin her türlü zillet ve mahrumiyetin en başta gelen sebeplerinden olduğu ve kendilerini rahat ve rehavetin kucağına salıveren ölü ruhların, bir gün zaruri ihtiyaçlarının dahi başkaları tarafından karşılanmasını bekleme gibi bir zillete düçar olacakları uyarısında bulunur. Ona göre, bu rahat ve rehavet düşkünlüğüne aşırı haneperestlik, yani eve düşkünlük de eklenince, artık hizmet hattının terk edilmesi kaçınılmaz olur.
Hizmet hattını terk edenler de, suçluluk ruh haletiyle, kendilerini savunmaya ve çalışıp, hizmet veren arkadaşlarını ise değişik bahanelerle eleştirmeye girişirler. Azim, irade ve gayretleriyle felce uğramış bu tür kimselerin, etraflarındaki insanların cesaret ve kuvve-i maneviyeleri (moralleri) üzerinde de önemli olumsuz tesirleri görülür. Böyleleri, düştükleri bu çukurdan kendi hata ve kusurlarını içten itirafla çıkmadan, katiyen kendilerine gelemezler (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 212–14).
Zıtlıklar
Fethullah Gülen, sağlıklı bir aksiyonu felç eden rahata düşkünlük, bencillik ve şöhret ve makam düşkünlüğü gibi ‘hastalıklar’a dikkat çektikten sonra, düşünce mekiğini paradoksal bir biçimde, aksiyon ve kişinin olgunluğu adına olumlu ile olumsuz kutuplar arasında dokur ve şunları söyler:
Duygu ve düşüncede saflaşıp özüne ermeyi, insanî melekelerini geliştirip Rabbânîleşmeyi düşünüyorsun; cismanî zevklerden sıyrılıp, behimî arzulara başkaldırmadan nasıl olacak ki..!
Gönül hayatında “tevhid”e ulaşmayı ve ruhanî zevklere gömülüp gitmeyi arzuluyorsun; içinde binbir kötü duygu kol gezerken ve sen her dönemeçte bedenî hazlarına “evet” derken nasıl olacak ki..!
Kanatlanıp pervaz etmeyi, yükselip gökler ötesi âlemlere varmayı hayal ediyorsun; bir çocuk gibi, şu dünyanın çamur ve balçığına bağlı kaldıktan sonra nasıl olacak ki..!
Ufkunda hep yeni şafakların sökün edip tüllenmesini bekliyorsun; yüce ideallerle gönlünü donatmadan, kükreyip eski yerini almadan ve bir çığlık olup dünyanın bağrında inlemeden nasıl olacak ki..!
Asırlardan beri üst üste yığılmış problemlere çözüm getirmek istiyorsun; azim deyip, ümit deyip o yolda yıllarca, asırlarca beklemeye kararlı olmadıktan sonra nasıl olacak ki..!
Vatanın yükselmesinden, insanımızın mutluluğundan söz ediyorsun; mektep, kışla, tekye müsellesiyle (üçgen) nesilleri kanatlandırıp bütün şeytan üçgenlerinin üstüne yürümedikten sonra nasıl olacak ki..!
Gönlünce varlığa ermeyi ve duygu dünyan itibarıyla hayattan kâm almayı özlüyorsun; gün batıncaya kadar orucunu bozmadan bu bezmi devam ettirmezsen nasıl olacak ki..!
Kendini eksiksiz ve kusursuz görüyor ve herkesin de bunu böyle bilmesini istiyorsun; her gün sırtında bin günah cemiyet içinde ve davranışlarındaki oynaklıkla nasıl olacak ki..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 205-207)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
SON BİR DEĞERLENDİRME: KALPLERİN SULTANLIĞINA DOĞRU
Fethullah Gülen’in bütün yazılarına, sohbetlerine ve yarım asra yaklaşan düşünce, inanç ve aksiyon çizgisine baktığımızda, aynı gerçekleri çelişkisiz görmek mümkündür. Bu bakımdan, onun bir yazısı ve bir sohbeti bütün yazılarına ve sohbetlerine, bütün yazıları ve sohbetleri tek bir sohbet ve yazısına, aynı şekilde bir davranışı bütün davranışlarına, bütün davranışları da tek bir davranışına şahittir denebilir. Bununla birlikte, onun bazı yazıları da vardır ki, bütün iç yapısını, düşüncesini, dünya görüşünü, gayesini ve aksiyon çizgisini ana hatlarıyla ortaya koymaya yeterlidir. Kalplerin Sultanlığına Doğru isimli makalesi, bu türden bir yazı olup, genel çerçevesiyle aksiyonunu tahlile, bu yazının bir özetiyle nokta koymak kanaatimce yararlı olacaktır:
Son bir-iki asırdan beri insanlık hep ızdıraptan ızdıraba sürüklendi, hep ölüm çukurlarının çevresinde dolaştı ve kurtuluş ararken felâket buldu ve felâketlerle yoğruldu. Bu meşum zaman diliminde, dünyanın hemen her yerinde toplumları idare eden güç, devletlerden, hükümetlerden daha ziyade, şahısların, grupların, sınıfların, holdinglerin, mafyaların kazanç hırsı ve ikbal arzusu oldu. Tabiatıyla, böyle bir dünyada, her şeyin kıymet hükmünün para ve yaşama seviyesiyle ölçüleceği de bir gerçekti.
Evet, gerçek değerlerin alt-üst olduğu böyle bir dünyada, insanların itibarlarının, onların paralarıyla, servetleriyle, yazlık-kışlık villalarıyla ölçülmesi gayet tabiiydi; ve öyle de oldu; maddî varlık ve imkânlar küstah bir gladyatör gibi ellerini yukarıya kaldırarak, ilim, fazilet, düşünce ve cesaretin üzerinde tepindi ve onları yendiğini ilân etti. Oysa ki, servet u sâmân, ilim, akıl, fazilet ve cesaretle birleşince bir değer ifade etse de, tek başına kaldığında bir şeye yaradığını söylemek oldukça zordur.. hattâ ondan da öte, bazen bir canavarlık vesilesi haline gelmesi bile söz konusu olabilir. Ne acıdır ki, günümüzde, toplumların gerçek hayat dinamikleri sayılan bilgi, düşünce, ahlâk ve cesaret gibi hususlar, şayet maddî imkân ve kazanca dönüştürülemiyorsa fantezi ve aptallık emaresi sayılmakta.
Halbuki, eğer bir toplumu teşkil eden fertler, hayat projelerini beden ve cismaniyete göre planlıyor, ömürlerini zevk u safa vadilerinde sürdürüyor, zenginlik ve refahtan başka bir şey düşünmüyorsa, böyle bir toplumda, çalışkan, azimli, mahir ve sağlam karakterli insanlar kadar, hattâ onlardan da fazla, gayesizler, düzenbazlar, çıkarcılar, heyecansızlar, iki adım ötesini göremeyen miyoplar ve cahiller hakim duruma gelir. Bu da, ahlâk ve fazilet telakkisinin, sanat düşüncesi ve tecrübenin, dolayısıyla da ülke ve millet için yararlı karakterlerin ve yüksek performansların dışlanması demektir. Şimdilerde ülkemiz dahil, dünyanın hemen her yerinde böyle bir çarpıklığın yaşandığı da bir gerçek.
Bugün büyük ölçüde insanlık, geçmiş asırlarda olduğundan daha zengin ve daha geniş imkânlara sahiptir, ama bunun yanında onun, hiçbir dönemde maruz kalmadığı ölçüde, ihtirasların, ihtiyaçların, fantezilerin ve tiryakiliklerin esiri haline geldiği de bir vakıadır. Bugün o, cismaniyet ve bedenini yaşadıkça daha bir yaşama arzusuyla çıldırmakta, içtikçe susamakta, yedikçe oburlaşmakta, daha fazla kazanma hırsıyla akla hayale gelmedik spekülasyonlara girmekte, en hasis çıkarlar karşısında ruhunu şeytana peylemekte ve gerçek insanî değerlerden âdeta uzaklaşmaktadır.
Evet, ömrünü gelip-geçici bir kısım maddî değerler peşinde koşmakla tüketen günümüzün modern insanı, aslında daha çok kendini tüketmekte ve ruhunun derinliklerindeki yüksek duygularını kaybetmektedir. Öyle ki, böyle birinin ufkunda, ne iman enginliğine, ne marifet zenginliğine, ne de muhabbet, aşk, zevk-i ruhanî televvünlerine rastlamak müm*kündür. Nasıl olur ki o, yaptığı hemen her işin neticesini, maddî kazanç, cismanî rahat ve bedenî hazlar açısından değerlendirmekte ve bütünüyle uhrevîlikleri, ledünnîlikleri “es” geçmektedir. Onun düşünce ve faaliyet ufkunu dolduran hususlar sadece ve sadece, nasıl çalıp-çırpacağı, ne alıp ne satacağı, nerelerde nasıl eğleneceği ve nasıl keyif çatacağı gibi şeylerdir. Tabiî, bütün bu arzu ve isteklerin gerçekleşmesi için meşru yollar ve meşru dairedeki kazançlar yetmiyorsa, gayr-i meşru vesileler değerlendirilecek, spekülasyonlara girilecek ve şayet yer üstü dünyalar bu korkunç iştahları tatmine kifayet etmiyorsa, yer altı dünyalarına inilerek köstebekçe yollara girilecektir. Bence, günümüzün insanı, insanî yolculuğunu böyle bir inde sürdürmektedir ve o, mutlaka bu açmazdan kurtularak kendi çizgisini bulma mecburiyetindedir. Yoksa handikaptan handikaba sürüklenecek ve katiyen “kendi” olama*yacaktır… Ve işte bunlardan ötürüdür ki o, birkaç asırdan beri ömrünü buhranlar ağında tüketmekte; siyasî ve idarî buhrandan kurtulsa, gidip ahlâkî buhrana aborde olmakta, ondan sıyrılsa ekonomik bunalımların ağına düşmekte, toparlanıp ondan da kurtulabilse, bu defa da kendini askerî buhranların arenasında bulmakta ve kendi olumsuzluklarıyla kendini yiyip-bitirmektedir. Bu tersliklerden kurtuluşun çaresi de, bir kere daha yeni baştan inanmak gibi, sevmek gibi, ahlâk gibi, metafizik düşünce gibi, aşk gibi, ruh terbiyesi gibi dinamikleri gözden geçirme olsa gerek.
İnanmak, hakikatı olduğu gibi tanıma, sevmek ise, bu bilginin hayata geçirilmesi demektir. İnanmayanlar, mutlak hakikatı ne bulabilir, ne de bilebilirler. Onların “inandım” demeleri iç dünyalarıyla bir zıtlaşma, “buldum” demeleri de bir mugalâtadır (demagoji). Aslında inanmayanlar talihsiz, sevmeyenler de cansız cesetlerdir. İnanma en önemli bir aksiyon kaynağı ve ruhun bütün varlığı kucaklaması ve tabiatı kuşatması ise, muhabbet de, gerçek insanî düşüncenin en esaslı unsuru ve lâhûtî bir buududur. Bu itibarladır ki, önümüzdeki yıllarda, dinî ve millî kültürümüzün fidelerini dikme ve yetiştirme misyonunu yüklenenler, evvelâ inanç mihrabına yönelmeli, sonra da sevgi minberine yürüyüp, muhabbet soluklarını dünyanın her tarafına duyurmaya çalışmalıdırlar. Bunu yaparken de müessiriyetlerini, ahlâk ve fazilet anlayışlarının derinliklerinde aramalıdırlar.
Ahlâk, dinin özü, esası ve İlâhî mesajın da en önemli bir umdesidir. Ahlâklı ve faziletli olmak eğer bir kahramanlıksa – ki öyledir; bu meydanın gerçek kahramanları da, peygamberler ve onları yürekten takip edenlerdir. Hakikî Müslüman olmanın en bariz vasfı ahlâklı olmaktır. Akıl ve hikmet gözüyle bakabilenler için Kur’ân ve Sünnet, âyet âyet, fasıl fasıl ahlâktır. “Müslümanlık huy güzelliğidir” buyuran Mücessem Ahlâk ve Yüce Kâmet, bu gerçeği en veciz şekilde ortaya koymuştur. Millet olarak biz, bir ahlâk sisteminin mensupları ve bir ahlâk destanının çocuklarıyız. Hiçbir düşünce, hiçbir fantezi bizim ahlâkımızı sarsamaz ve sarsmamalı; biz, onunla dünyaları aşıp ebedlere ulaşmayı düşlüyoruz ve Allah ihsanlarının ayrı bir derinliği sayılan metafizik gücümüzle de bunu gerçekleştireceğimize inanıyoruz.
Metafizik düşünce, aklın topyekün varlığa açılması ve onu perde-önü, perde-arkasıyla kavrama cehdidir. Aklın veya ruhun varlığı bu şekildeki kucaklaması söz konusu olmasa, her şey paramparça olur ve cansız cesetler haline gelir. Bu itibarladır ki, metafizik düşüncenin yok olması veya yok kabul edilmesi, bir bakıma aklın da tükenişi demektir. Bugüne kadar her büyük oluşumun, metafizik düşüncenin kolları arasında geliştiğini söyleyebiliriz. Hind ve diğer doğu ülkelerinde bu böyle olduğu gibi, bizim dünyamızda da, Kur’ân’ın dünya görüşü çerçevesinde bu hep böyle olagelmiş ve bu sayede üst üste değişik medeniyetler gerçekleştirilmiştir. Metafizik düşünce, insan ruhunun varlığa açılması, tabiatı istilâsı ve her şeyi kucaklaması ise, metafiziği ilimlerle çarpıştıranlar, galiba, kaynakla o kaynaktan fışkıran çağlayanı birbiriyle çarpıştırdıklarının farkında değildirler.
Metafiziği, varlık gerçeğinin aşkla sezilip duyulması şeklinde de yorumlayabiliriz ki, buna göre aşk, topyekün kâinatı, bütün varlık ve hadiseleri, tam bir bitevîlik içinde görüp duymanın, sezip sevmenin adı olur; evet gerçek âşıklar, ne servet u sâmân, ne de şöhret ü nâm peşindedirler. Onlar, aşkın, kendi kendini yakıp kavuran ve kül edip savuran fırtınaları arasında “berd ü selâm” soluklar ve yok oluşların çehresinde sevdiklerinin simasını okuma, varlıklarının savrulan külleri arasında mâşuklarını duyma ve seven-sevilen, arayan-aranan vahdetine ulaşma peşindedirler. Tasavvufî ifadesiyle, onlar hep “fenâ fillâh” vadilerinden “bekâ billâh” yamaçlarına doğru bir seyahat içinde ve sürekli aktiftirler. Elbette ki böyle bir ufka kavuşmak, ciddî bir ruh terbiyesine bağlıdır.
Ruh terbiyesi, kısaca insanın yaratılış gayesine yönlendirilmesi demektir. Aynı zamanda ona, ruhun bedenî ve cismanî baskılardan sıyrılarak kendi özüne, kendi kaynağına yönelmesi ve yaratılışının gayesi istikametinde bir seyr-i ruhanî gerçekleştirmesi de diyebiliriz ki, konumuz şimdilik öyle bir bahse açık değil.
Günümüzde bütün ruhî dinamiklerini yitiren ve kendi özünden uzaklaşan talihsiz nesiller, kendi akıl ve kendi muhakemelerinin kurbanı, perişan ve derbederdirler. Ne olursa olsun, bu neslin bakış zaviyesini ve temaşa ufkunu değiştirme mecburiyetindeyiz ve değiştireceğimize de inanıyoruz. Elverir ki, iradelerimizi ibadetle besleyip, nefis muhasebesiyle kontrol altında tutabilelim. Bize bu yolda sadece yürümek düşer. Biz nereye yönelirsek – kemiyetsiz, keyfiyetsiz – Allah oradadır. Gözlerimizi yumup geleceğin altın yamaçlarına tohum saçma bize, saçılan bu tohumların hayata yürümesi de O’na aittir.
Bizim, şuurlu bir hizmet ve ihatalı gayretlerle, bu dünyanın içinde huzurla, emniyetle, sevgiyle esen bir başka dünyanın meydana geleceğine ve hayatın gerçek saadet çizgisini bulacağına inancımız tamdır. Ve tabiî, gelecekteki nesillerin, para, ikbal, şöhret, makam ve her türlü iştahın çok üstünde bir büyük sevgiye müteveccih olacağına da… İşte bu, kalplerin sultanlığı sevgisidir. (Sızıntı, Ağustos 1995)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
BİR EĞİTİMCİ OLARAK FETHULLAH GÜLEN
Denebilir ki, Fethullah Gülen’in bütün aksiyonu, en geniş anlamıyla ‘eğitim’ kavramı içinde ele alınabilir. Çünkü ona göre, yeryüzünde karşılaş*tığımız bütün problemlerin temelinde insan unsuru yatar. Yani, bütün problemler insanla başlar, insanla biter. İster iyi yürüyen, arızasız veya az arızalı içtimai bir sistem ve toplum düzeni, isterse kabir ve kabrin öte yanı için en etkili vasıta eğitimdir. Bu bakımdan, eğitim ve öğretmenlik, mesleklerin en kutsalı olduğu gibi, bir ülkeye ve millete ve en hayırlı hizmet de ancak eğitim yoluyla yapılabilir. (Hulusi Turgut, “Fethullah Gülen ve Okullar,” Yeni Yüzyıl, 15.01.1998)
FETHULLAH GÜLEN’E GÖRE EĞİTİM VE ÖĞRETİMİN ÖNEMİ
Gülen’e göre, insanoğlu için gerçek hayat, ancak ilim ve irfanla kabildir. Bu sebeple, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. İnsanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve bildiklerini başkalarına öğretmektir. Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nisbetindedir. Akıl ve mantık ise, ancak ilim ve marifetle aydınlığa kavuşur ve kemale erer. Onun içindir ki, ilim ve marifetin olmadığı yerde akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir. Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeği düşünmeyen, öğrendikleriyle kendisini sürekli yenileyip başkalarına da örnek olmayan birinin, insanlıktan ne kadar nasipdar olduğu cidden düşündürücüdür. İlim ve marifetle elde edilen mevki ve paye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini dünyada fenalıklardan uzak ve faziletli, öbür âlemde de, irfanıyla aydınlattığı makamların temaşası içinde mest ve mutlu kılar. Buna karşılık, hakikat adına boş gönüller ve marifetten mahrum ruhlar, her türlü fena düşüncenin serpilip gelişmesine müsait birer tarla mesâbesindedirler (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 22).
Fethullah Gülen, öğrenme ve öğretmeden ibaret olan eğitimi o kadar yüceltir ki, onun yanında öğrenme ve öğretme, terbiye veya eğitim, göklere dayalı iki yüce vazifedir. Allah’ın Rabb sıfatının insan hayatındaki tecellisi olan bu vazifenin yerine getirilmesi ile, insanın ruhundaki liyakat ve ehliyet ortaya çıkarılır; çıkarılır ve o, topluma armağan edilecek hale gelir. Öğretim ve eğitimden imbiğinden geçmemiş fertte insanî meziyetler ve yükseltici husûsiyetler gelişmediği için, onda içtimaî olma husûsiyeti aramak da beyhudedir (Sızıntı, 10 Kasım 1979).
Gülen için öğretme ve eğitme, fertler için olduğu kadar, toplumlar için de üzerinde en çok durulması gereken en hayatî bir konudur. Bir defa, fert planında insan, duygularının pes şeylerden uzak olduğu ölçüde insandır. Kalbi kötü duyguların baskısı altında, ruhu nefsanîliğin cenderesine takılmış kimselerin ne ölçüde insan oldukları, üzerinde durulmaya değer bir husustur. Terbiyenin bedene ait olan kısmını belki herkes idrak edebilir ama, insanı asıl insanlığa yükselten fikrî, hissî ve ruhî terbiyeyi anlayabilen çok az olsa gerek. İkinci olarak, bir milletin ıslahına fenaları imha etmekle değil, nesilleri değişmez gerçekler ve millî değerler çerçevesinde bir terbiye ile insanlığa yükselterek hizmet edilebilir. İnanç, ideal, tarih şuuru, millete ve insanlığa hizmet aşkı ve gelenekler halitasından ibaret mukaddes bir tohumu yurdun dört bir bucağında çimlendirmedikçe, imha edilen her fenanın yerinde bir kaç tane yenisi bitecektir (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 150).
Milletler, yeni nesillerle varlıklarını devam ettirirler. Geleceğini teminat altına almak isteyen her millet, sağa sola harcayacağı zaman ve enerji kadar bir kısım imkânları da, yarının büyük insanları olacak çocukların ve gençlerin yetiştirilmesine sarf etmelidir. Çünkü, bir ağacın nesil ve nevini devam ettirmesinde çekirdek veya tohumu ne ise, insan nesli ve nevinin devamında da çocuk aynı şeydir. Çocuklarını ihmal eden milletler çökmeğe, onları tamamen yabancı, hoyrat ellere terk edenler de özlerini kaybetmeğe mahkûmdurlar. Her 30-40 senede bir milletin en aktif ve en verimli kesimini teşkil edecek nesiller, dünkü çocuklardır. Bugünün nesillerinde görülen fenalığın, idarecilerde tenkit konusu yapılan yetersizlik, beceriksizlik ve ehliyetsizlik gibi hususların ve milletçe çekilen sıkıntıların gerçek sorumluları, 30-40 sene evvelki hakim unsurlardır. Çeyrek asır sonraki her türlü facia veya faziletler de, bugünkü nesillerin talim ve terbiyesini üzerine alanların olacaktır. Bir milletin geleceği hakkında kehanette bulunmak isteyenler, bugün o milletin çocuklarına ve gençlerine verilen terbiyeye baksalar, yarınla alâkalı hükümlerinde 100’de 100 isabet ederler. Dolayısıyla, başka yönlere harcanan her şeyin büyük bir kısmı boşa gitse bile, nesillerin gerçek insanlığa yükseltilmesi istikametinde sarf edilen şeyler, bitip tükenme bilmeyen bir varidat, bir gelir kaynağı gibi devam edip duracaktır (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 142–43).
Gülen, milletlerin sosyal yapılarıyla, eğitim-öğretim usûl ve esasları arasında açık bir alâka, yakın bir bağ mevcut olduğunu belirtir. Ona göre, millet fertlerine nasıl bir terbiye verilirse, toplum da yavaş yavaş giderek o şekli almaya başlar. Zira, bugün yetiştirilen nesiller, yarının yetiştiricileri olarak vazife başına geçecek ve üstatlarından aldıkları aynı şeyleri, öğrencilerinin gönüllerine boşaltacaklardır. Milletlerin cismanî varlıklarını devam ettirme*lerinde, evlenme ve üreme ne ise, onların ahlâkî ve sosyal hayatları için eğitim-öğretim de aynı şeydir. Evlenme mevzuunu sağlam esaslara bağlayamamış milletler, kendilerini yıkılmadan kurtaramayacakları gibi, toplumun ruhî ve ahlâkî durumuna gereken önemi veremeyen milletler de katiyen uzun süre varlıklarını sürdüremezler.
Eğitim-öğretim meselesini devlet planında da ele alan Gülen, “bir milleti meydana getiren fertlerden her biri, az çok diğerine tesir eder veya ondan bir şeyler alarak onun tesirinde kalır. Bunun gibi, anane ve geleneklerle birlikte, uzak-yakın çevrenin tesiri de, yetişmede önemli birer yer işgal eder. Bir aile reisi kendi aile fertleri arasında, milleti idare edenler de toplumun çeşitli kesimleri ve fertleri arasında kuvvetli tesir ve nüfûza sahiptirler” der. Ona göre, bir milletin kabiliyeti ölçüsünde yükselmenin en son noktasına ulaşması ve fonksiyonunu tamı tamına eda etmesi, o milleti meydana getiren fertlerin düşünce, tasavvur, kültürüyle ve idarecilerinin de plan, basiret ve hasbîlikleriyle yakından alâkalıdır. İdare edenlerin “eğilip” fertleri görüp gözetmeleri, fertlerin de birer sosyal varlık haline gelebilmeleri, bir taraftan herkesin sorumluluğu altında bulunanlara karşı görevlerinin şuurunda bulunması, bir diğer açıdan, bir topluluğun efendisinin, ona hizmet eden olduğu prensibine tam uyulması, diğer taraftan da yaşama yerine yaşatma zevkine göre akort olmakla mümkündür ve bu da, ancak iyi bir eğitimle gerçekleşir.
Bu noktada devletin sorumluluğuna dikkat çeken Gülen, şunları kaydeder:
Nesillerin yetiştirilmesiyle meşgul olanlar, bu vazifeyi hangi ad altında yerine getirirse getirsinler, üzerlerine aldıkları mesuliyetin büyüklük ve ehemmiyetini bir an bile hatırdan çıkarmamalıdırlar. Bir milletin en büyük sermayesi, eğitim-öğretimin bağrında gelişen kültür, irade sağlamlığı, ahlâk ve fazilet sermayesidir. Eğer nesilleri, dimağları yaşadıkları devrin fenleriyle, gönülleri de ötelerden gelen esintilerle donatılarak, ruhlarında birer fener fonksiyonu görecek tarih penceresinden geleceğe baktırabilirsek, bu uğurda harcananların en küçüğü dahi heder olmayacaktır! Heder olmak şöyle dursun, kat kat fazlasını verecektir.
İyi bir eğitimden geçmiş ve iyi yetiştirilmiş nesiller, hayat mücadelesinde, karşılarına çıkan her engeli göğüsleyebilecek, maddî-manevî her çeşit zorluğu yenebilecek ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyeceklerdir. Böyle bir idrakten mahrum talihsizler ise, babalarından intikal eden maddî serveti har vurup harman savurdukları gibi, mânen de hep boşlukta, sallantıda ve karamsar bir hayat geçirecek, sonra da sefaletin kuduz dişleri arasında kahrolup gideceklerdir (Sızıntı, Ekim, Kasım, Aralık 1979).
Gülen, eğitimin ve öğretimin önemine bir başka açıdan daha yaklaşır. Ona göre insan, diğer varlıklardan farklı olarak, böyle bir müdahaleyi, yani eğitme ve öğretmeyi davetle dünyaya gelir. O, bu garip seferinde, alabildiğine âciz, alabildiğine muhtaç ve her şeyi dıştan bekleyen eli kolu bağlı bir zavallıdır. Oysa ki hayvan, dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre gelir, yani gönderilir. Ya 2 saatte, ya 2 günde veya 2 ayda bütün hayat şartlarını ve kâinatla olan münasebetini ve hayat kanunlarını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın 20 senede kazandığı hayatî gücü ve iş yapma kabiliyetlerini serçe ve arı gibi bir hayvan 20 günde tahsil eder; daha doğrusu ona ilham olunur. Demek, hayvanın aslî vazifesi taallüm (öğrenmek suretiyle) tekemmül etmek (mükemmelleşmek) değildir. Ve marifet (sanat, meslek) kesbetmekle terakkî etmek değildir. Ve aczini göstermek ve medet istemek, dua etmek de değildir. Bilakis onun vazifesi, istidadına göre amel etmek ve fiilî kullukta bulunmaktır.
İnsan ise, dünyaya her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına karşı cahil olarak geliyor. Öyle ki, 20 senede hayat şartlarını öğrenemiyor; öğrenmesi, belki ömrünün sonuna kadar devam ediyor. Hem gayet aciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderiliyor; 1-2 senede ancak ayağa kalkabiliyor, 15 senede ancak zarar ve menfaatini fark edebiliyor ve hayat-ı beşeriyenin yardımıyla menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabiliyor...
Demek ki, en temiz bir fıtratla, bu muvakkat (geçici) misafirhaneye gelen insanın vazifesi, yüce âlemlerde ikamete ehliyetini ispat etmek için, düşüncede, tasavvurda ve akidede istikamet ve duruluğa ermek; kulluk mükellefiyetlerini yerine getirerek, kalp ve ruhu işlettirmek ve binbir esrar ve bilmecenin kol gezdiği (ledün)le kucaklaşmak ve varlığın sırrını kavramaktan ibarettir (Sızıntı, Mayıs 1981, s: 9).
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
TEMEL EĞİTİM
Fethullah Gülen, gerek vazlarında, gerekse yazılarında, hem ailede, hem de okulda eğitim üzerinde çok fazla durmuştur. Çalışmamızın bu kısmında, onun çocuk eğitimiyle ilgili görüşlerini, ilgili vazlarından derlenerek kitap haline getirilen ve Zaman gazetesinin verdiği Çocuk Terbiyesi, son yayınlanan şekliyle Çekirdekten Çınara adlı eseriyle, 1981 yılı içinde aylık Sızıntı dergisinde kaleme aldığı Gençliğin Problemlerine Doğru adlı serî yazılarından özetleyerek ve kısmen sadeleştirerek vermeye çalışacağız:
Öğretim ve eğitimde aile, sokak, okul, yayınlar ve medya işbirliği
Fethullah Gülen’e göre, geleceğini teminat altına almak isteyen her millet, yarının idarecileri ve büyükleri olan bugünün çocukları ve gençlerinin eğitimine bîgâne kalamaz. Millet ve devlet, yepyeni ve mutlu bir dünyanın kurulmasında, bu çok nazik noktaya bütün müesseseleriyle eğilmek mecbûriyetindedir.
“Aile, çevre, okul ve medya bu en hayâtî konu etrafında omuz omuza verdiği zaman, müsbet ve sağlam neticelerin elde edilmesi mümkün olacaktır. Bunlardan bir veya ikisinin devre dışı kaldığı zamanlarda ise, nesiller çeşitli zıtlıklar ve farklılıkların meydana getireceği uğursuz bir atmosfer içinde çekişme ve çatışmalara terk edileceklerdir” diyen Gülen, okul ve aile yanyana değilse, bütün kollarıyla medya ve yayınlar, okul ve aile ile omuz omuza vermiyorsa; çevre bunlarla aynı çizgiyi paylaşmıyorsa, bu takdirde eğitimin sadece resmî-yarı resmî icra edildiği müesseseye bağlı kalacağı, böyle bir lokalizasyonun ise hiç fayda getirmeyeceği görüşündedir.
Fethullah Gülen, “okulun çok mükemmel, ailenin yeterli, çevrenin ve sokağın temiz; göze, kulağa hitap eden yayınların kamu vicdanını ve temel insanî değerleri destekleyici olması; bunların yanısıra, gerektiğinde ölçülü olarak devletin de kontrolüyle, eğitim için belli ve müsbet bir hedef ve yönün belirlenmesi şarttır” der ve şöyle devam eder: “Aile, okul ve bütün toplum, ne zaman öğretim ve eğitim adına yeni nesilleri yüceltici duygularla donatır ve sosyal erozyonlara karşı onların ruhlarını besleyip, kalplerine mukavemet kazandırır; işte o zaman, gelecek adına bize ümit verecek pek çok şeyi elde etmiş sayılırız.”
Aile ve/veya yuva
Fethullah Gülen, kişilerin eğitiminde birinci ve en ağır vazifenin aileye ait olduğunu düşünür. Ona göre, sağlıklı bir neslin yetiştirilmesinde mutlaka yuvaya ihtiyaç olduğu gibi, sosyal yapının sıhhatle devam etmesi için de mutlaka iyi bir yuva ve düzenli bir aile şarttır. Okul ve çevrenin insana vereceği şey ne kadar büyük olursa olsun, yuvanın verdiği kadar kalıcı değildir. Aslında aile, bütün bir hayat boyu çocuğu, insanî melekelerle donatmakla sorumludur. Bu sorumluluk doğumla başlar, vefat edinceye kadar da devam eder. Okul öncesi sorumluluk bütünüyle yuvaya ait olduğu gibi, okul dönemi ve ondan sonraki devrelerde de bu sorumluluk, en ufak bir azalma göstermeden artarak devam eder. Çünkü, çocuğun hareket sahasının genişlemesiyle birlikte, yuvanın sorumluluğu da artar. Önceleri sadece evde ve bahçede, oyun ve oyuncakları içinde basitçe görüp-gözetmeğe karşılık, daha sonraki dönemlerde ise, gezdiği hemen her yerde, edindiği arkadaşlar içinde, okuduğu kitapların cümle ve paragrafları arasında takip edilmesi gerekir.
Gülen, yuvaya o kadar önem verir ki, ona göre, Hikmet Eli yuvayı, hiç eskimeyecek bir müessese olarak inanoğlunun yeryüzü hayatının başlamasıyla birlikte fıtratın sinesine raptetmiş ve ne Isparta’nın vahşî despotluğu, ne de modern çağın ilkel diktatörlükleri onu yerinden söküp atabilmiştir. Kâinatı şiirimsi bir nizam içinde var eden Yüce Yaratıcı, yuvayı bu umumi nizamın çok önemli bir parçası olarak tabiat kitabının bağrına yerleştirmiş ve evrensel âhengin itici ve çekici kuvvetleriyle sıkı sıkıya bağlamıştır.
Aile içi iyi bir eğitimle ilgili meseleler
Uyumlu bir evlilik
Fethullah Gülen, “öğretim ve eğitimin başladığı ilk ve ömür boyu devam ettiği tek müessese olan yuvada öğretim ve eğitim adına mutlaka gerekli olan huzur ve emniyetin birinci şartının eşler arasındaki uyum” olduğu görüşündedir. “Çocukların duygulu ve saygılı, aynı zamanda, içinde bulundukları toplum için iyi birer rükün olmaya hazırlanmaları, ancak fevkalâde kaynaşmış bir ailenin yumuşak ve sevgi dolu atmosferinde gerçekleşebilir” diyen Gülen’e göre, anne ve babanın aynı elektrik yüklü zerreler gibi birbirini ittiği ve birbirinden uzak durduğu bir aile yapısı içinde yetişecek çocukların durumu ise yürekler acısıdır. Resmî istatistikler, suç işleyen ve ondan zevk alan çocukların büyük bir kısmının aile huzursuzluğunun kurbanları arasından çıktığını göstermektedir. Dolayısıyla, yuva kurmada ahd ü peyman (anlaşma ve yeminleşme) demek olan evlilik, her bakımdan birbiriyle uyum sağlayacak eşler arasında ve zevk ve haz adına değil, bir aile meydana getirip, milletin beka ve devamını, tarafların duygu ve düşüncelerinin dağınıklıktan kurtarılmasını ve cismanî arzuların zapt u rapt altına alınmasını hedef alarak yapılırsa, bu takdirde ferdin şahsî ve sosyal hayatında yapıcı ve yükseltici bir unsur olabilir. Aksine, düşünülmeden ve sadece geçici zevklerin tesiri altında yapılan bir evlilik, hem aile, hem o ailede meydana gelecek çocuklar ve hem de toplum için talihsizliktir. İyi bir öğretim ve eğitim için evliliğin arzedilen müsbet ölçülerde olması bir ilk şart, çocuk doğar doğmaz onu iyi bir insan olma yönünde yetiştirmek için sarfedilecek bütün gayretler de, o şart ölçüsünde bir gerekliliktir.
Çocuğa ilk yapılacak vazifeler
Gülen, “çocuk daha dünyaya ilk gelir gelmez, onu insanlaştırma ve melekleştirme istikametinde hemen harekete geçilerek, gerekli bütün merasim*ler icra edilmeli” der ve bu merasimler hakkında da şunu söyler: “Onun kulağına okunacak bir ezan ve kamet, yüce âlemlerden ruhuna üflenmiş melek solukları gibi, onu varlığa ve diri kalmağa çağıran ilk mesajlar olacaktır. Çocuğa güzel bir isim konması ve bu ismin bilhassa, destansı bir hayat yaşamış müstesna kimselerin isimleri arasından seçilmesi, o yavrunun geleceği adına yine küçümsenmeyecek şeylerdendir. Çocuk, adını aldığı zat hakkında kendisine verilen küçük bir bilgi ile, onu daima başının üstünde hissedecek ve ilk devrelerde belki şuuruna varmadan, fakat sonraları bütün samimiyetiyle ona benzemek için çırpınıp duracaktır. Ayrıca, bu ismin, toplum tarafından kendisine ehemmiyet atfedilen bir şahıs tarafından konması da çok mühimdir. Çok defa “senin ismini falan zat koymuştur” sözü karşısında, gencin vicdanının uyandığı ve kendinde bir iç-toparlanma meydana geldiği göze çarpmıştır.”
Anne-babanın davranışları
Fethullah Gülen, çocuğun eğitiminde anne-babanın karşılıklı davranış*larının çok önemli olduğu görüşündedir. Ona göre, anne-baba arasındaki geçim ve anne-babanın ahlâkî seviyesi çocuğa en çok tesir eden iki faktördür. Anne-baba çocuğun zihninde iki yüzlü, riyakâr, dediklerini yapmayan, sözlerinde durmayan, iyilik bilmeyen, başkalarına zulümden sakınmayan ve anne-baba olma vakar ve ciddiyetinden mahrum bir kısım değersiz varlıklar olarak iz bırakmışlarsa, bir daha çocuğun onlardan müsbet şeyler kapması oldukça zor, hattâ imkânsızdır. Bu sebeple, anne-baba, o sonsuz şefkatlerinin yanısıra, terbiyesiyle sorumlu bulundukları çocuğa bu açıdan da örnek olma ve fonksiyonlarını en iyi şekilde yerine getirme mevkiindedirler.
Anne-babanın çocuğa davranışları konusunda da Fethullah Gülen, “anne-baba, çocuklarına karşı çok şefkatli olmalı, fakat bu şefkati çocuklar arasında adaletli temsil etmeli ve onlar arasında kıskançlıklara fırsat vermemelidir” der ve şöyle devam eder: “Bunun yanısıra, her zaman çocuklarının içinde ve yanında bulunmalı; onların psikolojik durumlarını kavramak, infiallerine ve alınganlıklarına şahit olmak için, sık sık onlarla haşir-neşir olmalıdırlar. Yanlarına uğranıldığında ve ayrılırken selâm verme; evin içinde oda, yatak, dolap gibi çocuklara özel bir yer ve bazı şeyleri tahsis etme; çocukların kendi seviyelerindeki iş ve eğlencelerini yürekten, fakat seviyeli olarak takip etme; büyüklere yapıldığı gibi, sık sık hâl ve hatırlarını sorma; dertlerini ve ızdıraplarını paylaşma; yer yer kucağa alıp sevme, hattâ başlarda, omuzlarda gezdirme; onları hoşlarına gidecek isimlerle çağırma ve bilhassa ilerdeki hayatlarına esas teşkil edecek oyun ve eğlencelerinde onları serbest bırakma, öğretim ve eğitim adına anne-babanın çocuklarına karşı yapması gereken vazifelerden sadece bir kısmıdır.”
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Yuvaya ait iki önemli husus
Fethullah Gülen, yuvada çocuğa verilecek ve öğretilecekler konusunda şu iki hususa bilhassa dikkat çeker:
1. Çocuğun görme ve duyma atmosferine akseden şeyler, müsbet, temiz ve öğretici olmalıdır.
2. Yetiştirme adına çocuklara karşı verilecek her hizmet, şefkat ve samimiyetle eda edilmelidir.
Gülen’e göre, çocuk, daha ilk dünyaya gelişiyle etrafında olup biten şeyleri merakla araştırmaya koyulur. Ancak, onun eşya ve hadiselerle bilerek müna*sebete geçmesi, iyiyi kötüyü birbirinden ayırt eder hale geldiği dönemde başlar. Bu devrede o, hem etrafındaki değişik renk ve keyfiyetleri, hem de kendi benlik ve şahsiyetini sezerek, çevresinde olup bitenlerle iç-intibaları arasında, mekik gibi gelir gider ve bir şeyler anlamaya çalışır.
Çocuğun şuuraltının oluşturulması konusuna da büyük önem veren Fethullah Gülen, bu şuuraltının oluşma devresiyle ilgili olarak şu mütalâalarda bulunur: “Çocuğun zevkleri, acıları, kabulleri ve reaksiyonları bütünüyle bu devrede belirmeye başlar. Çevresinde cereyan eden şeylerin hoş ve güzel olanları, herkes gibi onu da sevindirir; üzücü, zevksiz ve çirkin olanları ise üzer. Bu itibarla da, etrafıyla daimî münasebette olan ruhunun, daimî üzüntü ve daimî hazları olur. O, minicik görme ve işitme uzuvlarıyla her an hadiselerin içine girer ve ruhuna yeni yeni bilgiler kazandırır. Bu yolla, her gördüğü ve işitip bellediği şey, ilerde benliğini kurmağa yarayan malzeme olarak, şuuraltına taşınır durur. Evet, durmadan iç âleminde petekleşen bu şeyler, ilerde onun benlik ve şahsiyetini oluşturacakları gibi, bütün bir hayat boyu onun hare*ketlerini baskı altında bulundurarak ona, menfi, müsbet istikamet ve yön de verecektir. Denebilir ki, insanın müstakbel hayatında davranışlarına en çok tesir eden şeylerden biri, şüphesiz şuuraltı birikimleridir.”
Fethullah Gülen, çocuğun şuuraltının oluşumuyla ilgili olarak düşünce ve mütalâalarına devamla, bu oluşumda çocuğa anlatılanların mutlaka yaşanması gerektiğini, hattâ çocuğun, kendisine yapılan sözlü telkinlerden çok, yuvada görüp yaşadıklarının etkisinde kalacağını belirtir. Gülen, şöyle der:
Onun içindir ki, bu dönemde yuvanın çocuk karşısındaki tavrı çok mühimdir. Yuva, ona neyi gösterir, neyi işittirir ve neyi anlatırsa, yavru onunla kendi benlik ve şahsiyet peteğini örmeye çalışır. Evet, çocuk, içinde doğup büyüdüğü yuvanın çocuğu olarak gelişir ve şekillenir. Biz farkına varalım, varmayalım, o, telkinlerimizden daha çok, yuvada gördüğü ve duyduğu şeylerin tesirinde kalarak, benlik ve şahsiyete erer. Vakıa, telkinin de yavruya kazandıracağı pek çok şey vardır ama, bunlar hiç bir zaman onun göz ve kulak yoluyla yuvadan aldığı sessiz öğütleri kadar tesirli değildir.
Evet, bir taraftan aile hayatındaki düzensizlik ve huzursuzluklar, beri taraftan dürüstlük, ahlâk ve fazilet telkinleri, zavallı çocuğu lâubali ve huysuz kılacaktır. Bu bakımdan anne, baba ve evdeki diğer büyükler, kendilerini her an gözeten ve gördüğü duyduğu şeyleri kendi ölçüleri içinde değerlendiren çocuğun mevcudiyetini bir lâhza hatırdan çıkar*mamalıdırlar. Hatırdan çıkarmamalıdırlar, çünkü çocuk yuvada bir talebe ve bu talebenin en çok tesirinde kalacağı dersler de çevresinde görüp duyduğu şeylerdir.
O halde, yavrunun nasıl olması arzu ediliyorsa, behemehal öyle olunmalıdır. Yani, aile muhitindeki hayat akışı, çocuğun tasavvur edilen geleceğiyle sımsıkı alâkalı olmalıdır. Ve onun atmosferi için cereyan eden her şey, ona yapılacak telkinlerin hazırlığı ve yapılmış telkinlerin de temrinatından (alıştırma) ibaret bulunmalıdır.
Şefkat ve eşit muamele
Çocuğun eğitimiyle ilgili olarak anne-babanın, çocuklarına karşı eşit davranması ve şefkatli olmasını bilhassa vurgulayan Fethullah Gülen, “anne, baba ve diğer büyükler, çocuklara karşı içten ve şefkatli davranmalıdırlar. Aslında, anne ve babada şefkat ve içtenlik fıtratın gereğidir. Ne anne ve babayı şefkatten, ne de şefkati anne ve babadan ayrı mütâlaa etmeye imkân vardır” dedikten sonra, bazı anne-babaların bu konudaki hatalı davranışlarına dikkat çeker: “Ne var ki, bazı anne ve babalar, ya vakar ve ciddiyetin gereği sayarak veya çok fazla asabî ve hassas olduklarından, çocuklarına karşı haşin ve sevimsiz davranırlar. Hemen belirtelim ki, vakar ve ciddiyet, hiçbir zaman sertlik ve huşûnete karıştırılmamalıdır. Birincisinde, insan sevimli, tesirli ve emniyet telkin edici olmasına mukabil, ikincisinde, sevimsiz, menfur ve çevresine karşı tesirsizdir. Bu itibarla, vakarlı ve ciddi bir insanın, söz ve davranışlarıyla çocuğun kalbine girmesi ve ona hükmetmesi her zaman söz konusu olsa bile, haşin ve huysuz kimseler için bu, asla söz konusu değildir.”
Fethullah Gülen, daha sonra şefkat üzerinde açıklamalarda bulunur ve şöyle der:
Şefkat, insanda fıtratın ve tabiatın nağmesidir. Büyük, küçük herkes ve her şey, bu nağmeden müteessir ve hareket halindedir. Şefkat, kâinatı çepeçevre kuşatan sonsuz (rahmet) ile rezonans olmanın en anlamlı dilidir. O olmadan, ne terbiye edenin, ne de terbiye edilenin insanlığa yükselmesi, katiyen düşünülemez. Semalar ötesi yüce âlemlere seyahat da, ancak şefkatin yumuşak ve esrarlı kanatlarıyla mümkündür. Rahmeti Sonsuz, şefkat edenlere merhamette bulunup huzuruna alacaktır. Bu sebeple, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, “yeryüzündekilere (bilhassa masum yavrulara) merhamet ve şefkat edin ki, gök ehli de size mer*hamet etsin”; “yaratıklara merhameti olmayana merhamet edilmez”; “büyüklerimize saygı göstermeyen ve küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir” şeklindeki çarpıcı beyanları, bu konuda yeterince önemlidir. Zaten Efendimiz (s.a.s.), bizzat arkadaşları arasında, aile fertlerine ve bilhassa çocuklara karşı şefkatte en ileri olarak tanınmaktaydı.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Çocuklarla haşir-neşir olma
Fethullah Gülen, yuvada anne-babanın çocuklarına davranma şekli ve onların eğitimi konusunda bir adım daha atarak, “anne-baba, çocukların içinde ve yanında bulunmalı, onların psikolojik durumlarını kavramalı, tepkilerini, alınganlıklarını görebilmek için onlarla haşır-neşir olmalıdır” der ve ardından, bu hususun açıklanmasına geçer.
Gülen’e göre, her anne ve babanın, hayatlarının belli bir bölümünü çocuklarına ayırmaları ve bu süre içinde onlarla düşüp kalkmaları, tıpkı büyük insanlarmış gibi onların meseleleriyle ilgilenmeleri ve hattâ onların, o basit dünyaları içinde önem verdikleri oyun, eğlence ve diğer meşgalelerini titizlikle takibe koyulmaları, yatma ve uygunsuz bulunma saatlerinin dışında, yatak odalarına kadar, her yere rahatça girip çıkmalarına izin vermeleri, onlarda şahsiyetin oluşumu ve kendilerinden beklenen bir kısım şeylerin alınabilmesi için oldukça gereklidir. Aksine, onların özel dünyalarına girmeden, onları insan yerine koymadan ne sosyal kişilik kazanabilmeleri, ne de terbiye adına onlardan bir şeyler alınması asla söz konusu olabilir. Onlara söz geçirmenin ve hükmetmenin yolu, onları insan yerine koyma ve onlarla haşir-neşir olmaya bağlıdır.
Gülen, bu mevzuda, şu hususlara titizlikle riayet edilmesi gerektiği inancındadır:
· Yanlarına uğranıldığında ve ayrılırken (selâm) verilmesi;
· Evin içinde, kendilerine oda, yatak ve dolap gibi hususi bir yer ve bazı şeylerin tahsis edilmesi;
· Onların kendi seviyelerindeki iş ve eğlencelerinin, yürekten, fakat seviyeli olarak takip edilmesi;
· Büyüklere yapıldığı gibi, sık sık hâl ve hatırlarının sorulması;
· Hastalandıklarında ziyaret edilerek, dertlerinin paylaşılması ve teselli edilmeleri;
· Yer yer kucağa alınmaları, öpülmeleri ve hattâ başlarda, omuzlarda gezdirilmeleri;
· Hoşlarına gidecek güzel ve tatlı isimler takılması ve bu isimlerle çağırılmaları; bu isimlerin, bilhassa onlarda yiğitlik ve kahramanlık hislerini uyaracak şekilde seçilmesi;
· Meşrû dairedeki, özellikle ilerdeki hayatlarına esas teşkil edecek olan oyun ve eğlencelerinde serbest bırakılmaları ve hattâ bilmedikleri bazı şeylerin öğretilmesiyle kendilerine yardımda bulunulması ve bunlar gibi daha bir çok şey...
Ailenin sıhhat ve denge şartları
Fethullah Gülen, sıhhatli ve dengeli bir aile için de şu noktalara dikkat çeker:
· Anne-baba, birbirlerine karşı hak ve vazifelerinde, münasebet ve davranışlarında tam açıklık ve uyum içinde bulunmalıdırlar. Anne-babanın, birbirlerine karşı her olumlu tutum ve davranışı, çocukların irfan dağarcığına atılmış eşsiz bir elmas mahiyetindedir. Mevsimi geldiği zaman çocuk, dağarcığı açar, elması çıkarır ve değerlendirir. Aksine, ebeveynin her huysuzluğu da, onların masum dimağlarında simsiyah bir çizgi olarak kalır gider, onları menfi tanıtan ve küçük gösteren siyah bir çizgi...
· Aile fertleri, her halükârda bir reisin etrafında toplanmalı ve onu o haneye ait işlerde merci kabul etmelidirler. Böyle bir davranış, yuvada itaat düşüncesinin yerleşmesine, birlik ve düzenin sağlanmasına yardımcı olur.
· Evin reisi, bütün aile fertlerine ve bilhassa küçüklere karşı yumuşak, lütufkâr, onların hizmetinde ve onları sevindirecek davranışlar içinde bulunmalıdır. Reisin, kendine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmesi, ona karşı aile fertlerini yumuşatacağı gibi, onun idarî işlerini de bir hayli kolaylaştıracaktır.
· Aile reisi, örf ve âdetler gereğince ve imkânları nisbetinde, onlara hediyeler almalı ve alamadığı zaman da, neden almadığını, onların içinde herhangi bir kuşkuya meydan bırakmayacak şekilde izah etmelidir. Yoksa, onlardan bazılarının içinde büyüme istidadını gösteren bu rahatsızlık, onulmaz bir ailevî hastalığa dönüşebilir.
· Reisin, eve ait bazı işlerde hanımına ve çocuklarına yardımcı olması, her ne kadar, kendine ait işlerin yanında bir külfet ise de, her an aile içindeki ağırlığını koruması ve istikbalin yuvalarını kuracak olan çocuklara ders verilmesi bakımından oldukça mühimdir.
· Aile fertleri, birbirlerine karşı çok saygılı ve terbiyeli davranmalıdırlar. Böyle hareket, ister istemez çocuklara da tesir eder ve onların dışa karşı münasebetlerini seviyeli kılar. Bundan başka, sıra onlara geldiği zaman, onlar da, teşkil ettikleri hanelerde birbirlerine karşı kibar ve efendi olmağa çalışırlar. Daha çocukluk çağlarında, kalp ve ruhlarına yerleştirilen bir hususu hayata intikal ettirirken, riya ve suniliğe girmeleri düşünülemez.
· Anne-babanın kendi anne ve babalarına karşı gösterecekleri hürmet ve tazim, çocuklar için en büyük terbiye dersi olacaktır. Modern yuva, dede ve nineye kendi içinde barınma hakkı tanımadığı için, günümüzün çocukları bu noktada talihsiz ve nasipsiz sayılırlar.
Keşke yuvalarımızı onları da barındıracak şekilde ayarlayıp, dede ve ninelere torunlarını sevme imkânını ve kendimize de, anne ve babalarımıza hizmet etme ortamını hazırlayabilseydik. Heyhat! Bir tarafta, bakım-görüme muhtaç ve çocuk sevgisine susamış dedeler ve nineler; beri tarafta da, bütün hayatı tek başına omuzlamaya çalışan toy babalar ve görüp gözetilmeden mahrum bedbaht yavrular...
Şurası bir kere daha hatırlanmalıdır ki, yuvanın emniyet ve huzur verici olması, içinde teati edilen karşılıklı his alış verişine bağlıdır. Büyükler, sevecek ve şefkat edecek; küçükler de hürmet ve saygıda bulunacaklar... Anne-baba, hep sever ve şefkat eder; çocuk ise, daha çok bir vazife ve sorumluluk şuuru içinde, ebeveynine hürmetli ve saygılı olmağa çalışır. İnsanda hizmet ve vazife şuurunun gelişmesi, uzun temrinlere (egzersiz) bağlıdır. Çocuk, elli defa baba ve anneye nasıl itaat ve hürmet edilmesi lâzım geldiğini görmelidir ki, onu kavrasın, hazmetsin ve yaşayabilsin. Yoksa, pratiği olmayan mücerret telkinlerle beklenen neticeyi almak oldukça zor, hattâ bazı durumlarda imkânsızdır.
· Yuva içindeki bütün işler ve bilhassa çocuğun bakım ve görümüyle alâkalı olanları, önceden tanzim edilip, sonra bir program dahilinde yürütülmelidir. Bu hususta, özetle şunlar söylenebilir:
· Yatıp kalkma ve yeme içmenin düzene sokulması.
· Okuma, düşünme, çalışma ve çocuklarla meşgul olma saatlerinin tanzim edilmesi.
· Çocuğun okul, sokak ve arkadaşlarıyla geçirdiği zamanlardaki durumunu görüp incelemeye harcanacak vaktin belirlenmesi.
Yiyip içme ve yatıp kalkma düzene konmamış bir evde, ne bugün, ne de yarın verimli çalışmadan, istirahat ve sıhhatten bahsetmeye imkân vardır. Evet, fertleri vakitli vakitsiz yatıp kalkan bir ailede, istirahat saatleriyle meşguliyet saatleri iç içe girdiği için, hem istirahat bozulmuş olur, hem de çalışmalar neticesiz ve semeresiz kalır. Birinin yatma saatini öbürü, berikinin çalışma saatini de diğeri ihlâl edince, o evde hiçbir şey yapmaya imkân kalmaz...
Bu bakımdan, çocukların, kendilerine en uygun saatte yatırılmaları, soğuk-sıcak hesaba katılarak, uygun vakitlerde dışarıya çıkarılmaları ve her gün onlarla meşgul olmaya ayrılan saatlerin, onların yanında ve onların terbiyesinde geçirilmesi zaruridir.
Onlara karşı muvaffak olmanın çok mühim bir yolu, sevgi, disiplin ve prensip üçlüsünden meydana gelmektedir. Bu yol, insanlara kadar uzanan, kâinat çapındaki İlahî ahlâk ve fıtrat yoludur. Bu itibarla, bu yolda yürüyen anne ve babalar rahat ve emniyetli, toplum da mesut ve huzurludur.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Öğrenme çağı ve öğretme
Fethullah Gülen, anne-babanın çocuğun öğretimi konusunda nasıl davranması gerektiği konusunda ise şu mütalâalarda bulunur:
Çocuğun, maddî, manevî donatımı iki şekilde yapılabilir:
1. Onu öğrenmeye mecbur tutmadan, ailenin hâl ve dil yoluyla onun duygularına takdim ettiği derslerdir ki, çocuk bunları farkına varmadan, havayı teneffüs ettiği gibi teneffüs eder.
2. Onu öğrenmeye mecbur tutarak, her yaş için gerekli usûl ve metotlarla, onun daha evvel gördüğü ve görmediği şeylerin belletilmesidir ki, bu şıkta ona vermeyi planladığımız şeyler, daha çok hazırlanıp önüne konan yemeklere benzer.
Birinci şıkta, anne ve baba, gönülden bağlı bulundukları en ideal hayat tarzını, gergef işler gibi yaşar, anlatır ve gösterirler. Böylece çocuk, alacağını alır. İkinci şıkta ise, her yaş ve seviye için verilecek şeylerin hazırlanması, hattâ komprime haline getirilmesi; takdim usûlü ve takdimde kullanılacak dil, her birerleri başlıbaşına birer mevzudur ve hepsine riayet edilmesi gerekmektedir.
Çocuğun, eşya ve hadiseler karşısında uyarılarak, bir kısım şeyleri öğrenmeye mecbur tutulduğu bu dönemde okul da devreye girer ve ailenin yanında yerini alır. Bunun tabiî bir neticesi olarak da, ailenin vazifesi ikileşir: 1. Yuvada çocuğu görüp gözetme. 2. Onun okuldaki durumunu kontrol etme... Her iki vazife de çok mühimdir ve hususi titizlik ister. Zira, o güne kadar yavruya verilen şeyler hassasiyetle korunmaz ve yaş farkıyla, kazanılan idrake göre yeni şeyler ilâve edilmezse, çocuğun hiçbir işe yaramayacak şekilde bozulup gitmesi kuvvetle muhtemeldir.
Evet, yuva her güzel şeyin özünü bir tohum gibi onun ruhuna ektikten sonra, okul, bu ilk merhalenin tamamlayıcısı, geliştiricisi ve koruyucusu olmalıdır. Aksi halde, yuvadaki bütün gayretler boşa gideceği gibi, dün verilenlerin bugünkülerle çelişmesi, çocuğu bütün bütün şaşkına çevirecektir.
Çocuğa verilecek ilk dersler
Fethullah Gülen, yuvada çocuğa verilmesi gereken ilk derslerin, ona sağlam karakter kazandıracak ve toplumun yararlı bir mensubu olacak şekilde, Yüce Yaratıcı’ya iman ve saygı, O’nu bize anlatan hakikat erlerine hürmet ve minnet, anneye, babaya iyilik, insanlara sevgi ve alâka, dili iyi kullanma, vatana millete bağlılık ve millî değerler olması gerektiğini belirtir. Ona göre bunlar, çocuğun duygu ve düşünce atmosferini çepeçevre sarmalı, çocuk her lâhza bunları teneffüs etmeli ve aile fertleri durmadan bunları solumalıdır.
Gülen, yuvada ve okulda ilk olarak bu dersleri alacak çocuğa bu temeller üzerinde sosyal kişilik kazandırılması ve buna ek olarak, içinde yaşadığı devrin şartları içinde, onun ilimler adına inkılâpçı bir yapıya kavuşturulması, daha doğrusu sürekli bir dirilişle hep yeni ve hep taze bir anlayışa ulaştırılması ve orada korunması; sonra da, bu noktadan hareketle, sanat, ticaret, ziraat, ilim ve teknik gibi meselelere alıştırılması, adapte edilmesi gerektiği düşüncesindedir.
Gülen’e göre, bir toplumun güven içinde yaşayabilmesi, geçmişi geleceğe bağlayarak, yeni yeni çok boyutlu dünyalar kurabilmesi, ancak bu ilk esaslarla mümkün olacak, bu hususlardan birinde gösterdiği ihmal nisbetinde de – belli bir sahada çok ileri gitse bile – kendi ayakları üstünde varlığını koruyabilmesi zorlaşacaktır. Evet, bir toplumun âhenk içinde ve sürekli olarak varlığını sürdürmesi inanç ve ibadete, inanç ve ibadetin yanında sanat, ticaret, sanayi ve ziraata, bunların yanında da devletler arası dünya dengesinde yerini alma gayret ve çabasına bağlıdır.
Fethullah Gülen, bu derslerin de, anlatmak kadar bizzat yaşanılarak verilmesi gerektiği inancındadır: “Evet, hiçbir ders, yuvadan alınan bu samimi öğütler kadar tesirli olamaz. Elverir ki, bu derste hâl ve dil yanyana gelsin ve anlatılmak istenen şey gönülden ve devamlı olsun. Evet, hangi ders, kâinattaki baş döndürücü nizam ve âhengi anlattıktan sonra, hayret içinde iki büklüm olmak kadar ona tesir edebilir? Ve hangi ders, Yüce Yaratıcı’nın, çilekeş elçilerini anlattıktan sonra iki damla gözyaşı dökme kadar onun üzerinde silinmeyen iz bırakabilir?”
Eğitim-öğretimde inancın yeri
Eğitim-öğretimde inancın yerine bilhassa dikkat çeken Fethullah Gülen, bu konuda, “inanç, bir milleti olgunlaştıran ve sonra da ona devamlılık kazandıran en mühim bir unsurdur. Bir toplum, bütün meselelerini imanla yoğurup imanla şekillendirip ve sağlam inanç kaideleri üzerine oturttuğu nisbette istikrarlı ve gelecekten ümitli olabilir. Aksine, inançsızlığı nisbetinde de sıkıntı ve buhranlar içinde kıvranır durur ve belki de, Allah korusun, tarihten silinip gider. Bu itibarla deyebiliriz ki, eğitim ve öğretimin fertler ve toplumun üzerindeki tesiri, o eğitim ve öğretim içinde inanca verilen yerle doğru orantılıdır” der.
Fethullah Gülen’e göre, insan, Yaratıcısını tanımaz, ona itimat edip dayanmazsa, son derece aciz ve zayıf, fevkalâde muhtaç ve fakir, bir sürü musibete maruz elemli, kederli ve alâka peyda ettiği bütün sevdiklerinden her an ayrılma ızdırabını çeken, sonra da tek başına, kendi kaderiyle, kabrin karanlıklarına gömülen bir varlıktır. O, sırtına ve başına yüklediği dünyalar kadar ağır yükler altında ezile ezile cehennemî azaplar çeker. Bu acıklı hâl ve dehşetli manevî azabı duymamak için hislerini iptal edip kendini sarhoşluğa vermesi ise, ne acı ve ızdıraplıdır!
Daha sonra, inancın insana kazandıracakları üzerinde duran Gülen, şunları söyler:
İnanç yolu ise, insanı huzura, doygunluğa ve ruh âleminde cennetlere ulaştırır. Dünyayı bir misafirhane, varlıkları, Yüce Yaratıcı’nın İsimleri’nin aynaları ve bütün İlahî sanatları her vakit tazelenen birer mektup, birer name gören kimse, yok olup gitmeğe mahkûm, fani şeylerin her zaman gönlünü yaralamasına karşılık, varlığıyla huzura erdiği Zât’ın mevcudiyetini düşünerek o yaraları tedavi eder ve karanlık vehimlerden kurtulur. Evet, böyle birinin nazarında ölüm ve ecel, öbür âlemdeki ahbaba kavuşmanın başlangıcı ve asıl vatana bir seyahattir.
Demek ki, hayatın zevk ve lezzetini arayanlar, onu imanla donatılmış kalplerle aramalı ve kulluk sorumluluklarını yerine getirme temelinde takip etmelidirler. Yoksa, bu dairenin dışında zevk ve lezzet arayanlar – kendilerini aldatacak bir kısım şeyler bulsalar bile – ızdıraptan ızdıraba düşecek ve bu dünyaya geldiklerine bin pişman olacaklardır. Bu itibarla, “kim dünya hayatını esas maksat yaparak, kendini fani şeylerin kucağına atacak olursa, görünüşte bir cennet içinde dahi bulunsa, manen cehennemdedir. Ve aksine kim de, ciddi olarak ebedî hayata yönelirse, dünyası çok fena ve sıkıntılı da olsa, burayı, öbür âlemi bekleme salonu gördüğünden, huzurlu, ümitli ve mesuttur.
Bunun içindir ki, her şey gibi eğitim ve öğretim de, inanç ve kalbin kuvvetine dayandığı sürece verimli ve semereli olsa bile, inançsızlık, kalbî ve ruhî tatminsizlik içinde verilmek istenen eğitim ve öğretimin faydalı olacağını iddia etmek oldukça zordur. Evet, böyle inkârcılar, kural tanımaz gönüllerine esen her fenalığı yapacak, her kötülüğe girecek ve zapt u rapt altına alamadıkları nefisleriyle hiçbir kötülükten geri kalmayacaklarından ötürü, iyi, güzel ve doğru adına onlara bir şey anlatmak mümkün olmayacaktır.
Bunun gibi, yuvanın emniyet ve huzuru, köy, kasaba ve şehirlerin asayiş ve sükûneti, sadece ve sadece kalbi ve ruhu itibariyle yetişmiş, Allah’a ve âhirete inanmış nesiller sayesinde mümkündür. Evet:
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
FETHULLAH GÜLEN’İN AKSİYON VE DÜŞÜNCESİNDE
GENÇLİK VE EĞİTİMİ
Çocuk eğitimi üzerinde bu ölçüde duran Fethullah Gülen’in, aynı derecede, hattâ daha da önemli olan gençliğin eğitimi üzerinde durmaması düşünülemez. Kamuoyunun çok yakından bildiği, hattâ dünya kamuoyuna bile mal olduğu üzere, o, çocuk ve gençliğin eğitimi konusunda sadece bir teorisyen olarak kalmamış, bu konuda yaptığı tavsiyeler, yazdığı yazılar, verdiği vaazlar, bulunduğu teşviklerle gerek Türkiye içinde, gerekse dünyanın pek çok ülkesinde, aşağıda ele alacağımız üzere, eğitim ve öğretimdeki başarısını ispatlamış eğitim-öğretim kurumlarının açılmasına belli bir katkıda bulunmuştur.
1981 yılı içinde aylık Sızıntı dergisinde Gençliğin Problemlerine Doğru isimli seri makaleler yayınlamaya başlayan Fethullah Gülen, bu seriyi tamamlayamamış olmakla birlikte, daha sonra, gerek şiirleri, gerekse daha başka makalelerinde bu konu üzerinde de yeterince durmuştur. Ona göre, toplumlar gençlik ruhuyla canlılıklarını korur, onunla gelişir ve onunla ihtişama ulaşırlar. Bu ruhu kaybedince de, kılcalları kesilmiş çiçekler gibi pörsür, dökülür ve ayaklar altında kalırlar.
Gülen, gençlik konusunda gönlünde taşıdıklarını, Fikret’in
Ferdâ senin, senin bu teceddüt, bu inkılâp...
Her şey senin değil mi ki, zaten, sen ey şebâp...!
beytini serlevha yaptıktan sonra, çok renkli ve zengin ifadelerle yazıya şöyle döker:
Nesli tanımak, ona vereceğimizi vermek, alacağımızı almak ve bu arada ona bağlı olarak davasının sınırlarını tesbit etmek, muhakkak ki, günümüzün en mühim meselelerindendir. En mühimdir; zira her türlü değişikliğe renklilik katan, ayrı ayrı çağlar ve devirler açan odur.
Roma onun, Roma’da ihtilâl onun, Yunan onun, Helenizm de onun. Zemin onun âb-ı rûyuna muntazır (yüzünün suyunu bekliyor); eflâk (felekler, dünyalar) çıkaracağı tarrakaya dembeste (dem tutmakta). “Acâib-i seb’a-i âlemi (Dünyanın yedi harikası), o muhteşem heykelin kaidesi. Ay, mukavves (kavisli) kaşları; yıldızlar, dudağında tebessüm... Bunları onun hakkında birer abartma saymayın; gerçek genci bin bahariye ile dahi dile getirmek mümkün değildir.
Nâdanlarca o işe yaramaz bir serseri, anarşi taraftarlarınca tahrip unsuru; bize göre ihata edilmez muhteva... Hilkatinde afacan, ihmalinde öldürücü zehir... Evet, zeminini bulursa bin badire aşan bahadır. Şehvet pazarına düşerse nefsin esiri. Herkes ona olta salar. Herkes onu elde etmek ister. Elde edebilirsen, senin için bir inşirah unsuru. Açık kapı siyaseti güdersen, meccani bir meta... Gönlünü sadece mücerretlerle doldurursan, bir hayalperest, müşahhaslara bağlarsan bir totemci olur. Kesebilirsen behimî hislerden, ikinci bir fıtrat kazanır. Salıverirsen meraya, benliğine cemre düşmüş gibi erir ve yok olur.
Tutup sahip çıkmana göre o,
Ol bâde kim içse heman
Kalbe doğar nur-u cihan
Verir hayat-ı cavidan! (Gedâyî)
zirvelerinde uçacak; terk etmene göre de,
İç bade, güzel sev, var ise akl u şuurun;
Dünya var imiş, ya ki yok olmuş ne umurun.
düşüncesiyle mülevvesleşecek...
Her şey olan bu potansiyel katiyen ihmal edilmemelidir. Nasıl edilir ki... Bir devirde her şey damarlarındaki asil kana emanet; başka bir devirde o, yılışık, sürtük, iffetsiz; bütün devirlere rahmet okutturacak melanet. Bir başka devirde de, en acılardan acı midede seretan, gözde bir katarakt... Mimarının elinde ise, “a’lâ-yı ılliyyîn”in (yücelikler yüceliğinin) nazenin, nazdar sultanı; kâinatın “ahsen-i takvim”i (en güzel kıvamda yaratılmışı), İlâhî nazarın nokta-ı mihrakiyesi (odak noktası)… O, mimarından kendine bir el uzatılmasını istiyor. (Çağ ve Nesil, 27–9)
Bir ülkenin ve milletin yarınları demek olan genç, Fethullah Gülen’in gözlemlerinde, okul sıralarında iken millete hizmet aşkı ve vatan sevgisi gibi duygularla sık sık gerilir, toplumun yaralarını sarmaktan, ülkeyi ve ülke insanını yükseltmekten dem vurur; hissizliğe ve hareketsizliğe ateşler püskürür durur... Ne var ki, böyle yüksek duygularla şahlanan gençlerin pek çoğu, bir makam kapıp bir memuriyete geçtikten sonra, içlerindeki bu kıvılcımlar yavaş yavaş sönmeye yüz tutar, ruhlarında bir külleşme, gönüllerinde de bir çölleşme başgösterir. Daha sonra ise, tamamen cismanî ve bedenî hayatın tesirinde kalan genç, o güne kadar gönülden bağlı bulunup toz kondurmadığı yüksek ideallerinden uzaklaşa uzaklaşa tamamen sefil duyguların, pes menfaatlerin zebunu haline gelir. Bir kere de o acayip ve öldürücü turnikeye girdi mi, gayrı semavî bir inayet olmazsa, geriye dönmesi bütün bütün imkânsızlaşır ve bir zamanlar ateş püskürüp durduğu şeylerin âzat kabul etmez kölesi olur çıkar. O kadar esirleşir ki, vazife ve sorumluluklarıyla ilgili bir kısım hususlarda, vicdanının ihtarlarından dahi rahatsız olmaya başlar.
Artık o, bütün düşünce kabiliyetlerini elde ettiği mevkii muhafaza ve âmirlerinin teveccühünü kazanma gibi çok defa insan ruhunu alçaltan pes şeylerde kullanır ve bütün bütün sefilleşir. Bir de elde ettiği makam itibariyle yükselme istidadı gösteriyorsa, artık başka şeyleri görüp gözetmesi imkân*sızlaşır ve biricik totemi olan makamını kaybetmemek için, her türlü zillete katlanır. Gerektiğinde vicdanına ters, imanına muhalif işlere girer; fayda umduğu herkes karşısında iki büklüm olur; dün ak dediğine bugün kara demeye başlar; bir gün önce göklere çıkardığı kimseleri, ertesi gün rahatlıkla yerin dibine batırabilir.
Fethullah Gülen, hayata atılmakla artık ateşi sönmüş, ideallerinden uzaklaşmış ve kazanmanın, yarını düşünmenin, makam ve gelirinin yönlendirdiği bir ‘uslu varlık’ haline gelmiş bulunan bir zamanların genci için yaptığı bu sosyolojik gözlem ve tesbitlerini psikolojik gözlem ve tesbitleriyle derinleştirir ve şunları yazar:
Ve hele, onun başkalarına, başkalarının da ona riya ve tabasbusları, zaten yaralanmış ruhunu ve hırpalanmış iradesini öylesine sarsar ve darbeler ki, bundan böyle onun hayır ve fazilet adına bir şey yapması mümkün değildir. Ne acıdır ki o, dumura uğrayan hissiyatı, körelen zekâsı, bağlanan basiretine rağmen, halâ kendini en iyi düşünen, en isabetli kararlar veren, en faydalı işler yapan biri gibi görme marazî (hastalıklı) ruh haleti içindedir!
Bu duruma düşmüş herhangi bir kimseye hatalarını hatırlatmak, ya da ikazda bulunmak oldukça zordur. Böyle hodbin (kendini beğenmiş) ruhlar, hata ve yanlışlarını gösteren hemen herkese karşı gizli bir kin ve nefret duyduklarından ve en büyük yanlışlarına dahi sevap urbaları giydirerek kendilerini haklı görmeye alıştıklarından, kimseden nasihat almak istemezler.
Gülen, bir rahatsızlığı, hastalığı tesbitle kalmaz; o, tenkit eden değil, tesbit eden ve çare üreten, bunun da ötesinde meselelere ‘hıfzı’s-sıhha (hastalığı önleme, hijyenik) açısından yaklaşan bir insandır. Dolayısıyla, hastalığı teşhisle kalmaz; hem, onu ortaya çıkmadan önleme, hem de çıktıktan sonra tedavi etme adına şu tekliflerde bulunur:
Evet, her insanda bir kısım zaaflar vardır ve bu zaafların belli iklim, belli atmosfer, belli şartlar altında hortlayıp ortaya çıkması da bir bakıma tabiîdir. Ancak, daha önceden bazı şeyler yapılarak, ruhun bu zaaflar girdabında boğulup gitmesini önlemek de her zaman mümkündür.
Öyle zannediyorum ki, her gençte sağlam bir inanç düşüncesi, yüksek bir diğergâmlık hissi, sönmez bir millet ve vatan sevgisi uyarılabildiği, sabah-akşam mukaddes bir ideal etrafında ahd ü peymanlarla bir araya gelinebildiği, serâzat gönüllerin hayattan kâm alma arzularına karşı tahşidatlar (tembih, ikna, hatırlatma vs.) yapılıp, izzet ve şeref gibi değerler üzerinde durulduğu ve bu ideal etrafında ülke ve millete hizmet sayılmayan her iş ve uğraşmanın bir abes ve bu türlü abeslerle meşgul olmanın da, zaman nimetine karşı affedilmez bir nankörlük olduğu kanaati onların kafa ve gönüllerine yerleştirildiği ölçüde genç, kalbî, ruhî dağınıklığa düşmeyecek ve özünü koruyacaktır. Aksi halde, makam sevgisi, şöhret hissi, hayat endişesi ve tama’ duygusu gibi insanın iç dünyasını karartan hastalıklarla, her gün ümit semamızdaki yıldızların kayıp kayıp gittiğini görecek ve iç burkuntularıyla iki büklüm olacağız. (Sızıntı, Haziran 1986)
Fethullah Gülen, ülkenin yarınlarını inşa edecek gençlerin hangi nitelikte olması gerektiği üzerinde de çok ciddi olarak durur. Bir zaman toplumun anarşiyle sarsılması karşısında iki büklüm olan Fethullah Gülen, 1980’lerin Türkiyesinde de ülkenin idealsiz kalabalıklar haline gelmesinin ızdırabı içindedir. Ve bu ızdırabı dindirecek olan genç nesildir, genç adamdır:
Genç adam! Düşün bir yığın dert ki, kaç asırlık..
Sarmış cemiyeti onulmaz pek çok hastalık.
Milletin her yanı ayrı bir illetle malûl;
Beyinler sarsık, kalpler baygın, devâsı meçhûl..
Meydanlar inliyor; gayesiz kalabalıklar..
Ve insanlar tıpkı “akvaryumdaki balıklar:”
Şaşkınlıkla gidip kâh sağa tos, kâh sola tos..
Böyle bir topluluk içinde idrake paydos!
Bunca fezâyîle cemiyet yaşar mı? Heyhât!
Göz görmez, kulak sağır, “kapkaranlık hissiyât..”
Şehirler çirkef oldu, sokaklar zift kanalı;
Gençler serâzat, her şey hürriyet payandalı...
Hayâ yırtılıp gitmiş, iffet ayak altında,
Yalan som altın, aldatma sultanlık tahtında...
Kurt gövdenin içinde, yapraklar bir bir solmuş,
Millî ruh derbeder ve millet dâğidâr olmuş...
Genç adam; bu badirenin bahadırı sensin!
Yıllardır, hayallerde, düşlerde beklenensin...
Doğrul! Kendine gel! Bak, tan yeri ağarıyor;
Ve ışıklar karanlık ordusunu boğuyor.
Hiç durma, koş tulumban elinde dört bir yana!
Göğüsle alevleri, bu bir vazife sana! (Sızıntı, Mayıs 1985)
Fethullah Gülen, ülkeyi sarmış olan dertlerin çaresi ve hastalıkların tedavisi adına “varlığı en temiz ruhlardan daha temiz, düşüncesi çağın bütün prob*lemlerini çözecek kadar güçlü, sinesi meleklerin gönülleri kadar yumuşak ve iradesi cehennemler karşısında dahi pes etmeyecek kadar sağlam” bir genç nesil arzular. Beklenen bu gençlik, söz pazarlarını bulaşıktan temizleyecek, sözü sultanlarıyla buluşturacak, yani söylenmesi gerekeni ve söylenmesi gerektiği şekilde söyleyip, yapılması gerekeni yapılması gerektiği şekilde yapacak bir gençliktir. Onda, Hz. Âdem’in vefa ve sadakati, Hz. Nuh’un azim ve kararlılığı, Hz. İbrahim’in yumuşaklık ve hakka teslimiyeti, Hz. Musa’nın yiğitliği ve Hz. İsa’nın müsamahası vardır. O, inkâr ve dalâleti, cehalet ve utanmazlığı Kaf dağının arkasına atacak, sanat ve ilim âşıklarına iman ve marifet zevkinin en erişilmezini duyuracaktır. Yine o, kitlelerin inandırılıp uyarılması için kederini sözlerine karıştıracak, hasret ve hicranlarını göz yaşları haline getirip kurak ve çorak yerlerin bağrına salacak, her yere uğrayıp herkesi ziyaret edecek, uğrayıp ziyaret ettiği yerlere, gönül nağmelerinden mesihî soluklar gibi diriltici besteler duyuracak bir söz, hâl ve gönül eridir.
Fethullah Gülen, ilgili diğer yazılarında daha başka niteliklerinden de söz ettiği bu gençliğin, yalnız Türkiye için değil, kendi değerlendirme ve ifadeleriyle, bu irade ve himmet insanlarının gelişi, bizim milletimiz için olduğu gibi, bir manâda topyekün insanlığın kurtuluşunu da beraberinde getirecektir. Bugün bütün insanlık, derbeder ve perişandır; bu gençlik, hemen her şeyin ayağa düştüğü, ilmin her şeyi maddede arayanların oyuncağı olduğu ve inkâr hesabına istismar vasıtası yapıldığı, her ağızdan yükselen ayrı ayrı seslerin, her kafadan çıkan farklı farklı düşüncelerin yığınları bütün bütün şaşkına çevirdiği bir dünyada derbeder ve perişan bütün insanlık için de, yarınlar adına ümit kaynağı olduğu inancındadır. (Sızıntı, Nisan, Mayıs 1990)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
OKUL VE ÖĞRETMEN
Fethullah Gülen, eğitim-öğretim konusunda okul ve öğretmene ayrı bir yer ayırır. Ona göre okul, bir öğrenme ve eğitim alma yeridir. Orada hayat ve ötesine ait her şey öğretilir. Aslında, hayatın kendisi de bir okuldur. Ne var ki, biz hayatı da ancak okul sayesinde öğreniriz.
Okul, hayatî hadiselerin üzerine irfan hüzmeleri göndererek, onları aydınlatır, öğrencilerine çevrelerini kavrama imkânı hazırlar. Aynı zamanda, gayet hızlı olarak eşya ve hadiseleri keşfetme yolunu açar ve insanı düşünce bütünlüğüne, düşüncede istikamete ve çoklukta teke götürür. İyi bir okul, fertte fazilet duygularını inkişaf ettiren, öğrencilerine ruh yüceliği kazandıran bir melekler otağıdır. Bin koldan akıp giden hayatın, nasıl kendine has kimliği kazandığı yer okul ise, aynı şekilde, çocuğun gerçek şeklini aldığı ve benliğinin sırlarına erdiği en önemli eğitim yuvası da yine okuldur. Dağınık bir ırmağın dar bir geçitte katlanıp kendine has ihtişamıyla görünmesi veya ağaçtaki saf hayatî sıvının billûrlaşıp güneş hüzmeleriyle münasebete geçmesi, ya da, bir ağacın veya meyvenin, çekirdekle başlayıp dallanıp budaklandıktan sonra yeniden çekirdekte birliğe ulaşması gibi, hayatın çokluk içinde akışı da ancak okul sayesinde birliğe ulaşır.
Fethullah Gülen, okulun ve okuldaki eğitim-öğretimin hayatın tamamını kapsadığı inancındadır. “Okulun, hayatın sadece bir parçasında insanı ilgilendirdiği sanılır; aslında o, kâinat mektebindeki bütün dağınık şeyleri bir arada görme ve gösterme vazifesiyle, çıraklarına sürekli okuma imkânı hazırlayan, susarken dahi konuşan bir yuvadır. Bu sebeple o, hayatın sadece bir bölümünü işgal ediyor görünse de, bütün zamanlara hükmeden ve hadiselere sözünü dinleten tam bir hakimiyet sembolüdür” diyen Gülen, okula katılan her öğrencinin, bütün bir ömür boyu oradan aldığı dersi tekrarladığını ve okulda alınıp da benliğe mal edilen hüner ve bilginin, fazilete giden yollarda birer rehber ve kapalı kapıları açan sırlı bir anahtar olduğunu ifade eder.
Fethullah Gülen, toplum içinde en büyük değeri öğretmene verir. Ona göre öğretmen, bir anlamda mabet fonksiyonu da gören okulun kutsal varlığı, doğumdan ölüme kadar bütün bir hayat boyu hayatı şekillendiren kudsî rehberdir. Gülen, “milletine, kader programında önderlik yapıp, ahlâk ve karakterini yücelten ve ona ebediyet şuurunu aşılayan, melek soluklarının mihraklaştığı bu üstün varlığa denk yeryüzünde ikinci bir yaratık gösterilemez” der.
Gülen’e göre, öğretmenin fert üzerinde tesiri, anne, baba ve toplumun tesirinden daha fazladır. Aslında, anneyi de, babayı da, hattâ toplumu da yoğuran odur. Onun elinin içine girmediği her hamur, tatsız ve tuzsuz sayılır.
Öğretmen üzerinde ileri mütalâalarına devam eden Gülen, şunları söyler:
Melekler otağı bir okulda öğretmen, saf ve temiz tohumun ekicisi ve koruyucusudur. İyisiyle, sağlamıyla meşgul olmak onun vazifesi olduğu gibi, hayat ve hadiseler karşısında ona yön verip, hedef göstermek de yine ona aittir. Her gün ayrı bir sancı ve ızdırapla talebenin gönlüne inen, ders ve davranışlarıyla onun dimağına silinmez renkli çizgiler bırakan öğretmen, yeri doldurulmaz bir öğreticidir. Öğrenciye, ona yol gösterici ve eğitici iyi örneklerin verilmesi, ancak, siması hakikat gamzeden, bakışları alabildiğine derin ve çıraklarına vereceği her şeyi gönül prizmasından geçiren öğretmenle mümkün olabilir.
Öğretmenin kanatlanan himmeti, gayreti, çırağını kâh yıldızlara yükseltir, kâh ona vicdanında soluk aldırır ve bu iki şey arasında duyulan hayret, hasıl olan düşünce, onu yaşadığı boyutun dışına çıkarır. İşte bize göre gerçek öğretmen, böyle teker teker eşya ve hadiselerdeki nirengileri yakalayan, bir alıcı ve verici kontaklaşması gibi, hayat ve vicdan arasında münasebet kuran, her şeyden gerçeği duymaya ve her dille ona tercüman olmaya çalışan insandır.
Öğretmenini bulmuş bedevî bir topluluk, melekler kadar ulvîleşir ve toplum halinde öğretmen olma payesine yükselir. Onun elinde madenler saflaşır, som altına ve/veya pırıl pırıl gümüşe dönüşür. O esrarlı elde en ham ve en değersiz şeyler, değerler üstü elmaslar haline gelir. Hiçbir fabrika onun kadar seri ve onun kadar sistematik olarak iş göremez. Karşısına aldığı yüzlerce insana, bir anda bütün duygu tayflarını intikal ettirmek ve onların varlıkları içinde ikinci bir varlık haline gelmek, öğretmenden başka kimseye müyesser olmamıştır. Öğretmen, sırlar âleminin aşılmaz zirvelerinden sızıp sızıp bize gelen manâların tercümanı ve varlık âlemindeki sezilmez faaliyetlerin sesi ve sözüdür. Onun sayesinde insan bulutlar gibi yükselir ve rahmet olarak yere iner. (Sızıntı, Ekim-Aralık 1979)
Okul ve öğretmen üzerinde bu şekilde durduktan sonra, okulda verilmesi gereken dersler ve öğrenciye kazandırılması gerekenlere temas eden Fehullah Gülen’e göre, bilmek bizâtî bir değer ifâde etse de, öğrenciyi bilgi hamalı haline getirecek bilgi, talebenin omuzunda bir yük ve bir vebal olur. Bu bakımdan, öğrenilecek ve öğretilecek her şey, insan şahsiyetini bütünleştirici ve iç âlem ile eşya ve hadiseler arasındaki ince münasebeti keşfe yönelik olmalıdır. Hattâ bundan da öte, öğrenilen şeye ait her parça, pratiğe sağlam bir mesnet ve yeni terkiplere götürücü esaslı birer dayanak mahiyetinde bulunmalıdır. Gülen, ayrıca, “çocukluk ve okul çağında okutulacak kitaplar, şiir olsun nesir olsun, düşünceye kuvvet, ruha metanet, ümit ve azme fer verecek mahiyette olmalıdır ki, iradeleri güçlü, fikirleri sağlam nesillere sahip olabilelim” der ve şöyle devam eder: “Okulda ilim benliğe mal edilir ve insan, bu sayede yaşadığı katı madde dünyasının boyutlarını aşar ve bir bakıma sonsuzluk sınırına ulaşır. Benliğe mal edilememiş ilim ise, insanın sırtına vurulmuş bir yük, hem de insanı mahcup eden bir yüktür. Evet, fikre aydınlık, ruha kanatlanma vadetmeyen her türlü kaba belleme ve ezbercilik, benliği aşındıran bir törpü, kalbe de indirilmiş bir darbedir.”
“Şahsiyetimizle eşya arasındaki esrarı çözmeye yönelik olmayan bir bil*ginin, haricî dünya adına ve onunla bütünleşme hesabına öğrenciye kazan*dıracağı hiçbir şey yoktur” diyen Gülen, “sadece öğrenmek ve önüne gelen her şeyi öğrenmek, götürdüğü şeyler itibarıyla hiç bilmemekten daha tehlikelidir” düşüncesindedir. Bu sebeple de, ona öre, insanı kâinatla bütünleşmeye götürücü hususlar üzerinde durulmalıdır. Bu nokta, düşüncenin ilk merhalesi, öğrenme ruh ve ciddiliğinin de en sağlam belirtisidir. Bu teminatı elde ederek ilim yoluna koyulma, insanı ezbercilik ve hafıza müsabakasından kurtaracağı gibi, mater*yalizmin içine düştüğü kabukla uğraşma ve hezeyanlardan da koruyacaktır.
Gülen, “gençlere öğretilecek şeylerle, onları birer hafıza hamalı kılmaktan çok, yaş ve kültür durumları dikkate alınarak, gördükleri nesnelerin ötesinde gayeler hissettirilmeli ve öğreneceği şeyler, hazmedebileceği ölçüde verilmelidir” der ve şöyle devam eder: “Daha ilk okulda çocuğa cihan coğrafyası, beşer tarihi veya felsefe ile taşıyamayacağı bir yük yüklemek, ders için de, talebe için de talihsizliktir. Her gün, ilim adına, öğrencisini bin şüphe ve tereddütle baş başa bırakan öğreticiye öğretmen denemeyeceği gibi, onu bir laboratuar ciddiliği içinde doğru neticelere götüremeyen okul görünümlü binalara da okul denemez.”
Fethullah Gülen, daha sonra iyi bir eğitim-öğretim için iyi bir programın âdeta genel hatlarını çizer:
Okulda eğitime başladığı ilk dönemde çocuğa önce dil, ideal, inanç, ahlâk, karakter, sonra da bu temeller üzerinde sosyal bir kimlik kazandırılmalı ve o, içinde yaşadığı devrin şartları da dikkate alınarak, ilimler adına inkılâpçı, daha doğrusu, daimî bir dirilişle hep yeni ve hep taze bir anlayışa ulaştırılmalıdır. Sonra, bu noktadan hareketle de onun, sanat, ticaret, ziraat, ilim ve teknik gibi meselelere alıştırılması, adapte edilmesi sıralanabilir. Bir toplumun âhenk içinde ve sürekli olarak varlığını sürdürebilmesi, onun inanç ve ahlâka, bunun yanında sanat, ticaret ve ziraata, bunların da yanında devletler arası dünya dengesinde yerini alma gayret ve çabasına bağlıdır. Bir toplum, bilgin, aydın ve yetişmiş kadrolarıyla rehberler, sanat ve ticaret erbabına mürşid ve bütün hayatî meselelerde öncüler yetiştirmiyorsa, o toplum felçli, gelecek adına da talihsiz ve nasipsiz demektir. Bu itibarladır ki, okulda okutulan derslerin yanında, talebenin iç enginlikleriyle ele alınması da çok önemlidir.
Öğrenciye nasıl davranılması gerektiği konusunda da uzun uzun tahlillerde bulunan Fethullah Gülen’e göre, okulda verilecek öğretim ve eğitimde, öğrencinin bütün yanlarıyla çok iyi tanınması ve bu hususta acele edilmeden, belli bir tedrîciliğin takip edilmesi şarttır. Bu çerçevede öğrenciye verilecek şeylerin dozajı iyi ayarlanmalı, ona bunların aktarılmasında sabır ve kararlılık gösterilmeli, irşad ve terbiye tesirini göstermiyor diye ümitsizliğe düşmemeli, terbiye ve yetiştirmede akıl, kalp ve ruhun beraber doyurulmasına, akıl kadar kalp ve hislere, kalp ve hisler kadar akla hitap edilmesine özen gösterilmelidir. Öğrencinin kusurları, doğrudan onun yüzüne vurulmadan, öğrenci bilhassa başkaları yanında mahcup edilmeden, o kusur umumî telkinlerle giderilmeğe çalışılmalı, bunun başarılı olmadığı yerde, hususî olarak hususî bir yerde kendisiyle birebir ilgilenip, konuşulmalıdır. Öğrenciye telkin edilecek her iyi şey, o işin kahramanlarıyla, her kötülük ve fenalığa set çekme de, fenalıklara ve kötülüklere karşı direnmiş yiğitlerle müşahhas hale getirilmelidir. Öğrencinin gönlü yüce ideallerle donatılmalı, sevgi, korku ve tedipte denge mutlaka muhafaza edilmelidir. Bütün bunlardan ayrı ve belki en önemli bir prensip olarak, öğretmen, öğrenciye anlattığı her mevzû ve meselede bilgisiyle kendisini kabûl ettirdiği gibi, telkin ettiği bütün güzellik ve iyiliklerde de ona bizzat ve yaşayışıyla örnek olmalıdır.
Gülen’in, bütün iç ve dış özellikleriyle resmini çizdiği ve onun ifadesiyle, “ötelere açılmış, insanı bütün yanlarıyla keşfedip kucaklayan ve âdeta melekler otağı haline gelmiş bir okul”, insanın yoğrulup, gerçek cevherinin ortaya çıktığı, ortaya çıkıp som altın haline geldiği bir laboratuar; aklı fenlerle, ilimlerle aydınlık, kalbi inanç, ahlâk ve en saf duygularla berrak ve böyle bir akıl ve kalbin ışığında öğrencinin himmetini kanatlandıran öğretmen de, yarınlarımızın teminatı olacak nesillerin yoğrulduğu bu esrarengiz laboratuarın gerçek üstadıdır: belimizi sihirli elleriyle doğrultacak, ufkumuzdaki karanlıkları temiz soluklarıyla giderecek mukaddes üstadı (Sızıntı, Nisan-Temmuz 1981; Ekim-Aralık 1979).
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
EĞİTİM-ÖĞRETİMLE İLGİLİ BİR KISIM PRENSİPLER
Fethullah Gülen, aile içi ve okuldaki eğitim üzerinde, burada ancak özetini verdiğimiz noktalar çerçevesinde yeterince durduktan sonra, gerek aile içinde ve okulda, gerekse bir başka yerde, genel anlamda başarılı bir eğitim ve öğretim için bir takım prensiplere dikkat çeker ve bunları şöyle sıralar:
Muhatabın tanınması prensibi
Gülen’e göre, eğitim ve öğretimde muhatabın tanınması çok önemlidir. Kendine bir şey vermeyi tasarladığımız şahsı tanımadan, ona bir şeyler vermeye kalkışmak olumsuz tesire ve karşı tepkiye yol açabilir. Bu itibarladır ki, basiret ve feraset sahibi, kavraması süratli, tesbitleri yerinde manâ ehlinin terbiye ve yol göstericiliği, daima diğerlerinden daha tesirli olmuştur.
Bu sebeple, önce çocuğun veya öğrencinin ruh durumunu tesbit etmek, sonra müdahalede bulunmak lazımdır ki, tepki göstermesin. İnsan vardır ki, sevgiyle, okşamakla, hediye ve mükafâtla yumuşar, balmumuna döner; insan da vardır ki, yerinde ve gerektiğinde yüz ekşitmek, ilgisiz kalmak ve mutlaka gerektiğinde kulağını çekmekle. Ne var ki, birinci şıkta değerlendirilecek insanlar daha çok ve o yol daha tesirlidir. Zira beşer, yaratılışın gereği olarak iyiliğe ve güler yüze daha çok açıktır. Sevgiyle, hediye ile, mükâfatla insanın gönlüne girilirse, o insan, kendisine sunulacak düşünce ve tekliflere, kendisine uygulanacak eğitime daha açık hale gelir.
Tedricîlik prensibi
“Eğitimde tedrîcilik esasına riayet etmek, yani, fıtrat kanunlarına (meselâ, bir ekmeğin elde edilebilmesi için bir yıllık bir sürecin ve bir sürü işlemin gerekmesi gibi kâinattaki kanunlar –AÜ) uyup, aceleciliği bırakmak şarttır” diyen Fethullah Gülen, aksine davranışın istenen neticeyi almayı imkânsız kılacağı düşüncesindedir. O, tedrîcilik konusunda aşağıdaki hususlara dikkat çeker:
· Verilecek şeylerin dozajının ayarlanması… Gelişigüzel ve hele eğitimci tarafından hazmedilmedik şeylerin verilmesi, faydadan çok zarar getirir.
· Verilmesi gerekli olan şeylerin çocuğa veya öğrenciye aktarılmasında sabır, kararlılık ve bıktırmayan tekrara ihtiyaç vardır. Bir verip bir kesmek ve hele sabırsızlık göstermek, panzehir yerine, zehir fonksiyonu görür.
· Verilenler çocuğa veya öğrenciye en son tesir edeceği ana kadar, ondan bir şey beklenmemelidir. Zira bu konuda gösterilecek hırs ve acelecilik, hem fıtrata aykırı, hem de hüsrana sebeptir.
· Eğitim etkisini göstermiyor diye feveran edilmemelidir. Aksine, o ana kadar yapılan şeylerin hepsi yıkılmış olur.
· Eğitimde akıl, kalp ve ruhun beraber doyurulmasına titizlik gösterilmelidir. Bu da, belli bir zaman ister ki, yapılabilsin; yoksa, ümit bağlanılan netice elde edilemez.
Kusurlar karşısında müsamaha prensibi
Çocuğun veya öğrencinin kusurları karşısında nasıl davranılması gerektiği konusuna da değinen Fethullah Gülen, önce, onun işlediği kusurlara karşı bilmezlikten gelme, kusurları yüzüne vurup da perdeyi yırtmama gerektiği kanaatindedir. Ona göre, çocuk veya öğrenci, aksi durumda, yani kusurları sürekli yüzüne vurulur ve bunlardan dolayı devamlı azarlanırsa, iyice arsızlaşır ve yapılan telkinlere dirsek çevirir. Gülen, “kusurun mutlaka giderilmesi isteniyorsa, suçlu ve kusurlu doğrudan muhatap alınmadan, toplum içinde genele konuşmak ve yapılan uygunsuz davranışların aklen, kalben, vicdanen sevimsizliği üzerinde durmak daha uygun düşer. Eğer bu yolla da başarı elde edilemez ve kusurlar sürer giderse, bir köşeye çekip, kendisi hakkında, düşünce, kanaat ve bakış açımızın onun davranışlarına uymadığını anlatmak yerinde olur. Kim bilir, belki de bir ‘sen de mi?’ sözü, ona bin nasihatten daha çok tesir edebilir” der.
Anlatmada müşahhaslaştırma prensibi
Gülen, mücerret güzelliklerin mücerretliği içinde anlatılmasının çok faydalı olmayacağını, bunun yerine, çocuğa veya öğrenciye anlatılacak her iyi ve güzel şeyin, o işin bir kısım kahramanlarıyla, çocuğun veya öğrencinin sakındırılması gereken her kötülük ve fenalığın da, yine onlardan kaçınmada örnek teşkil etmiş ‘yiğit’lerle misallendirilerek anlatılması gerektiğini belirtir. O, “anlatılacak her şeyin, böyle bir kahramanın hayatıyla resmedilmesi, hem çarpıcı, hem daha tesirli olacaktır” der.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Gönlün yüce ideallerle donatılması prensibi
Fethullah Gülen, idealsiz nesillerden bıkkın, bezgin ve bîzar olup, nesillerin mutlaka yüksek ideallerle donatılması gerektiği inancındadır. Bu konuda o, şöyle der:
Nesiller, kendilerine gösterilecek yüksek hedef ve ulvî ideallerle canlılıklarını korurlar. Hedefsiz, mefkûresiz (idealsiz) kaldıklarında da kadavralaşır ve birer iskelet haline gelirler… Milletin ümit kâsesini ellerinde taşıyanlar, her şeyden evvel, nesillerin gönüllerini yüksek ideallerle donatarak, onları Hızır çeşmesine giden yollara irşad etmelidirler (yöneltmeli). Dertsiz, davasız, gayesiz ve idealsiz nesillerin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da etraflarındaki her şeyi yakıp yok etmesi kaçınılmaz olur… (Gençlere yüksel idealler gösterme) vazifesi, mektepten mabede kadar bütün müesseselerde hassasiyetle benimsenmeli ve bu iş, imkân elverdiği nisbette de kafa ve kalp izdivacına muvaffak olmuş aydın ve hasbî ruhlara gördürülmelidir. (Sızıntı, Ağustos 1983)
Nesillere ideal verilmesi konusunda son derece hassas olan Gülen, bunun çocuk yaşta başlaması gerektiği inancındadır ve “çocuğa (veya öğrenciye) sorumluluk ruhu ve buna bağlı olarak şecaat aşılanmalıdır. Yani, iyiliklerin ve güzelliklerin yaygınlaştırılmasında ve yüce hakikatların etrafa duyurulmasında, kendisinin birinci derecede vazifeli olduğu, aynı şekilde, dünya çapındaki fenalıkların giderilmesinde de yine kendisine çok şey düştüğü telkin edilmelidir” der. Ona göre bunun bir faydası da, bu şekilde yetiştirilen kişinin, her işi başkasından bekleme, hattâ kendine düşen şeyleri bile başkalarına havale etme gibi miskinliklerden korunmuş ve kurtarılmış olmasıdır.
Fethullah Gülen, kişiyi yüksek ideallerle donanmış olarak yetiştirmeye çalışırken, mübalâğadan kaçınılması gerektiğini belirtir ve “onu böyle bir ruhla yetiştirmeye çalışırken abartılara gitmemeli ve gerçekler efsanelere feda edilmemelidir. Aksi halde, mübalâğalarımız, onda kurmaya çalıştığımız umranları bir gün yerle bir edebilir” diye ikazda bulunur.
İyi ve güzel sözlerle anlatma prensibi
Gülen’in, eğitim ve öğretim adına dikkat çektiği bir diğer nokta da, ıslah ve terbiye yolunda kötü söz ve uygunsuz kelimelere asla yer verilmemesi gerektiğidir. Ona göre, sövme, lânetleme, küfür gibi, hiçbir terbiye edici hususiyeti olmayan şeylere katiyen baş vurulmamalıdır. Yoksa, farkına varmadan, vazgeçirmek istediğimiz aynı şeyleri ona telkin etmiş ve kendinden küçüklere karşı, bu uygunsuz şeyleri yapabilme iznini vermiş oluruz.
Sevgi ve korku dengesi prensibi
Fethullah Gülen, çocuğa veya öğrenciye gösterilecek sevgi ile, onu korkutmanın dengeli olması gerektiği kanaatinde olup, bu konuda, “sağını solundan seçebilecek duruma gelen her insan, sevgi ve korku dengesi içinde ele alınmalıdır. Esasen, her ferdin hayatında bu denge çok mühim bir unsurdur” der ve bu denge bozulup da, sevgi ve korkudan birinin ağır basması halinde, bunun ferdin psikolojik hayatında tesirini hemen göstereceği uyarısını yapar.
Cezalandırma prensibi
Fethullah Gülen, çocuğun terbiyesi adına, mecbur kalındığı durumlarda onu hafifçe dövmekte mahzur olmayacağını belirtir ve “nasıl ki büyüklere belli suçlarından dolayı, suça ve kendi durumlarına göre ceza veriliyorsa, bunun gibi, vakar ve sevgi atmosferi içinde büyüyen çocuk, hesap verme çağına girdiği andan itibaren, en-son çare olarak hafif okşamakla tedip edilebilir” der.
Ne var ki Gülen, hafif de olsa döverek cezalandırmada çok dikkatli olunması gerektiğine de bilhassa dikkat çeker ve bunun için bir kısım şartlardan söz eder. Ona göre, bu şartlar gerçekleşmedikçe bu prensip uygulanmamalıdır. O, bu şartları şöyle sıralar:
· Çocuğun temyiz, yani iyiyi kötüden ayırt edebilecek çağına varmış olması. Henüz bu devreye ulaşmamışlar için, bu prensip, terbiye adına ne bir çare, ne de bir vesiledir.
· Son çareye kadar, terbiye adına konmuş bulunan bütün prensiplerin kullanılmış olması. Aksine, o son-çare olmaktan çıkar ve doğrudan doğruya terbiye vesilesi olan şeyler arasına girer.
· Katiyen can yakıcı olmamalıdır.
· Hafif okşama dahi olsa, hayatî önemi bulunan noktalardan ve bilhassa yüzden sakınılmalıdır.
Gülen, dövme konusunda bir ikazda daha bulunur ve şunları söyler: “Bununla birlikte, dayağın sürekli tesir icra edeceği de, her zaman münakaşa götürür bir mevzudur. Onun terbiyedeki tesiri, daha çok teskin edici ilaçlara benzer; ağrıyı geçici olarak dindirse bile, iyileştirmez Hele, bazı zamanlar başka komplikasyonlara da yol açar ki, dolayısıyla daima titizlik isteyen bir husustur.”
Zıtlıkların bulunmaması prensibi
Ferdin eğitim ve öğretimi adına Fethullah Gülen’in dikkat çektiği hususlardan biri de, eğitimde anne-babanın ve/veya eğitimcilerin uyum içinde olmaları gerektiğidir. Ona göre, yuvada veya bir eğitim kurumunda böyle bir uyum yoksa ve eğitimcilerden birinin yaptığını öbürü bozuyor; öbürünün söylediğini beriki yalanlıyorsa, bu takdirde çocuğun veya öğrencinin, terbiyecilerine karşı itimadının sarsılması ve saygısızlaşması muhakkaktır.
İstenilen şeylerin aralıksız olarak ve tam bir ciddiyetle yaşanması prensibi
Fethullah Gülen, gerek zihnî gerek kalbî ve manevî her türlü eğitimde anlatmadan çok temsilin, yani bizzat yaşayarak örnek olmanın gerekliliğine inanır. Ferdin eğitimi konusunda aynı konuya özellikle dikkat çeken Gülen, şöyle der: “Bütün bu prensiplerden sonra, en mühim husus, hattâ geçen bütün prensiplerin özü diyebileceğimiz bir husus vardır ki; o da, eğitimin gerektirdiği şeylerin aralıksız olarak ve tam bir ciddiyetle bütün bir hayat boyu yaşanmasıdır. Yani, ferdin inançlı ve samimi olması için, inanç ve samimiyet eğitimcinin her davranışında görülmeli; eğitimci, sorumluluklarını yerine getirmek için derin bir vazife şuur ve idrakine sahip olmalı; ferdin ahlâklı olabilmesi için, yetiştirici, bu konuda ona bilfiil misal teşkil etmelidir.”
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Yetişmede dış çevre
Yukarıda geçtiği üzere, eğitimde aile, sokak (yakın dış çevre), okul, medya ve yayın dünyasının âhenkli işbirliğinin özellikle gerekli olduğunu vurgulayan Fethullah Gülen, bu konuda anne-babanın görevini ele alırken, “anne-baba ve diğer eğitimciler, çocuğun sokaktaki oyun arkadaşlarından, beraber kaldığı dostlarına kadar, onun bu ikinci derecedeki çevresi konusunda hassas ve dikkatli olmalıdırlar” der ve aksi halde çocuğun kendine göre seçeceği çevre ve yakın arkadaş dairesinin, bütün bir hayat boyu hem o yuva için, hem de toplum için huzursuzluk kaynağı olabileceği ihtimali uyarısında bulunur.
Yatıp-kalkma ve dinlenme
Fethullah Gülen, ferdin eğitimi konusunda, aşağıda geleceği üzere, onun yatıp-kalkma ve dinlenmesine ve çocukluk çağındaki oyun ve oyuncaklarına varıncaya kadar hiçbir ayrıntıyı ihmal etmez. O, yatıp-kalkma ve dinlenme ile ilgili olarak, yalnız çocuklar için değil, herkes için geçerli olabilecek aşağıdaki birkaç önemli prensibe dikkat çeker:
· Aile fertlerinin hayatı, mutlaka düzen altına alınmalıdır. Bir evde, yatıp-kalkmaya gelinceye kadar her şey belli bir düzen içinde yürürse, o aileye ait meselelerin büyük bir kısmı yoluna girmiş sayılır. Aksine, bir evde hayat disipline edilmemiş ise, o yuvaya ait çok meseleler dağınıklık içinde ve sürüncemede demektir.
· Hayat düzenimiz, içinde oturduğumuz apartman ve kendileriyle yakın temasımız olan diğer komşularla çatışmamalı, bu bakımdan, komşu seçiminde ve komşuluk münasebetlerinde de dikkatli olunmalıdır. Yoksa, karşılıklı olarak birbirimizin hayat düzenini ve rahatını berbat etmekten kurtulamayız.
· Dinlenme ve çalışma, imkân ölçüsünde belli bir zaman içinde ve belli saatlerde yapılmalıdır. Aksi halde, sürekli değişip duran yatıp-kalkma zamanları, uyku ile çalışmayı iç-içe kılar. Bu ise, hem dinlenmenin, hem de çalışmanın zedelenmesi demektir.
· Uykuya ait zamanı ihlâl edecek her şeyden mutlaka kaçınılmalıdır. Bazen bir-iki bardak çay, bazen bir iki lokma yiyecek, bazen de bir can sıkıntısı, bir gecelik uykuya ve dolayısıyla bir günlük işe mal olabilir
Temizlik
Fethullah Gülen, daha sonra da temizlik üzerinde durur. Ona göre, yuva ve okul, çocuğu veya öğrenciyi manevî kirlerden uzak kalmayı öğretmekle sorumlu olduğu gibi, bedenini, elbisesini, oturup-kalktığı yerleri de temiz ve düzenli tutmayı öğretme mecburiyetindedir.
“Yuvadaki disiplin ve temizliğin, anne-babadan yavrulara geçtiği bir gerçektir. Her yavru, dünyaya gözünü açtığı zaman, yuvasında ve yuvacığında gördüğü şeyleri taklide çalışır ve türünün taşıdığı istidatlarla, o istikamette varlığa erer” diyen Gülen, özellikle insan için bu meselenin fevkalâde önemine dikkat çeker ve şu açıklamada bulunur: “Çocuk, etrafını temiz ve düzen içinde görürse, bunun böyle olması lazım geldiğine inanarak, üstüne-başına ve yatıp-kalktığı yere, ona göre çeki düzen vermeye çalışır. Aksine, etrafını perişan ve etrafındakileri de kirli ve derbederlik içinde görürse, temizlik ve nizam adına bütün istidatları körelir, miskinleşir. Artık kendi şahsî işlerinin dahi, başkaları tarafından yapılması lazım geldiği düşüncesine kapılır. Böyle bir hava ve iklimin, topluma nasıl tufeyliler yetiştireceği ise, her türlü izahtan vârestedir.
Bu itibarla, terbiye prensipleri arasında, derli-toplu ve temiz olmayı öğretmenin ayrı bir yeri olmalıdır. Zira çocuk, ailesinden aldığı diğer hasletler gibi bu meziyetiyle de, toplumun emrine girecek ve ona yararlı olmağa çalışacaktır. Ve yine bu meziyetiyle ailesinin yanında bulunduğu sürece yuvaya; tahsil döneminde kaldığı eve veya barındığı yurda ve beraber kaldığı arkadaşlara yük olmayacaktır.”
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Oyun ve oyuncaklar
Son olarak, çocukların dengeli yetişmesinde oyunun oldukça önemli bir unsur, hattâ belli ölçüler içinde kalan her oyunun çocuğun hissî, ruhî ve fikrî gelişmesinde en tesirli faktörlerden biri olduğuna temas eden Fethullah Gülen, “bazı oyunlar vardır ki, çocuğun melekelerini geliştirerek, onu ileriki hayatına hazırlar; bazı oyunlar, onun düşünce ve kabiliyetini artırır; bazıları da boşalmasını temin eder” diyerek oyunları bir tasnife tâbi tutar ve sonra da izahlarda bulunur. Ona göre, oyun sayesinde kapalı ve içine dönük çocuklar, ruhî gerilimden kurtularak serbest nefes alabilirler. Genellikle, bencil ve kapalı çocuklar, yalnız kaldıkça bulanık düşüncelerden bir türlü kurtulamazlar. Bu ise, onların hayallerinin kötülüklere ait şeylerle meşgul olmasını ve dolayısıyla de sürekli olarak ruhlarının hırpalanmasını netice verir. Meşrû çizgide her oyun, tatminsizlikten gelen çeşitli sıkıntı ve üzüntüleri gidermede oldukça faydalıdır. Bilhassa henüz yapacakları sürekli bir iş olmayan çocukların enerji fazlalığının atılması için oyun, hemen hemen tek yoldur. Oyunda, muhakkak bir gaye ve hedef gözetilmelidir. Ne var ki, belli bir yaşa kadar, küçük çocuklarda buna riayet etmek oldukça zordur. Bu itibarla, onlar için daha ziyade oyunların eğlendirici olanları tercih edilmelidir.
Gülen, bu açıklamalarından sonra, oyunları “kabaca” ikiye ayırır ve bu iki sınıf veya tür oyun hakkında bilgiler verir:
1. Eğlendirici mahiyette olan oyunlar.
2. Yetiştirici ve geleceğe hazırlayıcı mahiyette olan oyunlar. Bedeni geliştirici fizikî hareketlerden ibaret olan oyunlar da bu gruba girer.
Hem eğlendirici hem de yetiştirici oyunlar henüz çocukluk çağından çıkmamış olanlar için düşünülebilirse de, ergenlik çağına gelmiş olanlar için yetiştirici ve onları istikbale hazırlayıcı oyunlar üzerinde durulmalıdır. Sırf eğlendirici olan oyunlarda, başka her hangi bir gaye gözetilmez. O oyunlar, sadece vakit geçirmek için oynanır. Ancak, bazen bu tür oyunlarla bedenî yorgunluklar giderilerek, vücut, hattâ zihin ve ruh da dinlendirilmiş olabilir. Ne var ki, böyle bir dinlenme daha faydalı ve ruh için daha elverişli bir yolla yapılabiliyorsa, o yolu seçmek uygun olur. Meselâ, bazıları zihnî yorgun*luklarını ve ruhî gerilimlerini gidermek için tavla, poker ve benzeri oyunları oynarlar; fakat bu oyunlarla dinlenmek şöyle dursun, çok defa yorgunluklar ve sıkıntılar bir kat daha artar. Halbuki bunun yerine, bir kültürfizik veya beden hareketini gerektiren bir ibadet, dinlendirici ve içe rahatlık verici olur. İnsanlar, bedenî yorgunlukları ve o yorgunlukları giderecek usulleri çabuk öğrenebilirler; fakat çok defa zihnî ve ruhî yorgunlukları, hırpalanmaları ve onları dinlen*direcek yol ve usulleri bilemezler. Bunun içindir ki, eğitime ait her meselede olduğu gibi, oyunda da mutlaka rehbere ihtiyaç vardır. Hattâ, rehbersiz ne kültürfizik yapılmalı, ne de zihin ve ruhu dinlendirmeye gidilmelidir. Yoksa, bazen dinlendirme adına kalp ve ruh, farkına varılmadan örselenmiş olur.
Oyunlardan sonra, çocukların oyuncakları konusunu ele alan Gülen, “çocukların oynayacakları oyuncakları seçmede de dikkatli olunmalıdır” der ve önemli bir uyarıda bulunur: “Bazı oyuncaklar son derece yararlı olmasına karşılık, üzerinde durulmadan ve araştırılmadan çocuğun içine atıldığı her oyun veya eline tutuşturulan her oyuncak, onun duyguları üzerine indirilmiş bir balyoz tesiri yapabilir. Çocuğun fikrî ve ruhî gelişmesini hedef almayan ve duygularının gelişmesine yaramayan her oyun ve oyuncak, bizim hesabımıza israf, yavru adına da bir zaman kaybı ve yorgunluktur.”
Çocukların oynayacakları oyun ve oyuncakların, eğitim adına takip edilmesi gereken aslî prensiplerle çakışmaması ve mutlaka çocuğun düşünce ve his dünyasını kucaklayıcı ve yükseltici mahiyette olması gerektiğini vurgulayan Gülen, bu konuda da şu izahatı yapar:
Bu itibarla da çocuk, yalanla, aldatmacalarla ve bir hakikatın uzantısı olmayan hayalî şeylerle iğfal edilmemelidir. Evet, onda insanî duygu ve melekelerin gelişmesi gibi, yüce mefhumlar da, katiyen yalan ve hayale bina edilmemeli ve edenlerin de mutlaka aldanacağı bilinmelidir. Bilmem ki, çocuğa yalanların doğru, hayalî şeylerin hakikatlar gibi gösterilmesi kadar, onun için daha zararlı bir şey tasavvur edilebilir mi?... Yalan, hayat vermez. Hakikatlara ışık tutsun diye yalan ve hayalî şeyler kullanmak, en yüce gerçekleri çocuğun nazarında değersiz ve kıymetsiz hale getirmekten başka bir şeye yaramaz.
Çok yararı olmamakla birlikte, vakit israfına sebep olmayan ve kumar, benzeri şans oyunları ve zararlı eğlenceler sınıfına girmeyen oyunlar da çocuğa yasaklanmayabilir. Şu kadar ki, her halükârda, terbiyeye ait her meselede olduğu gibi oyun ve eğlencede de ana hedef, çocuğu yüce duygularla donatmak ve onu maddî manevi sıhhatli kılmak olmalıdır. Oyun çeşitlerinin yasak edilenlerinde ise, ne çocuğu insanlığa yükseltmek, ne de duygularını inkişaf ettirmek söz konusudur. Aksine bunlarda, çocuğun duyguları itibariyle zaafa uğradığı, yıprandığı, hattâ bir ölçüde eriyip mahvolduğu görülür (Sızıntı, Mart-Mayıs 1982).
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
FETHULLAH GÜLEN VE DÜNYAYA YAYILAN TÜRK OKULLARI
Bugün, Fethullah Gülen ve eğitim denince kamuoyunda akla önce Türkiye’de ve Türkiye dışında Türk müteşebbislerin açtığı yüzlerce okul geliyor. Herkes biliyor ki, Fethullah Gülen’in bu okullarla münasebeti, sadece günümüz dünyasında başta Türk insanı olmak üzere, bütün insanlığa en iyi hizmet nasıl verilmeli ve bu hizmet vermenin en temel yolu olan sağlıklı bir eğitim nasıl olmalı konusunda serdettiği fikirler ve yazılı-sözlü tavsiyelerinden ibaret. Onun bu konudaki düşüncelerini dikkate alan ve uygulamaya koymayan çalışan birkaç müteşebbisin Türkiye’de açtığı birkaç okul gerçekten başarılı olunca, daha başkaları başka yerlerde aynısını yapmaya girişiyor ve bu sistem, Demir Perde’nin yıkılmasıyla birlikte bağımsızlıklarını kazanan Asya’daki Türk ve akraba cumhuriyetler başta olmak üzere, bütün yeryüzü sathında bir yayılma gösteriyor.
Gülen, bu yayılmayı cami kürsüleri dahil olmak üzere, her platformda açıkça tavsiye ve teşvik ediyor. Buna sebep olarak da, önce, yukarıda üzerinde durmaya çalıştığımız üzere, sağlıklı bir eğitimin herkes için geçerli evrensel önemine ve insanlara hizmetle Allah’ı razı etmenin yolunun birinci derecede bundan geçtiğine atıfta bulunuyor. Yeni Türkiye dergisine (sayı: 15, 1997, s: 685-692) bu konuda yazdığı uzun makalede önce, bugünkü insanlığın neye en çok muhtaç olduğunun üzerinde duruyor ve özetle şunları kaydediyor:
Gerek rönesans ve reform hareketlerinin, gerekse coğrafî keşiflerin temelinde maddî ihtiyaçların tatmini yattığından ve yine bu ihtiyaçların zorladığı ilmî hareketler Kilise’ye ve onun temsil ettiği Orta Çağ Hıristiyan skolastisizmine karşı geliştiğinden, neticede din-ilim çatışması, dinden kopma ve nihayet materyalizm ve komünizm, içtimaî coğrafyada ise bütün dünyayı kaplayan sömürgecilik, menfaat üzerinde sonu gelmez çatışmalar, nihayet iki dünya savaşı ve bloklaşmalar, son dönemler Batı tarihinin en göze çarpan hususiyetleri olarak karşımıza çıkmıştır.
Zikredilen bu faktörlerin tesiri altında son asırlarda Batı’nın entelektüel mahfillerini en çok meşgul eden konunun din-ilim çatışması olmasının yanısıra, 18’inci asırda başlayan aydınlanma hareketi insanı sadece akıldan, onu takip eden pozitivist ve materyalist akımlar ise sadece maddeden veya cesetten ibaret gördükleri için, Batı’da bilhassa manevî buhranlar birbirini takip etmiştir. Esasen, bilhassa son asrın tamamını kaplayan ve iki dünya savaşında zirveye ulaşan menfaat çatışmalarını en fazla besleyen unsurun da bu manevî buhranlar ve manevî tatminsizlik olduğunu söylemek asla mübalâğa olmayacaktır.
Bu noktada, farklı bir tarihe ve asliyetini korumuş bir inanç sistemine sahip olarak, iktisadî ve dolayısıyla içtimaî, hattâ askerî yönden köklü münasebetler içinde bulunduğumuz Batı’ya ve genelde bütün insanlığa vereceğimiz temel bazı şeylerin bulunduğuna inanıyorum. Bunların başında, insan anlayışımız ve insana bakışımız vardır. Esasen bu bakış, bize has, yani subjektif bir bakış olmayıp, insanın gerçekten ne olduğunu ortaya koyan en objektif bir bakıştır. Evet, herkesin itiraf edeceği üzere insan, ne sadece cesetten, ne sadece akıl ve muhakemeden, ne sadece hislerden ve ne de sadece ruhtan ibaret bir varlıktır. O, pek çok ihtiyaçlar ağında kıvranan cesedi; cesetten daha derin ihtiyaçları olan ve başına geçmişin elemlerini ve geleceğin endişelerini saran, ayrıca, bütün varlığı kurcalayarak, onu “Ben neyim? Bu dünya neyin nesidir? Hayatın ve ölümün benden istediği nedir? Beni dünyaya kim, hangi maksatla göndermiştir? Nereye gidiyorum ve bu hayatın hedefi nedir? Bu dünya yolculuğunda rehberim kimdir?” sorularına cevap aramaya iten aklı; akıldan daha öte tatmin isteyen hisleri ve ona öz insanî hüviyetini kazandıran ruhu ile bütün, yani komple bir varlıktır. İşte, bütün sistemlerin veya gayretlerin etrafında döndüğü insan, bütün bu yönleriyle komple bir varlık olarak ele alınıp değerlendirildiği ve bütün ihtiyaçları tatmin edildiği zaman gerçek mutluluğa ulaşabilecektir. Bu noktada onun gerçek terakkî ve asıl varlık yönüyle tekâmülü de ancak eğitimle mümkündür.
Bu şekilde, eğitimin önemine temas eden ve Türk insanı olarak dünyaya vereceğimiz çok şey olduğuna inanan Fethullah Gülen, eğitime, yine bizde olup da, dünyanın mahrum ve muhtaç bulunduğu bir başka değer açısından daha yaklaşıyor:
Hâzık birer hekim edasıyla dertlerimize eğilen mütefekkirlerimizin tesbitine göre, başka dinlerin sâlikleri akıl, ilim ve bürhanı bir tarafa itip, meselâ Orta Çağ’da Hıristiyanların yaptığı üzere, hiyerarşik ve profesyonel bir yapılanma içinde bulunan din adamları sınıfını körü körüne taklit edebilirlerdi ama, bütün meselelerini akla ve ilme tasdik ettiren Kur’ân, Müslümanları delile ve araştırmaya çağırıyordu ve Müslüman, kör bir taklitçi olamazdı. Kaç asırlık birikmiş dertlerimizin temelinde, bütün dikkatlerimizi ve himmetimizi İslâm’ın zahirine hasredip, onun sadefinde yatan cevheri keşfedememiş olmamız; belli bir dönemden sonra taklide yönelip, Allah’ın Kelâm Sıfatı’ndan gelen Kur’ânının bir başka ifadesi olarak, Allah’ın Kudret ve İrade Sıfatları’nın tecelli meşheri kâinattaki İlâhî kanunların keşfinden ibaret bulunan ‘müsbet’ ilimlerle İslâm arasında çelişki olduğunu vehmedip, bu ilimleri ihmal etmemiz; ilimde, düşüncede ve idarede istibdat; âdeta bütün millet fertlerini ve müesseselerimizi sarmış bulunan ümitsizlik ve onun yol açtığı düzensizlik, işlerimizde karmaşıklık; çalışmada işbö*lümüne riayet edememe gibi hususlar yatıyordu. Kısaca, bizim en önemli üç düşmanımız vardı: Cehalet, fakirlik ve iftirak (iç ayrılıklar). Bunlara karşı ilim, çalışma-servet ve ittihat (birleşme) silâhlarıyla mücadele edecektik. Bütün bu problemlerin en büyüğü cehalet oldu*ğundan, cehalete karşı tabiî olarak eğitimle karşı koymak gerekiyordu. Ayrıca eğitim, her zaman için ülkemize hizmetin en önemli yolu olma*sının yanısıra, bütün insanlığa hizmet ve dünyanın küçülüp, adeta bir köy halini aldığı çağımızda, bütün insanlarla, medenîlerle diyalog yo*lunun da en önemli vasıtasıydı. Sonra eğitim, her şeyden önce bir insanî hizmetti. Çünkü insan, yeryüzüne öğretim ve eğitim yoluyla mükem*melleşmek için gönderilmişti. Bir kısım mütefekkirlerimiz, “Eski hal muhal; ya yeni hâl, ya izmihlâl” diyerek, gözleri ve dikkatleri hâle ve geleceğe çeviriyor; bir yandan, Hıristiyanların ruhanî reisleriyle, ara*mızda medar-ı münakaşa olan mevzuları muvakkaten medar-ı bahs etmemek gerekir kanaati içinde veya “Bir ayağım merkezde, diğer ayağım pergel gibi 72 âlemin içinde” diyen Mevlâna gibi diyalog kapılarını açarken, bir yandan da, “gelecekte insanlık ilim ve fenne dökülecek ve gelecekte akıl ve söz hükmedecek” diyerek, akıl, ilim ve belâğata (söz sanatı) teşvikte bulunuyorlardı. Nihayet, siyaseti ve doğ*rudan siyasetle uğraşmayı bir tarafa itmekle de, asrımızdaki ve gelecek asırlardaki gerçek dinî ve millî hizmetin temel çizgilerini bir bir ortaya koyuyorlardı.
Fethullah Gülen, eğitimle ilgisini ve bunun sebeplerini bu şekilde ifade ettikten sonra, Türkiye’de başlayan ve ardından önce Asya’ya, sonra bütün dünyaya yayılan eğitim hamlesinin arkasındaki itici faktörü de şöyle dile getiriyor:
Saint Martin, “Meyveler olgunlaştıkça Batı’ya döküldü. Ağacın kökü Asya’dadır. Doğu’dan fışkıran kaynak, bütün varlıklar susuzluklarını gidersin diye ırmak ırmak Batı'ya boşandı” der.
Bir Batılının itiraf kokan bu tesbit ve değerlendirmesinde mübalâğa payı var mıdır bilemem; niyetim bir Batı-Doğu ayrımı yapmak da değil. Fakat, köklerimizin yattığı Asya’ya varlığımızın en derininde duyduğumuz hicran ve hasretten kaynaklanan duygularımızı süzecek akıl ve muhakeme imbikleri elbette ülkemizde vardı. Bunların içine girince, ayakları yere değmeyen hamasî duygulardan ziyade, akıl ve mantık ile hisleri, kafa ile kalbi, madde ile manâyı en mükemmel şekilde birleştirerek, içinde yaşadığımız çağın ve bu çağın siyasî, içtimaî ve iktisadî çemberinin idraki içinde ve dolayısıyla tamamen hikmet çizgisinde davranmak gerektiği ortaya çıkıyordu.
Temelde bu anlayış içinde, şahsıma yönelen bazı hüsn-ü zanları ülke, devlet ve millet hizmetine kanalize etmeye çalışmış ve insanımızı okullar açarak, eğitim ve insan yetiştirme işinde devlete yardımcı olmaya çağırmıştım. Cehaleti yenme eğitimden, fakirliği yenme çalışmak ve servet sahibi olmaktan, iç bölünmeleri ve ayrılıkları önleme birleşmeden, diyalogdan ve hoşgörüden geçiyordu ama, her türlü problem en nihayette insana dayanıyordu. Evet, yeryüzünde bütün problemler insanla başlayıp insanla bittiğinden, ister iyi yürüyen, arızasız veya az arızalı içtimaî bir sistem ve toplum düzeni, isterse kabir ve kabrin öte yanı için olsun, en tesirli vasıta eğitimdi.
Bugün dünya, evet, gerçi ulaşım ve haberleşme vasıtalarının alabildiğine gelişmesiyle bir köy haline gelmiş bulunmaktadır. Milletler adeta birbirlerinin kapı komşuları gibidirler. Fakat unutmamak gerekir ki, bilhassa böyle bir dünyada millî varlıkların korunması, ancak her milletin kendine ait hususiyetleri koruması ile mümkün olabilir. Bir bütünü oluşturan milletler ve ülkeler mozayiğinde kendine ait hususiyetleri, kendine ait nakış ve desenleri koruyamayan milletler yok olup gitmeğe mahkûmdur. Bizim aslî hususiyetlerimiz, her millette olduğu gibi, bir milleti millet yapan unsurlardır: dindir, dildir, tarihtir, vatandır. Yahya Kemal’in derin bir hasretle ifade ettiği, İslâm’dan ve Asya’dan getirip asırlardır ‘Küçük Asya’da, yani Anadolu’da, Avrupa’da ve hattâ Afrika’da yoğurduğumuz kültürümüzdür, medeniyetimizdir. Bugün, nasıl Batı ülkelerinde Hıristiyanlığa, hem de militan ve misyoner Hıristiyanlık olarak kabûl edilen Evancelizm’e bir dönüş varsa, aynı şekilde, Demir Perde’nin yıkılmasının ardından, bir zaman bu perdenin gerisinde kalmış olan ülkeler, Rusya dahil, yeniden kendi inanç, kültür ve milliyetlerine dönüyorlarsa ve bütün bunlar küreselleşmeye aykırı olmak şöyle dursun, küreselleşme ile gelen anlayışın bir gereği sayılıyorsa, aynı şekilde, bu milletler mozayiğinde var olmamız ve saygı görmemiz, eskisinden daha çok olarak, tabiatıyla evrensel değerleri reddetmeyecek ve çağın gereklerine uygun şekilde kendi millî benliğimizi derinden idrakle mümkün olabilecektir.
Bu hususta ikinci bir mesele ise şudur: Halkımız arasında “komşu komşunun külüne muhtaçtır” diye bir söz vardır. Eğer, elinizde başka*larının ihtiyaç duyacağı külünüz yoksa, kimse size bir değer verme*yecektir. Bu noktada, yukarıda temas olunduğu üzere, bizim insanlığa vereceğimiz alacağımızdan daha fazladır. Bugün, ‘Derin Türkiye’ de*nilen ve daha çok gönüllü kuruluşlarca temsil edilen halk kesim*lerimizin şirketler ve vakıflar kurup, büyük bir hizmet neşvesi içinde dünyanın dört bir yanına çil çil serptikleri eğitim müesseselerinin her tarafta kabûl görmesi ve maddî imkânlar açısından karşılaşılan büyük zorluklara rağmen, çok kısa zamanda Batılı emsalleriyle boy ölçüş*menin de ötesinde, yer yer onları bile geride bırakması, bu söyle*diklerimizin inkâr kabûl etmez delili olsa gerektir.
Gülen, bu tahlillerinin arkasından, “Neden önce Asya?” sorusuna ise, özetle şu cevabı veriyor:
Sovyet Bloku’nun dağılıp, bu blokun içinde âdeta esir ülkeler olarak yer alan ve şimdi Türkî Cumhuriyetler olarak adlandırdığımız kardeş ülkeler birer birer bağımsızlıklarını kazandılar. Küçülen bir dünyada varlığını sürdürebilmesi ve bunun da ötesinde, devletler, milletler muvazenesinde kendine yakışan şerefli yeri alabilmesi için dış ittifaklara tabiî olarak ihtiyaç duyan ülkemizin ilk elden uzanması gereken yer, Asya’daki bu kardeş ülkeler olabilirdi. O zamanki en zirvelerde yer alan devlet büyüklerimiz de bu yönü işaret ediyorlardı. Ülkemizin tanıtılması ve milletlerarası pek çok problemimizin çözülmesinde büyük devletlerin desteğini sağlamak için lobilere ihtiyaç duyuyor ve bu lobilere önemli miktarlarda para ödüyoruz. Bunun yerine, tabiî ittifakların oluşturulması ve yakın ve uzak planda bugün olduğu gibi düşmanlardan değil, dostlardan müteşekkil bir çevre ile sarılı bulunmamız, elbette ülkemizin lehine olacaktı. Ayrıca, bu ülkeler, ekonomik açıdan da çok rahat münasebette bulunabileceğimiz ülkelerdi. Devlet ve bizzat özel sektörün buralara bir an önce girmesi ve buralarda teşebbüs öncülüğünü ele geçirmesi, hem bu ülkeler için, hem de bizim için şüphesiz hayırlara vesile olacaktı. Devletimiz bütün bunların üstesinden gelebilir miydi, gelemez miydi, takdirini ehl-i insafa bırakıyorum.
Bir diğer mesele olarak, Asya, bizim atayurdumuzdur. Tarih kitapla*rında ve derslerinde, yıllardır çocuklarımıza Asya’dan dünyaya yayıl*dığımızı okutuyoruz. Asya’dan bu tarafa akın akın göç etmiş ve sürekli batıya yönelmişiz. Tanrı Dağları gibi, Altaylar’ın, hattâ Urallar’ın da bizim için Toroslar’dan, Ağrı Dağı’ndan veya Türkiyemizin bir başka dağından farkı yoktur. Seyhun, Ceyhun bizim için Dicle ve Fırat’la aynı manâyı ifade eder. Ayrıca, Mekke ve Medine’de doğan dinimiz, ilk açılımını Asya’ya yapmış, bilhassa Mâverâünnehir’de yetişen âlim*lerimiz, hadisçilerimiz, fakihlerimiz ve irşad erlerimizle sonraki asırlara taşınmış ve çoğu yerlerde olduğu gibi bir kabuk değil, bir öz, bir manâ ve bir ruh halinde asırlarca bizde yaşamıştır. Bize İslâm’ı dupduru bir su halinde akıtan kanal Asya olmuştur. 10 asır önce Asya’dan bu tarafa yönelen tarihî göçü, eğitim ve müteşebbislerden oluşan yeni muhabbet fedaileriyle, yeni ‘Yesevî dervişleri’yle, ilim ve eğitim dervişleriyle geri çevirmemiz bir vefa borcunun ödenmesi demektir. Bu tarihî ve sosyolojik süreçte, Tanzimat’tan bu yana kendisiyle bütünleşmeye çalıştığımız halde bir türlü kabûl görmediğimiz, aslî şahsiyet ve hüviyetimizi ortaya koymaktan çekindiğimizden dolayı hep istiskalle yüzgeri edildiğimiz Batı karşısında şahsiyetli ve müzakereci bir konum kazanıp, Batı ile münasebetlerimizin onlar için de daha yararlı olacak şekilde denk ülkeler planında cereyan etmesi, varlık temellerimizin Asya’da çok sağlam olmasına bağlıdır. Asya’dan, ata diyarlarımızdan koptuğumuzda köksüz, dolayısıyla yerlerde sürüm sürüm ve kurumaya mahkûm bir ağaç gibi oluruz.
Bu satırlarının ardından Gülen, bu okulların inşa ve finansmanında emeği geçen insanımıza takdirlerini arz ediyor ve bu okullarla olan münasebetini ise şöyle izah ediyor:
Devletimiz özel okullar açma izni verince, ellerinde olanı yazın yazlıkta, kışın kışlıkta harcayıp, zevk safa içinde hayat sürüp Âhiret’e öyle intikal etmektense, kazançlarını ülke hizmetine, insanımızın ve her bakımdan kardeşlerimiz olan insanların hizmetine yatırmayı tercih eden ve bunu bir ibadet neşvesi içinde yerine getiren hizmet gönüllülerinin Türkiye gibi, Türkiye dışında açtıkları okullardan da tek tek haberdar olmam esasen mümkün değildir. Bu okulların açılmasında sadece bir tavsiye ve teşvik edici olmam hasebiyle, okul açan şirketlerin pek çoğunun adlarını bile bilmediğim gibi, hangi okulun nerede bulunduğundan da çok fazla haberim yoktur. Fakat, basına yansıdığı ve değerli basın mensuplarımızın ilgili dizilerinden takip edebildiğim kadarıyla, Azerbaycan’dan Filipinler’e, Çarlık Rusyası’nın başkenti Petersburg’dan ve Musevî vatandaşlarımızdan değerli işadamı sayın Üzeyir Garih’in de referans ve yardımlarıyla Komünist Rusya’nın başşehri Moskova’da açılanından Yakutistan’a kadar, İran, Suriye, Suudi Arabistan gibi, açılmalarına izin vermeyen ülkelerin dışında hemen her ülkede bu okulların açılmış bulunduğu artık herkesin bildiği bir husustur.
Ülke ve millet sevgisiyle dopdolu yazar ve düşünürlerimizin görüp geldikten sonra yazdıklarında da bizzat ifade ettikleri gibi, bu okullar, Türk gönüllü kuruluşlarınca finanse edilmekte, pek çoğunda, belki hepsinde öğrencilerden alınan ücretler bu finansman işine önemli katkı sağlamakta, okulların açıldığı ülke yöneticileri ise, yer ve bina tahsis etme, müdür ve gerektiğinde öğretmen verme gibi hususlarda ciddî yardımcı olmaktadırlar. Ülke, millet ve insanlığa hizmeti hayatının gayesi yapmış ve gerçek yaşama lezzetini yaşatmakta bulmuş gönüllü öğretmenler kadrosu ise, az bir maaşla ve şevkle çalışmakta, başlangıçta, okulların keyfiyetini tam kavrayamamış olmaktan dolayı bazı dış misyon görevlilerimiz geri durmuşlarsa da, bugün pek çoğu itibariyle okullara destek vermekte olup; hattâ, ülkemizin son iki Cumhurbaşkanı sayın merhum Turgut Özal ve Sayın Süleyman Demirel’in yanısıra, değerli Meclis başkanımız Mustafa Kalemli de bunların bazılarını bizzat ziyaretleriyle şereflendirerek, yüksek desteklerini esirgememişlerdir.
Şüphesiz Türk devleti kadar, hattâ daha da öte lâik olup, lâiklik üzerine titreyen bu ülke yöneticileri, değerli gazeteci aydınlarımızın ve adlarını tek tek burada anamayacağım daha başka pek çoklarının benzer tesbitler çerçevesinde anlattıkları bu okullardan ülkelerinin geleceği adına en ufak bir endişe taşımıyorlar. Hattâ, Moskova’daki okulun açılışında konuşan, Moskova Millî Eğitim Müdürü, “Rusya’nın son tarihinde iki önemli hadise vardır. Bunlardan biri Gagarin’in aya çıkması, diğeri ise burada bir Türk okulunun açılmasıdır” diyor ve bunu tarihî bir hadise olarak tavsif ediyor.
Bazıları için hayat, şu dünya misafirhanesinde geçen üç-beş günden ibaret ve hayatın hedefi de nefsî arzu ve istekleri tam tamına tatmin etmek olarak görülebilir. Bazılarının hayat ve dünya görüşleri daha başka, buna göre hayatlarına kattıkları manâ da daha farklıdır. Benim için dünya hayatı, ruhlar âleminden başlayıp nihayette Cennet veya – Allah korusun – Cehennem’de devam edecek sonsuzca bir yolculuğun birkaç nefeslik kısmından ibarettir ve bu hayat, sonsuz Âhiret hayatının şekillendiği süre olması hasebiyle çok mühimdir. Dolayısıyla, dünya hayatı, ancak sonsuz hayatı kazanma ve hayatı verenin rızasına ulaşma yolunda harcanmalıdır. Bunun da yolu, Allah’a kulluk ve bu kulluğun en ayrılmaz buudu olarak en yakınlarımızdan başlayarak, bütün ülkemize ve milletimize ve sonra bütün insanlığa, bütün varlığa hizmetten geçmektedir. Bu hizmet hakkımız, onu başkalarına anlatıp aktarmak ise vazifemizdir.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Yurt dışı eğitim açılımına kısa bir bakış
Fethullah Gülen’in bu düşünce ve duygularla teşvik ettiği Anadolu insanı, kendi içinden çıkardığı bazı müteşebbisleriyle, önce Asya’da, sonra bütün dünyada bir eğitim seferberliğine girişti. Bu eğitim seferberliği ve onun meyvesi olan okullarla ilgili seri bir röportaj yapan Hulusi Turgut’un verdiği bilgilere göre (Yeni Yüzyıl, 15/01–04.02.1998), ilk kafile, 11 Ocak 1990 günü 11 kişi halinde Sarp kapısından Gürcistan’a giriş yapıp, Batum’a ulaştı. Burada 2 gün kalan kafile, daha sonra başkent Tiflis’e geçti. 37 kişilik ikinci kafile, 28 Mayıs 1990 günü yanlarında kitaplar ve hediyelik eşyalarla yola koyuldu. Önceki kafilenin yolunu izleyen bu yeni grup, Tiflis’ten sonra Kazan ve Gence üzerinden Bakü’ye ulaştı. Geçtikleri yollarda gerek Gürcüler, gerek Azerîler, kendilerine büyük bir yakınlık ve alâka gösterdiler.
Türk müteşebbis ve şirketlerinin bu şekilde başlayan yurt dışı eğitim hamlesine Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve ardından Süleyman Demirel ciddi destek verdiler. Bu her iki cumhurbaşkanı, çeşitli ülkelerin devlet veya cum*hurbaşkanlarına yazdıkları mektuplarla, zaman zaman başgösteren tıkanık*lıkların açılmasında yardımcı oldular. Bu eğitim hamlesi, beraberinde Türk müteşebbisine ekonomik girişimlerin de yolunu açtı. Gerçi bu girişimler, eğitim hamlesi seviyesinde olmadı ve Türkiye, bu konuda diğer pek çok ülkeden daha yavaş, ürkek davrandı ve geri kaldı. Bununla birlikte, Cenk Koray’a göre asıl kazanç, yine Türkiye hanesine aitti:
Kazakistan bağımsızlığına kavuşunca yabancı ülkeler buraya akmış*lardı. Koreliler bakır madenlerinde, Amerikalılar petrol kuyularında, Almanlar bankacılıkta egemenlik kurmuşlardı. Oysa en önemli kaynağa Fethullah Hoca sahip çıkmıştı: insana. Bakır bir gün biterdi ama insan en değerli yatırım unsuru idi. (Akşam, 16.05.1997)
Cenk Koray’ın tesbitiyle, Asya insanına yapılan bu yatırım, gerçekten kabul görmüş bir yatırımdı. Okullar, bulundukları ülke yönetimleri ve halkları tarafından, çok az ve sınırlı istisnalar dışında yakın kabûl gördü. Meselâ, Türkmenistan’da devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı, burada açılan okulların ilk mezunlarını verdiğinde bir mesaj gönderiyor ve mesajında, okullar kadar, bizzat Türk devlet ve halkına da takdir ve teşekkürlerini ifade ediyordu:
Türkmen-Türk Kolejlerinin ilk mezun vermesi münasebetiyle he*pinizi içten kutlarım. Mezunlara hayatlarında ak yol ve baht arzu ederim. Sizler, Korkut Ata’nın, Oğuz Han’ın, Köroğlu’nun, Sultan Sancar’ın, Yunus Emre’nin, Mah*dumguli’nin ve bunlar gibi binlerce büyüklerin nesli olduğunuzu hiçbir zaman unutmayın. Tarihe silinmeyecek sayfalar yazan bu eroğlu erlerin ruhuna sahip olun.
Bağımsızlığımızın ve egemenliği*mizin daha ilk günlerinde Türkiye Cumhuriyeti, Türk halkı, Türkme*nistan’a dostluk ve kardeşlik elini uzattı. Yurdumuzda bağımsızlık ve tarafsızlık yıllarında kazanılan ba*şarılara dili, dini, yolu bir olan Türk kardeşlerimizin özel desteği*nin olduğunu gururla vurgulamak*tayım. Bu destek, gelişip büyüyen nesil*lere bilim ve terbiye verme ko*nusunda daha açık görünmektedir. Yur*dumuzda 15 adet Türkmen*-Türk eğitim kurumunun başarıyla faaliyet vermesi, Türkmen gençlerinin binlercesinin Türkiye Cumhuriyeti’nden eğitim almaları bunun parlak misalidir. (Hulusi Turgut’tan nakl: Ergün, 326)
Bir diğer misal olarak, Arnavutluk’ta başkent Tiran’da açılan koleje Harp Akademileri Komutanlığı binasının bir kısmı tahsis ediliyordu. Bu, hem okula beslenen güvenin, hem de ona verilen desteğin önemli bir ifadesiydi. Ayrıca, şu anda Arnavutluk Cumhurbaşkanı bulunan Recep Meydanî, fizik profesörü olarak bu okulda öğretmenlik yapmıştı. Moskova’daki Türk-Rus okulunu ziyaret eden Hürriyet gazetesi yazarı Ferai Tınç ise, Moskova Devlet Eğitim Komitesi Başkan Yardımcısı Kuznetsov’un bu okul hakkında heyecanla, “Bu okul, Türkiye ve Rusya’da yeni va*tandaş nesli yetiştirmek isteyen ve birbiri*ni seven insanların sevgilerinin meyvesi*dir” dediğini aktarıyordu (Hürriyet, 19.01.1998).
Okulların böyle bir kabule mazhar olmasının sebeplerini, bunları yerinde gören gazeteci ve yazarların verdikleri bilgiler ve yaptıkları değerlendirmeler çerçevesinde şöyle sıralayabiliriz:
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Okulların başarısındaki faktörler
Bu okullar, her şeyden önce çok iyi ve kaliteli bir eğitim-öğretim vermektedir. Bu husus, okullardan mezun olan öğrencilerin hemen hepsinin üniversitelere girme şansı bulmalarının yanısıra, çok kısa zamanda bölgede ve dünyada gerçekleştirilen bilim olimpiyatlarında en üst dereceleri ve madalyaları almalarıyla ispatlanmıştır. Hulusi Turgut’un, söz konusu dizideki tespitine göre, bilim olimpiyatlarında bu okullar, Türkiye’deki emsallerine rakip olmuşlar ve birbirleriyle yarışmaktadırlar. Meselâ, 1996 yılında Ukrayna’da yapılan Dünya Biyoloji Olimpiyatlarında, daha çok bu okulların öğrencilerinin temsil ettiği Türkmenistan, iki altın ve iki gümüş madalya kazanıp, takım halinde de birinci olmuştur. Başarılarından dolayı, bulundukları ülkelerde yabancı misyon temsilcilikleri, çocukları için genellikle bu okulları tercih ediyor; meselâ, Romanya’da görev yapan Çekoslovakya, Endonezya, Kongo, Güney Afrika, Hindistan, İran ve daha başka ülkelerin diplomatlarının ve işadamlarının çocukları, Bükreş’teki okulda okuyorlar.
Okullar üzerinde doktora çalışması yapan ve Fethullah Gülen hakkında bu yıl Georgetown Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumda onlarla ilgili tebliğ sunan Alman Volkswagen Vakfı araştırma grubundan, Almanya içinde ve uluslararası çapta Makedonyalı eğitim araştırmacısı Bekim Agai, aynen şöyle demektedir: “Okullar, çok iyi teçhiz edilmiş ve bölgede başka hiçbir okulun veremediği bir eğitim-öğretim veriyor. Bunun sonuçları, ulusal, hattâ uluslararası alanda çok büyük bir başarı olarak dönüyor.”
Bu okullar, sadece üst düzeyde öğretim vermekle kalmıyor, ayrıca çok iyi de bir eğitim veriyor. Bekim Agai, bunu, “öğrencilerini hem fenler sahasında, hem de başkalarına faydalı insanlar olma sahasında eğitiyorlar” sözüyle ifade ediyor. Pek çok yerde, meselâ Kırgızistan’da ve Romanya’da, önceki rejimin tesirleri altında âdeta çöken aile yapısı yeniden kurulmaya başlıyor ve bu okullara devam eden öğrenciler sayesinde, dağılmış bulunan pek çok aile yeniden birleşiyor. Cenk Koray’ın kaydettiğine göre, ananevi Türk terbiyesiyle yetişen öğrenciler, “kendi ülkemizde yok olmaya yüz tutmuş büyüğe saygı, küçüğe sevgi, hoşgörü, sabır, iyilik, doğruluk gibi hasletlerle yetişiyorlar” (Akşam, 16.05.1997). Ali Bayramoğlu, okullarla ilgili bu konudaki izlenimini, “Amaç, din bilgisi aktarmak değil, şer’i hükümlere göre bir dizi sembolden olu*şan bir düzen bilinci vermek de değil; çocuk*larda ahlâkî değişim gerçek*leştirmek. Öğrenciler izlendiğinde geleneksel ve İslâmî değerlere dayanan müthiş bir saygı, bir öz disiplin çok açık hissediliyor” sözleriyle ifade ediyor (Yeni Yüzyıl, 02.11.1996).
Hulusi Turgut, okullarla ilgili dizisinde, söz konusu okullardaki öğren*cilerin büyük ölçüde alkol ve sigarayı bıraktıklarının altını çizerken, Mehmet Altan da, Moskova’da iki hanım velinin, “ingilizce eğitim yapıldığı ve sigara içilmediği için çocuklarımızı bu okullara gönderiyoruz” dediklerini aktarıyor (Sabah, 22.01.1998). Okullarda verilen bu başarılı ve dikkat çekici ‘eğitim’dir ki, onları belki öğretimdeki başarılarından daha çok cazip kılıyor.
Bu okulların ve Türkiye’deki emsallerinin, başka eğitim kurumlarında en azından o ölçüde olmayan en önemli bir diğer özelliği, bulundukları yerlerde bir uzlaşma, toplumsal barış, hoşgörü ve huzur ortamı teşkil etmeleridir. Meselâ, Van’daki izlenimlerini anlatan Nevval Sevindi de (Yeni Yüzyıl’dan Ergun, 316–17), Nazlı Ilıcak da (Akşam, 25.03.1997), ilk planda bu noktaya yer veriyorlar. Sevindi, “Van’ın tarihinde ilk kez bir kız öğrenci Hacettepe Tıp Fakültesi’ni ve bir öğrenci de ilk defa Bilkent Üniversitesi’ni kazanmış ve şehri sevince boğmuş” şeklinde okulların başarılarını birer cümle ile ifade ederken, izlenim*lerinde ağırlığı, okullardaki “sevginin gücü”ne veriyor ve konuyla ilgili şu iki olayı ön plana çıkarıyor; ardından da kendi duygularını dile getiriyor:
“İnsanlığın ve Şark’ın en büyük düşmanı cehalettir, fakr u zarurettir ve ihtilaftır” diyen Bahattin bey, okula gelen PKK’lı iki öğrenciyle yaşadığı ilginç “macera”yı anlatıyor. Kürtçe konuşarak onlarla yakın ilişki kurmuş, dertlerini dinlemiş. Onları yedirip içirip yatırmışlar. Ama bu iki çocuk, on beş gün boyunca her türlü saldırganlığı yapmış. Camları kırmışlar, eşyaları tahrip etmişler. Sonradan ortaya çıktığına göre, amaçlanan, müdürü kızdırmak ve sonunda yiyecekleri bir tokat ya da kovulma sonucu, “işte Türkler bize böyle davranır” diyebilmekmiş. Oysa hep sevgiyle yaklaşılan çocuklar sonunda dayanamayıp, şöyle konuşmuşlar: “Bizi öyle doldurmuşlardı ki, sizden nefret ediyorduk. Okulu yakmak için gelmiştik, ama içimizden gelmedi. Şimdi geri dönüp onların yüzüne öyle tüküreceğiz ki, sesini Van’dan duyacaksınız!”
Kâmil Şatır anlatıyor: “Doğunun Vanlı çocukları kadar zekî çocuklar görmedim. Dünya birincisi bile yetiştirdik. Öğretmenlerimiz, yatılı öğrencilerin gece üstlerini örter. Öğrencilerin odalarında masalar var, istedikleri saate kadar çalışırlar. Birbiriyle anlaşan çocukları aynı odaya koyarız ve ortak çalışıp, eğlenmelerini sağlarız. Burada yatılı bölüm mecburî. Çünkü Hakkari Yüksekova’dan gelenler var. Muş’ta bir veli kapıda çöktü ve ağladı: ‘Bu çocuğu almazsanız gidecek bu’ dedi. ‘İki oğlum öldü; bunu size vereyim kurtulsun. İki öküzüm var, birini satıp vereyim, kulunuz köleniz olayım’ diyen adamın çocuğunu alamadık ve o çocuk dağa gitti. Acısı yüreğimde. Cizre’den gelen bir öğrenci, ‘Türkleri düşman gibi görüyordum; ta ki, dershane açılıncaya kadar’ diye bize mektup yazdı. ‘Sizleri çok sevdim. Eğer önceden buralara gelseydiniz, belki de buralarda hiç terör olmazdı. Amcam dağa gitti; belki o da gitmezdi’ diyordu mektubunda.”
Mektubu okuyunca içim ezildi ve Kâmil beyin sözcükleri kar taneleri gibi uçuşup durdu göz yaşlarımla birlikte: “Daha önce örgüte katılıp kaybolanların hesabını kim verecek? Şırnak, Silopi’ye dershane lazım, hemen açılsın ne olur!”
Mehmet Altan, aynı noktaya, “geçiş döneminin sıkıntıları Türk okullarına sızamıyor. Burada ‘sevgi, saygı’ ritüeli hakim. Aileler, çocuklarının nerede, nasıl yaşadıklarını biliyorlar ve bundan memnunlar” sözleriyle parmak basıyor. Bekim Agai ise, okulların bir istikrar ve barış vahası olduğunun altını çiziyor.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nde Profesör Füsun Akkok gözetiminde Türkmenistan ve Kırgızis*tan’daki okullar üzerinde, öğrenciler, öğretmenler ve velilerle birebir görüşerek araştırma yapan Cennet Engin Demir ve Ayşe Balcı’nın vardığı sonuçlar da farklı değil. Onlar da, okulları tercihte bilhassa dil, fen bilimleri ve kompütür öğretimindeki başarının yanısıra ve bundan da öte, öğrencilerin ahlâklı, dürüst, disiplinli ve çalışkan yetişmelerinin, anne-babalarına ve arkadaşlarına iyi davranmalarının ön planda geldiğini kaydediyorlar. Her iki araştırmacının değerlendirmeye aldıkları şu husus, okulları tanımada son derece önemli:
Türk okullarının, araştırmaya katılan herkesin kabul ettiği en önemli ortak özellikleri, öğrencilerin çok iyi yetişmesi, çalışkanlığı, dürüstlük, hayatta hedef sahibi olmaları, ahlâk ve modern hayat tarzını kavrayan bir rasyonellik. Weber’in de parmak bastığı üzere, bu değerler, ABD’de kapitalizmin ve pazar ekonomisinin gelişmesinde önemli etkenler. Öğrenciler, değerleri okumayı ve onları tanımayı da öğreniyorlar. (The role of Turkish Schools in the educational system and social trans*formation of Central Asian countries: The case of Turkmenistan and Kyrgyzstan, http://literacyonline.org/products/i...carlf_dem.html)
Okullarla ilgili olarak altı çizilmesi gereken bir diğer husus, öğretmenlerin, aynı zamanda iyi birer eğitimci olmaları ve fedakârlıkları. Bu, hemen bütün gözlemcilerin dikkatini çeken ve özellikle vurguladıkları önemli bir nokta. Meselâ, Cennet Engin Demir ve Ayşe Balcı, öğretmenlerin ve idarecilerin, çok iyi bir okul-veli münasebeti kurduklarını ve velilerin bundan çok memnun olduklarını, bunun yanısıra, öğretmenlerin öğrencilerine sürekli yardım ve hem onlara hem de velilere karşı çok olumlu tavır içinde bulunduklarını belirtiyorlar. Ekonomist araştırmacı Mustafa Öze de, izlenimlerinde birinci derecede bu noktaya dikkat çekiyor: “Türk öğretmenleri yaşları 20-25 yaşları arasında değişiyor. Hepsi genç ve idealist. Yirmi dört saatleri öğrencilerini eğitmeye hasrettikleri her hallerin*den anlaşılıyor. Aylık gelirleri 300-500 dolar arasında değişiyor Yani onları bu işe sevk eden maddî sa*ikler değil, idealizm.” (Ergün, 346)
ABD McGill Üniversitesi’nden Berna Turam, kamuoyunda Gülen’le birlikte anılan okulların, sivil toplum projesi çerçevesinde lâik kurumlarla inanç arasında köprü örmeyi hedeflediğini belirtiyor ve “Gülen, Türk Müslüman*lığı’nın modern ve millî versiyonunu temsil ediyor” değerlendirmesinde bu*lunuyor. Turam, Gülen’in, Türkiye’nin sivil toplum olma ve uluslar arası top*luluğa katılma arzularının gerçekleşmesinde önemli bir rol oynadığını da kaydederek, ardından şunları ekliyor:
Müfredat, İslâm’ı veya Türkiye’yi öncelemiyor. Eğitim, lâik. Din eğitimi yok, sadece dinler tarihi dersi var. Bu bakımdan, okulların bırakın bir cemaatin davasını, millî çıkarları bile ön plana alamayacağı açık. Bununla birlikte, İngilizce her ne kadar ana eğitim dili ise de, Fethullah Gülen, Türkçe’yi uluslar arası iletişim dili haline getirmeyi amaçlıyor. Kendileriyle konuştuğum öğretmenler de, Türkçe’yi güzel kullanmanın önemine değindiler. Kazakistan’da görüştüğüm öğrenciler, Türkçe’yi çok iyi biliyor ve mezunlar, Kazakistan’la Türkiye arasında köprü oluşturma mevkiindeler.
Okullar, önceki rejimden kalma ahlâk dışı tavır ve davranışları izale ediyorlar. Uluslararası bilim olimpiyatlarındaki başarı, ahlâkçı bir eğitim, disiplin ve kültür unsuruyla birleşiyor. Okulların takip ettiği eğitim modeli, lâik öğretimle inanç-akıl, modernite-gelenek arasındaki çatışmacı yaklaşımları uzlaştırma yönünde işliyor. Öğretmenlerde çok yüksek bir fedakârlık ve kendini unutmuşluk gözleniyor. Okulların finansmanında yardımcı olan dindar-dine kayıtsız işadamları, okullarda kusursuz Türkçe konuşulmasından ve Türk Millî Marşı’nın okun*masından gurur duyuyorlar. Bununla birlikte, okullarda küresel bir genişleme amacı görülmüyor. Türklerin Sovyet hegemonyasının yerini alacağı şeklinde başta duyulan şüphelere rağmen, okullar, ülkeler ve medeniyetler arasında diyalog köprüsü olma fonksiyonu görüyor. İnsanî hedef ise en ön planda. (National Loyalties and International Alliances, Sempozyum tebliği.)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Okullarla ilgili finansman konusu ve Gülen’de
ekonomi düşüncesi
Türkiye’de, bir yandan vatandaş eğitim ve diğer sosyal hizmetler konusunda bağışa ve daha başka fedakârlıklara çağırılırken, bilhassa yurt dışındaki özel okullar konusunda olağanüstü denecek derecede bir fedakârlık sergileyen müteşebbisler ise, bazı mahfiller tarafından kuşkuyla karşılana*bilmektedir. Sermayeyi, ona sahip olanların inancına göre tasnife tâbi tutup, bazısını, bu bazısı şahsî çıkar kaygısından tamamen uzak ve Türkiye’nin bütünüyle yararına da olsa, dışlama ve önleme teşebbüslerinde bulunan resmî otorite adına hareket ediyor görünen bazılarının bu tavrını, ülkemizin lehine görmek asla mümkün değildir. Tamamen kasdî, ideolojik, hattâ yıllardır kapalı ülke ekonomisini kendi avantajlarına değerlendirerek büyüyen olabildiğince sınırlı bir sermaye çevresini korumaya yönelik olan bu tavır, bugün için ve hattâ yarın adına ülkemiz ve milletimiz önünde en büyük engellerden biridir.
Bu tesbitten sonra, şu noktanın da altını çizmekte fayda var: Fethullah Gülen, başka konularda olduğu gibi, ekonomik konularda da düşüncelerini zaman zaman kamuoyunun dikkat ve değerlendirmelerine arz etmiştir. Onun bu düşünceleri, şüphesiz bir ekonomistin düşünceleri olmamakla birlikte, hayatı bir bütün olarak ele aldığımızda, onun aksiyonunun ekonomi cephesine bakan bir takım genel prensipler mahiyetindedir. Meselâ o, Sızıntı dergisinin Mart-1988 tarihli 110. sayısında yayınlanan “Erozyonlar ve Millet Ruhu” isimli yazısında, Türkiye’nin, “En büyük şehirlerden en küçük kasabalara, en küçük kasa*balardan da en ücra köylere kadar mutlaka imar” edilmesi ve bunun için, asırların birikimi sosyo-ekonomik meselelere, gelişen dünya şartları dikkate alınarak ve çağın şartları ile düşünce hayatımıza yeni boyutlar kazandırılarak çözümler bulunması gereğini vurgulamakta ve şunları ifade etmektedir:
Evet, bütün ruh u canımızla, ülkenin, en münbit ovaları, en bereketli yaylaları ve en feyizli ırmaklarıyla cennetlere çevrilmesini istiyor ve diliyoruz. Modern teknikle ziraata yeni buudlar kazandırılmalı; yıllardan beri emekleyip duran sanayi inkişaf ettirilip, gelişmiş ülkelerle rekabet edecek seviyeye ulaştırılmalı; el değmemiş yeraltı, yerüstü zengin*liklerimiz değerlendirilerek insanımızın istifadesine sunulmalı; hudut kapılarından dünyanın dört bir yanına ihracat konvoyları akıp gitmeli; ne pahasına olursa olsun, Türk parası dünya borsalarında, bu şanlı milletin şerefine uygun, o mutena yerini almalı ve yıllardan beri sözü edilegelen “Milletin güçlendirilmesi” ve “halkın refah seviyesinin yükseltilmesi” gibi vaadler, bir an evvel mutlaka gerçekleştirilmelidir. Ancak, bütün bunlar yapılırken de, millet ruhu kulak ardı edilmemeli; nesillerin kalb ve kafalarını hedef alan bilumum talim ve terbiye müesseselerinin yabancılaşmasına meydan verilmemelidir. Batının ilim ve irfanı, sanat ve tekniği alınıp değerlendirilmeli; ama, millî ruh ve millî düşünce çiğnenmemeli, tarihî seciyemiz yıpratılmamalıdır.” (Ayrıca bkz: Yitirilmiş Cennete Doğru, s 130-132).
Gülen, bir başka değerlendirmesinde ise şunları söylemektedir:
Her mü’min, – meşru dairede olmak şartıyla – mutlaka zengin olmalıdır. Gerektiğinde sermayeler birleştirilmeli, yurt dışında, yurt içinde, yatırımın geçerli ve rekabete açık olan türlerinde mutlaka yatırıma gidilmelidir. Müsbet ve dinî ilimlerle yetişmiş insanlar vasıtasıyla gelecek asırları kucaklamak için ekonominin bu mevzudaki müessiriyeti (etkinliği) unutulmamalıdır. Bu açıdan, mü’minlerin yurt içinde ve yurt dışındaki servet yollarını keşfedip, zengin olmaları şarttır. Zira, her şeyleriyle Allah yolunda ve ülke, insanlık adına hizmete kilitlenmiş bu insanların ticarette çalışmaları, parayı koruma korkuları – niyetlerinden dolayı – düşman karşısında nöbet tutmadaki korku gibi birer sevap vesilesi olabilir. Hayır yolunda ve o hayra vesile olacak hemen her meşru sebep bir ibadettir. Öyleyse bu ülkenin ekonomi ve eğitim açısından kalkındırılması, birlik ve beraberliğimizin temin edilmesi, hep alan, isteyen ülke olmaktan kurtulması mülâhazasıyla yapılan sınaî, iktisadî her teşebbüs bir ibadet hükmündedir. (Prizma 2, 33–4)
Fethullah Gülen, bundan ayrı olarak, ticaretin her zaman, her yerde ve herkes için geçerli bazı temel şartları üzerinde de durmuştur. Ona göre, teknik ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, gelecek adına ticaret ve onun vadettiği şeylerin rolü, tahminlerin üstünde şimdikinden de ileride olacaktır. Her şeyde olduğu gibi, ticaret ve zanaatta da ilim ve ihtisasın ehemmiyeti büyük olmakla beraber, bilhassa bu iki mesleğin çıraklık esasına dayandığı da asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Kitaplarda anlatılan nice meseleler vardır ki, mahir bir kalfa ve çıraklıktan gelme bir ustanın maharet prizmasından geçmedikten sonra bekleneni vermesi söz konusu değildir.
“Haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alış-veriş yapan bir tüccarın, işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar ibadet sayılır” sayılır diyen Gülen, ticaretin ruhunun doğruluk, emniyet, yaşanan devri idrak, müşteriye karşı fevkalâde nazik ve terbiyeli davranmak olduğunu vurgular. Ona göre, tüccarlar, zanaatkârlar, tatlı dilli, güler yüzlü, oldukça mütevazi, sözlerinde sabit ve asla usanmaz, üşenmez olmalıdırlar. Hemen her meslek erbabı için çok ehemmiyetli olan bu hususlar, halkla içli-dışlı olmaları ve onların menfaat ve zararları ile alâkadar bulunmaları itibarıyla, bu iki sınıf için daha da önemlidir. Gülen, ticaret konusunda bir önemli noktaya daha parmak basar: “İş yerlerini alışılagelenden her gün bir saat önce açıp bir saat sonra kapatanların, ayları 35, seneleri de 420 yirmi güne ulaşır.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 168–69
Türkiye’nin her bakımdan refahını ve devletler dengesinde alan, borç*lanan ve mahkûm bir ülke değil, veren ve söz sahibi bir ülke olmasını arzulayan Fethullah Gülen, bu maksatla, Türk müteşebbisine eğitimin yanısıra, ekonomi alanında da dışa açılma tavsiyelerinde bulunmuştur. Meselâ, Orta Asya’ya açılma konusunda onun şu sözlerini okuyoruz: “Ticarî ve sınaî sahada Orta Asya’ya açılma konusunda şunları ifadeye çalıştım: Orta Asya’ya açılmada çok geç kaldık. Bunda devlet ve millet olarak hazırlıksız yakalanmamızın payı oldukça büyük. Hele ticarî ve sınaî yatırım sahalarında, eğitim alanında olduğu kadar bile başarılı olamadık. Hadiseler beklenildiğinin aksine tabiî seyri içinde gelişti ve milletçe gereken performansı gösteremedik. Halbuki çeşitli kurullar teşkil edip, Orta Asya’nın ticarî ve sınaî sahalarla alâkalı ihtiyaç haritasını çıkartarak, iş adamlarımızı oralara hem de bilinçli olarak teşvik edebilirdik. Yani bir anlamda rehberlik hizmeti verip, neticeyi değiştirebilirdik. Devlet, bu mevzuyu daha köklü bir şekilde ele almalıydı. Yani enformasyon büroları kurarak, kanunî düzenlemelerde bulunarak, oralara gidip yatırım yapacak iş adamlarımıza kolaylıklar göstermeli, ülkeler arası düzeyde anlaşmalar yapıl*malıydı. Ne var ki, bütün bunların yapıldığını söylemek oldukça zor. O halde, madem ki devlet çapında bu mesele ele alınmıyor, – hepsi elde edilemeyen bir şey bütün bütün terk edilmemeli – düsturunca millet olarak, halk olarak biz bize düşeni yapmalıydık veya halen de yapabiliriz. Bu uğurda boşa geçen her saniye, bizim dünyamız adına büyük bir kayıptır.” (Fasıldan Fasıla 2, s 259–60)
Gülen, aynı konuda bir televizyon programında ise şunları söyler: “Evet, günümüzde ticarî hayatla iştigal eden her müteşebbisin, küçük küçük, köşe başlarında yer alan bakkal dükkanlarıyla yarınlara yürünemeyeceğini bilmesi gerekir. Öyleyse, güvenilir ve piyasayı bilen, kabiliyetli, kapasiteli insanların önderliğinde büyük ortaklıkların tesis edilmesi mutlaka gereklidir. Gümrük Birliği’ne girme, Orta Asya ülkelerine açılma gibi gelişmelerle Türkiye’nin ufku açılmakta ve ticarî hayatta yeni bir dönem başlamaktadır. Bu gelişmelerin ülke ve insanımız adına geniş imkânlar sağlayacağı kanaatindeyim. Bütün bu fırsatların yerinde ve zamanında değerlendirilmesi için de büyük sermaye ortaklıklarının kurulması, yerinde bir takım finans kurumlarının garantörlüğünde dış dünyaya açılmanın vaktinin gelip geçtiği düşüncesin*deyim.” (Fethullah Gülen İle Canlı Yayında Gündem, s 112–13).
Fethullah Gülen, böyle bir gaye adına, hem eğitim hem de ekonomi alanında Türk müteşebbisine sürekli tavsiyelerde bulundu ve kendisine karşı kamuoyunda duyulan saygıyı ülke hizmetine yönlendirdi. Onun tavsiyelerini dikkate alan, ona olan itimadıyla yola çıkan bazı müteşebbislerimiz, hem eğitim alanında hem de ekonomi alanında Türkiye içinde ve dışında belli ölçülerde bir faaliyet ortaya koydular ve koymaya da devam ediyorlar. Türkiye’de önemli ölçüde maksatlı spekülasyonlara konu edilen okulların finansmanı işte bu teşebbüslerde aranmalıdır. Devletin hiçbir katkısı olmadan, tamamen ülkesini ve milletini düşünen, büyük çoğunluğu itibarıyla, bu yolla Allah’ın rızasını ve Âhiret’i kazanacağını ümit eden pek çok Türk müteşebbisi, hayırlarda yarışmayı hayat felsefesi haline getirmiş bulunan ecdadıyla paylaştığı aynı çizgide bir gönüllüler hareketi ortaya koydu. Bu hareketin içinde, toplumun her kesiminden, her düşünceden insanları, hattâ bir cinayete kurban giden Üzeyir Garih gibi gayr-ı Müslim vatandaşlarımızı da görmek, bu ülkenin tarihini ve milletinin karakterini bilenler için hiç de şaşırtıcı olmasa gerektir.
Bu şekilde, denebilir ki, gönüllü bir eğitim ve aynı seviyede olmasa da, ekonomik atılım seferberliği başladı. Önce Türkiye’de İzmir, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde açılan birkaç okulun başarılı olduğu görülünce, başka şehirlerde oturan bazı müteşebbisler, gerek kendi çocuklarını benzeri okullarda okutabilmek, gerekse bu şekilde ülkeye bir hizmet verebilmek için yeni okullar yapmaya giriştiler. Böylece pek çok şehirde şirketler oluştu ve 1991’den itibaren Asya’ya açılım başlayınca bu şirketler, benzeri okulları bu defa yurt dışında yapmaya başladılar. Ortaya çıkan bir doğurgan daire, büyüyerek, kapsamına pek çok ülkeyi aldı. Bu eğitim atılımı, beraberinde ticarî atılımları getirdi ve pek çok Türk müteşebbisi, yurt dışında iş ve ticaret imkânları araştırmaya girişti. Neticede kazanan, aşağıda geleceği üzere, göz*lemcilerin de tesbitiyle, hem Türkiye, hem de okulların bulunduğu ülkeler oldu. Hulusi Turgut, okullarla ilgili yaptığı ve Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanan uzun araştırmasında bu hususa parmak basmaktaır:
Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Kafkasya ve eski Demir*perde ülke*lerinde okul açmak için olağanüstü çaba harcayan ekipler, her gittiği yerde bürokratlarla çok iyi ilişkiler kuruyor, kısa sürede onların güve*nini kazanıyorlardı.
Bu arada, Türkiye’den iş yapmak üzere gelen müteşebbislere yardımcı olan okul kurucuları, onların hatırı sayılır derecede imkânlara kavuş*malarını sağlıyorlardı. Zaman içerisinde bu işa*damları iyi paralar kazan*maya başlayacak, okulların finansman açığını da seve seve kapatma gayreti içerisine gireceklerdi. Kısacası, yurtdışındaki okulların finan*sörleri de böylelikle ortaya çıkacaktı. Türk işadamları, yurtdışında kendilerine imkân sağlayan bu eğitim gönüllülerinin yardımlarına karşılık, onlara gönülden destek olma yoluna gidecekti.
Beş kıtaya yayılan okullar için Türkiye’de şir*ketler kuruldu. Bu şirketler, yurtdışında açacakla*rı okullar için Türk Milli Eğitimi’ne başvurup, izin aldı. Ardından, görev alacak eğitimciler belir*lendi. Bugün sayıları 4 binin üzerinde olan öğret*menler, ülkemizin en gözde üniversitelerinden yetişmiş gençler arasından seçildi. Yaşları 22-35 arasındaydı. Hepsi, çok iyi derecede bilimsel eği*tim görmüş ve mükemmel İngilizce öğrenmişti.
Bu okulları açanlar, Asya’daki okulları açmak için şu şirketleri kurdular:
Çağ Öğretim İşletmeleri A.Ş., Feza Gazetecilik A.Ş., Şelale A.Ş., Eflak A.Ş., Kazak Türk Liseleri Genel Müdürlüğü, Sebat A.Ş., Silm A.Ş., Taş*kent Eğitim Şirketi, Serhat Eğitim Öğretim ve Sağlık Hizmetleri A.Ş., Tolerans Vakfı, Ufuk Eği*tim Vakfı, Toros Eğitim Hizmetleri Turizm ve Ti*caret A.Ş., Ertuğrul Gazi Eğitim Öğretim A.Ş., Karaçay Çerkes Toros Eğitim Hiz. Tur. ve Tic. A.Ş., Palandöken Eğitim Öğretim Hiz. A.Ş., Du*nae 94 Şti., Özel Burg A.Ş., Dostluk Yurdu Der*neği, International Hope Ltd Company, Fezalar Eğitim Öğretim Ticaret Limited Şirketi, Çağlar Eğitim Mal. Ltd. Şti., Balkanlar Eğitim ve Kültür Vakfı, S.C. Lumina SA Şirketi, Gülistan Eğitim Yayın ve Ticaret Ltd. Şti., Sema Eğitim Öğretim İşletmeleri A.Ş., Samanyolu A.Ş., Türkiye Sağlık ve Tedavi Vakfı, Yayasan Yenbu Indonesia Vakfı.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
İzlenimler, değerlendirmeler
Dünyanın pek çok ülkesine yayılmış Türk okullarını Türkiye içinden ve dışından pek çok kişi ziyaret etti ve bunlar, izlenimlerini ve değerlendirmelerini ya yazarak, ya konuşarak dile getirdiler. Başbakan Bülent Ecevit, okullarla ilgili takdir ve değerlendirmesinde, bu okulların, diğer yararlarının yanısıra, Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan’a İran Şiiliğine has köktenciliğin etkisine girme*sinin önlenmesinde birinci derece faktör olduğunu vurguladı (Akşam, 14.03.1998).
Okullarla ilgili daha başka izlenim ve değerlendirmelerden bazılarını özet olarak vermek yararlı olacaktır kanaatindeyim:
Toplum nereye, devlet nereye?
“Gezi boyunca tanıştığım, ayaküstü de olsa konuşma fırsatını bulduğum Türk öğretmenler hakkında edindiğim kanaat şu: Hemen hepsi, genellikle taşra kentlerinden ve dar gelirli ailelerden gelen, zekâ ve yetenekleri sayesinde görece iyi üniversitelerde okuma fırsatını bulmuş delikanlılar.
“İnsan ne kadar olursa okusun, ne kadar dinlerse din*lesin, gezip gör*medikçe bazı şeyleri kavramak güç olu*yor. Son gezi, dünyayı kavrama uğraş*ıma yepyeni bir boyut açtı. Şimdi Orta Asya’da komünizm sonrası dö*nemin problemlerini, Orta Asya Türk-İslâm kültürünün özelliklerini, bölgede bütün güçlüklere rağmen iş yapmak, para kazanmak için didinen insanlarımızın ufkunu ve çalışkanlığını daha iyi kavrıyorum.
“Diyebilirim ki, Orta Asya’da gördüklerim, yaşadığı*mız olanca olumsuz*luğun ortasında, toplumumuzun geleceğine olan güvenimi pekiştirdi. Türkiye nereye, Türk devleti ve siyaseti nereye gidiyor diye kendi kendime sorup duruyorum.” (Şahin Alpay, Milliyet, 01.11.1996)
Merkezî niteliği olmayan sivil insiyatifin ürünü
“Bir kere, bu okullar merkezi bir finansm*ana tabi değil. Her okul, Türkiye’de bir il ya da ilçe tarafından ya da zengin bir işadamı tarafından finanse ediliyor. Öğretmenlere gelince, genelde İngilizce eğitim veren bu gençler, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden yetişiyor: Marmara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ mezunları çoğunlukta. Hemen tümü, okulu bitirir bitirmez, öğretmenliğe başlamış. Maaşları pek az: 350-700 dolar arasında değişiyor. Yılda bir kez Türkiye’ye gelmek için yaptıkları yol masrafı dikkate alındığında, tasarruf imkânları hemen hiç yok.
“Hemen belirtmek gerekir ki, bu okullar, sanıldığı gibi dini eğitim veren ya da eğitim faaliyetini dini bir çerçeveyle kuşatan okullar değil. Bu okullar, ders programları, üstün teknik donanımlarıyla, laboratuarlarıyla bildik Anadolu Lisesi modelinde kurulmuş durumdalar. Bu okullarda tesettürlü öğrenciye rastlamak mümkün değil. Dersler ise, Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı tedrisat çerçevesinde yapılıyor. Din dersi bile okutulmuyor. Her ülke mevzuatının ve eğitim felsefesinin çerçevesinde faaliyet gösteriyorlar.
“Amaç, din bilgisi aktarmak değil, şer’i hükümlere göre bir dizi sembolden olu*şan bir düzen bilinci vermek değil; çocuklarda ahlâkî değişim gerçek*leştirmek. Öğrenciler izlendiğinde geleneksel ve İslâmî değerlere dayanan müthiş bir saygı, bir öz disiplin çok açık hissediliyor.
“Bu çerçeveden bakıldığında, Fethullah Hoca cemaatinin gerçekleştirdiği seferberli*ğin gücünü, Anadolu’ya özgü İslâmî ve milli geleneklerle meşruiyet kaynağı dışında mer*kezi niteliği olmayan, ‘sivil bir inisiyatif’ten aldığı söy*lenebilir. Bu sivil seferberlik, bir anlamda resmi devlet anlayışının yarattığı ve onun siyasal İslâm gibi türevlerinin besle*diği ‘kültürel kopuş’ ideolojisinin panzerihiri gibi görünmektedir.” (Ali Bayramoğlu, Yeni Yüzyıl, 31.10–2.11.1996)
Türkiye’ye puan
“Doğrusunu söylemek gererse, Fethullah Gülen Cemaati’nin liberal yapısını bilmeme rağmen, Orta Asya’daki okullarda dini bir eğitim ile cemaatini genişletmeye çalışan bir organizasyon göreceğimi sanıyordum. Geziden sonra bu önyargım değişti. Öncelikle, Cemaatin Orta Asya’da yaptıkları faaliyetlerin kendi hanelerinden çok, Türkiye’nin hanesine puan yazdırdığını gördüm.
“Okullarda ağırlıkla Boğaziçi, ODTÜ ve Marmara Üniversitelerinden mezun, yaşları 25-30 arasındaki iyi eğitilmiş öğretmenler görev yapıyordu.”
Üzeyir Garih: “Fethullah hoca bu konuda ilerici.”
– Aşkabad’daki konuşmamızda, Fethullah Hoca Cemaati’nin Orta Asya’daki okullarına maddi destekte bulunduğunuzu ve bu desteği artırarak sürdüreceğinizi söylemiştiniz. Bu okullara neden destek oluyorsunuz?
– Bu okullar, gördüğüm kadarıyla tamamen laik, Türk ürünü, insanını, Türk anlayışını oradaki çocuklara aşılayan, Türkmenistan’ın ilerideki bürokratlarını, işadamlarını Türkiye’ye yakınlaştıracak olan ve Türkiye ile Türkmenistan arasında büyük bir işbirliği yaratacak okullar.
14 tane okulun ikisini, üniversiteyi dolaştım, bu okullar yarının bir İslâm birliği amaçlı, dinî esaslara dayanan birer misyoner okulu mudur diye. Fakat böyle olmadığını gözlerimle gördüm. Orada yetişen çocuk*ların da iyi yetiştiklerine şahit oldum. Ayrıca, bütün Orta Asya’daki yerleri koordine eden İstanbul’daki istişari toplantılara Milli Eğitim Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Cumhur*başkanlığı’ndan birer görevlinin katıldığını öğrendim. (Atılgan Bayar, Hürriyet, 01.11.1996)
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
“Okullar, Türkiye’nin vizyonu”
“Hocaefendi, mefkuresizlikten bunalan Türk gençliğine mefkure vermiştir. Düşününüz, bu gençler yazın +35, kışın -65 derece olan bir memlekette bile cüz’i bir maaşla hizmet veriyorlar. Bu seferberlik ve feragat hissi, tarihin nadirattan rastladığı bir vakıadır. Bunların hedefi, güzel insanlar yetiştirip, onları tüm insanlığa hediye etmektir. 70’imden sonra da olsa, böyle bir ufku tanımış olmaktan dolayı çok mutluyum.
“Hepiniz bu sevgi halesinin etrafında toplanınız. Vazifemiz, bu güzel hamleyi devam ettirmektir. Hiçbirimizin hayatı ebedi değildir. Allah ebedidir, iman ebedidir, sevgi ebedidir, hayır ebedidir.
“Bir eski büyükelçi Ankara’da bana şunu söyledi: Ulanbatur’a sefir olarak tayin edilen genç hariciyeci, tecrübeli üstadına geliyor ve ‘Hiç bir bilgi yok, gideyim mi?’ diye soruyor. Tecrübeli büyükelçi, ‘Git biraz incele; şartlar müsait değilse dönersin’ cevabını veriyor. Tayyareden indiği zaman lacivert elbiseli bir beyefendi genç, bu yeni sefiri ‘Hoş geldiniz be*yefendi’ diyerek karşılıyor. Şaşıran sefirin ‘Siz kimsiniz?’ sorusuna, ‘Ben, buradaki iki Türk okulunun koordinatörüyüm. Teşrifinizi duyduk, hoş geldiniz demek için geldim. İkametiniz için yer hazırla*dım, sefaret için bina hazırladık Buyu*runuz, hizmete başlayınız. Biz de bekli*yoruz, Moğollar da bekliyor.’ cevabını alıyor.
“Arkasından 29 Ekim Cumhuri*yet Bayramı gelince sefir yine düşünüyor, tahsisatı yok, imkânı yok ve ya*bancı bir yer, kimseyi bilmiyor. Yine yardımına lâcivert elbiseli o genç adam yetişiyor. Mekteplerin bir tanesinin salonunu açıyor ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını Moğollarla bir*likte yapıyorlar. Genç sefir hayretler i*çinde Türkiye’ye dönüşünde, üstadım dediği eski sefire ağlayarak anlatıyor ve soruyor: ‘Bu ne ruh halidir, kimdir bunları yetiştiren?’
“Sefirin, bunların kim olduğunu öğ*rendiği zaman, söyleyebildiği tek şey şu, ‘İmkânını bulsam da, gidip ellerini öpsem.’ Bir güzelliği anlamak ve bir güzelliği idrak etmek, güzelliği bilmek*le mümkündür. Bizler, hepiniz, hepimiz, güzelliği ve sevgiyi bilecek çağdayız. Sevgileriniz aramızdadır. Sevgilerinizi yaydığınız zaman bütün mekân*lar kudretli olur.” (Aydın Bolak, Ergün, 374–76)
“Halka dayananlar kaybetmez”
“Ülkemizden çıkarak, Asya’dan Avrupa’ya ve Amerika’ya kadar uzanan okullar zinciri, insanlık adına iftihar ve övünç tablosunu teşkil etmektedir. Okullarla birlikte ortaya çıkan hizmetin boyutları tam bir şeffaflıkla halkımızın önünde, hukuk devletinin gerekleri içerisinde, insanlığın küreselleşen ortak değerlerinin tercihleri üzerinde cereyan etmektedir. Bu hizmetleri akıllarına sığdıramayanlar, ‘hangi sıfatla?’ diyerek dünyevi şekillere takılı kalanlar veya bir şekilde karşı çıkanları yadırgamamak gerekir. Herhangi bir bireyin veya grubun hareketi izlenirken, eylemin kendi ulusuna, ülkesine ve insanlık camiasına vermeye çalıştıklarıyla, yani faydalı-yararlı oluşu cihetiyle ele alınması lâzımdır. Eğer karşı duranlar, kendi doğruları çizgisinde en az aynı düzeyde bir hizmeti ortaya koyamıyorlar, halkın ve hakkın iştirakinde buluşamıyorlarsa, haksızlıklarını ve bencilliklerini öne çıkarmış olurlar. Bu gibi olaylara tarihin her devrinde rastlarız. Bunlara bakıp küsmemek gerekir.” (Orhan Kilercioğlu, Zaman, 08.03.1998)
“Okullar gurur veriyor”
“Bu okullar, Batı kültürünün de etkisiyle şekillenen Türkiye kültürünü, Türkiye Türkçesini dünyaya taşıyor. İyi işleyen, başarılı olan bir sistem bu. Devletin bu okullara, gerek duyulursa mali açıdan yardım etmesi, destek vermesi gerekir. Okullar, Türkiye’nin dünyaya açılmasını ve dış dünya ile kültürel bağlar kurmasını sağlıyor. Ben, dış gezilerim sırasında bunlara bizzat şahit oldum.” (Sami Kohen, Zaman, 07.01.1998)
“Hoşgörü Ekiyorsunuz”
Süleyman Demirel (9’uncu Cumhurbaşkanı): Bu Okullar, ülkemiz ve halklarımız arasındaki işbirliğinin eğitim alanında da gelişmesinde, işbirliğinin bir bütün olarak her alanda dengeli ve kapsamlı şekilde ileriye götürülmesinde ve genç nesiller arasındaki karşılıklı anlayışın artırılmasında olumlu yönde katkıda bulunacaktır.
İslam Kerimov (Özbekistan Cumhurbaşkanı): Özbekistan yönetimi bu iki halkın geleceğine, işbirliğine ve dostluğuna zemin hazırlayan âli işlerinize öz kefaletini vermeye hazırdır.
Saparmurat Türkmenbaşı (Türkmenistan Cumhurbaşkanı): Hizmetleriniz, halkımızın millî kalkınış tarihine silinmez harflerle yazılacaktır.
Cora Ganiyevic Yoldaşev (Özbekistan Milli Eğitim Bakanı): Sayın cumhurbaşkanımızın okulunuza bakış açısı çok alâ derecededir. Cumhurbaş*kanımız talebelerin zekiliğine ve hazır cevap olduklarına hayran olmuşlardır.
Köksal Toptan (Milli Eğitim eski Bakanı): Dünya eğitim tarihinin en büyük eğitim çalışması Fethullah Gülen ve arkadaşları tarafından yapılıyor. Bu gayretli, vefakâr insanların gayretlerini bozmayalım. Önlerine set çekmeyelim. Yeni aydın tipi, Türkiye sevdalı*sı insanlar bu okullarda yetişiyor. Türk’ün İstiklal Marşı Çin’de, Tokyo’da, Kazakistan’da söyleniyor. Bu çalışma*lardan, gayretlerden geri kalmamak lâzım. Bizim sesimizi, soluğumuzu oraya götürenlere minnet, şükran borçluyuz.
Necati Çetinkaya (DYP eski, AKP yeni milletvekili): Orta Asya’daki tüm okulları görme imkânına kavuştum. Hakikaten gurur verici. Devletin yapamadığını hamiyetperver vatandaşlarımız gerçekleştirmiştir. Orada devlet başkanları, devlet yetkilileri, bize hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Burada çağın çağdaş imkânlarıyla, dünyayı yakalayacak, kucaklayacak çapta beyinler yetişiyor. Bunu takdir etmemek fevkalade yanlıştır.
Rıfat Serdaroğlu (DYP eski milletvikili): Okulların hepsi, Türk eğitim sisteminin iftihar etmesi gereken okular. Gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında olan okullar, bizim öz benliğimizi yansıtan, millî ve manevî değerlerimizi dile getiren ve öğrencilerini çağdaş dünyaya, bilim ve teknolojiyle kucaklaştırarak hazırlayan okullar.
Mikail Korkmaz (Eski RP milletvekili): Bu okulların her şeyi açıktır. Gizli bir şey yapılmıyor. Hocanın gizli bir şeyi yok. Aksine, bu okullar ile diğer özel okullar alanında rekabet ortamı oluştu. (Zaman, 23.03.1998)
Dr. Gü*ven Karahan (DSP Balıkesir Milletvekili): Hocaefendi’nin yurtiçi ve yurtdışındaki eğitimle ilgili faaliyetlerini takdirle karşı*lıyorum. Bu okullar, irtica yuva*sı değildir.
Orgeneral Halis Burhan (Hava Kuvvetleri emekli Komutanı): Tamamen çağdaş yöntemlerle eğitim yapan ve 21’inci yüzyıl bilgi toplumlarına insan yetiştiren bu müstesna müesseselerin ve tüm eğitim kadrosunun Türk dünyasına yapmakta oldukları katkılar her türlü takdirin üstündedir.
Erdinç Türe (Emekli Tümgeneral): Gezi dolayısıyla geldiğimiz Özbekistan’da Türkiye’nin eğitim merkezleri açtığını da öğrendim ve çok memnun oldum. Ziyaretimde gördüm ki, eğitim tarafsız, ilmî, ciddî ve millî tarzda yürütülüyor.
İlhan Atabaş (Emekli Tümgeneral): Özbek-Türk Taşkent Erkek Lisesi’ni derin takdir duygularımla gezdim. Gördüğüm güzellikler, Özbek balalarının istikbale çok güvenilir şekilde yetiştirilmekte olduğu intibaını vermiştir.
Gülemre Aybars (Emekli Tuğamiral): Ülkem Türkiye’nin çok yakın dostu olan Romanya’nın bu güzel Karadeniz kenti, Köstence’deki Uluslararası Türk Lisesi’nin bu törenine katılmak benim için gerçek bir onur ve mutluluktur.
Feyyaz Berker (TEKFEN Holding Yönetim Kurulu Başkam): Önemli olan, bir eğitim kalitesinin yakalanmış olmasıdır. Çevremde pek çok insan bu okulları görmüşler. Yapılan çağdaş eğitimi övgüyle anlatıyorlar; hattâ o ülkelerin yönetimdekilerinin dahi çocukları bu okullarda eğitim görüyor. Dünyaya açık, hoşgörülü, ideolojik bir yapıya sahip olmayan çağdaş eğitim bütün dünyada kabul edilmiştir.
İshak Alaton (ALARKO Holding Yönetim Kurulu Başkanı): Rusya’da okul açılmasında ön ayak olduk. Türkmenistan Aşkabat’ta da bir okul açma düşüncemiz var. Bu, şirketimize saygınlık kazandırır.
Şarık Tara (Enka Holding Yönetim Kurulu Başkanı): Yurtdışındaki özel Türk okulları hakkında hep güzel şeyler duydum ve bu okullarda çağdaş eğitim veriliyor.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Fethullah Gülen’in eğitim düşüncesi, ideali ve
okullarla ilgili son ve önemli bir gözlem
Önceki bölümde, Gülen’in İslâm’a yaklaşımıyla ilgili görüşlerini verdiğimiz Thomas Michel, 20 yıldır Moro hareketi mensuplarıyla devlet güçlerinin savaş verdiği ve nüfusun yarısını Müslümanların, yarısını da Hıristiyanların oluşturduğu Zamboanga kentinde Filipin-Türk Tolerans Lisesi’ni görünce, merakla bu okula gider. Kendi ifadeleriyle, “gerilla savaşı, adam kaçırma eylemleri, yaz baskınları, tutuklamalar, kaybolmalar ve cinayetlerin âdî vakalardan olduğu bu kentte”, söz konusu okulun bir kısmı Müslüman, bir kısmı Hıristiyan 1000’in üstünde öğrenciye yüksek kalitede eğitim vermenin yanısıra, onları nasıl büyük bir kaynaşma içinde bir arada barındırdığını hayretle müşahede eder. Daha sonra Kırgızistan’ı da dolaşan ve meselâ Bişkek’teki okulda hem eğitimin düzeyine, hem öğrencilerin dil öğrenme ve onu kullanma seviyelerine, hem de akademik olimpiyatlardaki başarılarına âdeta hayran olan Michel, bundan daha öte olarak, A.B.D’li, Koreli ve Türk öğrencilerin, Afganistan ve İranlı öğrencilerle nasıl yine mükemmel bir kaynaşma içinde eğitim aldıklarını görür. Öğretmenlerdeki dürüstlük, çalışkanlık, karşılıklı âhenk ve vicdanî şuur da dikkatini çeker. Bütün bunlar, Michel’i bu manzaranın arkasındaki felsefeyi tanımaya çeker ve bu okullar, kamoyunda Fethullah Gülen’le şu veya bu şekilde ilgili gösterildiğinden, o da, Gülen’in eserlerini okumaya girişir. Gördükleriyle eserlerde okuduklarını bir arada değerlendiren Peder Michel’in vardığı ve Nisan 2001 içinde Georgetown Üniversitesi’nde Gülen’le ilgili düzenlenen sempozyuma sunduğu tebliğde dile getirdiği sonuçları şöyle özetleyebiliriz:
Gülen şöyle diyor: “Bu dönemde mektep bütünüyle skolastik düşün*cenin tesirinde kaldı ve hep onu solukladı; medrese, ilme ve düşünceye kapalı, inşa gücünden mahrum âdeta bir mefluç gibi yaşadı.. tekye-zaviye, aşk u şevkin yerine menkıbelerle teselli olmaya başladı.. kuvveti temsil edenler de, unutuldukları mülâhazasıyla sık sık kendilerini hatırlatma ve ispat etme kompleksine kapıldı; derken her şey altüst oldu ve millet ağacı, devrilecek şekilde temelinden sarsıldı” (Towards the Lost Paradise, 11).
Gülen’e göre, modern lâik okullar, kendilerini modernist ideolojinin ön yargılarından kurtaramamış; medreseler, teknoloji ve bilimsel düşün*cenin meydan okumasını karşılayabilecek bir kabiliyet ortaya koya*mamış; eskiden manevî değerlerin gelişmesini güçlendiren tekyeler dinamizmini yitirmiş ve önceki asırlarda yaşamış velîlerin menkıbe ve kerametleriyle avunur hâle gelmiştir. Daha önceleri imana dayalı eneji ve hareketliliğin temsilcisi ve millî kimliğin sembolü olan askeriyenin verdiği eğitim ise, onların kendi içlerine kapanıp, kendilerini ispat etme gayretiyle, millî bünyenin arızasız bütünlüğü aleyhine yara almıştır. Dolayısıyla bugün sağlıklı bir eğitim adına yapılması gereken, bu eğitim yuvalarının ve sistemlerinin birbirlerini rakip veya düşman olarak görmeyip, birbirlerinden istifade edip, birbirleriyle bütünleşmeleridir. Eğer eğitimciler, aksiyon, düşünce ve ilhamla donanmış fertler yetiş*tirmek istiyorlarsa, bütün bu sistemleri bir bütünlük içinde değer*lendirip, kafa-kalp izdivacını gerçekleştirmelidirler (a.g.e. 12).
Birbirlerine yardımcı olmaları, hattâ birbirleriyle bütünleşmeleri gereken bu kurumların rakip, hattâ düşman kurumlar haline gelmesi, Gülen’in, hiç olmaması gerektiğini söylediği bir çatışmaya yol açıyor: din-bilim çatışması. 19 ve 20’inci asırlarda bilim adamlarının, siyasilerin ve dinî liderlerin de bir tarafında yer aldığı bu anlamsız çatışma, eğitim felsefe ve yöntemlerinde kesin ayrışmalara yol açıyor. Modern lâik eğitimciler, dini, ona en müsbet bakışla, bir zaman kaybı, en kötü bir değerlendirmeyle, ilerlemeye engel olarak görüyorlar. Tartışma, din bilginlerini ise, ya modernleşmeye karşı çıkmaya veya dini, gerçek manâ ve fonksiyonu içinde bir din olarak değil, siyasi bir ideoloji olarak görmeye itiyor (Towards the Lost Paradise, 20). Gülen, buna çare olarak, içinde din bilginlerinin sağlam bir ilmî (bilimsel) formasyonla, bilim adamlarının ise dinî-manevî değerlere bağlılıkla yer aldığı bir eğitim modeli öneriyor ve ancak bu şekilde, süregelen din-bilim çatışmasının sona ereceğini, en azından, bunun saçmalığının ortaya çıkacağını belirtiyor (a.g.e. 39).
Türkiye’de Fethullah Gülen’in hem sağ, hem sol, hem lâik, hem dinî çevrelerin hücumuna maruz kalması, bana göre onun, artık onulmaz gördüğü konularda taraf olmayı reddetmesidir. Bunun yerine o, mevcut tartışmaların ötesinde, onları aşacak geleceğe yönelik bir yaklaşımı temsil ve teklif etmektedir. Gülen, Türkiye Cumhuriyeti’nin modern*leşme hedefinin mevcut süreç içinde gerçekleşmeyeceği inancıyla, gerçek bir modernleşmenin komple insanlar yetiştirmekten geçtiğini düşünmektedir. Bu ise, mevcut eğitim akımlarının ana kolları üzerinde, günümüz dünyasının değişen taleplerini karşılayacak ve geleceği inşa edecek yeni bir eğitim sistemi örgülümekle mümkün olabilecektir.
Gülen’in bu yaklaşımı, geçmişi günümüze taşımayı hedef alan gerici projelerden bütünüyle farklıdır. Kendisiyle birlikte anılan okullarda uygulanan eğitimin ne Osmanlı sistemini, ne de hilâfeti yeniden kurmayı hedef almadığını açıkça ifade eden Gülen, bu okulların geleceği inşaya yönelik olduğunu defalarca vurgulamakta ve bunu yaparken de, bir sözü hatırlatmaktadır: “Eski hal muhal; yani yeni hal, ya izmihlâl (çöküş).” (Lynne Emily Webb, Fethullah Gülen: Is There More to Him Than Meets the Eye?, 89)
Modern eğitim kurumları, küresel bir pazar sistemine toptan üretim yapan fabrikalara benziyor. Buralarda, Gülen’in öne çıkardığı fikrî ve hissî derinlik, düşünce berraklığı, manevî eğilimler ve kültür zenginliği ihmal ediliyor. Dolayısıyla Gülen, bu türden kurumlara karşılık, üzerinde önemle durduğu bu unsurlara ağırlık veren bir eğitimden yana. (Towards the Lost Paradise, 16) O, çoğu insanın öğretmen olabileceği, fakat gerçek eğitimcilerin sayısının pek az olduğu görüşünde [Criteria or Lights of the Way (Pearls of Wisdom), 36]. Öğretmen de eğitimci de öğrenciye bilgi aktarır ve bir takım marifetler öğretir; fakat eğitimci, fazladan olarak, öğrencinin şahsiyet kazanmasında, düşünce ve tefekkürde derinleşmesinde ona rehberlik yapar. Ayrıca o, karakter inşa eder ve öğrencinin, nefsini disiplin altına alma, müsamaha ve sorumluluk duygusu gibi hasletlerle yetişmesine yardımcı olur. Bu noktada Gülen, öğrencideki karakter oluşumuna ilgi duymayıp, sadece maaş karşılığı öğreticilik yapanlara, “körlerin körleri gütmesi” olarak bakıyor.
Gülen’in eğitimle ilgili yazılarında tekrarladığı bazı kavramları, yanlış anlamaya meydan vermemek için biraz açıklamak gerekiyor. Meselâ, sıkça kullandığı ‘maneviyat’ ve ‘manevî değerler’i, bazıları dar anlamda din olarak algılayabilir ve eğer bu bazıları, lâiklik üzerinde de hassas iseler, bu vurguyu, modern lâik topumlarda dini hakim kılma özlemi olarak değerlendirebilirler. Oysa Gülen, bu kavramları çok daha geniş manâda kullanıyor. Maneviyat, onun için, sadece dar anlamda dinî öğretiyi değil, ahlâk, mantık, ruhî denge ve samimiyeti de içine alıyor. Bunu anlamak için, onun kullandığı daha başka anahtar kavramlara bakmak yeterli. Meselâ o, sık sık ‘merhamet’ ve ‘müsamaha’dan bahsediyor (Prophet Muhammad as Commander, 3-4, 7, 11, 87, 94, 100; Prophet Muhammad: The Infinite Light (Aspects of His Life), 1:118-119-179; 2:96, 123, 131, 150; 1999’de Cape Town’da yapılan Dünya Dinleri Parlamentosu’na gönderdiği tebliğ: The Necessity of Interfaith dialogue: A Muslim Approach, 20: O, burada şunu kaydediyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.), gerçek Müslüman’ı eliyle, yani davranışları ve diliyle zararı dokunmayan biri olarak tarif eder. Müslüman, evrensel barışın en güvenilir temsilcisidir.”) Gülen’e göre eğitimin fonksiyonu, bu tür nicelik kalıbına girmeyen sıfatları öğrencinin ikinci tabiatı haline getirmek ve onu, nefsî arzu ve eğilimleri açısından disipline etmektir.
Gülen, kendilerini insanî niteliklere ve ahlâkî değerlere göre yaşamaya adamış ve faziletlerle donanmış öğrenciler yetiştirmekten söz ederken, bir Müslüman olarak İslâm’dan öğrendiği evrensel ahlâk düsturlarını ifade etmektedir. Şu kadar ki, bununla o, yalnızca Müslümanları kasdetmemektedir; çünkü kendi adıyla birlikte anılan okullarda gayr-ı Müslim öğrenciler de, hiçbir din değiştirme teklifine bile maruz kalmadan okuyabilmektedirler.
Gülen, sık sık ‘kültürel ve geleneksel değerler’den de söz ediyor (Criteria or Lights of the Way [Pearls of Wisdom], 35, 44-45; Towards the Lost Paradise, 16). Yine bazıları, onun eğitimde kültürel ve geleneksel değerlere yer verilmesi çağrısını, Cumhuriyet öncesi Osmanlı toplumuna dönüş çağrısı olarak değerlendiriyor ve onu irticacı olmakla suçluyorlar. Oysa o, bunlarla Türkiye’nin, modern dünyaya vereceği çok şey bulunan uzun bir hikmet geçmişi olduğunu vurguluyor ve bu geleneksel hikmetin modern toplumların pek çok ihtiyacını karşılayacağı inancını taşıyor. Ona göre geçmiş, bu hikmet birikiminden dolayı kaldırıp atılmamalı ve ondan mutlaka faydalanılmalıdır. Bununla birlikte, geçmişi yeniden inşa etmek, gerçekleşmesi mümkün bulunmayan bir hayal olduğu gibi, bu konudaki her teşebbüs de dar görüşlülüktür ve başarısızlığa mahkûmdur. Gülen, geçmişi bir çırpıda reddetmeyi kabûl etmediği gibi, geçmişi aynen yeniden inşa etme düşünce ve çabalarını da abes görüyor. Bu bakımdan, irticacı suçlamalarını da kesin bir dille reddediyor:
İrtica, geriye gidiş, eski hali bugüne taşıma demektir. Ben, yarını değil, ebediyeti hedef almış bir insanım. Ayrıca, ülkemizin yarını adına düşünüyor ve yapabileceğimi yapmaya çalışıyorum. Şu ana kadar hiçbir yazımda, sözümde ve faaliyetimde geriye dönme, ülkeyi geriye götürme anlamında irtica ile asla alâkam olmadı. Varsa, göstersinler. Ama, Allah’a iman, ibadet ve ahlâkî değerler gibi, zamanla sınırlı olmayan hususlara sahip çıkmayı da herhalde hiç kimse irtica ile yaftalayamaz. (Webb, 95)
Gülen, kendi adıyla birlikte anılan okullarla ilgili suçlamalara cevap verirken, bu okullarda Türk Millî Eğitim Sistemi program ve müfredatının uygulandığını da vurguluyor ve buna ek olarak, bildiği kadarıyla, okulların sadece Türk Millî Eğitim Bakanlığı tarafından değil, bulundukları ülkelerin haber alma servisleri tarafından da sürekli kontrol ve teftiş edildiğini belirtiyor (Webb, 107). Okulları teftiş edenler, bu kurumlarda ne iddia edildiği gibi beyin yıkama, ne de siyasî ve rejim karşıtı propaganda izine rastlamış değiller. Ayrıca, bu okullardan mezun olan çok sayıda insan, yıllardır kamu sektöründe ve özel sektörde çalışıyor ve şu ana kadar hiç birinden bu konuda bir şikâyette de bulunulmamış. Gülen, suçlamalara cevabını şöyle bağlıyor:
Ülkemizden 2 Cumhurbaşkanı, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, ilim adamları, yüksek rütbeli emekli askerler, gazeteciler ve daha başka her görüşten, her seviyeden binlerce insan bu okullara gitti, onları gezdi, gördü ve geri döndüler. Okulların bulunduğu ülkelerden ve Türkiye’den gidip bu okulları görenlerden, iddia edildiği şekilde tek bir şikâyet gelmiyor; aksine, istisnasız hepsi bu okullardan övgü ile bahs ediyorlar (Webb, 105-106).
Fethullah Gülen, geçmişin mirasından baskıcı, yosun tutmuş ve aslî gayesini ve ruhunu yitirmiş unsurların asla alınamayacağını söylüyor; fakat buna karşılık, aynı mirasta, yeni nesillerin geleceği inşada kullanmaları gereken özgürleştirici ve insanî pek çok unsurun bulunduğuna da dikkat çekiyor. Ona göre, mevcut şartları çok iyi değerlendirmek ve önceki nesillerin tecrübelerinden de istifade etmek gerekmektedir (Criteria or Lights of the Way [Pearls of Wisdom], 45). Açık ki onun düşüncesi, Türkiye’deki siyasî akımlar ve bu akımlar üzerinde cereyan eden tartışmalarla meşgul değil; bunun yerine o, bütün dünya toplumlarını kucaklayacak bir eğitim vizyonu geliştiriyor. Ve, bu vizyona göre şekillenecek bir dünya için mü’minlerin rolüne dikkat çekiyor: “Dünyamız adına 18’inci asır özünden uzaklaşanların ve muhakemesiz mukallitlerin; 19’uncu asır, kendini değişik fantezilere kaptırmış, geçmişiyle ve tarihî dinamikleriyle zıtlaşanların; 20’inci asır, bütünüyle yabancılaşanların, kendini inkâr edenlerin çağı olmuştur. Dört bir yanda tüllenen emarelerin teyidiyle, 21’inci asır ise, bir inanç ve inanmışlar asrı olacaktır.” (Towards the Lost Paradise, 103)
Gülen, geleceği inşa edecek eğitimle meşgul. O, ıslah ediciler arıyor; yani, insanın hem fizikî, hem fizikî olmayan yanlarını kuşatan bir değerler sistemiyle donanmış insanların yetişmesini arzuluyor ve bunların toplumlarda meydana getirebilecekleri değişiklikleri bekliyor. Onun meşgul olduğu eğitim, tabiatı gereği, her şeyden önce ferdî dönüşümü esas alıyor. Bu fertler, ona göre, sınırlı ve parçalı düşünmekten kurtulmuş, muhasebe ve iç disipline sahip fertler olmalıdır. Ancak böyle fertlerdir ki, toplumlara müsbet anlamda kalıcı katkı sağlayabilirler:
Dünyayı düzeltmeye kalkanlar, önce kendilerini düzeltmeli*dirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan, dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalı*dırlar ki, çevrelerine misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethe*dememiş kimselerin etrafa sunacakları mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyarmayacak, uyarsa da, sürekli tesir bırakamayacaktır. (The Necessity of Interfaith dialogue: A Muslim Approach, 30)
Toplumdaki kriz, rakip eğitim sistemleri ve felsefeleri arasındaki işbir*liği eksikliğinden kaynaklandığı için, Gülen’in teklif ettiği yeni eğitim modeli, problemi kökünden çözmeğe yönelik bulunuyor. O, bu modelin, daha istikrarlı ve iç barışı sağlamış toplumlar inşa etme adına çok güçlü bir ümit olduğu inancında. Bu yüzden de, eğitim reformu, onun için toplumlarda gelişme ve terakkinin anahtar kavramını oluşturuyor.
Türkiye’de olsun, Kırgızistan’da olsun veya Danimarka, Brezilya gibi başka ülkelerde olsun bütün okullar, tarihin çerçevelediği bir ortamda, fakat bu çerçeveyi aşmayı da hedeflemiş insanî bir temel üzerinde yük*seliyor. Kuşkusuz aralarında, bulundukları ülke şartlarına göre farklar olmakla birlikte, bu insanî temel, hepsinin ortak noktasını oluşturuyor.
Gülen, bu temeli şöyle ifade ediyor: “Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bil*mediği halde öğrenmeyi düşünmeyen; öğrendikleriyle kendisini yeni*leyip başkalarına da örnek olmayan, sureta insan görünse de, sireti (asıl mahiyeti) açısından düşündürücüdür!” (M. Fethullah Gülen: A voice of Compassion, Love, Understanding and Dialogue, 5) Gülen, bu insanî temeli, bilimsel çalışma, sanat, edebiyat, sosyal bilimler, karakter inşası ve en geniş anlamıyla maneviyat malzemeleriyle karıyor. Dolayısıyla, bu okulların öğrencilerinin üniversite sınavlarında sürekli üstün başarı göstermeleri ve Uluslararası Bilim Olimpiyatları’nda Matematik, Fizik, Kimya ve Biyoloji gibi sahalarda şampiyonlar çıkarmaları asla sürpriz olmuyor.
Bu okulları, dünyadaki benzerlerinden ayıran en önemli faktör, karakter inşasına verilen önem. Gülen, okulu, öğrencilerin sadece bilgi ve hüner kazandıkları değil, hayat hakkında sorular sordukları, eşyanın manâsını anlamaya çalıştıkları, hayata belli bir katkıda bulunmayı düşündükleri ve hayatı, bu dünya ile öbür dünya arasındaki münasebet çerçevesinde algıladıkları bir laborutar olarak görüyor. Bundan da öte, eğitim üzerine yazdığı bazı yazılarında okuldan yarı dinî terimlerle söz ediyor ve ona kutsal faaliyetlerin kutsal mekânı olarak bakıyor: “Mektep, hayatî hadiselerin üzerine irfan hüzmeleri göndererek onları aydınlatır ve talebelerine çevrelerini kavrama imkânı hazırlar. Aynı zamanda, gayet hızlı olarak eşya ve hadiseleri keşfetme yolunu açar ve insanı düşünce bütünlüğüne, tefekkürde istikamete ve çokta teke götürür. Bu manâda mektep, ayn-ı mabettir ve o mabedin azizleri de muallimlerdir” (Towards the Lost Paradise, 98).
Bilimsel çalışmaları karakter inşası, sosyal şuur ve aktif maneviyatla iç içe ele alan bir eğitim modeli, eleştirmenlere bir hayli idealistçe, hattâ ütopik gelebilir. Fakat okullar arasında kısmî seviye farklılıkları olmakla birlikte, diyebiliriz ki, Gülen’in tasarladığı eğitim sistemi, bu okullarda uygulanmasını bulmuş ve okullar, Gülen’in beklentilerini büyük ölçüde gerçekleştirmiş görünüyor. Bundan olacak ki, meselâ Bişkek’te ziyaret ettiğim bir orta okula kayıt için müracaat eden 5000 öğrenciden sadece 250’si kabûl imkânı bulabiliyor.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
BİR ZİHİN YAPICI OLARAK FETHULLAH GÜLEN
Fethullah Gülen’in eğitimciliği, kurulması için tavsiye ve teşviklerde bulunduğu okullar ve üniversiteye hazırlık kurslarıyla özdeşleşen ‘resmî’ eğitim hizmetlerinden ibaret değildir. Onun İslâm’a bakış açısını tahlil etmeye çalışırken arz edildiği üzere, Fethullah Gülen, insanı bütün zihnî fakülteleri, kalbi, ruhu, vicdanı ve bedeniyle bir bütün olarak ele almakta ve bu bütünde önceliği ruha ve bununla aynı veya ikinci derecede zihne vermektedir. Kendi bedenî eğitimini çok ihmal etmemesine rağmen, bir beden eğitimcisi olmadığı için bu konu üzerinde çok durmamış, fakat eğitime sürekli zihin ve ruh açısından yaklaşmıştır: Bunu, onun şu sözlerinde rahatlıkla görebiliriz: “Ter*biyenin bedene ait olan kısmını hemen hemen herkes bilir ama, asıl işe yarayan fikrî ve hissî terbiyeyi anlayan çok azdır. Oysaki, birinci şıkta daha ziyâde adalî güçleriyle beden insanları, ikinci şıkta ise ruh ve manâ insanları yetişir.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 150)
Vaizlik görevi ve konferanslar
Fethullah Gülen, 1959 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açmış olduğu sınavı kazanarak imamlık hakkı elde etmiş ve Edirne Üç Şerefeli Camii’nde imamlığa başlamıştır. Olabildiğince heyecanlı, enerjik ve son derece hassas bir yapıya sahip olan Gülen, konuşmaktan daha çok dinlemeyi ve yazmaktan daha çok okumayı seven bir insan olarak, Üç Şerefeli Camii’nde görev yaptığı dönemde Cuma günleri Cuma namazından önce vaaz eder, daha sonra hutbeyi dinlemek için Selimiye Camii’ne gelir ve namazını orada kılardı. Aldığı maaşını kitaplara ve dergilere yatırır, onları okuduktan sonra pek çoğunu başkalarına hediye eder, günlerini yarı aç-yarı tok geçirirdi.
Yanlışlara karşı olabildiğince duyarlı, doğruların en küçüğünü bile takdir eden heyecanlı yapısıyla, insanlarla zihin ve gönül alışverişinde bulunmak, Fethullah Gülen’in hayatının apayrı bir araştırma isteyen en önemli yanlarından biridir. Bu bakımdan o, tavsiye ve teşvikçiliğini yaptığı özel okul ve üniver*siteye hazırlık kurslarıyla kamuoyuna mal olan eğitim hamlesinden önce, esasen vaazlarıyla tanınırdı. 1962-1963 yıllarında İskenderun’da asker iken bile, komutanından aldığı izinle Cuma günleri şehirde bir camide vaaz etmişti. Askerlik görevinin ardından Edirne ve Kırklareli’nde devam eden meslek hayatı, 1966 yılında İzmir’e nakliyle birlikte ayrı bir safhaya girdi. Bir yandan İzmir Kestanepazarı Kur’ân Kursu’nda öğretmenlik yaparken, bir yandan da Kestanepazarı Camii’nde vaaz veriyordu. Artık o günden itibaren, daha sonra Edremit, Manisa ve İzmir Bornova’da devam edecek olan vaizlik hayatıyla önce İzmir’de, sonra Ege Bölgesi’nde, daha sonra da Türkiye’de Fethullah Hoca adıyla çok dinlenen bir vaiz olarak tanınacak ve vaazlarının alındığı bantlar pek çok kişiye ulaşacaktır.
“Asrın Getirdiği Tereddütler”in giderilmesi ve sorulara cevaplar
Fethullah Gülen, bu yıllarda yalnız vaaz vermekle kalmamış, İzmir’deki ilk senelerinde kahve sohbetlerinde bulunmuş, daha sonra Ege Bölgesi’nden başlayarak, tüm Türkiye’yi içine alacak konferanslar serisine başlamıştır. Bu konferanslarında tabiî ilimlerle Kur’ân arasındaki münasebet, İslâm’da sosyal adalet ve Darwinizm gibi konuları işleyen Fethullah Gülen, yine aynı yıllarda bazen namazdan sonra camide, bazen bir evde, bazen kırlarda kendisine özellikle üniversite öğrencileri tarafından sorulan sorulara ayrıntılı cevaplar vermiştir. Vaazlarının, konferanslarının ve kendisine sorulan soruların konularına baktığımızda, Fethullah Gülen’in hem aksiyon yanını, hem İslâm’a yaklaşımını ve özellikle bir eğitimci olarak hangi konulara ağırlık verdiğini daha kolay anlayabiliriz. Bazen üzerinde haftalarca durduğu vaaz konularının başlıcalarını Tevhid delilleri (Allah’ın varlık ve Birliğinin delilleri), bilâhare Ölüm Ötesi Hayat adıyla kitaplaştırılan ve birkaç ay devam eden seri Haşir Akidesi, yine aylarca devam eden Çocuk Terbiyesi, aile hayatı ve benzerleri oluştururken, 1989’da fahrî olarak yeniden başladığı vaazlarında ise bir yıl boyunca bütün yönleriyle Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (s.a.s.) anlatmış, 1990-1992 yıllarında verdiği aylık vaazlarında ise daha çok marifetullah (Allah’ı tanıma), muhabetullah (Allah sevgisi), irade ve ruh insanı olma, anne-baba hakları, kardeşlik, merhamet ve sabır gibi konuları işlemiştir.
Fethullah Gülen’in, yukarıda arz edildiği üzere, kendisine yöneltilen sorulara verdiği ayrıntılı cevaplar, daha sonra Asrın Getirdiği Tereddütler adıyla 4 cilt halinde yayınlanmış ve ciltlerden her biri, Türkiye’de en çok okunan kitaplar listesinde ilk sıraları almıştır. Fethullah Gülen’e sorulup da, onun cevapladığı bu soruların başlıcaları şunlardı:
· Allah, tarif edilebilir mi? O’nun özü ve nitelikleri nelerdir?
· Kur’ân, olmuş ve olacak her şeyden bahsediyor diyorlar. Bu, doğru mudur? Doğru ise, günümüzde fen ve tekniğe ait meseleleri de bunun içinde mütalâa edebilir miyiz?
· Vahdet-i Vücut nedir ve itikadımızla telif edilebilir mi?
· Cenab-ı Hak, bizim bu dünyada nasıl hareket edeceğimizi biliyor; emirlerine uyup uymayacağımızı da biliyor. Böyle iken, imtihana niye hüzum görüp, bizi dünyaya gönderiyor?
· Kendisine peygamber gönderilmeyen bir topluluk var mıdır? Var ise, böylesi toplulukları inanç ve amel açısından sorumlu tutmak nasıl olur?
· Peygamberimiz’in çok kadınla evlenmesi konusunda bizi aydınlatır mısınız?
· İslâm, insanlığın iyiliği için gönderildiğine göre, köleliği neden ortadan kaldırmadı?
· Tenasüh nedir ve İslâm inancıyla bağdaştırılabilir mi?
· Allah’ın küllî iradesi ile beşerin iradesi arasındaki münasebet nedir? Günah işleyen bir insan, kendi iradesiyle mi, yoksa Allah’ın küllî iradesi çerçevesinde mi günah işler?
· Allah, neden bazı insanlara çok mal, mülk, para verir ve onları zengin kılarken, niye diğerlerine fakirlik, elem, keder, musibetler veriyor? Ayrıca, Allah neden kullarını bir yaratmadı da, bazısını kör, topal veya bir başka sakatlıkla malül yarattı?
· Azrail (a.s.) bir tane olduğu halde, aynı anda ölen binlerce insanın ruhunu nasıl alır?
· Sperm bankaları konusunda ne dersiniz?
· Esir var mıdır; varsa, nasıl bir şeydir?
· Neden her şey ölüme dayalıdır; meselâ neden elementler bitkilerde, bitkiler hayvanlarda, bitkiler ve (yenebilen) hayvanlar insanlarda yok olarak, onların hayatına hizmet ediyor?
· İnançsız birine önce neyi, nasıl anlatmalı?
· Şeytan, Cehennem’e gideceğini bildiği halde, neden küfürde ısrar ediyor?
· İslâm, emperyalist bir sistem mi meydana getirmiş ve fethettiği yerleri sömürmüş müdür?
· Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), “Bu ağızdan ancak hak çıkar” buyurması ile, hurmaların aşılanıp aşılanmaması konusundaki tavsiyesi ve neticede “ben de bir beşerim” demesi nasıl telif edilebilir?
· Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratılmış olması ne demektir?
· Cin nedir, nasıl çağrılır; tedavide ve kayıp bulmakta kullanılabilir mi? Cincilik yapan hocaların İslâm’da yeri var mıdır?
· Lût Kavmi, Nuh Kavmi gibi bazı kavimler, belli suçlardan dolalı helâk edilmişlerdi. Bugün bütün ahlâksızlıklar yaygın olduğu halde, neden aynı türde helâk görülmüyor?
· İslâmiyet’in, din olarak nasslara dayanması ve dolayısıyla teslimiyet gerektirmesiyle, akıl ve mantığa uygun olması nasıl telif edilebilir?
· İnsanımıza okuma alışkanlığını nasıl kazandırabiliriz?
· Hayat ve gençlik hevesleri cihetinden gelen tehlikelerden nasıl korunabiliriz?
· Çin’in tarih boyu ayakta kalmasının sebep ve hikmetleri nelerdir?
· Günümüzde fen ve tekniğe ait meselelerle İslâmiyet’i anlatmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
· Osmanlılarda harem konusunda bilgi verir misiniz?
· İslâmiyet’in kısa zamanda yayılmasının ve 14 asırdır her türlü saldırıya rağmen maglûp edilemeyişinin sebepleri nelerdir?
· Yoktan var olmaz, var yok olmaz iddiası konusunda ne dersiniz?
Bunlar, değişik zamanlarda Fethullah Gülen’e sorulan ve onun ayrıntılı olarak cevap verdiği sorulardan sadece bazıları. Bunların dışında, yine kendisine, değişik zamanlarda, fakat bu defa kısmen aktüel konuların da dahil olduğu sorular da sorulmuş, onun bu sorulara verdiği yine ayrıntılı cevaplar, Prizma adlı kitap serisinde toplanmıştır. Şu ana kadar 3 cildi yayınlanmış bulunan bu kitap serisinde yer alan soruların bazıları ise şunlardır:
· Dünyada cereyan eden hadiselere tarihî tekerrürler açısından baktığımızda karşımıza çıkan tablo nedir?
· Günümüzde kültür hayatımızın bizden bekledikleri nelerdir?
· İnsanın terakki ve tedennisinde rol oynayan vicdan ve nefsin mahiyetleri hakkında neler söylenebilir?
· Günümüzde sosyal, idarî ve siyasî meselelere yaklaşımda tenkit ön planda görünüyor. Bu yaklaşım doğru mudur; değilse, bu konuda neler tavsiye edersiniz?
· İslâm adına reaksiyoner çıkışlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
· İrade ile imtihan olma ne demektir, açıklar mısınız?
· Sağlıklı bir toplum yapısı için din-hikmet-kuvvet dengesi konusunda bizi aydınlatır mısınız?
· Geleceği kucaklayacak bilgi toplumu nasıl bir toplum olacaktır?
· Ülkemizdeki faili meçhul cinayetlerin Müslümanların üzerine yıkılması konusundaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
· Allah Rasûlü’nün ümmeti hakkında endişe ettiği şişmanlık, tembelik, çok uyuma ve yakîn azlığı arasındaki münasebeti izah eder misiniz?
· İnsanlığın İftihar Tablosu (Peygamber Efendimiz) hakkında, “O, kendi olarak doğdu; kendi olarak yaşadı ve kendi olarak dünyadan göçtü” buyuruyorsunuz? Bu sözün manâsı nedir?
· Temiz toplum ve temiz topluma ulaşma konusundaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
· İnsaniyet-i kübra (en büyük insanlık) ne demektir, izah eder misiniz?
· Hümanizm düşüncesine nasıl bakılmalı?
· İnsanların söz ve davranışlarının kâinat ve işleyişi üzerinde fizikî tesiri var mıdır?
· His ve mantık dengesi nasıl ayarlanabilir?
· Allah’ı tanıma ve anlatma konusunda bizi aydınlatır mısınız?
· Bazılarına göre büyük çatışmalara gebe görünen 2000’li yıllarda daha iyi bir Türkiye ve daha iyi bir dünya için neler yapılabilir?
Bunlar ve daha başka, cevaplarıyla birlikte kitaplara geçmiş sorular gibi, özel sohbetler ve bu sohbetler esnasında sorulan sorulara da cevap vermek, Gülen’in zihin inşa ediciliğinin yöntemlerinden biridir. Fethullah Gülen, mütevazi ve mahcup yapısına paralel olarak, genellikle kendisine soru sorulmadıkça konuşmaz. Bunun bir başka sebebi, alıcı olmayan, merak etmeyen, zihnî, tefekkürî derdi bulunmayan insanlara herhalde bir şey anlatılamayacağı veya anlatmanın gereksizliği de olabilir. Fethullah Gülen, yukarıdaki sorular türünde ve daha çok kısmen kalabalık bir grup önünde sorulan sorulara ayrıntılı cevaplar verir. Buna karşılık, gerek bu sorulara cevaplarında, gerekse daha küçük sohbet gruplarında sorulan sorulara verdiği cevaplarda, sorunun aydınlığa kavuşması kadar, irşadı esas ve dolayısıyla muhatabı dikkate alır. Yani, gerek soruyu soran, gerekse dinleyici konumunda bulunan diğer insanlar, sorunun aydınlatılmış olması kadar, cevaptan istifade etmeli ve onunla bir meselelerini çözmüş olmalı, ayrıca bu cevap, onların kalp hayatında bir tesir icra etmelidir. Bu bakımdan, cevap bazen, sorulan sorunun tam karşılığı olarak değil de, soruyu soranın ve diğer muhatapların en çok istifade edeceği şekilde gelebilir. Bunun yanısıra, Fethullah Gülen, çok defa bir sorudan hareketle muhataplara söylemek istediği bazı şeyleri söyler; bunlar, o soruyla doğrudan alâkalı olmayabilir; fakat cevapla bir mesaj verilmekte, bir hatırlatma yapılmakta, bir uyarıda bulunulmakta veya bir başka mesele çözülmektedir.
Fethullah Gülen, gerek vaazlarında, gerek sohbetlerinde ve gerekse sorulara verdiği cevaplarda çok dikkatli konuşur. Hitabet gücü, herkes tarafından kabul edilen bir vakıadır. Bu, şüphesiz Allah vergisi olmakla birlikte, aynı zamanda üzerinde çalışılarak kazanılmış bir kabiliyettir de. Çocukken hızlı konuşan Fethullah Gülen, daha sonra bizzat kendi kendine diksiyon eğitimiyle mevcut hitabet gücünü kazanmıştır. İkinci olarak, Gülen, kelimeleri ve kavramları, yazarken olduğu gibi, konuşurken de yerli yerinde kullanır. Dili ve belâğati çok iyi bilen biri olarak, kendince yanlış bir kelime kullandığı hissine kapıldığı ve kanaatine vardığı bir yerde, hemen o kelimeyi değiştirir. Bundan başka, eğer kullandığı bir kelime veya cümlenin ya da dile getirdiği herhangi bir düşüncenin dinleyenlerin herhangi biri tarafından yanlış anlaşılabileceği sonucuna varırsa, o kişiyle daha sonra özel olarak görüşür, kendisine açıklamada bulunur ve muhtemel yanlış anlamayı izale eder.
Gülen, hem cami vaazlarında, hem sohbetlerinde ve kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplarda, konuya göre şüphesiz farklılıklar ve farklı derecelerde olsa da, aklın iknası kadar kalbin tatminine ve diğer melekelerin de gerekli gıdayı almalarına dikkat eder. Telmih, istiare, kinaye, tevriye gibi sanatları çokça kullanan Gülen, bu şekilde, hem söze farklı ve birden fazla manâyı, hem de fonksiyonu aynı anda yüklemiş olur. Dolayısıyla, onun üslubunu anlamayan veya kendisini ilk dinleyenlerin iltifat zannedecekleri bir sözle ikazda bulunurken, ikaz zannedecekleri bir sözle de iltifatta bulunuyor olabilir. Bundan dolayıdır ki, sözleri zaman zaman dinleyiciler tarafından farklı yorumlanabilir. Bu konuda yanlıştan kaçınmak için, onun düşünce yapısını, bakış açısını, üslûbunu ve dilini en azından belli ölçülerde kavramış olmak gerekir.
Fethullah Gülen, kendisine sorulan soruların hiç birine yazılı olarak cevap vermemiştir. Önceden kendisine hangi soruların sorulacağını da tabiî olarak bilmemekte ve sorulan sorulara irticalî (o anda ve sözlü) olarak cevap ver*mektedir. Dolayısıyla, çok çeşitli konuları kapsayan bu sorulara verdiği cevaplar, onun ilmî şahsiyetini ve zihin yapıcılığını görmeye yetecektir. Burada, bu sorulardan ve cevaplardan, birkaç tanesine niyet etmiş olmakla birlikte, diğerlerini geçtikleri kitaplara havale ederek, bu çalışma çerçevesinde sadece iki tanesini örnek olarak sunmak istiyoruz:
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Soru: İslâmiyet, Allah tarafından insanlığın hayrı için gönderilen bir din olduğu halde, köleliği neden yasaklamadı?
Cevap: Konunun tarihî, içtimâî ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Önce, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım sebepleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Köleliğe karşı duyulan iç tepkinin sebepleri
· Tarihî materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve ezen gibi düşünceler... İçtimâînin tekâmülü içinde, tabiat ve fıtrat, kölelik ve esaret ve daha sonra, işçilik ve adil olmayan ücret gibi mefhumlar biraz da istismar edilerek öyle yaygınlaştı ki, hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimal vermeyecek şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.
· Tarihin eski devirlerinde, hususiyle Roma ve Mısır’da, kölelere yapılan vahşiyane ve zalimane muamele, içimizde burkuntular hasıl ediyor ve bizi tiksindiriyor. Onun içindir ki, asırlar sonra dahi olsa, kölelerin ehramlara taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine karışıp kaybolduğunu, zalim idarecileri eğlendirmek için arenalarda aslanlarla boğuşturulduklarını ve boyunlarındaki utandırıcı tasma*larıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenlerden de nefret ediyoruz.
· Son olarak yakın tarihte ve günümüzde esirlere karşı yapılan gayr-ı insanî muamele; mürüvvetsizlik, her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alâkadar etmiş, öfkelendirmiş ve ayağa kaldırmıştır.
İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu müdafaa eden sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o, yerden göğe kadar haklıydı. Fakat, İslâm’a hücum ve tenkidinde büyük bir haksızlık işliyordu. Çünkü, kaynak itibariyle kölelik İslâm’a dayanmadığı gibi, mevcudiyeti de onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve mevcudiyetini sürdürdü. Bu itibarla biz de, önce onu meydana getiren âmiller üzerinde durmak istiyoruz.
Kölelik, harpler yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde devam edip gider. Müreffeh bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şehadetiyle, bir zevk ve safa devleti idi; elbise*lerin en güzelini giyerek, sofralarını çeşit çeşit süsleyerek, insanı utandırıcı en sefil arzular içinde, behimî bir hayat yaşıyordu. Bu israf ve sefahatin, bu lüks ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganimet, esirler ve hizmetçiler gerekti. Bunun için, Romalı harp ediyor, müstemlekeler (sömürgeler) kuruyor ve bu istikamette dünya üzerindeki hakimiyetini sürdürmek istiyordu.
Müslümanlar, Mısır’ı fethettiklerinde bu havayı, bütün çirkinliğiyle orada müşahede etmişlerdi. Ticarî emtia mal pazarları gibi esir pazarları, kadın-erkek esirlerin en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi, akşamları dönüp evlerine gidenlerin, pis kokulu ve haşeratın gayet bol bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması, hattâ çok defa böyle bir yerde dahi, onlara yatıp istirahat etme imkânının verilmemesi, 50’sinin 100’ünün üst üste yığılıp bir yerde kalması, Müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok müteessir olmuşlardı. Onlar, uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle bu yarayı tedavi etmelerine karşılık, Batılı, eski Roma ve Mısır’ın bu çirkin mirasını, her hangi bir rötuşlamaya tâbi tutmadan, olduğu gibi alıyordu.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
İslâm’ın köleliği ele alış tarzı
İslâm, evvelâ, köleliği bir vaka olarak ele aldı. Sonra, onların ne ticaret ne de eğlence metaı olmadığını hatırlattı ve insan olduklarına dikkati çekti: “Sizin bazınız bazınızdandır” (Nisa: 25) “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz; kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz; kim onu hadım yaparsa onu hadım yaparız” (Buharî, Müslim, Tirmizî) gibi İlâhi prensipleri ilân ederek, düşünceye istikamet verip, inhirafın önüne geçti. “Siz Âdem oğullarısınız. Âdem de topraktandır”(Müslim). “Biliniz ki, hiç bir Arabın Arap olmayana ve hiç bir Arap olmayanın da Arap olana, hiçbir beyazın siyaha hiç bir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir.” Yani bütün üstünlük ve meziyet, Yaratan’ın insana bakışı ve insanın bu bakış karşısında tavır ve davranışlarını düzeltmesine bağlanıyordu. İslâm’ın bu yumuşak havası sayesinde bütün bir mazisi esarette geçmiş, hadisin ifâdesiyle nice saçı başı dağınık (ve kapılardan kovulan, fakat Allah katında muhterem) kimseler vardı ki, eşraf ve ileri gelenlerden hep tazim (saygı ve ululama) görmüşlerdir.
Hz. Ömer (r.a.), “Bilâ1 efendimiz, ve onu efendimiz Ebu Bekir (r.a.) hürriyete kavuşturdu” derken, bu manâya saygısını ifade ediyordu. İslâm, onları da, âlemşümûl kardeşliği içinde mütalâa ediyor ve her şeyden evvel, “Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir. Kardeşi elinin altında bulunan her fert, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, behemehal onlara yardım ediniz” (Buharî); “Sizden hiçbiriniz, bu kölemdir, bu câriyemdir, demesin. Kızım veya oğlum, yahut kardeşim desin” (Müslim, Ebu Davud) prensiplerini vazediyordu. Buna binaen, Hz. Ömer (r.a.) Mescid-i Aksa’nın teslim alınması için yaptıkları seyahatlerinde, Medine’den oraya kadar hizmetçisiyle bineği nöbetleşe kullanmışlardı. Hz. Osman (r.a.) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmişti. Ebû Zer (r.a.), takım elbisesinin bir parçasını hizmetçisine giydiriyor, bir parçasını da kendi sırtına alıyordu... Bütün bunlarla kölenin de bir insan olduğu, hatta diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğu anlatılıyor ve böylece bu birinci merhale sağlama bağlanıyordu.
Bir büyük inkılâp
Tekrar hatırlatmak gerekirse, dünyanın en terk edilmiş, en ücra bir yerinde, duyguları itibariyle bâkir bir topluluk için, bu büyük bir inkılâptı. Zira muasır (o çağdaki) millet ve devletlerin, kölenin insanlığı hususunu düşünmeye bile yanaşmadıkları bir dönemde, arenalardaki vahşi boğuşmalara, iş yerlerindeki insafsız kırbaçlara ve onların insanlıklarıyla istihza ve alay edilmesine karşılık en çaplı, en tutarlı ve en müsbet bir davranış, maşerî vicdanın (kamu vicdanı) kabulüne takdim ediliyordu. Bu yapıcı ve müsbet muamelenin köleler üzerinde de değişik bir tesiri olmuştu. Köle, müsavat (eşitlik) prensibiyle insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına, hattâ hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen, efendisinden ayrılmak istemiyordu. Zeyd bin Harise ile başlayan bu durum, devam edip gitmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Zeyd’i hürriyete kavuşturup, babasıyla gidebilme hususunda serbest bırakmasına rağmen o, Efendimiz’in yanında kalmayı tercih etmişti. Ve daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira, bunlar o kadar güzel muamele görmüşlerdi ki, kendilerini, efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendileri de öyle biliyor ve titizlikle onların hukukuna riayete çalışıyorlardı. Esasen başka türlü yapamazlardı da. Çünkü bugün onlara malik görünseler bile, yarın kimin kime malik olacağını kestirmek mümkün değildi. Kaldı ki, prensipler de çok sağlam ve bu anlayışı ayakta tutacak güçte idi. “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz” (Buhari, Müslim). Bu türlü cezaî müeyyideler karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gayet emindi. Bütün bunlar, evvel ve âhir, tarihte eşi gösterilemeyecek büyük hadiselerdi ki, bu mevzûda İslâm’ın getirdiği şeylerin birinci merhalesini teşkil ederler.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Hürriyete kavuşturma merhalesi
İkinci merhale, hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan bir insanı köleleştirme büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen geliri kullanmak ve istifade etmek ise, katiyen haramdır. Hürriyete dokunan her hareket ve davranış kınanmış olmasına mukabil, ona hizmet edici her hamle de, İslâm nazarında takdir görmüştür. Bir insanın yarısını hürriyete kavuşturmak, hürriyete kavuşturan için vücudunun yarısını âhiret azabından kurtarmak, bütününü azat etmek ise, vücudunun tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm’da köleleri hürriyete kavuşturma, uğrunda bayrak açılan bir mevzûdur. İslâm, yerinde onu bir vazife sayar, yerinde fazilet der, teşvik eder; yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukavelelerle ona giden kapıları açık tutar.
Bu hususta gösterilen en çalımlı gayret de, her gayret gibi yine İslâm’ın zuhuruyla başlamış ve devam etmiştir. Peygamberimiz’in (s.a.s.) ve Hazret-i Ebu Bekir’in (r.a.) köle alıp âzat etme mevzuundaki gayretleri ve bu uğurda tükettikleri servet, herkes tarafından bilinen hususlar*dandır. Önceleri şahsî mal ve servetlerle sürdürülen bu faaliyet, daha sonraları devletçe ele alınıp yapılan vazifeler arasında mütalâa edilmeye başlandı. Peygamberimiz (s.a.s.) 10 kişiye okuyup yazma öğreteni hürriyete kavuşturuyor ve bunu malî imkânsızlıklar içinde kıvrandığı bir devrede yapıyordu. Daha sonraki devre, hususiyle Ömer b. Abdülaziz döneminde ise, zekâtın sarf yerlerinden biri şekliyle tatbikat zemini buluyor ve sağdan soldan gelen yığın yığın esir, hazineden paraları ödenerek hürriyete kavuşturuluyordu. Bunlardan başka, bazı dinî vazi*felerdeki hatalar, bazı davranışlardaki inhiraflar ve bir kısım günah irtikapları, hep köle hürriyete kavuşturma mükellefiyetini getiriyordu. Yemin edip, sonra da yemini bozmada, zıhar muamelesinde (o zamanki Araplar arasında meşhur olan, hanımına “annemin sırtı gibi ol” deyip, onunla münasebeti kesme), adam öldürme cinayetinde hep bir tutsağın âzat edilmesi tavsiye ediliyordu. “Kim hataen bir mü’mini öldürürse, onun keffareti bir mü’min kölenin âzâdı ve ölenin ehline teslim edilmek suretiyle ödenecek bir diyettir” (Nisâ: 92). Bir cinayetin hem cemiyete, hem de öldürülenin ailesine bakan yönleri bulunduğundan, diyet, maktûlün ehline verilmiş bir tarziye vesilesi olduğu gibi, esiri hürriyete kavuşturmak da, topluma hür bir fert kazandırma ölçüsüyle cemiyete ödenmiş bir hak sayılmaktadır. Buna göre de, bir ölü karşılığında diğer bir insanın hürriyete erdirilmesi, âdeta bir ferdi diriltmeye denk tutulmuştur.
Bunlardan başka İslâm’da “mükâtebe (yazışma)” ve “tedbir” yolları ile de, köleler hürriyete kavuşturulur. Bunlardan birincisi; efendisiyle köle arasında, üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal vermek şekliyle yapılan yazışmadır. Böyle bir yazışma ile köleye hürriyet yolu açılır. Kur’ân’ın bu mevzudaki açık beyanından anlıyoruz ki, kölenin bu hususta getireceği teklifi, efendi kabûl ettikten sonra, geriye, üzerinde anlaşmaya varılan paranın kazanılıp getirilmesi kalmaktadır. İkincisi ise, efendinin vefatı veya herhangi bir hadiseye bağlamakla yapılan hürriyet vadidir ki, “ben vefat edince sen hürsün” şeklinde, söz verdikten sonra, tedbir yapılmış ve esire artık hürriyet yolu açılmıştır.
Bundan başka, sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma faaliyeti, her türlü tavsifin üstünde geniş bir yer işgal etmektedir. Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah’ın ihsan ve lûtfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler gözetilerek, esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur. Burada denebilir ki, kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında ne kadar ileriye gidilirse gidilsin, hattâ isterse hepsi birden hürriyete kavuşturulsun, yine de köleliğin kabûl edildiğini, hükümlerin buna göre getirilmiş olduğunu ve fıkıh kitaplarında da ahkâmın bu istikamette cereyan ettiğini görüyoruz ki, bu da, köleliği kabûllenmekten başka bir şey değildir.
İnsanlığın dem ve damarına işlemiş pek çok fena huy ve âdetleri, bir hamlede kaldıran İslâm’ın köleliği kaldıramaması düşünülemez. Kaldırabilirken kaldırmaması, onu tahkir etme manâsına gelmez mi?
Uluslararası savaş hukuku sonucu kölelik
Her şeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği icat etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de olmamıştır. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münasebetiyle oluşturdukları bir müessesedir. Devletler arasında harpler devam ettiği müddetçe – ki, insanlık tabiatını değiştirmedikten sonra kıyamete kadar devam edecektir – esirlik ve köleliğin önüne geçmek de, tek başına hiçbir milletle mümkün olmayacaktır.
Şimdi düşünelim: Biz bir devletle harbe tutuştuk; esir aldık ve bizden esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muamele şekilleri vardır:
1. Bazı zalim idarelerde olduğu gibi, hepsini öldürme;
2. Yahut esir kamplarında bakım ve görümlerini yapıp muhafaza etme;
3. Veya onlara kendi memleketlerine dönüp gitme imkânlarını sağlama;
4. Yahut da, alıp onları mü’minlere dağıtıp, ganimetten bir parça sayma. Şimdi geriye dönüp, teker teker bunların üzerinde duralım:
1. Evvelâ hangi vicdan ve insaf, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün insanları acımaksızın öldürmeye taraftar olur. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, Kartacalılara reva görülen zulümler, halâ Romalının alnında utandırıcı bir leke olarak kendini göstermektedir. Buhtunnasır’ın acımaksızın yaptığı muamele, firavunların gadri ve cevri, beşerin hafızasından silinmeyen zulüm tablolarındandır. Uzağa gitmeye ne lüzum var: Balkanlar’da bizim çekip gördüklerimiz, Rusya’da doğranan 30 milyon kurban, Naziler tarafından katledilenler... Bütün bunları hoş görecek bir insan gösterilebilir mi?
2- Esir kamplarının tiksindiriciliği de bundan geri değildir. 20’nci asır, esir kamplarının en çirkinlerine şahit olmuştur. Bilumum Balkanlardaki esir kampları, hususiyle Edirne (Sarayiçi), vahşilere rahmet okutturacak kadar şenâetlerle doludur. Amerikalılar, Japon kamplarından şikâyet ederler. Eğer Sarayiçi’nde memeleri kesilen ve iffetleri payimal edilen kadınların, ağaç kabuğu yiyerek ölüme terk edilen erkeklerin, Azerbaycan ve Rusya’daki mağdurların uğradıkları zulümleri görselerdi, Japonlardan çektiklerini de, onlara çektirdiklerini de çok hafif ve ehemmiyetsiz addedeceklerdi. İkinci Cihan Harbi’yle, hem Avrupa, hem de Asya, esir kamplarını en acı şekilleriyle hem gördü, hem de yaşadı. Demek ki, bu yol ve bu usûlü denemek ve tatbik etmek, insaf ve insanlıkla bağdaştırılması mümkün olmayan bir vahşet ve hunharlıktan başka bir şey değildir!..
3- Esirleri kendi memleketlerine iade gibi insanî bir yolu takdirle karşılarız; ancak, onlar bizden aldıkları esirleri öldürüyor ve iade etmi*yorlarsa, bu, kendi insanımıza karşı vefasızlık ifadesi olur.. hele iade ettiğimiz kimselerin, bizden bir kısım malûmatlarla yurtlarına ve birlik*lerine dönmeleri; hem düşmana strateji kaptırma, hem de kendi birlik*lerimizde moral çöküntüsüne mukabil, düşmanı cesaretlendirme, güç*lendirme ve daha dinamik olarak saldırıya geçmelerine yardımcı olmadan başka bir şey değildir. Belki böyle bir iade muamelesi, ancak, devletlerin karşılıklı anlaşmalarıyla kabul ve tatbik edilebilir ki, bu da dün ve bugün sık sık başvurulan hususlardan biri olmuştur. Bundan sonra da başvurulabilir ve bir ölçüde köle döküntüleri önlenmiş olur. (Nitekim İslâm, düşmanıyla ilk karşılaşması olan Bedir Savaşı’nda alınan esirleri, hem de karşı tarafın en ileri gelenleri oldukları halde, bir esirin 10 kişiye okuma-yazma öğretmesi kaydıyla serbest bırakmış ve bu yolu açmıştır. Bu yol, her zaman açık ve tercih edilecek yoldur; fakat, yine devletlerin karşılıklı anlaşmalarına ve beynelmilel hukuka bağlıdır.)
4- Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin, harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu kalıyor ki, İslâm, duruma göre işte bu geçici esir etme yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan imha yolu... Ne esir kampları ve oradaki mezalim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir yol; belki bütün bunların çok üstünde ve insanın tabiatına yakışır bir yol... Her mü’minin hanesindeki esir, doğruyu, güzeli yakından görme imkânı bulacak; gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek – nitekim binlerce misaliyle öyle olmuştur – sonra da hürriyete kavuşturularak, Müslümanların istifade ettiği bütün haklardan istifade etme imkânı kendisine verilecektir.
Bu yol ve bu usûllerle binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Mâlik’in hocası Nâfî’den ve İmam Ebu Hanife’den alın da, Tâvus bin Keysan ve Mesruk gibi yüzlerce Tabiîn imamını, onlardan Kuzey Afrika fatihi Ukbe b. Nafi’den İspanya fatihi Tarık b. Ziyat’a kadar büyük komutan ve devlet adamlarını da içinde sayacağımız büyük bir “Mevâlî (hürriyete kavuşturulan esirler)” topluluğu hep bu yolla yetiştirilmiştir. Bununla beraber, biz bu uygulamaya geçici dedik; çünkü bu şekilde bir uygulama tekrarlansa bile, İslâm’da hürriyetin esas olması, esaretten kurtulma hususunda istifade edilecek yolların çokluğu ve dinin değişik yollarla bu mevzûda yaptığı ısrarlı teşvikler, köleliğin ârızî ve tebeî (aslî bir kurum değil; şartların getirdiği ve mecburiyet gereği başvurulan bir yol) olduğunu gösterir. Ne var ki, dünya devletleri aynı şey üzerinde ittifaka varacakları âna kadar, başka kesimlerde kölelik üretilecek ve işlettirilecektir. İslâm’ın bu mevzûda tek başına verdiği hükümler ise, sadece kendi bağlıları dairesi içinde kalacaktır. Nitekim o, hükmünü vermiş ve prensiplerini ortaya koymuştur. Cihan sulhünü temine gayret gösterenler, sadece bu prensiplere âlem-şümûl (cihan çapında) uygulama zemini hazırlamakla mükelleftirler. Zaten bu da, İslâm’ın tadil ve ıslah etmek üzere ele aldığı hususlardandır ki, en vahşi ve gayr-i insanî bir durumdan hayra ve güzelliğe çıkarma yolunu gösterir. Ve kendi sınırlarını aşan hususları da geleceğin devlet idarecilerine teklif eder.
Bu mevzuda diğer bir husus da, Müslüman topluluğun bütün fertlerinin, İslâmî manâda olgunlaşmış olmamasıdır. Esasen dinin, herkesi melekler seviyesine çıkaracağına dair herhangi bir tekeffülü, yani üzerine aldığı bir sorumluluk yoktur. Onun, kudsî prensiplerine sımsıkı sarılmak suretiyle yükselip melekleşenler olduğu gibi, kendini tam aşamamış bir kısım ham-ruhlar da bulunabilecektir. Ve böylelerin teferruata ait meselelerde ihmal ve kusurları da görülecektir. İşte bu tip insanlarda, köleliğin yaşaması arzusu ve bu hususta diğerlerinin, yani kölelik üreten milletlerin yanında bulunmaları da olabilecektir.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
İslâm, köleliği neden bütünüyle kaldırmadı?
Bir mesele kaldı ki, o da, belli devirlerde, hürriyete kavuşturma yolları mevcutken ve biliniyorken, uzun zaman mü’minlerin ellerinde esir ve köle bulundurmuş olmalarıdır. Bu ise, anlatılanlarla pratiğin bir dere*ceye kadar tenakuzu gibidir. Evet, ilk asırdan başlayarak, belli devir*lerde mü’minlerin bu müesseseyi işlettiğini görmekteyiz. Fakat, bunda, biri efendilerle, diğeri kölelerle alâkalı iki ciddi sebep ve sâik vardır:
Biraz evvel temas ettiğimiz gibi, İslâm, tatbikatta mükemmel insan yetiştirme teminatını, insandaki irade ve hürriyetle bir arada mütalâa eder. (Yani her insan, iradesiyle imtihandadır. Allah, kimseyi zorlamaz. Herkes, her bakımdan mükemmel bir dini yaşamada iradesiyle imtihan olduğundan, iradesinin hakkını veremeyip, nefsinin altında kalanlar her zaman olacaktır.) Bu sebeple, eksik ve kusurlu fertler, olgun insanlara ait bir kısım işleri eksiksiz yapamayacaklardır. İşte, bu türlü fertlerin, Muhammedî terbiye ile olgunlaşacakları âna kadar, bu işin tam tatbikat bulmaması bir bakıma normaldir. Kaldı ki, üç beş sergerdanın behîmî hislerini yaşamalarını vesile ederek İslâm’ı karartmağa çalışmak da, haksızlık ve insafsızlıktır.
İkinci şık, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususta da, İslâm’ın tatbikatı, insan tabiatını hesaba katma ölçüsü içindedir ve orijinaldir. İlk Müslümanlar, meseleyi köleleri evvelâ insan olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan yabancılıklarını giderme, onlara aile kurma ve hür insanlar olarak topluma karışma yolunu gösterip, kendilerini hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır. İtiyat ve alış*kanlıklar, insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hâli diriltme, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Ve o, bir fıtrat deformasyonudur. Islahı uzun zaman ister. İşte mü’minler de, bunu yapmışlardır. Her mü’min, “kardeşim” deyip bağrına bastığı kölesine, müstakil çalışma, müstakil kazanma, yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş, onu bunlara alıştırmış ve âzadında zarar söz konusu olmayacaksa ve hayır ümit ediyorsa, sonra da hürriyete kavuşturmuştur. Eğer bu sürece tâbi tutulmadan o istidat ve kabiliyetleri köreltilmiş insanlar, sırtlarında bir “âr” olarak taşıdıkları insanlıkla topluluk içine salınsalardı, akvaryum balıkları veya kafes kuşları gibi, içtimâînin karmakarışık dolapları karşısında şaşkına dönecek ve eski hallerine sığınma hissine kapılacaklardı. Bu ise, köleler adına hiçbir hayır ifade etmeyecekti. Nitekim, hayat kanunlarına karşı cahil pek çok köle, daha sonraları, arz edildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln’ün bir hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün hayat boyu veya hayatının bir kısmında esir yaşamış bir insan, hep emir almağa alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur; ancak, makine gibi dıştan idare edildiği için, böyle biri, 50 yaşında da olsa, çocuk mesabesindedir. Hayatı bilen ve hayata açık olan birinin yanında, talim ve terbiye görmeye, hayat ve onun kanunlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki müstemleke haline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pek çok milletlerde de hissedilen bir hastalıktır. Evet, bu milletlere dahi, uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve benlik kazandırılmazsa, yabancı devletlere ve yabancı milletlere karşı bağlılıktan ve alkış tutmaktan geri kalmayacaklardır. Hattâ diyebiliriz ki, şahsiyetini yitirmiş milletlere yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekten daha zordur.
İşte İslâm, köleye benlik, insanlık şuurunu kazandırmakla işe başlamış, onun inhiraf etmiş ruhuna denge getirmiş, kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiş, sonra, âdeta “iste vereyim” der gibi yapmış, ardından da onu hayata salıvermiştir. Zeyd bin Harise’nin yetiştirilip hürriyete kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlen*dirilmesi, sonra, içinde eşrafın da bulunduğu bir İslâm ordusuna kuman*dan tayin edilmesi, kademe kademe planlanan hedefin gözetilmesinden başka bir şey değildir. Bilâl-i Habeşî’nin (r.a.) ilk Müslüman saflarda yerini alması, Huzeyfe’nin kölesi Salim’in (r.a.) Müslümanlar nazarında gıpta edilecek bir mevkide olması, Selman-i Pâk’in Ehl-i Beyt-i Rasûlûllah’tan sayılması, kölenin Müslümanlık’ta ve Müslümanların hânelerinde ne hâl aldığının canlı misâlleridir. Bu misalleri, yüzlerceye çıkarabiliriz. Ancak soru-cevap çerçevesinde bu kadar kabarık muhteva sıkıcı olur mülâhazasıyla kısa kesiyorum...
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Mevâlî (âzat edilmiş kölelerden) âlimler, velîler
İslâm literatüründe “Mevâli” diye bir tabir vardır. Bunlar, esir olarak Müslümanların eline düşmüş ve sonradan hürriyetlerine kavuşturulmuş insanlardır. Bunlar arasında her zaman saygıyla andığımız ve kıyamete kadar da anacak olduğumuz deha çapında büyükler vardır. Allah Rasûlü’nün kendi öz torunlarından ayırt etmeyecek kadar sevdiği Üsame b. Zeyd (r.a.), bizzat Allah Rasûlü tarafından Bizans’a karşı hazırlanan ordunun başına kumandan olarak verilmişti. Asker arasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi insanlar vardı. Ve Üsame, o gün ancak 18 yaşlarında mevâliden bir insandı. Zaten babası Zeyd b. Harise de Mûte’de orduya kumanda etmiş ve orada şehid düşmüştü. İmam Mâlik gibi birisini yetiştiren Nâfi, mevalîdendi. Abdullah b. Ömer, “En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infâk etmedikçe hakikî iyiliğe ulaşa*mazsınız” manâsına gelen âyet inince, âyetin tesiri ve coşturuculuğuyla çok sevdiği cariyesi Mercâne’yi hürriyete kavuşturmuştu. İşte bu Mercâne, daha sonra birisiyle evlenmiş ve ondan da Nâfi olmuştu. Abdullah b. Ömer, Nâfi’yi alır, sever ve bağrına basardı. Ümmetin allâmesi İbn Ömer, daha sonra onu elinden tutup ilmin zirvelerine çıkardı. İslâm dünyasının en parlak yıldızlarından biri olan Nâfî, işte böyle mevaliden bir zattı. İmam A’zam Ebu Hanife, Mesrûk, Tâvûs b. Keysan ve daha niceleri hep mevâlîdendi. Hattâ Emeviler devrinde şehirlerdeki en büyük âlimler sayıldığında, ortaya çıkan isimler hep mevâlîdendi. Bu seviyede insanlığa ulaşmak için böyle bir kölelik ve sonra hürriyete kavuşma vetiresinden geçmek gerekiyor ise, böyle bir vetireyi bizim şu hürriyetimize tercih etmek, akıllıca bir yol olsa gerektir.
Şimdi sormak gerekiyor: Medenî denilen ve temellerinde en acımasız bir köle ticareti yatan şu dünyada ırk ayrımı ve üstü kapalı müstemlekecilik halâ geçerli iken, meseleye teori ve uygulama planında bu ölçüde neşter atan bir din, herhangi bir şekilde suçlanabilir mi? Yeter ki, şartlanmışlıktan vazgeçilmiş olsun!...
Hülâsa olarak diyebiliriz ki, İslâm, köleliği getirmedi; bilâkis onu tadile koyuldu ve kurutma yollarını gösterdi. Şayet harpler, esirlik vakıası ve bir kısım sefil ruhların, müstemlekeci devletlerin bunu teşvik ve en acımasız şekilde uygulamaları olmasaydı, kölelik, İslâm’ın o yüce ve pak bünyesinde herhangi bir şekilde asla yer alamazdı. İslâm, karşısına çıkan kölelik için, onu ıslah ve sonra da tedricen kaldırma yolunda hükümler getirdi ve onu, ortadan kalkıncaya kadar da mutlak hayra ve mutlak güzele yöneltti. İslâm’ın başlattığı ferdî köleliği kaldırma ve fitnenin yeryüzünden kalkması hedefiyle cihan sulhünü sağlayarak, onu dünya yüzünden de silme hamlesiyle bugün ferdî kölelik kurutulduğu gibi, devlet ve milletlerin köleliklerinin de sona ermesi niyaz ve dileği ile sözlerime son veriyorum. (Asrın Getirdiği Tereddütler, c:1, s: 98-113)
Burada, bir biyografi çalışmasının çerçevesi izin vermiş olsa idi, Fethullah Gülen’in yine irticalen, meselâ tenasüh konusunda, esir (ether) konusunda sorulan sorulara verdiği cevapları da, sadece birer misal olarak iktibas etmek yerinde olurdu. Fakat, bir biyografi çerçevesi buna müsait olmadığı için, bir başka soruya verdiği kısa bir cevabı kaydetmekle yetineceğiz:
Soru: “Efendimiz (s.a.s.)’in insanları istidat ve kabiliyetine göre kullanması fetanetinin bir boyutudur. O, kimi nerede istihdam ettiyse mutlaka isabetli olmuştur” deniliyor. Halbuki, Hz. Halid, irşad adına gittiği Yemen’de muvaffak olamamıştır. Bu hususu nasıl izah edebiliriz?
Cevap: Hz. Halid’in irşad için Yemen’e gönderilmesi ve bir müddet sonra geriye alınıp yerine Hz. Ali’nin vazifelendirilmesi bir vakıadır. Ama bu vakıanın Efendimiz (s.a.s.) için söylenen yukarıdaki hükümle çelişkili bir yanı yoktur. Şöyle ki:
Evvelâ, Hz. Halid, hassas bir insandır. Hattâ bazı zayıf rivayetlerin anlattığına göre, daha İslâm’a girişinin ikinci gününde, sefere çıkan bir seriyyeye katılamadığı için evine çekilmiş ve sabaha kadar ağlamıştı. Bundan da anlaşıldığı üzere, onun irşad ve tebliğ adına dahi olsa, bazı beklentileri vardı. O, her zaman aktifti ve vazife peşindeydi. Böyle bir kabiliyet ve istidadı yerli yerinde kullanmak oldukça zor bir meseledir. Bu zorluğun bir yönü, istihdam edene ait olsa – ki Efendimiz (s.a.s.) için böyle bir durum söz konusu olamaz – diğer yönü de, istihdam edilene aittir. O esnada Hz. Halid, kendisine verilen her vazifeyi yapabileceğine inanmakta idi. Onun içindir ki, Efendimiz (s.a.s.), Hz. Halid’i Yemen’e göndererek, âdeta eline bir metre verdi ve ona, “Kendi boyunun ölçüsünü kendin al” dedi. Böyle bir tecrübeye Hz. Halid’in ihtiyacı vardı. Öyleyse irşad adına yapılan böyle bir gönderme işi, Yemenlileri olmasa bile, Hz. Halid’i irşad etme bakımından fevkalâde isabetli ve yerindedir.
İkincisi: Yemenliler, fıtrat itibarıyla sert ve haşindi. Öncelikle Hz. Halid’in gönderilmesi, onların huşûnetini tadil etme gayesi de güdüyordu. Nitekim Hz. Halid, üzerine aldığı bu misyonu hakkıyla eda etmiş ve kendisinden sonra gelecek Hz. Ali’ye hizmet edebileceği müsait bir zemin hazırlamıştır. Eğer Hz. Halid bu gayeye yönelik Yemen’e gönderildiyse, yine isabet ortadadır.
Üçüncüsü: Önce Hz. Halid’in, sonra Hz. Ali’nin Yemen’e gönderilmesi, Hz. Ali’nin irşad ve tebliğdeki performansını ispata müteveccih (yönelik) de olabilir. Hz. Ali’nin muvaffakiyeti, onun Sahabe arasındaki seçkin mevkiini daha da kuvvetlendirmiştir. Hz. Ali’nin ileride yükleneceği misyon adına böyle bir teyide ihtiyacı vardı.
Dördüncüsü: Allah Rasûlü (s.a.s.) biliyordu ki, o işin ehli Hz. Ali idi. Ama, ilk anda onun gönderilmesi, bilhassa İslâm’a yeni girenlerin aklına yanlış düşünceler getirebilir ve bu tayin bir akraba kayırılması şeklinde yorumlanabilirdi. Bu ise, bir lider olarak Allah Rasûlü’nün bulunduğu durumun nezaketine muvafık olmazdı; dolayısıyla da, yanlış düşünce sahiplerinin mahvına sebebiyet verebilirdi. İşte bütün bunları önlemek için Allah Rasûlü, Yemen’e önce Hz. Halid’i gönderdi. O, irşad ve tebliğde, askerî sahada yakaladığı başarı baremini tutturamadı.. Ardından Hz. Ali vazifelendirildi. Bu vazifelendirmenin töhmete bulaşacak hiçbir tarafı yoktu. Zaten Hz. Ali de, elde ettiği başarılarla, bu ikinci tayinin isabetini ispat etmişti.
Düşünülse daha başka hikmetler de söylenebilir. İşte bütün bunlar ve bunlara benzer hikmetler içindir ki, Allah Rasûlü, Hz. Halid’i Yemen’e göndermiştir.. Ve O’nun bu istihdamı hikmetler açısından gayet isabetli olmuştur. (Fasıldan Fasıla 2, 271–73)
Fethullah Gülen, tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmî ilimlere, usulleriyle birlikte oldukça vâkıftır. Fakat, bu sahalarda herhangi bir eser kaleme almamıştır. Bununla birlikte, zaman zaman özel mahiyette ders verdiği olur ve bu alanlarda yetiştirdiği talebeler mevcuttur. “Ömrüm Sünnet’i araştırmakla geçti” diyen Gülen, hadis ve siyerde, özellikle siyer felsefesinde “yed-i tûlâ sahibidir” dersek, mübalâğa etmiş olmayız. Bunlardan başka, hâl olmasının yanısıra, ayrıca bir ilim dalı olan Tasavvuf’ta da, bir uzmandan, yani ‘mutasavvıf’tan öte bilgi ve tecrübe sahibi bulunan Gülen’in, Doğu, Batı felsefelerine de önemli ölçüde vukufiyeti vardır. Ayrıca, ‘tabiî’ bilimlerin prensipleri, oturdukları temeller ve dayandıkları kanunlar hakkında da ansiklopedik bilgi sahibidir. Kısaca Gülen, âlim-ârif-entelektüel’in kesişme veya birleşme noktasıdır.
-
Cevap: Fethullah gülen: Bir aksiyon insanı
Gülen’de entelektüel boyut ve Gülen’in eserleri
Fethullah Gülen, aynı zamanda düzenli yazan bir yazardır. Eserlerinin pek çoğu, yaptığı sohbetlerin, derslerin ve kendisine sorulan sorulara verdiği cevapların bir araya getirilmesinden oluşmuş da olsa, bizzat kaleme aldığı eserler de vardır. Gerçi bunların hiç birini bir kitap olarak yazmamış, sadece, kavramlar çerçevesinde Tasavvuf’u, belki daha doğru bir tabirle, İslâm’ın ruhî hayatını anlattığı Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde bir sıra takip etmişse de, bizzat kaleminden çıkan diğer kitapları, makalelerinin derlenmesinden oluşmuştur. Yüksek, önemli ölçüde orijinal ve bizzat Gülen’e has bir üslûpla yazılan bu makaleler, 01.02.1979 tarihinden bu yana aylık “ilmî, edebî, ahlâkî” Sızıntı dergisinde; Temmuz-Ağustos-Eylül 1988 yılından beri 3 aylık “dînî-ilmî-ahlâkî” Yeni Ümit dergisinde ve Ekim-Kasım-Aralık 1998 yılından bu yana 3 aylık “kültür-edebiyat-sanat” dergisi Yağmur’da düzenli olarak çıkmaktadır. Bunlardan İngilizce’ye çevrilenler de, Ocak-Şubat-Mart 1993’ten beri İngiltere’de Truestar ve daha sonra A.B.D.’de Light şirketi tarafından yayınlanan 3 aylık İngilizce “eğitim, bilim ve kültür” dergisi The Fountain’da yayınlanmaktadır.
Denebilir ki Fethullah Gülen, Türk edebiyatına, hattâ dünya edebiyatına, ne yazık ki farkına varması gerekenlerin farkına varmadığı biri bütünüyle yeni, diğeri, benzerleri tarihte olsa da, yine kendine has bir nitelik ve üslûpta iki yenilik getirmiştir. Bunlardan birincisi, onun resimleri konuşturmasıdır. Sızıntı’nın ilk sayılarında başlayan bu resimleri konuşturma, yani her resmin altına, o resimle uyumlu bir mesaj, bir ölçü, bir düşünce, bir değerlendirme koyma, çok defa aynı konuda yazılacak bir makaleden çok daha anlamlı, canlı ve etkileyici bir yöntem olarak, Fethullah Gülen tarafından büyük bir sabır ve maharetle sürdürülmektedir. Fethullah Gülen’in, düşüncelerini ifade ve inanç, düşünce ve davranışlar adına yol gösterme adına kullandığı, tarihte emsali az, Türkiye’de hemen hemen hiç görülmeyen diğer teknik, düşünce mesajlarını ‘hikmet parıltıları’ şeklinde, yoğun anlatım diyebileceğimiz müstakil cümleler ve paragraflar halinde sunmaktır. Yine Sızıntı’nın hemen her sayısında gördüğümüz bu tekniğin ürünleri, bu çalışma boyunca kendisinden önemli iktibaslarda bulunduğumuz Ölçü veya Yoldaki Işıklar adıyla bir kitap halinde toplanmış bulunmaktadır.
Fethullah Gülen’in şiirleri ve şairlik yönü de, yine onun üzerinde durması gerekenler, yani hiç olmazsa edebiyatçılar tarafından, ne yazık ki ihmal edilen bir konudur. Gülen, Türkçe gibi, Arapça ve Farsça’yı da iyi bilen, Osmanlıca’ya, bu arada edebiyata ve edebî sanatlara vâkıf, belâğatı bilmenin ötesinde okutan, Doğu’nun ve Batı’nın önemli ediplerini, kendisi ifade etmemiş de olsa, onu eskiden beri tanıyan bazı yakın arkadaşlarına göre Camus ve Sartre gibi varoluşçuları Fransızca asıllarından okuyacak ölçüde çok iyi tanıyan, hafızasında Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere en az 1000’i aşkın şiir bulunan – kendisini asla öyle görmese de – bir ediptir. O, hiçbir zaman “sanat sanat içindir” veya “sanat toplum içindir” gibi düşünce, tartışma ve tercihlere pirim vermeden, dimağının nesre sığmayan ürünlerini, kalbinin terennümlerini çocukluğundan beri mısralara dökmüş ve bunlardan Kırık Mızrap adlı şiir kitabı ortaya çıkmıştır.
Gülen için şiir, dağları ve ovaları, vadileri ve yarları, denizleri ve karaları, inişleri ve yokuşları, çiçekleri ve ağaçları, hüzünleri ve sevinçleriyle, İmam-ı Gazzalî’nin, “İmkân çerçevesinde kâinat şu halinden daha güzel olamaz” diyerek kemâlini ifade ettiği varlığın ve insanın dünyasının düzenini, çokluk içindeki birliğini, karmaşık görünen âhengini seslendirmelidir. Bizzat kendi ifadesiyle, “şiir, kâinatın ruhunda saklı bulunan güzellik ve tenasübün, varlığın çehresindeki tebessüm ve dil-rubâ keyfiyetin şairane ruhlarda ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Şiir, öteleri kurcalama yolunda duyulan ‘hay-hû’ veya bu uğurdaki cehdin iniltileridir. Şiir, ‘O Bilinmez Mevcud’u aramayı hedef seçtiği için, düşüncede buğu buğu esrar, geçilen yollarda alaca karanlık ve çok yönleriyle kapalı bir iklime ait zor anlaşılır çok buudlu bir ses olmakla birlikte, gerçek şiirin ikliminde gözler aydınlığa erer, uzaklar yakın olur ve ruhlar sönmeyen bir azim ve şevke ulaşır.” (Kırık Mızrap 1-2, 461–63)
20. asır Türk edebiyatında başta Necip Fazıl, Yahya Kemal, hattâ Mehmet Akif Ersoy olmak üzere önemli şairler yetişmiştir. Bunlardan ayrı olarak, zamana bağlı değişik akımların etkisinde fanteziler, anlaşmazlıklar ağında şiir söylemeğe çalışanlar da olmuştur. Gülen’e göre, “şiirde her duyulup düşünülen şey tasavvur edilebilmeli, tasavvurlar firesiz olarak muhakemeden geçirile*bilmeli ve şairin iç dünyasında birer esinti halinde beliren bu gizli unsurlar, kelime ve cümlelerle soluklanacakları âna kadar mevcudiyet ve canlılıklarını koruyabilmeli” ve “kelimelere başkaldırmış” bir mesaj, bir inilti halinde ruhlara aksetmelidir (a.g.e. 462) Şiir bizatihî gaye olamayacağı için, onda da irşad esas alınmalı ve dolayısıyla herkes onda kendini bulabilmelidir. Bu yüzden, gerçek bir şair, ötelerle sermest, Sonsuz’la kesilmeyen bir alış-veriş içinde, eşyanın düzenine ve perde gerisine vâkıf, ruhları perçeminden kavramış, söyleyişinde zahiren basit gibi görünse de, şekle şekil, manâya manâ olarak değer ve yer veren ve her manâya kendine has elbiseyi giydirebilme kabiliyetiyle her seviyedeki insana seslenebilen evrensel kişidir. Dolayısıyla, onun kelimelerinde, mısralarında, beyitlerinde ve kıtalarında yaprak yaprak gül açar; deniz görmemiş bir hayvan bakıcısının ilk defa denizi gördüğünde onu güzel bir otlağa benzetmesi gibi, her şeyi dünyevî aklın zahirî nazarına göre değerlendirenler, onun ifadelerini tek katmanlı sığ bir su birikintisi sansalar da, esasen onun şiiri inildikçe sonuna ulaşılamayan ve dibi bulunamayan, her bir samimi cehdde ele inci-mercan veren bir okyanus gibidir. İşte, kanaatimce Gülen’in şairliği bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Fethullah Gülen’in hemen bütün eserleri, Türkiye’de en çok okunan kitaplardandır. Şu ana kadar yayınlanmış bulunan kitapları ve bunların 2001 yılı ortaları itibarıyla satış rakamları şöyledir:
Kitabın adı
Baskı sayısı ve son baskı yılı
Baskı
adedi
1-
Sonsuz Nur 1
13
2000
86500
2-
Sonsuz Nur 2
9
2000
58000
3-
Sonsuz Nur 3
9
2000
53000
4-
Asrın Getirdiği Tereddütler 1
18
2000
87000
5-
Asrın Getirdiği Tereddütler 2
14
1998
69500
6-
Asrın Getirdiği Tereddütler 3
12
2000
61800
7-
Asrın Getirdiği Tereddütler 4
11
2000
68400
8-
İnancın Gölgesinde 1
13
1998
90900
9-
İnancın Gölgesinde 2
12
1998
82850
10-
Fatiha Üzerine Mülâhazalar
7
1998
36800
11-
Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader
8
1998
66500
12-
İrşad Ekseni
2
2000
38767
13-
İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad
8
2000
64850
14-
Ölüm Ötesi Hayat
11
1998
55500
15-
Kalbin Zümrüt Tepeleri 1
8
1998
52650
16-
Varlığın Metafizik Boyutu 1-2
1
1998
Gazete hediye
17-
Çağ ve Nesil
16
2000
73050
18-
Buhranlar Anaforunda İnsan
14
2000
62050
19-
Yitirilmiş Cennete Doğru
12
1998
54200
20-
Zamanın Altın Dilimi
12
1998
60800
21-
Günler Baharı Soluklarken
8
1997
48000
22-
Yeşeren Düşünceler
4
1998
53000
23-
Fasıldan Fasıla 1
9
1998
103000
24-
Fasıldan Fasıla 2
6
1998
76000
25-
Fasıldan Fasıla 3
5
1998
60000
26-
Prizma 1
7
1998
99500
27-
Prizma 2
4
1998
41500
28-
Prizma 3
7
1999
55000
29-
Ölçü veya Yoldaki Işıklar 1
13
2000
72550
30-
Ölçü veya Yoldaki Işıklar 2
12
1998
63800
31-
Ölçü veya Yoldaki Işıklar 3
8
1998
45000
32-
Ölçü veya Yoldaki Işıklar 4
8
1998
61000
33-
Ölçü veya Yoldaki Işıklar (Büyük Boy)
6
2000
37000
34-
Renkler Kuşağında Hakikat Tomurcukları 1
2
1993
10000
35-
Renkler Kuşağında Hakikat Tomurcukları 2
2
1993
10000
36-
Hüzmeler ve İktibaslar
5
1997
19000
37-
Kırık Mızrap 1
8
2000
49000
38-
Kırık Mızrap 2
3
2000
22000
39-
Ruhumuzun Heykelini Dikerken
1
1998
35774
40-
Çocuk Terbiyesi
1
2000
Gazete hediye
41-
Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar
1
2000
Gazete hediye
42-
Işığın Göründüğü Ufuk
8
2000
60000
Fethullah Gülen’in şu ana kadar yayınlanmış bulunan bu kitaplarından Sonsuz Nur, 2 cilt halinde ve “Prophet Muhammad: The Infinite Light” (yeniden edit edilen son baskısı: “Prophet Muhammad: Aspects of His Life”); Asrın Getirdiği Tereddütler’den seçme bir cilt “Questions This Modern Age Puts to Islam” (yeniden edit edilen son baskısı “Questions and Answers about Faith”); İnancın Gölgesinde, tek cilt halinde “Essentials of Islamic Faith”; Kalbin Zümrüt Tepeleri, “Key Concepts in the Practice of Sufism”; makalelerinden yapılan seçmeler “Towards the Lost Paradise”, makale, şiir, ölçü veya hikmet parıltıları ve resim değerlendirmelerinden oluşan Renkler Kuşağında Hakikat Tomurcukları, “Truths Through Colours”; Ölçü veya Yoldaki Işıklar’dan yapılan seçmeler “Criteria or Lights of the Way” (yeniden edit edilen son baskısı “Pearls of Wisdom”) adlarıyla İngilizce’ye çevrilmiş; ayrıca, Cihad’la ilgili yazdıklarından yapılan bir özetle, Sonsuz Nur adlı kitabında Peygamberimiz’in askerî yanını anlattığı bölüm “Prophet Muhammad as Commander“ adıyla yayınlanmıştır.
Fethullah Gülen’in eserlerinden Sonsuz Nur, Asrın Getirdiği Tereddütler’den bir cilt, İnancın Gölgesinde, makalelerinden bir cilt, Ölçü veya Yoldaki Işıklar’dan yine bir cilt Almanca’ya; Sonsuz Nur, Asrın Getirdiği Tereddütler’den bir cilt, Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, Ölçü veya Yoldaki Işıklar ve İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad Arapça’ya; Asrın Getirdiği Tereddütler’den bir cilt Rusça’ya; İnancın Gölgesinde Bulgarca’ya ve Kırık Mızrap 1, Arnavutça’ya çevrilip yayınlanmıştır. İnancın Gölgesinde, İspanyolca ve Yunanca’ya da çevrilmektedir.
Fethullah Gülen’le etraflı röportaj gerçekleştiren Eyüp Can, bu röportajını Ufuk Turu adıyla; Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile New York Sohbeti adıyla kitaplaştırmışlardır. Bunlardan ayrı olarak, Gülen’in, 1989-1991 yılları arasında fahrî olarak İzmir, İstanbul, Ankara gibi illerde verdiği vaazları videoya alınmış ve resmî izinle yayına arz edilmiş, aynı şekilde, özellikle 1973-1980 yılları arasında resmi devlet memuru olarak verdiği vaazlar, konferanslar teybe kaydedilmiş ve yine resmi izinle yayınlanmıştır.