-
Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’DA KARDEŞLİK VE BİRLİK ÇAĞRISI
Prof. Dr. NEVZAT YALÇINTAŞ
Aziz kardeşlerim, değerli davetliler.
Hepinizi en kalbi duygularımla selâmlıyorum. Yüce Allah’ın (c.c.) rahmeti ve be*reketi üzerinize olsun. Bu güzel şehre ve bu hayırlı toplantıya hoşgeldiniz. Dışardan gelenlerin bu muhteşem şehirden en iyi intibalar ve olumlu hislerle ayrılmalarını te*menni ediyorum. Bu güzel İstanbul, diğer kardeş İslâm şehirleri ile birlikte asırlarca İslâm varlığı, medeniyet ve kültürünün mübarek ve muhteşem bir merkezi olmuştur. İstanbul 4 asır İslâm Hilafetini bağrında koruyarak dünya Müslümanlarının birlik ve beraberliğinin sembolü haline gelmiştir. Bugünde 10 milyonu aşan Müslüman halkı ile, 1000’den fazla camisi ve göklere şehadet parmağı gibi uzanan minareleri, yüzlerce ifade edilebilecek İslâm, eğitim ve öğretim kuruluşları, kütüphaneleri, müzeleri sayısız İslâm eserleri ile bütün dünya Müslümanlarının kıvanç duyacakları bü*yük bir İslâm şehri olma hüviyetini geliştirerek devam etmektedir.
Bu hayırlı toplantının, 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nun, başarılı geçmesine dua ediyorum. Daha önceki senelerde yapılan 2. Uluslararası Toplantının başarılarla sonuçlanması, ilim adamları ve diğer iştirak ve ilgililer tarafından rağ*bet görmesi, bu yeni sempozyumun, tertip edilmesinde cesaret verici olmuştur. Bu sempozyumda çok sayıda ilim adamımızın tebliğleri, komisyon çalışmaları ve panellerde “20. Asırda İslâm Düşüncesinin Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman” merkez konusu etrafında ilmi fikirler ortaya konulacak, tartışmalar yapılacak ve faydalı sonuçlara ulaşılmaya gayret edilecektir. Neticenin müsbet olacağı kanaatine sahi*bim.
Bu ilmi toplantıda fikir, tahlil ve işaret ettiği hedefleri ele alacağımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yaşadığı döneme, bugüne ve bütün açıklığı ile görülüyor ki geleceğe ışık tutmuş müstesna bir din âlimidir. Onun eserleri ve örnek hayatı bu*gün bütün tazeliği ve canlılığı ile önümüzde durmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri*nin yaşadığı dönem sadece Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’nin değil ve fakat bütün İslâm dünyasının en derin bir buhran içinde bulunduğu yıllara rastlamıştı. 18. asır İslâm ülkeleri ve milletleri için tam bir dağılma, parçalanma, çökme ve sonuçta Avrupa ülkelerinin fiili hakimiyeti altına girme gibi bir zulmet yüzyılı olmuştur. 20. asrın ilk çeyreğinde normal Türkiye ile birlikte bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar İslâm ülkeleri hariç, mağripten maşrıka ve oradan da Pasifik Okyanusuna ka*dar bütün İslâm toprakları ve halkları sömürgecilerin müstemlekesi ve esiri haline gelmişti.
İslâm âlimleri karanlığın en koyu olacağı gecelerde gökyüzünde parlamaya ve istikamet göstermeye başlayan yıldızlar ve dünyayı aydınlatan dolunay gibidirler. İşte Said Nursî Hazretleri de, Müslümanların kendilerine güvenlerinin kaybolduğu, inançlarının zaafa düştüğü ümitsizlik bulutlarının her yeri kapladığı bir zamanda dinimizin iman hakikatlerini anlatmaya, öğretmeye, yaymaya bütün bir ömrünü son nefesine kadar tahsis etmiştir. O hep İslâmı tebliğ eden ve iman bayrağını en yük*seklere dikmeye çalışan gerçek bir din âlimi olmuştur. Tarihte, inançları, fikirleri ve doğruları yılmadan anlattıkları için baskıya eziyete ve hatta zulme maruz kalmış ger*çek din ve ilim adamlarının kaderi Bediüzzaman Hazretlerinin de yaşadığı bir hayat şekli oldu. Onun talebeleri de yakın zamana kadar bu çileli yaşama çizgisini paylaştı*lar.
Bediüzzaman Hazretleri bir taraftan iman hakikatlerini zulmeti aydınlatan nurlar gibi anlatmak ve yaymaya çalışırken, aynı zamanda İslâm dünyasının içine düştüğü bölünme, dağılma ve esir olarak başkalarının yönetimi altına düşme manzarasında derin bir acı ve sonsuz bir elem duyuyor, bu zillet halinden kurtulma çarelerini göstermeye büyük gayret sarfediyordu. Onun işaret ettiği çarelerin şüphesiz ki başında bölünme ve dağılmanın tam aksi olan birlik, bütünlük ve beraberlik geliyordu.
Said Nursî Hazretleri bütün eserlerinde ana konu, mihver fikir ve tebliğ “iman” ise, onu hemen takip eden unsur ise “ittihad” hedefi olmuştur. Onun çok sayıda eserinde birlik, ittihad-ı İslâm (İslâm birliği) fikri çok vazıh bir şekilde ele alınıp işlen*miştir. O Müslümanların birliği ve beraberliği gayesine o kadar önem vermektedir ki 27 Mart 1909 tarihli ve Sada-i Hakikat başlıklı yazısında aynen şu fikri beyan etmiştir: “...Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.”
Bediüzzaman’ın “İslâm Birliği” hedef ve kavramından ne kastettiği yine kendisi tarafından Rumuz isimli eserinde şu şekilde açıklanmıştır:
“İttihad-ı İslâm nedir? İttihad-ı İslâm, Şarktan Garba, Cenuptan Şimale mümted bir meclis-i nuranidir... Misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dahil olmuşuz, ehl-i tevhidiz, ittihada memuruz.”
Görülüyor ki, bu anlayışta birlik ve bütünlük en sağlam bir esasa bağlanıyor ve en güçlü bir zemine oturtuluyor. O da her şeyden önce ruhlardaki, kalplerdeki, inanç ve fikirlerdeki birliktir. “Meclis-i Nuraniden” kastedilen önce böyle bir gönül ve düşünce birliğidir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye’sinde “ittiha*dın hedefi ve maksadı i’layı kelimetullah” yani hakkın üstün tutulmasıdır, derken İslâm birliğinin nasıl yüce bir kavram ve anlayışa dayandığını açıkça izah etmiştir. O ayrıca İslâm birliğine giden yolun “Meşveret”ten geçtiğini ve böyle bir ittihadın ancak ilim ve fikirlerin uzlaşması ile mümkün olabileceğini belirtmiştir.
“Lakin ittihat cehl ile olmaz. İttihat, imtizaç-ı efkârdır.” (Münazarat).
Meşveret ve fikirlerin uzlaştırılmasının, birliğin sağlanmasında ana esaslar oldu*ğunu ortaya koyan Bediüzzaman Hazretleri, dinde her türlü zorlamayı da reddede*rek sevgi ve ikna yolunu öğütleyerek Müslümanların birleşmesinde en sağlam ze*mini göstermiş olmaktadır. Bu zemin ise hürriyet ve demokrasinin vücut bulduğu alandır. Böylece iman ve ilimden hareketle ittihadın sağlanması hedef gösterilmekte ve bunun demokrasi diye ifade edilecek bir metodla gerçekleştirilmesini istemek*tedir.
Nur Risalelerinde kardeşlik, birlik ve beraberlik tavsiye edilmekte ve cehaletten, nifaktan, bölünüp parçalanmak ve anarşiden uzak durulması ısrarla öğütlenmekte*dir. Said Nursî Hazretleri İslâm birliğini hedef olarak gösterir ve “İttihadın meşrebi muhabbettir” derken bunu sadece konuşma ve yazılarında bırakmamış, bölücülüğe sapanları doğru yola getirmek için bizzat uğraşmıştır. Ülkemizde bugün en kor*kunç, en vahşiyane cinayet ve tahribatını yapan bölücülüğün bariz özelliklerine ba*kınca şu hükmü rahatlıkla verebiliriz: Nur Risaleleri, ırkçılık mikrobunu kapmış, bölücülük ve tethiş batağına saplanmış talihsiz gençlerin tedavi ve kurtuluşlarında en te*sirli devadır. Bu açık gerçeği göremeyen gafiller, bizzat anarşi ve bölücülüğü meslek edinenler ne yazık ki uzun süreler risalelerin neşrettiği nurlarla mücadele ettiler. Kendileri kaybettiler, millete zarar verdiler.
Bediüzzaman Hazretleri, İslâm Birliği idealini sadece mücerret bir inanç ve fikir olarak sınırlamamış ve fakat onu somut gerçeğe getirerek formüle etmiştir.
Bu da, “Cemahir-i Müttefika-i İslâmiyye” yani “Birleşik İslâm Cumhuriyetleri” hedefidir. 21. asra birkaç adımın kaldığı günümüzde dünyada çok büyük bölgesel bütünleşme politikaları uygulanmaktadır. Hemen bütün Kuzey Amerika’yı içine alan NAFTA, Avrupa’yı birleştiren A.B., eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerini birleşti*recek B.D.T. ve Uzak Doğu’daki APEC projeleri bu bölgelerdeki ülkeleri bütünleştirme hedefine götürmektedir. Birleşen ülkelerin teşkil ettiği, büyük alanlar karşı*sında İslâm Dünyası bölünmüş durumdadır. Bu haliyle İslâm âlemi dünyanın yumu*şak karnı ve zaaf noktası olmuştur ve her türlü müdahale ve saldırılara karşı açık durumdadır. İslâm Konferansı Teşkilâtı ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO), Körfez İşbirliği Konseyi, Mağrib Birliği gibi İslâm ülkelerinin birliğini hedef alan resmî kuru*luşlar arzu edilen sonuçlara varamamışlardır. İslâm Konferansı Teşkilâtı, Müslüman*ların birbirlerini katlettikleri Müslümanlar arası silâhlı çatışmaların çözümünde müessiriyet gösterememiş ve büyük itibar kaybına uğramıştır. Son olarak bu teşkilâtın içinde oluşturulan “Temas Grubu” Bosnalı Müslümanların can güvenliklerinin sağlanması, meşru haklarının sağlanmasında varlığını hissettirmiştir.
Müslümanların bir ve beraber olmaları, en önemli ve acil konularda işbirliği ga*yesi ile kurulan bu İslâm ülkeleri arası kuruluşlardan niçin arzu edilen neticeler sağlanamamaktadır? Bu sualin cevabı araştırılabilir fakat temel sebep olarak bütün resmî teşkilâtlanma ve biraraya gelmelere rağmen kalpler, gönüller ve fikirler birleşmemiş denilebilir. Bu asıl güç kaynaklarını birleştirmek, bir iman, ilim, irfan çaba*sıdır ve ancak o zaman birleşen iradeler ittihadı gerçekleştirecektir.
Bugünkü bu toplantı, her cihetten gelen Müslümanların biraraya gelip bir “Meclis-i Nurani” teşkil etmesi, bunun en önemli bir işaret ve müjdelerini veriyor. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin mesajına bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Onu daha derin ve şuurlu anlamak ve anlatmak durumundayız. 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nun bizi bu amaca daha fazla yaklaştırma*sını ümit ve dua ediyorum.
En içten saygılarımı sunarım.
Hepinize tekrar hoşgeldiniz diyorum, toplantımız hayırlı ve başarılı olsun.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN BİR HAZİNE: SAİD NURSÎ
RECEP TAYYİP ERDOĞAN
(İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı)
Bilindiği gibi İslâm dünyasının zengin bir düşünce tarihi vardır.
Bu tarih hâlâ keşfedilmeyi bekleyen bir hazine gibidir. Bazı Batılıların iddia ettiği gibi İslâm tarihinde düşünce hiçbir zaman kesintiye uğramadı. İlk döneminden bu*güne kadar seçkin simâlar, büyük bilginler, filozoflar, kelâmcılar, sufiler ve hukukçu*lar dünyanın kültür tarihini zenginleştiren eserler ortaya koydular.
Hiç şüphesiz, bundan otuzbeş sene önce kaybettiğimiz Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de bu zengin düşünce geleneğinin önemli bir halkasıdır. Bediüzzaman Said Nursî bu topraklarda yetişip eserler vermiş olmasına rağmen, ne yazık ki bu ülkenin insanları bu seçkin insandan gerektiği kadar istifade edemiyorlar.
Bediüzzaman Hazretleri öyle bir dünyada gözlerini açtı ki, bu dünya altüstlerle dop dolu bir dünya idi. Tarihimiz tam bir kırılma hali yaşıyordu. Daha öncesinden başlayan askerî yenilgiler devam ediyor, hilafetin merkezi derin bir sarsıntı içinde, İslâm dünyasının önemli bir kısmı sömürgecilerin işgali altında idi. Bir bakıma İslâm dünyası için askerî ve siyasî çöküşün tamamlanmak üzere olduğu kritik, bahtsız bir dönem yaşanıyordu. Bu dönemde İslâm dünyasının fikrî hayatına baktığımızda ay*dınların hemen hemen tamamının, Batının çekim alanı içine girmiş olduğunu görü*yoruz. Aydınlar, siyasî seçkinler, kendi tarihlerine, dinlerine, onları geçmişte yücel*ten aslî değerlere karşı, öz güvenlerini kaybetmiş durumdaydılar. Sosyal önderlik ulemânın elinden çıkıp, Batıcı seçkinlerin eline geçmiş durumdaydı.
İslâm dünyası içinde etnik ve ulusal çatışmalar, kopmalar had safhadaydı. Batılı ajanlar İslâm coğrafyasının her bölgesinde cirit atıyor, Müslümanlar arasına fitne ve fesat sokuyorlardı. Bütün İslâm dünyası ve Osmanlı Devleti yoksulluk, sefalet ve çaresizlikle kuşatılmış bulunuyordu.
İşte Said Nursî Hazretleri böyle bir dünyanın acılı insanı... Onun bir başka özelli*ği de meşrûtiyeti, tek parti dönemi cumhuriyetini ve çok partili hayatı görmüş ve yaşamış olmasıdır. Bütün bu acılı, ama zengin tecrübeler Said Nursî Hazretlerini pişiriyor, olgunlaştırıyor ve daima yeni ve farklı arayışlara sürüklüyordu.
İlk dönemlerde Said Nursî Hazretlerinin aktif politikaya belli ölçülerde büyük ümitlerle bağlandığını biliyoruz. Kimi zaman da ümidini saraya, padişaha veya yö*neticilere bağlardı.
Sultanın makamına çıkıp Osmanlının toparlanması için projeler sunardı. Ama sonraları çöküşün çok daha derinlerde olduğunu görür ve çalışmasını başka alanlara, çok daha derinlere yöneltirdi. Bediüzzaman Hazretleri şu gerçeğin çok iyi farkın*dadır: Osmanlı aydınları ve seçkin tabaka, inancını kaybetmiş, kendisini mağlup eden güçlerin hayranlığına kapılarak onları taklid etmenin uygun bir çıkış yolu oldu*ğuna inanmıştır.
Bu tesbiti doğru yapan Bediüzzaman kurtarıcı bir kavram olarak “imana” yöne*lir. Bir bakıma imanın yeni bir târifini yapar. Ona göre iman, Müslüman dünyanın en büyük enerji ve güç toplama kaynağıdır. Eğer Müslümanlar ve İslâm dünyası kurtulacaksa bu ancak imanın dönüştürücü bir güç olarak tekrar ruhları istilâ etmesi ile mümkün olacaktır.
Said Nursî Hazretlerinin siyaseti küçümsediği, hatta zararlı gördüğü yolundaki düşünce tabii ki doğru değil. O, haklı olarak Müslüman dünyanın yepyeni bir ham*leye muhtaç olduğunu görmüş ve bu hamlenin enerjisini imandan, fikir ve ilimden alacağını söylemişti. Diğer yandan, o günün ahlâkî hiçbir değere riayet etmeyen, demogoji ve fırsatçılığa dönüşmüş siyasî hayatına bakarak, böyle bir siyasetin Müslüman insana yakışmadığını söylemiştir ki, buna kimsenin itirazı olamaz.
Said Nursî Hazretlerinin üzerinde durulması gereken bir başka özelliği var. O da son nefesine kadar hayatı ile düşünceleri arasındaki tutarlılıktır. Gerçekten o, nasıl düşündüyse ve neye inandıysa öyle yaşadı. Hiçbir zaman boyun eğmedi, taviz vermedi ve korkmadı. Hayatı hapis ve sürgünlerle geçti. Defalarca ölümün eşiğin*den döndü, ama asla boyun eğmedi; bu yönüyle de Said Nursî Hazretlerinin her*kese örnek olduğunda hiç şüphe yok...
Yazımın başında birçok bilgin ve mütefekkir gibi Said Nursî Hazretlerinin de keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olduğuna değinmiştim. Nitekim 24-26 Eylül tarih*leri arasında yapılan “3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu” bu hazinenin keşfedilmesine büyük faydalar sağlamış ve hâlâ gözlerini başka yerlere çevirmiş in*sanların dikkatini kendi zengin mirasımız üzerine çekmiştir.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’IN TEBLİĞ METODU
HASAN ABBAS ZEKİ 1
Yeryüzündeki varlıkların en şereflisi ve halifesi olan insandır. İnsanın en şerefli yanı ise, aklı nûruyla ışıklandıran, hisleri ve fikirleri Allah’a itaat konusunda hidayete ulaştıran iman dolu kalbidir. Aklın en önemli vazifesi, ilerlemenin ve medenileşme*nin temel direği olan tefekkürdür. Tefekkür ise, en doğru ve en sıhhatli terbiye yolunu doğurur. Böylelikle dünya ve âhirette toplumları mutluluğa yöneltecek yenilikler ortaya koyma melekesi terbiye edilmiş olur.
Milletler ve topluluklar Allah’a iman eden birtakım fertlerin elinde kalkınırlar ve saadete ulaşırlar. Zira bunlar, gayet esaslı metodları takip etmekte, hayatlarını top*lumun genel özelliklerini, kalkınmanın keyfiyetini araştırmaya, insanların din ve dünya işlerini gözetmeye hasretmişler, kalplerini ve akıllarını bu yüce hedefe mu*sahhar kılmışlardır.
Bu gün İslâm âlemi çok esaslı gayretler gerektiren tehlikeli bir merhaleden geçmektedir. Bizler bu darboğazdan çıkabilmek için bütün toplumsal müşküllerin hallinde yardımlaşmamız ve işbirliği yapmamız, dinimizin sahih ta’lim usûllerine tek*rar dönmemiz gerekmektedir. İşte bizler bu toplantıda belirttiğimiz hususu gerçek*leştirmekteyiz. Ehl-i ilmin, onların tefekkür yollarının, meselelere getirdikleri çözüm yollarının tanınması bizim önümüzü aydınlatacak, tefekkür yapımıza ışık tutacaktır. Bu sebeple bu gibi toplantıları tertipleyen ve bu düşünceye sahip olan kişileri tebrik ediyorum. Zira bu gibi toplantıların, İslâm düşünürü Said Nursî gibi şahsiyetleri ya*kından tanımak isteyenlere bu fırsat tanındığından dolayı büyük önemi bulunmak*tadır.
Üstad Bediüzzaman’ın hareketi, gayet şümullü İslâmî bir harekettir. Diğer ülke*lerdeki Müslümanların da kalkınma ve yenilenme konularında ittibâ edebilecekleri çok güzel bir örnektir. Zirâ Bediüzzaman, Resulüllahın (a.s.m.) yaptığı uygulamalara bağlılığı açısından bir örnek ve önder, onun nûrundan istifadeyle materyalist me*deniyete, Batılı akımlara ve İslâmi uyanışı önlemeye çalışan mihraklara şiddetle karşı koyan bir dâvâ adamıdır. Hiç şüphesiz, böyle bir hareketin daha fazla ince*lenmeye ve araştırılmaya ihtiyacı vardır. Zira bu, Müslümanların durumlarını ıslâh etmek, onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmak yolundaki fikirleri ve görüş*leri ihtiva eden önemli bir tecrübedir. Bu durumda, Bediüzzaman’ın hayatından bahsederek söze başlama zarureti vardır. O, gerçek bir mü’minin ahlakî hasletlerini temsil etmekte, Allah’tan başka hiç kimseden korkmamaktaydı. Batılı devletlerin oyunlarından uzak olmanın, materyalist medeniyetin her tarafı kaplayan ağından kurtulabilmenin reçetesi olarak İslâma sıkıca sarılmayı, uyanık bulunmayı, modern ilimlerden münasib olanları almayı, insanları Kur’ânî ve îmanî meselelerde, cehaletle mücadele konularında irşad etmeyi ortaya koymuştu. Aynı zamanda kalpten çıkıp başka kalplere ulaşan söz silâhının bu zamanda Müslümanlara îman hakikatlerini, Al*lah’a bağlanmayı ve bütün ilim ve ma’rifet sebeplerine bağlandıktan sonra Ona te*vekkül etmeyi öğretmede çok büyük bir öneme sahip olduğuna derin bir inancı vardı. Zira imanın merkezi kalptir. Böyle bir iman gerçekleşirse bir fert bir üm*mete, bir ümmet de Seyl-i Arîme, önünde hiçbir şeyin duramadığı parlak bir nûra dönüşür. Bütün söylediklerimizden hareketle diyebiliriz ki, Risale-i Nuru inceleyerek ve düşünerek okuyan herkes aynı şeyleri hissedebilir. Bu yüzden Bediüzzaman za*manın idarecilerine bu eserlerin önüne set çekmemelerini istemiştir. Çünkü burada*ki sözleri Kur’ân-ı Kerim’in feyzinden fışkıran ifadelerdir. Aynı şeyleri, çeşitli mah*kemelerde kendisini müdafaa etmek için defalarca söylemiştir. Bunun neticesi ola*rak da bir hapisten diğerine konulmuş, ancak her mahkeme celsesinde insanlar idam kararı beklerlerken Allah, inayetiyle onu korumuş ve mahkemelerin çoğu be*raatle neticelenmiştir. Ne var ki, insanlar arasındaki şeytanın avaneleri yetkili ma*kamlara yaranabilmek için her türlü kötülüğü ona reva görmüşler, hatta cenazesi defnedildikten sonra dahi mezarını açıp bilinmeyen bir yere defnetmişlerdi.
Bir çok defalar ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebe çalmasının sebeplerini açıklar*ken, Müslümanların kendi aralarında ihtilafa düşmelerini, ittihat etmemelerini, sâlim bir şuur esasına dayanarak İslâma bağlanmamalarını bunun en önemli sebepleri ara*sında sayar. Çünkü, dünya menfaatı onların bütün işlerinde galebe etmiş, Vahid-i Kahhâr olan Cenab-ı Hakka abd olacak yerde, paraya, makama ve şöhrete âdeta kul olmuşlardı. İşte bizler günümüzde de aynı durumu görmekteyiz. Ne yazık ki ne*fislere hayvanî, nefsanî ve şahsî arzular hâkim durumdadır ve bu yönlerimiz bizleri sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaktadır.
Şimdi birlikte düşünelim; günümüzde Müslümanların ellerindeki para mikdarı 800 trilyon dolar civarındadır. Bunların büyük bölümü Batılı ülkelerin bankaların*dadır. Bunları kullanmaktan dahi aciz olan Müslümanın parası, Batının iktisadî yapı*sının en esaslı direğidir. Eğer bizler bu paraların kârlarından ve gelirlerinden fayda*lanacak olsaydık, elde ettiğimiz gelirin sadece çok az bir kısmı dahi bütün İslâm âleminin sanayi bakımından kalkınmasına, bütün ziraî ihtiyaçlarını bizzat kendi imkân*larıyla karşılamasına, Batının teknolojisini en güzel şekilde istihdam etmesine yete*cekti.
İslâm âleminin durumunu birlikle inceleyelim. İçlerinden bazılarının sahip olduğu mali imkân ihtiyaçlarının yüzlerce, binlerce kat üzerinde olmasına rağmen, elindeki iş gücü yok denecek kadar azdır. Bazılarında milyonlarca atıl vaziyette bekleyen iş gücü bulunmasına karşılık, iktisadî kalkınmasını ve gelişmesini sağlayacak seviyede malî imkânı yoktur. Bazı devletlerin ziraî, sınâî ve turistik imkânları fazlasıyla bulun*masına rağmen, bunları verimli bir şekilde işletme imkânları bulunmaz. İşte bu şe*kilde İslâm toplumları Doğudan Batıya kadar uzanmaktadır. Âdetâ Allah-u Teâla Müslümanları bu şekilde birbirine muhtaç hale getirmiş, ittihat etmemizi, birbirimizi tamamlamamızı, kendi gücümüzü kazanabilmek ve arttırabilmek için yardımlaşma*mızı zımnî olarak istemiştir. Eğer bizler bu birliği ve dayanışmayı kendi aramızda gerçekleştirebilirsek, en az Avrupa devletleri kadar kuvvetli olabiliriz. Bu ise, dini*mize daha çok sarılarak, geçmiş ümmetlerin çöküşüne sebep olan lehviyatı, sefa*heti, ahlâkî sapıklıkları bir kenara bırakıp, Batı medeniyetinden lâzım olan ilmî ve teknolojik yönleri alarak gerçekleşebilir. Kaldı ki, gerek Kur’ân-ı Kerim, gerek sün*net-i şerife bizlere en güzel örnekleri ve en doğru yolu göstermektedir. Eğer bu yolda zaaf göstermez, bu örneklere bihakkın uyar, içimize sindirebilirsek başarılı olmamak için hiç bir sebep kalmaz.
Burada Üstad Bediüzzaman’ın nidâsına dönelim ve kardeşlerine hitaben söyle*diği sözlerine kulak verelim; Sizi korkutmak, ta ki mukaddes cihad-ı manevinizden sizleri uzaklaştırmak için ehl-i dalâlet ve ehl-i ilhâd üzerinize hücum ettiğinde onlara deyin ki: Bizler hizb-i Kur’ânız. Onun himayesine ve kal’ay-ı hasînine sığınırız. Batı dünyasının Müslümanlar arasında tefrikaya yolaçmak için ektiği ırkçılık fikri, Müslü*manları birbirine düşürmüştür. Buradan hareketle Bediüzzaman dinsizliğe dayalı materyalist felsefeyi şiddetle tenkid etmiştir. Zira bu felsefe Müslümanların ruhların*daki nuru söndürmeyi hedeflemektedir.
İşte bakınız; günümüz İslâm âlemindeki basın-yayına bir göz gezdirecek olursak, Batı kültürünün en kötü yönlerini bize gösteren dans, caz, şarkılar, sinemalar ve bu konuları işleyen kitapların reklâmlarıyla doludur. Bu şartlar altında Bediüzzaman’ın takip ettiği metod, İslâm devletlerinin kendi aralarındaki çekişmelerden kaçınmala*rını, bizlerin birbirimizle hayır üzere muamelelerde bulunmamızı, Batının bizim için biçtiği tefrika ve ayrılık kılıfından sıyrılmamızı gerektirir. Bediüzzaman’ın metodu sa*dece belirli bir toplum ve devlet dikkate alınarak ortaya çıkmamıştır. Her toplumda ve ülkede uygulanabilecek özelliklere sahiptir. Kitabullahta, sünnet-i seniyyede ve sahabe fiillerinde gelen kurallar üzerine kurulu Kur’ânî bir metoddur.
Bediüzzaman Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetini karşılaştırırken şu noktalara temas eder; Batı medeniyeti hakka değil kuvvete inanır. İslâm ise kuvvetin üzerin*de yükselen hakka dâvet eder. Batı medeniyeti menfaate inanır. Batının iktisadi an*layışı bu esas üzerine kuruludur. İslâm ise maslahatı kabul eder. Batı medeniyeti pa*raya adeta tapar ve bunu hayatın vazgeçilmez bir temeli olarak kabul eder. İslâma göre paranın ve malın gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ise yeryüzünde halifelik görevi gereği bunu faydalı şekillerde kullanır. Aksi olursa ondaki bu halifelik özelliği de or*tadan kalkar. Dînî hareket tarzı insanları, paranın ve malın bütün insanların maslaha*tına uygun bir şekilde kullanmaya çağırır. Üzerine düşen zekat ve sadaka gibi gö*revleri yerine getirmesini ister. Batı medeniyeti mücadele ve müsademeye inanır. İslâm ise yardımlaşmaya çağırır. Batı medeniyeti hürriyet ve demokrasiyi sınırsız bir şekilde kabul eder. İslâm ise Allah’ın emirlerini ön plana çıkararak, İslâmî esasların belirlediği ve şeriatta sınırları çizilen ölçüler dahilindeki bir hürriyeti kabul eder.
İslâm, nuruyla aklı aydınlatan imanın mekânı olan kalple yücelir. İnsanı, şanı yü*ce olan Allah’ın metoduna bütün uzuv ve hisleriyle bağlanmaya yönelterek Allah’a itaatı gerçekleştirir. Batı medeniyetinin ilmî yönleri hakkında Bediüzzaman’ın görü*şü, İslâmın Müslüman insana bir görev olarak yüklediği maddenin, hayat kanunları*nın künhüne vakıf olmak, ondan azami derecede istifade etmek görevine paraleldir. Çünkü insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah’a ibadette bulunmak, kendini tah*kik etmek, hayır tohumları ekmek ve ilerlemeyi gerçekleştirmek için yaratılmıştır. Buradan hareketle Bediüzzaman ilmî ve sınaî yönden medenileşme sebeplerini elde etmeye çağırır. Çünkü bu yol, İslâm âleminin kalkınması, kendisinin ve İslâmın me*sajını bütün dünyaya bihakkın yayabilmesi için şiddetle ihtiyaç duyduğu kuvvetli bir toplum teşkil etmenin zaruretlerindendir.
____________________
1 Dr. HASAN ABBAS ZEKİ
2 Ocak 1917 tarihinde Mısır’ın Porsaid kentinde doğdu.
1938’de Kahire Üniversitesi Ticaret Fakültesinden mezun oldu. 1953’de Washington’da Amerikan Üniversitesinde doktorasını yaptı. Yirmi kadar resmî ve gayr-ı resmî görevler üstlendi.
Bazıları şöyle:
1. Washington’da ticâri sekreterlik (1952).
2. B.M.M. üyeliği (1957-1970)
3. Hazine, Kalkınma ve İktisad Bakanlığı (1958-1962).
4. İktisat ve Dış Ticaret Bakanlığı (1965-1972).
5. Uluslararası Şubban-ı Müslimîn Cemiyeti Yüksek Kurulu Başkanı.
6. Dünya İslâmî Kaynaklar ve Eğitim Merkezi Başkanı.
Yurt içinde ve yurt dışından bazı devlet madalyaları aldı, konferans ve sempozyumlara katıldı.
Yayınlanmış eserleri:
Gelişen Arap Toplumuna Doğru, Dışarıdaki Âtıl Arap Emvâli, İslâmî Garanti Vasıtaları Oluşturmak, Yarına Giden Yol.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
ABDULVEDUD ÇELEBİ
1957 tarihinde, Fransızlara karşı Cezayir’de kendini gösteren ihtilalde Fransa, Cezâyirli ihtilalcilere karşı Senegal’den getirdikleri askerleri kullandılar.
Cezayirlilerin hapsedildikleri zindanların kapısı açıldığında, Senegalli askerler, el*lerinde Kur’an okuyan Cezâyirlilerle karşılaştılar. Şaşkınlık içinde ellerindeki silahları düştü. Hapishanenin boş alanına doğru koştular ve Fransız komutanın yüzüne şöyle bağırdılar;
“Onlar Müslüman! Müslüman!”
Ne gariptir ki Senegalliler, Cezayirlilerin Müslüman olduklarını bilmiyorlardı. Çünkü Fransızlar onlara, Cezayirlilerin Müslüman olmadıklarını ve Senegallilerin düşmanı olduklarını telkin etmişlerdi.
Şüphesiz, İslâm râbıtası çok kuvvetlidir. Bu yüzden batılılar, Müslümanların bu dünyada bir yerlerinin olmaması için bu rabıtanın zayıflatılması ve parçalanması için çalıştılar.
Allahu Teâla Müslümanlara birlik beraberlik konusunda şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın dinine ve Kur’an’a hep birlikte sımsıkı sarılın; ayrılığa düşmeyin. Bir de, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşman iken, O sizin kalple*rinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çuku*run kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye, Allah size ayetlerini işte böyle açıklar.” 15
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilafa düşenler gibi ol*mayın. İşte onlar için pek büyük bir azap vardır. O gün yüzler vardır ağarır, yüzler vardır kararır. Yüzleri kararanlara gelince; siz imanınızdan sonra tekrar küfre mi döndünüz? Öyleyse, inkârınızdan dolayı tadın azabı!” 16
“Dinlerinde ayrılığa düşerek fırkalara bölünenlere gelince, sen hiç bir hususta onlardan değilsin. Onların işi Allah’a aittir; işleyip durduklarını sonra kendilerine O bildirecektir.” 17
“Yüzünü hak din olan İslâma çevir, o fıtrat dini ki, Allah insanları o din üzerine yaratmıştır... Hepiniz Ona yönelin, Onun emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakı*nın... O müşriklerdir ki, dinlerinde ayrılığa düşerek parça parça olmuşlardır ve her bir fırka kendi diniyle övünüp durur.” 18
Bu âyetlerden şu neticeleri çıkarabiliriz;
Birincisi: İstikamete davet. İstikamet, Allah’ın şeriatine ve metoduna bağlan*maktır. Allah’ın şeriati ise, bütün hevâ ve tefrika sebeplerinden daha üstündür.
İkincisi: Fıtrata davet. Birleşme yerine tefrika, birlik yerine dağılmayı gerektiren nefsânî arzu ve isteklerden uzak bir şekilde, kalb-i mü’minin imanla dolmasıdır.
Üçüncüsü: Namazı kılmaya davet. Namaz, mü’min cemaatinin birlik remzi, ferd ile cemiyet, toplum ile ümmet arasındaki bağlılık ve kardeşlik alâmetidir.
Dördüncüsü: Şirk davranışlarından ve buna dair inançlardan kaçındırmak. Çünkü şirk, ilahların teaddüdü, o da fikirlerin ve gayelerin, üslûbların ve vesîlelerin tead*düdü anlamını taşır. İlahlar müteaddit oldukça, bu ilahlara inanan cemaatler ve fır*kalar da taaddüd edecektir. 19
İslâm ümmetinin birliği ve dağılmanın önlenmesi konusunda yoğunlaşan en önemli hareketlerden birisi Cemâleddin Efgânî hareketidi. Amerikalı Laudrub Stuard bu hareket hakkında şunları söyler;
“Özet olarak Cemâleddin Efgânî’nin öğretileri, Doğunun önüne Batılılar tarafın*dan konulan bir çok engellerin bulunması üzerinde odaklaşır. Haçlı ruhu, henüz iç*lerinden çıkmamış, bunun ötesinde daha da kökleşmiştir. Bütün unsurlarında var olan taassup hale devam etmektedir. Bu yüzden, Müslümanları ıslâha ve uyanışa yönelten her türlü hareketi yok etmek için bütün vesileleri kullanmaktadırlar...
“Bu durumda Müslümanlara düşen görev, varlığını sürdürebilmesi için, kendile*rine yöneltilen bu hücumlara karşı ittihad etmeleridir. Batının ilerlemesini önlemek, onların üstünlük kurduğu amillere karşı koyma konusunda, bundan başka bir yol yoktur.”
Cemâleddin Efgânî şöyle der:
“Fikrimdeki dağınıklığı topladım, tasavvurumdaki kopukluğu giderdim, sonra şarka ve şark insanına baktım. Topraklarına ayak bastığım Afganistan ilk durağım oldu. Sonra Hindistan. Orada aklım bilgilendi. İran bir komşu ve bir köprü hük*münde. Ceziretü’l-Arab: Emniyeti ve ulviyeti ile vahyin iniş yeri olan Hicâz, Hâ*run’u ve Me’mûn’uyla Necd, Irak ve Bağdat, Emevî dehâlarıyla Şam, Hamrâ sara*yıyla Edülüs. İslâm âleminin her bir köşesi, her bir devleti ve içinde bulundukları durum işte böyle. İşte şark. Ondaki hastalığın teşhisi için beynimi alabildiğince zor*ladım. Onun ilacını aradım. Ehl-i İslâmı parçalayan, görüşlerini karıştıran, ihtilafta it*tihat, ittihadda ihtilaf ettiren bu öldürücü hastalığın devâsını sonunda buldum. Onla*rın birliğini sağlamak, batının tehlikeli aldatmacalarına karşı onları uyandırmak için bu ilacı kullandım...”
Bediüzzaman Said Nursî bütün hayatını sürgünlerde, zindanlarda, hapislerde ve baskı altında geçirdi.
Ancak o asla vazgeçmedi ve geri adım atmadı. Korkmadı ve ye’se düşmedi. Hayatı bir çok yönleriyle “Cemâleddin Efgânî”nin hayatına benziyordu.
Her ikisine göre, sûreten muhtelif olsa da hedef aynıydı.
Şekip Arslan, Cemâleddin’in evini ziyaretinden sonra şöyle der;
“Ataları Atlas Okyanusunu aşıp, ilk olarak Amerika’yı keşfettikleri halde bu gü*nün Müslümanlarının içinde bulunduğu durumu sordum. Cemâleddin şöyle cevap verdi:
“Günümüz Müslümanının himmeti sukût etmiş, izzetleri uyumuş, fikirleri ölmüş*tür. Onlarda uyanan tek şey vardır; şehvetleri...
“Yeni nesillere sıhhatli bir şekilde dinî terbiye verilmesi gerekir. Bu işi, kimseye boyun eğmemek, her türlü musibet karşısında dahi terk etmemek için kendilerine söz veren kimseler üstlenmelidir. Hiç bir tehdidin azimlerini kıramadığı, hiç bir ma*kam-mevkî vaadlerine aldanmayan, ticarete, kazanca bel bağlamayan, bilakis her türlü zorluklara ve baskılara tahammül eden kişiler olmalıdır...”
Cemâleddin’in bu söyledikleriyle, Bediüzzaman’ın söyledikleri ve yaptıkları yüzde yüz aynı değil midir?
Risâle-i Nur ve Nur cemaati, yeni bir neslin terbiyesi için birer hakiki üniversite değil midir?
Nur cemaati ve Risâle-i Nur, Cemâleddin’in hedefi ihlas, geri kalmışlıktan ve yok olmaktan kurtulma olan yeni bir neslin inşâsı için istediği “Üniversite”nin aynısı değil midir?
Bediüzzaman Şam’da bulunan Emeviye Camiinde verdiği hutbesinde şöyle de*mektedir;
“Cihetülvahdet-i ittihadımız, tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandır. Madem ki muvahhidiz. Her bir mü’min İ’lây-ı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira; ecnebiler fünûn ve sanayi silâ*hıyla, bizi istibdât-ı manevîleri altında bizleri eziyorlar. Biz de fen ve san’at sila*hıyla, İ’lây-ı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz..” 20
“Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nuranî ile merbut bir da*iredir; dahil olanlar bu zamanda üç yüç milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetü’l-vahdeti ve irtibâtı, Tevhîd-i İlâhîdir; peymân ve yemini, imandır; müntesibleri, ka*lûbelâdan dahil olan umum mü’minlerdir; defter-i esmâları da levh-i mahfûzdur; bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir; günlük gazeteleri de İ’lây-ı Keli*metullah’ı hedef-i maksad eden umum deni gazetelerdir; kulüp ve encümenleri, cami ve mescidlerdir ve dini medreseler ve zikirhanelerdir; merkezi de Haremeyn-i Şerifeyndir. Böyle bir cemiyetin reisi Fahr-i Âlem’dir (a.s.m.).” 21
Bediüzzaman bir hatırasını şöyle anlatır;
“Hürriyetin başında, Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilâ*yât-ı Şarkiyye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli müte*fennin arkadaşla bir mübahese oldu. Benden sual ettiler ki:
“Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lazım?
“Dedim:
“Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir; itibarî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine, birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, âvâm ve havassa şâmil oluyor... Hamiyet-i milliye, yüzden birisine, yani menfaat-i şahsiyesini millete feda edene münhasır kalır. Öyle ise; hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı, hamiyet-i milliye ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garblılar gibi değiliz. İçimizde, kalplerde hakim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî, ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiin bunun bir bürhân-ı kat’îsi*dir.
“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mec*zolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nûranhidir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l*vüskâdır, Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kal’adır.” 22
* * *
Sonuç:
Geçtiğimiz günlerde Amerika’da Chris Helsel imzasıyla Peygamberlik ve Siya*set 23 isimli yeni bir kitap çıktı. Nükleer bir savaşın hazırlıklarından bahseden müel*lif, Amerika’daki Anglikan Hıristiyanlarından bir cemaatten davet aldığını, bunların Mesih’in ikinci kez hayata döneceğine ve Büyük İsrail Devletinin kurulması gerek*tiğine inandıklarını zikreder.
Sınırları Fırat’tan Dicle’ye kadar uzanan Büyük İsrail..
Bu rüyanın gerçekleşebilmesi için, önlerinde duran İslâm devletlerini ve onları destekleyen diğer Müslüman ülkeleri yerle bir edecek nükleer bir savaşın yapılması gerekiyor.
Bundan beş sene kadar önce Time ve News Week dergilerinde şu iki haberi okumuştum. Birinci haberde şöyle denmekteydi:
“İsrail, Mescid-i Aksanın yerine bir heykel ikame etmek için mükemmel bir plan hazırladı.”
İkinci haber de şöyleydi:
“Patrik Ketnabery, Papa ll. Jean Paul’e biat ederek, Katolikler ve Protestanlar arasında meydana gelen savaşlar, yıkımlar ve düşmanlıklar hakkında uzun süre gö*rüşerek, barış konusunda anlaştılar.”
Katolikler arasındaki veya Protestanlar arasındaki ya da Protestanlarla Katolikler arasındaki veyahut yahudilerle diğerleri arasındaki yapılan bütün ittihatlar, iki bin se*neden beri süren katetme, kan dökme ve vahşet sergileme eylemlerinin bir deva*mıdır.
Bu ittihatların ilk ve son hedefi, İslâmın ve Müslümanların dünya yüzünden ta*mamen silinmesidir.
NATO, açık bir dille İslâmı kendisine düşman ilan etmiştir..
Avrupa Birliği, Müslümanların aleyhine her an yeni planlar hazırlamaktadır.
Dünya Kiliseler Birliği, İslâmın Ayasofya’dan tardedilip, “İslâmbol”un tekrar Rumların “Vatikan”ı haline dönüştürülmesi için çabalamaktadırlar.
“Colorado Kogresi” en az elli senedir Müslümanların Hıristiyanlaştırılması için faaliyet göstermektedir. 24
Kan dökmekten zevk alan Rus Jirinowsky, Afganistan’ın, İran’ın ve Türkiye’nin işgal edilmesini isteyebiliyor..
İsrail, Mescid-i Aksâ’nın yerine bir heykel ikame etmeye çalışıyor.
Misyonerler, mekke ve Medine minarelerine haçın yükselmedikçe asla rahat uyuyamayacaklarını ilan ediyorlar..
Bunca düşmana karşı tek kurtuluş yolu, ittihad ve vahdettir. Aynı zamanda, bu ümmeti ihtilaf ve tefrika çukurundan çıkarmaktır.
“Ey Müslüman, kendine bir sor; sen kimsin? 25
Sen hala yaşıyor musun?
Yoksa öldün mü?
Ya da yaşayan bir ölü müsün?
İnsanın kendini tanımasından ve gerçek bir iman potasında erimesinden daha güzel ne olabilir?
Aksi takdirde hayat, bir duman halkasından veya zamanın kulağında çabucak si*linip giden bir sayhadan ibaret kalacaktır.
Araplar ve bütün Müslümanlar ittihad etmelidirler. İttifak ve ittifak etmezlerse... Şayet, ittifak ve ittihad etmezlerse, Allah öyle bir kavim getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı azizdirler. Allah’ın yolunda cihad ederler ve kem söz söyleyenin kötülemesinden asla korkmazlar.
İşte o gün, bütün mü’minler Allah’ın nusreti ve zaferiyle feraha ulaşırlar. Şüp*hesiz bu haktır. Ve bunun gelmesi çok yakındır...
____________________
1 Prof. Dr. ABDÜLVEDÛD ÇELEBÎ
Tahsilini el-Ezher Üniversitesinde yaptı. Yüksek ihtisasını Camridge, Oryantal ve Pencap Üniversitelerinde tamamladı. Mısır’ın İngiliz işgalinden kurtulmasında aktif rol aldı. Bunun üze*rine İngilizler tarafından tutuklanarak işkenceye tabi tutuldu. İhvân-ı Müslimîn saflarında hizmet ettiği yıllarda Cemal Abdünnâsır’ın zulmüne uğrayanlar arasındaydı.
Mısır’da ve diğer İslâm ülkelerinde önemli görevler üstlendi. Uzun yıllar Avustralya’nın Sid*ney şehrinde faaliyet gösteren İslâm Merkezinin Müdürlüğünü ve Ezher İslâm Dâvâsı Yüksek Meclisi Genel Sekreterliğini yapmış olan Çelebi, Mısır Yazarlar Birliği, Pakistan İslâm Dâvâsı Yüksek Meclisi ve Sudan İslâm Dâvâsı Cemiyeti gibi kuruluşların âzâsıdır. Mezhepler Arasında Yakınlık Noktalarını araştıran milletlerarası ilmî meclisin de kurucu üyesidir.
Çok iyi bir hatip olan Çelebi, daha çok İslâmî tebliğ konusunda Asya, Avrupa, Afrika ve Avusturalya’da 70’ten fazla milletlerarası konferansa katıldı.
Abdülvedûd Çelebi’nin İngilizce ve Arapça olarak 15’in üzerinde yayınlanmış eseri bulunmak*tadır.
2 Urvetü’l-Vüskâ, 20, Kahire
3 Çin krallarına verilen lakaplardan birisidir.
4 Urvetü’l-Vüskâ, 68 vd.; Ayrıca bkz: Züamâi İslâm, Ahmed Emin
5 Şehir müdebbiri: Emir ya da günümüz diliyle ifade edecek olursak “vali” demektir.
6 Endülûsiyyât, Muhammed Abdullah Annân, 52-53
7 Hâzıru’l-Alemîl-islâmî, 3/307-308
8 Bu tarihten itibaren Âsitâne’nin veya İstanbul’un işgali ve Ayasofya’nın tekrar kilise haline getirilmesi için çalışmalar başlatılmıştır.
9 Bir hadis-i şerifte Resûlüllah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur; “Onların çanağından birşeyler yemek için ça*ğırdığınız gibi, kendi aleyhinize başka ümmetleri çağırırsınız.” Bu hadisi Ebû Davud, Beyhakî rivayet etmiş*lerdir. Bkz: Müşkiletü’l-Mesâbîh, C.2, 1381 h.
“Micdâr”ın manası, Arap çiftçilerin, tarlalarına gelecek kuşları ve vahşî hayvanları korkutmak için insan şeklinde yaptıkları korkuluktur.
10 Vesikalar Genel Merkezi, Rakam; 55951371, Londra
11 El-İslâm ve Tahaddiyâti’l-İnhitâtı’l-Muhasıra, Münir Şefîk, 85
12 Tam tersine darmadağın ettiler, paramparça dağıttılar. Bu bölgede şehir gibi devletcikler meydana getirdiler. Özellikle petrol imkanının ortaya çıkmasından sonra nasıl kendi hallerine bırakırlar ki?
13 Araplar bu vaadlerin yalan olduğunu ancak taifelere, kabilelere bölündüklerinde, aralarında kanlı sa*vaşlar patlak verdiğinde anlayabildiler. En büyük facia ise Filistin’in kaybedilmesi ve İsrail devletinin kurul*masıyla yaşandı.
14 “Eyyühel-Muhallifûn: Allahu....lâ....el-Mülk.” kitabının sh. 24 ve devamından nakledilmiştir.
15 Âl-İmrân; 103.
16 Âl-i İmrân; 105-106.
17 En’âm; 159.
18 Rûm; 30-32.
19 El-İslâm: Akîdeten ve Şeriaten; Ve min Tevcîhâtü’l-İslâm; İslâm ve Binâül-Müctema’. Bu eserler bü*yük alim Şeyh Mahmûd Şeltût’a aittir.
20 Tarihçe-i Hayat, 54
21 Tarihçe-i Hayat, 62
22 Tarihçe-i Hayat, 92
23 Bu eser Arapçaya Muhammed Semmân tarafından tercüme edilmiştir. (Davet-i İslâmiyye Cemiyeti-Libya)
24 İslâm alemine karşı savaş planlarından bahseden “Et-Tansîr” kitabına, ayrıca tarafımdan telif edilen “Ez-Zahfü İlâ Mekke” isimli esere bakınız.
25 El-Allâme Muhammed İkbâl, Câvid Nâme
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BATIDA TEBLİĞ VE İRŞAD
SAİD İBRAHİM 1
Bediüzzaman Said Nursî’ye göre, bu asır iman kurtarmak asrıdır. Risale-i Nur ise, küfre karşı imanın son ordusudur. Kısa bir zaman önce Müslüman olmama rağmen, bu pek mühim mevzuda hizmet tarzları ve muvaffak olma şartları hak*kında bazı fikirlerimi arz edeceğim. Çünkü Batılı ve daha önce bir Hıristiyan olmam sebebiyle, sanırım bazı gözlemlerim bu konuda ilgi çekici olacaktır. Mümkün olduğu kadar görüşlerimi Risale-i Nur’un süzgecinden geçirmeye çalışarak arz edeceğim.
1) Hizmette mühim olan vasıta değil, neticedir
Evvelâ, hak din mensupları olarak, Müslümanların azınlıkta olduğu Batıda, he*pimiz gayr-i Müslimlere tebliğle vazifeliyiz. Aslında Batıda Kur’ân’a ve sünnete göre yaşamak zaten fiilî bir tebliğdir. Böyle bir tebliğ müşahede edildikçe dikkatleri çekip iman hakikatlerine geçişe vesile oluyor. Hatta irşada kadar varıyor. Böyle mutlu bir netice vukubulduğunda ancak seviniriz. Hangimiz buna vesile olursa olsun, önemli olan neticedir. Cenab-ı Hak dilediğini hidayete vesile kılar. Batıda hizmet eden ve İslâmî irşadda vazife yapan grupları; Şeyh Nazım Hakkani, İdris Şah veya New York’taki Şeyh Muzaffer gibi sofiler, Güney Afrika’da Şeyh Ahmed Didat, Seyyid Hüseyin Nasr gibi şiîler, Seyyid Kutub veya Ebul A’la Mevdudî gibi modernistler, Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin yolundan gidenler, Millî Görüşçüler, Vehhabiler şek*linde özetlemek mümkündür. Tebliğ ve irşad için Nur Talebelerinin böyle gruplarla ittifak etmesinde kanaatimce bir mahzur yoktur. İslâm dinini Batılılara tebliğ etme*nin ehemmiyeti o kadar büyüktür ki, Müslümanlar arası teşrik-i mesaîyi ve ittifakı zaruri kılar. İttifak sahasını, bu sebeple geniş tutmakta maslahat olsa gerektir. Bedi*üzzaman Said Nursî Emirdağ Lahikası’nda, “Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kar*deşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf me*seleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum edi*yor” demektedir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin öngördüğü 20. asır Müslümanlarının Hıristiyan din*darlar ile ittifakı bence komünizmin çöküşüne kadar süren hadiselerde tahakkuk etti. Doğuda Nakşilerle Batıda Papa ve Katolikler, komünistlerin çöküp kendi ağırlığı al*tında kalmasına kadar onları içten içe çürüttüler. Bunun misalini Asr-ı Saadette görmek mümkündür. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Müslümanlar küçük bir azın*lıkken Musevilerle, Mekkeli müşriklerle ve başka muhaliflerle defalarca, taktik olarak nitelendirilebilen ittifaklar ve antlaşmalar yapmıştır. Elbette bunlarda bizler için ibret*ler vardır.
Bediüzzaman Hazretlerinin tek bir gayesi vardı: Türkiye’de ve bütün dünyada imanın ihyası. Hayatı boyunca, mânevî bakımdan hiç de müsbet olmayan gruplar, partiler, insanlarla bile ittifak etmesi hep bu gayenin tahakkuku içindir. Bugün Av*rupa’da tebliğ ve irşad için pek çok yardıma muhtacız. Bu cihad için, ittifaklardan çekinmemeliyiz.
2) İkna metodlarının, zora ve şiddete dayanmayan usullerin üstünlüğü
Bazen şiddet kaçınılmaz olur. Meselâ, Afganistan’da Ruslara karşı, Bosna’da ve Filistin’de zalimlere karşı olduğu gibi, saldırıya karşı nefis müdafaası şarttır. Ancak kanaatime göre, bu asırda Müslümanların asıl zaferleri, düşmanlarını mânen yıkma*larıyla ortaya çıktı. Meselâ sömürgeci İngilizler, Hindistan’da Gandhi, Apartheidciler Güney Afrika’da Mandela tarafından, bu şekilde mağlup edildi. Sovyet Birliği’nin çöküşünde de, aynı gerçeği görürüz. İran’da Şah Rıza Pehlevi’nin düşüşünde de... İnşaallah istikbalde diğer Müslüman ülkelerde de aynı gerçek görülecek. Herhalde en mükemmel şekilde bu usul Asr-ı Saadette Mekke’nin fethinde tatbik sahasına ko*nuldu. Zaten Batıda böyle tedrici metodları tercih ve takdir edenlerin sayısı hem “mass medya’da”, hem de aydın kesimde oldukça yüksek. Ancak, bu usulün tatbiki hiç de kolay değildir ve geniş maharet, plânlama ve teşkilâtlandırma gerektiriyor.
3) Hedef grubuna göre çeşitli tebliğ usülleri
Tebliğ çeşitli gruplara yönelik olabilir. Hedef grubuna göre tebliğ usulünde de değişiklikler olmalıdır. Bu konuşmada kendimi Batıdaki tebliğle sınırladım. Çünkü bu sınırlar içerisinde katkıda bulunabileceğime inanıyorum.
Batıda birçok ayrım yapabiliriz:
- Millî ya da etnik farklılıklar.
- Batılılar ile İslâm ülkelerinden göç edenler.
- Allah’ı tanımayanlar, mülhidler, kâfirler.
- İmanlarını tatbik etmeyenler.
- Dinde esneklik taraftarları.
- Dindar mü’minler.
- Muhafazakârlar.
- Mutaassıplar.
- Belli bir kilise ya da havraya mensup olanlar.
- Farklı mezhep mensupları (İslâmda, Hıristiyanlıkta ve Musevilikte de olabilir).
Bunların herbirine ait ayrı tebliğ tarzı olmalıdır. Meselâ, Avrupa’ya yerleşmiş olan Müslümanları ve onların çocuklarını ve torunlarını ele alalım. Biz onların dinle*rini, imanlarını muhafaza etmekle mükellefiz. Genelde kalblerinde iman çekirdeği varolduğu için, bu gruba yönelik tebliğ, Batılılara göre daha kolay olacaktır. Ancak, bu gruba yönelik tebliğde diğer tebliğcilerin görüş farkları ortaya çıkmaktadır. “İslâm modernize edilebilir mi? İslâm modern Batılı bir hayat tarzı ile bağdaşabilir mi? Batılı bir ticaret şirketi ortamında İslâm yaşanabilir mi? Sünnet-i Seniyyenin belli maddelerini terketmek, değiştirmek ya da intibak ettirmek olur mu?” Tabii bu soru*lara Muhammed Abduh, Muhammed İkbal, Cemaleddin Afgani, Hasan el-Benna tarafından enteresan cevaplar verilmiştir, ama bence daha önemli ve geniş kap*samlı fikirler ve çözümler Risale-i Nur’da vardır; hem de Sünnet-i Seniyyeden taviz vermeksizin... Meselâ, Bediüzzaman Said Nursî’ye göre, esaslarda hak dinimiz ya*şanmalıdır ve bu esaslardan vazgeçilmez; halbuki teferruatlar aynı seviyede değiller.
Bu Müslüman asıllı gruplar için tebliğ teşkilâtları kurulmalıdır ve Batılılara yönelik olanlardan ayrı olmalıdır. Ayrıca bunları milliyetlerine göre de teşkilâtlandırmak gerekir. Ancak, bir Avrupa ülkesinde, meselâ Türk asıllılar için birden fazla tebliğ ve irşad teşkilâtının olması, bana göre tebliğ gayretlerine halel getirir; hem Türkler arasında, hem de Batılılara yönelik tebliğ bakımından.
Batıda tebliğe gelince, bu konuda bence teşkilâtlanmada ilk hedef direkt Batılı*ları ihtidaya yönelik olmamalı. Böyle bir hedef, Hıristiyan modelini tekrar ve taklit etmek olur. Hem de bu asrın ruhuna aykırı olarak... Onun yerine, İslâmın özünü lâyıkiyle nasıl düşündürebiliriz? Bazı Batılı alt gruplar için bilgi eksikliklerini ne ile doldurabiliriz? Mânevî ihtiyaçların neler olduğunu nasıl bilebiliriz? Öncelikle kursla, programla ve plânlarla bunları nasıl gerçekleştireceğimiz sözkonusudur. Bilgi sun*mak, iletişim kurmak, sözcü ve temsilcilere eğitim düzenlemek, kurslara hazırlamak, özel teşkilâtlar kurmak faydalı olabilir. Tebliğin asıl önemli yanı, dinin esaslarını sair kültürel veya tâli meselelerle karıştırmamaktır. Bu konuda münakaşa götürmez ör*neklerin sayısı çok, meselâ bir Batılı, iyi bir Müslüman olması için, masada değil de, yerde yemek yemek mecburiyetinde değil. Batı giyimleri-iffete aykırı olma*dıkça-onları reddetmenin anlamı yok. Yalnız, beş vakit namaz ve diğer erkanlar, içki içmemek, kumar oynamama, gibi asıl konular tartışılmaz. Bu alanda muhtelif milletlerden Müslümanları biraraya getirmek ve müşterek bir tarzda anlaşmak ge*rekir. Çünkü halis Müslüman olan bir Nijeryalı, bir Arap, bir Türk, bir Pakistanlı ve bir Endonezyalı kendi millî karakteriyle muamele ederse, bunu Batılıya mecbur edemezsiniz. Şimdi, Batıda, böyle bütün İslâm ümmeti için müşterek olan tatbikat*lar ve inançları ihtiva eden, herhangi bir ülke ya da bölgenin kültüründen müstakil, güzel, akıcı İngilizce bir ilmihal bugüne kadar neden hazırlanmadı? Bunu büyük bir eksiklik olarak görüyorum.
Tebliğ metodunda herhalde en mühim ve hassas safha, başlangıç, yani ilk tanı*tım safhasıdır. Âyet-i kerimede buyurulduğu gibi, “Allah böylece dilediğini saptırır, dilediğine hidayet verir.” 2 ve elbette mü’minlerin Cenab-ı Hakkın rızasına karşı gelmesi yanlıştır, günahtır. Vazifemiz tebliğden ibarettir; hidayet veren Allahu Te*âlâdır. Nitekim, bir kişinin zihnini dini mesajlara açmak için, o kişinin içinde bulun*duğu noktadan hareket etmek lâzım: Meselâ, kendi dininin emirleriyle ve hükümle*riyle bağlı bir Hıristiyan için, İslâm dininin şekli bazı fıkıh esaslarını baştan tarif etmek uygun olabilir, ona kıyaslama imkânı verir, dinin bu yanları ona cazip gelebilir. Ama sözde Hıristiyan olan, dinin emirlerini yerine getirmeyen bir Batılının zihninde İslâmı uyandırmak baştan geniş bir müsamaha ile yaklaşmayı gerektirir. Çünkü Batıda yumuşak ve esnek bir şekilde maalesef, İslâm, fundamentalizmle aynı anlaşılıyor. Bu peşin hükmü bir tarafa koymak gerek. Çünkü o önce bu şartla İslâma bakacak. bundan dolayı evvelâ bu peşin hükümden onu kurtarmak gerek. Diğer yandan modern Batılı gençler, Batının materyalizminden nefret ediyor, lâkin resmi Hıristi*yan kiliseleriyle bu mânevî ihtiyaçlarını karşılayamıyorlar. Hidayet ve desteği Şarkta arıyorlar, çoğu zaman da Budizmde veya daha menfî batınî ve batıl inançlara sap*lanıyorlar. Bu tip gençler, tahmin ediyorum tasavvufla uğraşan tebliğcilerle temasa geçse hak dine kavuşturulabilir. Daha önce dediğim gibi, böyle girişimler profesyo*nel bir tebliğ plânlamasının doğal ve sağlıklı bir neticesidir.
Müslümanların birbiriyle uğraşmaması, Batıda tebliğ için büyük önem taşıyor. Bir Batılı, İslâmın kendisine göre güzel bir yanını keşfetmesine vesile olan ya da ho*şuna giden bir Müslümanla karşılaşırsa, hemen başka bir Müslümandan “Ama bunlar gerçek İslâma ait değiller; bu ancak batıl inançlardır; onlara karışma, gerçek İslâm ancak bizlerinkidir” sözlerini duymamalı. Ancak, ihtidadan belli bir zaman sonra, dinde sağlamlaştıktan sonra Müslüman kardeşler arasında, İslâm içindeki farkları, görüşleri, nüansları ve mezhep özellikleri münakaşa edip araştırmalı. Bilhassa Ba*tıda, İslâmî meselelerde herhangi bir ihtilaftan vazgeçmeliyiz. Âyet-i kerime, “Dinlerinde ayrılığa düşerek fırkalara bölünenlere gelince, sen hiçbir hususta onlar*dan değilsin.” 3 buyurmaz mı? Tebliğde bu sorunları kontrol altına alıp ortadan kaldırmak için, yeniden teşkilâtlanmaya muhtacız. İttihad-ı İslâm ve ittihad-ı üm*mete bu gibi ihlâllerin ne kadar zarar verdiğini bütün Müslüman kardeşlerimize delil*leriyle izah etmeliyiz.
4) Tebliğde bazı hususi vasıtaların ehemmiyeti
Bununla bilhassa kitle iletişim araçlarını eğitim ve kültürel kaynakları kastediyo*rum. Bunlar gerek Hıristiyan ve gerek İslâm tebliğinde olsun, özel bir rol oynar. Bunları kısaca “medya” veya “mass medya” olarak özetlemek mümkündür. Basın, radyo, televizyon, CD-ROM, bilgisayarda muhafaza edilmiş ansiklopediler, Inter*net, video, kablo televizyonu. Bunların yanında okullar, üniversiteler ve İslâm ülke*lerindeki turizm de sayılabilir.
Medyanın ehemmiyeti ve tesirinin çok iyi bilinmesine rağmen, Batıdaki İslâm “imaj”ı, ne yazık ki bugünlerde hâlâ menfî olarak anlaşılmaya devam ediyor. Birçok ferdi ve bazen de teşkilâtlı gayretler olmasına rağmen terörizm, “fundamentalizm”, kadının eşitsizliği ve zulüm, istibdad, insan hakları ihlalleri gibi konularda menfî imaj*lara mani olunamadı. Hayret edilecek şey şu ki, Albay Kaddafi, Saddam Hüseyin, Yaser Arafat ve Hafız Esad gibi yaşayışlarıyla İslâma uymayan liderler, tipik Müslü*man ve İslâma göre örnek şahsiyetler olarak değerlendiriliyor. Elbette onların Müslümanlığını inkâr etmiyorum, ama onların hareket, görüş ve siyasî kararları İs*lâmla bağdaşmıyor.
Batıda netice alınabilecek başarılı tebliğ için bu imajları değiştirmek şarttır. Bu*nun için evvelâ Müslümanları bu maksatla teşkilâtlandırmak ve koordine etmek ge*rekiyor. Bu konuda Musevilerin medya hareketini model olarak almalıyız. Cinayet ve zulüm örnekleri çok. Meğer ne kadar müsbet bir imajları var medyada? Batıda siyasî tesirleri çok büyüktür, hem Amerika’da, hem de başka ülkelerde! Müslüman*ların tesiri, yüksek seciyelerine ve bilhassa hak dine mensubiyetine göre onlardan yüz kat daha güçlü olmalıydı, ama maalesef. Onların medya usüllerini araştırmalı ve faydalanmalıyız. Ta ki en hayırlı ümmet Batıda da gerçek yerine otursun. Bence, onların başarısı genelde iyi teşkilâtlanmadan, hedef kitleleri iyi seçmeden ve disip*linden kaynaklanıyor. Bozuk ve eksik metodlara dayanmıyorlar. Batılıların İslâmla karşılaşacakları ilk ve en ağırlıklı yol, medyadır. Batıda tebliğ için en mühim, en te*sirli ve en şaşmaz yol budur. Bu asrın medyasının hiçbiri Peygamberimiz (a.s.m.) zamanında yoktu. Bunu nazarınıza arz ediyorum.
Tebliğle ilgilenenler için, okullar dikkate şayan diğer bir tesir sahasıdır. Bilhassa Hıristiyanlar dâvâlarını ve İncil’i yaymakta eğitim kurumlarını çok kullanmaktadırlar. Avrupa’da artık okullardan istifade edebiliriz. Çünkü din eğitiminde çoğu Avrupa ülkelerinde sadece Hıristiyanlık değil, bütün dünya dinlerine yol açılıyor. Onun için birçok ders programına İslâm dini dahil edildi. Ama maalesef çoğu yanlışlıklarla dolu, uygun olmayan gayr-i müslimler ve müşteşrik kaynaklardan faydalanılmış bir suretle sunuluyor. Bu ders programlarına sağlıklı, müsbet ve ilmî bir istikamet gücü kazandırılmalıdır. Bu öncelikli bir hizmet olarak bekliyor. Buluğ çağı gençlik yılları; ihtida, biat, dine bağlılık ve dini takviye etmek için en uygun yıllar sayılır. Avrupa’*daki ihtidaların büyük bir kısmı 25 ile 40 yaşı arasında, ya da evliliğe ilişkin vuku bulur. Hıristiyanlık ve Musevilik için de çoğu din seçimleri 10 ile 20 yaş arasında ol*duğundan, ders programlarında İslâmın gerçekçi bir suretle ortaya konulmuş ol*mamasının zararı ve belki de art niyeti daha iyi anlaşılmış olur.
Özellikle Batıda eskiden beri üniversitelerin tesiri ve nüfuzu büyüktür. Bazı ders programlarında belli peşin hükümler, ilmi hakikate aykırı düşünceler ve kısmen san*sür hüküm sürerken, Batı üniversitelerinde genellikle fikir ve araştırma hürriyeti sınırlanmaz. Geçen 10-20 senedir özel İslâmî kurumlarının sayısı çoğaldı. Ancak, bu açılmış fırsatları değerlendirmek için bir insan kıtlığı ya da kalite eksikliği ortadadır. Bir medya çeşidi olarak çabuk yayılan Internet sistemi ve başka tesirler, beynelmilel akademi toplumunu gittikçe daha kaynaştırıyor. Sadece dillerden kaynaklanan sınır*lamalar kalır. Nitekim en büyük, tesirli ve en çabuk büyüyen dil, hem Internet’te, hem de yazılı olarak basılmış ve neşredilmiş eserlerde, İngilizcedir. Risale-i Nur’un bu ortamda sınırlı kalmış tanınmışlığı büyük bir kayıp olarak kabul edilmelidir. İslâmî konularda tanınmış profesörler arasında Risale-i Nur’un şöhreti artsa ve müracaat kaynağı olarak yaygınlaştırılsa, şüphesiz büyük bir hizmet olacaktır.
Yirminci asrın belli başlı bir hadisesi de, uluslararası turizmin büyümesidir. Ço*ğunlukla eğlence ve zevk arayışı olmakla beraber, özellikle gençlerin bir kısmı, yeni arayışların ve tefekkür sistemlerinin peşindedir. Batılıları İslâmdan alıkoyan sebeple*rin birisi de hiç şüphesiz kültür ayrılığı ve büyük kültür farklılıklarında yatıyor. Böyle gençlerin kendi arzusuyla Müslüman bir ülkede bulunması kültür ayrılığının menfî tesirini azaltıp yumuşatıyor. Böylece İlâhî mesajı onları ulaştırma şansları artıyor. Bir daha bu tebliğ fırsatını yakalayamayız. O halde onlara rastgele değil, organize bir şekilde muhatap almakta fayda vardır.
Yukarıda saydığımız sahalar hakkında Bediüzzaman Said Nursî’nin tavrını tahmin edebiliriz. Hayatı boyunca medyadaki gelişmeleri takip etmiştir. Eğitim, okul orga*nizasyonu, ders programları ve üniversitelerle çok ilgilenmiş bir âlimin yukarıdaki tavsiyelere iştirak edeceği ve sevinçle destekleyeceğinde şüphe yoktur, sanırım.
5) Tebliğ usülleri
Burada bu geniş mevzuya fazla girmek istemiyorum. Başta bize, tebliğde ders ve hidayet rehberi olarak Kur’ân-ı Kerim verildi. Bu konuda Kur’ân’dan iktibas edebildiğim âyetlerden ikisini sunuyorum:
“Kitap ehliyle ancak en güzel bir yoldan mücadele edin; güzellikle, yumuşak*lıkla, delil ve ispat yoluyla onlara hakkı anlatın.” 4
“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver; bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” 5
Risale-i Nur’da da tebliğ hakkında öğrenebilecek birçok şey var, özellikle Batı insanına tebliğ için, sayısız örneklerden birkaç tane aktarıyorum:
“Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söyle*meye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek, doğru değildir.” 6
“Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak et*mek...” 7
Bu sözleri söylemek kolay, ama tatbik etmek çok zordur.
Yukarıdaki fikirlerimi bir cümlede hülasa edersem, tebliğde bütün ümmet-i Mu*hammed’in teşrik-i mesaide bulunması şarttır. “Taşları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf tutarak Onun yolunda cihad edenleri muhakkak ki Allah sever.” 8
Tebliğde kişileri ikna etmek, en iyi usul, tatbikî davranış örneğidir. En tesirli mi*sal, tatbikî misaldir. Bu, Allah’ın birliği ve İttihad-ı İslâm ittifakında yegâne simge olmalıdır. Maalesef, şimdilik kavgalarımız ve ihtilaflarımız bu cihadımızı engelliyor. İnşallah istikbalde “en hayırlı ümmet” tekrar tevhide yaklaşacak. Tebliğ ve irşadda muvaffakiyet için en mühim şart, belki tek şart, budur.
6) Batıda tebliğ için Risale-i Nur’un uygunluğu, yayılma şansı
Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursî’nin emsalsiz ve parlak itibarını inkâr eden yoktur. Çünkü o, hayatı boyunca Osmanlıya ve Türk devletlerine pek büyük hiz*metler etti ve onun eserlerinin kıymeti ilk incelemeyle belli olur. Halbuki, uluslara*rası seviyede çok farklı bir tablo çizmektedir. Belli gayretlere rağmen, Batıda ter*cümelerinin ya olmaması ya da dağıtılmaması, Batı aydın ve profesörlerinin takdirini engelliyor. Ayrıca, Bediüzzaman Said Nursî’nin Türkiye’ye has büyük katkı ve hiz*metleri, onların modern Batı için uygunluğunu ve kıymetini ispat etmiyor.
Türkiye dışında Bediüzzaman Said Nursî’nin mütefekkir olarak üstünlüğü ve uy*gunluğunu izah ve ispat eden bazı sebepleri arzediyorum:
- İman ve modern ilmin tam imtizacını ve ilmî gerçeklerin dini tasdik edip tak*viye edişini mükemmel delil ve örneklerle ispatladı.
- Modern Batılı laik kültürün kötülüklerinin ve Batılı kültür gelişmelerinin dine ve iman-ı billahı ihlallerinin teşhisinin eşi görülmemiştir.
- Her kim onun modern insan tarafından dine sorulan sorulara cevaplarını müta*laa ederse, onları tasdik eder. İnancı ispat konusunda birçok yenilik getirmesine rağmen Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyeden zerre kadar taviz vermez.
- Bilhassa mü’minlerin demokrasiye, siyasete ve milliyetçiliğe karşı tavırlarını inançlara göre ıslah edip yeni düşünce kalıpları ortaya koymuştur.
- Tarikatlar dışında mü’minlerin mânevî ıslahı için, başarısı ispatlanmış hareket tarzlarını ve metodlarını yeniden keşfedip ihya etmiştir.
- Modern ilim, teknoloji ve medeniyetin sağlam ve müspet yanlarını kabul ve muhafaza ederken, ihya-yı din, Darü’l-İslâmın takviyesi, hem de Batılı laisizmin ve aşırı modernizmin hücumuna mukavemet için yeni bir vizyon ve kalıpları belirtip or*taya koymuştu.
Batıda tebliğ için bu üstün fikirlerin uygunluğu ve ehemmiyeti âşikârdır.
7) Hâtime
Çok iyi tanıdığım iş dünyasında, “hedefi olmayan hedefe varamaz” diye bir de*yim var. Aynen Risale-i Nur’da Bediüzzaman Said Nursî, “Gaye-i hayal olmazsa, ya da unutulursa, zihinler enelere döner, etrafında gezerler” 9 diye yazıyor. Elbette tebliğin hedefi, hem Batılıları büyük ölçüde, hem de Batıdaki Müslüman asıllı insan*ları hak dine kavuşturmaktır. Bunun için belki Müslüman asıllılar için bir nesil ve Avrupalılar içinse, iki veya üç nesil gerekecek, inşallah.
Yukarıdaki umumi fikirlerimden Nur Cemaati için çıkarılacak neticeler var mı? Şu iki noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Birincisi, teşkilâtlandırmada, ittifakın ehemmiyeti çok büyük olduğundan Avrupa ve Amerika’daki Nur talebeleri, hemen hemen her zaman başka gruplar ve organi*zasyonlarla alâka kurup teşrik-i mesai etmelidir. Almanya hariç, diğer ülkelerde Nur talebeleri Müslümanlar arasında bir azınlık olduğundan kanaatimce müstakil teşkilât*lar kurmalarının mahzuru var, avantajı yok. Bu demek değildir ki Nur talebeleri kimliklerinden vazgeçsinler. Bu mukaddes hizmeti en iyi bir şekilde yerine getirir*ken, Nur Cemaatine mensubiyetini Cenab-ı Hak bilsin yeter. Kardeşlerinin çoğu onları sadece Müslüman kardeş olarak tanısın.
Bir noktada daha direk ve gözle görünür bir katkıda bulunabiliriz. Uluslararası en yaygın dil olan İngilizceyle Risale-i Nur’un bir tercümesi behemehal hazırlanmalıdır. Finansman, dağıtım ve tanıtım için profesyonel bir medya stratejisi, üniversitelerle temaslar dahil, geliştirilmelidir. Bu suretle Risale-i Nur’un mübarek meyvelerini or*taya koymak, Batıda tebliğ için pek büyük bir hizmet teşkil edecektir.
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bil*gimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” 10
____________________
1 SAİD İBRAHİM
1953’de Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da doğdu. 1974’de Rotterdam İktisad Fakülte*sini bitirdi. 20 yıldan beri Shell Company uluslararası petrol şirket grubunda çalışmaktadır. İş icabı uzun yıllar yurt dışında bulundu. Birkaç defa İngiltere’de, 1983-1986 yılları Dubay’da ve 1991 ile 1994 arasında İstanbul’da ikamet etti. Hıristiyan bir ailede yetişti. Türkiye’de 1994 ba*şında Risale-i Nur sayesinde ihtida etti. Kısa sürede Türkçeyi öğrendi. Ayrıca İngilizce, Fran*sızca, Almanca ve Hollandaca bilmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Halen Londra’da finans di*rektörü seviyesinde görev yapmaktadır.
2 14:4, 74:31.
3 6:159.
4 29:46.
5 41:34.
6 Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, 1, 4.
7 Lem’alar, Yirminci Lem’a, 1, 2, 2.
8 61:4.
9 Sözler, Lemeat.
10 2:32.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN, “AVF MESLEK AHLÂKI” VE “İ’LA-İ KELİMETULLAH”
BÜNYAMİN DURAN 1
Bu çalışmada ilk olarak Bediüzzaman’ın İ’la-i Kelimetullah kavramına yüklediği anlam üzerinde durulacak daha sonra ise İ’la-i Kelimetullah safhasına ulaşabilmek için gerekli kurumlardan olan Avf Meslek Ahlâkı’nın genel nitelikleri yine Bediüzza*man’ın genel yaklaşımları esas alınarak belirlenmeye çalışılacaktır. Bu arada İ’la-i Kelimetullah safhasına ulaşmada Avf Meslek Ahlâkı’nın taşıyıcı kadrosu olan “öncü azınlık”ın çeşitli kategorilerini oluşturan “Esnaf İslâmı” ve “Müçtehid İslâmı” kurum*ları incelenecektir. Meslek Ahlâkı Kavramı içine genel olarak boydan boya bir dünya görüşü girdiğinden burada sadece iktisadî ve iktisadî faaliyetlere yakınlığı öl*çüsünde sosyal ve siyasal olgular ele alınacak, geri kalan kısımları başka bir çalış*mada incelenecektir.
Bediüzzaman ve “İ’la-i Kelimetullah” kavramı
İ’la-i Kelimetullah kavramına Bediüzzaman, İslâm Medeniyeti anlamını yükler ve bu safhaya ulaşılabilmesi için gerekli altyapıların neler olduğunu belirlemeye çalışır. Seleften farklı olarak Bediüzzaman, bu zamanda İ’la-i Kelimetullah’ın ancak “maddeten terakki ve hakiki medeniyete girmekle mümkün olabileceğini” 2 ileri sürer. Aynı şekilde: “Fen ve sanat silâhıyla İ’la-i Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehil, fakr ve ihtilaf-ı efkâra karşı cihad edeceğiz” 3 diyerek İ’la-i Kelimetullah safhasının temel dinamiklerinden olan bilim ve teknolojiye işaret eder. Hatta daha ileri giderek “İ’la-i Kelimetullah’a mani olan (şeyin) şeriata da mani olacağını savu*nur. 4 Bediüzzaman’ın üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır: İ’la-i Kelimetullah safhası başka bir çalışmada ayrıntılı olarak üzerinde duracağım İslâm toplumlarının konjoktürel salınımlarının benim “Fazilet safhası” adını verdiğim bir safhasına denk düşer.
İslâm toplumları tarihi incelendiği ve belirleyici bazı unsurları renkli kalemlerle işaretlendiğinde önümüze şöyle bir anlamlı grafiğin çıktığı görülür: İslâm toplumları genel olarak “çöküntü” veya “resmi zorunlu bozgunculuk safhası” diyebileceğimiz bir safhadan hareketle “zorunlu bozgunculuk gizli iyilik safhası”na; bu safhadan “çatışma ve bunalım safhası”na; bu safhadan “zorunlu iyilik gizli bozgunculuk saf*hası”na ulaşır. Bu safhadan sonra ise süreç devam ederek tekrar “zorunlu iyilik gizli bozgunculuk”; “bunalım ve çatışma” ve “zorunlu bozgunculuk gizli iyilik safhası”na gelerek “çöküntü” safhasına yeniden döner. Veya bu salınımı “fazilet safhası”ndan başlatıp, “çöküntü safhası”na doğru da sıralayabiliriz. Bu safhalardan bizi burada ilgi*lendiren safha “fazilet safhası”na denk düşen İ’la-i Kelimetullah safhasıdır.
Burada vurgulanması gereken başka bir nokta İ’la-i Kelimetullah safhasının tek boyutlu ve homojen bir safha olmadığıdır. Aksine bu safha toplumların birikim, tecrübe düzeyi, ihtiyaçlarının niteliği ve şiddet düzeyi gibi dinamikler tarafından be*lirlenmektedir. İslâm toplumları ölçeğinde şimdiye kadar bana göre iki İ’la-i Kelime*tullah safhasına şahid olunmuştur: Bunlardan biri Asr-ı Saadet, ikincisi 15-16. yüzyıl*lara tekabül eden Osmanlı medeniyetinin belirlediği safhadır. İ’la-i Kelimetullah saf*hasının ümmeti tepeden tırnağa saran bir safha olmadığını hemen belirtelim. Üm*met genel olarak çöküntü veya başka safhalarda iken, bazı İslâm toplumları İ’la-i Kelimetullah safhasına daha yakın safhalarda bulunabilir. Veya tam bu eğilimin tersi olarak ümmet genel olarak İ’la-i Kelimetullah safhasında iken bazı İslâm toplumları daha geri safhalarda olabilir.
Ümmeti içinde bulunduğumuz dönem açısından değerlendirdiğimizde günü*müzde “bunalım safhasında” bulunduğumuzu; fakat süratle İ’la-i Kelimetullah safha*sına doğru sürüklendiğimizi söyleyebiliriz.
Bir çalışmada da ifade ettiğimiz gibi 5 bu zamana denk düşen İ’la-i Kelimetullah safhasının genel niteliklerini şöyle özetleyebiliriz: Bu seviye öyle bir ümmetsel ta*vandır ki, buraya sadece bir cemaat, kavim, millet ve devletin çalışmaları ve biriki*miyle değil, topyekün bir ümmetin gayreti, bilgi, teknoloji, kültür ve düşünce biri*kimiyle ulaşılabilir. Doğal olarak ilk hareket “tecdid çevresi” dediğimiz “mikro çev*rede” buluşan ve adına “öncü azınlık” dediğimiz kesimin akıl almaz dinamizm ve faaliyeti ile başlayacaktır. Fakat zamanla bu hareket anonimleşerek ümmete malola*caktır.
Bu seviyenin genel olarak iki boyutu vardır; biri, içe dönük yaşama tarzı şek*linde oluşan boyutu (insan-ı kâmil); diğeri, dışa dönük eylem tarzında ortaya çıkan boyutu. İçe dönük yaşama tarzının en göze çarpan müesseseleri; Adalet, Şefkat, İffet, Hikmet, Marifet, İhsan ve İktisat gibi müesseselerdir. Aslında dışa dönek eylem ve aksiyon niteliğinden daha önemli ve verimli olan içe dönük yaşama tarzı olan yukarıdaki niteliklerin hayatta gerçekleştirilebilmesidir. Yani A. Toynbee’nin ifadesiyle “makro kozmoz”dan “mikro kozmoz”a vurgu kayması medeniyetin sağ*lıklı şekilde devam ettiğinin en önemli işaretidir. 6 Yoksa, adaletsiz, şefkatsiz, iffetsiz ve hikmetsiz dışa dönük eylem ve aksiyonlar hem uzun ömürden yoksun olurlar, hem de “ruhsuz” ve “şiiriyet”ten uzak olurlar. Max Weber’in, İslâm Dini’nin çeşitli safha*larını değerlendirirken “Kurtuluş Dini” bağlamında göndermede bulunduğu ilk Nebevi ve Sahabi safha “içe dönük” boyutun hakim olduğu safha olmalıdır. 7
Dışa dönük eylem boyutu ise iktisadî, sosyal, siyasî ve bilimsel sahalarda ortaya çıkar. Uluslararası ilişkilerde ifadesini bulur. Bu aşama öyle bir sosyo-ekonomik ya*pıyı ifade eder ki bu safhada İslâm toplumu genel olarak “ümmet”in “marifet”, “tevhid”, “adalet”, “şefkat” ve “ihsan” gibi aşkın ilkelerini yer kürede yaşayan tüm akıl ve şuur sahiplerine her an ve her fırsatta, sürekli ve etkin bir tarzda takdim ve enjekte edebilme güç, imkân ve kapasitesine ulaşabilmesidir. Mevzuyu biraz daha açalım: Sözkonusu ümmet, ilimde, teknolojide, ekonomide, kültürde, sanatta, edebiyatta, siyasette, ahlâkta, askerî alanda, ulaşım ve haberleşmede; öyle bir sevi*yeye çıkmış olsun ki, bu ümmet, ideolojisi olan yukarıda sayılan ilkeleri ve bu ilkeler istikametinde belirlenen davranış kalıpları ve mekanizmaları dünya ölçeğinde tele*vizyon ekranlarından, radyo vericilerinden, sinema perdelerinden, gazete ve kitap sayfalarından, her türlü müzik enstrümanından, baskısız, dayatmasız ve zorlamasız tüm insanlara takdim etme vazifesini yerine getirebilsin.
Böyle bir seviyeye ulaşmak Bediüzzaman’a göre aynı zamanda ümmet için bir farz-ı kifayedir. Ancak bu seviyeye çıktıktan sonra ümmet Allah’ın arzu ve isteklerini insanlığa ulaştırabilir. Sadece bu seviyede “İslâmın izzeti” tam olarak korunabilir. Zaten ümmet fertlerini hareketli bir hayat tarzına zorlayan, onlara çok yüksek ideal*ler ve ufuklar gösteren şey dinamik “İ’la-yı Kelimetullah” hedefidir. Bu safhaya ulaşmak için çalışmak her İslâm toplumu için namaz ve oruç gibi zorunlu bir dinî görevdir. İlginçtir ki, Bediüzzaman Muhakemat adlı eserinde bilimsel alanda gelişme ve sanayileşmeyi “farz-ı kifaye” olarak değerlendirmektedir. Kendi orijinal ifadele*rinden özetleyelim: “...Sani-i Zülcelalin hilkat-ı âlemde cari ve taksimü’l-amal (işbölümü) kaidesinden akan kanun-u tekemmül (gelişme ve uyulması) farz iken...” bu emre ümmet gerekli şekilde itaat etmemiştir. Oysa Bediüzzaman’a göre “...şe*riat-ı hilkatin farzü’l-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i mâ*nevî vermişken...” ümmet su-i istimal ile o şevki kırmış ve söndürmüştür. Zorunlu olarak da bunun hem dünyevî hem de ahirete ait sonuçları son derece olumsuz olmuştur. 8
Yukarıda kısaca değinildiği gibi her dönemin İ’la-i Kelimetullah tarzı farklıdır. Bu tarz bizim “öncü azınlık” dediğimiz kesimin ihtiyaçları ve özlemleri istikametinde şekillenir. Öncü azınlığın özlemleri ise “makro çevre”nin tasallutu ve dayatması ta*rafından belirlenir. 15-16. yüzyıl İ’la-i Kelimetullah tarzının geniş ölçüde teorik planda belirleyicisi olan İmam-ı Gazali ve izleyicileri ilginçtir ki tüm vurguyu “içe dönük inşa”ya kaydırmıştır (insan-ı kâmil). İhya; ihlas, riyazet, tevekkül, kanaat, rıza, sabır; gibi içe dönük inşa temalarıyla doludur. İ’la-i Kelimetullah’ın ticaret, endüstri, bilim, imar ve inşa tarafına ciddi bir vurguya şahit olunmadığı gibi, sanki gizli bir ihmal bile sezilmektedir. Bence bunun nedeni sözkonusu dönemdeki insanların ihti*yaçları ve özlemleridir. Bu dönemde ümmetin bilim, teknoloji, sermaye, endüstri ve ticaret gibi maddî alanlarda belli ölçüde yeterliliğe sahip olmasına rağmen ahlâkî ve dinî açıdan derin bir çöküntünün içinde bulunmaktadırlar. Gerçekten bu dö*nemde ümmet derin bir “ye’s” içinde kıvranmaktadır. Maddî araçlara ihtiyaçları ise sınırlı düzeydedir. Bundan dolayı “Tecdid Çevresi”nin bütün vurgusu riyazet, hal*vet, sabır, itaat ve ihlasa kaymış daha sonra gelen İ’la-i Kelimetullah’ın şekilleniş tarzı da bu istikametlerde olmuştur.
Burada zihin karışıklığını önlemek için konuyu biraz daha açmak gerekir. Gele*ceğin İ’la-i Kelimetullah tarzını doğal olarak şimdiden belirlememiz ve açık olarak kestirmemiz mümkün değildir. Fakat kalın çizgileriyle tahmin etmemiz ve belli ipuçlarından hareketle sezinlememiz mümkündür. Bundan dolayı Bediüzzaman’ın bu zamanda İ’la-i Kelimetullah’ın ancak “maddeten terakki” ile olabileceğini öngö*ren düşüncesinden hareketle bilim, teknoloji, endüstri, iletişim, felsefe ve askerî or*ganizasyonlardan sözediyoruz. Ancak bu kurumlar sadece Batı’da emsalleri son derece bol olan kurumların taklidi değil, onlardan istifade de edilerek “Müçtehid İs*lâmı” tarafından geliştirilecek kurumlardır.
İ’la-i Kelimetullah konusunda başka önemli bir nokta bu safhanın bizim şimdiki tahminlerimizin tam tersi bir istikamette şekillenme ihtimalidir. Şimdi biz teknoloji, endüstri, büyüme vs. derken belki gelecek yüzyıllarda insanlık tam bunların tersi bir hayat tarzını tercih edebilir. İktisadi gelişmeden nefret edebilir; siyasî yapılanma ve bloklaşmalardan iğrenip tekrar tabiata dönmek isteyip doğayla bütünleşmek iste*yebilir. Nitekim İngiltere’de yapılan bir çalışmada kent insanını yaklaşık yüzde yetmişinin mevcut teknolojik yaşantı tarzını arzu etmedikleri ortaya çıkmıştır. Gü*nümüzde Batılı eleştirmenler yavaş yavaş böyle bir yaşantı tarzının psikolojik ve ideolojik zeminini hazırlar gibidirler.
O zaman böyle anti-bilim ve anti-teknoloji düşüncesinin hakim olduğu bir or*tamda geliştirilecek paradigma da bu tip hayat tarzına uygun olacaktır.
Gelecekte ortaya çıkacak dünya görüşü ne şekilde olursa olsun şimdi ve yakın gelecekte hakim olan paradigma “maddeten terakki”ye dayandığından bu dönem*lerde de İ’la-i Kelimetullah ancak maddeten terakkiyle olabilecek demektir. Madde*ten terakki için ise genelde iki önemli beşerî dinamik gerekmektedir. Bunların birine biz “Esnaf İslâmı”nın İ’la-i Kelimetullah’a giden yolun döşenmesindeki misyonunu kısaca inceleyelim.
Esnaf İslâmı ve “Avf” Meslek Ahlâkı
Burada ilk olarak “neden esnaf” sorusuna kısaca cevap arayalım Kanaatıma göre İ’la-i Kelimetullah sürecinin ilk ve en önemli mimarlarından biri “Esnaf”tır.
Burada “esnaf” kurumundan; faaliyet hacmi olarak orta ölçekten başlayıp yer yer büyük ölçeklere doğru meyillenen, son derece esnek ve verimli bir üretim ve dağıtım yapısına sahip üretim ünitelerini ve bu üniteleri organize eden kadroları kastediyoruz. Fakat, mülkiyeti tabana yayılarak anonimleşen dolayısıyla mülkiyet duygusunun yıpranmasına yol açan, millî sınırları aşarak çok uluslu şirket haline ge*lerek yoğun bir sömürü ağı kuran, spekülasyon ve bankerlik gibi şaibeli işlemlerle meşgul olarak haram kazanç peşinde koşan ve faaliyet alanını “rant”a endeksleye*rek verimli ve reel alanlarda faaliyet göstermeyen birimleri ve faaliyet alanlarını “esnaf” sınırları içinde değerlendirmiyoruz. Bu tip yapılanmaların gerek psikolojik açıdan gerekse sosyo-ekonomik ve siyasal açıdan faydalı olacağını da sanmıyoruz. Bununla birlikte geleneksel esnaf anlayışımızın basık ve mütevazi sınırlarını taşmış; özellikle verimlilik konusunda son derece dinamik ve esnek bir yapıya kavuşmuş bir üretim ünitesi ve faaliyet hacmi bizim “Esnaf İslâmı” tanımımız içinde yer alacaktır. Tanım içinde ilk olarak dikkati çeken husus öneliren işletmenin orta veya ortanın üzerinde bir işletme ölçeği ve faaliyet hacmi olmasıdır. Neden dev holding ve şir*ketler “Esnaf İslâmı” içine girmiyor? Son derece teknik olan bir konuyu burada de*rinliğine incelememize imkân yoktur. Ancak burada şu kadarını söyleyelim ki, her sektörün veya üretim kaleminin kendine mahsus bir optimum işletme ölçeği vardır. Bu ölçeğin aşılması durumunda ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve ahlâkî açıdan son derece olumsuz sonuçların doğması kaçınılmaz olur. Günümüzde çok uluslu şir*ketlerin ve tröstlerin dünya ölçeğindeki yıkıcı etkilerini hepimiz biliyor ve yaşıyoruz. İlginçtir ki, kapitalizmin “kutsama” görevini üstlenen ve bunu da geniş ölçüde başa*ran Max Weber bile kapitalizmin gelişmesi ve devamını orta ölçekli veya orta öl*çeğin biraz üstünde üretimde bulunan işletmelere ve küçük zanaat ve tüccar kesi*mine bağlar.
Weber’e göre Avrupa kapitalizminin gelişmesinin temelinde özerk şehirler ve onların gelişmesinde de zanaatkâr ve küçük tüccar gibi belirli statü gruplarının oluş*turduğu şehre ait dindarlık yatar. Weber ne spekülasyon ve bankerlik gibi kirli ve şaibeli faaliyetler peşinde koşan “vurguncu”ları ne de kıraç kesimlerde yaşayan köylüleri kapitalist gelişme için gerekli bir unsur olarak görmez. Weber, köylünün doğanın büyüsel yolla idaresiyle ilgilenmesine karşılık kentlinin fiziksel ve ekonomik olarak doğadan uzaklaştığını; ayrıca kentli zanaatkârlarla küçük tüccarın hayat tarzı onları Hıristiyan dindarlığının rasyonel ve ahlâkî boyutlarını önceden hazırladığını ileri sürer. Hesaplılık unsuruna ilaveten zanaatkârın ekonomik faaliyeti dürüstlük, iyi iş adamlığı, güvenirlik ve kurallara göre oynama gibi nitelikleri de taşırdı. Esnaf, za*naatkârlar ve bazı mesleklerin örneğin bazı tekstil işçilerinin tefekkür için zamanları vardır ve bu yüzden sistematik dinî düşüncelere kapılmaya daha yakındılar. Köylü*lerin aksine bu düşük orta sınıflarda topluluk dinine, kurtuluş dinine ve son olarak da rasyonal ahlâkî dine doğru kesin bir eğilim göze çarpıyordu. 9
Aynı eğilimi ünlü bir Batılı iktisatçı olan Schumpeter’de de bulmak mümkündür. Düşünüre göre kapitalizmi geliştiren ve dünyaya hakim bir sistem haline getirenler “yaratıcı ruh” taşıyan müteşebbislerdir. Ancak kapitalizm geliştikçe anonim şirketle*rin ve çok uluslu şirketlerin piyasalara hakim olmasıyla müteşebbis kesim ortadan kalkmakta, dolayısıyla “yaratıcı yıkıcılık” ölmektedir. Düşünüre göre, kapitalist süreç feodal toplumun kurumsal iskeletini nasıl yıktıysa hemen hemen aynı yolla kendi temelinin de altını oymaktadır. Kapitalist sistemde ortaya çıkan dev denetim birim*leri burjuvaziyi mülkiyet denetiminden uzaklaştırmaktadır. Ayrıca kapitalist süreç kaçınılmaz olarak küçük üretici ve tüccarın ekonomik zeminine saldırıda bulunur ve tahrip eder. Kapitalizm öncesi kesimlere yaptığının aynısını kapitalist sanayinin alt katmanlarına da yapar. Bir taraftan küçük üreticiyi öldürürken diğer taraftan da mülkiyeti devleştirerek anonimleştirir ve sonunda mülkiyeti de öldürür. Kapitalist süreç, bir fabrikadaki duvarların ve makinaların yerine bir paket hisse senedini koyarak mülkiyet düşüncesindeki canlılığı öldürerek insanlarda uğrunda mücadele edecek bir değer bırakmaz. Öyle ki “hisse sahibi” unvanını taşıyan kişi “kendi” fab*rikası ve onun denetimi için dövüşme, gerekirse merdivenlerinde ölme iradesini yitirir. 10
Bu bakımdan Esnaf İslâmı dediğimiz kesimin de orta ve ortanın üzerinde bulu*nan ölçek ve ünitelere mahsus olması; çalışma şevkinin ve mülkiyet duygusunun kaybolduğu, beşeri ve doğal çevrenin istismar edildiği dev holdingler ve kartellerin hem ekonomik gelişme hem de İslâmî duyarlılık açısından arzu edilmeyen bir yapı*lanma olacağı düşüncesindeyiz.
İ’la-i Kelimetullah safhasına giderken gerçekleştirilecek sosyo-ekonomik gelişme herhalde kapitalist araçlar ve meslek ahlâkı ile olmayacaktır. Müslümanın bizzat kendi referans kaynaklarından ürettiği meslek ahlâkı ile olacaktır. Burada biz ahlâkî “Avf Meslek Ahlâkı” denilmesini öneriyoruz.
Avf Meslek Ahlâkı ve İ’la-i Kelimetullah
Başka bir çalışmamızda (Bünyamin Duranoğlu, 1995) kısaca ifade edildiği gibi Avf Meslek Ahlâkı kavramı büyük sahabi Abdurrahman bin Avf’a izafeten türetilmiş bir kavramdır.
Bilindiği gibi Batı’da rasyonel ve aktif meslek ve iş ahlâkı Püriten Meslek Ahlâkı kavramlarıyla ifade edilir. Hatta bir çok Batılı düşünür İslâmdaki iş ve meslek ahlâ*kını incelerken Püriten ahlâka gönderme yaparak inceler. Hatta İslâmın bu niteli*ğine Püriten Meslek Ahlâkı diyenler bile vardır ve bu kavramlaştırma giderek yay*gınlaşma eğilimindedir. Oysa Püriten Meslek Ahlâkı doğrudan Protestanlıktan kay*naklanır ve Protestanlığın değerleri üzerinde yükselir. Oysa bu konudaki İslâm’ın veya daha dar anlamda Müslümanların referans ve ilham kaynakları Kur’ân ve Hadis’in genel ilkeleri ve Sahabilerin yaşantısıdır. Bu bakımdan kavramlaştırma da referans kaynaklarına uygun olmalıdır. Bu çelişkiyi ortadan kaldırabilmek amacıyla Protestanlıkla İslâmın meslek ahlâkı arasındaki farklılığı net bir şekilde yansıtan, fakat olayı kendi anlamlığında vurgulayan yeni bir kavramın üretilmesi gerekliliğine inanı*yorum. Esnaf İslâmı’nın meslek ahlâkını yansıtır nitelikte benim önermek istediğim kavram Aşere-i Mübeşşere’den olan büyük sahabi Abdurrahman Bin Avf’a izafeten “Avf Meslek Ahlâkı” kavramıdır. Burada hemen insanın aklına buna neden “İslâm Meslek Ahlâkı” demediğimiz sorusu gelebilir. Kanaatime göre bu olguya “İslâm Meslek Ahlâkı” dememiz doğru değildir, çünkü İslâm Meslek Ahlâkı içinde aynı za*manda “aktif riyazet” ve “aşırı zühd”e dayanan ve dünyadan el-etek çekmeyi ön*gören Ebuzer (r.a.)’ın ahlâkı ve dünya görüşü de vardır. Oysa burada kasdedilen Meslek Ahlâkı Ebu Zer’in (r.a.) değil, Abdurrahman Bin Avf’ın (r.a.) meslek ahlâkı*dır.
Burada kısaca neden ve hangi tarihi değerlerden dolayı bu kavramı seçtiğimizi anlatmakta yarar vardır. Bilindiği gibi Abdurrahman Bin Avf (r.a.) herşeyini bıraka*rak Medine’ye hicret eden Mekke’nin ileri gelen tüccarlarından biri idi. Hadis külli*yatında Abdurrahman Bin Avf’ın çalışma, kazanma ve tasadduk etmesiyle ilgili yığınlarca materyal mevcuttur. Biz burada konuyla ilgili sadece iki olay naklederek yetineceğiz.
İlk olarak Hz. Âişe’nin (r.a.) naklettiği şu olayı zikredelim: Şiddetli bir kuraklık ve kıtlığın hüküm sürdüğü bir yaz gününde öğle vakti herkes evine çekilmiş istirahat etmekteydi. Peygamberimiz de istirahatte idiler. Bir ara dışarıdan bir gürültü du*yuldu. Gürültü şiddetini artırarak her tarafı kapladı. Hemen odadan dışarı çıktım; in*san sesi deve sesine karışmış Medine ana-baba gününe dönmüştü. “Abdurrahman B. Avf’ın kervanı Şam’dan geliyor” dediler. Medine’ye 700 deve ile erzak getirmiş. O arada Peygamberimiz de dışarı çıktı. Olayı öğrenince öyle mutlu oldu ki: “Abdurrahman B. Avf’ı sürünerek Cennete girerken görüyorum” dedi. Bu söz hemen Abdurrahman B. Avf’ın kulağına gitmiş, biraz sonra Peygamberimizin huzu*runa gelerek: “Ya Resulallah! Sürünerek değil koşarak Cennete girmek istiyorum. Bundan dolayı 700 deveyi üzerindeki yükleriyle beraber Allah yolunda Müslüman*ların istifadesi için tasadduk ediyorum” dedi. 11
Abdurrahman Bin Avf’la ilgili başka bir olay: Peygamberimiz Mekke’den hicret eden Müslümanlarla Medine’li Müslümanları kardeş yapmıştı. Kur’ân’a göre bunlar birbirine varis bile olabiliyordu. Abdurraman Bin Avf’ın Medine’li kardeşi Sa’d Bin Rabi idi. Sa’d, Abdurrahman Bin Avf’ı evine götürdü ve “Bak Abdurrahman, ben Medine’nin en zenginlerindenim. Falanca yaylada şu kadar keçi sürüm var, yarısı senin, falanca yerde şu kadar ağacı olan hurma bahçem var yarısısı senin, evimde iki tane hanımım var, beğen birini boşayayım biri senin” dedi. Abdurrahman Bin Avf teşekkür ettikten sonra “Hiçbir şey istemiyorum. Bana pazarın yerini göster yeter” dedi. Pazarın yerini öğrenen Abdurrahman Bin Avf (r.a.) Medine pazarında alış-verişe ve kısa zaman sonra da sermaye edinerek uzun mesafe ticaretlerine baş*ladı. Birgün sabah namazına zaferan kokusu sürünerek gelmişti. Peygamberimiz “Ya Abdurrahman, evlendin mi yoksa?” dedi. Abdurrahman Bin Avf: “Evet ya Resulallah” dedi. “Kadına mehir olarak birşeyler verdin mi?” dedi. “Bir hurma ağa*cının meyveleri kadar altın verdim ya Resulallah” dedi. 12
Gerek aktif hayat anlayışı, gerekse “infak” ve “ihsan” gibi Müslümanca davranışı Abdurrahman Bin Avf’ın (r.a.) meslek ahlâkını zamanımız Müslümanları için önemli bir model konumuna getirmektedir. Bu seçkin sahabenin bir de dünyada iken Cen*nete gireceği kesinleşen on kişiden biri olması bu modelliği daha da anlamlandır*maktadır.
Avf meslek ahlâkının genel nitelikleri Kur’ânî ilkelere dayanan niteliklerdir. Bun*ları iş ve meslek açısından şöyle sıralayabiliriz: 1) Şevk, 2) Hikmet, 3) İhsan, 4) İn*fak, 5) Adalet, 6) Kudsiyet, 7) Rıza ve 8) Marifet. Bunlardan burada sadece “şevk” ve “hikmet” prensipleri üzerinde durulacaktır. Bu prensipler ve bu prensiplerin ge*rektirdiği insan tipi ve toplum organizasyonları Bediüzzaman’ın genel yaklaşımların*dan üretilmeye çalışılacaktır.
Avf Meslek Ahlâkının birinci niteliği: Şevk
Bilindiği gibi “şevk” ihtiyacın bir üst derecesini ifade eden bir istek ve arzu dü*zeyidir. Nitekim Bediüzzaman da bir ifadesinde “Muzaaf ihtiyaç iştiyak ve muzaaf iştiyak, incizap” diyerek bu mânâya dikkat çeker. Kendi orijinal ifadesiyle “Kainâtta bittecrübe her şeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin o noktaya bir meyli vardır Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur ve incizap, iştiyak ve meyil Cenab-ı Hakkın evamir-i tekviniyesinin mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve hüve-i imtisalidirler” 13
“Şevk” ve “iştiyak” aynı kökten türemiş iki kelimedir. “Şevk” unsurunu, meslek ahlâkı açısından değerlendirdiğimizde ise şunları söyleyebiliriz: Esnaf İslâmının mesleğine ve mesleğinin icrasına karşı ciddi bir şevk içinde bulunması gerekir. Her türlü ataletten, tembellikten ve uyuşukluktan uzak olarak son derece dinamik ve faal bir şekilde dünya ve dünya işlerine sarılmalıdır. Dünyanın “âhiretin mezrası” ol*duğu yaklaşımından hareketle dünya işlerini bir ibadet ve İ’la-i Kelimetullah’a ulaş*mak için bir basamak olduğu bilinciyle yüksek düzeyli bir çalışma şevk ve gayretine sahip olmalıdır. Bu gerçekten hareketle Bediüzzaman, ısrarla ümmeti atalet ve mevcutla yetinmekten uzak durup ileri derecede bir şevkle çalışmaya teşvik eder: “En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı (kişi); işsiz adamdır. Zira atalet, ademin (yokluğun) biraderzadesidir. Sa’y (çalışma) vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır (uyanık halidir).” 14 Yukarıda da kısaca ifade edildiği gibi Bediüzzaman, zamanı*mızda sanayileşme ve ekonomik gelişmeyi ümmet üzerine yüklenmiş bir farz-ı ki*faye olarak değerlendirir.
Şevkin en önemli kriterleri yüksek teşebbüs gücü ve kişinin mesleğiyle bütün*leşmesidir. Daha açık ifade ile Esnaf İslâmı’nın ileri derecede bir müteşebbis kimlik ve ruhîyatına sahip olmasıdır. “İki gününü müsavi” yapmayacak şekilde sürekli bir faaliyet ve dinamizm içinde bulunmasıdır. Madem İ’la-i Kelimetullah böyle bir faali*yet ve atılım sonunda gerçekleşecek bir toplumsal safhadır; öyleyse Esnaf İslâmı’nın da ticarî ve ekonomik faaliyet ve kararlarını da doğrudan İ’la-i Kelimetullah’a yöne*len bir faaliyet ve karar olarak görmesi ve değerlendirmesi gerekir.
Bediüzzaman’a göre Müslümanların son yüzyıllarda ekonomik ve ticarî açıdan geri kalmalarının ve sefalete düşmelerinin temel nedenlerinden biri bazı seçkin ke*simler tarafından ümmetin çalışmaya yönelik şevkinin ve eğiliminin kırılması ve yok edilmesidir. Oysa Bediüzzaman’a göre: “Leyse li’l-insani illa ma sea” âyetinin ru*hundan “meyelan-ı sa’y” (çalışma şevki) fışkırmaktadır. Bu meyelan ve şevk bazı telkinat ile kırılmış, buna bağlı olarak Müslümanları ileri derecede bir “tevekkül-ü tembelane” sarmıştır. Bu meyelanı ve şevki kıranlar ise İ’la-i Kelimetullah’ın bu za*manda ancak “maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen”; ve dünyanın âhiretin tarlası olduğu cephesini anlamayan ve belki de en önemlisi Ortaçağ ile ya*şadığımız çağın “ilcaat”larını ayırt edemeyen bir kısım vaizlerdir. 15
Bediüzzaman bu ifadelerinde sanki İbrahim Hakkı Hazretleri ve benzerlerine gönderme yapar gibidir. İmam-ı Gazali’nin sadece virtües (seçkin) kesime mahsus olarak değerlendirdiği rızık konusunda “esbabtan sıyrılıp doğrudan Allah’a da*yanma” anlamındaki “tevekkül”ü, 16 İbrahim Hakkı Hazretleri ümmetin her ke*simine teşmil ederek şöyle yorumlar:
“Tevekkül, halktan uzaklaşıp Hakka bütünüyle itimat etmektir. Halkın elinden ümit kesip Allah katında olana itibar edip güvenmektir. Tedbiri bırakıp takdire ulaşmaktır. Yarın için titizlikten vazgeçmedir... 17 ...Allah’a rızk hususunda ve sair ihtiyaçlarda tevekkül etmek herkese iki şey için gereklidir. İlki, ibadet ve hu*zur için feragat etmedir. Zira Hakka tevekkül etmeyen rızık ve ihtiyaç teminiyle uğraşmaktan (dolayı) ibadetle meşgul olamaz... Tevekkül adamı asla erzak stok etmez ve yarını rızkı hususunda hiç gam çekmez. Zira o kendini Yaratıcısının engin nimet denizinde boğulmuş bulur.” 18
Oysa Bediüzzaman “tevekkül”, “tefviz” gibi kavramlara daha değişik anlamlar yükler ve bu konuda “üstadım” dediği İmam-ı Gazali Hazretleriyle geniş ölçüde buluşur. Ona göre:
“Tertib-i mukaddematta (sebeplere başvurmakta) ‘tefviz’ (boşverip oturmak) tembelliktir. Terettüb-ü neticede (sonucu kabulde) tevekküldür. Semere-i sayine (çalışma sonucuna) ve kısmetine rıza; kanaattir, (kanaat) meyl-i sa’yi (çalışma eğilimini) kuvvetlendirir. Mevcutla iktifa dun-himmetliktir (himmet yetersizliğidir).
“Evamir-i Şer’îyeye (Şer’î emirlere) karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye (tabiî kanunlara, Sünnetullah’a) karşı da itaat ve isyan vardır. Birin*cisinde mükâfaat ve mücazatın ekseri, ahirette; ikincisinde ağlebi (çoğunluğu), dünyada olur. Meselâ sabrın mükâfatı zaferdir; ataletin mücazatı sefalettir; sa’yin sevabı servettir; sebatın mükâfatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değil*dir.” 19
Bediüzzaman tevekkül konusunu net bir şekilde ortaya koymakta ve ümmeti bu konuda sıkıntıdan kurtarmaktadır: “... demek iman, tevhidi; tevhid, teslimi; teslim, tevekkülü; tevekkül, saadet-i dareyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama, tevekkül es*babı bütün bütün reddetmek değildir; belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek esbaba teşebbüsü ise bir nevi dua-i fiili telakki ederek müsebbebatı yalnız Cenab-ı Haktan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmak*tan ibarettir.” 20
Bediüzzaman bu ifade ve yorumlarıyla ümmeti zihin ve düşünce karışıklığından kurtarmakta bu konuda Müslümanlara bizim Avf Meslek Ahlakı dediğimiz ahlâkî ilkeleri tavsiye etmektedir.
Çalışma şevkinin ikinci özelliği Esnaf İslâmı’nın mesleğiyle bütünleşmesi hatta Bediüzzaman’ın ifadesiyle “mesleğinde fani olması”dır. “...bir adam(ın) müstaid ve kabil (kabiliyetli) olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmesi, şeriat-ı hil*kate (yaratılış kanunlarına) büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki; ...sanatın meka*yisine ihtiram ve muhabbet; ve nevasimine (kanunlarına) temessül ve imtisal... el*hasıl: fenafi’s-san’at olmaktır.” 21
Her insanın mesleğiyle bütünleşebilmesi ve mesleğinde fani olabilmesi ise kişinin kendi istidat ve kabiliyetine uygun meslekleri tercih etmesi ve o mesleklerde uz*manlaşması ile mümkün olabilecektir. Aksi takdirde sonuç kaçınılmaz olarak olumsuz olacaktır.
İ’la-i Kelimetullah safhasına götürecek Avf Meslek Ahlâkı’nın diğer bir kriteri Es*naf İslâmı’nın ileri derecede bir teşebbüs ruhuna sahip olmasıdır. Bunun yansımaları ilk olarak esnafın kendi mesleğini ve mesleğinin inceliklerini en iyi ve en sağlıklı bir şekilde kavraması ve benimsemesidir. Bu aşamadan sonra ise o mesleği gelişebile*ceği ölçekte geliştirmesidir. İ’la-i Kelimetullah’ın gerektirdiği meslek zihniyeti, her zaman yeniliklerin peşinde koşarak son derece dinamik ve hareketli bir hayat tarzı*dır. Yoksa durgun-kapalı bir meslek ahlâkıyla babadan ve dededen gördüğü şekliyle icra-i meslek edilmesi statik ve durgun bir meslek ahlâkını ifade eder ki, böyle bir anlayışla İ’la-i Kelimetullah’ın gerektirdiği gelişme trendi sağlanamaz...
Esnaf İslâmı’nın karşılaşacağı ve göğüslemek zorunda kalacağı en büyük handi*kaplardan biri yapısallaşmış gelenek ve görenek kalıplarıdır. Uzun asırların üst üste yığdığı ve adeta birbiriyle kaynaştırdığı âdet, usûl ve örflerin yerinden kıpırdatılması bile son derece yüksek irade direnci ve enerji sarfı isteyen bir faaliyettir. Bir de bu telakkiler ümmet tarafından benimsenmiş bazı “hazretlerin” kitaplarında önemli bir unsur olarak yer alıyorsa onların yıkılması ve yerine Kitabî olanının ikamesi o ölçüde zor olacaktır. Ancak bu gelenek ve âdetler son derece statik ve durgun bir hayat telakkisi ve tarzını öneriyor ve gerektiriyorsa onların yerinden sökülüp atılması ve yerine Kitabî tarz ve usûllerin ikame edilmesi de o kadar anlamlı ve lüzumlu bir fa*aliyet olmalıdır. Meselâ İbrahim Hakkı Hazretlerinin yaptığı gibi fakirliğin sebeplerini soğan ve sarmısak kabuğu yakmak, gece vakti ev süpürmek, çöpleri evin içinde biriktirmek, çerçöple dişleri karıştırmak, eşik üzerinde oturmak, kapının bir kanadına dayanmak, her sabah erken çarşıya gitmek, dişi kırık tarak ile taranmak, lambayı nefesle söndürmek 22 gibi Kitabî ve aklî olmayan yerlerde aranıyorsa Esnaf İslâ*mı’nın omuzlayacağı çok iş, devirmek zorunda olduğu çok “dağ” var demektir.
Bu açıdan Esnaf İslâmı’nın ilk olarak yerinden kımıldatmak fakat zamanla devir*mek amacıyla öncelikle omuz vereceği faaliyet üretim tekniği ve üretim tarzı konu*sundaki geleneksel statik yapıdır. “Hikmet mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alır” prensibinden hareketle İ’la-i Kelimetullah’a ulaşmada hız ve sürat kazandıracak her türlü üretim tekniği ve tarzını adapte etmesi veya bundan daha önemli olarak ge*liştirmeye çalışması Esnaf İslâmı’nın en önemli fonksiyonları arasındadır.
Burada doğal olarak her türlü geleneğin tahrip edilmesi sonucu çıkartılmamalı*dır. Bu konudaki genel ilkemiz geleneklere bağlılığın “mutlak” olmaması; Kur’ânî prensiplere uygun olması halinde benimsenmesi ve ısrarla sürdürülmesidir.
Bu arada yeni ve dinamik kitabî bir meslek ahlâkı geliştirirken özellikle esnaf veya meslek geleneklerimizde yer alan “Hırs kapısın bağlaya, kanaat ve rıza kapısın aça, tokluk ve lezzet kapısın bağlaya, açlık ve riyazet kapısın aça, halktan yana ka*pısın bağlaya, Hak’tan yana kapısın aça...” şeklinde yapısallaşan telkinlerin zamanı*mızın “ilcaatı” da dikkate alınarak yeniden yorumlanması gerekir. Bunlardan özel*likle “kanaat”, “rıza”, “riyazet” gibi kavramlara doğrudan Kur’ân, Hadis ve Sahabi yaşayışı dikkate alınarak yeni anlamlar yüklenmelidir.
Avf Meslek Ahlâkının ikinci niteliği: Hikmet
“Hikmet” İslâmî literatürde “akıl, söz ve hareketteki uygunluk”; “ilim, adalet ve ahlâkın birleşmesinden doğan değerli sıfat” gibi anlamlara gelir. Istılahî mânâsı ise çok kapsamlıdır. “Kime hikmet verirse o muhakkak bir çok hayra verdirilmiş olur” 23 âyetinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri “hikmet”e tam 23 an*lam yükler. Biz bunlardan bir kaç tanesini zikrederek genel bir hikmet olgusuna ulaşmaya çalışalım: Hikmet; “kavilde ve fiilde isabettir”; hikmet, “ilm-ü ameldir”; hikmet, “eşyanın mânâlarını anlamadır”; hikmet, “yeni birşey icad etmektir”; hik*met, “eşyayı mevzi ve mertebesine koymaktır” 24 Bediüzzaman’da “Sani-i Zülce*lal İsm-i Hakîm’in (hikmet) muktezasıyla, her şeyde en hafif sûreti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki, fıtratta israf, abesiyet ve faidesizlik yoktur... İktisat onun (hikmetin) lâzımı ve düstur-u esası*dır” 25
Elmalılı ve Bediüzzaman’ın genel yaklaşımından hareketle “Hikmet”i; niyet, plan ve kararda tüm bilimsel verileri kullanarak “optimalite”yi arama ve bulma olarak tanımlayabiliriz. Genel olarak “hikmet”i; üretim, tüketim, dağıtım, iş organizasyonu, ferdî ve siyasal ilişkiler, dinî karar ve faaliyetlerde her türlü heva, heves, temayül ve Kitabî olmayan gelenekten uzak durarak, objektif, tutarlı, aklî, bilimsel ve rasyonel hareket edebilme süreci olarak değerlendirebiliriz. Tüm boyutlarıyla olmasa da bazı cepheleriyle “hikmet” Weberyen anlamdaki “rasyonalite” ile paralel yönlere sa*hiptir. Özellikle keyfîlik ve hevadan uzak olarak bilimsel ve objektif olma noktala*rında Weberyen rasyonalite ile geniş ölçüde kesişir.
Weber’e göre “Rasyonellik”, insan hayatının bütün yönlerinde geleneksel normlara ve karizmatik duygudaşlığa başvurmayı safdışı bırakan ve genel kurallara ve talimatlara dayanarak insan hayatında hesaplılık ve sistematik denetimin artması olayıdır. Rasyonel ve seküler hayatta geleneksel kurumlara bağımlığı engelleyecek olan bürokratik denetim ve gözetim araçları, endüstriyel ve siyasal faaliyetlere gi*derek hakim olur. Rasyonel ve seküler hayatta toplumsal ilişkiler gayr-i şahsicilik ve resmiyet temeline dayalı olur. Çünkü bürokrasi tayin edilmiş amaçlara ulaşmak için insanlara en etkili yolları sunmaktadır. Hukukta rasyonel hukukî sistemler, kutsal geleneklerin, “kadı adaleti”nin ve hukukî karar çıkarmaktaki keyfîliğin yerini alır. Toplum bir bütün olarak gittikçe örgütlenme ve rasyonel bir yapıya kavuşma açı*sından fabrika şartlarının hükmü altına girer. 26
Schiller’in ifade tarzını izleyerek Weber modern seküler toplum şartına “dünyanın büyüden kurtulması” diye atıfta bulunur. Bununla Weber insanların artık büyüsel ve doğaüstü güçlerin kutsal dünyasında kapalı olmadıklarını kasteder. İlke olarak “Etkili olabilecek hesaplanmayan esrarengiz güçler yoktur... Artık yabanî toplumlar gibi ruhlara galip gelmek veya onlardan yardım dilemek için büyüsel yollara başvurmaya gerek kalmamıştır.” Buna rağmen bilimsel gelişmenin mümkün kıldığı ilerleme ve uygarlık, bir bireyin hayatında artık hiçbir doğal ve kaçınılmaz sınır olmadığı anlamına gelir. Olgunluk artık bir bireyin aşiretinin veya toplumunun ilim ve irfanını iyice öğrenmiş olması anlamına değil; daha çok, bir bireyin sürekli büyüyen bilgi stokuna yetişmesi anlamına gelir. 27
Weber’in öngördüğü gibi toplumların her türlü doğaüstü kaynaklardan bağım*sızlaşarak sadece aklının ve deneylerinin ışığı altında hayatını dizayn etmesi anla*mında değilse de Bediüzzaman da özellikle yeni çağda insanların daha önceki çağ*larda olduğu gibi “his”le, “heva”yla, “temayül”le değil, “ilim”le, “akıl”la ve “bur*han”la hayatlarını dizayn etmeye çalışacaklarını öngörür. Bediüzzaman bu konudaki yaklaşımını şu sözleriyle ortaya koyar: “Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulum ve fü*nuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir” 28 Aslında böyle bir gelişme Batı’da yüzyıllardır hüküm süren taassubun yıkılması, körü körüne ruhbanlara bağlılığın son bulması ve gerçeği ara*manın perdelerinin kalkması açısından son derece sevindirici gelişmelerdir. Ancak zamanla Batı’da bilim kiliseleşmiş, toplumların yaşayış ve düşünüş tarzını belirleyen despotik bir “tekel” haline gelmiştir. Bu gelişmenin sonuçları ise odukça yıkıcı ol*muştur. (P. Feyerabend).
Bediüzzaman’ın öngördüğü bilim ve akla dayalı hayat ve dünya görüşü ise aynı zamanda Kitabî referansları da esas alarak “aklın ziyası ile kalbin nurunu imtizaç etti*ren” bir yaklaşımdır. Bediüzzaman’a göre “hikmet”e uygun hareket edebilmek için zaten akıl ve mantık dini olan İslâmın mensupları olan Müslümanlar süratle “Kitabî” olana dönmeli, geçen asırların “ilcaatı”ndan kaynaklanan akıl ve mantık dışı davranış ve yaklaşımlardan sıyrılmalıdır. Diğer dinlere karşı İslâmın rasyonelliği bir çok Batılı düşünürün de teslim ettiği bir konudur. Konuyu ayrıntılı olarak inceleyen ünlü Marksist düşünür Maxime Rodinson da İslâmın geniş ölçüde rasyonel ve aklî bir din olduğu sonucuna ulaşır. 29
Bediüzzaman, İslâmın aklî ve rasyonel cephesini vurgularken şunları söyler:
“Hasıl-ı kelam: Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tabi oluyoruz, akıl, fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin tabileri gibi ruhbanları taklid için burhanı bırakmıyoruz. Onun için; akıl, ilim ve fennin hük*mettiği istikbalde, elbette burhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükmünü akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecektir.” 30
“Hikmet”e uygun yaşayabilmek için bilim bu kadar önemli ve vazgeçilmez bir önşart ise bu bilim nasıl elde edilecek? Bu seviyeye ulaşabilmek için hangi süreçler gerekir? Bu sorulara cevap aramak zorundayız.
İstikbalde Kur’ân hükmedeceğine ve tüm toplumsal organizasyonlar Kur’ân’dan “istinbad” edileceğine göre zorunlu olarak “hikmet” de bu safhada şahsında son de*rece başarılı, “müçtehid” derecesinde bilgi ve niteliğe sahip yüksek ihtisas sahibi bi*lim ve düşünce adamlarına ihtiyaç duyacaktır.
Toplumsal hayat iman safhasından Şeriat safhasına çevrilirken zorunlu olarak beraberinde zihin ve düşünce açısından yüksek performansa sahip kadroları da ge*tirir. Başka bir çalışmada da incelediğimiz gibi 31 Bediüzzaman’ın öngördüğü “Şeriat Safhası” teori üretebilecek teorisyenlere ihtiyaç duyar. Bunlar sahasında birer “müçtehid” sayılabilirler. Ancak bunlar ibadet ve benzeri alanlarda değil de si*yaset, iktisat, hukuk ve genel olarak toplumsal organizasyon alanlarında teori üretir*ler. Ayrıca bunlar İmam-ı Âzam, İmam-ı Şafi gibi “mutlak müçtehid” değil, olsa olsa belli bir alanda yüksek ihtisası olan “meselede müçtehid”dirler. Bediüzzaman’ın genel sisteminin ve “hikmet” yaklaşımının belli bir bütünlük kazanabilmesi için mut*laka “müçtehid” kurumuyla da tamlaşması gerekir. Gelecek 20-30 senede oluşabi*leceğini tahmin ettiğimiz ve adına “Müçtehid İslâmı” dediğimiz kurumun genel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Müçtehid İslâmı benim Esnaf İslâmı dediğim iman hizmetini başarılı bir şekilde yürüten kudsî kadronun fideliğinde yetişecektir. Gerçekten de Esnaf İslâmı’nın bü*tün himmeti böyle bir kadronun yetiştirilmesine yöneliktir. Dolayısıyla Şeriat safha*sının mimarları da Esnaf İslâmı’nın “cemaatı”ndan çıkacaktır. Çünkü Müçtehid İslâ*mı’nın gerek meslekî formasyon açısından birikimleri, gerekse takva, samimiyet, sebat, şefkat, hüda ve rıza açısından iç donanımları son derece önemli ve belirleyi*cidir. Bu kadro “hüda-i nabit” gibi gelişigüzel yetişemez. Son derece iyi tahkim edilmiş bir “background”a sahip olmaları gerekir.
Burada genel İslâm tarihinin yöneliş ve eğilimlerinden ve Bediüzzaman’ın ko*nuyla ilgili genel yaklaşımlarından da yararlanarak Müçtehid İslâmı’nın ağırlıklı vasıf*larının nelerden ibaret olacağını öngörebiliriz:
Müçtehid İslâmı’nın en belirgin vasfı fikir ve düşüncede alabildiğine hür olmala*rıdır. Üzerinde çalıştığı alanın son derece “nisbî” ve “izafî” bir alan olduğu bilinciyle “mutlak” alanların dışındaki her konuyu derinliğine tartışır, değerlendirir ve eleştirir. “Rezervasyonları” son derece sınırlı olduğundan zihin dünyalarında hiçbir “tabu”ları yoktur. Aynı şekilde onlara düşünce ve düşünceyi ifade etme konusunda sınır oluş*turacak “normatif” ilişkilerden de oldukça arınmışlardır. Hür düşünmelerini engelle*yecek hiçbir sınırlayıcıya değer vermezler.
Bir diğer özellikleri, madde, makam ve mansıb bağımlılığı gibi beşerî zaafları aşmış olmalarıdır. Bu kesimin içinde bulunduğu sosyal pozisyon onlara yüksek bir statü, iyi bir gelir ve servet düzeyi sağlayacak niteliktedir. Bu açıdan zihinsel ve eylemsel alanda “rezerv” oluşturabilecek “statü” ve “maddî” bağımlılıktan arınmış olacaklardır. İleride de değinileceği gibi, madde ve makama karşı içlerinde bir “tutku”ları olmayınca geliştirecekleri düşünce sistem ve mekanizmaları da o ölçüde “beşerî” eğilimlerden oldukça arınmış olacaktır. Doğal olarak, burada ifade etmek istediğimiz nokta; seçkinci kadronun madde ve makama karşı “tapacak” ölçüde bağımlı olmamasıdır, yoksa her insanın kalbinde madde ve makama karşı sempati hissi mevcuttur. Ancak bu his onlarda asgarî düzeye inmiş ve bağlayıcı olmaktan uzaklaşmıştır.
Başka bir nitelikleri, “içe doğru inşa” dediğimiz iç dünyalarını “peygamberî” vasıflarla imar etmiş olmalarıdır. “İçe doğru inşa” sürecinin en belirgin niteliği Seç*kinci İslâmı’nın bütün hedeflerinin “Rıza-i İlâhî” olması, bunun dışında başka bir amaç gütmemeleridir. Bu iç donanıma sahip olabilmeleri de “geri planları”nın iman ve Kur’ân hizmeti ile tahkim edilmiş olmasıdır.
İman hizmeti nasıl başarılı bir şekilde gerçekleştirilerek insanlık, küfr-ü mutlakın boğucu zulmünden kurtarıldı ise “Müçtehid İslâmı”nın aynı başarılı çalışması ile in*sanlık sömürüden, talandan, zulümden, yabancılaşmadan, meta’laşmadan ve köle*leşmeden kurtarılacaktır.
Bu girişten sonra iktisadî alanda hikmeti Bediüzzaman’ın çeşitli yaklaşımlarına dayanarak şöyle belirleyebiliriz: Birinci olarak hayatta “metodik ve disiplinli” bir yaşantı modunun esas alınmasıdır. Metodik yaşantı her türlü plansız, savuruk ve dö*kük saçık yaşantı şeklinin bir tarafa bırakılarak son derece planlı, disiplinli ve rasyo*nel bir yaşama stilini ifade eder. 32
Metodik yaşantının “zaman”a, “tüketim”e, üretime ve dağıtıma bakan yönleri ve yansımaları vardır. Hikmet veya onun bir alt branşı olan metodik yaşantının “zaman”a bakan yönlerinden biri kişinin zamanı son derece etkin kullanabilmesidir. Millî kültürümüzün bir parçası haline gelmiş “vakit nakittir” özdeyişine uygun olarak zamanın, insanın sahip olduğu en değerli bir “sermaye” olduğu bilinciyle hareket etmesidir. İkincisi, “zaman”ı kısa ve uzun dönemler şeklinde ayırarak ona göre plan ve projeksiyonlar yapmak, kısa dönemde yapılacak faaliyetlerle, uzun dönemde yapılacak faaliyetleri ayrıntılı olarak belirlemektir. Kişi ölçeğinde bu böyle olduğu gibi genel olarak ümmet ölçeğinde de böyledir. Ümmet de kısa ve uzun dönemli plan ve projeksiyonlar yapabilmelidir. Bediüzzaman’ın “üç yüz sene sonraki Saidler, Hamzalar...”la konuşması ve onlara zemin hazırlamaya çalışması uzun dönemli bir projeksiyon olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak “hikmet”e uygun yaşamak iste*yen mü’minin boş ve atıl geçen zamanı olmaması gerekir.
Üretim sürecinde “hikmet”, verimli ve prodüktif bir üretimi ifade eder. Yani en az girdi ile en fazla hasıla ve üretimi gerçekleştirmeyi öngörür. Zaten hikmet pren*sibinin en fazla sözkonusu olduğu alan bizzat “tabiat”tır. Cenab-ı Hak kâinatta öyle bir fabrika kurmuş ki, bu fabrika olabilecek en optimum verimlilik düzeyinde çalışır. Küçücük bir incir tanesinden (girdi) tonlarca incir ürünü elde eder (hasıla). Bir atom parçasının içinde yine tonlarca nükleer enerji depolar.
Üretimde “hikmet”e ulaşabilmek için ise Bediüzzaman’a göre yapılması gereken şey “taksimü’l-amal düsturu”nu (iş bölümünü) hakim kılmaktır. Üretim sektörlerinde branşlaşırken her insanın kendi kabiliyet, eğilim ve kapasitesine uygun üretim branşlarında veya mesleklerde uzmanlaşması; toplum tarafından çok itibar da edilse kabiliyetine uygun olmayan mesleklerde çalışmasıdır.
Bediüzzaman’a göre insanların kabiliyet ve istidadına uygun mesleklerde değil de toplum tarafından itibar edilen mesleklerde çalışmayı tercih etmeleri yaratılış ka*nunlarına doğrudan itaatsizliği de ifade eden patalojik bir durumdur. Böyle bir yapı*lanmanın sonucu doğal olarak toplumsal başarısızlık hatta yıkım olacaktır. Osmanlı’*nın son dönemlerinde medrese eğitiminin çökmesi böyle bir yapılanmanın sonucu olmuştur. Bediüzzaman’a göre medresede öğretim kadrosuna mensup olabilmek için “lütuf”, “irşad” ve “nasihat” gibi görevlerin ifa edilebilmesine uygun niteliklerin taşınması gerekirken medrese öğretim kadrolarında görev alan müderrisler “ağalık meyli”ne sahip olan kişilerden uluşmuştur. Bunlar ise bilim yapma yerine başkala*rına “tahakküm” yapmışlardır.
Hikmetli yaşama konusunda başka önemli bir nokta insanımızın potansiyel kabili*yet ve istidadının kinetik hale gelmesini engelleyen unsurların ortadan kaldırılması ve yok edilmesidir. Artık geleneksel esnaf ahlâkımızın ayrılmaz bir parçası olan oto*rite ve hiyerarşi yapılarının gelişmeyi engellemeyecek ve insanımızın istidadını sınır*lamayacak bir tarzda yeniden düzenlenmesi gerekir. Hepimizin çok iyi bildiği meş*hur usta-çıkar-kalfa ilişkisi ve bu ilişkinin ortaya koyduğu kademelenme yeniden gözden geçirilmeli ve aktif hayatın dinamik ritmine uydurulmalıdır. Kabiliyetlerin gelişmesi ve inkişafını sürekli baskı altında tutan ve her türlü açılma ve saçılma eği*limlerini sürekli törpüleyen kurum ve eğilimlere de aynı şekilde karşı konulmalıdır. Bu bakımdan Esnaf İslâmı özellikle yeni yetişen nesli son derece ileri görüşlü ve teşebbüs ruhuna sahip kişiler olarak yetiştirmek üzere seferber olmalıdır. Yeni yeti*şen gençlerin mutlak bir itaat ve teslimiyet ahlâkına sahip kişiler değil de yine Kitabî anlamda itaat ve teslim olunacak olanın dışında tam bir hürriyet ve serbestlik içinde olmalıdırlar. Özellikle yeni yeni iş imkânları geliştirme, organizasyon ve teknoloji icat etme konusunda tam serbest ve bağımsız olmalıdırlar. Bunlara sağlanan irade ve teşebbüs hürriyeti uluslararası camia içinde onların kabiliyetlerinin alabildiğine gelişmesi ve inkişafına ortam hazırlayacaktır. Aksi durumda Bediüzzaman’ın Müna*zarat isimli eserinde vurguladığı gibi kurumsal veya sosyal baskı altında tutarak in*sanların serbest irade ve teşebbüs sahibi olabilme şansları ortadan kaldırılırsa toplu*mun çalışma ve yeni şeyler ortaya koyma kabiliyetleri yok olur ve “suhre gibi iş*ler”, hatır için çalışıyor gibi davranır, iyilik yapsa da riya ile yapar, meslek hayatında yağcılık ve yalana alışır ve başkaları tarafından sürekli aşağılanır ve kendisinde aşağı*lık hisseder. “Zira sa’yi insanînin buharı hükmünde olan şevk, müntafi (yok) olur. Ağaları ve büyükleri omuzlarına biner ta yalnız (onlar) görünsün, onların etlerinden yer ta (yalnız onlar) büyüsün. O milletin gonca-misal istidadatı üzerine o reis perde olup ziyayı göstermiyor. Belki yalnız o neşv ü nema bulur, inkişaf eder, açılır. 33
Bediüzzaman hayatın her alanındaki feodal kalıntılara sanki bir savaş açarak in*sanları onları elinden kurtarmaya çalışır. Kişiye verdiği misyon ve yetkinlik son de*rece anlamlıdır: Alabildiğine hür, bağımsız, kişilik ve şahsiyet sahibi bir insan tipi. Her önüne çıkan fikri hemen kabul etmeyen, onu eleştirebilen, yorumlayabilen ve sonunda da ya kabul edip ya da reddedebilen bir “aydın” tip. Zaten aydın olmanın gereği de bu değil mi? Bediüzzaman’ın bu konudaki tavrı son derece açık ve nettir:
“...Siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hat*ta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etme*yiniz; belki ben de müfsidim, veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler ha*yalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıkarsa kalbte saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gön*deriniz” 34
Bediüzzaman’ın öngördüğü ve gelişmesini istediği insan tipi, kendine güveni olan, bağımsız ve hür, kimlik ve şahsiyet sahibi bir insandır. Aklını ve fikrini ağasının, şeyhinin, ağabeyisinin, üstadının veya hocasının “cebine” emanet eden pasif, kişiliği gelişmemiş, irade ve hür düşünmeden mahrum, tenkid kabiliyet ve cesareti geliş*memiş statik bir insan tipi değildir.
Gelecek nesillerin daha aktif ve daha dinamik olmalarını sağlamak ve İ’la-i Keli*metullah’a giden yolu daha da kısaltmak için Bediüzzaman’a göre tarihin derinlikle*rinden taşıyıp getirdiğimiz bir genel toplumsal eğilimimizin (şimdi za’fımızın) süratle üzerimizden atılması gereği vardır. Bu eğilimimiz de “devlet kapısı”na rampalan*mak, herşeyi oradan beklemektir. Bediüzzaman insanımızın “amiriyet ve memuri*yet belası”ndan süratle kurtulması gerektiğini önerir. İ’la-i Kelimetullah’a giden yo*lun sanayi, ticaret ve teknoloji sektörlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasından geçtiğini, dolayısıyla kişisel plan ve stratejilerimizin bu istikamette belirlenmesi ge*rektiğini savunur. Gerçekten de olayın değer ve önemini Bediüzzaman ta asrın ba*şında kavramış ve ümmete bu istikamette stratejiler önermişti: “Biz gayr-i tabi (doğal olmayan) ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan imaret (memuriyet) ma*işetine el atıp belamızı bulduk” 35 Dikkat edileceği gibi Bediüzzaman her türlü devlet işlerini servet birikimi ve ekonomik gelişme için doğal olmayan yol, tembel*liğe müsait ve gururu okşayan sektörler olarak değerlendirmektedir. Doğrusu bü*rokrasiyi hem sosyal, hem ekonomik, hem de kültürel açıdan bu kadar veciz bir şekilde tanımlamaya ancak Bediüzzaman’da rastlanabilir. Max Weber’in Patrimonyal yapı olarak nitelendirdiği “memur ağırlıklı” sosyo-ekonomik yapı bu yapı, olsa ge*rek. İmparatorluk asırlarımızın sosyal ve siyasal dayatmalarının insanımızın ruh de*rinliklerine şırınga edip sindirdiği “amiriyet”, “ağalık”, “beylik” ve “paşalık” tutkuları ister istemez doğal ve verimli kazanç yol ve yöntemlerini geniş ölçüde ihmal etti*rip, “ikbal” ve “istikbal”i “devlet kapısı”nda aramalarını zorlayacaktı. Bu doğal ol*mayan yapılanmanın sonuçları ise sosyo-ekonomik alanda beklendiğinden daha “feci” olmuştur. Finalin dramatik şeklini yine Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“Maişet için tarık-i tabii (doğal yol) ve meşru ve zihayat sanattır, ziraattır, ti*carettir; gayr-i tabii (doğal olmayan) ise memuriyet ve her neviyle imarettir. Bence imareti ne nam ile olursa olsun medar-ı maişet (kazanç sebebi) edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledirler (dilenci); fakat hilebaz kısmında... Bence me*muriyete giren yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder. İşte memuriyet fil’cümle ve askerlik bi’lcümle bizde olduğu için servetimizi israf eline verip, neslimizi etrafa saçıp zayi ettik. Eğer öyle gitse idi biz de elden giderdik.” 36
Bu yaklaşımı da dikkate alarak geleceğimizi İ’la-i Kelimetullah istikametinde inşa ederken “devlet kapusu”nu geri plana iterek kendi kişisel formasyonuyla uluslar*arası ölçekte işletmeler kurabilecek genç müteşebbisleri yetiştirmek zorunda oldu*ğumuz söylenebilir.
Avf Meslek Ahlâkı’nın bir diğer “hikmet”li tarafı tüketimde “riyazi” bir tüketim kalıbının benimsenmesidir. Gerek Esnaf İslâmı gerekse Müçtehit İslâmı tüketim ve harcama konusunda her türlü savurganlık ve israftan uzak durmak zorundadırlar. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve döküm-saçım yaşantı Avf Meslek Ahlâkı’na girmez. Nitekim Bediüzzaman hem bizzat kendi hayatıyla hem de yazdığı eserlerle ümmete iradî ve aktif bir riyazi yaşantıyı tavsiye etmekte; savurganlık ve tüketim çılgınlığının kapitalizmin bir ahlâkî sapması olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Hatta bu konuyla ilgili bir eser bile telif ederek bu esere “İktisat Risalesi” adını vermiştir. Bu eserde ümmeti ısrarla israftan uzaklaştırmaya “asketik” bir yaşantı modunu benimsemeye çağırır:
“...İsraf ise, şükre zıttır, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır. İktisat ise, ni*mete karşı ticaretli bir ihtimamdır. Evet iktisat, hem bir şükr-ü mânevî, hem ni*metlerdeki Rahmet-i İlahiye’ye karşı bir hürmet, hem kati bir sûrette sebeb-i be*reket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti (insanın) hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebep*tir...” 37
Dikkat edileceği gibi Bediüzzaman insanları her türlü oburluk ve savurganlıktan uzaklaştırmak amacıyla iktisadî, riyazî ve hesabî bir davranış ve yaşantı stilinin psiko*lojik, sağlık ve sosyoloji ve ekonomik bakımdan ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaya çalışır.
Sonuç
Bediüzzaman’ın genel yaklaşımlarını esas alarak bir “medeniyet” sistemine ula*şabiliriz. Bu konuda ulaştığımız sonucu şöyle özetleyebiliriz: Bediüzzaman’a göre İ’la-i Kelimetullah safhası Müslüman ümmetin mutlaka ulaşması gerektiği ümmetsel bir tavandır. Çünkü ümmet, İslâmın izzetini ancak bu seviyeye ulaşarak koruyabilir. Bu seviyeye ulaşabilmek için de gelişmiş bir bilim ve teknolojik yapı, önemli ölçüde branşlaşmış ve yaygınlaşmış bir sanayi ve tarım sektörüne ihtiyaç vardır. İhtiyaç du*yulan bilim ve teknoloji “Müçtehid İslâmı” tarafından Kur’ân’dan “istinbat” edile*cektir. Öte yandan İ’la-i Kelimetullah safhasına ümmeti götürecek kadro olan Esnaf İslâmı ve Müçtehid İslâmı’nın referansını İslâm ve İslâmî gelenek ve kurumlar teşkil edecektir. Bu kadronun sahip olduğu meslek ahlâkını Avf Meslek Ahlâkı teşkil ede*cektir.
____________________
1 Doç. Dr. BÜNYAMİN DURAN
1955 yılında Konya-Ereğli’nin Pınarkaya köyünde doğdu. İlköğrenimini aynı köyde tamamladı. Orta ve liseyi Manisa-Akhisar’da okudu. Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve İkti*sadî ve İdari Bilimler Fakültesi mezunudur.
Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde iktisat master ve doktorası yaptı. 1985 yılında İnönü Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesinde araştırma görevlisi oldu. Aynı fakülteye 1988 yılında yardımcı doçent, 1991 yılında da doçent olarak atandı. 1993 yılında Dumlupınar Üniversitesi Bilecik İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesini kurdu. Halen aynı fakültede dekan yardımcılığı görevini sürdürmektedir.
Yayınlanmış iki kitabı ve çok sayıda yerli ve yabancı makalesi mevcuttur. Yerli ve yabancı dört enstitünün üyesidir. Evli, iki çocuk babasıdır.
2 Münazarat, s. 77.
3 Divan-ı Harb-i Örfi, s. 64.
4 Hutbe-i Şamiye, s. 102.
5 bkz. Bünyamin Duran, Sosyo-Ekonomik, s. 90 vd.
6 A. Toynbee, c. I, s. 184.
7 B. Turner, Max Weber, s. 184-185.
8 Muhakemat, s. 26.
9 B. Turner, Max Weber ve İslâm, s. 135 vd.
10 NPQ, Güz, 1991.
11 İbn-i Sa’d, Tabakat, c. I, s. 98.
12 El-Bidaye, c. III, s. 228.
13 29. Söz, 6. Temsil.
14 Mektubat, s. 495.
15 Münazarat, 77.
16 İhya-i Ulumi’d-Din, c. 4, s. 481 vd.
17 Marifetname, s. 362.
18 İbrahim Hakkı, Marifetname, sadeleştiren Fuat Başar, Kitsan, İst. 1992, s. 375.
19 Mektubat, s. 494.
20 Sözler, s. 292.
21 Muhakemat, s. 39.
22 Marifetname, s. 744-5.
23 2/269
24 Geniş bilgi için bkz: Elmalılı H. Yazır, c. 2, s. 913-929.
25 Lem’alar, s. 297.
26 B. Turner, s. 201.
27 Turner, s. 203.
28 Sözler, s. 246.
29 M. Rodinson, s. 101 vd.
30 Hutbe-i Şamiye, s. 28.
31 Bünyamin Duran, Esnaf, 1995.
32 Bu konuda geniş bilgi için bkz: Sabri Ülgener, s. 38 vd.
33 Münazarat, s. 35.
34 Münazarat, s. 49.
35 Münazarat, s. 77 vd.
36 Münazarat, Yeni Asya Yayınları, 1991, s. 77-79.
37 Lem’alar, . 129.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ: MODERN ASRIN KELÂM ÂLİMİ
MUHSİN ABDÜLHAMİD 1
Miladî 19. asrın sonlarında, bütün dünyadaki zâlim ve bozguncu güçler İslâm nurunun söndürülmesi, müntesiblerinin ondan uzaklaştırılması, beş asır boyunca Müslümanları şerefle muhafaza eden İslâm devletinin düşürülmesine yönelik plânlar kurulması noktasında birleşmişlerdi. Diğer yandan bünyenin içinden bir takım mür*tedler zuhur etmiş ve gerçek yüzlerini bu fırsatla göstermişlerdi. Böylelikle kendi propagandalarını hızla genişletmekte, insanları yanıltmak, İslâm beldelerinin düş*manlarca işgal edilmesini sağlamak için var güçleriyle çalışmaktaydılar. Bunları mil*letlerarası yahudî liderleri ve mason locaları yönlendirmekte, haçlı zihniyetine sahip devletler devlet-i İslâmiyenin düşürülmesi, şerefinin ayaklar altına alınması, kanların akıtılması, değerlerin, dengelerin ve kanunların değiştirilmesi, yeryüzünde fesat çıkarılması, münkeratın ikamesi, inkarcılığın izharı, ilhadın neşri, Müslümanların ilim ve îman medeniyetinden çıkarılarak, küfür ve tuğyan medeniyetine dönüştürülmesi için çok büyük destekte bulunmaktaydılar.
Ne var ki bu korkunç tehditler kurumuş cesedleri, donmuş fikirleri, şaşkın kala*balıkları, hezimete uğramış kitleleri harekete geçirdi. Islahçı dâvâ adamlarına, gay*yûr sadâlara, ulemânın fikirlerine ve şühêdânın kanlarına ihtiyaç hasıl oldu. Alınan her bir darbe “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlüllah” kelimesini daha da yü*celtti.
Müslüman Türkiye’deki Müslümanların bu mücadele ve cihâddan nasibi, şühedâ-i ebrârın kanlarıyla uzun asırlar boyunca, güçlü haçlı ordularına karşı ümmet-i İslâmi*yeyi, Haremeyn-i Şerifeyn, Mescid-i Aksâ gibi mübarek beldeleri korumak için İs*lâm yolunda yaptıkları büyük savaşlarda olduğu gibi, bu ümmetin şerefini yeniden yüceltme görevi olmuştu. Böylelikle doğudaki Müslüman Arapların ikinci bir Endü*lüs faciasını yaşamalarının önüne geçildi. Bu açık pencerelerin kapanmasıyla, önle*rindeki denizler kapanmış, ilerleyen ordular frenlenmiş ve bu korkunç boşluk bi*hakkın doldurulmuş oldu.
Âlemlerin Rabbi bu İslâm ümmetinin, bütün kâinata gelen semâvî risâletin son hamelelerinin ölmemesini dilemiş, onların arasından hayattaki İslâm mu’cizesini zahir bir şekilde gösteren sâdık Rabbanîler (Allah dostları), ilmiyle amel eden âlimler, ay*dınlık saçan müçtehidler, ihlaslı müceddidler göndermişti. Ta ki bu ümmeti, içine düştükleri medeniyet çöküşünden kurtarıp, fıtrî akîdeleri, şeriatin hikmetleri ve yüce ahlakıyle İslâmın şefkatli kollarına ve Rabbanî medeniyetine tekrar döndüre*bilsinler.
İşte Allah-u Teâla, bu şerefli İslâm vatanında bir çok hayırlı işleri gerçekleştir*mede büyük Üstad, şanlı İmam ve sebatkar dâvâ adamı Bediüzzaman’ı muvaffak eylemiştir.
İslâmî siyaset meydanında çok dikkatli bir yol izlemiş, zekîce davranmış, sükû*netli bir tarzı benimsemiştir. Ümmetin içinde bulunduğu şartlara mürâat ederek, hastalıkların tedavisini ümmetin en derin köklerinde bulmuş, içtimaî hayatın görün*tülerini esaslı kurallara dayandırmış, boş propaganda üslûbuyla mücadele verme ye*rine, meseleleri derin düşünce platformuna aktarmış, böylelikle zihinleri arındırmış, anlayışları tedavi etmiş, düşmanları müşahhas hale getirmiş, dağılmaya yüz tutan ümmeti yeniden şekillenmeye hazır hale getirmiştir.
Bediüzzaman îman kuvvetinden, yakînî itmi’nanından, izzet-i nefsinden, salâbet-i şahsiyesinden ve büyük cesaretinden hareketle bu yolu benimsemiştir. Her ne ka*dar kanlı savaşları idare edebilecek ve zamanın idarecilerine karşı çok şiddetli şekil*lerde karşı koyabilecek bir kişi olsa da O, böyle bir üslûbun ümmetin maslahatına uymadığını çok iyi bilmekteydi. Bu ümmetin günümüzde cereyan eden dahili çe*kişmelerinde şehidlere ihtiyacı olmadığını, bunun yerine sâdık âlimlere, ilmiyle amel eden dâvâ adamlarına, mütefekkir idarecilere öncelikle muhtaç olduğunu tam ola*rak anlamıştı. Îmanların kurtarılması, medeniyetten doğan irtidadın önüne geçil*mesi, cehâletin, haçlı aldatmacalarının, yahudî komplolarının ve münafıkane ihanet*lerin yok edilmesi için bu gerekliydi.
Akîde-i İslâmiye alanında ise Bediüzzaman, yeni zamanların mücadelelerini idare etmede kifayetli bir birikime sahip olunmadığı kanaatindeydi. Istılahlara dayalı, eski ma’rifet maddeleriyle amel edilen, ilâhiyat alanında nazarî çekişmelerle uğraşan kelâm ilmi artı miâdını doldurmuştu.
Evet, İlâhî sıfat mefhumunu hristiyanlığın teslis esaslarından uzaklaştırmak yo*lunda soyutlayıcı bir mücadele içine giren, Müslümanları mevhum bir şirkten ve geçmişteki Ravakîlerin günümüzde yeniden vücuda gelmesinden korumaya çalışan mu’tezilî mütekellimlerin metodu yeterli addedilemezdi.
Aynı şekilde, mu’tezile karşısında, İslâmın evrakıyla, teolojik tartışmalar ve ıstıl*ahlarına ait evrakın birbirine karıştırılmaması dâvâsında ana metinlerin muhafazası metodu da artık bir şey ifade etmemekteydi.
Kezâlik, günümüzün yeni mücahede sahalarında ve bu iki grubu, o günün Müs*lümanları ve toplumları arasında kabule şayan bir ideoloji olarak şekillenmiş eski ilm-i kelâm alanında nakil ve aklı uzlaştırmayla alakalı meselelerde bir orta yol sun*mak için bu ikisini birbirine yaklaştırmaya gayret eden Eş’arîlerin metodu da günü*müzde bir fayda sağlamıyordu.
Son olarak, her yönüyle cahiliyeti aksettiren maddeci medeniyetin ahlakî esasları karşısında, yeryüzüne dönüp bir takım gerçekleri düşünmeksizin seyr ü sülûka yö*nelmiş zâhid mutasavvıflar acaba durabilirler miydi? Bütün âlemi sarmış bu cahiliy*yet tuğyânına, ortalığı kasıp kavuran bozguncu esaslarına karşı nasıl bir hareket yönlendirebilirlerdi?
Günümüzün İslâmı ve Müslümanları büyük bir sabırla, bu geri kalmışlığın, me*deniyeten içine düşülen çöküşün ve zamanımız Müslümanlarının yaşadıkları îmanî zaafiyetin gölgesinde, gelişmiş bir medeniyet şuuruna ve aklına sahip ince nazarlı bir mütekellimi, bütün İslâmî ilimlere, medeniyet-i İslâmiye manzumesi ile Medeni*yet-i Garbiyye manzûmesi arasındaki mücadelenin tabiatına uygun seviyede derin bir îmanî idrake mâlik bir şahsiyeti beklemekteydi.
Allah’ın iradesi bu zamanda belirtilen vasıflara sahip bir kelam âlimi olarak Bedi*üzzaman Said Nursî’yi dilemişti. Şöyle ki:
Birincisi: Bediüzzaman, İslâm akîdesine, onun heybetine ve şeriatının yüceliğine, Müslümanların nefislerine kadar işlemiş bulunan ahlâkî nizâma yöneltilmiş fikrî mer*kezli bir taarruzun varlığını tam mânâsıyla keşfetmiş ve bunun ecnebî dairelerden başlayarak, modern materyalist fikirleri yaymaya çalışan mülhidlerin, münafıkların, masonların ve onların talebelerinin yönlendirdiği basın, yayın, kültür ve eğitim or*ganlarına kadar bir çok yönden geldiğini dile getirmiştir.
İkincisi: Mahsûstan mücerrede (somuttan soyuta) kadar bütün delillere dayanan Kur’ânî bir ilm-i kelâm ortaya koymaya çalışmış, okunan Kur’ân, görünen Kur’ân ve üçüncü Kur’ân olan ve ancak Onun (a.s.m.) gelişiyle kemâle ulaşan kâinatın en değerli meyvesi addedilen örnek şahsiyet Resûlüllah (a.s.m.) arasında mükemmel bir uygunluk şuuru ve tecrübesiyle bunu gerçekleştirmiştir.
Buradan hareketle, Bediüzzaman sadece eski ilm-i kelâmın konularıyla yetin*memiştir. Bunun ötesine geçerek, vücûd (Allah’ın varlığı) konusunda şümullü bir tarz ortaya koymuştur. Burada insan ve tabiata da yer verilmiştir. Materyalist fel*sefe nazarı açısından mezkur konuları ortaya koymada Batılı ideolojik sistemlerin tamamen karşısında modern bir kelâm sistemi vücûda getirmiştir.
Üçüncüsü: Bediüzzaman, ümmetin hüviyetini değiştirmede, derisini adeta yüz*mede, dinen, tarihen, medeniyeten ve lûgaten geçmişiyle hiç bir bağı kalmayacak şekilde sapıtmış bir kültüre ve kafir bir toplum düzenine dahil etmede önüne çıkan bütün engellere karşı gayet dehşetli yapısal tasfiye yolunu kullanıp, küfür düzenine uymayı şart koşan kuvvetli ve mağrur düşmanlar ile mağlup ve zayıf duruma düşen İslâm ümmeti arasındaki mücadelede Müslümanların kifayetli güçlerinin bulunmadı*ğını açıkça görmüştür.
Dördüncüsü: Bir tek cepheden tüm Müslümanların bu büyük taarruz karşısında dimdik ayakta kalabilmeleri için gayet cami’ ve şümullü usûlî (metodolojik) bir me*tod oluşturmaya karar vermiştir. Zira O, bu kâinatta ancak iki cephenin bulunabile*ceğine inanmaktadır; Îman ve Rahmân cephesi, bunun karşısındaki küfür ve şeytan cephesi.
Beşincisi: Üstad Bediüzzaman ma’rifet-i cüz’iyeye inanmaz ve bunu akl-ı beşerî*deki nakısaların bir neticesi olarak değerlendirir. Diyelim ki, bir Müslüman âlim ilimlerden bir ilim veya mahdûd bir ma’rifet elde etse, yahut Vücûd sırlarından bir sırra dalmış olsa, hiç şüphesiz o ma’rifet-i şümûliyeye ve kâinatla olan râbıta kanu*nuna ulaşamayacaktır. Bu durumda ise muvazenesini ve istikametini kaybedecektir.
Buradan hareketle Bediüzzaman, mukaddemeleriyle (öncülleriyle), enfûs ve âfâk âlemlerindeki neticeleriyle Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılmasının, Müslüman âlimin ve Müslüman ârifin düşüncesinde kamil bir müvazeneyi şekillendirdiğini beyan eder. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in yolu fıtrat-ı insaniyeyi yönlendirmeye, kemale yö*nelik hakkı arayan aklı, daim hayattar kalmak için çırpınan kalbi harekete geçirmeye yönelik en kısa yoldur.
Böylelikle Bediüzzaman’ın eşsiz eser Risâle-i Nur’daki metodu, nassların değişen hayatın gereklerine yönelik ele alınmasında karşılaşılan fikrî kaymalardan, beşerî an*layışlardaki avârızdan, Kitâb-ı Azîz’in ve Sünnet-i Mutahhara’nın hidayetinden uzak bulunmaktan sonuna kadar ma’sundur. Takat-ı beşeriye açısından mümkün olan en geniş dairede vücûd mertebelerini ele almaya yönelik en uzak mânâlara sirayet et*medeki üstün kudretini bu meyanda zikredebiliriz.
Altıncısı: Bediüzzaman vahy-i İlâhî ve İslâmî tarih hareketi arasını keskin bir şe*kilde ayırmıştır. Bu yönüyle O, gerçek mânâda bir müceddiddir. Şimdiki zaman ve mekanda, şimdiki medeniyet mücadelelerinde ümmetin hayatını yenilemeye gayret etmiştir. Ancak bunu Kur’ân-ı Kerim’in ve Onun Rabbânî üstadlığının yönetiminde, Resûl-ü A’zâm’ın önderliğinde, mücahid âlimlerin kitaplarına şekil veren yüce ve şerefli değerler ışığında gerçekleştirmiştir.
Bediüzzaman, insanları ne geriye dönmeye, ne de zaman-ı hazıra takılıp kal*maya çağırır. O, İslâm ümmetinin daim harekette olmasının, bütün asırlarda İslâm düşüncesinin yenilenmesinin gereğine inanır. Bir takım yahûdî, nasrânî ve modern asrın zındıkları tarafından yönlendirilen güç merkezleriyle bağlantılı materyalist dü*şüncelerden uzak, insanlığın ulaştığı medeniyet seviyesine varılması taraftarıdır.
Yedincisi: Bediüzzaman hakka ve îmana dayanan felsefeyi reddetmez. O, kâina*tın İlâhını ve Nazzâm’ını inkar eden, din-i hakkın esaslarını reddeden abesiyet üze*rine kurulu felsefeyi kabul etmez. Bu felsefeyi, dalâlet ve ilhada sapmaya, tabiatın kokuşmuş cehennemî çukurlarına düşmeye bir vesile olarak görür. Felsefenin bu şekli, hayat-ı ictimâiyede kuvveti kendine bir dayanak noktası olarak kabul eder; her şeyde menfaati hedefler; hayatta mücadeleyi bir düstûr ittihâz eder; cemaatler ara*sında unsûriyeti iltizâm eder.
Büyük Üstadımızın dediği gibi, malumdur ki, kuvvetin şe’ni düşmanlıktır; men*faatin şe’ni tezâhumdur; mücadelenin şe’ni nizâ’ ve cidâldir; unsuriyetin şe’ni adâ*vettir.
Amma felsefe-i Kur’âniye ise-tabir yerindeyse-kuvvete bedel hakkı, menfaate bedel Allah’ın rızasını, hayatta mücadele yerine teâvünü kabul eder; unsuriyet rabı*tası yerine din ve insaniyet rabıtasına bağlanır.
Bediüzzaman sadece materyalist felsefeyi reddetmekle kalmaz; aynı zamanda Eflatun ve Aristo gibi yunanlı filozofların önderliğini yaptığı, aynı zamanda yunan felsefesinin tesirinde kalan, Kur’ân-ı Kerim’i hayatta kendileri için bir üstad olarak kabul etmedikleri için en düşük îman derecesine dahi ulaşamayan Farabî, İbni Sinâ gibi talebelerinin savunduğu, eski felsefe-i İlâhiyye olarak da isimlendirilen felsefe yolunu reddetmiştir.
Sekizincisi: Bediüzzaman, Batı medeniyetinin kültürel temellerini de reddeder. Çünkü bu medeniyet, maddeciliğe yöneliktir. Bunun yanısıra O, bu medeniyetin ilmi cephesine karşı çıkmaz. Zira Onun hareket noktası, İslâm’ın Müslümanları hayat kanunlarını keşfetmek için harekete geçmeye, medeniyetin ikamesi ve ilerlemenin sağlanması için ondan istifade etmeye çağırmasıdır. Bu yüzden böyle bir hareket tarzı, güçlü toplumlar meydana getirmek için bir zarurettir. Yani Bediüzzaman, İs*lâm toplumlarının kendi îmanlarını, asâletlerini ve zâtî değerlerini korumakla birlikte, modern teknolojiler kurmaya muhtaç olduklarına inanır.
Dokuzuncusu: En sonuncu olmamakla beraber sonuncu olarak Bediüzzaman Said Nursî, sosyal değişim hareketinde anarşizme değil nizâma inanır. Tedricîliği ka*bul ederken aceleciliği reddeder. Zira bu tarz hareket, tedricîliğe dayanan kanunlar ağı üzerine kâim olan kâinatın nizâmına aykırıdır.
Bu noktanın ışığında, sosyal hayatı sarsıntıya uğratacak, her yerde şerri hâkim kılacak ve büyük tahribat meydana getirecek aceleciliğin yerine, tabandan başlaya*rak zirveye kadar devam eden fıtrî değişim kanununa bağlı bir sosyal değişimi ön*görmektedir.
Bediüzzaman değişimin ictimaî şuur, salim bir dâvâ ve sükûnetli bir hareket tar*zıyla gerçekleşeceğine inanır. Hiç şüphesiz O, İslâmî toplumun dahilinde devlete ve müesseselerine karşı silahlı bir cihadı hoş görmez. Çünkü Onun nazarına göre bu yol ancak İslâm toplumunun kötü anını kollayan haricî düşmanlarına karşı kullanılabi*lir.
Bunun yanısıra O, sopanın kullanılmasına yeni bir İslâmî toplumun binasındaki en son merhalelerde, güçlü mü’min idareciler tarafından ihtiyaç duyulabileceğini inkar etmez. Çünkü böyle bir konumda, İmam-ı Şehîd (r.a.) ve üstadımız Bediüzzaman’*ın yorumları veçhile nasihatın ve irşadın fayda vermediği anlamı çıkacaktır.
İşte büyük âlim, terbiyeci, müceddid kelâm âlimi, İslâmî ve insanî yapının ta*mamını daima ileriye doğru yönelten eşsiz ve parlak Sözleriyle keşfedebildiğimiz büyük hareket adamı Üstad Bediüzzaman budur. Aşık olduğu ve her yıl bütün ruhu ve varlığıyla kucağına sığındığı baharın şenliklerindeki bereket misali kendinden be*reket fışkıran; gaflete düçâr olmuş, düşmanları tarafından îmanlarının çalınması, kendi kültürüne yabancılaştırılması, hayat düsturlarının değiştirilmesi, sesinin yeniden gür bir şekilde yükselmemesi amacıyla plânlar kurulan mü’minlerin îmanlarını kurta*rabilmek için kaleme aldığı gayet parlak, nûrânî ve Kur’ânî risâlelerinde eşsiz sözleri bir kumandan misâli bölükler halinde sevkeden önder budur.
O halde diyebiliriz ki, Bediüzzaman’ın değişime yönelik kelâmî ve tecdidî (yenilikçi) metodu sadece muayyen bir zamanla bağlantılı, muayyen müşkilleri çö*zümlemeye dönük dönemlik bir metod değildir. Şüphesiz bu şumûllü metod, asrın diliyle, asrın hayat tarzıyla ve bu cahiliyet asrında cereyan eden asrın mücadelele*riyle uyumlu, İslâm ümmetinin hareket tarzı üzerinde gayet esaslı bir tavan teşkil etmektedir.
Geçmiş kelâmcıların ilmi, yazılan kitaplardakinden ibaretti. Ancak Bediüzzaman kitaplardan başlamış, daha sonra bunları aşarak kâinata, Kur’ân-ı Kerim’e ve Resû*lüllaha (a.s.m.) kadar ulaşmıştır. Buradan da ictimâî ve imânî hareket tarzına vasıl olarak, ifsada uğrayan insanların ıslahına çalışmıştır.
İşte mücerred ve tatbikî, mukayyed ve mutlak olarak iki ayrı ilim arasındaki bü*yük fark budur.
Allah-u Teala üstadımız Bediüzzaman Said Nursîye en geniş şekilde rahmet et*sin; sevabını bol eylesin; Onu en hayırlı bir şekilde mükafatlandırsın; Enbiyâ, mürse*lîn, şühedâ ve salihînle beraber haşretsin. Onlar gerçekten ne güzel dostturlar.
Esselâmü Aleyküm Ve Rahmetüllâhi Ve Berekâtühü.
____________________
1 Prof. Dr. MUHSİN ABDÜLHAMİD
1937’de Kerkük’te doğdu. 1959’da Bağdat Üniversitesinden mezun olduktan sonra “Bir Müfessir olarak Âlusî” adlı çalışmasıyla masterini tamamladı. “Razi’nin Tefsir Anlayışı” ile ilgili olarak hazırladığı doktora teziyle 1972’de Kahire Üniversitesinde doktorasını tamamladı. Riyad ve Fas’ta bir süre öğretim üyeliği yaptı. Halen Bağdat Üniversitesi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesidir.
Eserlerinden bazıları şunlardır:
1- İslâm Düşüncesinde Tecdid.
2- Tefsir Usûlü ve Kur’ân Tefsirinin Gelişimi.
3- İslâm Toplumunda Siyasî Muhalefet Hakkı.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN VE 20. YÜZYILDA İSLÂM DÜNYASININ SİYASASI
AHMED DAVUTOĞLU 1
I. GİRİŞ
Bediüzzaman Said Nursî’nin fikri ve içtimai hayatı ve mücadelesi İslâm Dünya*sının bu asır içinde geçirdiği değişik safhaların bir model şahsın hayatına aksetmiş hali gibidir. İslâm Dünyası bu asırda herbirisi kendi içinde teorik ve pratik bütünlük*ler oluşturan dört önemli safha yaşamıştır. 2 Birinci safha yüzyılın ilk çeyreğinden oluşan ve hilafetin yıkılışına kadar olan dönemi kapsar, ki bu dönemde İslâm Dün*yası Osmanlı hilafeti nezdinde Avrupa-eksenli Batı karşısındaki son direniş mücade*lesini yapmıştır. Sömürgeci rekabetin uluslararası ilişkileri belirlediği bu dönem İs*lâm dünyasındaki sömürge karşıtı mücadelenin teorik ve pratik yansımalarına şahit olmuştur. II. Abdülhamid’in İslâm birliği yoluyla sömürgeci baskıya direnme strate*jisi, İki Balkan Savaşı, Trablusgarp Direnişi, Birinci Dünya Savaşı, İstiklâl Harbi ve Hint-merkezli Hilafet hareketleri bu mücadelenin pratik cephesini, özellikle İstan*bul-Mısır-Hint eksenlerinde yoğunlaşan İslâm dünyasının siyasî anlamda yeniden yapılanması konusundaki teorik tartışmalar, Cemaleddin Efgani'nin şahsında somut*laşan ve çeşitlenen reform çabaları, Meşrutiyet ve Hürriyet fikirleri bu dönemin te*orik cephesini yansıtırlar.
Hilafetin kaldırılmasından II. Dünya Savaşının sonuna kadar olan ikinci dönem ise İslâm Dünyasının hem bir bütün olarak hem de parça parça sömürgeci uluslara*rası sistem karşısındaki direniş noktalarını kaybettiği bir dönemdir. Bu dönem İslâm toplumları açısından sadece bu asrın değil bütün bir İslâm Medeniyeti tarihinin en radikal değişikliklerinin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde geleneksel bü*tün siyasî kavram ve müesseseler pratik geçerliliklerini kaybetmişlerdir. İslâm Dün*yasının birlik sembolu halinde bulunan hilafet müessesesi kaldırılmış ve İslâmî pren*sip ve kurumlar ciddi bir çevreselleşme sürecine girmişlerdir. Türkiye, İran ve Af*ganistan dışındaki İslâm coğrafyası tamamıyla sömürgeleştirilmiş, bu ülkelerde ise İslâm’ın gerçek bir siyasî ve sosyal güç olma özelliğini sağlayan siyasî kültür ve ku*rumlar terk edilmiştir.
Siyasî destek ve merkezini kaybeden Müslüman topluluklar bu dönemde teorik alanda dinleri ikame etmeye çalışan modernist ideolojiler karşısında İslâm’ı sa*vunma, pratik alanda ise sömürgeci ve baskıcı idareler karşısında cemaatleşerek di*renme yolunu seçmişlerdir. Özellikle Mısır, Pakistan ve Türkiye’de yoğunlaşan ve bugün İslâmî hareketler olarak isimlendirilen cemaat yapılarının büyük çoğunluğu bu dönemin eseridirler.
Müslüman toplulukların teorik ve pratik süreklilik bağlarından uzaklaştırıldığı bu dönemdeki siyasî teori arayışları ile ilgili temel akımları üç şahsiyet etrafında üç ana yaklaşımda özetleyebiliriz: (i) Hilafetin temelini teşkil eden İslâm’ın siyasî mesajını ve belirleyiciliğini tümüyle reddeden yaklaşım ki bunun en önemli simgesi Ali Abdür*razık’ın el-İslâm ve Usul el-Hükm adlı eseridir. 3 Bu yaklaşım ortadaki çelişkiyi yok etmenin yolunu tarihî pratik ve teoriyi reddetmekte bulmuştur. (ii) Başta hilafet ol*mak üzere temel İslâmî müesseseleri reforme etmek gerektiğini esas alan yakla*şımdır ki, Reşid Rıza’nın Hilafet adlı eseri 4 bu yaklaşımın tipik bir misalini teşkil eder. Hilafetin ilgasının hemen arefesinde yazılan bu eser bir taraftan Türkiye’deki yeni rejimin saltanatı hilafetten ayırmasını haksız bir sultanın iktidarını sınırlamak ola*rak görürken, diğer yandan geleneksel kaynaklara başvurarak bu tür bir müessesi*nin bazı reformlarla birlikte mevcudiyetinin zaruretini vurgulamaktadır. (iii) Üçüncü bir yaklaşım ise siyasa meselesini genel felsefî/teorik çerçevenin içinde ele almakta ve prensipte bir yenilenmeyi ön plana çıkarmaktadır. İkbal’in İslâm’da Dinî Düşün*cenin Yeniden İnşası 5 adlı eserinde yaptığı Cumhuriyetçi Ruh’un İcma metodu ile gerçekleştirilebileceği tarzındaki yorumu bu yaklaşıma bir misal teşkil edebilir.
Dolayısıyla bu dönemde İslâm siyasasının temel teorik meselesini tarihî birikim içinde gelen kavram ve kurumların devre dışı bırakılması karşısında yeni bir çerçe*venin oluşturulması; pratikte ise siyasî merkez dışında kalmış olmanın getirdiği problemleri cemaatleşme yolu ile aşma ve sömürgeci uluslararası sisteme karşı di*renişi güçlendirme çabası olarak özetleyebiliriz.
Üçüncü dönem II. Dünya Savaşından özellikle Kıbrıs savaşı, İran Devrimi ve Afganistan cihadı ile ayrıştırılabilecek olan son çeyreğe kadar sürer ki bu dönemin özelliği sömürge devrimleri sonunda çok sayıda Müslüman ulus-devletin ortaya çı*kışı ve bunların IKÖ çerçevesinde biraraya gelme ihtiyacı hissetmeleridir. Bu ulus-devletlerin nitelikleri ve bu nitelikler içinde İslâm’ın yeri meselesi temel teorik tar*tışmaların odağını oluşturmuş, hilafet tartışmalarının yerini İslâm devleti tartışmala*rının alması da bu döneme rastlamıştır. Ulus-devletlerin dayandıkları vatandaş kim*likleri ile evrensel İslâm kimliği arasındaki uzlaşmazlıklar, bu yeni ulus-devletlerin İs*lâmî geçmişleri dolayısıyla uluslararası sistem ile girmiş olduğu çatışmalar, yine bu ulus devletlerin uluslararası sistemin yeni bir bağımsız unsurları olarak siyasî, askerî ve ekonomik hayat alanı oluşturma çabaları bu dönemin pratik problem alanlarını oluşturmuştur.
Bu asrın son çeyreğinin başlarında II. dönemde radikal bir tarzda Batılılaşma yolunu seçmiş ve İslâm’ı ve sosyal alanın dışına itmiş olan Türkiye’nin Kıbrıs konu*sunda Batı ile çatışmak zorunda kalması, İran’da Batı yanlısı Şah’ın devrilerek sosyal bir patlama ile ortaya çıkan devrimci yapılanma ve anti-Batı söylem, büyük bir sü*per gücün aczini ortaya koyarak uluslararası sistemin dayandığı iki-kutuplu yapıyı çözen Afganistan cihadı, İsrail’in militarist yayılmacılığını sosyal-temelli tepkilerle durduran İntifada hareketi, İslâm Dünyasında altmışlı yıllarda Mescid-i Aksa’ya yapı*lan tecavüz ile ortaya çıkan ortak kader ve dayanışma şuurunu güçlendirmiştir. Bütün siyasî problemlerine, ekonomik ve askerî alandaki yetersizliklerine rağmen bugün İslâm dünyası yeni ve daha büyük çaplı bir meydan okuma ile karşı karşıya*dır. Bu meydan okuma ya yeni-sömürgeci yapıların güçlendirilmesi yoluyla İslâm dünyasının hakim sistemik güçler karşısındaki konumunu daha da sarsacak ya da uzun dönemli yeni bir medeniyet uyanışının ilk dinamiklerini ortaya koyacaktır. Bediüzzaman’ın hayatı ve İslâm dünyası ile ilgili görüşleri ele alındığında hem bu dönemlerin değişik özelliklerinin yansımaları hem de bu yeni uyanışın tahayyül âlemindeki öngörüleri tebarüz etmektedir.
II. Birinci Dönem: İslâm dünyasında direniş çabaları ve Eski Said
I. Dönem ile II. Dönemi ayıran tarihî çizgi aynı zamanda Eski Said ile Yeni Sa*id’in teorik ve pratik alandaki farklılıklarını da ortaya koymaktadır. Birinci dönem*deki teorik çözüm arayışları ve pratik siyasî direniş Eski Said’in yoğun ilmî ve siyasî çabalarına da aksetmiş bulunmaktadır. Eski Said her zaman sosyal yönü ağırlık taşı*yan cevval bir çözüm arayışı içindedir. Genelde İslâm dünyasını özelde Osmanlı coğrafyasını ilgilendiren her meselenin içinde zihni ve fiilî gayret göstermiştir. Bu*nun içindir ki Bediüzzaman’ın siyasî ve içtimai görüşleri ile İslâm dünyasının genel durumu ile ilgili tesbitlerini genellikle kendisinin Eski Said olarak adlandırdığı bu dö*nemle ilgili eserlerinde bulmaktayız.
Meşrutiyetin öncesinde ve sonrasındaki konuşma ve yazıları, 31 Mart olayı do*layısıyla maruz kaldığı yargılama esnasındaki konuşmayı muhtevî İki Mekteb-i Musi*betin Şehadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfî, 1911’de Doğu aşiretleri ile sohbet*lerinden oluşan Münâzârat daha sonra Şam’da irad ettiği Hutbe-i Şamiye, esaret dönüşü Dar-ul Hikmet’te bulunduğu döneme tekabül eden Sünûhat Risalesi bu dö*nemin teorik ve pratik çabalarını aksettiren ve Bediüzzaman’ın siyasî ve içtimai gö*rüşlerini yoğun bir tarzda yansıtan temel eserlerdir. Bu eserlerdeki görüşleri me*deniyetlerarası mukayese, İslâm Dünyasının problemleri ve Çözüm arayışları altında üç başlıkta toplayabiliriz.
1. İslâm ve Batı: Medeniyetlerarası mukayese
Bediüzzaman’ın bu dönemde ortaya koyduğu fikirlerden meseleyi sadece bir si*yasî ya da tarihi bir çatışma olarak değil kapsamlı bir medeniyet mücadelesi olarak gördüğü ve bu noktadan hareketle İslâm dünyasının temel meselelerine yaklaştığı anlaşılmaktadır. Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetinin temelleri arasında yaptığı mukayese dünya görüşlerinin sosyal ve siyasî akislerini ortaya koymak bakımından son derece önemli ipuçları vermektedir.
“Çünkü (medeniyet) beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kasdı menfaattır. O ise, şe’ni teza*hümdur. Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevese teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. (...) Şeriat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) tazammun et*tiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf ede*cektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esasları emreder. İşte nokta-ı istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazundur. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür. Cihet-ul vahdet de unsuriyet ve milli*yet yerine, rabıta-i dinî vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafüdür. Hayatta düstur, cidal yerine düstur-u teavundür ki, şe’ni ittihad ve teanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniye*ten terakki ve ruhen tekamüldür. Hevayı tahdit eder, nefsin hevesat-ı süfliyesi*nin teshiline bedel, ruhun hissiyatı-ı ulviyesini tatmin eder.” 6
Bediüzzaman’ın bu mukayesesi klasik İslâm siyasî düşünce tarihinin değer-ba*ğımlı (normatif) özelliklerini aksettirmektedir. Hak, adalet, teavun gibi değerlere is*tinad eden bu düşünce sosyal değişimi tahlilden çok sosyal istikrar ve düzenin sağ*lanması için gerekli değerleri tesbite yöneliktir. İbn Haldun ve Tursun Beg gibi dü*şünürlerce dile getirilen ve hemen hemen bütün İslâm toplumlarının ortak siyasî değeri haline gelmiş olan Adalet dairesi düşüncesi, rekabet ve sınıflararası çatışma esasına dayanan ve sosyal değişimi tahlile yönelen Batı düşünce geleneğinden kesin bir tarzda ayrılır. Bediüzzaman bu mukayesesi ile İslâmî geleneği modern Batı me*deniyetinin kuvvet ve çatışma esasına dayanan sistemi karşısında tekrar yaşanabilir bir model olarak dile getirmektedir. Burada dikkat çeken husus vatan ve sınıf gibi unsurların bu geleneksel şema içinde yerini almasıdır ki Bediüzzaman bu yolla o günün nasyonalist ve sosyalist ideolojilerinin iki temel kavramını temel İslâmî değer*ler bütününü içine almakta ve bu ideolojilerin yıkıcı ve dağıtıcı özelliklerini denge*lemeye çalışmaktadır.
Bediüzzaman’ı Batı medeniyeti ile hesaplaşma sürecinde aynı dönemdeki diğer düşünürlerin yaklaşımlardan ayıran önemli bir husus da yaşadığı dönemin bütün bu*nalım ve yenilgilerine rağmen çoğu zaman doğrudan çatışmacı bir üslubu ve İs*lâm’ın-ya da Doğu’nun-nihaî zafer ve üstünlüğünü vurgulayan kararlı bir tavrı benimsemiş olmasıdır. Kimi zaman rüya, kimi zaman geleceğe müteallik öngörüler ve mânevî işaretlerle desteklenen bu kararlı ve izzetli tutum Eski Said’i yaşadığı şartların menfi havasına rağmen her zaman ümitvar olmaya sevketmiştir. Osmanlı coğrafyasının tarumar olduğu 1335 (1919) senesinde kaleme aldığı Sünuhat risale*sinin Rüyada Bir Hitabe adlı bölümü bu psikolojinin en çarpıcı yansımalarından biri*sini oluşturur.
“Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu, zail oldu ve olmalı. Garb husu*meti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir, baki kalmalı. (...) Evet ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır.” 7
Yine o dönemde Batı karşısında yenilgi psikolojisinin etkisi altında bulunan mo*dernist yaklaşımın dinî etkiyi gelişmenin önündeki en önemli engel gören varsayı*mının aksine İslâm ve doğu toplumlarının gelişmesinin ancak dinî temelde gerçek*leşebileceğini mukayeseli bir tarzda göstermeye çalışmaktadır:
“Hakikat-ı İslâmiyenin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hare*ket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteri*yor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-ı İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahuş ettikle*rini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve hercü merc içinde belalara, mağlubi*yetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sâir dinler ise bilakistir. Yani, salâbet ve taassüblarının zaafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassublarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kal*dıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.” 8 (...) “Cumhur-u Enbiya’nın Şarkta bi’seti, kader-i Ezelî’nin bir remzidir ki, Şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâm’ı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir. Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta Garba nisbetle ayrı bir hususiyete malikiz. On*lara kıyas edilemeyiz.” 9
2. İslâm dünyasındaki temel meselelerle ilgili tesbitler
İslâm’ın Batı karşısındaki akidevî üstünlüğünü ortaya koyan ve gelecekle ilgili ümidini her zaman vurgulamış olan Bediüzzaman, İslâm âleminin pratikteki zaafları ve bu zaafların giderilme yolları ile ilgili olarak da önemli tesbitlerde bulunmuştur. Bu noktada İslâm âleminin aksaklıkları ile İslâmiyet’in kendisini ayırt etmeye özen göstermektedir. Bu ayrım “hem de gördüm ki, medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyle*yen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan geri kalmış; güya İslâmiyet su-i ahlâkımızdan darılmış mazi tarafına gidiyor” 10 ifadesinde çok açık bir tarzda te*barüz etmektedir.
Âlem-i İslâm’a “gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i mebusan ve encümen-i şûra nazarıyla” 11 bakan Eski Said değişik vesilelerle İslâm dünya*sını geri bırakan hastalıkları tespit etmeye çalışmıştır. Bunlar kimi zaman topluma hakim olan genel davranış bozuklukları, kimi zaman da İslâm dünyasındaki elitin yanlış yaklaşımları şeklinde ortaya konmaktadır. Topluma hakim olan genel davra*nış bozuklukları Hutbe-i Şâmiye’de altı sınıfta toplanmıştır:
“Birincisi, ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi, ikincisi sıdkın ha*yat-ı içtimaiye-i siyaside ölmesi, üçüncüsü adâvete muhabbet, dördüncüsü ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek, beşincisi çeşit çeşit sarî has*talıklar gibi intişar eden istibdad, altıncısı menfaat-ı şahsiyesine himmeti has*retmek.” 12
İslâmiyet ve Şeriat ile Müslümanların kötü ahvali arasında yapılan ayırım elit davranışlarındaki bozuklukları ve yanlış yaklaşımları da gündeme getirmektedir:
“Asr-ı saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsâvatı bahusus o za*manda delil-i kat’îdir ki, Şeriat-ı garra müsâvatı ve adaleti ve hakiki hürriyeti cemi revabıt ve levazımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Selâhad*din-i Eyyubî âsarı bu müddeaya delil-i alenîdir. Buna binaen katiyyen hükmediyo*rum: Şimdiye kadar noksaniyetimiz ve tedenniyatımız sûi ahvalimiz dört sebep*ten gelmiş: 1. Şeriat-ı garrânın adem-i mürâât-ı ahkâmından; 2. Bazı müdâhinle*rin keyfemâyeşâ sû-i tefsirinden; 3. Zâhirperest âlim-i câhilin, veyahut câhil-i âli*min taassubat-ı nâ-be mahallinden; 4. Sû-i tali’ cihetiyle ve sû-i intibah tarikiyle müşkilüttahsil olan Avrupa mehasinini terk ederek çocuk gibi heva ü hevese mu*vafık zünub ve mesavi-i medeniyeti tuti gibi taklittendir ki, bu netice-i seyyie zü*hur ediyor.” 13
3. İslâm dünyasındaki bunalıma karşı çözüm arayışları
A. TEMEL PRENSİPLER:
a. Kendine güven duygusu: Bediüzzaman’ın bu bunalımlardan çıkış reçetesi ferdden İslâm âlemine doğru gelişen iç içe halkalar şeklinde düşünülebilir. Ferdî planda en çok vurguladığı husus Müslümanların kendine güven duygusunun tam bir psikolojik yenilenme ile takviye edilmesidir. İslâm âleminin büyük bunalımlar ve yenilgiler yaşadığı bir dönemde Eski Said bütün risale ve konuşmalarında yeise karşı ümidi tavsiye etmektedir. Gerçekten toplumları bunalım dönemlerinde ayakta tuta*cak ve gelecek için mücadelelere yöneltecek en önemli psikolojik temel kendine güven duygusudur. Eski Said Müslümanların tek tek ferd olarak bu psikolojik direnç temelini kaybetmemeleri için kimi zaman akidevî esasları kimi zaman tabiî olayları kimi zaman da mânevî öngörüleri devreye sokmaktadır. “İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak ve hâkim hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebilere mü*şevveş bir mâzi düşmüş” 14 diyerek kader inancını dinamik bir psikolojik direnç odağı haline dönüştüren Bediüzzaman “her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaal*lah. Hakikat-ı İslâmiye’nin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi Rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.” 15 diyerek sıradan insanların dahi her gün gözledikleri tabiî olaylardan hareketle Müslüman kitlelerin gelecekle ilgili ümitlerini ayakta tutmaya gayret etmiştir. Ümid ve kendine güven duygusu konusu o derece önemle ele alınmıştır ki, I. Dünya Savaşı sonundaki felaketler bile gele*cekteki başarılar ve İslâm Birliği için delil olarak değerlendirilmiştir:
“Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazen saadette felaket olduğu gibi, felaket*ten dahi saadet çıkar. Eskidenberi i’la-yı kelimetullah vle beka-yı istiklâliyet-i İslâm için kendini yekvücud olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâm’ın saadet-i müstakbele*siyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, may-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulade ta’cil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse bağıracaktır. Şayet ölsek; yirmi öle*ceğiz üç yüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra mey*danda dirilenler var. Biz bu mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i muvakkata kaybettik. Fakat bir saadet-i âcibe-i müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î, müthevvil ve mah*dut olan hâli, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.” 16
b. Hürriyet ve Meşrutiyyet: Bediüzzaman’ın düşünce sisteminde ferd-toplum ilişkisini kuran temel unsur ise bu psikolojik yenilenmenin ve kendine güven duygu*sunun sosyal ve siyasî katılım haline dönüşmesini sağlayan hürriyet fikridir. Yeni Said döneminde bu temel prensibe verdiği önemi “en ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan hürriyetimdir” 17 ve “ben ekmeksiz yaşarım hür*riyetsiz yaşayamam” 18 diyerek ifade eden Bediüzzaman “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Aleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek ge*rektir. Demek ne kadar imâna kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bu*lur” 19 diyerek akide ile hürriyet arasında doğrudan bir ilişki kurmak suretiyle Ba*tıya mal edilen hürriyet fikrinin gerçek anlamıyla İslâm akidesinde değerini kazan*dığını göstermektedir.
İman, hürriyet ve hukuk kavramları arasında kurduğu mantıkî ilişki Bediüzza*man’ın siyasî görüşlerinin ve ferdin siyasî katılımının temelini oluşturur:
“Zira Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezel*lül ve tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hu*kukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-ı imaniyesi bırakmaz. Evet bir padi*şahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biça*reye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mü*kemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...” 20
Hürriyet ile iman arasında kurduğu ilişkiyi istibdat ve tahakküm karşısındaki en önemli engel olarak görmesi Bediüzzaman’ın Meşrutiyet hareketini desteklemesin*deki en önemli amildir. Bu gerçek Divan-ı Harb-i Örfî’de de dile getirilmiştir:
“Avrupa bizdeki cehalet ve taasub münasebetiyle, Şeriatı-hâşâ ve kellâ-is*tibdada müsait zannettiklerinden nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzib etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade Şeriat namına alkışla*dım.” 21
Bu açıdan hüriyet, İslâm toplumlarının hem iç siyasî yapıları için hem dış ilişkile*rindeki istiklalleri için mutlak bir zaruret olarak görülmektedir:
“Asya’nın ve Âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkisinin birinici kapısı meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. (...) Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeye bir çâre-i yegânedir.” 22
Bu tesbitten de anlaşılacağı üzere hürriyet, hukuk ve meşruiyyet ile denetim al*tına alındığı ölçüde siyasî yapının ve içtimaî terakkinin temel prensibidir, çünkü “nâ*zenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır” 23 ve “hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki ne nefsine ne gayriye zararı dokunmasın.” 24
Bediüzzaman’ın hüriyetin meşruiyyet ve carî hukuki sınırlar içinde kullanılması hususundaki fikri siyasî pratiğine de aksetmiştir. Selanik’te Meşrutiyet’in üçüncü gü*nünde yaptığı konuşmada “hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın, zira hürriyet, mürâat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder” 25 diyerek meşrutiyetçileri meşruiyyet sınırları içinde kalmaya dâvet eden Eski Said aynı ikazı Ayasofya Camiinde mebusana hitaben yapmıştır:
“Meşrutiyeti meşrûiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur.” 26
Meşruiyyet temelindeki bu ikaz 31 Mart olaylarında isyancı askerlere karşı da dile getirilmiştir. 27
c. İslâm milliyeti ve kimlik meselesi:
Eski Said’in siyasî görüş ve tekliflerine temel teşkil eden diğer önemli bir pren*sip de kimlik meselesi ile ilgilidir. Osmanlı’nın son döneminde devleti yeniden dü*zenlemek için ortaya atılan Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük akımlarının herbiri ayrı bir kimlik vurgulaması yapmaktaydı. Balkanlardaki gayrimüslim unsurların is*yanlarından sonra Osmanlıcılık fikri etkisini büyük ölçüde kaybetmiş bulunuyor*du. 28 Yirminci asrın başlarındaki temel farklılaşma İslâmcılık fikrinin dayandığı dini kimlik ile Türkçülük ve diğer milliyetçilik cereyanlarının dayandığı milli kimlikler arasındaydı. Milliyetçilik akımlarının çözücü etkisini gören Eski Said bir taraftan bu iki kimlik arasında bir uyum ve hiyerarşi kurmaya çalışmış, diğer taraftan İslâm ide*aline hizmet etmiş milli kimlikleri değişik vesilelerle övmüş ve birleştirici İslâm kimli*ğinin parçaları olarak telakki etmiştir.
Din ve milliyet arasındaki birlik İslâm kimliğinin kimlik hiyarşisinin en üstünde yer almasını gerekli kılmaktadır. Bu aynı zamanda milliyetçi kimliği temel alan Batı toplumları ile dini ile milliyeti ayrılmaz bir bütün haline getirmiş olan doğu toplum*ları arasındaki en önemli farktır. Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine refakati esna*sında hamiyet-i diniye ve hamiyet-i milliyet konusunda kendisine yöneltilen soruya Eski Said’in verdiği cevap bu konudaki tavrını çok iyi özetlemektedir:
“Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehittir. İti*barî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine bir*birinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avâm ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine-yani, menâfi-i şahsiyesini millete feda edene-has kalır. öyle ise hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hâdim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan, biz şarklılar garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser En*biyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, te*rakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir burhan-ı kat’îsidir. (...) Hami*yet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla meczolmuş ve kebil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye en kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetu’l vuskadır. Tahrip olmaz, mağlup olmaz bir kudsî kal’adır.” 29
Bediüzzaman Yeni Said döneminde Eski Said lisanıyla yazdığını ifade ettiği Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasında da bu temel fikrini sürdürmüş ve özellikle Türklere hitap ettiği kısımda Türkler arasındaki bu kimlik özdeşleşmesine dikkatleri çekmiştir:
“Türk Milleti, anâsır-ı islâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sâir unsurlar gibi müslim ve gayrimüslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmış*lardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem Müslim hem de gayri*müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil.” 30
Milliyetçiliğe bir üst kimlik olarak şiddetle karşı çıkan Bediüzzaman aynı zamanda fikr-i milliyetteki gücün müsbet bir şekilde ve üst kimlik olan İslâm kimliğinin em*rinde kullanılabileceğini ifade etmektedir:
“Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani var; gafletkârâne bir lezzet var; şe*âmetli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olan*lara, fikr-i milliyeti bırakınız denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. (...) Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihti*yac-ı dahilisinden ileri geliyor; teavüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade te’yid edecek bir vâsıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet; İslâmiyete hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli.” 31
Bediüzzaman’ın Eski Said lisanıyla daha sonraki dönemlerde ifade ettiği bu an*layış ve ayrım Eski Said’in siyasî yaklaşımında ve pratiğinde de kendini göstermek*tedir:
“Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-ı cinsiye ile intiaşe gelir ki, tea*rüfla teavüne sebeptir. Veya menfidir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.” 32
Yeni Said döneminde Eski Said lisanıyla “Dessas Avrupa zalimleri, bunu (fikr-i milliyeti A.D.) İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp on*ları yutsunlar” 33 diyen Bediüzzaman Eski Said’in yaşadığı bu asrın ilk çeyreğinde bu parçalanmanın önüne geçmek için büyük çaba sarfetmiştir. Meşrutiyet’in ilanını müteakib ortaya çıkacak menfî milliyetçilik hareketlerinin çözücü etkisine karşı İslâm milliyeti fikrini diri tutmaya çalışmıştır:
“Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka bir*şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevaif-i müluk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük...” 34
Daha sonra irad ettiği Şam hutbesinde de özellikle Türkler ve Araplar arasında ekilmeye çalışılan düşmanlık tohumlarına karşı İslâm milliyeti anlayışının birleştiricili*ğine çağrıda bulunmaktadır:
“Hürriyet-i şeriyye ve meşveret-i meşrua hakiki milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyle, o İslâmiyet milliyetinin sa*defi ve kal’ası hükmünde Arap ve Türk hakiki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nö*bettarıdırlar. İşte bu kudsî milliyetin rabıtâsıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâ*miye ile mürtebit ve alakadar olur.” 35
Eski Said İslâm milliyeti ve birliği ile akaid arasında da doğrudan bir ilişki kurarak İslâm kardeşliği ve birliği konusunda çalışmayı dini bir vecibe olarak görmektedir. Bu yaklaşım Müslümanların tek bir kimlik etrafında birleşmeleri gerektiğini ortaya koymakta ve İslâm birliği fikrinin dinî vecibe anlamında teorik temelini belirlemek*tedir:
“İttihad-ı İslâm hakikatında olan İttihad-ı Muhammedî’nin (a.s.m.) cihet-ul vah*deti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de imandır. Müntesibîni, umum mü’min*lerdir. Nizamnamesi sünen-i Ahmediyyedir (a.s.m.). Kanunu, evamir ve nevâhi-i şer’iyyedir. Bu ittihad; âdetten değil ibadettir. İhfa, havf; riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâmdır.” 36
Bediüzzaman’ın bu milliyet anlayışı hürriyet fikri ile birlikte İslâm dünyasının sö*mürgecilik karşısındaki direniş ve istiklal mücadelesine de ışık tutacaktır:
“Eğer siz sahfie-i efkârı okusanız, tarîk-i siyaseti görseniz, huteba-i umumî olan-doğru konuşan-cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindis*tan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin gale*yanıyla, âlem-i İslâmın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acîb ve te*rakkî-i fikrî ve teyakkuz-u tam intâc etmiştir ki, bahasına yüz sene verse idik yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin nuranîsi tecelliye başladı.” 37
Gerçekten de sömürge karşıtı milliyetçilik hareketleri İslâm kimliği ile güç ka*zanmış ve daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan İslâm birliği fikirlerine zemin hazır*lamıştır. Sömürge ve Batı-karşıtı hareketler kimlik arayışlarını genellikle İslâm kim*liği etrafında sürdürmüşlerdir.
B. SİYASÎ MÜESSESELERİN İHYA VE ISLAHI:
İman ve kendine güven prensipleriyle psikolojik altyapıyı güçlendirmeye, hürri*yet ve meşruiyyet prensipleriyle ferdin sosyalleşme sürecini ferd-toplum dengesi içinde geliştirmeye çalışan Bediüzzaman, bu prensipler çerçevesinde meşverete dayalı yeni bir siyasi iletişim ağı kurmaya, hilafet ve meşihat gibi müesseseleri bu çerçevede islah etmeye gayret etmektedir.
Ona göre meşruiyyet ile denetim altına alınan hürriyet, siyasî iletişim ağının te*meli olan şûrâ müessesesinin ön şartıdır. Âlem-i İslâm’ın istikbaldeki terakkisi için ilk şart olarak değerlendirilen meşru hürriyet aynı zamanda şûrâ ve hakimiyet meka*nizmaları ile doğrudan irtibatlıdır:
“Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır. (...) Şimdi hakimiyet-i İslâmiyye, âlemde, bahusus bundan sonra Asya’da hüküm*fermâ olduğu halde herbir ferd-i Müslüman hakimiyetin bir cüz-ü hakikisine mâlik olur.” 38
Şûrâ ve hakimiyetin cüz-ü hakikisi konusunda Bediüzzaman siyasî ve sosyal katı*lım ile ilgili olarak klasik dönem İslâm siyasî düşüncesinin boyutlarını aşarak yeni bir takım unsurlar getirmiştir. Halife’nin ferdî siyasî hakimiyetinden, Müslümanların ha*kimiyetin bir cüz-ü hakikîsine malik olmaları suretiyle hakimiyetin toplum katmanla*rına yayılması gerektiği görüşüne geçiş, gayrimüslimlerin klasik ehl-i kitap huku*kundan vatandaş hukukuna geçerek şûrâ mekanizmasına eşit olarak katılmaları gibi konular bu yeni unsurlar arasında özellikle tebarüz etmektedir. Bediüzzaman İslâm birliği ve Müslümanların siyasî hakimiyeti fikrini savunmakla birlikte gayrimüslimlerin siyasî katılım ve idare içinde yer alışlarını şeriat nokta-ı nazarından mümkün gör*mektedir. Buradaki en önemli yenilik pratik siyaset mekanizmasının işleyişinin inanç-bağımlı bir olgu olmaktan çok bir sanat olarak değerlendirilmesi ve bu çerçevede gayrimüslimlerin görüşlerine itibar edilmesi gerektiği fikridir:
“Saatı yapmakta veyahut makineyi işletmekte sanatkâr bir Haço veya Ber*hamın reyi muteberdir. Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusândaki mesalih-i siyâsiyye ve menâfi-i iktisâdiyye dahi ekseri bu kabilden olduğundan reddetme*mek lâzım gelir.” 39
“Daire-i itikadı, daire-i muamelata karıştırmamak” 40 görüşüne dayanan bu yaklaşım Osmanlı’nın son döneminde geliştirilmeye çalışılan vatandaşlık kavramını şer’an tezkiye etmektedir.
Hakimiyet konusuna getirilen yeni yaklaşım da hükûmeti bir hizmet yeri olarak değerlendirmekte ve amaç-hükûmet fikrinden araç-hükûmet fikrine doğru bir kaymayı beraberinde getirmektedir. Bu çerçevede gayrimüslimlerin vali ve kay*makam olmalarında da bir sakınca yoktur, çünkü “meşrutiyet, hakimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayrimüslimler reis olamaz, fakat hizmetkâr olur.” 41
Bu durum fıkhî hükümlerin yeni siyasî çerçeveler içinde nasıl tekrar gözden ge*çirildiğinin bir misalidir. Bazı zaruretler ve ihtiyaçlar hükümlerde ve kurumlarda ciddi değişiklikleri beraberinde getirmektedir, çünkü “ihtiyaç her işin üstadıdır” 42 Bediüzzaman:
“Saltanat ve hilafet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzattır. Cihet muhteliftir. Bina*enaleyh, bizim padişahımız hem sultandır, hem halifedir ve Âlem-i İslâm’ın bayra*ğıdır. Saltanat itibarıyle otuz milyona nezaret ettiği gibi, Hilafet itibarıyle üç yüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin makes ve istinadgâh ve medetkârı ol*mak gerekir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil eder.” 43 diyerek hilafet ve saltanatın bir elde toplanması konusundaki geleneksel görüşü tekrar etmekle birlikte özellikle hilafet müessesesinde şûrâya dayalı ciddi bir yenilenmenin zaruretini vurgu*lamaktadır.
Ona göre İslâm dünyasının canlanması ve ayağa kalkması için hilafet müessese*sinde bütün İslâm âleminin katılımını sağlayacak bir düzenlemenin yapılması kaçı*nılmazdır:
“Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu meşihat-ı İslâmiyye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâm’a şamil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle değil koca âlem-i İslâm’ın belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba hem makes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin.” 44
Hilafet müessesesinde yapılacak en önemli yenilenme şûrânın ve bu şûrânın oluşturduğu şahs-ı mânevînin hakim mevkiine gelmesidir. Meşihat’ın gerçek gücüne kavuşması ancak bu yolla olabilir. Şûrâ mekanizmasının ve bu mekanizmadan gü*cünü alacak olan bir şahs-ı mânevînin hakim olması gerektiği doğrultusundaki gö*rüşleri Bediüzzaman’ın bu asrın ilk çeyreğinde hilafet müessesesini yeniden düzen*leyerek İslâm birliğini sağlama çabalarına yaptığı özgün bir katkıdır.
Bu görüş fıkıh usulüne de yeni boyutlar getirmektedir. İçtihadın ve hilafeti meşru kılan bey’atın ferdîliği yerine ruh-u cemaat, şahs-ı mânevî gibi daha anonim ve soyut kavramlara yönelinmiş olması, 19. yüzyılda anonimleşen ve soyutlaşan devlet ve hakimiyet kavramları ile İslâmî müesseseler arasında yeni ve özgün bir bağ kurma çabası olarak değerlendirilebilir:
“Eski zamanda değiliz. Eskiden hakim bir şahs-ı vahid idi. O hakimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ie zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaattan çıkmış az mütehas*sis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücenis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Ta ki sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhi de olsa, ce*maatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sö*nük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor. Hatta diyebi*liriz ki, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lakaydlık ve içtihadtaki fevza, meşihatın za’fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü hariçte bir adam reyini, ferdiyete içtihad eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûrâya istinad eden bir şeyhul-İslâm’ın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır. Her müstaid çendan içtihad edebilir, lakin içtihadı o vakit düstur-ül-amel olur ki, bir nevi icma veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir şeyhul-İslâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrada daima icma ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-ı ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.” 45
Bediüzzaman, hilafetin ilmî meşveret yolu ile güçlendirilmesinin Darul Hikmetil Aliyye’nin yeniden düzenlenmesi suretiyle gerçekleştirilebileceğini ifade etmekte ve bu tür bir şûrâ müessesesinin kurulamaması halinde İstanbul hilafetinin merkez olma şansını kaybedeceğini ifade etmektedir:
“Şöyle bir şûrâya ihtiyaç şedittir. Merkez-i hilafette tesis olunmazsa, bizza*rure başka yerde teşekkül edecektir. Bu şûrânın bazı mukaddematı olan cemaatı-ı İslâmiyye teşkilatı ve evkafın meşihata ilhakı gibi umurun daha evvel tahakkuku münasip ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat izhar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdut, hem muhtelit olan ayan ve mebu*sanın vazife-i resmiyeleri itibarıyla bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek halis İs*lâm bir şûrâ lâzımdır.
“Birşey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilemezse atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için tesis edilen Dârul-hikmetil-İslâ*miyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, meşihattaki devairin rü*esasıyla beraber şûrânın âzâ-yı tabiiyesi addetmek ve hariçteki âlem-i İslâmdan, şimdilik on beş yirmi kadar İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ulemasını celbeylemek, bu mesele-i uzmanın esasını teşkil eder.” 46
Bediüzzaman’ın sadaret ile hilafet müesseseleri arasında yaptığı mukayeseler, Osmanlı sınırlarında hükümran olan sadaret ile bütün âlem-i İslâm’ı temsil mevkiin*deki hilafet kurumu arasındaki mesuliyet uyumsuzluğunun getirdiği sonuçları ortaya koyması bakımından çok önemlidir. Gerçekten siyasî otoritenin fiilen ulaşamadığı bölgelerdeki Müslümanların İslâm birliğini temsil eden hilafet müessesesi ile kura*cağı ilişkilerin niteliği o dönemin en önemli meselelerinden birisidir.
Hilafet müessesesini işletmenin teorik zorunluluğunu ve sömürgecilere karşı sağladığı uluslararası siyasî avantajlarını gören Osmanlı idarecilerinin temel pratik sorunu ellerindeki siyasî güç ile yani sadaret ile İslâm coğrafyasının tümünü etki al*tına alacak bir siyasî iradeyi ortaya koyamamış olmalarıdır. Sultan II. Abdülhamid Han’ın çok yönlü diplomasi ile nisbeten ortadan kaldırmaya çalıştığı bu siyasî güç (sadaret)/mesuliyet alanı (hilafet) dengesizliği İttihad Terakki yöneticilerince I. Dünya Savaşı’nda askerî yollarla kaldırılmaya çalışılınca savaşı müteakib önce sada*ret sonra da hilafet müessesesi tarih sahnesinden silinmiştir. Siyasî güç ile dini me*suliyet alanı arasındaki dengesizliğin ve tutarsızlığın ortaya çıkaracağı sonuçlar ko*nusuna I. Dünya savaşı sonlarında İstanbul’da bulunduğu dönemde dikkatleri çeken Bediüzzaman bu anlamda daha sonra ortaya çıkacak gelişmelerle ilgili önemli işaret*lerde de bulunmuştur:
“Sadaret, meşihat iki cenahdır. Şu devlet-i İslâmiye’nin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatın*dan insilah eder.” 47
III. İkinci Dönem: İslâm dünyasındaki siyasî-dinî otoritesizlik ve Risale-i Nur
Bediüzzaman’ın Eski Said ile Yeni Said dönemleri arasında yaptığı ayrım aynı zamanda İslâm dünyasının birinci dönemi ile ikinci dönemi arasındaki ayrımı yansıt*maktadır. Birinci dönemde Eski Said olarak İslâm âleminin ihtiyaç hissettiği siyasî reformlar için aktif siyaset içinde yer alan Bediüzzaman ikinci dönemde Yeni Said olarak tam bir siyasî fetret dönemine girmiş İslâm âleminin siyasî yapısını yeniden kurmaktan çok bir İslâm bireyinin imanını yeniden inşa ederek bu bireyden bir İs*lâm cemaati çıkarmak gayreti içine girmiştir. Bu gayreti, hür siyasî otorite anla*mında Medine’sini kaybetmiş bir şahs-ı mânevînin yanlış Medine’lerin siyasî çarkları içinde çabalamaktansa yeni bir Medine kuracak olan Müslüman bireyin Mekke ima*nını ve cemaat ruhunu ihya etme tercihi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla Yeni Said’in ikinci dönemde siyasetten uzaklaşması-Ali Abdurrazık’ın yaklaşımında ol*duğu gibi-İslâm dinini siyasî ve sosyal kapsamlılıktan ayrıştırma tavrı olarak değer*lendirilmemelidir. Bu anlamda Bediüzzaman hem İslâmî kapsamı daraltan Ali Ab*durrazık’ın tavrından hem de kurumsal yenilenme çözümleri peşindeki Reşid Rıza’*nın tavrından ayrılmaktadır. Bazı hususlarda İkbal ile yakınlaşmaktaysa da bireyin imanını yeniden kurmak konusundaki ısrarı ile onun tavrından da farklılaşmaktadır.
Felsefe temelli ideolojilerin siyasî sistem üzerindeki etkilerinin arttığı bir dö*nemde Bediüzzaman’ın bireyin imanını kurtarmak konusuna verdiği önem, temel çözümü müessesevî yenilenmelerden çok bireyin imanının müdafası yoluyla her Müslümanı ideolojik-temelli Batı yayılmacılığına karşı bir direniş odağı haline getir*mekte gördüğünü ortaya koymaktadır. Bu tesbit ve tavır da İslâm âleminin o dö*nemki genel durumu ile uyum içindedir. Coğrafi ve siyasî direniş noktalarını kaybe*den bir medeniyet bu dönemde birey ve cemaat ölçülerinde direnişe geçmiştir ki Bediüzzaman’ın Eski Said ve Yeni Said dönemleri İslâm âleminde yaşanan bu genel halin bir model şahsiyetin hayatındaki yansımaları olarak değerlendirilebilir.
Ona göre İslâm dünyasının temel meselesi bireyin imanını takviyedir ve hayat ile ilgili meselelerin çözümü ancak bu temel meseleye irca ile sözkonusu olabilir:
“Bu zamanda, öyle fevkalade hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için faraza hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu za*manda gelseydi; harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için, siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum. Hem üç mesele var; biri hayat biri şeriat biri iman. Hakikat noktasında ve en mühimmi ve en âzamı iman meselesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hâl-i âlem ilca*atında en mühim mesele, hayat ve şeriat göründüğünden; o zat şimdi olsa da, üç meselenin birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev’i beşer*deki câri olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en âzam meseleyi esas yapıp öteki meseleleri esas yapmayacak; ta ki iman hizmeti, safvetini umumun nazarında bozmasın ve avâmın çabuk iğfal olunan akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.” 48
Bütün coğrafyası sömürge haline gelmiş İslâm âleminin din karşıtı ideolojiler karşısındaki konumunun ancak bireylerin imanının kuvvetlenmesinden geçtiğini gö*ren Yeni Said, dünyanın siyasetine karşı lakayd kaldığı yönündeki tenkitlere verdiği cevapta siyasî ve içtimai yolun bir bataklığa girdiğini dolayısıyla mücadelenin o ba*taklıktakileri Kur’ân’ın nuru ile aydınlatmak suretiyle verilmesi gerektiğini ifade et*mektedir:
“Kur’ân-ı Hakim’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden menetti. Hatta düşünmesini de buna unutturdu. Yoksa bütün sergüzeşt-i hayatım şahid*dir ki, Hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı, korku elimi tutmuş menedememiş ve edemiyor. (...) Hayat-ı beşeriye bir yoldur. Şu zamanda Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor.” 49
Siyaset yoluyla hizmeti imana nisbeten onuncu derecede gören Bediüzzaman bu bakış açısını hem teorik hem de pratik gerekçelerle desteklemektedir:
“Amma kader-i İlâhinin vech-i adaleti şudur ki: Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsiyle tezahür eden fevkalade imanî hizmetlerin ehem*miyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avâmın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına râcih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılâpçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihe*tinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuha*tına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyük*tür.” 50
Bediüzzaman’ın bu dönemde siyasetten kaçınmasının sebebi Müslümanların İs*lâm’ı ferdi olarak yaşayıp toplum hayatından uzak kalmaları gerektiği gibi bir anlayış değil câri siyasî hayatın dayandığı prensiplerin onun ahlâkî anlayışı ile uyuşmama*sıdır:
“Evet bu zamandaki siyaset, kalpleri ifsad edip, asabi ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-ı ruh isteyen adam siyaseti bırakmalı.” 51
Aksine bu dönemdeki diğer Müslüman toplumlarda siyasî desteğin ortadan kalkması ile birlikte doğan cemaatleşme gereğine katılmakta ve dönemi bir cemaat dönemi olarak görmektedir:
“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı mânevîye göre olur. Maddî ve ferdi ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.” 52
Eski Said döneminde hilafet müessesesini islah ile İslâm dünyasının bir merkez etrafında birliği fikrini savunan Bediüzzaman bu yeni dönemde Dar-ul İslâm ve hila*fetin alternatif dünya düzeni olma noktasındaki son direniş noktalarını kaybetmesine paralel olarak İslâm birliğini mânevî bir birliktelik alanı olarak görmektedir. Siyasî alandan uzaklaşması bu mânevî birlikteliğe verdiği önemi azaltmamıştır. Denizli mahkemesindeki savunmasında İslâm birliğine yaptığı atıf bu noktayı ortaya koy*maktadır:
“Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz mil*yon dahil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve ‘muhakkak Müslümanlar kardeştir’ kudsî programıyla birbirinin yardımına, duala*rıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam ce*miyetin efradındanız ve hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imani hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i münferitten kurtarmaktır. Sâir dünyevî ve siyasî ve entrikalı ce*miyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.” 53
IV. Üçüncü Dönem: İslâm dünyasının hürriyet mücadelesi ve Üçüncü Said
İslâm dünyasında sömürge-karşıtı hürriyet hareketlerinin yoğunlaştığı, Türkiye’*de ise çok partili hayatla birlikte din ve düşünce hürriyetinin genişlediği bu asrın üçüncü döneminde ikinci dönemde siyasî olaylardan ve gelişmelerden özellikle uzak kalmayı prensip edinen Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının meseleleri ve Türkiye’nin bu dünya içindeki yeri ile ilgili daha çok kanaat beyan etmeye başladığını görmek*teyiz.
İslâm dünyasının bu asır içindeki genel seyri ile Bediüzzaman’ın hayat çizgisi arasındaki paralellik burada da göze çarpmaktadır. Bediüzzaman’ın Afyon dönemi olarak adlandırması 54 da bu paralelliğin çok ilginç bir göstergesidir:
“İki-üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yûşa dağına çıkarıp İstanbul’un, Dârul Hikmet’in câzibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp hatta İstanbul’da bulunan Nurun birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acîb inkılâ*bat-ı ruhînini bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum.” 55
Devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı tebrik etmesi dolayısıyla yaptığı ifşaatta özellikle İslâm dünyasına atıfta bulunması ve Türkiye’deki yeni yönetim ile İslâm dünyasındaki yeni hürriyet hareketleri arasında bağ kurması çok daha aktif bir tavrın tezahürüdür. Kendi ifadeleriyle “siyaset dünyasına tekrar bakma”ya başlamıştır:
“...Ben de beş on günde iki-üç defa siyaset dünyasına baktım. Acîb bir hal gördüm. Müdafaatımda dediğim gibi istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile ha*reket eden bir cereyan-ı zındıka masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle iş*kencelerle ezmeye çalışmış. Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan bu va*tanda tezahüre başladığını gördüm. (...) Bu defa bir kaç gün zarfında ahrarların başına geçip milletin mukadderatına sahip çıkması sebebiyle Reis-i Cumhuru ve Heyet-i Vekile’yi tebrik ile beraber bir hakikatı ifşa ediyorum; şöyle ki: (...) Evet biz dini siyasete alet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mu*taassıbane dinsizliğe alet edenlere karşı; bizim siyasete bakmamıza mecburiy*yet-i kat’iyye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine alet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun. Elhasıl: Bize işkence edenlere, siyaseti asabiyetle dinsizliğe alet etme*lerine mukabil; biz de siyaseti dine alet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin sa*adetine çalışmışız.” 56
Bediüzzaman bu yeni dönemde Türkiye’deki yeni yönetime iç politikada dine açık, dış politikada İslâm birliğine yönelik bir siyaset teklif etmekte ve bu teklifini Türkiye’nin yeni dünya konjuktürü içindeki yeri ile irtibatlandırmaktadır. Bu yeni si*yasetin üç temel mevcudiyet sebebi dikkatleri çekmektedir. Birincisi dini şuurlan*manın asırlar boyu Türkiye aleyhine gelişen yayılmacı Rus siyasetinin yeni ideolojik aracı konumundaki komünizmin yayılmasının önündeki en önemli engel olması, ikincisi ise Rusya içindeki Müslümanlar ile kurulacak iman bağının Rusya karşısında dengeleyici bir unsur olarak elde tutulmasıdır:
“Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, her şeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem, ta’cil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünkü bu tasdik ile Rusya’daki kırk milyona yakın Müslümanı, hem dört yüz milyon âlem-i İslâmın mânevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber komünistin mânevî tahribatına karşı şimdiye ka*dar Rus’un Amerika ve İngiliz’e karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetin*den dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur’âniye ve imaniyedir. Öyle ise, bu vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur’ânî yapılması lâzım ve elzemdir.” 57
Bu yeni siyasetin üçüncü sebebi dünya siyasetindeki yeni dengelerin komünist tehdit altındaki Batılı büyük güçleri İslâm birliği düşüncesine karşı çıkmamaya zor*lamasıdır:
“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur’ân’ın hakikatla*rına sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i, az bir zamanda komünistliğe çeviren musi*bet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-ı Kur’âniyedir. Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi; şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuv*veti hakaik-i Kur’âniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdilik komünistlik ve anarşistlik çıktığı için; hem Amerika hem Avrupa devlet*leri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdular.” 58
Bediüzzaman bu yeni konjonktür ve siyaset çerçevesinde ilk dönemde dile ge*tirdiği türde islah tekliflerini de gündeme getirmiştir. Devlet mekanizması içinde sı*radan bir memurluk durumuna indirgenmiş olan Diyanet’in bütün İslâm dünyası ile ilgili misyon üstlenebilecek bir yapıya kavuşturulması düşüncesi bu yeni yaklaşımın en tipik misalidir:
“Diyanet dairesi, meşihat-ı İslâmiye gibi yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem-i İslâm’a meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o diyanet dairesine karşı tam hüsn-ü zan etmek, su-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lüzumu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek daiye karşı su-i tevehhüm gelmemesine büyük bir vesile olan...” 59
İslâm birliği fikrini Müslümanların sömürge-karşıtı hareketlerle hürriyetlerini ka*zanmaya başladıkları bu dönemde yeniden gündeme getirmeye gayret eden Bedi*üzzaman ırkçılık hareketlerinin çözücü etkisi karşısında Eski Said döneminin uyarıla*rına benzer uyarıları tekrarlamaktadır:
“İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp-evvelkisi gibi-bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zâhiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık dama*rıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem biçâre Türkler aleyhine hem demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli gaideden bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi âcib tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor. Meselâ İslâmiyet milliyeti ile dört yüz milyon hakikî kardeşin her gün ‘Allah’ım mü’min ve mü’mineleri affeyle’ dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüzî bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir; ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necib Türkler böyle hatadan çekinir*ler.” 60
Bu asrın birinci döneminde Osmanlı hilafeti ile sömürgecilere karşı direnen, ikinci döneminde tamamıyla sömürge idarelerinin altında hürriyetlerini kaybeden Müslüman topluluklar bu üçüncü dönemde bağımsız millî devletler oluşturma çaba*sındadır. Bediüzzaman da bu yeni dönemde İslâm dünyasında yeni bağımsızlığını kazanmış ülkeler arasındaki ittifaklara büyük önem vermekte ve bu ülkeler arasında yanlış milliyet anlayışları yoluyla çıkması muhtemel çatışmalara karşı İslâm birliği fikrini öne sürmektedir. Pakistan ve Irak’la yapılan ittifak anlaşması dolayısıyla Reis-i Cumhur ve Başvekil’i tebrik etmesi bu yaklaşımın bir yansımasıdır:
“Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dört yüz milyon İslâmın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i âmmenin te’minine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. (...) Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında kulüpler suretinde büyük zarar görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılı*ğın istimali ile mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararları görül*düğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umu*miyeye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıkla*rına emareler görünüyor. Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslen*mek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvela başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle meczolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı Türklük*ten de çıkmıştır. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mec*zolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azîmdir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymetdar itti*fakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını defedecek ve dört beş milyon ırkçı*ların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan ve millete kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.” 61
Hükûmetlerarası ilişkilerle ilgili bu teşvik edici tavrın ötesinde Bediüzzaman’ın bu dönemde diğer ülke liderleri ve cemaatleri ile de doğrudan temasa geçerek İslâm dünyasındaki birliği pekiştirme gayretleri içine girdiği göze çarpmaktadır. Pakistan Maarif vekili ile Nur risalelerinin Pakistan’da dağıtımı konusunu görüşmesi 62 ve diğer Müslüman ülkelerde özellikle ikinci dönemde ortaya çıkan cemaat hareketleri ile temasa geçmesi bu yeni tavrın önemli göstergeleridir. Özellikle bir İhvan-ı Müs*limîn azasının tebriğine mukabil cevabında Risale-i Nur hareketi ile bu cemaatlar arasında kurduğu irtibat, Bediüzzaman’ın yeni dünya konjonktürünü İslâm dünya*sındaki birlik gayretlerinin toplumsal düzeyde yaygınlaştırılması için değerlendirmek konusunda kararlı olduğunu ortaya koymaktadır:
“Halep’te İhvan-ı Müslimîn azasının bana yazdığı tebriğe mukabil onu ve İh*van-ı Müslîmini rûh-u canımızla tebrik edip ‘Binler Bârekâllah!’ deriz ki, ittihad-ı İslâm’ın Anadolu’da Nurcular-ki eski İttihad-ı Muhammedînin halefleri hük*münde-ve Arabistan’da İhvan-ı Müslimîn ile beraber hakikî kardeş olan Hizbul Kur’ânî ve ittihad-ı İslâm cemiyeti kudsiyesi dairesinde çok saflardan iki müteva*kıf ve müterafık saf teşkil etmeleriyle ve Risale-i Nur ile ciddi alakadar ve bir kıs*mını Arabîye tercüme edip neşretmek niyetleri, bizleri pek ziyade memnun ve minnettar eyledi.” 63
Özetle bu asrın üçüncü çeyreğinde II. Dünya Savaşını müteakib yeni bir dünya kurulmaktadır ve Üçüncü Said gerek hükûmetler gerekse toplumlararası ilişkiler düzeyinde İslâm dünyasının bir birlik içinde bu yeni dünyanın içinde etkin bir güç haline gelmesi için Yeni Said’in gazete dahi okumayarak siyaset dışı kalma prensi*binin ötesine geçerek aktif teklif ve temaslarda bulunmuştur. Bir başka açıdan bakı*lırsa ikinci dönemdeki sömürge kalıplarını kıran İslâm dünyası gibi Üçüncü Said de Yeni Said dönemindeki istibdat kalıplarını kırarak Yeni Said’in inşa ettiği iman temeli üzerine sosyal ve siyasî boyutlar eklemeye çalışmaktadır. Böylece Üçüncü Said ilerlemiş yaşına rağmen Eski ve Yeni Said’in tecrübe birikimlerini meczetmiş ve bunu sosyal ilişkilerine de aksettirmiştir.
V. Dördüncü Dönem ve Bediüzzaman’ın siyasî öngörüleri
Bediüzzaman bu asır İslâm dünyası ile ilgili yaptığımız tasnif ve tahlilin üçüncü döneminin ilk yarısı sonunda vefat etmiş ve dördüncü çeyreği kapsayan son dö*nemi yaşamamıştır. Bu dönemle ilgili olarak sadece Bediüzzaman’ın son derece il*ginç siyasî öngörülerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Meselâ asrın başında İstanbul’da bulunduğu ilk dönem esnasında Ezher Üniversitesi reislerinden Şeyh Bahîd Efendi’*nin “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” sorusuna ver*diği cevapta “Avrupa bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” demiştir. 64 Daha sonra Üçüncü Said döneminde bu olayı hatırlatarak “birinci tevellüdü gözümüzle gördük. (Osmanlı-Türkiye) bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak. İkinci tevellüd de inşaallah yirmi-otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem Şarkta hem Garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak” 65 demek suretiyle bu asrın son çeyre*ğindeki bazı gelişmelere işaret etmektedir. Bu öngörülerde mânevî işaretler kadar özellikle Osmanlı Devleti’nin dağılması ile Balkanlarda, sömürge imparatorluklarının dağılması ile bu imparatorluk merkezleri olan Batı Avrupa ülkelerinde ciddi bir Müslüman nüfus oluşacağını ve bu nüfusun siyasî taleplerde bulunmaya başlayaca*ğını gören bir siyasî gözlem kabiliyetinin de izlerini görmek mümkündür. Bu sonuç*ları sezebilmek için kendi ifadeleriyle “tarîk-i siyaset”i 66 görmek gerekmektedir.
Daha sonra Meşrutiyetten sonra İstanbul’dan Van’a dönerken Tiflis’te medre*semin planını yapıyorum demesi üzerine tartıştığı Rus polise verdiği cevap da son*raki dönemlerle ilgili siyasî öngörüleri açısından son derece önemli bir işarettir:
“Asya’da âlem-i İslâm’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstüne üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yıkılacak, takal*lüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım. (...) Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir... yahu şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıta başına geçecek, muhterem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.” 67
Yine materyalist felsefenin ve sosyalist hareketlerin hızlandığı soğuk savaş dö*neminin başlarında “iki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle katiyyen dinsiz bir millet yaşaya*maz, Rus da dinsiz kalamaz.” 68 diyerek Sovyetlerde sosyalist felsefenin terki ile dini uyanışın başlamasına bir öngörü ile işaret etmiştir.
Üçüncü dönemde ortaya çıkan sömürge devrimlerine ve son dönemde Sov*yetlerin çöküşü ile Kafkaslar ve Orta Asya’nın hürriyetine kavuşmasının öngörüleri olarak değerlendirilebilecek bu sözler söylendiği dönemin özellikleri açısından bü*yük önem taşımaktadır. Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde İslâm dünyasının genelde büyük acılar yaşamakta olduğu bir dönemde söylenen bu sözler güçlü bir imanın ve kendine güven duygusunun işareti olarak değerlendirilmelidir. Eski Said döneminin eseri olan Hutbe-i Şâmiye’de İslâm âleminin en önemli hastalığının yeis ve ümitsizlik olduğunu söyleyen Bediüzzaman’ın bir çok eserinde yer alan bu ken*dine güven hissi yeis psikolojisinin onun çevresine sirayet edememesinde önemli bir rol oynamıştır. Ona İslâm dünyasının o karanlık dönemlerinde “hem de İslâmi*yet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanâat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanâat edenler çekilmeye başlıyorlar? Kırkbeş sene evvel o fecrin emareleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya baş*layacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak” 69 dedirten de bu kuvvetli iman ve kendine güven duygusudur.
Gerçekten de asrın ikinci çeyreğinde yani tahlilimizin ikinci döneminde İslâm dünyasının önünde yoğunlaşan perdeler üçüncü dönemde açılmaya başlamışlardır. Dördüncü dönemde sistemik güçlerle İslâm dünyası arasında ortaya çıkan çatışma*lar Batı yanlısı siyasî elit içinde bile ortak kader şuurunun gelişmesine yol açmıştır. Son olarak Bosna bunalımı bu ortak kader ve dayanışma şuurunu kamçılayan bir rol oynamıştır.
Bütün siyasî, ekonomik ve kültürel bunalımlarına rağmen İslâm dünyası yeni bir medeniyet açılımının eşiğindedir. Bu yeni ve çetin dönemde, İslâm Dünyasının bir asır içinde yaşadığı safhaları bir model şahsiyet olarak hisseden ve yaşayan Bediüz*zaman’ın mesajlarına, düşmanlarının dahi saygı duyduğu izzetli tavrına ve “Evet ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacak*tır” 70 diyen gür sesine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulmaktadır.
____________________
1 Doç. Dr. AHMED DAVUTOĞLU
1959 yılında Konya-Taşkent’te dünyaya geldi. 1977’de İstanbul Erkek Lisesinden mezun oldu. 1984’te Boğaziçi Üniversitesi İktisadî İdarî Bilimler Fakültesi Ekonomi ve Siyaset bölümle*rini bitirdi. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünde Kamu Yönetimi konusunda master’*ini, 1990’da ise Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler konusunda doktorasını tamamladı. 1990’*da Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi Siyasal Bilimler Bölümünde Yard. Doçent olarak görev yaptı. Aynı üniversitede 1993’te doçent ünvanını aldı. Bazı uluslararası akademik kurum*ların üyeliğini de yapan Davutoğlu İngilizce, Almanca, Arapça ve Malayca bilmektedir.
Yerli ve yabancı pekçok dergilerde başta Amerika, Kanada ve Malezya olmak üzere yurtdı*şında ve yurtiçinde düzenlenen sempozyumlarda tebliğler sundu.
Davutoğlu, evli ve iki çocuk babasıdır.
Yayınlanan kitapları:
- Alternative Paradigms: The Impact of Islamic and Western Weltanschauugs on Political Theory. USA, 1994.
- Civilitizational Transformation and the Muslim World. Kuala Lumpur, 1994.
2 Bu dört safhanın teferruatlı tahlili için bkz. Davutoğlu A. (1994). Civilizational Transformation and the Muslim World, K. L.: Quill ve “20. Yüzyılda İslâm Siyasasının Temel Meseleleri”, İlim ve Sanat, Mayıs 1992, 7: 5-14.
3 Abdur-Razık Ali, El-İslâm ve Usul el-Hükm, Beyrut: 1966.
4 R. Rıza, el Hilafe, Kahire: 1988.
5 M. İkbal, The Reconstruction of Muslim Thought, Londra, 1934: 164.
6 Sünûhat, İstanbul: Sözler, 1977: 44-46.
7 Sünûhat, s. 47.
8 Hutbe-i Şâmiye, İst., 1960: 19.
9 Sünûhat, s. 36.
10 İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi Veya Divan-ı Harbî Örfî, İstanbul: Sözler, 1978: 68.
11 Münâzrat, İstanbul: Envâr, 1993: 78.
12 Hutbe-i Şamiye, s. 16-17.
13 Divan-ı Harb-i Örfî, s. 65-6.
14 Hutbe-i Şâmiye, s. 18.
15 Hutbe-i Şâmiye, s. 32.
16 Sünûhat, s. 42.
17 Emirdağ Lahikası, İstanbul: Sözler, 1993: 18.
18 Emirdağ Lahikası, s. 19.
19 Hutbe-i Şâmiye, s. 86.
20 Münâzarat, s. 23.
21 Divan-ı Harb-i Örfî, s. 15.
22 Divan-ı Harb-i Örfî, s. 41-42.
23 Münâzarat, s. 18.
24 Münâzarat, s. 19.
25 Tarihçe-i Hayat, İstanbul: Sözler, 1991:52.
26 Divan-ı Harb-i Örfî, s. 15.
27 Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23-4.
28 Yine de özellikle II. Meşrutiyet ile birlikte gayrimüslimlerin devlet mekanizması içindeki rolleri tartışma konusu olmuş ve Osmanlıcılık akımının öngördüğü bazı fikirler tekrar gündeme gelmişti. Bediüzzaman’ın doğu aşiretleri ile olan sohbetinda (Münâzarat, s. 39) gayrimüslimlerin de vali ve kaymakam gibi idari hiz*metler üstlenebileceklerini beyan etmesi onların vatandaşlık hukukunu ve Osmanlı kimliklerini tanıyan Os*manlıcılık akımı ile paralellik arzetmektedir.
29 Hutbe-i Şâmiye, s. 56-57.
30 Mektubat, İstanbul: Sözler, 1994: 310.
31 Mektubat, s. 308-309.
32 Sünûhat, s. 13.
33 Mektubat, s. 308.
34 Redd-ul Evham, 31 Mart 1909, Hutbe-i Şâmiye, s. 82.
35 Hutbe-i Şâmiye, s. 47.
36 Divan-ı Harb-i Örfî, s. 50.
37 Münâzarat, s. 28.
38 Divan-ı Harb-i Örfî, s. 41.
39 Münâzarat (Osm.), 38-39 zikr. Mürsel Safâ, Siyasî Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursî, İst.: Yeni Asya Yayınları, 1989: 155.
40 Münâzarat, s. 34.
41 Münâzarat, s. 39-40.
42 Sünûhat, s. 39.
43 Sünûhat, s. 36-37.
44 Sünûhat, s. 37-38.
45 Sünûhat, s. 38-39.
46 Sünûhat, s. 39-40.
47 Sünûhat, s. 33-39.
48 Tarihçe-i Hayat, s. 256.
49 Mektubat, s. 45-46.
50 Kastamonu Lahikası, İstanbul: Sözler, 1993: 142.
51 Tarihçe-i Hayat, s. 283.
52 Kastamonu Lahikası, s. 6.
53 Tarihçe-i Hayat, s. 349.
54 Tarihçe-i Hayat, s. 537.
55 Şuâlar, İstanbul: Sözler, 1992: 465.
56 Emirdağ Lahikası, İstanbul: Sözler, 1993: 279-280.
57 Emirdağ Lahikası, s. 331.
58 Emirdağ Lahikası, s. 315; Bu görüşler Bediüzzaman’ın yakın talebeleri tarafından da dile getirilmiştir: “Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan demokratlar, hem mevkilerini muha*faza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yeganesi; ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i isti*nad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri mâni olurdular. Şimdi men*faatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir...” Nur talebeleri ve Nurcu Üniversite gençliği namına Sadık, Sungur, Ziya; (Emirdağ Lahikası, s. 287).
59 Emirdağ Lahikası, s. 426.
60 Emirdağ Lahikası, s. 419-420.
61 Emirdağ Lahikası, s. 463-464.
62 Emirdağ Lahikası, s. 314.
63 Emirdağ Lahikası, s. 296.
64 Tarihçe-i Hayat, s. 50, Hutbe-i Şâmiye, s. 27.
65 Emirdağ Lahikası, s. 368.
66 Münâzarat, s. 27.
67 Tarihçe-i Hayat, s. 73.
68 Emirdağ Lahikası, s. 331.
69 Hutbe-i Şâmiye, s. 23.
70 Sünûhat, s. 47.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ VE ÇAĞDAŞ İSLÂM DÜŞÜNCESİNDEKİ ETKİSİ
ENİS AHMED 1
Üstad Bediüzzaman Said Nursî (1876-1960) Türkiye’deki muasır İslâmî düşünce ve hareketin başlıca mimarlarından biridir. Kendisi, hiçbir zaman İhvân-ı Müslimîn veya Cemaat-ı İslâmî gibi bir İslâmî hareket kurmamıştır. Yazılarında sosyal değişim için siyasî veya iktisadî bir program önermez. Yine de, Türkiye’de İslâmî bir kişiliğin, İslâmî bakış açısının ve İslâmî uyanışın vücuda gelmesinde onun çok büyük ve muazzam bir katkısı olmuştur.
Said Nursî, sair Müslüman ıslahatçıların Asr-ı Saadette Medine-i Münevvere’de teşekkül eden model toplumu esas alarak bir İslâmî topluluk tesis etme fikrini ta*mamen paylaşmıştır. Bununla birlikte, sosyal değişime yönelik yaklaşımı, onlarınkin*den çok ama çok farklıdır. Hayatının “Eski Said” olarak adlandırdığı ilk döneminde bariz bir siyasî eğilim taşıyordu. İttihat ve Terakki Cemiyetinin meşrutî reformlar noktasındaki tavrını destekledi. Ve hatta, hayatının “Yeni Said” olarak adlandırdığı son döneminde Adnan Menderes’i siyasî programı itibarıyla, dolaylı bir şekilde des*tekledi. Bununla birlikte, eserleri, önemli Kur’ânî temalarla ilgili 130 kısım veya bölümden oluşan eserlerinde, yani Risale-i Nur’da siyasî veya ekonomik konular üzerinde herhangi bir tartışmadan kaçınmıştır.
Said Nursî tasavvufî bir yola mı çağırıyordu? Siyaset, onun için bir yasak meyve mi idi? Bu soruların yeniden dile getirilmesi gerekiyor. Daha iyi bir soru, onun baş*lıca endişesinin ne olduğudur. Ümmetin yüzyüze olduğunu düşündüğü en önemli ve en hayatî konu ona göre ne idi?
Üstad Said Nursî, muasır Müslümanların en büyük düşmanının içerden geldiğini çok berrak bir şekilde görebildi. En beliğ ve ikna edici üslubuyla, bu problemi, şöyle kelimelere dökmektedir:
“Bana ızdırab veren, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlike*ler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehkilededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ısdırabım budur.”
Üstad Nursî, Müslüman ümmet içinde Batılılaşma, dünyevîleşme ve ateizmin yükselişini tahlil ederek, çok değerli gözlemlerde bulunmuştur. Meselâ, şöyle de*mektedir:
“Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koya*cak?
“Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve îman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur.”
Üstad Nursî’nin en öncelikli endişesi, tehlikeli bir şekilde dünyevîleşme ve ateizm belâsına maruz kalan genç neslin kalblerinde îman ateşini tutuşturmaktı.
Görünürde, bütün muasır İslâmî hareketler, müştereken aynı şeyi temel almış*lardır. Hepsi de, büyük ölçüde îmanın sâfiyeti hususuyla ilgilenmişlerdir. İmam Mu*hammed İbn Abdülvahhab’ın, Şehid İmam Hasan el-Benna’nın veya İmam Ebul A’lâ el-Mevdudî’nin hareketi, müşterek bir hareket noktasına sahiptir: ona ârız olan gayri îmanî şeylerden arındırarak, Kur’ân ve sünnet temelinde îmanı sâfiyetine ka*vuşturmak, ve Medine-i Münevvere’deki ilk Müslüman cemaatin model hükmün*deki İslâmî davranış ve kişiliğine dönmek.
Üstad Said Nursî, îmanın değerinin ve öneminin altını çizerken, bu genel anlayışı yansıtıyordu.
O, ümmetin anlamlı bir geleceğe kavuşmasını ancak hayattar, kalbleri ihtizaza getiren, dinamik bir îmanın sağlayabileceğini çok iyi biliyordu.
Fakat bu, İslâm’ın diğer veçhelerinin öneminin pek farkında olmadığı anlamına gelmemektedir.
Zaman zaman, tasavvufî olarak yorumlanabilen bir dil kullanmıştır. Fakat daha yakından gözlendiğinde, kelimelerine akseden şeyin yalnızca îman hususundeki yo*ğun endişesi olduğu fark edilebilir. Hiçbir zaman ne bir tasavvufî önder olmaya ni*yetlenmiş, ne de takipçilerinin bir tasavvufî tarikat olarak kategorize edilmesini is*temiştir.
Meselâ, şöyle demektedir: “Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin îmanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Mil*letimizin îmanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razı*yım.”
Bu sözler, okuyucuya ne Cehennemden korktuğunu, ne de Cennet sevdalısı ol*duğunu, yalnız ve ancak Allah aşkıyla vazife gördüğünü söyleyen Basralı Rabiatü’l-Adeviyye’nin ilâhî aşkla dolu sözlerini hatırlatır. Üstad Nursî tüm enerjisini ve po*tansiyelini ateizmin istilâsına karşı bir îman kalesi inşa etmek için kullanmıştır.
Müstesna eseri Risale-i Nur’da, insanın îman ve küfür arasındaki tercihine dair yazdığı bir risalede (Yirmiüçüncü Söz), îmanın rolünü ve yerini müsbet bir düzeyde teferruatıyla ortaya koymaktadır:
“İnsan, nûr-u îman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; cennete lâyık bir kıymet alır... Eğer nûr-u îman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’*min, şuur ile okur... O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alır; nûr-u ilâhî ile do*lar.” Devamla, îmanın geçmişi ve geleceği karanlıktan kurtarıp aydınlattığını da belirttikten sonra, şöyle der Said Nursî: “Îman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî îmanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir ve îmanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir. ‘Tevekkeltü alâllah’ der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle hadisatın dağlarvarî dalgaları içinde seyran eder.” “İman insanı insan eder. Belki insanı sultan eder.”
İmanın aslî ve merkezî konusu olan sahih akideyi ele alırken, Üstad Bediüzza*man ilm-i kelâmı yeniden yapılandırmaya çalışır. Eski ilm-i kelâm, itikadî konularla yeni-Eflâtuncu bir çerçeve içerisinde ilgilenmiştir.
Üstad Nursî, kelâm ilminin eski mantığını ve usulünü takip etmek yerine, kendi özgün Kur’ân ve hadis çalışması temelinde, bir basit ve doğrudan doğruya tevhidi isbat eden deliller dizisi geliştirdi. Onun, Müslüman ümmeti hakiki imana sahip kılma hedefini ısrarla vurgulamasının sebebi budur. “Bir tek gayem vardır. [O da, âlem-i İslâmın îman esaslarını zedeleyen] bu imansız kitleye karşı mücadele et[mektir]... Bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek Müslümanları îmana davet ediyo*rum. Bu mücahedem ile inşaallah Allah’ın huzuruna girmek istiyorum, bütün faali*yetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun.”
İleriyi gören bir yaklaşımla, Said Nursî bir İslâm Üniversitesi kurmayı da arzuladı. Hedefi, Kur’ân’ı ve mesajını yalnızca bilmekle kalmayıp hayatına da aktaran bir Nur gençliği nesli husule getirmekti. Arapça, Türkçe ve Kürtçe olarak üç dilde de ders verilecek bu üniversitenin, Anadolu’da kurulmasını öngördü. Medresetü’z-Zehra Üniversitesi geleneksel İslâmî disiplinler kadar modern fizikî ve tabiî bilimleri de öğ*retecekti. O, biri sadece dinî metinlerle ilgilenen ve diğeri sadece seküler bilimleri ele alan iki paralel geleneğin İslâm’ın çıkarlarına zıt olduğu görüşündeydi. Projesi için ondokuz bin altın lira tahsis eden Sultanın desteğini kazanmaya muktedir oldu. Birinci Dünya Savaşının araya girmesiyle, proje bir müddet ertelenmiş oldu. Adnan Menderes iktidarı döneminde, bu projeyi gerçekleştirmek bakımından şartlar bir hayli elverişliydi, fakat hükûmet yeterli destek sağlamadı ve proje mecburen rafa kaldırılmış oldu.
Üstad Nursî’nin önemli bir katkısı, Kur’ânî hakikatları modern bir bilim dili içinde nazarlara sunan Risale-i Nur’un telif edilmesiydi. Risale-i Nur’da gerçekleşen fikir yeni değildi. Pakistan alt-kıtasında Sir Seyyid Ahmed Han ve İslâm dünyasında başka birkaç yazar benzer bir yaklaşımı benimsemişlerdi.
Said Nursî, Kur’ân, tefsir ve izah edilirken i’caz-ı Kur’ân’ın muhakkak dikkate alınması gerektiği görüşündeydi. Yazdığı yüz otuz risale, Kur’ân’ın modern çağa da ışık tuttuğunu isbat eder. Bu risaleler, Yunus ve Eyyüb peygamberlerin başlarına gelen durum, haşrin delilleri, Allah’ın varlığının delilleri, Allah’ın hâkimiyeti, âhirete îman, îmanın gerekleri, namazın zaruri olduğu vs. gibi mevzuları içerir.
Said Nursî, İslâmî davranış, meselâ, İslâmî kardeşlik ve karşılıklı hürmetin aşılan*ması gibi konularda da risaleler yazmıştır. Onun yazdıklarına ve şahsiyetine dair dik*katli bir inceleme, Said Nursî’nin eserlerini değil, kendi şahsiyetini esas alan bir ha*reketin gelişmesine müsaade etmediğini gösterir. Buna rağmen, gerek kendisi, ge*rek takipçileri yeni bir tarikat kurmakla suçlanmışlardır.
Bununla birlikte, hayatı boyunca ve ölümünden sonra, gençlik arasında kendile*rini Nur talebeleri olarak tanımlayan takipçileri kat be kat çoğalmışlardır. Bu Nur talebeleri Üstad Nursî’nin hareketinin onun risaleleri aracılığıyla bilindiği pek çok şehirde, ders halkaları geliştirmişlerdir. Belirli bir zamanda toplanan bu ders halkala*rına on ilâ yetmiş kişilik bir katılım olur. Bu takipçiler Üstad Nursî’nin eserlerine o kadar aşina olmuşlardır ki, bazan Kur’ân ve sünnetin aslî kaynaklarına kadar uzan*mayı bile ihmal etmektedirler. Üstad Nursî’nin yazdığı otuzuç “söz”e çalışmanın onlar için ziyadesiyle yeterli olduğu şeklinde bir sözü vardır. Bu, bir dereceye ka*dar, bir nevi kült olarak yorumlanabilir. Üstadın şunu demek istediği kaydedilir: Onun mesajının özünü ihtiva eden otuzüç “söz”e dair risalesi bir insanı başka birçok şeyden hür kılabilir, çünkü bunlar Kur’ân’ın temel hakikatlarına dayalıdır. Böylesi bir ifade, Said Nursî’yi eleştirenler tarafından, kimi zaman yeni bir tarikat kurmayı arzu*ladığı şeklinde yorumlanır. Oysa Said Nursî’nin kendi perspektifinde tasavvufu ne*reye koyduğuna dair çok manidar bir yorumda bulunduğunu görüyoruz. O, “İnsan ekmeksiz yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tarikat meyve gibidir, hakâik-ı Kur’âniye ekmek gibidir” demektedir.
Barışçı mücadele
Said Nursî İngiliz ve Sovyetlere karşı bir dizi silahlı harekâta katıldı. Bazı vesile*lerle düşmana karşı Müslüman ordularına önderlik ederken, arkadaşlarının çoğu ha*yatlarını yitirdiği halde, yalnız o hayatta kaldı. Fakat ne işgalcilere boyun eğdi, ne de herhangi bir tavize yanaştı. Böyle bir vesileyle en sonunda Ruslar tarafından esir edildi ve Sibirya’daki bir esir kampına götürüldü. Birkaç yılını orada geçirdikten sonra esir kampından kaçmaya ve Türkiye’ye geri dönmeye muvaffak oldu.
Bununla birlikte, ülke içerisinde onu bir yargı savaşıyla haşir-neşir bir vaziyette buluyoruz. Uygulamada neredeyse hayatı boyunca her gün mahkemelere celbe*dildi. Hayatının 28 yılını hapislerde veya gözaltında geçirdi. Seyyid Mevdudî gibi, bir keresinde ölüme mahkum edilmek istendi, fakat daha sonra bu hükmü verdiren*ler onun yerine hayat boyu olası tüm işkence ve zulümleri uygulayarak hapse at*mayı tercih ettiler. Yine de kuvvet kullanmaya kalkışmadı. Mahkemelerde çoğu kez kendi durumunu savundu ve bu mahkemeleri mesajını yayma vesilesi olarak kul*landı. Bir keresinde, mahkemede aşağıdaki sözleri söylemiştir:
“...Halbuki o adamın Kur’ân-ı Hakîmden aldığı hakikat dersi ve talebelerine ver*diği ders şudur: Bir hanede veya bir gemide bir tek masum, on cani bulunsa, adalet-i Kur’âniye o masumun hakkına zarar vermemek için on haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men’ettiği halde, dokuz masumu bir tek cani yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadr olduğundan, dahilî âsâyişi ihlal suretinde yüzde on cani yü*züden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiyye ve hakikat-ı Kur’âniyye ile şiddetle men’edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyle, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.”
Sosyal değişmenin metodolojisi
Üstad Said Nursî, muasır İslâmî hareketlerin liderleri arasında, siyasî mücadele üzerinde odaklanmayan bir sosyal değişme metodolojisi teklif etmeyen belki de tek liderdir. Bu İslâm ile siyaset arasında bir ayrım yaptığı anlamına gelmez. Bilakis, gerçek bir İslâmî şahsiyetin, ailenin ve toplumun tahakkuku, Said Nursî’nin en bariz hedefiydi. Onun îman üzerindeki ve insanın ahlâkî ve mânevî gelişimi hususundaki vurgusu, ve de hizmetini bunun üzerinde odaklaştırması bir metodolojik öncelik ola*rak anlaşılmalıdır.
İslâmî hareketlerin, global bir düzeyde, kendi sosyal değişme stratejilerini belirli durumları nazara alarak geliştirmeleri beklenir; ve dolayısıyla, Mekke ve Medine’de yüzyüze gelinen durumlara karşı nebevî hareket tarzını gösteren Asr-ı Saadet mo*deli, bu stratejinin gelişiminde daima yol gösterici olacaktır. Üstad Said Nursî, Üstad Halil Hamidî’ye göre, takipçilerine İmam Ebu A’lâ el-Mevdudî’nin fikirlerini ve eserlerini tavsiye etmiş ve Mevdudî tarafından “İslâmî İnkılâb Süreci” adlı manidar eserinde teklif edilen metodolojiyi tamamıyla tasvip ettiğini belirtmiştir. Üstad Nursî takipçilerinin Üstad Mevdudî’nin fikirlerini yeni bir zamana ve mekâna uyarlarken hikmetli davranmalarını beklemiştir.
İslâmî hareketlerin takipçileri, tamamen farklı bir tarihî bağlam içindeki bir hare*ketin metodolojisini uyarlamaya ve uygulamaya çalıştıklarında, çoğu kez zihinler karışır. Üstad Mevdudî, Malezyalı bir âlim kendisine İslâmî hareketin Malezya’da neler yapması gerektiğini sorduğunda, o an içine doğan ama ikna edici şu cevabı vermiştir: “Mekke halkı Mekke’deki durumlarla nasıl iştiğal edileceğini daha iyi bilir.” Başka bir deyişle, “İslâmî sosyal değişimin nasıl gerçekleşeceğine dair bir kitap yazmıştım, onu al ve kelimesi kelimesine uygula” demek onun için zor değildi. Fa*kat, aksine bir ülkenin halkının bu belirli durumu düşünmesini, tahlil etmesini ve ona göre mütalaada bulunmasını, ve sonra kendileri için en uygun ahlâkî ve sosyal de*ğişme metodunda karar kılmalarını istiyordu.
Üstad Nursî’nin öncülüğü bu bağlamda anlaşılmalıdır. O pekâlâ biliyordu ki, İs*lâm bir sosyal değişme çağrısında bulunduğu gibi, siyasî değişme çağrısında da bu*lunur. Fakat onun zihni nereden başlanacağı ve dünyevîlik, materyalizm ve hedo*nizmin sunduğu fasit dairenin nasıl kırılacağı meselesiyle meşguldü. Tüm samimiye*tiyle, ilk sıradaki şeyler ilk sırada gelir diye düşündü, ve dolayısıyla îman üzerine vurguda bulundu. Bu îman vurgusu anlamlı olmanın da ötesinde, en muvafık me*todolojik adım olarak gözükmektedir.
Bu husus, bizim, Üstad Nursî’nin Risale-i Nur’unda bir tür mistik yaklaşım teklif ediyor olduğunu düşünmemize yol açmamalıdır. Said Nursî, kısmî ve sınırlı bir re*form değil, topyekün bir İslâmî toplum ve sistem gerçekleştirmek istediğini çok açık bir biçimde göstermiştir. “Şeriat” ve “tarikat” arasındaki ayrımı yorumlayarak, basit bir açıklamada bulunur: “Tarikatsız cennete giren çoktur, ama imansız cennete giren yoktur. İnsan meyvesiz yaşayabilir, fakat ekmeksiz yaşayamaz.” Bundan do*layı, onun îman üzerindeki vurgusunun takipçileri arasında mistik bir yaklaşım husule getirdiğini düşünmek doğru değildir.
Üstad Nursî tüm dünyayı istilâ eden seküler milliyetçilik dalgasına karşı da bir ci*had başlattı. Kan, etnik köken, renk, ırk veya dile dayali milliyetçilik fikrini reddetti. Yaklaşımı çok basit ve netti. Türk halkının tarihine bakarak, yaşadığı topraklarda halen devam etmekte olan Türklerin ve diğer milletlerin göç ve yerleşim sürecin*den söz etti. Milyonlarca insan Türkiye’ye göçtüğüne ve yine milyonlarca insan Türkiye’den göçtüğüne göre, kan veya etnik köken sâfiyetini nasıl belirleyebilece*ğimizi sordu.
Onun ümmet anlayışı, Hucurat sûresindeki, Allah’ın insanları kavim kavim, kabile kabile yaratmasındaki hikmeti bildiren ve Allah katında insanların en üstününün tak*vası en ziyade olan olduğunu hatırlatan Kur’ân âyeti (bkz. 49: 13) hakkındaki tefsi*rine dayalıdır. Bu yaklaşım onun ümmetin anlamına dair derin kavrayışını ve Müs*lüman ümmeti yalnız îman ve takvada değil, fakat mümkün tüm gelişmeye ilişkin faaliyetlerde de diğerlerine öncülük konumunda görme arzusunu yansıtır.
Üstad Said Nursî tarafından teklif edilen sosyal değişme metodolojisi, siyasî sü*recin iç ve dış faktörler yüzünden akamete uğratıldığı durumlar için hayattar bir model olarak kabul olunmalıdır. Bu, nihaî olarak şahsiyet, toplum ve müesseseler noktasında topyekün bir değişime yol açacak olan gelişme stratejilerine esneklik ka*zandırır. Bu, onun fikirlerini onun âhiret âlemine göçmesinin üzerinden otuzbeş yıl geçtikten sonra bile ter ü taze, muvafık ve uygulanabilir kılar.
Kısaca Said Nursî’nin hayatı
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Doğu Anadolu’da Bitlis yakınlarında Nurs adlı bir Kürt köyünde doğdu (sonraları Nursî olarak bilinmesi, köyünün bu isminden dolayı*dır). Eğitimine dokuz yaşında Hizan’da başladı. Temel eğitimini tamamladıktan sonra bir dizi medreseyi dolaştı ve nihaî olarak 1890’da yeni bir ilm-i kelam geliş*tirmek için Bitlis’e yerleşti. Daha sonra, Van gölü kıyılarında bir İslâmî üniversite kurmak istediği Van’a geçti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Van Rus işgalcilerin eline düştü. Said Nursî de harpte esir düştü ve esir kampına götürüldü. Sibirya’daki esir kampında iki yıl kaldı. Bu esnada Rus birliklerinin başkumandanıyla çok ilgi çe*kici bir münasebeti oldu. Esir kampını ziyaret eden komutana hürmet için herkesin ayağa kalkıp selam durduğu, ama yalnız Said Nursî’nin oturmaya devam ettiği an*latılır. Rus başkumandanı ona neden ayağa kalkmadığını sorduğunda, Üstad Said Nursî dininin bir İslâm düşmanına karşı ayağa kalkmasına müsaade etmediğini söy*lemiştir. Sonuç olarak idam cezasına çarptırıldı. Arkadaşları onu özür dileyerek idamdan kurtulmaya ikna etmek için uğraştılar, fakat o buna razı olmadı. Yegâne talebi, idam edilmeden önce iki rekat namaz kılmasına izin verilmesiydi. Karakteri*nin ve îmanının bu müstesna kuvveti uzaktan doğru gelmekte olan Rus başkuman*danını bir hayli etkiledi ve Üstad Bediüzzaman’a verdiği emirden vazgeçmiş oldu*ğunu, kendisinin görüşlerine saygı duyduğunu söyledi.
Üstad Bediüzzaman’ın hayatının en önemli dönemi 1925’lerden itibaren Risale-i Nur’un telifiyle başlar. Bu eserlerin yazılması, onun çok sıkı gözetim altında olduğu Barla sürgününde başladı. 1925’ten 1933’e kadar sekiz yıl süren Barla sürgünü bo*yunca Üstad Nursî Risale-i Nur projesini tatbike koydu. Sık sık tevkiflere uğraması, mahkemelere celbedilmesi, oradan oraya sürülmesi onu Kur’ân tefsirine devam etmekten alıkoymadı.
1908’de Üstad Nursî gerçekte İttihat-ı Muhammedî Cemiyetine mensup bir sufi şeyhinin önayak olduğu bir isyana katılmakla suçlandı. Fakat, İttihad ve Terakki Cemiyetinin meşrutî reformlar önerdiği bu dönemde, beraat etti. Sultanın idaresine karşı girişilen reform çağrısını destekledi. Bununla birlikte, tarih sonradan İttihad ve Terakki Cemiyetinin, seküler bir Türkiye’yi hedeflediğini isbatladı. Tek parti döne*minden sonra ise, Said Nursî, Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Partiye destek verdi.
Onun Adnan Menderes’e olan desteği, kendisini iktidar partisini eleştirmekten alıkoymadı. 1952’de, içinde kadınlar için İslâmî kıyafetin güzelliğini ve fıtrata uygun*luğunu da vurguladığı Gençlik Rehberi’ni yazdı. Türkiye’deki Batılılaşma ve dün*yevîleşme politikasının reddedilmesi için de çağrıda bulundu. Said Nursî, Menderes hükûmetinin ellerinde aynı türden zulüm ve eziyetlere maruz bırakıldı.
23 Mart 1960’ta, bu büyük âlim birçok takipçisinin bulunduğu bir yer olan Ur*fa’da son nefesini verdi. Maamafih, yine 1960’taki bir askerî darbeden sonra, ordu yetkilileri mezarının siyasî öneme sahip bir yer halini alabileceğinden korkarak, ce*sedini Urfa’dan gizlice alıp bilinmeyen bir yere götürdüler.
Said Nursî’nin mesajı, ona eziyet edenlerin gerçekleştirdiği her zulüm ve eziyet teşebbüsüyle daha bir güç kazanmıştır. Bu durum, hakikatin iktidarı ellerinde tutan*lar tarafından asla bastırılamadığını gösterir.
Üstad Nursî, bir sadelik, dürüstlük, ilim ve hikmet sembolüydü; ki bunlar, bir dâvâ adamında mutlaka bulunması gereken özelliklerdir. Onun fikirleri, muasır İs*lâmî uyanışın gelişiminde, hususan Adalet partisi ile Türkiye’deki İslâmî hareketin halihazır önderi konumundaki Dr. Necmettin Erbakan’ın liderliği altında Millî Sela*met Partisinin kuruluşunda büyük rol oynamıştır. Dr. Erbakan, global bir düzeyde sekülarizm, Batılılaşma ve sosyalizmin güçlerine de meydan okumuştur. Said Nur*sî’nin eserlerinden ilham alan İslâmî hareketin sosyal değişmeye dair kapsamlı bir plan geliştirmiş olduğu görülmektedir. Allah bu harekete, programlarını tatbikte yardımcı olsun.
Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdülillâhi rabbi’l-âlemîn.
____________________
1 Prof. Dr. ENİS AHMED
İslâmabad Uluslararası İslâm Üniversitesi Dâvâ Akademisi direktörüdür. Ayrıca, Malezya, Uluslararası İslâm Üniversitesi eski dekanı ve Amerika, İslâmî Sosyal Bilimler Derneği eski baş*kanıdır.
“Sosyal Adalet ve Kadın” isimli eseri Türkçe, Arapça ve İngilizceye tercüme edilmiştir. Ur*duca yayınlanmış birçok İslâmî eserleri de vardır.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN VE DÂVÂSI
EBU’L-HASEN EN-NEDVÎ 1
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd, Peygamberlerin Efendisine, onun bütün âl ve sahabilerine ve Kıyamete kadar onların yoluna güzel bir biçimde uyanlara salat ve selâm olsun.
Daha önce İslâm düşüncesiyle Batı düşüncesi arasındaki mücadele konusunda yazılar yazmıştım. Orada, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında çok geniş topraklar üzerine yayılmış hür bir devlete sahip olmalarına rağmen Osmanlı Türklerinin maruz kaldıkları durumun şu olduğunu belirtmiştim:
Asırların geçmesi ve çağların ilerlemesiyle onlar kendine güven ruhunu yitirdi*ler. Kim olduklarını unuttular. İlk dönemlerin hamiyet ve kahramanlığından, kuv*vetli iman ve sarsılmaz tevekkülden pek bir şey kalmadı. Çünkü her şeyden önce âlimler ve dinî liderler, toplum ve ülkeyi ilmî ve fikrî açıdan yönlendirmede zaafa düştüler. Bütün bunların yanısıra,-Allah’ın koruduğu istisnalar dışında-padişahlar din ve hilafet adını kendi özel çıkarları ve şahsî emellerini gerçekleştirmek için kul*landılar. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, o sırada Batı medeniyeti yeni bir ruh, taze bir enerjiyle boy gösteriyor büyük bir cesaret ve yeni ümitlerle her geçen gün yeni atılımlar gerçekleştiriyordu. Sözkonusu medeniyet, fikir ve uygulama alanında Tür*kiye’de Ziya Gökalp ve Mustafa Kemal gibi kimseleri kendisine temsilci olarak buldu. Bunlardan birincisi, Batılı fikrî münevverliğin öncüleri arasında yerini aldı. Bu zat, 1900 yılında Osmanlı Devletinin yıkılacağını ve büyük bir ıztıraba maruz kala*cağını sezerek bunu dile getirdi. Mustafa Kemal ise, yönetimi eline geçirir geçirmez Hilafeti lağvetti ve ülkede laikliği ilan etti. İş o noktaya vardı ki Türkiye, asırlardan beri kendisine öz benliğini sağlayan ve bağrında mânevî gıdasıyla beslendiği İslâmî karekterini yitirdi.
Fakat şu nokta Allah’ın bu âlemdeki bir kanunu ve tarihî bir gerçektir: İslâm Ta*rihini derinlemesine tetkik eden kişi, ıslah ve tecdid alanında bir boşluk ve gedik gö*remez. Yine hiçbir dönem yoktur ki, sapık cereyanlara karşı koyacak, etrafı istila etme istidadi gösteren bozgunculuğu göğüsleyecek, hakkın sesini yükseltecek, za*lim güçlere ve fesat unsurlarına meydan okuyacak ve düşüncelerde yeni pencere ve ufuklar açacak bir kimse Allah’ın izniyla ortaya çıkmış olmasın. İslâm’ın durumu hep böyle olmuştur. Evet İslâm, sarsılmaz inanç esasları ve ebedî hakikatler üzerine kurulmuş olmanın yanısıra hayat dolu ve enerji yüklüdür. Onun bu canlılığı, asla kurumaz bir pınarı ve bitmez tükenmez bir madeni andırır. O, her zaman ve mekan için elverişlidir. İnsanlık hayatının geçirdiği her aşama, gelip geçen her bir nesil, tarihin birbirini izleyen her bir dönem ve çağdaş her bir toplum için her türlü ihti*yaca cevap verecek ve hiçbir dönemin gerisinde kalmayacak özellikleri taşıyor.
İşte bu görevli şahsiyetlerden birisi de, 19. yüzyılın ikinci yarısında Bediüzzaman Said Nursî adıyla Türkiye’nin ufuklarından doğan zattır. Bu zat, Türkiye’nin bir aşa*madan diğer bir aşamaya geçiş yaptığı nazik bir dönemde yaşadı. O, ince duygu*lara sahip, zeki ve kavrayışlı bir zattı. Ülkesini istila edecek tehlikeyi önceden sezdi. O sırada ülkeyi baştan başa sarmış ve topluma yayılmış cehalet, tenbellik, okur ya*zarlığın azlığı gibi hastalıklar ve daha önemlisi asırlardan beri Müslüman Türk toplu*munun ruhunu dolduran din gayreti ve iman şulesinin sönmeye yüz tutması onu derinden yaraladı. Cahilliği yok etmek ve dinî ilimleri yaymak için büyük bir gay*retle kolları sıvadı. Bu amaçla ebedî, hayat ve enerji dolu, problem ve meseleleri çözen, muammaları keşfeden, her zaman ve mekanın ihtiyaçlarına cevap vermeye elverişli bir kitap olarak Kur’ân-ı Kerimi inceden inceye araştırmaya koyuldu. Dini ilimlerin yanısıra, tarih, felsefe, geometri, astronomi ve diğer yeni ilimlerde de de*rin bir vukufiyete sahipti. Kısaca o, klasik ve modern ilimleri kendisinde toplamıştı.
O parmakla gösteriliyor ve döneminin âlimlerinden büyük bir saygı görüyordu. Kendisini ders ve irşada vermişti. Memleketin içinde bulunduğu durum, yaşadığı geçiş dönemi ve fırtına halinde esen değişim rüzgârları, memleketi durmadan ve acımasızca istila eden Batı medeniyeti seli karşısında ilmî inzivasından çıkıp, makale ve nutuklarıyla siyaset ve hükümet adamlarına seslendi. Yazı ve konuşmalarında akıllı düşmanın, Osmanlı Devletinde modern kanunu ilan ettirmekle sinsice kurduğu planlara dikkat çekti, İslâm’da hürriyetin gerçek anlamını açıkladı ve Osmanlı Dev*letinin yöneticilerinden, ülkede Şeriatı tatbik ve icra etmelerini istedi.
Birinci Dünya Savaşına bizzat katıldı. Kafkas Cephesinde Ruslara karşı yapılan savaşta güzel bir imtihan verdi. Çarpışmalar sırasında esir düştü. Rusya’da iki sene esir olarak yaşadı. Daha sonra birbir güçlük ve sıkıntıyla ülkesine döndü.
Bu kahramanlık ve fedâkârlıkları karşısında siyasîler kendisine hayran kaldılar. Mustafa Kemal 1922 senesinde Ankara’ya gelmesi için ısrar etti. Ankara’ya vardı*ğında onu tren istasyonunda büyük bir törenle karşıladı. Fakat çok geçmeden Ke*mal Atatürk’ün yapmaya başladığı inkılapların farkına vardı. Bunun üzerine bir be*yanname hazırlayarak parlemento üyelerine sundu. Bu beyannamesinde İslâmın emirlerine uymaya teşvik etti ve ruhlarındaki gizli iman parıltısını yeniden harekete geçirmeye çalıştı. Altmış kadar milletvekili bundan etkilenerek namaza başladı. Be*diüzzaman Tabiat Risalesi’nde, Ankara’ya yaptığı bu yoculuğuna değiniyor ve gör*dükleri karşısında teessüf ve üzüntüsünü şöyle dile getiriyor:
“Rumî 1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden ne*ş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için gayet dessasane çalıştığını gördüm. ‘Eyvah!’ dedim. Bu ejderha imanın erkanına ilişecek. O vakit "Gökleri ve yeri yaratan Allah’tan mı şüphe ediyorsunuz?" 2 şu âyet-i kerime bedâhet derecesinde Vahdâniyeti ifhâm ettiği cihetle ondan istimdât edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hak*îmden alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî Risâlesinde yazdım.” 3
İşte Bediüzzaman bu şartları gözleriyle gördü. Hatta ateşinde kavruldu ve böyle bir ortamı değiştirmek için aktif bir rol oynadı. Fakat o, şu iki noktadan akranların*dan farklılık arzediyor:
Birincisi: Uzun yıllar süren cihadı, Kur’ân ilimleriyle meşbu’ bulunması, bu ilim*lere hizmet etmesi ve neşrine çalışmasının yanısıra, Türkiye’yi istila etmiş malum durumlar karşısında onun zengin düşüncesi, olaylara nüfuz edici bakış açısı ve isa*betli görüşüdür. O, hadise ve şartları inceden inceye değerlendirir, derinliklerine iner, zaaf noktalarını tesbit eder, İslâm’ın şen ve mamur bahçesini kurutan, ateşin ekinleri mahvettiği gibi yeşil yapraklarını da yakıp kül eden azgın fırtınaların ve ka*vurucu rüzgarların eseceği gedikleri çok iyi bilirdi. Bu nedenle o problemlerin can damarına parmak basmıştır. Hiç kuşkusuz o, can alıcı zayıf noktaların başında “kavmiyetçilik” adına neşr ve inşa edilen yanlış düşünceyi ve tahripkâr hareketi gö*rüyordu. Çünkü, İslâm dünyasındaki her kavmiyetçilik hareketi, kendi nizamı için bir felsefe edinmiş ve zamanla bu, inanç derecesine yükselmiştir. Bu inanç, İslâm’a adeta kafa tutmuş ve insanlık hayatının daha önce İslâm’ın hakimiyet ve egemenliği tarafından doldurulan alanları istila etmeye kalkışmıştır. Yine bu hareket, inançlara, ahlâka, duygulara, sevgi ve nefret, dostluk ve düşmanlık hislerine, heyecan ve hamiyete, kısaca semavî dinlerin sahip olduğu ve kendinden bir parça saydığı bütün unsur ve eczaların alternatiflerini içermeye kalkışmıştır. Bu nedenle, bu durum, id*dia, muhteva ve tesire sahip bulunan bütün hareketler son Semâvî dinin mensupları ve onun şuurlu ve inançlı davetçileri olan Müslümanların nezdinde sürekli olarak çekingenlikle karşılanmış ve hatta tehlikeli telakki edilmişlerdir. Müslümanlar, bunu dinlerine bir rakip olarak gördüklerinden hemen sözkonusu cereyanlarla mücade*leye başlamışlardır. Çünkü sözkonusu cereyanların doğuşu ve yayılışı sonuç olarak İslâm birliğini barçalayacak tehlikeler doğuracak din düşmanlığı ve sapıklığın yayıl*masına sebep olacaktır. Bu nedenle, bu tür hareketlere karşı koyup engellemek mü’minlerin gözünde en birinci görevdir.
İşte, Türkiye, İran ve Afganistan gibi bölgelerde baş gösteren kavmiyetçi ve bölgeci hareketler adı geçen tehlikeli akımlardandır. Dinî hamiyet taşıyanlar, gerçek ilim sahipleri ve samimi dindarlar bütün bu gibi yerlerde bu tür hareketlerle müca*dele etmişlerdir. Onların parolası da, bütün bu ırkçılık ve bölgecilik putunu kırmak ve İlâhî gerçeği ilân etmektir:
“Hakikaten bu bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbini*zim. Öyleyse Bana kuluk edin.” 4
İşte Üstad Bediüzzaman var gücüyle bu kavmiyetçilik hareketine karşı mücadele etmiş, o güçlü ifadeleri ve keskin delilleriyle bu hastalığa mübtela olanları uyarmış ve sakındırmıştır. Nitekim bu hastalığın pençesine düşmüş bir Türk kardeşini, milli*yetinin İslâm ile özdeşleştiğini hatırlatarak şu şekilde uyarmıştır:
“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizac etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbin*den silme!” 5
“Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletle*rine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki Nûr-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: ‘Ben ölsem şehidim, kalsam gaziyim.’ Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş. Daima Avrupa’yı titret*miş. Acaba dünyada basit fikirli, safi kalbli olan neferatın ruhunda şöyle ulvî fedâ*kârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?” 6
Üstad, bu hareketin herhangi bir ülke veya topluma fayda getirecek bir esasa dayanmadığını biliyordu. Yine o çok iyi anlamıştı ki bu hareket, bu ümmeti tarihinin kaydettiği cinayetleri geride bırakacak milli bir cinayettir. Hatta dünya tarihinde bi*linen bütün yıkıcı hareketlerden daha büyük bir tahrip ve yıkım cereyanıdır. Milleti yok oluşa ve toplumu intihara sürükleme yolunda kurulmuş uğursuz ve öldürücü bir tuzaktır. Hiç kuşkusuz kavmiyetçilik yeryüzünün her tarafında köhnemiş, tahtaları kırılıp dökülmüş, çivileri sökülmüş, dalgalarla boğuşmakta ve batması kaçınılmaz olan bir gemiden farksızdır. Hal böyleyken, batması mukadder olan bu uğursuz gemiye sığınmaları Müslümanlar için asla doğru olamaz. Kaldı ki önlerinde bütün bir insanlığı içine alacak ve hepsini sahil-i selâmete çıkaracak kurtuluş gemisi tüm ihti*şamiyle durmaktadır.
Üstadın ikinci mümtaz özelliği: Türkiye’nin şartlarına uygun yeni bir davet me*todunu ihtiyar etmiş olması. O, Şeyh Said hareketi bastırılıp dinlerine karşı hamiyetli Müslümanlar malları ve canlarıyla büyük bir kayba uğrayıp, kendisi de çekildiği inzi*vagahından alınarak sürgüne gönderildikten sonra davetinde yeni ufuklar açmak ve etkili mücadele stratejilerini belirlemek için kafa yordu. Nitekim henüz isyan başla*madan merhum Şeyh Said’e böyle bir ortamda isyan metodunu tercih etmemesini öğütlemişti. Çünkü böyle durumlarda, zarar gören yine gayretli dindarlardan baş*kası olamazdı. Buna rağmen Üstad memleketinden alınıp sürgün edildi. Vefatına kadar da sürgünden sürgüne gönderildi. Fakat o yılmadı. Türkiye’de ve Batı me*deniyetinin büyüsüyle kendini kaybetmiş nesiller arasında İslâmî düşüncenin yeniden yerleşmesi, dinî ruhun canlanması, Hz. Muhammmed’in (a.s.m.) evrensel nübüvve*tine güvenin yeniden te’sis edilmesi ve bütün zaman ve mekânlara elverişli İslâmın pak şeriatına imanın bir kez daha tazelenmesi için var gücüyle gayret sarfetti. Bu amaçla gönlünden birer parça ve nefesinden birer esinti taşıyan ve iman meş’alesini ve dinî gayreti tutuşturan risalelerini kaleme alarak Türk toplumuna fert fert grup grup ulaştırmaya çalıştı. O, bu metoduyla İmam Ahmed bin Abdulahad es-Ser*hendî’den esinlenmiş gibidir. Nitekim o da, bu etkili davet metodunu tercih etmiş, bunda son derece başarılı olmuş, tarihin mecrasını değiştirmiş ve genel bir irtidada doğru hızla koşan ülkesinin yönünü bu acı istikametten çekip Şeriat-ı Muhammedi*yeye ve dininin hükümlerini tatbike yöneltmişti.
Onun risaleleri açıkça gösteriyor ki, o şartlar ve ortamda İslâm dünyasının, özel*likle de Türk milletinin, dine, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ebedî risaletine ve İslâm şeriatına güveni yeniden sağlayacak büyük âlimlere ihtiyacı vardı. Üstad bu hallere bakarak için için acı çekiyor, kalbi parçalanıyor ve bu duruma ağlıyordu. Bu çırpını*şıyla o, Müslüman Türk milletini, Türkiye’de baş gösteren ve ülkenin dört bir yanını istila etmeye başlayan itikadî, fikrî ve kültürel irtidat ve çöküşten muhafaza etmiştir. Bu manevî çark ediş ve fikrî irtidat Osmanlı Devletinin yıkılışından ve siyasî çöküşten de daha tehlikeli, daha hassas ve daha derinden yaralayıcıydı.
Kendisine ve risalelerine ilgi ve hayranlık duyanlar, sözkonusu risaleleri, hükü*metten gelebilecek büyük tehlikeye rağmen köy köy, kasaba kasaba yayıp neşretti*ler. Bu risaleler İslâm dinine güveni yeniden sağlamada bu dinin insanlık kervanına ayak uydurmaya, hatta ona önderlik etmeye elverişli olduğunu isbatta büyük bir rol oynamıştır.
Allah, İslâm ve Müslümanlar adına Üstada en hayırlı mükâfatlar versin ve onu cennetlerine koysun.
____________________
1 EBU’L HASEN EN-NEDVÎ
1911 yılında Hindistan’ın Raybereli kazasında doğdu. Babası Hindistan’ın meşhur âlimlerin*den Abdülhayy Hasenî’dir. Ebu’l-Hasen en-Nedvî, ilk İslâmî eğitimini Nedvetü’l-Ulemâ isimli İslâmî İlimler Akademisi’nde aldı. Daha sonra Lahor ve Deobend gibi ilim merkezlerinde ünlü âlimlerden dersler aldı. Henüz on yedi yaşındayken “İzâ Hebbet Rîhu’l-İmân” adlı ilk eserini verdi. Sonraki yıllarda Nedvetu’l-Ulemâ’da Arapça ve tefsir hocalığı yaptı. en-Nedve isimli ilmî derginin de edi*törlüğünü yapan Ebu’l-Hasen en-Nedvî dünyanın çeşitli üniversitelerinde ilmî konferanslar verdi. Arapça olarak vermiş olduğu pek çok eseri, okullarda ders kitabı olarak okutuldu. Bunların en ünlüleri “Muhtârât min Edebi’l-Arab”, “Kısasu’n-Nebiyyîn li’l-Atfâl” ve “el-Kırâetu’r-Râşide”dir.
1957’de el-Mecmau’l-İslâmî el-İlmî’yi kurdu. Hindistan’da dâvet ve ıslah hareketlerine büyük katkısı oldu.
1959’da Nedvetu’l-Ulemâ’nın müdürlüğüne getirildi. el-Mecmau’l-İlmî el-Arabî, İslâm Dünyası Birliği, Medine İslâm Üniversitesi gibi pek çok İslâmî organizasyonda yönetim kurulu üyeliği yaptı.
Arapça ve Urduca 70’i aşkın eseri olan Ebu’l-Hasen en-Nedvî halen Dünya İslâm Edebiyatı Birliği’nin genel başkanlığını yapmaktadır.
2 İbrâhim Sûresi: 10.
3 Lem’alar, s. 167.
4 Enbiyâ Sûresi: 92.
5 Mektûbat, 26. Mektûp, 3. Mebhas, Dördüncü Mesele, s. 367.
6 A.g.e. s. 370.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN VE DİN TILSIMLARI
ABDÜLKADİR BADILLI 1
MUKADDEME
Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin ilmî şahsiyeti ve hizmet mesleği; hem pek çok gaybî işaretlerinin 2 hem ehl-i tahkik olan bir çok ülemanın ve hem de or*tadaki eserleri olan Nur Risalelerinde yüzlerce dinî, ilmî ve tasavvufî meselelerin hal edilmişliklerinin tasdik, te’yid ve tespitleri ile bir müceddid-i dindir, bir müşkillerin çözümleyicisidir ve her iş ve emirde doğru, tehlikesiz ve maksada en çabuk ulaştı*rıcı olan bir sırat-ı müstakim keşşafıdır. Ve aynı zamanda şu âhirzaman asrı insanla*rının hususan Müslümanların dinî, dünyevî, içtimaî ve siyasî problemlerinin halledi*cisi ve istikamet vericisi bir rehberdir.
Evet, Risale-i Nurları iyice tetkik eden kimseler bilebilirler ki; bu eserlerin en orijinal yanı ve onu eski kelam ve mantık ilimlerinin uslüp ve metodlarından ayıran en bariz imtiyazlı hassası; İslâmın akidesi olan hakikat ve meselelerinin aynileri içeri*sinde harice asla muhtaç olmadan gerçeklik, yükseklik ve fitrilik vaziyetlerini ispat*lamasıdır. Bu hal ve bu vaziyet, evet Risale-i Nurun has bir imtiyazı olduğunu ve geçmişte misli mesbuk olmadığını dâvâ ediyoruz. Bunun yanında Risale-i Nurlar, imanî ve İslâmî olan meseleleri özellikle akidenin esaslarına taalluk eden tüm mese*leleri akıl, fehim ve idrak terazilerinden geçirme ve insanî olan cihazlarını doyurma ve ikna etme kabiliyetine de sahiptir.
İşte, Risale-i Nurun hâs bir ilham eseri olarak mezkür imtiyazlara sahip olması ile birlikte, istenilen çapta mahiyetinin idrak edilipte bilinememesi ve anlaşılamaması hal ve vaziyeti karşısında; en başta onun müellifi üstad Bediüzzaman Hazretleri, nurların özündeki mezkür hasiyetlerin üstüne nazar-ı dikkatleri çekmek için, ilk başta onu cazip bazı isimlerle neşretmek ve Risale-i Nurlardan çeşitli mecmualar hazırla*tarak yayınlamak olmuştur. Meselâ Asa-yı Musa, Zülfikâr, Tılsımlar, Siracü’n-Nur mecumaları gibi isimler...
Kelam ilmi ile Risale-i Nurlar Bu mevzuda hususi tarzda araştırma yapan ve kaziyeyi neticeye yaklaştıran iki üstad Profesör din âliminin kanaatleri; Risale-i Nur mesleğinin bir “yeni Kelam Metodu” olduğu yönündedir. Bu iki büyük hocalarımızın isimleri: 1- Profesör Doktor Muhsin Abdülhamit (Bağdat Üniversitesi Tefsir ve Kelam hocası), 2- Profe*sör Doktor Ahmet Abdurrahim Essayih’dir. (Mısır Ezher Üniversitesi, Usulu’d-Din Fakültesi Akide ve Felsefe Hocası).
Bu iki âlim zatın mezkûr mevzu hakkında görüşlerini tazammun eden yazı ve makaleleri mevcuttur. Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid’in makalesi, İstanbul’da mün*teşir Nur Mecmuası Ocak, Şubat ve Mart sayısı s. 57’de Arapça olarak neşredildi. Prof. Dr. AhmetAbdürrahim Essayih’in ise, iki yazısı varır. Bunlardan birisi müstaki*len Arapça olarak yayınlandı. İkinci yazısı ise, 1992’de Bediüzzaman Said Nursî Sempozyumu ile alâkalı makaleleri neşreden kitapta yayınlandı. Bu iki âlim muhak*kik zatın tahkiklerine ek olarak, birde meselenin mahiyetinin özünü Nur müellifinin kendisinden dinleyelim.
Üstadın bu konudaki izahına geçmeden önce, bir istifhamı cevaplamak gerek*mektedir, şöyle ki: Sual: Risale-i Nurun Kur’ân’ın feyzi ile halletmiş olduğu dinî, ilmî ve kevnî tılsımların “Muammalı ve muğlak mesele”lerin çözüm tarsının mahiyeti bir kelam ilmi kaide ve metodu mudur?
Cevap: Peşinen ve kat’î olarak “hayır!” diyoruz. Çünkü bir çeşit klasik tarz ve üslup arzeden eski kelam ilmi, üslup ve usul itibariyle, sırf maddî ve aklî düsturlarla gittiği ve çoğu kez din düşmanı vesveseci felsefecilerin ürettikleri aynı silâhlar kul*lanılarak, ya da onların kanun ve kaideleri layetezelzel bir şey kabul edilerek İslâmî akide ve meselelerin hakikatleri bu harici olan delillerle ispatlanmaya çalışıldığı için; Üstad Bediüzzamanın nazarında o tip bir kelam metodu nakıs görülmüştür. Bunun*la beraber, eskide Kelam ilmi vasıtasıyla İslâm akidesini vikaye etme noktasında, hususan ispat-ı Vacibu’l-Vücud meselesinde büyük hizmetlerin ifa edildiği de Bedi*üzzaman tarafından kabul ve ifade edilmektedir. 3
Şimdi, klasikî durumuyla karşımızda duran eski kelam ilmi metodları ve bu arada diğer İslâm hükema ve feylesoflarının tamamen aklî olan felsefe kanunlarıyla, Üstad Bediüzzaman’ın vasıtasız olarak Kur’ân’ın safi menbaından keşfedip aldığı fevkalade tesirli, nafiz ve çokda verimli düsturları arasındaki farkın mahiyet ve hüviyeti hak*kında kendisini birlikte dinleyelim: 4
Bu âhirki ifadede, üstteki kısımlardan farklı bir yaklaşım var. Ama dikkat edilirse Hazret-i Üstad, Risale-i Nur için: “Nurlu ve hakikî ilm-i kelamın dersleridir” de*mekle, nurların üslup ve metodu kelamın üslubundan açık farklılığına açıklık getir*mektedir. Yani, kısa bir ifade ile Risale-i Nurlar bir Kur’ân kelamıdır, değişiktir, nurludur vesaire...
İşte, daha bu tarz ifadeler Risale-i Nurun birçok yerlerinde bulunmaktadır. Me*selâ Âyetü’l-Kübra Risalesinde ve keza Mektubat kitabının 442. sahifesindeki sual ve cevapta; ve Hücumat-ıSitte’nin âhirindeki bölümde gibi yerlerde, kesinlikle ve hiç çekinmeden ifade edilmiştir ki; Risale-i Nurların tarz-ı üslubu ve tamamen delil ve hüccetler üzerine müesses olan ifade ve beyan şekli, zahirde bir kelam ilmine benziyorsa da, lâkin kat’iyyetle kelamın klasik vaziyetini taşımamaktadır. Bu mev*zuya dair ilerde Nurlardan bazı noktaların derci ile ve meselenin mahiyetinin izahıyla anlaşılacaktır.
İşte, Üstad Bediüzzamanın özbeöz Kur’ânî olan mesleği ile, sair İslâm müte*fekkirleri ve kelamcılarının tarz-ı usulleri arasındaki fark anlaşılmıştır tahmin ediyo*rum.
Bununla beraber, ilerde gelecek dinî, ilmî ve kevnî meselelerin izahatının yapıl*dığı bölümlerde de bu dâvâ daha da iyi anlaşılacaktır.
Tılsımlar ve çözümü Merhum Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî’nin te’lifi olan Risale-i Nurların hal etmiş oldukları “Din Tılsımları” pek çoktur, yüzlercedir. Bu tılsımlar özetle: Hilkat Muamması denilen mükevvenatın yaratılışının ve özellikle içindeki Ben-i Âdemin halk edilmesinin hikmetleri ve kâinattaki daimî îcad ve ifnanın icabı olan gözönün*deki mütemadî tahrip ve tamir, icad ve ifna vaziyetinin hikmetleri ve kâinat ve mevcudatın yaratanının varlık ve birliğinin kat’î ispatı yanında Muinsiz ve vezirsiz saltanatının kudretiyle; bir tek şeyi icad etmek ile, bütün herşeyi icadları onun ya*nında müsavi ve aynı kolaylıkta olduğu meselesi. Ve Ahiret imanının Haşr ve Neşr hususiyetiyle alakadar olan “Cismani Haşr” hakikatının aklen ve fehmen ispatı ile, tılsımiyetinin halledilişi ve Melaike ve ruhanilerin varlıklarının ilmen ispatı ve vazife*dar mahluklar olduğu; ve bununla beraber cismanî olarak vuku bulmuş olan Mi’rac hakikatının aklen, ilmen ve imkânen ispatının yapılması ve iman ve akide ile ilgili bir çok meselelerin muammalık yanları ve örtülü cihetlerinin açıklanması hususunda tıl*sımiyetlerinin çözümlenmesi; ve Kur’ân’ın i’câzının keskin ve nâfiz delillerle ispatı yanında, hüküm ve hakikatlarının ilmen ve aklen ve fıtraten uygunluklarının ispat*ları...
Ve daha bu özet maddeler gibi, birçok dinî meseleler ve imanî ince nükteler ehemmiyet derecelerine göre bu tebliğimizde sıralanırken, (Bu tılsımlardan sadece otuz üçünü hazırlayabildik) 5 bunların şüphesiz en birincisi ve en genişi olanı İman ve Akide kısımları olacaktır. İman ve Akide bölümü veya meselesi bir yanıyla diğer maddeleri de aslında şümul dairesine almaktadır. Meselâ diyelim: Dünyanın ömrü hakkında gelen hadis,i şerifin hükmü, ilmen ispat edilmesiyle; Müslümanların inancı kuvvet bulmuş olarak, iman ve akidesinin daha çok parlamasına vesile olmaktadır.
Herşeyden önce iman ve akide İslâm dini inancı ve akidesinin elbetteki önem dereceleri vardır. Nitekim İslâmın “Amentü”sünün diziliş vaziyeti de bir çeşit sıralamadır. Buna göre Allah’ın varlığına, birliğine, sıfat-ı zatiye ve sübutiyelerine ve nihayet bütün Esmaü’l-Hüsnası ile bera*ber Uluhiyyet, Ma’budiyyen ve Rububiyyetine iman getirmek ve bütün Esma-i İlahiyyesinin tecelliye tasarruflarını bilmeye çalışmak ve bunlara şüphesiz bir tarzda iman etmek, kat’i ve zaruridir... Ve bütün bunlarla ilgili hüküm ve inançların kitabî delilleri ile birlikte, bizzat herbirisinin aklen ve fehmen ispatları Risale-i Nurda en büyük mesele ve zarurî bir vaziyet olarak görüldüğünün bir kısım nümuneleri sunu*lacaktır.
Bediüzzaman ve din tılsımları Risale-i Nurda, son derece orjinal tarzda halledilmiş dinî tılsımların ibrazına ve teşrini mahiyetlerinin kaydına geçmeden önce, birkaç noktaın izahına çalışmak iste*riz ki:
1- Zahir halde ve ilk nazardaki tefekkürsüz bir mütalaa neticesinde; Risale-i Nurda halledilmiş dinî, ilmî ve tasavvufî meselelerin-ayinenin iki yüzü gibi-bir yü*züyle eski kitaplardakinin aynısı olarak telakki edebilir. Ama öbür yüzü ve yönüyle dikkat-ı nazar edilirse, kat’iyetle görülecektir ki: Risale-i Nur müellifi hiçbir vakit vakıf malı ve halledilmiş meseleleri alıpta tekrar etmemiştir. Zaten muhakkik ülema arasındaki kaide ile; “Eskide halledilmiş bir meseleyi yeniden ona dair bir şeyler ka*ralayıp Risaleler yazmak caiz değildir” düsturu Üstad Bediüzzaman için son derece önemlidir ki, bunun hep riayetkârı görülmüştür.
2- Eskide yaşamış büyük İslâm allameleri zatların bazı mesail-i İslâmiye hakkında yazdıkları; Arabiyyet ve belağat noktasında çok parlak ve cazibedar risale ve kitap*larının varlığını kimse inkâr edemez. Ancak her asrın ve zamanın bir tefekkür sis*temi, bir mücahede metodu ve mücadele silâhı olduğu gibi; bu asrın da kendine hâs bir üslup ve mücahede sistemi olacağı şüphesiz ve aşikârdır. Diyelim, meselâ koskoca bir Gazalî’nin kullandığı silâhlar, bu asrın din düşmanlarının şüphe ve vesce*selerine karşı yetersiz kalıyorsa, noksanlık-hâşâ-Gazalî’de değil, zamandadır. Çünkü o zat gibi herbir mütefekkir, kendi zamanının veledidir.
Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bu noktaya Kastamonu Lahikası’*nda 6 ve 1951’de yazdığı “Konuşan Yalnız Hakikattır” veya “Yalnız Hakikat Ko*nuşuyor” yazısında 7 da işaret etmiştir. Hülasaları şöyledir:
“Her asırda Kur’ân-ı Hakim kedi şâkirtlerine-o asra muvafık-bir silâh verir. Ayrıca herşey, yalnız belağat ve üslup parlaklığıyla hallolur diyenlerin zannında yanlıştır. Duruma göre; ihlas, ferağat vesair mânevî duyguların iştirakleride lâ*zımdır ve hakeza...”
3- Üstad Bediüzzamanın direkt olarak Kur’ân’dan aldığı mânevî Nur ve silâh veya mücahede metodu, eski büyük allamelerinkinden birkaç noktadan farklıdır. En birinci ve bariz nokta Hazret-i Üstad ortaya atılmış şüphe ve vesveseler suretinin kritiğine girmeden, yani onları ele alıp teferruatiyle tasvir etmeden; Dinî ve Kur’ânî olan o meselenin aslı ve özünün hakikatdarlığını ve şüphesizliğini aklen ve ilmen is*pat etmekle, vesvese ve şüphelerin kökünü kal’ eder, kurutur.
Daha bu noktalar gibi, en mühim bir tanesi de: Üstad Bediüzzamanın-ilerde gösterilecek olan Tılsımların-çok orjinal ve mücedded metodlarla nasıl hal ettiğini, mevzuu içerisinde görüleceği için, sözü uzatmada bu kadarıyla iktifa ediyoruz.
* * *
TILSIMLAR DİZİSİ Tarif ve mahiyeti hakkında takatımız nisbetinde bilgi vereceğimiz Din Tılsımları*nın pek çok olan kısımlarından, bu tebliğimizde ancak otuz üç tanesini seçerek ar*zetmek durumundayız. Risale-i Nurlarda halledilmiş olan diğer Din Tılsımlarını ise, Allah tevfik refik eylerse,i lerde bu tebliğ onlarla tekmil edilerek, bir eser halinde neşri düşünülmektedir. Şimdi otuz üç Tılsımların tertip, ispat ve sıralamasına geçi*yoruz: 8
* * *
Tılsım 1: Cenab-ı Hakkın herşeye nihayet derecede Kurbiyyet-i ilahiyyesiyle beraber insan ve mahlukatın ondan nihayet derecede uzak olduğu meselesi.
Bu çok gamiz ve halli pek müşkil meselenin her iki yanı da âyet ve hadislerde mezkûrdür ve bu hüküm kat’i ve sarihtir. Kur’ân ve hadislerin hükümlerine ise, el*bette mü’minler iman ediyorlar. Dolayısıyla meselenin her iki tarafı da hakaik-i Kur’âniye ve İslâmiyedendir. Meselenin tılsımlık ciheti ise, ilmî ve aklî delillerle haki*katının ispatı meselesidir. Ve bu ispat işi de Kelam ve tefsirlerde yapılmayışı ve bu*güne kadar olduğu haliyle gelmiş olmasıdır.
Hakikat olarak, bu muammalı meselenin vüzuh ile ispatını eski akaid ve Kelam kitaplarında bulamamışım. Bulan var ise, elbetteki gösterilebilir. Lâkin Risale-i Nur meseleyi bir çok defa ele almış ve bihakkın halletmiştir. Bu harika ve acip mesele*nin sadece Risale-i Nurda halledilmiş olduğunu, Üstad Bediüzzaman dahi tahdis-i nimet kabilinden Yirmi Sekizinci Mektupta işaret etmektedir.
Risale-i Nurlarda bu meselenin halledildiği yerlerin bir kısım isimleri şöyledir: On Altıncı Sözün Üçüncü Şua’ı ve On Dördüncü Sözün Dördüncü bölümü; ve Otuz Birinci Söz olan Mi’raç risalesinin birinci esası; ve On Beşinci Mektubun birinci ma*kamı; ve El Mesneviyü’l-Arabiden Şemme risalesi s. 324; yine aynı eserden “Nurun min envari’l-Kur’ân” risalesi, sahife 456 ve daha isimlerini yazmaya gerek duymadığımız bir çok yerler...
Şimdi Nur risalelerinden bu meseleye hususiyle bakan biri ki bölüm arzediyoruz. Onun takdiri ve mukayese işini kadirşinas zatlara havale edilmiştir.
“Birinci Bölüm: (On Altıncı Sözün Üçüncü Şuâ’ı).
“Ey haddin tecavüz etmiş nefs-i pürsevda! Diyorsun ki:
"Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın." 9 "Herşeyin hüküm ve tasarrufu Onun elindedir." 10 "Biz ona şahdamarından daha yakınız." 11
“gibi âyetler, nihayet derecede Kurbiyyet-i ilahiyeyi gösteriyor.
“Ve "Siz de ona döndürüleceksiniz." 12
"Melekler ve Cebrâil, ellibin sene uzunluğundaki bir günde Ona yükselirler." 13
“Ve hadiste varid olan: ‘Cenab-ı Hak yetmiş bin hicab arkasındadır.’ Ve Mi’*raç gibi hakikatlar, nihayet derecede bu’diyetimizi gösteriyor. Şu sırr-ı gamızı fehme takrip edecek bir izah isterim?
“Elcevap: Öyle ise dinle: Evvela, Birinci Şuâ’nın ahirinde demiştik: Nasıl ki gü*neş kayıtsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun ayinesi olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde; sen mukayyed ve maddede mahpus olduğun için, ondan gayet uzaksın. Onun yalnız bir kısım akis*leri ile gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz’i tecellileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin. Eğer güneşin merte*be-i asliyesine yanaşmak ve bizzat doğrudan doğruya güneyin zatıyla görüş*mek istersen; o vakit pekçok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok mera*tib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir. Adeta sen, mânen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve kamer kadar yükselip, Bedir gibi mukabil geldikten sonra, bizzat perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dâvâ edebilirsin.
“Öyle de: O Celil-i pürkemal, o Cemil-i bimisal, o Vacibü’l-Vücud, o Mücid-i küll-i mevcud, o Şems-i Sermed, o Sultan-ı Ezel ve Ebed sana senden yakındır. Sen ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa temsildeki dekaiki tatbik et!
“Saniyen: Meselâ ve lillâhi’l-meselü’l-a’lâ bir padişahın çok isimleri içinde ‘kumandan’ ismi çok mütedahil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliye*sinde tut, Müşiriyet ve Ferikiyet, ta yüzbaşı, ta onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz’î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi, bir nefer hizmet-i as*keriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz’i kumandanlık noktasını merci tutar, Kumandan-ı Âzamına şu cüz’i cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılık*tan ta serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzım gelir. Demek Padişah, o ne*fere ismiyle, hükmiyle, kanunuyla ve ilmiyle telefonuyla ve tedbiriyle. Ve eğer Padişah, evliya-ı ebdaliyeden nuranî olsa, bizzat husuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mani olup hail olamaz. Halbuki o nefer gayet uzaktır. Binler mertebeler hail, binler hicaplar fasıldır. Fakat bazen merhamet eder, hilaf-ı adet bir neferi huzu*runa alır, lütfuna mazhar eder. ilh...
“Öyle de: Emr-i kün Feyekün’e malik, güneşler ve yıldızlar emirber neferi hükmünde olan Zat-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u Kibriyasına perdesiz girmek istenilse; zülmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yet*mişbinler hicaptan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecet-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabaka-i sıfatında mürûr edip, ta ism-i Âzamına mazhar olan Arş-ı Âzamına urûç etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler ça*lışmak ve sülük etmek lâzım gelir.” 14
“İkinci Bölüm: (Otuz Birinci Sözün birinci esasından).
“Meselâ deniliyor ki: Cenab-ı Hak "Ona şahdamarından daha yakın." 15 dır. Herşeye, her*şeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzehtir. Her velî kalbi içinde onunla görüşebilir. Neden dolayı Velayet-i Ahmediye (a.s.m.) mi’raç gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velinin kendi kalbinde muvaffak olduğu münacaata muvaffak oluyor?
“Elcevap: Şu sırr-ı Gamızı ‘İki Temsil’ ile fehme takrip ediyoruz. On İkinci Sö*zün sırr-ı İ’câz-ı Kur’ân ve Sırr-ı Mi’raç hakkında olan şu iki temsili dinle:
“Birincisi: Bir Sultanın iki çeşit mükalemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır. Birisi: Amî bir raiyetiyle cüz’î bir iş için, hususi bir hacete dair, has bir telefonla sohbet etmektir. Diğeri: Saltanat-ı Uzma ünva*nıyla ve hilafet-i Kübra namıyla ve Hâkimiyet-i amme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işle alakadar bir elçisi ile veya o evamir ile münasebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir. Ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir mükalemedir.
“İşte: "Ve lillâhi'l-meselü'l-a'lâ" şu temsil gibi; şu kâinat Halıkının ve Malikü’l-Mülk ve’l-Melekûtün ve Hâkim-i Ezel vle Ebedin iki tarzda mükalemesi, sohbeti, iltifatı var*dır. Birisi: Cüz’î ve hâs. Diğeri: Küllî ve amm... İşte mi’raç, Velayet-i Ahmediye’*nin (a.s.m.) bütün velayatin fevkinde bir külliyet, bir ulviyyet suretinde bir teza*hürdür ki, bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Halıkı ünvanıyla Ce*nab-ı Hakkın sohbetine ve münacaatına müşerrefiyyettir.
“İkinci temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar; o ayna kendi miktarınca bir iışık ve yedi rengi havî bir ziyayı, bir aksi şemsden alır. Onun nis*betinde güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve ışıklı aynayı karanlıklı ha*nesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına tevcih etse; güneşin kıymetli nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise: Aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azame*tini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar; güneşin pek geniş şa’şa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağı*nın damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin daimi ziyasıyla sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: ‘Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechî ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdari olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın, bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi...’ Halbuki evvel ki ayna sahibi böyle diyemez. O ayna kaydı altında güneşin aksi ise, âsarı mahduttur, o kayda göredir.
“İşte, Şems-i Ezel ve Ebed sultanı olan Zat-ı Ehad ve Samed’in tecellisi, mahi*yet-i insaniyeye; hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder.
“Birincisi: Ayine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki, herkes istidadına ve tayy-ı meratibte seyr-ü sülûküne, Esma ve Sıfatın tecelliya*tına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelinin nuruna ve sohbetine ve münaca*atına mazhariyeti var. Galibî Esma ve Sıfatın zilalinde, giden velayetlerin dere*catı bu kısımdan ileri gelir.
“İkincisi: İnsanın camiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi oldu*ğundan; bütün kâinattan cilveleri tezahür eden Esma-i Hüsna’yı birden ayine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zatiyle ve Esmaü’l-Hüs*na’nın azamî derecede; nev-i insanın mânen en âzam bir ferdine, tecelli-i âzam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecellî mi’rac-ı Ahmedî ‘nin(a.s.m.) sırrıdır ki; Onun velayeti risaletine mebde olur. Velayet ki zıldan geçer, ikinci temsilin bi*rinci adamına benzer. Risalette zıll yoktur. Doğrudan doğruya Zat-ı Zülcelâlin Ehadiyetine bakar; ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mi’raç ise, Velayet-i Ahmediyenin keramat-ı kübrası, hem mertebe-i ülyası olduğundan risalet merte*besine inkılab etmiş. Mi’racın batını velyettir; Halktan hakka gitmiş. Zahir-i Mi’*raç risalettir; Haktan halka geliyor. Velayet, kurbiyyet meratibinde sülûktür. Çok meratibin tayyine ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u Âzam olan risalet ise, akrabiyyet-i ilahiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir an-ı seyyale kâfidir. Onun için hadiste denilmiş: ‘Bir anda dönmüş gelmiş.’ ” 16
“Üçüncü Bölüm: (El Mesneviyü’l-Arabî eserinden Nuru’l-Min Envari’l-Kur’ân risalesi sahife 456’nın tercümesi).
“...Cenab-ı Hak sana yakındır, sen ise ondan uzaksın. Evet, Cenab-I Hak se*ninle beraber ve senin yanında olduğu aynı anında, senin bütün efrad-ı nev’in*lede beraberdir. Hem senin nev’inle beraber olduğu aynı zamanda, senin cinsi*nin cemi-i efradıyla da beraberdir. Hem senin cinsinle beraber olduğu aynı vak*tinde, zevilhayatın bütün cüz’iyatıyla dahi beraberdir. Hem bütün zevilhayatla beraber olduğu aynı dakikada, mevcudatın sair tabakat ve devairiyle de beraber*dir. Ve aynı vakitte tabaka tabaka, ta bütün mevcudatla birden ve ta zerrat ve esir ve ruhaneyyat ve mâneviyatla; ta vehmu hayalin ihata edemediği âlemlerle de aynı anda beraberdir.
“İşte, sen bu vaziyette kendi cihetinden ona yakınlaşmak istediğinde; evvela senin kendinden geçip cüz’iyetten ayrılarak, inbisat edip yükselerek; ta nev’inin makam-ı külliyesine çıkman lâzımdır. Sonra külliyetin içinde de terakki ederek te*cerrüd için ıtlak-ı ruh ile gide gide, ta cinsinin makam-ı külliyesine çıkman gerek*tir. Ve hakeza yetmiş bin hicaba yakın perdeleri kat’etmek icap eder...” 17
Mesnevî’nin aynı yerinde daha bir miktar izahat mevcuttur isteyen bakabilir.
* * *
Tılsımlar 2: Kitapların indirilmesi, Peygamberlerin gönderilmesi ile birlikte, şeytanlar ve şerîr şeylerin musallat kılınması ile neticelenen durum, zahire göre çir*kin görünüyor. Zira bu imtihan ve ibtila meydanında insanların mutlak ekseriyetinin imtihanı kaybetmesiyle, küfre, tuğyana ve isyana yuvarlanıp cehennemlik oluyor. Böyle ekseriyetin zarar gördüğü bir teklif ve imtihan muamelesinin Rahmet tarafı hangisidir?
İşte bu müthiş sualin halli hususunda-tahmin ediyorum-İslâm ulemasının akaid ve kelam kitaplarında fazla birşey yoktur.. Ve ben biraz araştırmamda birşey bula*madım. Belki o zamanlarda, böylesi bir sualin sorulmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Buna rağmen, bilen varsa, yani bu hususa dair eski ulemanın kitaplarında birşeyler bulan varsa mukayese için gösterilebilir.
Risale-i Nur eserleri ise, bu sualin cevabını bihakkın vermiş ve müthiş muammalı tılsımın çözümünü gerçek olarak başarmıştır. İşte bu mevzuya temas eden Nurlar*dan yer ve parçalarının bazıları şunlardır:
Onikinci Mektubun parçaları.. Ve İkinci Şuâ’ın ikinci alameti olan "Lâ şerîke lehû" den sonraki sual ve cevab ve Arabî İşarat-ül İ’caz S. 207’deki bahis.. Ve Onüçüncü Lem’â’nın ikinci işareti ve hakeza daha birçok yerler.
Şimdi isimleri verilen yerlerden nümunelik bazı parçalar.
“BİRİNCİ PARÇA : (Onikinci Mektup’tan) Sual: Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cen*netten ihracı ve bir kısım benî âdemin Cehenneme idhali ne hikmete mebnidir?
“Elcevap: Hikmeti tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün Esma-i İlahiyeye bir ayine-i camia olması o vazifenin netaicindendir. Eğer Hazret-i Âdem (a.s.) Cennette kalsa idi; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yekne*sak makam sahibi olan Melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i ilahiye; nihayetsiz makamatı kat’edecek olan insanın istida*dına muvafık bir dar-ı teklifi iktiza ettiği için; melaikelerin aksine olarak mukteza-yi fıtratları olan malum günahla Cennetten ihraç edildi. Demek, Hazret-i Âdem’*in (a.s.) Cennetten ihracı ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi, küffarın da Cehenneme idhalleri haktır ve adalettir.
“Onuncu Sözün Üçüncü İşaretinde denildiği gibi; çendan kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş, fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var. Çünkü küfür, bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir. Ve bütün masnuatın Vah*daniyete şehadetlerini tekzibdir ve mevcudat aynalarında cilveleri görünen Esma-i İlâhiyeyi tezyiftir. Onun için, mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere mevcudatın Sultanı olan Kahhar-ı Zülcelâl’in, kâfirleri ebedî Cehenneme atması ayn-ı hak ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet, nihayetsiz azabı ister.
“İkinci sual: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak şeytanı ve şer*leri halketmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihdir?
“Elcevap: Hâşâ! Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünkü, halk ve icad, bütün netaice bakar. Kesb, hususi bir mübaşeret olduğu için; hususi neta*ice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzel*dir. su-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, ‘Yağmurun icadı rahmet de*ğildir’ diyemez. ‘Yağmurun halkı şerdir’ diye hükmedemez. Belki su-i ihtiyarıyla, kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var. Bütünü de hayırdır. Fakat bazıları, su-i ihtiyarıyla, su-i istimaliyle, ateşten zarar görse, ‘Ateşin halkı şerdir’ diyemez. Çünkü ateş, yalnız onu yakmak için yaratılmamış. Belki o, kendi su-i ihtiyarıyla yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.
“Elhasıl: Hayr-ı kesir için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesiri intaç eden bir şer terk edilse; o vakit şerr-i kesir irtikab edilmiş olur. Meselâ, cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesir varki; İslâm, küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse, o vakit hayr-ı kesir gittikten sonra, şerr-i kesir gelir. O, ayn-ı zulümdür. Hem meselâ kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesir olur.
“İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir. Çünkü çok netaic-i mühimme için halko*lunmuşlardır. Meselâ melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyat*ları yoktur. Makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nakıstır. Âlem-i insaniyette ise; meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrutlardan, firavunlardan, ta sıddikîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var...
“İşte, kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı aliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkati ile o sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile; bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasa idi; ma’den-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar be*raber kalacaktı. Âla-i illiyindeki Ebu Bekir-i Sıddık’ın ruhu esfel-i safilindeki Ebu Cehil’in ruhu ile bir seviyede kalacaktı. Demek şeytanın ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil. Belki su-i isti*malattan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler kesb-i insana aittir. İcad-ı İlâhîyeye ait değildir.” 18
Bu mektubun kalan iki sual ve cevabı da çok mühimdir.. Birinci sual, “niçin Ce*nab-ı Hak Peygamberlerle beraber şeytanları halketti de, ekser insanlar küfre gidi*yor, zarar görüyor? diye sorulmuş.. Bunun cevabı, kâfî ve vâfî bir şekilde veril*miştir.
Diğer kalan sual ise, “Cenab-ı Hak musibet ve belaları veriyor, hayvanlarda, masum kimselerde onunla yanıyor, bu bir zulüm değil mi?” diye sorulmuş.. Ve bu*nun cevabı da bihakkın îmandan ve Kur’ân’dan gelen bir nuraniyyet ve parlaklık içinde verilmiş hem aklı hemde kalbi ikna ve tatmin edip doyurmuştur, bakılabilir.
“İKİNCİ PARÇA : (İkinci Şuâ’nın üçüncü makamının ikinci alâmet ve hücceti*nin ahirindeki sual ve cevaplardan)
“Sual: Bu makamda diyorsunki; kâinatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?
“Elcevap: Çok güzellikleri intaç veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi yalnız bir değil, belki müteaddit defa çir*kindir. Meselâ vâhid-i kıyasî gibi bir kubuh bulunmasa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur, pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inki*şaf eder. Nasıl ki soğuğun vücudu ile, hararetin mertebeleri ve karanlığın bulun*masıyla ziyanın dereceleri tezahür eder.
“Aynen öyle de: Cüz’î ve şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla; küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî ni’metler ve küllî güzellikler tezahür eder*ler. Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdi*ren hayırlı neticelerini hükümden iskat edemez. Rahmeti zahmete çeviremez.
“Ama fena ve zeval ve mevt ise: (24. Mektupta gayet kuvvetli ve kat’i burhan*lar ile ispat edilmiş ki): Onlar umumi rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullu hayra münafi değiller. Belki muktezalarıdırlar. Hatta şeytanın dahi, mânevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem hatta kâfir, küfür ile bütün kâ*inatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden; ona Cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden, bu*rada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.” 19
İkinci Şua’ın şu kaydedilen sualin altında bir sual daha vardır ki pek mühimdir. Şöyledir: “Kâfirler ve şeytanların icadı, müsabakaya ve terakkiye sebep olduğu için güzeldir diyelim.. Fakat Rahim-i Mutlak olan Zat-ı Ganiyy-i alel ıtlak neden biçare cüz’î ferdleri ve şahısları şerre ve musibete ve çirkinliğe mübtela ediyor” olan bu suale de fevkalade mühim ve imanın parlamasını göz önünde temin eden bir cevap verilmiştir, bakılabilir.
Risalelerden isimleri verilen parçalardan gayrı, birde mesela 26. Söz’ün Dör*düncü Mebhasına da isimleri yazılanlarla beraber ilim ve akıl ve islamî görüş nokta*sından tamamen halledilmiş olduğu görülecektir.
Tılsım 3: Gayet sahih olan hadis-i şeriflerde, Nil ve Fırat gibi bazı nehirlerin menba’ları Cennetten olduğunu söyler. Bir kısım hadislerde de: O gibi nehirlere her vakit Cennetten birer damlanın damladığını kaydederler. Bu hadislerin sıhha*tinde şüphe yoktur, kat’îdir. Buna rağmen bazı din âlimleri, ya da muhaddis geçi*nen kimseler, bu gibi hadis-i şeriflere ilişmişler ve ilişiyorlar. Hatta 1954’lerde Mı*sır-Ezher Üniversitesinde bu hadisi,-akıllarına sığmadığı için-inkâr eden bazı hoca*lar, aleni olarak,-hadisin senedinin sahihliğinde şüphesizliğiyle beraber-talebelere onun mevzuluğunu işlemişlerdir. Halbuki, ehl-i sünnet uleması arasında, Buharî ve Müslimin üstünde ittifak ettiği bir hadis-i şerifin sıhhatinde hiç bir suretle şüphe edilmemesi lazım gelir diye ittifaklı bir görüştür. Lâkin gel gör ki; Kendi akıllarını her şeye mikyas addedenler bu hadis ve benzeri bazı sahih hadisler hakkında: “Efendim akıl kabul etmiyor” diye ilişmişler ve ilişiyorlar.
Burada mezkûr vaziyetteki ulemanın isimlerini zikredecek değilim. Herhalde ta*kip edenler bilirler.
Şimdi, hadisin bir kısım me’hazlerini veriyorum. Sahih-i Buhari 2/134.. Sahih-i Müslim 4/2183, H. No. 2839. Müsned-i Ahmed 2/289. Mişkat-ül Mesabih H. No. 5628. Malik-bin Sa’sa’a ve Ebu Hüreyre’den rivayet.
İşte, bu kat’i ve müttefekünaleyh sahih hadisin geniş ve derin mânâsı için, Üstad Bediüzzaman şöyle diyor ve o kudsî mânâyı böyle tefsir edip değerlendiriyor: (Bu hadis hakkında Risale-i Nur’da, Sözler S. 250, (20. Söz’ün birinci makamı) ve Şua’*lar, S. 112 ve Mısır Ezher’e cevap olarak gönderilen bir risalecik şeklindeki mek*tup. Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. 3, Sahife 1660)
Bu mevzuda ve benzeri diğer bazı hadis-i şeriflerin müteşabihat nev’indeki tahli*linde, yukarda ismi geçen 1953 veya 54 yıllarında, Mısır Cami-ül Ezherinde büyük çapta; sıhhati şüphesiz bir hadis-i şerifin zahirî olan mânâsını akıllarına sığıdıramayan Ezher’in bazı hocaları, işin kolay tarafı olan “Adem-i Kabul”u ve göz yummak ya*nını seçerek; o hadis için mevzu’ demişler. Bu yüzden bu mesele o sıra Ezher’de okuyan Türkiyeli bazı talebeler, özellikle Emirdağlı Ali Kılıçarslan ismindeki talebe, Hazret-i Üstad’dan bu meselenin halli için mektupla sormuşlardı. Hazret-i Üstad’da kendi yanındaki talebe ve hizmetkârları imzalarıyla umumî ve geniş bir cevap vermiş ve bu cevabî mektup aynı zamanda o senenin Kurban Bayramının bir teb*riki olarak Nur talebeleri arasında Lahika Mektubu tarzında neşir edilmişti.
Şimdi o mektubun bizim mevzuumuzla ilgili bazı kısımlarını almak istiyoruz:
“Bir müddet evvel Avrupalı bir filozof İstanbul’a kadar gelerek İmam-Hatip ve hafız mektebinde okuyan talebelerde Kur’ân aleyhinde bir şüphe hüsule getirmek için, bir konferans vermiş. Kur’ân aleyhtarı o filozof, mezkûr konferansında ‘Seb’a Semavat’ âyet-i kerimesine ilişerek inkâr etmek istemiş: ‘Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor’ demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nu*run İşârâtü’l-İ’câz Arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı gö*rünce, devam ettireceği o konferansları terk ederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur olmuş.
“Bu kabilden umum âlem-i İslâmın bir mübarek medresesi olan Camiü’l-Ezherin kuvvetli iman sahibi talebelerine de bir hadis hakkında şüphe vererek; onları, aklı istimal etmeyerek, naklen kabul ettirmek, İslâmiyetin de sair dinler misilli, akıl dini olmayıp yalnız nakle istinad ettiğini telkin etmek gayesiyle bu nevi itirazlar Camiü’l-Ezherde de vaki olabilir diye hatırımıza geldi.
“Kur’ân-ı Hakim ve Ehadis-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyyat kısmının âtiyen zikredeceğimiz mânâ-yı hakikilerinin beyanından başka, Risale-i Nurun İman-ı Billaha dair çok mühim bir risalesi olan Âyetü’l-Kübra risalesinin başında; binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman kadar sözlerinin makbul olmadığını ve bir meselede bir tek ehl-i ihtisasın sözünün, o meslekte mütehas*sıs olmayan yüzler âlimin sözüne müreccah olduğunu, ve iki ehl-i ispatın binler nafilerden daha ziyade sözlerinin muteber olduğunu ispat ediyor.
“Diğer mühim bir meselede, müteşabinat ve Kinaiyat-Kur’âniye ve hadisiyenin zahir mânâlarının hakikate muhalif gibi görünmesinden, bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu meseleye, her müşkilatı halleden ve her suale cevap veren Risale-i Nur gayet mukni ve kat’î cevaplar vermiştir. Yirmi Dördüncü Söz risalesinin Üçüncü Dalında müteşabihat-ı Kur’âniye ve hadisiyeye olan evham ve şüphelere karşı on iki asıl ve esaslar yazılmış. Herşeyden evvel şüpheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar.
“Bir iki misal: Meselâ Halık-ı Zülcelalin koca kâinatı idare ve tedbirini "Hükümranlığı Arşı kaplamıştır." âyetiyle, bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünkü akıl ve hayal, mücerrad olarak onu kavrayamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me’lufu olmadığı mânâya giydirmekle ünsiyet ettirir.
“Hem meselâ, "Biz demiride indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet hem de insanlar için faydalar vardır" âyet-i kerimesi, demi*rin semadan inzalini haber veriyor. İşte münafıklar şu âyetede itiraz etmişler: ‘Demir yerden çıkıyor "ahrecnâ" demeli idi’ demişler. Risale-i Nur müskitane ce*vabında: Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan demirdeki çok azim ve ehemmiyetli nimet ci*hetini ihtar etmek için "enzelnâ'l-hedîde" demiş. Çünkü yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki, "İhrâc" desin. Belki demirdeki nimet-i azimeyi ve nev’i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise, yukarı ve tamamen yük*sek mertebelerdir. Yukarıdan aşağıyadır. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mafevkindedir. Onun için ni’metin, rahmet*ten beşerin ihtiyacına imdad için gelmesinin hak tabiri inzaldir "İnzâlün" ihraç değil*dir. İlaahir...
“İşte bu mühim esaslara göre; her hadiste bütün tafsilatına vahy-i mahz na*zarıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelatında, risaletin ulvî asarı aranılmaz. Nasıl ki bir vakit huzur-u nebevide derince bir gürültü işitildi. Ferman ettiki: ‘Şu gürültü yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.’ Bir saat sonra haber geldi ki: ‘Yetmiş yaşına gi*ren bir münafık ölüp, Cehenneme gitti.’ Zat-ı Ahmediye Aleyhisselatü Vessela*mın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hadisenin te’vilini gösterdi. Şimdi, Cennet*ten geldiği hadis-i şerifte bildirilen üç nehre dair gelecek cevap ise, yine Zülfikâr mecmuasında, Mu’cizat-ı Kur’âniye zeyillerinden ‘Yirminci Söz’ün birinci maka*mındadır. Aynen yazıyoruz:
“...Taşlardan öyleleri var ki, bağrından nehirler çağlar." bu fıkra ile, dağlardan nebaen eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar harika-nüma ve mu’cizevarî bir surette mazhar ve musahhar ol*duğunu ifham eder. Ve onunla şöyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor, di*yor ki: Şöyle azim ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü: Faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsa*lar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kay*betmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı galiben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur kâfi varidat olamaz. Demek ki: Şu en*harın menbaları âdhi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki, pek harika bir su*rette Fatır-ı Zülcelâl, onların sırf hazine-i gabtan akıttırıyor. İşte bu sırra işare*ten, bu mânâyı ifade için hadiste rivayet ediliyor ki: ‘O üç nehrin herbirisine Cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.’
“Hem bir rivayette denilmiştir ki: ‘Şu üç nehrin menbaları, Cennettendir’ şu rivayetin hakikatı şudur ki: ‘Madem esbab-ı maddiye şunların bu derece kesretli nebaanına kâfî değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybtandır. Ve gizli bir ha*zine-i gabtan gelir ki, masarif ile varidatın muvazenesi devam eder. 20
“İKİNCİSİ : (Yedinci Şu’a olan Ayet-ül Kübra’nın dördüncü mertebesin*den). 21
“Sonra o misafir nehirlere bakar, görür ki; menfaatleri ve vaizfeleri ve vâridat ve sarfiyatları o kadar hakimane ve rahimanedir, bilbedahe ispat eder ki; bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler bir Rahman-ı Zülcelâl-i ve’l-ikramın ha*zine-i Rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hatta o kadar fevkalade iddihar ve sarfediliyorlar ki: ‘Dört nehir Cennetten geliyorlar’ diye rivayet edilmiş. Yani; zahirî esbabın pek fevkinde olduklarından mânevî bir Cennetin hazinesinden ve yalnız gaybi ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ: Mısır’ın Kumistan’ını bir Cennete çeviren Nil-i Mübarek; cenûb tarafından, ‘Cebel-i Kamer’ denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenme*den akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısmından bir kısım olmaz. Varidati ise, o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için, mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vasiayı muhafaza edemediğinden; o Nil-i Mübarek adet-i arziyye fevkinde bir gaybî Cennetten çıkıyor diye rivayeti, gayet manidar ve güel bir hakikatı ifade edi*yor...” 22
Ve daha şu hazırlanmış otuzüç adet tılsımlardan seçilen bu üç talsım gibi, belki yüzelliye iblağ edilebilir. Din tılsımlarının Risale-i Nurlarda halledilmiş olduğunu gös*termek mümkündür. Mesela en büyük tılsımlardan birisi: İmam-ı Gazali gibi büyük ve dahî allemeler: “Akıl ile ona gidilmez” dedikleri haşr-ı cismanînin aklen ve ilmen isbatı ve Melaike ve cinlerin vüudlarının ispatı. Ve Mi’rac-ı nebevînin hem ruhen hemde cismen beraberce vukuunun ispat ve imkânı. Ayrıca yedi kat Sema ve yedi kat yerlerin ilmî ve aklî ispatları. Ve Kur’ân bir mânevî Güneş gibi kâinatta kıya*mete kadar kırk vech-i i’cazi ile devamının delil ve ıspatları-ve hakeza, bir çok mes’elelerin ve muammalı tılsımların hallinin ispatları Risale-i Nur’da vâzihen ispat edildiğini göstermek mümkündür. Lâkin, şimdilik bu tebliğimizde Risale-i Nur’ların içindeki çok sayıda ve çok geniş olan o tılsımlardan sadece bir nevi işaret ve nü*mune kabilinden olarak şu üç tılsımı burada yeterli görmek istiyorum. Cenab-ı Hak lütfu ile bu tebliğimiz gibi sair misafir ve yerli büyük âlimlerimizin tebliğlerini Nurlu bir tarzda neticelendirsin ve feyizdar kılsın. Amin!..
____________________
1 (Araştırmacı-Yazar) 1936 yılında Şanlıurfa’da doğdu. 9 yaşlarında köy hocalarından Kur’ân, tecvid ve Osman*lıca okudu. Resmî okul okumadı. Tahsili, Risale-i Nur’dur. Arapça ve Farsçayı kendi gayreti ile öğrendi. 1953’de Bediüzzaman’ı Isparta’da ziyaret etti ve aynı tarihten itibaren Risale-i Nur medreselerinde kalmaya başladı. Bediüzzaman hayatta iken iki defa, vefatından sonra da Risale-i Nur okuduğu için hapse atıldı. On yedi defa aynı dâvâ için mahkemelik oldu.
Başlıca eserleri:
1) Bediüzzaman’ın “Eski Said” zamanında yazmış olduğu Türkçe eser, nutuk ve makalelerini arayıp, bulup bir kitap halinde Âsar-ı Bediiye olarak yayınladı.
2) Bediüzzaman’ın hayatını 2000 sayfalık üç cilt halinde yayınladı.
3) Risale-i Nur’da geçen âyet, hadis ve kelam-ı kibarların yerlerini tesbit ederek “R. N. K. Kaynakları” adı altında yayınladı.
4) Bediüzzaman’ın El-Mesnevîyyü’l-Arabî’sini tercüme etti.
5) Risale-i Nur’un “Neşir tarihçesi’ni hazırladı.
6) Risale-i Nur’un Küçük Sözleriyle Üstadın öz hayatını Kürtçe “Kürmancî” lehçesine ter*cüme etti.
2 Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabı bu dâvâya şahittir.
3 Şuâlar, s. 141 ve Sözler, s. 683.
4 (Sözler s. 411), (Mektubat s. 333), (Barla Lahikası, Envar-ı Neşriyat, 2. baskı, s. 283).
5 Bu kitaba 33 tılsımdan sadece 3 tanesi giriyor
6 Kastamonu Lahikası, Envar, s. 182 (....).
7 Emirdağ 2, s. 104-107 (Envâr Neşriyat).
8 150 sayfayı bulan bu tılsımlardan bir örnek olması bakımından 3 tanesini dercediyoruz. İleride inşaallah tebliğiniz olan “Bediüzzaman ve Din Tılsımları” biraz daha tekmil ettirilerek müstakil bir kitap halinde takdim ediyoruz. A.B.
9 Hûd Sûresi, 16:77.
10 Yâsin Sûresi, 3683.
11 Kaf Sûresi, 50:16.
12 Yâsin Sûresi, 36:83.
13 Meâric Sûresi, 70:4.
14 Sözler s. 198.
15 Kaf Sûresi, 50:16.
16 Sözler, s. 561.
17 Tercüme-i Mesnevî, A..B., s. 580.
18 Mektubat, s. 43.
19 Şuâlar, s. 30.
20 (HAŞİYE) Nil-i mübarek, Cebel-i Kamerden çıktığı gibi, Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van vilayetinden Mü*küs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. (Mufassal Tarihçe-i Hayat A. B., 1660-1667. Ve Sözler s. 251).
21 Şua’lar, S. 112.
22 Şuâlar, s. 112.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN VE İÇTİHAD MESELESİ
KUTB MUSTAFA SENÛ 1
TAKDİM
Elhamdülillahi Rabbil-Âlemin ves-salâtü ves-selâmü alâ Rasûlillâhi ve alâ âlihî ve sahbih.
Bu tebliğ, geniş idrak sahibi Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Risale-i Nur isimli eserde yer alan 27. Söz’ün mütevazi ve kendi çapında tahlilî bir müzakeresi*dir. İçtihadın, ümmet-i İslâmiyenin uyandırılması ve bütün insanlığa karşı olan so*rumluluklarının şuuruna vardırılmasına yönelik hiç de hafife alınmayacak bir önemi ve rolünün olmasını nazara alınca, bu toplantıda, Bediüzzaman’ın yakîni ilmi yardı*mıyla içtihadla alakalı olarak ortaya koyduğu fikirler ve görüşleri ele almayı uygun buldum. İçtihad gibi geniş bir alanı içine alan bir konuyu birkaç sayfada değerlen*dirmek elbette zordur. Ancak bu çalışma, bu büyük âlimin ince bir ilimle kaleme aldığı risalelerinden sadece birisinin, içtihad konusunu bütün yönleriyle açıklayan, ifade eden ve anlatan bir risalenin teenni ile okunup incelenmesinden ibaret müte*vazi bir çalışmadır.
Her şey bir yana, dikkatlerinize sunulan sınırlı ve mütevazi çalışmam, bu alanda belki bir işaret taşı olabilir ve aynı zamanda içtihadla alakalı bazı meselelerin aydın*lığa kavuşmasını sağlayabilir. Allah’tan dileriz ki, bu çalışmamızdaki hedeflerimizi gerçekleştirebilelim.
Bediüzzaman Said Nursî’nin İçtihat Risalesi hakkında tahlili bir değerlendirme çalışması
Giriş
Bu bölümde, yüksek bir ilmi seviyeye sahip olan Bediüzzaman’ın İçtihad Risa*lesi’ndeki görüşleriyle ilgili tahlilî bir değerlendirmeye yer vermeyi uygun gördük. Bu çalışmadaki hedefimiz, İslâm tarihi boyunca, ehil veya nâehil insanlarca enine-boyuna sayısız değerlendirmelerin yapıldığı içtihad derecesine, zamanımız âlimlerin*den Bediüzzaman’ın layıkıyla ulaştığını göstermek, sahibi bulunduğu içtihadî dü*şünce yapısını ibraz etmektir. Bu incelememiz, öncelikle mezkur risalenin telif edil*diği şartların ele alınması konusuna yer vermekte, eserin şekillenişinde bu şartların etkileri ele alınmakta, bunlara ek olarak bu risalede belirtilen fikirlerin ve muhteva*nın tahlili ve münakaşası yapılmaktadır. Bu çalışmayı, yapılan inceleme neticelerini ortaya koyup, kendimizce dikkat edilmesi gerekli bazı teklifleri sıralamakla hitama erdirmeyi ümid ediyoruz. Allah’dan dileğimiz, sözlerimiz isabetli, görüşlerimizi isti*kametli eylemesidir.
Bu bölümü iki ana başlık altında ele aldık. Bunlar:
A. İçtihad risalesi ve telifi esnasındaki şartlar.
B. Risaledeki fikirlerle ilgili tahlil çalışması.
A. İçtihad risalesi ve telifi esnasındaki şartlar
aa. Risale hakkında genel bilgiler
l- Risalenin tarifi:
Bediüzzaman’ın Arapça olarak telif ettiği ve Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nûrî is*mini verdiği eserde yeralan ve içtihadı konu edinen bir eserdir. Risale-i Nur talebe*lerinin isteklerine binaen bu eser, bizzat müellifi tarafından Risale-i Nur külliyatından Sözler isimli eserde tekrar yazılmıştır. Risalede özet olarak, müellifin yaşadığı asırda içtihad-ı nazari kapısını aralamanın önündeki engellerden bahsedilmekte, sonuçta, bu zamanda içtihat önündeki altı engelden söz edilmektedir. Bu engeller, örnekler ve bazı aklî deliller eşliğinde tafsilatlı olarak açıklanmaktadır.
2- Risalenin hedefi:
Bu risalenin telifindeki hedef, Bediüzzaman’ın zamanında içtihad iddiasıyla ortaya çıkanların, bu iddialarını reddetmektir. Bu iddia sahiplerinin önünde bulunan içtihat kapısını sağlam delillere dayanarak kapatmaya gayret etmektir. Bundaki sebepler ve mezkur engeller risalede geniş olarak ele alınmıştır. Bunu risalenin mukaddime*sinde yeralan şu cümle açıkça gösterir; “Beş-altı sene mukaddem Arabî bir risalede, içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dair had*dinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu söz, o mesele-i içtihadiyeye dair yazıldı.” 2
3- Risalenin telif tarihi:
Bediüzzaman Said Nursî - Hayatı ve Eserlerine Genel Bir Bakış isimli kitabın ya*zarına göre, Bediüzzaman, bu konuyu aslen Ankara şehrinde, 1923 tarihinde Mes*neviyyü’l-Arabiyyü’n-Nûrî isimli eserinin içinde ele almıştır. Şöyle denilmektedir; “1923 yılında aşağıdaki risaleler neşredilmiştir. Ankara’da telif ettiği eser; Zeylü’z-Zeyl - el-Hubâb (Arapça) ve Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nurî’nin diğer eczaları.” 3
Bu ifadeler şu anlama gelir: Elli yaşları civarındayken ve Dârü’l-Hikmetü’l-İslâ*miyenin azâsıyken, bu risalesini mezkur eserinin zımnında Arapça aslıyla telif etmiş*tir. Büyük bir ihtimalle, 1929-30 yıllarında Türkçeye çevrilerek Risale-i Nur içine dercedilmiştir. Bu duruma 27. Sözün mukaddimesinde şöyle işaret edilir; “Beş-altı sene mukaddem, Arabî bir risalede, içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşi*min arzularıyla yazıldı.” 4
Bu durumda şu neticeye varıyoruz: Aslen Arapça olarak telif edilen bu eser, müellifin bu lisana olan derin vukufiyetini ve üstün belagat gücünü en güzel şekilde göstermektedir. Aynı zamanda, bu risalenin telifi esnasında, müellifin İslâm âleminin başına gelen olaylarla çok yakından ilgilendiğini; İslâmın özüne yönelik hariçten gelen hücumları bir kenara bırakarak, içtihat meseleleriyle uğraşmanın yanlışlığını, bunun yerine bütün himmet ve gayretlerin düşmana mukabil cihadda harcanması ve İslâmın gövdesine girmiş korkunç hastalıkların izalesinde harcanması gerektiğini büyük bir ısrarla savunduğunu gördük.
Bediüzzaman’ın İçtihad Risalesi hakkındaki bu muhtasar bilgiler, onun aslını Arapça olarak telif ettiği mezkur eseri vücuda getiren sebeplerin, telifi esnasındaki şartların tahlilini gerektirdi. Bu sebeple bir sonraki başlığı bu konuya ayırdık.
4- Risalenin telifinde yaşanan şartların etkisi: 5
Tarih bize gösteriyor ki, Bediüzzaman sadece lisanıyla değil, aynı zamanda sila*hıyla da mücadele etmiştir. Osmanlı devletinin l. Dünya savaşına girmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Çünkü o, devletin böyle bir savaşa hazırlıklı olmadığı gibi, sonuçta bir menfaatinin de bulunmadığı için, savaşa girmenin abes olduğu görüşündeydi. Yaş-kuru ne varsa yakıp kavuran cehennemî savaş ateşi patlak verdiğinde, var gü*cüyle vatanın müdafaasına çalıştı. Zira o, devletin bir askeri, dinini ve vatanını koru*yan bir mücahitti. Buna karşılık düşmanın kanlı eli, sayı ve güç itibarıyla fevkalade fazlaydı. Rus ordusu ermeni çetecilerin yardımıyla İslâm şehirlerini basmaya ve işgal etmeye çalışıyorlardı. Erzurum, ilk olarak ellerine düşen şehir olmuştu. Bir diğer iş*gale uğrayan şehir Bitlis idi. Ruslara karşı direnen İslâm ordusunun içinde Bediüz*zaman da vardı. Yapılan mücadeleler esnasında cihada iştirak eden bazı İslâm asker*leri gibi, o da Ruslara esir düştü. Nihayetinde Allah, yaklaşık iki sene dört ay süren esaretinden kurtulmayı ona nasib etti.
Bediüzzaman’ın hayatını inceleyen bazı tarihçilerin zikrettiklerine göre, bu savaş*lar esnasında o, bazı kitaplarını Arapça olarak telif etti. Bunların arasında, bizim araştırma konumuz olan İçtihad Risalesinin yeraldığı Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nurî de vardı. 6
Bu bilgileri sıraladıktan sonra, bu risalenin 1918 yılında biraz önce telif edildiğini gözönüne alan bir kişi, risalenin harp şartları altında ve bunun psikolojik, sosyal, ikti*sadî ve güvenlikle ilgili tesirleri altında kaleme alındığını düşünecektir. Ancak, bu konuyu etraflıca mütalaa eden bir kimse, böyle bir görüşü kabul etmeyip istib’ad edecektir. Çünkü, telifinde kullanılan lisan, kesinlikle savaş havasından ve şartların*dan müteessir bir lisan değildir. Bu durum bizleri, biraz önce işaret ettiğimiz iki sene esnasında eserin telif edildiği gerçeğine götürür. Eğer bu iddianın zannî olduğunu düşünürsek, Bediüzzaman bu eserini mezkur zaman içinde telif ettiği halde, bunu o esnada neşretmeyip 1923 yılından sonra neşrettiğini söyleyebiliriz.
Hal böyle olunca, bu eserin savaş atmosferi altında teflif edilmesini kabul etme*diğimiz takdirde, harbin hayat şartlarına bir etki ve ağırlık bırakmadığını, bu gibi eserlerin himmet zaafından ve bu savaşta Osmanlı devletinin hezimete uğramasın*dan etkilenen bir çok insanı gözardı etmekten dolayı tecelli ettiğini kabul etmek ge*rekir. Bu yüzden, Bediüzzaman’ı okuyan kişi, devletin başına gelen elem verici hallerden, vaziyetten dolayı müteessir ve hazin bir dille bu konudaki değerlendirme*lerini yaptığını görür. Diğer yandan, bu asrın insanlarının ihmal ve zayi’ ile ellerin*den kaçırdıkları dinin zaruriyatını ve kat’i emirlerini tekrar tatbik etmeye her şeyden önce dâvet ettiğini, bütün cehd ve gayretlerin bu yöne yöneltilip, yoğunlaştırılma*sının zarureti üzerinde ısrarla durulduğunu anlaması güç değildir. Ona göre gayret*ler gereksiz yere heba ve zayi’ edilerek etrafa saçılmamalıdır. Bunun için esas he*defin gerçekleşmesi için bütün himmetler sarfedilmelidir. İnsanlar öncelikle zaruriy*yat-ı diniyeye iltizam etmelidirler. Bununla bağlantılı olarak şöyle der; “Dinin zaru*riyyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü kat’i ve muayyendirler. Hem o zaruriyyat, kût ve gıda hükmündedirler, şu zamanda terke uğruyorlar ve tezellüldedirler.” 7 Şu ifadeler bir öncekini tamamlar mahiyettedir; “Dinin zaruriyyatı ki, içtihad onlara gi*remez. Çünkü: Kat’i ve muayyendirler. Hem o zaruriyyat, kût ve gıda hükmün*dedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezellüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariy*yat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve halisanesiyle, bütün zamanların haca*tına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskarane içtihadlar yapmak, bid’akarane bir hıyanettir.” 8 Bu ibarelerde kasdedilen bir diğer mânâ da, zaruretlerin ön plana alınması fikri, bir diğer içtihaddır. Bu zaruriyyat konusunda bü*tün gayretlerin odaklaştırılması ve büyük bir cehd ile bunların tekrar ihya ve ikame edilmesine yönelik bir mücahededir.
Nazarî ve amelî dâvet konusuyla ilgili geçmiş asırların fıkhı bir yana, mesail-i kat’iyyenin zayi’, ihmal ve unutulması gözardı edilerek, mesail-i zanniyede içtihad etme fikrinin hiç bir faydası yoktur.
O halde şunu açıkça söyleyebiliriz; Bediüzzaman’ın bu bahisle ilgili eser telif et*mesinin ardında, dinin zaruriyyatı ile ilgili ihmal ve boşvermişlikten doğan genel ha*vanın hakim oluşu vardır. Bu konuda, içinde bulundukları halin vehametini anlama*yan, olayları hakkıyla yorumlayamayan insanları uyarmaya çalışmıştır. Böylece, adeta, bu zamanda zannî nasslardan hükümler çıkarmak için içtihad-ı nazarî bulunma konusunda ümmetin bir ihtiyacının bulunmadığını söylemek ister. Hakikat-ı emrde içtihadın şartlarından birisi ilm-i hali ve nass-ı Şari’in bundan sonrası için de geçerli olabilecek anlamını idrak etmektir. Kim bu şartı kendisinde taşımıyorsa, o kişinin iç*tihad kapısını çalmaya hakkı yoktur. Bilakis bu kapı onun yüzüne kapanmalı ve ora*dan girmesine engel olunmalıdır.
Bu bahsin telifine etki eden sebeplerden bir diğeri, Bediüzzaman’ın, kendi as*rında yaşayan ve usûl-ü fıkh hakkında söz sahibi olacak kadar seviyeli olmadığı halde içtihad iddiasında bulunan kimselerin çokluğu olmuştur. Bu ilim öyle bir ilimdir ki, içtihad ameliyesinin ana direği ve sarsılmaz, güçlü bir rüknü olarak kabul edilmiştir. Bu ilmi yeterince elde eden kimse, içtihad noktasında önemli bir adım atmış olur. Böylelikle, müçtehid bir olay karşısında hükmün illeti ile hikmeti, maslahatıyla ma*kasıdı, zaruriyyat ile haciyyat ve tahsiniyyat arasındaki illeti temyiz edecek seviyeye ulaşır. İşte, asrındaki birçok içtihad iddiasıyla ortaya çıkanların bu yönden eksik oluşlarını gören Bediüzzaman, onlar ile içtihad arasına bir set teşkili açısından bir eser telif etmiştir. Zamanındaki böyle bir eksikliği görmemiş olsaydı, bu konuda bir eser kaleme almaz, onlara muhalefette bulunmaz, içtihad heveslilerine bu şekilde yönelmezdi. Kaldı ki, o sıralarda ortaya konulan fetvaların, zaman zaman işgal güçlerinin baskısı ve emirleri doğrultusunda sadır olduğunu göz önüne almak ge*rekir. 9 Bu hal, dini endişenin zaafını, bazı zamane âlimlerinin nifak, bazılarına ya*ranma ve kendilerini ön plana çıkarma hastalıklarına yakalandığını gösterir. Eğer bütün bu şartlar gerçekleşmeseydi, Bediüzzaman açısından, asrının içtihad iddiacıla*rına mukabil şiddetli bir üslub ile kaleme aldığı bu risalesini telife ihtiyaç duymaya*caktı.
Özetlersek; Bediüzzaman’ın belirtilen eseri telif etmesinde büyük etkisi olan ilti*zam-ı dinîdeki zaafa ek olarak, asrındaki bazı kimselerin yeterli ilmi seviyeye sahip olmadıkları halde içtihat iddiasıyla ortaya çıkmalarıdır. Bu ilmî zaaf, Bediüzzaman’ın nazarında bir çok sebepten kaynaklanmaktadır. Bunlardan bir kaçı; Avrupa medeni*yetinin tehakkümü, insanların fikirleri ve hareket metodları üzerine maddîyyun fel*sefesi ve fikirlerinin tasallutu, günlük hayatın bazı gerekleri ve benzeri şartların fikir*leri dağıtması, kalpleri şaşkına dönmesi, himmetleri kırılması... bütün bunlar, böyle bir zamanda kişinin içtihad seviyesine ulaşmasını engelleyen hususlardır. Konuyla ilgili bir değerlendirmesinde Bediüzzaman şöyle der; “Şimdi ise, fikir ve kalplerin teşettütü, inayet ve himmetlerin zaafiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptila ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünûn-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müte*veccihtir. Ahkam-ı diniyeye sarfedilecek müstakim bir içtihad yoktur.” 10
Bediüzzaman’ın bu işaretinde, insanlar bir yandan muasır ilimlere büyük ihtimam gösterirken, şer’î ilimlerle içtihad seviyesine ulaştıracak kadar ilgilenmeyip ihmal etmelerinden dolayı teessüre ve teellüm içine düştüğünü okuyan herkes anlayabilir. İşte, bir yandan fünûn-u hâzıra ve hakim olan ulûm-u arziyyeyi içlerine sindirdikleri halde, diğer yandan ulûm-u şer’iyyenin inceliklerine vakıf olmayan insanların önün*deki içtihad kapısının kapanması gerektiğini savunan bu cümlelerin gerçek amacı budur. İçtihad kapısı ancak bu iki tür ilmi-arzî ve şer’î-tıpkı Bediüzzaman örne*ğindeki gibi kendinde toplayabilen kişiler için açılabilir.
Sonuç:
Bediüzzaman’ın içtihad konusunda bir eser telif etmesine etki eden sebepleri şu şekilde özetleyebiliriz:
Evvelen: Osmanlı devletinin son zamanlarında yaygın olarak iltizam-ı diniyede görülen zaafiyet. Öyle ki, içtihad iddiasıyla bazı âlimler neredeyse Allah’ın haram kıldığı şeyleri helal, helal saydığı şeyleri haram sayacak kadar ileri gidebilmişlerdi. Fıkıhta, böyle insanlar için içtihad kapısının aralanabileceğine dair hiç bir şart yoktur. Tam tersine, içtihad kapısı böylelerinin yüzüne ancak kapanabilir.
Saniyen: Bediüzzaman’ın yaşadığı asırda, şer’î ilimlere nisbeten arzî ilimlerle alabildiğine iştigal ve bunlara bağlılığın içtihad taraftarları arasında bir hastalık gibi yayılmasından kaynaklanan ilmi zaafiyet. Bu taraftarlar arasında dini ilimlere karşı hakikaten büyük bir zaaf ve boşvermişlik havası hakimdi. İşte böyle bir zamanda, İslâm dâvâsıyla ilgili içtihat kapısının kapanmasına dair bir başka içtihada gerek vardı.
Bediüzzaman her ne kadar gerekli şartları haiz olan herkese kıyamete kadar bu kapının açık olduğuna inansa da, bu zamanın insanlarına içtihad kapısını açmanın menedilmesine dair sözlerinin ardında esasen ve netice itibariyle, belki sebep olarak işte bu iki nokta vardır.
Elhasıl, Üstad bu eserini telif ederken, zamana hakim olan şartların buna etkisini ve etki eden şartları hakkında yeteri kadar bilgi verdiğimize inanıyorum. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, konu hakkında daha detaylı araştırma yapabilirler.
B. İçtihad risalesi hakkında tahlili bir araştırma
Bediüzzaman’ın İçtihad Risalesini telif etmesinde etki eden faktörleri yukarıda gördük. Bunda rol oynayan şartları ve durumları öğrendik. Bunun ardından bize düşen görev, gayet güçlü ve muhkem ilmî hakikatler ihtiva eden bu eseri, ilmi bir yaklaşımla inceleyip değerlendirmektir. Bu konuda söyleyebileceklerimiz şunlardır.
Zamanın insanlarının bir takım gerçekleriyle ilgili kifayetli bir yaklaşım, derin bir anlayış ve ince bir ilimden hareket eden Bediüzzaman, aslında içtihad kapısının açık olduğunu, ancak bu zamanda içtihad yapmaya engel altı şartın bulunduğunu belirt*mektedir. Bu şartlar insanların arasında baki kaldıkça, içtihat kapısı kapanmalıdır ve şer’an bu kapıdan girmek memnu’dur. Bu ifadelerle Bediüzzaman adeta; “Şayet iç*tihad aslına uygun şekilde yapılırsa meşrudur. Bu şartların değişmesi halinde bu yolu kullanmak mahzurludur.” demek ister. Bu zamanda içtihat yapmanın meşru olma*yışına sebep olarak gösterdiği manilere göz gezdirecek olursak, bunları iki başlık al*tında inceleyebiliriz; Yapısal engeller, ilmi engeller. Bu engeller ortadan kalkma*dıkça içtihad kapısının kapalı kalması gereklidir. Zira bu manilerin varlığını sürdür*mesi, içtihad şartlarını ortadan kaldıracaktır. Bir kimse bu eksiklikleri tamamlamadan önce, içtihadda bulunmaya hak kazanamaz. Bu engelleri güzel bir şekilde sıralayıp, ilmi bir tahlile tabi tutabilmek için, öncelikle içtihad yapmanın şartları üzerinde az da olsa durmamız gerekir. Bu takdirde Bediüzzaman’ın yaşadığı asırdaki şartları ve bu zamanda yaşayan insanlarca yapılan içtihadların gayr-ı şer’î ve gayr-ı muteber olduğunu gayet iyi anlayabiliriz.
İşaret edilmesi gerekli bir husus, içtihad yapmak isteyen bir kimsede bulunması gerekli şartların belirlenmesi konusunda ulema-i usûl arasında büyük bir ihtilafın mevcudiyetidir. Eğer onlar, içtihat yapmak isteyen kişide olması gereken şartlar konusunda ittifak etmiş olsalardı, diğer araştırmacılar gibi bizler de, böyle bir ihtilaf denizinde zorluklarla karşılaşmayacaktık. Üstad, bu ihtilaflar üzerine fazlaca durup, kendisi de bu ihtilaflara katılmak yerine, içtihad şartları konusunda, mikdar ve tür yahut devamiyeti ve tegayyüre uğraması yönleriyle bazı görüşler ileri sürmüştür. Onun, bu şartlara yaklaşımı, bir çok âlimin yaklaşımından farklıdır. Bu durum, belirli noktalar çerçevesinde aşağıda ele alınmıştır.
- İçtihad hakkında ortaya konan şartların bir kısmı müttefekun aleyh, bazıları da muhtelefün fih’tir. Bu durumda, bir kimsenin muhtelefün fih şartlarla alakalı olarak bunların insanlar açısından bağlayıcı olmadığını savunması doğru olmadığı gibi, müt*tefekun aleyh şartları bir kenara bırakarak, içtihad yapmaya dair herhangi bir şartın bulunmadığını iddia etmesi de doğru değildir.
- Yine, kabul edilmesi gerekli bir diğer mühim nokta, içtihad şartlarının zamanla tağyir ve tebdil edilmesi, geliştirilerek ta’dil edilmesi imkânıdır. Bütün içtihad şartla*rının, zaman ve mekândaki değişmelere rağmen, değişmeden, ebedi olarak kalması mümkün değildir. Örneğin, bir kimsenin asr-ı risalette veya asr-ı sahabedeki içtihad şartlarıyla, asr-ı tabiin ve tebe-i tabiindeki içtihad şartlarının aynı olduğunu iddia et*mesi düşünülemez. Bu hakikate delil olarak, mezkur şartlarla alakalı kütüb-ü usûlde yer verilen hususlar gösterilebilir. Yani, içtihad konusunda, ahkâm âyetleriyle ilgili marifet sahibi olma şartı, örneğin asr-ı sahabede gerekli görülmemiştir. Diğer yan*dan, marifet-i ilm-i usûl şartı ne asr,ı sahebede, ne de asr-ı tabiinde bir içtihad şartı olarak kabul edilmemiştir. Aynı şekilde, tebe-i tabiin döneminde marifet-i mantık şartının, içtihad için aranan şarlar arasında zikredilmediğini görüyoruz.
Hal böyle olunca, zaman ve mekân faktörü, her bir asırda içtihad için farklı şartların gündeme gelmesine sebep olmuştur. Yani, selef-i salihince, kendine has şartları ve özellikleri olan tarih sürecinde ortaya koydukları içtihad şartlarının, bu asırda ve şartlarda da camid ve sabit bir şekilde devam ettiğini düşünmek yanlış olur. Hiç şüphesiz, ilimlerin tedvini ve kendi aralarında sınıflandırılması açısından 4. hicri asır en üstün bir dönem olmuştur. Örneğin, ulûm-u şer’iyye alanına ilm-i man*tıkın dahil edilmesi, bazı usul âlimlerini, bu ilmin tahsilini içtihad şartları arasında saymaya yöneltmiştir. Hatta Gazalî daha da ileri giderek, bu şartın içtihad şartlarının tamamına temel teşkil ettiği görüşünü ileri sürmüştür.
Bu ve benzeri gelişmeler, içtihad şartlarının tadili, tekamülü ve ziyadeleşmesinin kabul edilmesine birer delildir. Birinci ve ikinci asrın sonlarından itibaren, marifet-i ilm-i usûlün yaygın bir ilim dalı oluşunda hiç kimsenin şüphesi bulunmaz. Ancak, iç*tihad için böyle bir ilmin şart koşulması, yaklaşık 3. asırdan sonraya rastlar. İçtihad şartlarından çoğu bu paralelde ortaya çıkmıştır.
Buradan hareketle, söylenenleri toparlarsak, içtihad şartları ve özellikle bir kısmı geniş bir perspektiften değerlendirilmeli, her bir asırda ihtiyaç duyulduğu ölçüde yenilikler getirilmelidir. Zira, muhtelefün aleyh olan bazı şartlarda ta’dil, tekmil ve tağyir yönleriyle yeniden ele alınmasının hiç bir zararı olmayacaktır. Zaten bu iş*lemler bizzat içtihadın birer cüz’üdürler. Allah selef-i salihine rahmet etsin ki, onlar, kendilerinden öncekilerin işaret ettiği şartları geliştirerek kullanmışlar, kendi zaman*larına bakarak, öncekilerin kabul etmediği birtakım şartları zamanlarındaki insanlara sunmuşlardır. Bu tarzın sancaktarlarından birisi İmam Gazalî’dir. El-Mustasfa isimli eserinde, zamanının olaylarından etkilendiğini gösterir mahiyette, muhtelif içtihad şartları belirlemiştir. Aynı şekilde, Gazalî’nin ortaya koyduğu şartlara mügayir ola*rak şartlar ileri süren bir başka âlim İbn Sübkî’dir. İmam eş-Şâtıbî ise, içtihad şartla*rını iki önemli ilmin marifetiyle sınırlamıştır. Bu ve benzeri bir çok örnek vardır. Bunların tamamı, içtihad şartlarının tegayyüre, tebdile, tekamüle ve ta’dile kabil ol*duğunu açıkça göstermektedir. Kaldı ki, içtihad şartları hakikat-i halde yine içtihad yoluyla ortaya çıkarılmıştır. Hal böyle olunca, bir kimsenin içtihad şartları belirleme noktasında asrını ve içinde yaşadığı şartları gözardı etmeye, zamanının ihtiyaçların*dan, kaidelerinden ve anlayışında yüz çevirmeye hakkı yoktur. Binaenaleyh, bu asırda içtihad seviyesine ulaşan bir kimse, asrın konumuna göre içtihadda bulunma şartlarını da belirleyebilir. Örneğin, nasslardan en iyi şekilde hükümlerin istinbatı ve bu hükümlerin en uygun tarzda asrın idrakine sunulması amacıyla muasır sosyal ve fen ilimlerinin tahsilini içtihad için zaruri şart görebilir. Kaldı ki, böyle bir şartı haiz olmayan bir kimsenin, hükm-ü şer’îyi bu zamanın idrakine ve fehmine uygun bir şekilde anlatamayacağı için, böyle birisinin içtihad alanından uzak tutulması gerekir.
İçtihad şartlarını değerlendirirken dikkat ve ihtimam gerektiren bir diğer husus, iki durumun birbirinden tefrik edilmesi zaruretidir; İçtihadın tahakkuk şartlarıyla sıh*hat şartları birbirine karıştırılmamalıdır.
İçtihadın tahakkuk şartlarından muradımız; içtihat yapacak kişinin yeterince sahip olması gerekli ilimlerdir. Örneğin, ilm-i usûl, ilm-i hadis, ilm-i lügat bu ilimlerin baş*lıcalarıdır. Bu ilimlere sahip olmayan bir kimsenin müçtehid olarak değerlendirilmesi sahih değildir. Buna rağmen içtihad iddiasında bulunup, o kisveye bürünenler hile*kar ve yalancıdır. Asrımızda mezkur ilimlere ulum-u insaniye ve kevniye de dahil edilmiştir. Bunun sebebi, zamanımızda bu alanlarda yaşanan korkunç gelişmelerin muasır hayat üzerine büyük etkiler yapmasıyla, zamanın insanına anlayacağı dilden meseleleri aktarma gereğidir. Bu durumda, işaret edilen ilimlerin esasları tahsil edi*lerek, bütün boyutlarıyla idrak edilmesi gerekir.
İçtihadın sıhhat şartlarından kastımız, içtihadın kabulüne mütevakkıf olarak akî*devî ve ahlâkî maarif (ilimler) ve mebadiin (esasların) nazara alınmasıdır. Kim bu şartları haiz olursa, içtihat şatları büyük ölçüde tahakkuk etmiş ve böylelikle o kişi içtihada ehil bir kimse olur. Bu maarifin başlıcaları; nasih-mensûh, icma, insan, ma*kasıd-ı şeria ve sırlarını anlama bilgisi... Akîdevî ve ahlâkî prensiplere gelinsek; İs*lâm, adalet, istikamet ve takva gibi esaslar. Bu şartlardan birisinin eksik olması ha*linde, yine, müçtehidin içtihadına itibar olunmaz. Bilakis reddedilmesi ve çürütül*mesi gerekir.
Diğer yandan, bir kimsede içtihadın tahakkuk şartlarının tamam olması, o kişinin yaptığı içtihadların kabulü ve uygulanabilirliği için yeterli değildir. Aynı zamanda, yukarıda bir kısmının işaret edildiği içtihadın sıhhat şartlarının da gerçekleşmesi ge*rekir. Ayrıca, belirtilen şartlarla yapılacak içtihat arasında herhangi bir alakanın ol*maması ve içtihadın sıhhat şartlarından birinin eksik olması halinde yapılan içtihad tamamıyla reddedilemez. Örneğin, müçtehid bir vakıa hakkında yeterli bilgi edin*meden ve ona önem vermeden içtihadda bulunmuş ise, bu içtihadı merduttur, makbul değildir. Ancak bu durum, onun içtihad ehliyetini ortadan kaldırmaz. Zira içtihadın isabetsiz ve makbul olmayışı, ilm-i hal bilgisinin eksik oluşundan kaynakla*nır.
Akîdevî ve ahlâkî esaslara temas etmek gerekirse, müçtehidin içtihadında mües*sir olan herhangi bir şartın ihlali, hükmü mutlak olarak iptal eder. Örneğin, gayr-i müslim bir kimse diğer içtihad şartlarının tamamına sahip olsa dahi, onun içtihadı kesinlikle kabul edilemez. Aynı şekilde, bir fasıkın fıskı devam ettiği sürece, ulaştığı bütün hükümlerinde içtihad muamelesi göremez. Hakeza diğerlerini buna kıyas edin.
Bu sonuca vardıktan sonra, sözümüzü şöyle noktalayalım: İçtihad yapma şartla*rından bahsederken, bu konuya gereken dikkati vermek gerekir. Bu gerçekleşme*diği ve bunda gaflet gösterildiği takdirde, eski ve yeni içtihad şartlarının muhkem bir şekilde ortaya çıkmasına engel olacaktır. Geçmişte de aynen böyle olmuştur. Aynı zamanda, fehimlerin ihtilafa düştüğü, zevklerin müdahele ettiği muzdarip bir surette devam edip gidecektir.
İçtihat şartları çerçevesinde yaptığımız seri değerlendirmelerden sonra, Bediüz*zaman tarafından yaşadığı asrın şartları doğrultusunda, içtihada mani olarak nite*lendirdiği bazı durumların tahliline yöneleceğiz. Zaten yukarıda bunları ilmi ve ahlâki maniler olarak ikiye ayırmıştık. Bütün sadeliğiyle bu taksimin sırrını ve Bediüzza*man’ın yorumlarında bulduğu yeri biraz sonra göreceğiz. Öncelikle, aralarındaki farklardan dolayı ayırdedebilmek için bu manilere göz gezdirmek şimdilik kafi gele*cektir.
Evvelen: İçtihada karşı ilmi maniler:
Yaşadığı asırda, içtihada mani olacak engeller hakkında fikir beyan eden Bediüz*zaman, iki önemli ilmî maniden söz etmektedir. Bunları şöyle inceleyebiliriz:
a- Birinci ilmî engel: Ulûm-u şer’iyyede uzmanlaşmamak. (Hadis, usûl, lügat, fı*kıh...)
Bunun sebepleri, fikirlerin ve kalplerin dağılması, inayet ve himmetlerin bölün*mesi, zihinlerde felsefe ve siyasetin hakimiyet kurması, bunlara ilaveten ulûm-u şer’iyyenin bir kenara bırakılıp ulûm-u arziyede ihtisaslaşmaktır. Bütün bu sebepler, zamanımızda içtihad derecesine ulaşmayı engellemede açık ve vazıh olarak müessir olmuştur. Dolayısıyla insanların içtihad derecesine nail olmaları konusunda, bu ve benzeri sebepler kusur teşkil etmektedir. Bu hal, ancak içtihad kapısının kapanma*sıyla bertaraf edilebilir. Böylelikle İslâm anlayışına kötülüklerin ilişmemesi, yabancısı olduğu halde İslâm namına fikir beyan edilmemesi sağlanmış olur. Bediüzzaman, kendinden önceki asırlarda yaşayan insanların hallerini sergiledikten sonra şu tesbiti yapmaktadır:
“Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupanın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şeriat-ı hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’ân’ı hıfzedip, âlimlerle mübahese eden Süfyan İbn Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süf*yan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaç*tır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanın*dan başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır. Her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Ama onun naziri, şu zamanda -çünkü zihni felsefede bo*ğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı iç*tihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hâzırada tevağğülü derecesinde istidadı, iç*tihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için ‘ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?’ diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.” 11
Bu ifadeleriyle Bediüzzaman, içtihad kapısının aralamayı men’edişini en güzel şekilde ifade etmekte ve böyle bir sonuca ulaşmasının sebeplerini açıklamaktadır. Ancak, bu satırları okuyup da alelacele karar veren bir kişi, belki de onun ulûm-u arziyyeyi kerih gördüğünü zannederek sû-i zanda bulunabilir. Durum hiç de öyle değildir. Bediüzzaman hiç bir şekilde bu ilimleri aşağılamamıştır. Onun karşı çıktığı kesim, fünûn-u hazıra alanında ihtisas kazandığı halde, ulûm-u şer’iyyeyi tahsilden uzaklaşan insanlardır. Bu yüzden böyleleri, içtihad şartlarının en önemlilerinden olan ve buna imkân tanıyan ulûm-u şer’iye alanında gayet zayıf ve cahil kalmaktadırlar. Şayet bu iki ilmin tahsilinde bir müvazene sağlanacak olursa, Bediüzzaman’ın buna en ufak bir itirazının olmayacağı kesindir. Bu hususu, onun hayatını kaleme alan bir tarihçi şöyle anlatır:
“Onunla, modern tabiî ilimlerde ihtisas sahibi olmuş tanınmış âlimler arasında bir çok münakaşa ve münazaralar olmuştur. Bu esnada, ders aldığı ilm-i kelamın dönemindeki ve asrındaki insanlara iman hakikatlerini anlatmada yeterli olmadığı sonucuna varmıştı. Zira, bu dönemin düşmanlarına, onların kullandığı ilim ve fen silahıyla karşı koymak gerekiyordu. Bu yüzden muarızlarına ve bütün insanlığa iman hakikatlerini ulaştırabilmek için, ulûm-u tabiiyyeye dayanan bir yol takip etmiştir. Böylelikle matematik, astronomi, kimya, fizik, modern felsefe, tarih ve coğrafya gibi bir çok ilmi harika zekasının da yardımıyla, hatta bu alanlarda eser telif edebilecek ölçüde tahsil etmişti.” 12
Acaba, Üstad bunca ulûm-u arziyyeyi elde etmeye gayret gösterirken, muasır insanların ulûm-u şer’iyyeden gafil olması ve ihmal etmeleri ne derece doğrudur. Bütün bu ifadelerden şunu görüyor ve gönülden inanıyoruz ki, kendisiyle ihtilaf ha*linde olanlarla sadece ulûm-u şer’iyyeden uzaklaşma ve ayrılmadan dolayı fikir ayrı*lığına düşmüştür. Bu insanların mezkur sahada bu derece zayıf ve bigane olmaları mukabilinde Bediüzzaman’ın içtihad kapısını açmayı men’etmede ne kadar haklı ol*duğu aşikârdır.
b- İkinci ilmî engel: İlm-i usûl bilgisinin olmaması:
Bediüzzaman, ilm-i usûl alanında telif edilen ve en cami’ eser olarak kabul edi*len, Sübkî ve oğluna ait Cemü’l-Cevami’ isimli eseri bir hafta gibi kısa zamanda hıf*zetmeye Allah’ın inayetiyle muvaffak olmuştur. Bu durum bizlere, ilm-i usûl ala*nında ne derece söz sahibi oluşunu açıkça gösterir ve bu alanda diğer bir çok insa*nın ondan ne kadar geride olduğu anlaşılır. Böylelikle bu asırda, içtihad taraftarları*nın ve bu kapıyı aralamak isteyenlerin kendi acziyetlerini ve zaaflarını anlayıp, bu alanda verdiklerin gayr-ı makbul olduğunu bizzat kendileri itiraf edeceklerdir. İmam Şevkanî, günlerden bir gün, içtihad şartları hakkında bilgi verirken, bu ilimle alakalı olarak şunları söylemişti:
“...İlm-i usûlü hakkıyla öğrenmeli, gücü yettiğince enine-boyuna bu ilmi elde etmeye çalışmalıdır. Şüphesiz bu ilim, içtihad ameliyesinin ana direği, bu binanın temel direklerinin üzerine ikame edildiği temelidir. Aynı zamanda kişinin her iki meselede, kendini hakka götüren bir noktayı görmesi gerekir. bunu yaptığı tak*dirde, füruatı usûle en kolay bir işlemle tebdil edebilir. Bu ilimde, o kimsenin nakıs kalması durumunda ise böyle bir işlemi gerçekleştiremez ve varmış olduğu hük*münde hataya ve yanılgıya düşer.” 13
İlm-i usûl, İmam er-Razî’nin dediğine göre, müçtehidlerin öğrenmesi gerekli ilimlerden en önemlisidir. 14 İşte, zamanın insanlarındaki bu önemli zaaf noktasını idrak eden Bediüzzaman’ın, içtihad kapısının onlara açık kalmasını önlemesi, onların yüzüne bu kapıyı kapatıp, girmekten men’etmesi gerekiyordu. Bu insanların, mez*kur ilimdeki zaaflarını göstermek amacıyla, onların bu haline şahid olarak üç noktayı gösteriyor; “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavilikten çı*karıyor. Halbuki, şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı şer’iye dahi, onun ahkam-ı mes*turesini izhar ettiğinden semaviyedirler.
“Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebeptir, îcaba, îcada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır.
“İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkamları ona tevcih ediyor. Halbuki şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar. İkinci derecede,-ahirete vesile olmak dolayısıyla-dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise, şeriat namına içtihad edemez.
“Üçüncüsü: ‘İnned’darûrât tübîhul-mahzûrût’ kaidesi, yani ‘Zaruret haramı helal derecesine getirir’. İşte şu kaide ise külli değil. 15 Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helal etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-i meşru sebeplerle zaruret olmuş ise haramı helal edemez, ruhsatlı ahkam*lara medar olamaz, özür teşkil edemez.” 16
Bu üç nokta göstermektedir ki, kim bu özellikleri taşımıyorsa, o kişide ilm-i usûlün bulunmadığını açıkça gösterir. Birinci nokta, herhangi bir insanda, kıyastaki illet konusuyla ilgili iyi bir seviyenin bulunmadığını gösterir. İkinci nokta, makasıd-ı şeri’ayı, hedeflerini, ondaki esrarı ve usûl ilmindeki maslahat konusunu ince bir an*layışla kavrayamadığını gösterir. Üçüncü nokta ise, şer’î hüküm ve ulema-i usûlün ekserisi indinde ruhsat ve azimet konularıyla bağlantılı olan hükm-ü şer’iyy-i vaz’î hususunda derin bir ihatanın gerekliliğini ifade eder. Her kim bu noktalarda araş*tırma, anlama ve idrak etme yönlerinden son haddine kadar iştigal etme ve bilgi sahibi olma imkânından mahrum kalmışsa, bu zaaf-ı ilmî sebebiyle içtihad dairesinin dahiline giremez. İşte böyle insanların içtihatta bulunmalarına kesinlikle müsamaha*kâr davranmayan Bediüzzaman’ın keşfettiği hakikatler bunlardır.
Böylece Bediüzzaman’ı, asrındaki bazı içtihad taraftarlarının yüzüne içtihad kapı*sını kapamaya dair değerlendirme yapmaya sevkeden ilmî manilerin nihayetine geldik. Bediüzzaman’ın bu hususta ne kadar isabetli görüş beyan ettiğini, özellikle marifet-i ilm-i usûl, lügat ve hadis gibi müttefekun aleyh olan içtihadın tahakkuk şartlarından bir kısmının nasıl değişebildiğini gördük. Şimdi sıra içtihadın sıhhat şart*larıyla alakalı diğer manileri değerlendirmeye geldi.
Saniyen: İçtihad karşısında marifet ve ahlâk manileri:
Bediüzzaman’ın zikrettiği geri kalan engellere dikkatli bir tefekkür ve teemmülle bakılacak olursa, bunların marifet ve ahlâk yönlü engeller olduğu anlaşılır. Yani bunlardan bazıları marifet yönlü, bazıları da ahlâk yönlü engellerdir. Aşağıda bu yönlere dair bir değerlerdirmeye yer verilmiştir.
a- İçtihadın sıhhat şartlarından birisi olarak görülen marifet-i vakıada (ilm-i hal bilgisi) gerilemenin oluşu.
Hayatta cari olan gerçeklere uymayan ve bunların sebeplerini gözardı eden bir içtihadın kabulüne mahal yoktur. Bir müçtehidin, hakkında nass-ı şer’înin nazil ol*duğu olayı bilmeden içtihadda bulunması, bu içtihadın reddini gerektirir. İçtihadın tahakkuk şartlarını haiz olmadıkça bu alana yönelemez. Haiz olmadığı halde yaptığı içtihatları merduttur. Bu şartın önemine binaen, zamanındaki bazı içtihad taraftarla*rınca içtihad kapısını aralama gayretlerine bir set çekme gayesiyle, çoğunun içinde yaşadıkları şartların hakikatini kavramadıklarını söyler. İlm-i hal marifetinin elde edilmesi, dikkatlerin selef-i salihin tarafından ortaya konulan ve Bediüzzaman’a göre zaman ve mekânın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olan nazarî içtihatlara yöneltil*mesi yerine, nefislerde zaruriyyat-ı diniyeyi ikame ve ihya etmek için gayret sar*fetmek gerekir.
Bunlara binaen, içtihada ehil olan bütün âlimlere düşün görev, zaruriyyatın ika*mesi üzerine cihad-i amelî yapmaktır. Bediüzzaman’ın nazarında bu görevden, içti*hada hakikaten ehil olunmaması hali müstesna, asla kaçılmamalıdır. Bu konuda şöyle der:
“Dinin zaruriyyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü kat’i ve muayyendirler. Hem o zaruriyyat, kût ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezellüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sar*fetmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyyat kısmında ve selefin içtihadat-ı sâfi*yane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hâcatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hiyanet*tir.” 17
Bir başka yerde, bu zamandaki ehl-i içtihadın ilm-i hal bilgisinden mahrum oluş*larına delil olarak şöyle demektedir:
“Nasıl ki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiç bir cihetle kar-ı akıl değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında içtihad namıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler aç*mak, İslâmiyete cinayettir.” 18
İçtihadın tahakkuk şartlarının gerçekleşmesinden sonra, ilm-i hal bilgisini içtihadın sıhhat şartlarından birisi olarak değerlendirdik. Hiç şüphesiz Bediüzzaman, dikkatli nazarıyla müşahede etmiştir ki, zamanın içtihad taraftarlarından bazılarının içtihad mertebesine ulaştığı kabul edilse bile, bunların tamamı gayr-ı sahihtir. Bunlar se*mavî ve şer’î olamaz. İşte, içtihadda bulunacak kimsenin vardığı hükmün kabul edilmesi ve şer’î olarak kabul görmesi için ilm-i hal bilgisini de taşıması gerekir.
b- Adalet ve vera’ şartındaki gerileme.
Bu mani hakkında da Bediüzzaman, içtihat taraftarlarının önündeki içtihat kapı*sının yüzlerine kapanmasına dair gereklilik üzerinde durmuştur. Aynı şekilde, bu zamanda ulemayı içtihaddan uzaklaştırmaya sebep ve dafia olarak ahlâkî manileri de değerlerdirmeye almıştır. Böyle bir zamanda, mezkur maniayı dikkate alan bir kişi, yaptığı içtihadın insanlar tarafından kabule şayan olmasını sağlayacaktır. İşte, Bedi*üzzaman’ın bu konudaki beliğane ifadeleri:
“Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nema için, tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i teves*sü’ ise,-çünkü dahildendir-vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tev*si’ değildir. Öyle de İslâmiyetin dairesine selef-i salihin gibi, takva-yı kâmile kapı*sıyla ve zaruriyyat-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylüt-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyyatı terkeden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddîye ile alûde olan o meylüt-tevessü’ ve irade-i içtihad vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boy*nundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.” 19
Hakeza, Bediüzzaman, bu şartı taşımadığı halde içtihad taraftarlığı yapan kişilerin bu daireye ehil olmadıklarını savunur. Çünkü takva ve vera’ yönünden nakıstırlar. Diğerleriyle birlikte bu şartı taşıyan bir kimsenin önündeki içtihad kapısı kapalı de*ğildir. Bediüzzaman’ın bunun aksini iddia etmesi düşünülemez. Sabık konularda işa*ret edildiği gibi, bilakis böylelerini içtihada teşvik etmektedir.
c- Yalandan kaçınamama ihtimali.
Bediüzzaman’ın içtihad kapısının kapanmasıyla ilgili sayılan sebeplerin yanısıra, bir diğer sebepten daha bahsetmektedir. Bu, adaletin (sıdkın) zayi olması, istika*metsizliğin (yalanın) yaygınlaşması veya bu zamandaki insanların kizbden hakkıyla çekinememeleridir. Selef-i salihinden sahabenin, tabiinin ve tebe-i tabiinin yaşadık*ları hakikat ve nur asırlarından uzaklaştıkça bu engel daha fazla önem kazanmıştır. Zira o asırlarda nur ve hakikat menbaına ulaşmak son derece kolay ve suhûletliydi. Kizb ve sıdk arasındaki farklar çok keskin ve belirgindi. “Halbuki, o zamandan son*ra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkanda, ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozul*du.” 20
Bediüzzaman, bu zamandaki içtihad taraftarlarına içtihad kapısının kapanmasını sağlayan manileri bu şekilde sıralamıştır. Dolayısıyla, zamanımızdaki ehl-i içtihadda, içtihada dair tahakkuk ve sıhhat şartlarından bazılarının ortadan kalkmasına sebep olan manileri görmüş olduk. Aynı şekilde, Bediüzzaman’ın bu görüşlerini muallakta bırakmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün gücünü ve gayretini, mezkur şartları taşımayan insanların içtihat kapısını zorlamalarına engel olmak, böyle bir işlemin mahzurlarını ifade etmek ve böylece hakiki hükm-ü şer’îye ulaşmak için sarfetmiştir. Ayrıca, içtihadın tahakkuk şartlarını haiz olunsa da, sıhhat şartlarından bazılarının ihlal edilmesiyle yapılan içtihadları reddetmiştir.
Konuyla ilgili teklifler
Konuyla ilgili tekliflerimizi şöyle sıralayabiliriz:
- Bediüzzaman’ın metodolojik görüşleri en kısa zamanda biraraya gerilmeli ve bu konuda çalışmalar yapılmalıdır. Eserlerinin çoğu yerinde dağınık olarak bulunan bu yöndeki malumatın bir tek eserde toplanması gerekir. Böyle bir eser İslâmî ki*taplar arasında ilme bir yere sahip olacak, aynı zamanda Bediüzzaman’ın hayatında gizli kalmış bir yönü daha açığa çıkmış olacaktır.
- Dünyanın dört bir yanında bulunan âlimlerce, içtihad kapısının açılması veya kapanmasıyla alakalı yaptıkları tartışmaları dikkate almayıp, bunun yerine selef-i sa*lihince çözümü ortaya konulan meseleler hakkında, seri bir şekilde tercihî içtihad yapmaya yönelinmelidir. Böyle bir uygulama, İslâm kültürünün donuklaşmasını değil, gerçekte bir içtihad ve hizmet vesilesidir. Bu ümmetin muhtelif içtihadî gö*rüşler hakkında içine düştüğü bunca çatışma, çekişme ve ihtilaf yetmiştir. Bundan sonra bütün âlimlerimize düşün görev, ilmi gayretlerini, fikri melekelerini ümmetin içinde bulunduğu krizlerin çözümünde, özellikle “inşaî ve ibdaî içtihad” olarak isim*lendirilen ve örf, zaman, mekân, şartlar ve vaziyetlerdeki farklılıktan hareketle bazı meselelerde selef-i salihinin içtihadlarına müracaat etmemeyi gerektiren uygulama konusundaki fikrî krizin çözümünde harcamalıdır.
Ancak yine de, asrımızın gereklerine ve meselelerine çözümler sağlayacak yeni içtihadlar gerçekleştirilerek, şekavet ve helaket içinde yuvarlanan insanların kurta*rılması gerekir. Ulema-i ümmet, dinleri ve ümmetleri açısından bu mes’uliyeti idrak etmedikleri takdirde, ümmetin böyle bir krizden acilen ve sür’atle kurtarılmasına imkân yoktur. Dileriz bu teklifimiz bir sada olarak âlimlerimizin kulağına ulaşır.
- İçtihad kapısının kapanması ve açılmasıyla ilgili iddia ve tartışmalar en kısa za*manda ortadan kaldırılmalıdır. Bu konudaki teklifimiz, İslâm âlemindeki üniversitele*rin, eğitim kurumlarının, akademik merkezlerin ve ilmî enstitülerin bu alanda bir bölüm veya şube açmalarıdır. Yani kişinin tahsil ederek içtihada ehil olma yolunda ihtiyaç duyduğu ilimlerin zabt altına alınması gerekir. Şüphesiz içtihad yardımcı ilimlerin tamamı, ulûm-u müktesebedir. Ta’lim, araştırma ve talebelik yollarıyla bir kimsenin bunları tahsil etmesi mümkündür. Acaba, ilmî müesseselerde bir şube veya bölüm açılsa, belirli bir süre sonunda buralardan içtihadî ilimleri haiz insanlar mezun olsalar, müçtehid olarak tanınsalar iyi olmaz mıydı? Aynı durum, üniversite*ler ve ilmî enstitülerin bünyesinde bulunan birçok şube ve bölümden her sene bu ümmete hizmet edecek muhaddislerin, müfessirlerin, lisancıların, fukahanın ve usûl*cülerin mezun olmasında görülmektedir. Bu üniversite ve enstitülerden, içtihadî ilimleri çok iyi öğrenip, en güzel şekilde bu ameliyeyi gerçekleştirecek ehil müçte*hidlerin mezun edilmesi karşısında hangi engel vardır? Bizim nazarımızda, içtihadın ilm-i usûl konularından birisi olduğunu söyleyen kişiler yanılmaktadırlar. Çünkü bu ilim hakikatte kendi zatıyla kaim, kendine has esasları ve konuları olan bir ilimdir. Biraz daha ileri gidecek olursak, bu ilim usûl, tefsir, fıkıh, dil ve edeb gibi bütün ilimlerin ortak gayesidir. Şüphesiz her bir gaye onu oluşturan cüz’lere sahiptir. Yani, eğer içtihad gaye olursa, ilm-i usûl bu gayeyi oluşturan bir cüz’ olabilir. Bu durumda içtihad nasıl usûl ilminin bir cüz’ü olabilir. Konuyla yakından ilgilenen herkes, bizim sözlerimizi tasdik eder mahiyette sayısız kitap bulabilir. Yani, içtihad şartlarından birisi marifet-i ilm-i usûldür. Eğer içtihad bu ilmin bölümlerinden birisi olsaydı, nasıl bu ilmin marifet kesbedilmesi şart olarak ileri sürülebilirdi? Bu bir tena*kuz ve mugalata değil midir?
Hal böyle iken, bizim nazarımızda içtihad ilmi, bizatihi kaim bir ilimdir. İlm-i usûl bayrağı altında barınan bir bölüm değildir. Ancak teessüf verici ve bu ilme karşı bir cinayet olan husus, bu ilmin mezkur konumda bırakılması teklifidir. Ümmet-i İslâmi*yenin, içtihad konusundaki istek ve beklentilerine cevap verecek bir merci, bir kur*tarıcı, bir makam yok mudur?
Bu tebliğin hazırlanmasındaki emelimiz, işte bu tekliflere cevap bulabilmektir. Allah’da dileğimiz, hepimizi İslâmiyete ve Müslümanlara hizmetkar olmayı nasib etmesidir.
Tebliğimizin sonuna ulaşırken, hac mevsimi boyunca bulunduğum Mescid-i Ne*bevî’de mütalaa ve okumaya fırsat bulduğum Bediüzzaman’ın İçtihad Risalesi ve iç*tihad konusuna yaklaşımı hakkındaki değerlendirmemizi de tamamlamış bulunuyo*ruz. Müçtehid İmam Bediüzzaman’ın bu risalesini ve hayat hikayesini defalarca oku*duğumu söylemek isterim. İçtihad meseleleriyle alakalı olarak Bediüzzaman’ın gö*rüşlerini daha önceden tanımış olmayı çok arzu ederdim. Vaktimin darlığı, görevle*rimin üst üste yığılması ve mes’uliyetlerimin ağırlaşması sebebiyle, bu konuyla ma*alesef istediğim şekilde ilgilenemedim.
Nihayet, esas hedefe ulaştığımı asla iddia edemem, zaten böyle bir iddiaya hak*kım da yok. Bu çalışma kendi çapında, Bediüzzaman’ın ele aldığı risalesi ve fikirle*rinin bir tahlili ve incelemesidir. Rabbimden muradım, bu gayretlerimizi sonuçsuz bırakmaması, bizleri muvaffak kılmasıdır. Allah, Bediüzzaman Said Nursî’ye rahmet etsin. Bizlerin ve İslâmiyetin akıbetini hayreylesin.
____________________
1 KUTB MUSTAFA SENÛ (Fıkıh Usûlü Öğretim Görevlisi)
1966 Gine doğumludur. Malezya’da Uluslararası İslâm Üniversitesi, İslâm Hukuku dalında öğretim görevlisidir. İslam Hukuku dalında birçok araştırması bulunmaktadır.
Bunlardan bazıları:
Uluslararası Hukuk ve İslâm Hukukunda Hükmün Kaynakları,
Akademik Bir Araştırma: İçtihad.
2 Sözler, 449
3 Sözler, 54 vd.
4 Sözler, 449
5 İhsan Kasım es-Salihî, Bediüzzaman Said Nursî, 37 vd.
6 Hakikatü’t-Tevhid (Mukaddime), Ter. İhsan Kasım, Bağdat-1405 h.
7 Mesnevi-i Nuriye, 82
8 Sözler, 449-50
9 Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 232
10 Mesneviyy-i Nuriye, 82
11 Sözler, 450
12 Bediüzzaman- Hayatı ve Eserlerine Umumi Bir Bakış, 22
13 Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl, 2/301
14 er-Râzî, el-Mahsûl, 2/36
15 Burada zikredilen “küllî” kelimesinin yerine “mutlak” kelimesinin kullanılmasının daha doğru olacağı kanaatindeyim.
16 Sözler, 451
17 Sözler, 449-50
18 Sözler, 449
19 Sözler, 451
20 Sözler, 459
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN VE İSLÂM DÂVÂSI
AHMED BEHCET 1
İstanbul’da müceddid bir dâvâ adamı, etbâına ve talebelerine sunduğu risaleler*den oluşan “Risâle-i Nur” ile eşsiz eserler ortaya koyan İslâm mütefekkiri Bediüz*zaman Said Nursî hakkında bir sempozyum düzenlendi.
Katılımcılar onun müteaddid yönleri hakkında çeşitli yorumlarda bulundular. Bunlardan bazıları yaradılıştaki Hâlık’ın âyetlerine kalbini sonuna kadar açmış bir sûfî olarak onu ele aldı. Bazıları onu, ilm-i kelâma katkıda bulunan, bu ilmi kuru mantık ifadelerinden alıp, îmanın tazeliğine ulaştıran bir kelâm âlimi olarak takdim etti.. Bazıları ondan, keşif ve ifade bakımından üstün san’at yönleri bulunan bir edîb ola*rak bahsetti. Bazıları da onu, İslâma yöneltilen hücumlara karşı dimdik ayakta duran ve insanların inançlarını himaye etmeye çalışan bir hareket adamı olarak tanımladı...
Hakikatte Bediüzzaman bu özelliklerin tamamına sahiptir.
Bediüzzaman hayatı boyunca bir mücadeleyi ısrarla sürdürmüş ve risâlelerinden birisinde kendi konumunu şöyle dile getirmiştir; İlm-i kelâmın delillerinden istinbât edilen ma’rifetullah, ma’rifet-i kâmile değildir. İtmi’nân-ı kalbî sağlamaz.
Bu ma’rifet ne zaman ki Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın metodu üzerine kurulursa, işte o zaman ma’rifet-i tâmme gerçekleşir ve kalpte itmi’nân-ı kâmil sağlanmış olur.
Ma’rifet-i Kur’âniye karşısında sûfilerin dayandığı ma’rifet yolu nâkıs ve sonuçsuz bir yoldur. Zira-İbn Arabî gibi-Vahdet-i Vücûd taraftarları “Lâ mevcûde illâ hû” demektedirler.
Allah (Sübhanehû ve Teâlâ) önünde huzûr-u kalbîye ulaşabilmek için kâinatın in*karı noktasına varmışlardır.
Doğrudan Kur’ân-ı Kerim’den nemâlanan ma’rifet ise, kâinatı ademe garket*meksizin, onu nisyan-ı mutlaka mahkum etmeksizin, bilakis ihmal ve abesiyetten kurtarıp Allah (Sübhanehû ve Teâlâ) yolunda istihdam eden, her bir şeyi ma’rifet-i İlâhîyi aksettiren bir ayna kılan, her bir şeyde ma’rifet-i İlâhîye bir pencere açan devamlı bir huzûr-u kalbî sağlamaktadır.
Bağdat Üniversitesi’nde Tefsir ve İslâm Düşüncesi dalı öğretim üyesi olan Dr. Muhsin Abdülhamid’e göre Bediüzzaman ma’rifet metodlarından yeni bir tarzı be*nimsemiştir. Bu metod doğrudan okunan Kur’ân’a, görünen Kur’ân olan kâinata ve konuşan Kur’ân olan Resûlüllah’a dayanan bir metoddur.
Mesneviyyü’l-Arabî
Kitâbetin bir ana kaynağı vardır. O da kıraattır. Biz buna kültür de diyebiliriz. Yazarın kültür birikimine, deneyimlerine, his ve yeteneklerden elde ettiği nasibine göre kitabet yönünü ortaya kor.
Her şeyin bir istisnası olsa da, genelde bütün kitaplar bu kuralı tasdik eder mahi*yettedir.
Bazan kişi öyle bir kelam okur ki, onun bu âlemden birisinin ortaya koymadığını açıkça hisseder. Bu sözü söyleyenin kitâbette uzman olmadığını öğrendiğinde adeta dehşete kapılır. Aslında yazarlık yoluyla geçim sağlamamaları bir yana, yaşamlarını bu doğrultuda da sürdürmezler.
Bu söylediğimiz hususla ilgili bir örnek verelim. Sûfîlerden Muhammed b. Ab*dülcebbâr en-Neferî, inci ve cevher misâl hakikatlerden bahsederken, bunları bir yere kaydetme yoluna gitmemişti. Talebelerinin önünde söylediği sözleri dileyenle*rin yazabileceğini söylemişti.
Bir diğer misâl: Said Nursî’nin söylediği her söz cevâhirdi; ne varki çok azı müstesna asla yazmamıştı. Daha ziyade müridleri ve talebelerine söylediği risâleler*den ibaretti.
Ehl-i tasavvuf ve müceddidlerin geride bıraktıkları kaynaklara baktığımızda, bu gibi kahramanların gerçek mânâda kahraman olarak anlaşılmadığını şaşkınlık içinde görmekteyiz.
Örneğin, talebelerine yönelik mektuplar şeklinde büyük müceddid Bediüzzaman tarafından yazılan Risâle-i Nur eserini ele alın.
Bu zatın Mesneviyyü’l-Arabî isimli bir eseri var. Aslında Mesnevî Mevlanâ Celâ*leddin Rûmî’nin eseridir. Bilindiği gibi mesnevî kelimesi, şiirde ikişer ikişer beyitler halinde yazılan bölümlere denmektedir. Rumî, Mesnevî’sinde yaklaşık yirmi bin be*yit kaleme almıştır. Sonra Bediüzzaman gelmiş, Arapça olarak yazdığı eserine Mes*neviyyü’l-Arabî ismini koymuştur. Her ne kadar bu kitap şiir şeklinde bir divan de*ğildir. Ancak, müceddid Üstâd kitabına böyle bir ismi özellikle seçmiştir.
Bu seçimiyle söylemek istediği şey acaba nedir?
Bana göre bu yolla, bu risâlesinin kalbe, akla, nefse ve ruha olan tesirine işaret etmek istemiştir.
İmanın tecdidi ve kalplerde iyice yer etmesi, kararmış ruhları yeniden aydınlat*ması açısından tıpkı Celâleddin Rûmî’nin fârisî olarak yazdığı eseri gibi etki yapmak*tadır.
Buradan hareketle Bediüzzaman, Celâleddîn Rûmî’nin ruhuna uygunluğu te’kid etmek, aynı zamanda onun “Mesnevî-i Rûmî”sinden ayırdetmek için eserine “Mesneviyyü’l-Arabî” ismini koymuştur. Hakikaten bu kitap, kitâbet sanatında çok mesafeler katetmiş yazarların dahi ulaşamayacağı seviyede bir belâğat örneğidir.
“Sözlerin iyi anlaşılmıyor”
Bediüzzaman Said Nursî “İfade-i Merâm” başlığı altında şunları söylüyor:
“Bir bahçeye girsem iyisini intihâb ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem ‘Huz mâ safâ’ derim. Muhatablarını da öyle arzu ederim. Derler:
‘Sözlerin iyi anlaşılmıyor?’
“Bilirim ki, kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyliyeyim, zuhurat öyle. Şu kitapta mütekellim aciz kalbimdir. Muhatab asi nefsimdir. Müs*temi’, müteharri-i hakikat bir Japondur. Temaşa eden bunu düşünmeli...”
Bu sözler, Bediüzzaman deryasından bizlere bazı kesitler sunmaktadır. O öyle bir denizdir ki, yüzeyi dalgalar ve fırtınalarla doludur. Ancak dibinde mücevherler ve inciler kaynar. Bu cevherler günyüzüne çıkabilmek için büyük gayrete, meşak*kate, fehme ve cihâda muhtaçtır.
Bazan onun üslubu bir bahar tatlılığı kadar inceleşir. Ve bazan keskin kış fırtına*ları gibi esip gürlemektedir. Bazan semâ ile birlikte okurları da ağlar; Ve bazan onun sözlerinde ortalık gül gülistan olur. Tıpkı yeryüzünde zamanın ve mevsimlerin peşpeşe gelmesi gibi birbirinden farklı bu haller ardarda dizilir.
Nasıl ki insanlar dört mevsime hükmedemiyorlarsa, onun ifadelerindeki bu tatlı akışta da bir tahakküm sözkonusu değildir.
Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:
“İ’lem Eyyühel-Aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce sûret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken; o eğri büğrü ihtimaller, yol*lar içinden çekilip doğru ve müstakim ve müntec bir şekle, bir vaziyete sevkedil*melerinden anlaşılır ki, o tohumlar, evvelce de Allâmü’l-Guyûb’un terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların her birisi, kudret kitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir. İlm-i Ezelîden alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.”
____________________
1 AHMED BEHCET (Yazar)
Arap dünyasının tanınmış gazetecilerinden birisidir. Hukuk ve gazetecilik alanında ihtisasını yaptı. 1950’li yıllardan beri Mısır’ın en büyük gazetesi olan el-Ehram’da köşe yazarlığı yapmak*tadır. Günlük yazılarını gazetenin ikinci sayfasında “Dünya Kutusu” başlığını taşıyan köşesinde yayınlamaktadır. Aynı gazetenin Yazı İşleri Başkan Yardımcılığını da yürütmektedir. Mısır rad*yosunda günlük yorumlar yapmaktadır.
İlim ve sanat dalında Nobel ödülü sahibidir. Ahmet Behcet’in İslâmî, edebî ve sosyal hadisele*rin kritiği şeklinde 40 kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplarından 4’ü, İngilizce, Fransızca, Türkçe, Hindçe, Sırpça ve Hırvatçaya tercüme edilmiştir.
Evli, iki çocuk babasıdır.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN VE MUHAMMED İKBAL’İN FİKİRLERİNİN MUKAYESESİ
CELAL CELALİZÂDE 1
Her bir Müslüman ve mütefekkirin, Müslümanların hamîsi durumunda olan âlimlerin hâtırasını ve eserlerini ihya etmeye önem vermesi en başta gelen görevidir. Çünkü onlar, bu ümmetin izzet ve şerefini tarih sayfalarına nakşetmişlerdir. O âlimlerdir ki, Resûl-ü Ekrem’in (a.s.m.) şu övgüsüne mazhardırlar; “Âlimler pey*gamberlerin vârisleridirler.” Aynı zamanda onlar, bütün gayretlerini insanların hür*riyete kavuşmaları, imanların kurtarılması, putların yerle bir edilmesi, Vahid-i Ehad olan Allah’a ubûdiyyete bulunulması, zaaf ve hüsranın ortadan kaldırılması için har*camışlardır. İnsanların kalplerine sevgi, ümid ve hürriyet tohumunu ekmişlerdir. Allâme Muhammed Kürd Ali şöyle der; “İçinizdeki, beldenizdeki veya ümmetinizdeki fazilet sahiblerini asla unutmayın. Onları her zaman dilinizden düşürmeyin, meclisle*rinizde isimlerini hep anın. Onların tercümanı olun. Onların isimlerini insanların içle*rinde canlı tutabilmek, yeni yetişen nesillere tanıtabilmek için onları anlatmak, onlar hakkında kitaplar yazmak, onların eserlerini ortaya çıkarmak için çalışanları cesaret*lendirin, teşvik edin.” 2 Buradan hareketle, iki büyük âlim, İmam Bediüzzaman Said Nursî ve İslâm filozofu İkbal Lahurî’nin üstlendikleri rol hakkında bir araştırma ve makale kaleme almaya ve görüşlerini tartışmaya karar verdim. Ta ki, değerli okuyucularımız mücahid allame Bediüzzaman’ın önemini ve makamını daha iyi an*layabilsinler.
Niçin böyle bir konuyu seçtim? İşte bu makalede, Allah’ın yardımıyla bu sorunun cevabını vermeye çalışacağım. Bediüzzaman’da ve İkbal’da 20. asırda yaşamış, din semasını aydınlatan, boğucu karanlığı yırtan, rahmet ve ilim kanatlarını bütün âlem-i İslâma yayan iki yıldız idiler.
İkbal, 1877 yılında doğmuş, Nisan-1938 tarihinde vefat etmiştir. Bediüzzaman ise 1876 yılında doğmuş, 1960 senesinde vefat etmiştir.
Her kim, İslâm toplumunda önem sahibi meseleler hakkında bu iki âlimin eser*lerine muttali olur ve görüşlerini incelerse, görecektir ki; aralarında hiç bir görüşme olmaksızın veya bir diğerinin fikirlerini ve görüşlerini mülahaza etmeksizin bir çok konuda ortak görüş beyan eden iki aydındır. Bu durum, hakikaten şaşırtıcıdır. Zira, nasıl oluyor da, aynı asırda, ama farklı mekanlarda yaşayan iki düşünür ve ıslahatçı çeşitli konuları tartışıyorlar ve gerçekten birbirine çok yakın ve paralel fikirler beyan ediyorlar? Acaba bir tek asırda iki ayrı müceddidin ortaya çıkması mümkün müdür? Resûlüllah (a.s.m.) şöyle buyuruyor; “Şüphesiz ki Allah her yüz senenin başında dini tecdid eden birisini gönderir.” 3
Dr. Muhsin Abdülhamid bu hadis hakkında şöyle der; “Bir asırda gelen müced*didin bir tek olması anlamına gelmez. Çünkü ‘Men’ müfrede delalet ettiği gibi cem’e de delalet eder. Bu durumda bir tek asırda birden fazla müceddidin gelmesi mümkündür. Özellikle, bütün Müslümanların büyük bir düşüş yaşadıkları; bunun üs*tüne cahiliye medeniyetinin her tarafını sardığı, beldelerini sömürdüğü, kendine has özelliklerini değiştirdiği, anlayışlarını bozduğu, dinlerinden şüpheye düşürdüğü ve varlıklarını yok etmekle tehdid ettiği böyle bir asırda buna ihtiyaç vardır. Müslüman*lara bir çok müceddidin gönderilmesi şüphesiz Allah’ın rahmetindendir. Din ve dünya işlerinde Müslümanların hayatlarındaki birçok bölümü tecdid etmede Allah bu müceddidlerin yardımcısı olsun.” 4
İşte bu çerçevede, birbirinden uzak iki beldede, muhtelif iki okulda ik ayrı mümtaz şahsiyet neş’et etti ve boy gösterdi. Bir yandan İkbal, modern enstitüler ve akademik kuruluşlardan mezun olurken, diğer yandan Bediüzzaman kadim yolla tedris yapan dini medreselerde ilim tahsil etti. Ancak o ikisi, bir tek menzilde gi*biydiler. Acaba, o ikisi, tıpkı Cemalüddin Efganî ve Şeyh Muhammed Abdüh’de ol*duğu gibi, eğer karşılaşsalardı, birlikte tedris yapsalardı, birbirleriyle fikir alışveri*şinde bulunsalardı nasıl olurdu. Herhalde onların bu yönelişlerinden İslâm âlemi daha fazla istifade eder, üzerlerine çöken ölüm uykusundan daha erken uyanırlardı.
Şahsiyetlerinin oluşmasındaki ilk dönemler
Her iki âlimde mümeyyiz ve hususî bir özellik vardır. İkbal Sir Thomas Arnold’*un etkisiyle kendisine araştırmacı bir yol seçmişti. Bediüzzaman ise, kalbinde bir başka hadisenin bıraktığı iz ile mücadelesine girişmişti. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladiston’un elindeki Kur’ân’ı göstererek, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulun*dukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur’ân’ı ortadan kaldır*malıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız” şeklinde konuşması Bediüzzaman’ın bütün benliğini şiddetli bir şekilde sarsmış, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez ma*nevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim!” 5 diyerek bu yüzden bütün varlığını ve hayatını i’câz-ı Kur’ân’ı izhar etmeye ve Müslümanlarla olan bağları yeniden sağlamaya adamıştı.
Şimdi, bu iki şahsiyetin çeşitli meseleler hakkındaki görüşlerini arzederek konuya girelim ve özellikle, bir mütefekkir ve Allah’ın nurunu söndürmeye İslâm düşman*larının asla güç yetiremeyeceklerini bilen bir kişi olarak Bediüzzaman’ın konumunu ele almaya çalışalım. Hiç şüphesiz Allah, kafirler kerih görse de nurunu tamamlaya*caktır. Güneşin her doğuşuyla ve günlerin geçmesiyle bütün Müslümanlar, özellikle gençler ve aydınlar Bediüzzaman’ı biraz daha yakından tanıyacaklar ve Allah’ın faz*lıyla, onun nidası en uzak yerlere dahi ulaşacaktır.
Kur’ân hakkındaki görüşleri
Büyük âlim İkbal şöyle der; “Kur’ân-ı Hakim, hayattar bir kitaptır. Onun hik*met-i ezeliye ve kadimesi içinde hayatın tekvin sırları vardır. İnsanlara hayat verir ve zayıflara kuvvet sağlar. Bir Kur’ân sûresi âlem sayfalarını resmettiği vakit, haham ve papa resimleri zail olur.” 6
Bediüzzaman’ın görüşü şöyledir; “Kur’ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve ayât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerin tercüman-ı ebedisi ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahi*yenin manevi hazinelerinin keşşafı.” 7
Görüldüğü gibi Kur’ân konusunda her iki düşünür arasında büyük bir benrezlik bulunmaktadır. Şahsiyetlerinin oluşmasında Kur’ân’ın büyük tesiri olmuştur. Bütün alanlarda ona sığınmışlar, bu ümmetin izzet ve kerametinin yeniden iadesi yolunda onun hidayetine bağlanmışlar, insanları onunla amel etmeye dâvet etmişler, kitabul*lahın sahip olduğu rolü tekrar ihya etmek, cami raflarında kalmaktan kurtarıp ha*yata aktarmak, sadece mevlidler veya kabirlerde okunmaktan, hakkında araştırma*lar ve incelemeler yapılan bir konuma yükseltmek için var güçleriyle çalışmışlardır. Kim Risale-i Nur’u teemmül ederek okursa, Bediüzzaman’ın bütün hayatını kitabul*lahın neşri için çalıştığını, büyük bir müfessir olarak onun hakaikını tefsir ettiğini ve maarifini neşrettiğini, emirlerini yerine getirmede, yasakladıklarından kaçınmada gayet ihlaslı bir asker oluşuyla onun âyetlerine sıkıca bağlanışını açıkça görecektir.
Hürriyet hakkındaki görüşleri
Hilafetin sukûtu ve İslâm beldelerinin parçalanmasının ardından, hürriyet, istiklâl, milliyetçilik ve kadın-erkek eşitliği maskesi altında sinsi propagandalar yapılmaya başlamıştı. Bazı kesimler, İslâm dinini karıştırmak hedefiyle, Batının örnek alınması fikrini yaymaya çalışıyordu. Bunların tesiriyle bir çok saf Müslüman ve İslâm halkı Batılılar tarafından kurulan bu tuzağa düşmüşlerdi. Ancak bu iki âlim, İslâm ümme*tini bu tür tehlikelerden kurtarmak için akaid-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi beyan etmeye çalışıyorlardı. Neticede, Allah’ın inayetiyle, Müslümanların kalplerini ve vic*danlarını, ruhların ta derinliklerine kadar sızarak öldüren zehirlerden korumaya mu*vaffak oldular.
İkbal der ki:
”Hilafetle Kur’ân arasındaki bağlar, hürriyet aldatmacasıyla koparıldığında,
“Allah’a ahdedenler ve âbid olanlar, Allah’dan başkaları uğruna kulluk bağından da koptular.” 8
Bediüzzaman’ın yorumu ise şöyledir; “Hürriyeti, şeriatın adabı ile kayıd altına alınız. Zira cahil insanlar ve halk, kayıdsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Ta ki namaz sahih ola.” 9
Bediüzzaman’a göre İslâmî olmayan Garp hürriyeti, öldürücü zehiri olan yılana benzer. Gerçek bir Müslümanın bu yaldızlı, ama aldatıcı hürriyete aldanmaması ge*rekir. Hakiki hürriyet ise İslâmiyette vardır. Hürriyet-i İslâmiyenin gölgesinde bir in*san, semavatın en yüksek mertebesine kadar yükselir ve bütün arzî kayıtlardan kur*tulur. Neticede kendisi gibi insan olanların önünde boyun eğmeden, Hâlıkına hulûs içinde abd olur.
Hafız Şirazî şöyle der:
“Yıllar var ki kalp, bir güç kaynağı ister.”
Tıpkı bunun gibi, Bediüzzaman’ın yanındakilerden büyük bir istekle talep ettiği bir şey vardı ki, o, modern ilimlerin tedrisiydi.
Son asırlarda, ümmilik, cehalet ve gerikalmışlık Müslümanların hayatlarındaki bir çok alana hakimiyet kurmuştu. Müslüman toplumlar ilerlemekten uzak, geri kalmış*lık içindeydi. Dini ilimlerin yanısıra modern ilimlerin tedrisi yeterli seviyede değildi. Ulema derinliği olmayan konularla, mezhepler arası ihtilaflarla ve eski eserlere haşi*yeler yazmakla meşgul oluyorlardı. Bu yüzden bir çok bid’alar, hurafeler, çelişkiler alabildiğine yayılmıştı. İşte bütün Müslümanların müptela oldukları en büyük prob*lem buydu. Bir çok İslâm uleması ve mütefekkiri, bu derdin tedavisi ve ümmetin bu yoldan kurtarılması konusuna büyük önem vermişti.
Bediüzzaman Said Nursî, çiçeklerini gelecekte toplamak için bu probleme bütün benliğiyle eğilmişti. İstanbul’a ilk gelişinde, Sultan Abdülhamid’e giderek, ulûm-u İslâmiyenin yanısıra modern ilimlerin de okutulduğu okulların açılması talebinde bu*lunur. Zira bu iki ilmin birarada taliminin önemi ve birbirinden asla ayrılmaması ge*rektiğine inanıyor, hakikat-i halde İslâmî metota bu iki ilmin yan yana bulunduğunu, din ve fen ilimlerinin arasında vahdet olduğunu düşünüyordu. 10
İkbal aynı konuda şunları söylüyor: “Önümüzde bir tek yol var; eski insanlara kı*yasla bu üslubumuz ters düşse de, yeni ilimleri tedris etmemiz ve gereken önemi vermemiz, bunun yanısıra, bu ilimlerin ışığında İslâmî eğitimi sürdürmemizdir.” 11
Aralarında metod farkı bulunsa da, her iki âlim de modern ilimlerin talim edil*mesi konusunda birleşmektedir. Ancak Bediüzzaman’ın metodu ve teklifi daha güçlü ve menfeatlidir.
İstibdat hakkındaki görüşleri
İslâmda yönetim nizamı şura esası üzerine kurulmuştur. İslâmda istibdada, dikta*törlüğe ve hegemonyaya yer yoktur. İslâm tarihinde halifelik, Hulefa-i Raşidin dö*neminden sonra babadan oğula geçen krallığa dönüşmüştür. Böylece bu yüce prensip (şurâ prensibi) atalete uğramış, bazı ulema-i sû’ ve sultanların vaizleri krallar etrafında toplanmışlardı. Bunlar, kralların mefsedetlerini (kötü icraatlarını) tebrie etmeye, onlara gayet mübalağalı lakablarla hitapta bulunmaya ve insanları bu yö*neticilere itaate dâvet etmeye koyulmuşlardı. Bu durum insanlar tarafından ve özel*likle gayrımüslimlerce farklı yorumlanıyor, İslâmın istibdad taraftarı oluşu gibi yanlış bir fikre kapılıyorlardı. Gerçekte bu yanlış bir anlayış ve bir vehimden ibaretti. Çünkü bir çok ihlaslı ulema, yıllar boyu zindanlara kapatılmış, katledilmiş, işkenceye maruz kalmış veya cebrî ikamete maruz bırakılmıştı. Buna en iyi örnek Bediüzza*man’dır.
Said Nursî şöyle der;
“İman iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Evet, hürriyet-i şer’iyye; Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.” 12
İşte, gelin İkbal’e kulak verelim ve krallık rejiminin İslâma nasıl muhalif düşdü*ğünü görelim; “İstibdad ve diktatörlük düzeni haramdır. Laik düzende insan hür olmaz, tam tersine köle olur. Hilafet bizim bu konudaki yerimize şahiddir ve hakika*ten istibdad bizim indimizde haramdır. Krallık sistemi külliyyen hilekarlık ve düzen*bazlıktır. Hilafet ise İlahi kanunların muhafızıdır. İnsan bu âlemde bağımlıdır, kur*duğu nizam nakıstır ve amelleri eksiksiz değildir. Ben ‘abdullah’ım (Allah’ın kuluyum) ve sadece Ona karşı iftikar sahibiyim. Onun dininde ise istibdad haram kılınmış*tır.” 13
İçtihad konusundaki görüşleri
Ulema tarafından ele alınan ve çokça bahsedilen önemli konulardan birisi, içti*had kapısının kapanmasıdır. Şüphesiz ki, içtihad asr-ı nübüvvette, hulefa-i raşidin döneminde mevcuttu. Bir çok sahabe, tabiin ve mezheb imamları fetva veriyorlar, içtihadda bulunuyorlar ve taklidden kaçınılmasını istiyorlardı. Hicri 6. asırdan itibaren içtihad akımının kesilmesiyle bir gerileme ve taklid dönemi başlamış oluyordu. Böylelikle, Allah’ın bir rahmet olarak önlerine açtığı içtihad kapısı kapanmış oldu.
Ancak bazı hakiki ulema, bu meseleye ince bir perspektifle ve güzel bir üslubla yaklaşmaktaydılar. Bir yandan selef tarafından belirtilmeyen hususlarla alakalı olarak, İslâma yeni bid’aların girmemesi için büyük dikkat gösterirlerken, diğer yandan herkesin içtihad iddiasıyla ortaya çıkıp, fetvalarla oynayarak değişiklikler yapmaları*nın önüne geçebilmek için çeşitli içtihad şartları koymaktaydılar. “İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır” 14 tespitini yapan Bedi*üzzaman, bu manileri sıraladıktan sonra şöyle diyor; “Selef-i salihinin müçtehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arka*sında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zor ile görebilir.” 15
İkbal’in bakış açısına gelecek olursak, bu çöküş döneminde içtihad kapısının ka*panması İslâm ümmeti için hayırlıdır. Böylelikle ulema-i su’ tarafından İslâmın yok edilmesine ve önceki müçtehidlerin gözardı edilmesine yönelik gayretleri boşa çı*karılmış olacaktır. İkbal şöyle der; “Selefin yoluna tabi ol. Çünkü o, vahdet sebebi*dir. Onların taklidi intizamın ve ümmeti muhafazanın sebebidir. Böyle bir çöküş za*manında yapılacak bir içtihad, ümmete zarar verir. Selefe tabi olmak ise, ulema-i su’un içtihadından daha hayırlıdır. Özellikle dine ulaştıran bütün yolların daraltıldığı, bütün art niyetlilerin söz sahibi olduğu böyle bir dönemde.” 16
Felsefe hakkındaki görüşleri
Felsefeye dair kitapların Arapçaya tercüme edilişinin ardından, Müslümanların arasında Farabi ve İbni Sina gibi filozoflar ortaya çıkmıştı. Bununla beraber din âlimleri arasında felsefe çalışmaları, red veya kabul edilen bir konu olmuştur. Böy*lece İmam Gazalî ve İbni Salah eş-Şehruzûrî gibi bazı âlimler, filozofları tekfire ve bunlar aleyhine kitaplar yazmaya yöneldiler. Diğer yandan, bazı âlimler de filozof*ları desteklediler. bunların yanısıra bir üçüncü grup daha vardı ki, bunlar i’tidal tari*kini seçtiler. Ne ilk grubu, ne de sonrakileri tasvib ettiler. Yani ifrat ve tefrit ara*sında bir yol takip ettiler. Hakaikı objektif bir şekilde ele aldılar; ne felsefeyi tama*men reddettiler, ne de muklak bir kabul gösterdiler. Bunlar, felsefenin bir takım ha*talardan ve dalaletvari fikirlerden arındırılmasının zaruretini dile getirerek, bu yolda enbiya-ı kiramın yolunun takip edilmesi gerektiğini savundular.
Bediüzzaman şu açıklamayı yapar:
“Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdemden şimdiye kadar iki cereyan-ı azim, iki sil*sile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak sarmış, iki şecere-i azime hükmünde. Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hik*met, gelmiş gidiyor.” 17 Bu ibarelerin ardından şunları söylüyor; “Her ne va*kit o iki silsile imtizac ve ittihad etmiş ise, yani: Silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse âlem-i insaniyet, parlak bir sûrette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, fel*sefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur.” 18
İkbal, felsefeyi bu dinin gereklerinden birisi olarak görür. Çünkü her ikisi ara*sında bazı müşterek noktalar vardır. Bu konuda şu soruları yöneltir; İçinde yaşadı*ğımız bu âlemin temel yapısı nedir? Bu âlemin içinde ebedi ve sabit unsurlar var mıdır? Bir beşer olarak bu âlem ve bu bina ile ebediyete nasıl ulaşabiliriz? Bu kâinat*taki konumumuz nedir? Bulunduğumuz şu mevkiye layık olacak adâb ve ahlak nasıl olmalıdır?
Bu sorulara daha sonra şöyle cevap verir; “Bu sualler din ve felsefenin ortak sualleridir. Ancak felsefe bu soruları araştırma ve inceleme hürriyetinden mahrum*dur. Dinin cevheri imandır. Bu iman ise kuşa benzer. Felsefeye ihtiyacı yoktur. Fi*kir ve akıl ise, insan aklı için iki canlı unsurdur.” 19
Görüldüğü gibi felsefe konusunda iki düşünür aynı konumdadır. İkisi de, dine dönüş olmaksızın, sadece felsefenin beşerin saadetine yetmeyeceğini söylemekte*dirler.
İkbal şöyle der; “Nübüvveti inkar eden felasife, marifet-i kamile (mükemmel bilgi) olarak marifet-i âleme (alem bilgisi) ulaşmaya gayret eder, cehd gösterir. An*cak onlar iflah olmamışlardır, olmayacaklardır da. Çünkü felsefenin nübüvvete da*yanmadan hakka ulaşması imkânsızdır.” 20
Batı medeniyetine muvafakatları
Dr. Abdülvedûd Şelebî bu iki âlimin Batı hakkındaki görüşleri konusunda şunları söyler; “Onların Batı medeniyeti karşısındaki konumları aynıdır. Her ikisi de, bu medeniyetin dış görünüşüne ve güzelliklerine aldanmamışlardır. Her ikisi de yalancı propaganda davullarına kulak asmamışlardır. Her ikisi, medeniyetin cevherine ve ruhuna nazar etmişler, ondaki gizli noktaları ve sırları anlamaya çalışmışlardır.” 21
Bediüzzaman Avrupayı ve Batı medeniyetini iki kısma ayırır:
“Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa. İkincisi, felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Av*rupa.” 22
Bediüzzaman ne kadar güzel ve âdilâne bir tesbitte bulunmuş. Ne kasıt, ne de gizleme yolunu seçmeden hakikati beyan etmiş. Batıyı ne bir dost, ne de bir düş*man olarak görmekte. Hakaikı gizlemeden, kendi aleyhine de olsa hakkı söylemek*ten çekinmemiş. Evet, Avrupayı nasıl iki kısma ayırdığını gördük, şimdi de ikinci Avrupaya seslenişine kulak verelim:
“Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakim ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.” 23
Dr. İkbal, Hindistan’a döndüğü sıralarda, Batının bütün çirkinliklerinden haber*dardı. Bunun için, Avrupaya gidip de onun görünüşteki güzelliklerine hayran kalan*ları yadırgamaktaydı. Bu hali eserlerinde yer alan şu ibarede görmekteyiz; “Keşke Batıda geçirdiğim ömrümün senelerini boş yere zayi etmeseydim.” 24 “Avrupa intihar ediyor. Onun ruhu aldatıcı seraplarla susuzluktan ölüyor. Orada bir medeni*yet var, evet, lakin kuruyan bir medeniyet. Eğer son nefesini verip ölmezse, yarın veya öbür gün intihar edip gidecek. Bu medeniyetin temelleri sarsılmış, bir tek do*kunuşa dahi tahammülü yok.” 25
Tasavvuf hakkındaki görüşleri
Eğer sûfî kelimesiyle nefsiyle cihad edip, dünyanın zahiri güzelliklerinden kaçı*nan ve bol bol ibadet eden kişi kasdediliyor ise, Bediüzzaman gerçek anlamda bir sûfî idi. Ancak Bediüzzaman, kendisini insanlardan alabildiğine uzaklaştırmaya çalışan bir sûfî olmaktan ziyade, ihlaslı bir mücahid, bir kahraman, mütefekkir bir fakihti. Kendisinin unutulmayan bir kişi yapmaya, kendi nefsi için uğraşıp insanları unut*maya, mes’uliyet bağından sıyrılmaya ve makam sahipleriyle birlikte oturmaya razı değildi. Bilakis kendisinin böyle bir zamanda çok azim bir mes’uliyetin yüklendiğinin idrakindeydi. Bu mes’uliyet, böyle muzdarip bir toplumda imanların kurtarılmasıydı ve emaneti en güzel şekilde eda etmişti. Allah onu en güzel şekilde mükafatlandır*sın. Peki, Bediüzzaman’la aynı asırda yaşayıp da, hakkı savunmaları gerekirken su*san âlimler şimdi neredeler? Hepsi ölüp gittiler, kendilerinden bir iz dahi geride kalmadı. Ancak Bediüzzaman ismi, İman ve İslâm baki kaldıkça her zaman hatırla*nacak.
Bediüzzaman, en yüksek hükümet makamlarına gelme imkânına sahipti. Kendi*sine büyüklere layık lakaplar verebilirdi. Ancak o, bunu yapmadı.
“Ben şeyh değilim, ben hocayım.” 26 diyordu. Yanına gelen herkese, “İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarikat zamanı değil.” 27 uyarısını yapıyordu. Risalelerinin bir çok yerinde zamanın tarikat ve tasavvuf zamanı olmadığını, zamanın imanları kurtarmak zamanı olduğunu dile getiriyordu. 28
Tasavvufun ahirette insanı kurtaracağını söyleyenlere şöyle diyordu; “İmansız Cennete giden yok; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıda*dır.” 29
Bir kısım ulema-i sû’ hakkında şunları söyler; “Ulema-üs-sû’ hakkında bir tehdîd-i azim var. Bu zamanda ehl-i ilm daha ziyade dikkat etmeli.” 30
İki âlim arasında, tasavvuf konusunda bir farklılık görülmektedir. İkbal tasavvuf metoduna ve âdâb-ı ameliyelerine karşıydı.Ancak kendisinin de, ehl-i tasavvuf ara*sında yaygın olan ve Allah yolunda insanın kendi nefsini ifna etmesinin gerekliliğini savunan vahdet-i vücud gibi bazı sûfî fikirleri vardı. İkbal bu konuda, nefsin kendisini tanımasını ve Zât-ı İlahiye kendisini bırakmasını, Allah’ın yeryüzünde halifesi ve göl*gesi olabilmesi için kendisini bu yolla terbiye etmesini, genişletmesini ve hazırlama*sını gerekli görür. Böyle olduğu takdirde kişi Mahallullah (Allah’ın mahalli) ve Maal*lah (Allah’la beraber) olacaktır. İnsana şöyle hitap eder: Kimi talep ediyorsun? Kendisinin zahir ve senin perde altında olduğun bir durumda niye mutmain değilsin? Onu görmeye çalıştığın halde, nefsinden başkasını görmezsin. Kendi nefsini gör*meye çalışırsan, Ondan başkasını görmezsin. 31
Ehl-i tasavvuf ve ulema-i sû’ hakkında şunları söyler; “Bir sûfî ve bir âlim Kur’*ân’ın felsefesinden mahrum olursa, Kur’ân’dan bir şey anlayamaz. Sure-i Yasin’i bir hastaya okur ki, ta suhûletle ölebilsin.” 32
Bediüzzaman ise vahdet-i vücud meselesini kesin olarak reddeder. Şöyle der; “Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u arızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vaci*bü’l-Vücud’un vücuduna nisbeten gayet zaif ve zararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallâk ismiyle vücud veriyor ve o vü*cudu idame ettiriyor.” 33
Kavmiyet ve asabiyet (milliyetçilik ve ırkçılık) hakkındaki gö*rüşleri
İslâm ümmetinin içine düştüğü azim belalardan birisi de, Osmanlı İmparatorlu*ğunun sukûtu, İslâm beldelerinin parçalanması ve bunun neticesinde Müslüman halklar arasında ırkçılık ruhunun hayat bulması, toplumlar arası savaş ateşinin tutuş*masıdır. Bunun neticesinde, Müslümanların düşmanları tarafından yutulması kolay*laşmıştır. İkbal bu konuyu ne güzel ifade ediyor; “Ne zaman ki, su ve toprak kay*dından kurtuldum, o zaman ‘ben Rumîyim, ben Afganîyim’ dedim. Halbuki ben herhangi bir renk, vatan ve lisana intisabımdan önce bir insan idim.” 34
İkbal’e göre kavmiyetçiler ve ırkçılar ile putperestler ve ve vesenîler arasında fark yoktur. Çünkü her iki grup da, insanları bir puta feda etmektedirler.
Puta tapan bir insan, her zaman kendine yeni bir put arar; tıpkı Azer gibi ken*dine yeni ma’budlar yapar. İşte, renk. kavmiyet ve hakimiyet olarak isimlendirilen putlar, kan ister. İnsan ise, bu putun önünde boğazlanan bir koyun gibidir. 35
Dr. İkbal icabî ve selbî (menfilik ve müsbetlik) açıdan kavmiyetin boyutlarına işaret etmemektedir. Üstad bediüzzaman ise kavmiyeti iki kısma ayırır ve selbî kavmiyeti zemmeder ve bunun İslâm kardeşliğini parçalamak için yetiştirilen Batı medeniyetinin bir meyvesi olduğunu belirtir. Şöyle der:
“Fikr-i milliyet iki kısımdı. Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır.” 36
Bediüzzaman, Emeviler ve Avrupalılar örneğinde olduğu gibi tarihten örnekler vererek kavmiyetçiliğin zararlarından bahseder ve şunlar söyler:
“Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fa*kir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i mil*liyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felaket*tir ki, tarif edilemez.” 37
İcabî (müsbet) milliyetçiliği de şöyle değerlendirir; “Müsbet milliyet, hayat-ı iç*timaiyenin ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor; teavüne, tesanüde sebeptir; menfeatli bir kuvvet temin eder; uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade te’yid edecek bir vasıta olur.” 38
İslâm birliği hakkındaki görüşleri
İslâm vahdet ve tevhid dinidir. Tefrika ve bölünmeyi yasaklar. Fitnelerin, tefri*kaların ve parçalanmaların zuhur ettiği dönemlerde kardeşliğe ve yakınlaşmaya dâvet eder. Ne yazıktır ki, bu ümmetin üzerine zillet ve geri kalmışlık bulutları çök*müştür. Zamanın gerisinde kalmış, olduğu yerden ilerleyememiştir. Üstelik bu gidi*şattan memnun, içinde bulundukları vaziyetten müsterihtirler. Allah’ın fazlı da olma*sa, belki de müşrikler arasında yer alacaklar. İşte bu kahredici atmosferde dinin ala*metleri yok olmakta, diğer yandan İslâm ümmetinin düşmanları olan kâfirler ve mü*nafıklar faaliyetlerini sürdürmekteydiler. Ancak Rabbü’l-Âlemin’in yoluna çağıran dâvâ adamları ve âlimler onlardan gelen tehlikelere ve tehditlere karşı bizzat karşı koymak yerine, bütün İslâm ümmetini birliğe ve bütünlüğe dâvet edip, aralarındaki ihtilafları ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Bu şekildeki hareket tarzını benimseyen*lerin en önde gelen ismi şüphesiz Bediüzzaman’dı. Vahdet meselesine çok önem veriyor, imanın zirvesinden bütün Müslümanlara şöyle sesleniyordu:
“Ey ehl-i hak olan Ehl-i sünnet ve cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini mes*lek ittihaz eden alevîler! çabuk bu mânâsız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir sûrette hükmeyleyen zındıka ce*reyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve itti*hadı emreden yüzer esaslı rabıta-ı kudsiye mabeyninizde varken, iftiraki iktiza eden cüz’i meseleleri bırakmak elzemdir.” 39
İkbal aynı konuda şöyle feveran eder; “Bizim nebîmiz bir değil midir? Dinimiz, Ka’bemiz, Kur’ân’ımız bir değil midir? İlahımız bir değil midir? Vahdetin bize ne zararı dokunmuştur? Bana söyleyin, tefrika ve ihtilaftan, nifaka ve şikaka düşmekten bu ümmet ne fayda görmüştür?” 40
Edebiyat hakkındaki görüşleri
Allâme İkbal bir şairdir. Şiirlerini Urduca ve Farsça kaleme almıştır. Fikirlerini genelde şiirle dile getirmiştir. Şiirleri ise gayet ilmi ve fikrî incelikler ihtiva etmek*tedir. Bu eserlerinden bir kısmı başka dillere tercüme edilmiştir. Bu da onun bu alandaki maharetine bir delildir. Bediüzzaman ise bir itirafta bulunur; “San’at-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim. Nazım, vezin ise; ömrümde bir fıkra ya*pamamıştım.” 41 Ancak, Risale-i Nur’u teemmülle okuyan herkes görür ki, bu eserin adeta sihirli bir kalemden, fasih bir lisandan aktığını anlayabilir. Tür şairlerin efendisi olan Mehmed Akif’e kulak verelim ve Üstadın edebiyatı hakkında bilgi edi*nelim; “Şekspir ve Hügo gibi büyük şairler, edebiyat ve felsefe açısından ancak Bediüzzaman’ın talebeliği derecesine çıkabilirler.” 42 Bizler de diyoruz ki, onun edebiyatı gerçekten çok yüksektir.
İslâmî çözüm hakkındaki görüşleri
Din üç daireden oluşur. Birinci daire, ibadât ve ahkâm-ı fer’iyyedir. İkinci daire, i’tikad konuları, üçüncüsü ve merkezi prensibi dini tecrübelerdir. Ancak mütefekkir*lerden çok azı bu noktayı anlayabilmişler ve eserlerinde buna yer vermişlerdir. Aynı şekilde, mezkur iki âlimimiz de bu ilmi beyan etmişler, kesb-i iman ve dini tecrü*bede rüsûh olmaksızın islami hayatın ve toplumun kurulamayacağını bilmişlerdir. İs*lâm toplumu, hakikate sadece dini tecrübelerin takviyesiyle başarıya ulaşabilir.
Bediüzzaman Said Nursi, Müslümanların derin iman şuurunu kaybettiren, aydın fikirler ortaya çıkaran güçlü akl-ı selimi söndüren şiddetli belalara ve dehşetli sıkıntı*lara karşı koymaya çalışır. Ümmeti eleme garkeden bu kötü durum, bunlara ilave olarak, başta sona bütün dünyada, çevresini tamamen kuşatan tehlikeleri hissetme duyguları da kaybettirmişti. Bediüzzaman’ın nazarında gerçek İslâmî çözüm yolu derin terbiye-i imaniye ve istikametli terbiye-i akliyeden geçmektedir. İman ve düşünce kuvveti bir kuşun gökyüzünde uçmasını birlikte sağlayan iki kanadı gibi*dir. 43
Güç durumlar karşısında ye’se ve ümitsizliğe düşmemek, imanın alametlerinden olan ümid, zafer, fetih ve Allah’a tevekkül, İslâm mücahidlerinin en bariz sıfatların*dandır. İşte, Bediüzzaman bu maücahidlerden birisidir. Düşmanca saldırıların şid*detle devam etmesine rağmen İslâmın pek yakın zamanda muzaffer olacağı ümidini taşır. “Bediüzzaman İslâm ümmetinin başına yağmur misali yağan bela ve sıkıntı*lara, şahsının maruz kaldığı baskılara ve sürgünlere rağmen istikbalin İslâmın olaca*ğını söylüyordu. Dinin içinde bulunduğu bu sıkıntılı ve hazin kış mevsiminin ardından bir baharın geleceği, bütün beşeriyetin bu bahardan en iyi şekilde nimetleneceği, çünkü insanlığın buna muhtaç olduğu müjdesini veriyordu. İslâm baharının gelme*sine hiç bir şeyin engel olamayacağını ve inşaallah mutlaka geleceğini haber veri*yordu.” 44
Filozof şair Muhammed İkbal ise,1930 yılında Kahire’de verdiği bir konferansta, bir İslâm devletinin kurulmasına dair büyük bir ümidinin olduğunu söylüyordu. Şöyle diyordu; “Gidişat onu göstermektedir ki, salih bir toplumun oluşturulması, iç*timai hayatın tanzimi, iktisadi problemlerin çözümü ve medeniyetin doğru hedef*lere yöneltilmesi için İslâm nizamı ideal bir çözümdür. Akide ve amel, ruh ve madde, fert ve toplum arasında bu nizamın tatbiki, İslâm beldelerinin yöneticileri açısından büyük harikalar doğuracaktır. Alemdeki bütün düşünürler, onun üslubun*daki yenilik konusunda fikir sahibidirler.” 45
Birer müceddid olarak Bediüzzaman ve İkbal
Yukarıda İkbal’in fikir yapısının neş’et etmesinde büyük rol oynayan şahısların varlığından söz etmiştik. İkbal, bunlara çok önem vermiş ve değer göstermişti. Af*ganî ve mevlevî gibi mürşidlerin yolunu takip etmiştir.
Bediüzzaman ise müstakildir. Herhangi bir fikir ekolünü tedris etmemiş, her*hangi bir üstada talebelik yapmamış, herhangi bir siyasi parti veya teşkilata bağlan*mamıştır. Bununla beraber, kendi alanında büyük bir lider konumundadır. İman sancağını yükseltmiş, kelime-i İslâmı yüceltmiştir. Bir tek üstadı vardır; Kur’ân. Allah ona müceddidlik yolunu ilham etmiştir. Bu konuda Dr. Muhsin Abdülhamid şöyle der; “Hiç şüphesiz Bediüzzaman, bu zamanda takip ettiği meslek açısından benzer*siz bir müceddiddir. Çünkü o, muayyen bir ilimden yola koyulmamış, bir üstadın önünde diz çökmemiş, böyle birisinin söyledikleri ve yazdıklarına bağımlı kalmamış*tır. Üstadları alabildiğine çok, tedris ettiği ilimler müteaddid ve mütalaa ettiği maarif gayet geniş olmasına rağmen bu özellikleri değişmemiştir.” 46
Muhsin Abdülhamid şöyle devam ediyor; “Bediüzzaman’ın, imanların kurtarıl*ması, nizam-ı İslâma dâveti, düşmanların hilelerinin boşa çıkarılması açısından Türki*ye’deki Müslümanların hayatını tecdid etmesi ve onları Rabbani kalıplarla şekillen*dirmesi, böyle muasır bir dünyada ve muasır medeniyet mücadeleleri çerçevesinde gerçekleşmiştir.” 47 Şöyle devam eder:
“Şüphesiz ki o, zaman-ı hâzır, mekân-ı hâzır ve medeniyet mücadeleleri çerçe*vesinde, Kur’ân’ın hakikatleri ve üstadlığında, Resul-ü Âzamın (a.s.m.) yöneti*minde, geçmiş mücahid âlimlerin kitaplarında belirlenen yüce ve asil değerler doğrultusunda Müslümanların hayatlarını yenilemek istiyordu.” 48
Buradan hareketle Bediüzzaman müceddidlerden midir, yoksa değil midir? Bu suali cevaplamadan önce diyoruz ki: Muslih bir müceddidin, düşmanların İslâmı yok etmek, İslâmî ve dini ruhu izale etmek için gayret ettikleri böyle bir fesad-ı ümmet ve gurbet-i İslâm zamanında İ’la-yı kelimetullah dâvâsını ayağa kaldırması ve dini ıslah etmesi gerekir. İslâm sadece isimden, Kur’ân sadece bir resimden, mescidler sadece birer şekilden ibaret kalsa da, düşmanlarına mukavemet gösteren, onlarla mücadele eden, Müslümanların kalplerindeki iman nurunu sabitleştirmek için var gücüyle çalışan birisi olması gerekir. Şimdi tekrar soruyoruz; Bediüzzaman Said Nursî bu husûsiyetleri taşımıyor mu? Tabii ki, evet. Gerisine artık sen karar ver. O halde bu insan bir müceddid değil midir? Buna Muhsin Abdülhamid şöyle cevap veriyor; “Hiç şüphesiz o, gerçek bir müceddiddir. Çünkü o, ne geriye dönmeye ne zaman-ı hazırda kalmaya çağırmıyor. İslâmî hareketin ve İslâm medeniyeti dü*şüncesinin, her asında ulaşılan medeniyet seviyesine paralel olarak yenilenmesine inanıyor.” 49
İkbal de aynı konumdadır. İslâm ümmetinin müptela olduğu ye’s, hüzün ve korku hastalığının ilacını bilmektedir. Bu hastalıkları hayatı öldüren, tevhid inancını izale eden ssebepler olarak niteler. Şöyle der; “Kendini bil! Sonra bu ümmet içinde ve kurtuluş yolunda fani ol.” İkbal, Müslümanların uyanmaları ve gerçek izzet ve kerametlerine tekrar sahip olmaları için devamlı çağrıda bulunur. Aynı zamanda bu çağrı, şeriat esasları doğrultusunda devamlı değişmeyi, İslâm düşüncesini hürriyete kavuşturmayı da içine alır. Bu çerçevede tasavvuf ve tarikatlere şiddetli bir savaş açar ve her ümmette bu tür ruhbani kesimin şeriat ve kununlarını ibtale yol açtığını isbatlamaya çalışır.
İkbal, Batı medeniyetinin materyalist değerlerini reddeder. İslâm beldelerindeki Batı sömürgeciliği karşısındaki konumu, onun mezalimi, düzenbazlıkları ve işlediği ayıplara karşı direnen bir özellik taşır.
İkbal, Hindistan’daki Müslümanların hayatına büyük yenilikler getirmiş, onları İs*lâmın gerçek yoluna çekmeye çalışmış, İslâm hakikatlerini açıklamaya, kalplerini imanla doldurmaya ve meselelerini cesurca çözme inancını aşılamaya gayret et*miştir.
Sonuç olarak; Bu çalışmamızla, Bediüzzaman’ın şahsiyetini inceleme, görüşlerini sergileme, harika ve örnek şahsiyeti hakkında bilgi sahibi olma, özellikle İslâm dâ*vâsı sancağını taşıyan ulema ve mütefekkirlere nisbeten içinde bulunduğu konumu tesbit etme hakkında bir şeyler söylemeye çalıştık. Gördük ki o bütün mesaisini, İs*lâm ümmetinin evlatlarının ve halklarının ellerinden tutup, onlardaki nur-u imanın yeniden diriltmek, önlerindeki yolu aydınlatmak, hayat-ı Kur’âniyeyi tekrar sağla*mak, onları maddeci ve ilhadî fikirleri karşısında manevi ve kültürel zırhlarla koru*mak için harcamış.
Şüphesiz bu araştırma, daha uzun nefezlere, derin nazarlara ve sürekli gayret*lere muhtaçtır. Çünkü Bediüzzaman’ın şahsiyetini bütünüyle ihata edecek, şümullü ve şeffaf bir şekilde sergileyecek çalışmalar yapılması gerekir.
Bu panelin, böyle bir yolda atılacak bir adım olmasını, Kur’ân’ımızın müfessiri ve zamanımızın bedîi (harikası) allame Bediüzzaman Said Nursî’nin hatırasını ebedileş*tirme yolunda güzel ve tebrike şayan bir amel olmasını diliyorum.
____________________
1 Doç. Dr. CELAL CELALİZÂDE
1960 yılında İran’da dünyaya geldi. Halen İran-Kürdistan Üniversitesi İslâm Hukuku Bölü*münde Öğretim Görevlisidir. Sekiz kadar tercüme eseri yayınlanmıştır. Bunlardan bazıları şun*lardır:
1- Şafiî fıkhıyla ilgili en-Nefahatu’s-Samediyye
2- Yine Şafiî fıkhıyla ilgili el-Gayetu ve’t-Takrib
3- Yusuf Kardavî’nin Tevhid Hakikatı.
2 Muhammed Kürd Ali, Ricâlât Fi’l-Ümme, 1, Dımaşk-1988
3 Silsiletü’l-Ehâdisü’s-Sahiha, lil-Elbânî, 2/150
4 Muhsin Abdülhamid, Mütekellimü’l-Asr‘il-Hadis, s.: 102
5 Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman, Necmeddin Şahiner, s.: 73
6 İkbal el-Lahurî, Divan-ı İkbâl (Farsça) s.: 82
7 Sözler, s.: 339
8 Divan-ı İkbal, s.: 464
9 Bilinmeyen Taraflarıyla, s.: 117
10 A.g.e., s.: 85
11 İkbal, İhyaü Fikri’d-Dinî
12 Tarihçe-i Hayat, s.: 91
13 İkbal Külliyatı, s.: 464
14 Sözler, s.: 449
15 Sözler, s.: 452
16 İkbal Külliyatı, s.: 85
17 Sözler, s.: 505
18 A.g.e.
19 İhyaü Fikru Dinî, s.: 35
20 Endişe Hêy-i İkbâl Lahurî, s.: 306, Tahran-1370
21 Bediüzzaman Said Nursî Fi Mu’temer Alemî Havle Tecdidi’l-Fikri’l-İslamî, s.: 116, 1992
22 Lem’alar, s.: 115
23 A.g.e.
24 Ârâü İkbal, s.: 347, Tahran.
25 Fi Mu’temer Alemî, s.: 118
26 Mektubat, s.: 59
27 Mektubat, s.: 59
28 Mütekellimü’l-Asr, s.: 205
29 Mektubat, s.: 21
30 Mektubat, s.: 398
31 İkbal Lahûrî Şair-i Bârî, s.: 20, Tahran
32 Külliyat-ı İkbal, s.: 190
33 Mektubat, s.: 77
34 İkbal Lahûrî Şair-i Bârî, s.: 20
35 A.g.e., s.: 21
36 Mektubat, s.: 298
37 A.g.e., s.: 299
38 A.g.e., s.: 299
39 Lem’alar, s.: 26
40 Endişe Hêy-i İkbal, s.: 154
41 Sözler, s.: 646
42 Bediüzzaman Said Nursî, İhsan Kasım, s.: 188
43 Hallü’l-İslâmi, s.: 106, Dr. Muhammed Desûkî.
44 A.g.e., s.: 107
45 A.g.e., s.: 123
46 Mütekellimül-Asr, s.: 96
47 A.g.e., s.: 98
48 A.g.e.
49 A.g.e.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’A GÖRE İÇTİHAD
MUSTAFA BAKTIR 1
I- İÇTİHADIN TARİFİ VE MÜÇTEHİDİN ŞARTLARI
A- İçtihad nedir?
İçtihad, bir şeyi elde etmek için güç ve çaba harcamak mânâsına gelen “Cehd” kökünden gelmektedir.
Istılahda ise, müçtehidin şerî hükümleri muayyen delillerden elde etmek için bütün gücünü sarfetmesidir. Bu tarifin tahlilini yapacak olursak, karşımıza şu ana unsurların çıktığını görürüz:
1) Şerî bir meseleyi anlamaya çaba sarfeden kimsenin müçtehid olması.
2) Müçtehidin meseleyi iyice kavramak için bütün gücünü sarfetmesi.
3) Müçtehidin bu gayreti, şerî ve amelî hükümleri anlamak için olmalı.
4) İçtihadın, muayyen delillerden istinbat yoluyla, belli esaslara riayet edilerek yapılması. Buna göre, bir meseleyi kitaplardan veya âlimlerden sorarak öğrenmek içtihad değildir.
Müçtehid, içtihad melekesine sahip olan ve müçtehidde bulunması gereken şartları şahsında toplayan kimsedir. Şimdi de müçtehidde bulunması gereken şartları görelim.
B- Müçtehidde bulunması gereken şartlar
1) Arapçayı bilmek: Müçtehidin herşeyden önce, arapçanın uslübunu, belağatını ve bu dilin inceliklerini çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü İslâmın iki ana kaynağı olan Kur’ân ve Sünnet arapçadır.
2) Kur’ân’ı bilmek: Dinin birinci kaynağı Kur’ân-ı Kerim olduğu için, hepsini ge*nel olarak bilmekle birlikte, fıkhî hükümlerle ilgili olan Ahkâm âyetlerinin daha de*taylı bir şekilde bilinmesi ve inceliklerine vakıf olunması gerekir.
3) Hadis-i Şerifleri bilmek: İslâm Hukuku’nun ikinci ana kaynağı Resûlullah’ın (a.s.m.) hadisleri olduğu için, müçtehidin doğrudan ilgi alanına girmektedir. Hadis*lerin sadece muhtevaları değil, sıhhat dereceleri de bilinmelidir.
4) Üzerinde İcma edilen hükümleri bilmek: Müçtehid fukahanın üzerinde ittifak ettiği meseleleri bilmeli ve onlara muhalif hüküm vermemeye azami hassasiyet gös*termelidir. Çünkü icma oan bir meselede içtihad etmek caiz değildir.
5) Usûlü Fıkıh ilmini bilmek: Bir mesele hakkında içtihad yapılabilmesi için, şerî delillerin ve bunların öncelik sıralarının bilinmesi gerekir. Lafızların mânâları ve bun*lar arasındaki tercih sırası ancak bu ilmin bilinmesiyle mümkündür.
6) Makasıdu’ş-Şerîa’nın bilinmesi: Bilhassa Şatıbî (v. 790/1388), Şeriat’ın mak*sad ve gayelerinin anlaşılması mânâsına gelen bu şart üzerinde hassasiyetle durur. Müçtehidde aradığı iki şarttan birincisi ve en önemlisi budur. 2
7) İçtihada fıtraten kabiliyetli olmak: Müçtehidin isabetli ve çabuk karar verebil*mesi için, ince bir idrake, fıtrî bir kabiliyete ve zihnî berraklığa sahip olması gerekir. Bu kabiliyete sahip olmayan diğer şartları taşısa da müçtehid sayılmaz.
8) İyi niyet ve itikadının düzgün olması: İmam Gazâlî’ye (v. 505/1111) göre, müçtehidin fetvasının kabul edilebilmesi için, önce günahlardan kaçınan, iyi ahlâk sahibi âdil bir kimse olması gerekir. Böyle olmayan kimsenin vereceği fetva da ka*bul edilmez. 3 Nitekim Bediüzzaman da içtihada teşebbüs eden kimselerde, “takvâ-yı kâmile” ve “zaruriyyatı diniyyeye imtisal” niyetinin bulunmasını şart koşmuştur. 4
II- İÇTİHAD KAPISI AÇIK MI, KAPALI MI?
İçtihad konusunda en çok tartışılan meselelerden birisi de, herhangi bir asrın müçtehidsiz kalmasının caiz olup olmadığıdır. “Hulüvvü’l-Asri mine’l-Müçtehidîn” şeklinde ifade edilen bu konu, bazan da içtihad kapısının açık veya kapalı olması şeklinde tartışılmıştır. Hicrî dördüncü asırdan itibaren içtihad kapısının kapandığını ileri süren fukaha bulunmakla birlikte, içtihadın kıyamete kadar devam edeceğini söyleyenlerde vardır. Bu meselede âlimlerin farklı görüşlerini verip sonra da Bedi*üzzaman’ın tespit ve tahlillerini vermek istiyoruz.
A- Hiçbir asır müçtehidsiz kalmaz diyenler
Bir gurup âlime göre, bir asrın müçtehidsiz kalması mümkün değildir. Hanbelî ve bir kısım Şafiî âlimleri bu görüştedir. İmam Suyûtî (v. 911/1505) bu görüşte olu, karşı fikirde olanlara reddiye olarak müstakil bir eser kaleme almıştır. 5 Bu gö*rüşte olanların delilleri şu hadistir:
“Ümmetimden bir gurup hak üzere olmakta devam edecektir. Onlara muhale*fette bulunanlar zarar veremeyecekler. Nihayet Allah’ın emri onlar bu halde iken gelecektir.” 6
B- Herhangi bir asrın müçtehidsiz kalabileceğini kabul edenler
Diğer bir gurup fukahaya göre ise, herhangi bir asrın müçtehidsiz kalması caiz*dir. Bu durum zaman zaman fiilen vukubulmuştur. Şevkânî (v. 1250/1832), İmam Gazâlî ve Fahrüddîn Râzî’nin (v. 606/1209) de bu görüşte olduğunu söylüyorsa da, 7 bizzat kendi kitaplarında rastlayamadık. Şafiîlerden Seyfüddîn el-Amidî (v. 631/1233), Hanefîlerden İbnü’l-Hümâm (v. 861/1457), İbnü Emîri’l-Hac (v. 879/1475) ve başka fakihlerin de bu görüşte olduklarını görmekteyiz. 8 Bunların delili ise Abdullah b. Amr’ın rivayet ettiği şu hadistir:
“Allahü Teâlâ ilmi size ihsan ettikten sonra (hafızanızdan) zorla söküp almaz. La*kin cemiyetin ilim adamlarını bilgileriyle beraber cemiyet içinden alır. Artık kara cahil bir zümre kalır. O sırada halk bunlardan dinî ihtiyaçlarını soracaklar, onlar da (şahsî) re’y ve arzularıyla cevap vererek hem halkı idlal edecekler, hem de kendileri dalalette kalacaklar.” 9
Bu görüşün sebebi, hicrî 3. asırdan itibaren hüküm verme ve içtihad yapma ko*nusunda büyük bir anarşi görüldüğünden içtihad kapısının kpanmasına hükmedildiği şeklinde izah edilmiştir. 10
C- Şâtibî’nin görüşü
Usûlü Fıkıh ilminde yeni bir çığır açan Şatıbî’nin yorumu ise bu görüşlerden farklıdır. Ona göre içtihad iki kısımdır:
Birincisi: Kıyamete kadar devam edecek olan içtihad. Dünyanın sonu gelmeden bu içtihadın kesintiye uğraması mümkün değildir. Bu çeşit içtihad, üzerinde ittifak edilen illetin fürû meselede de aynen bulunup bulunmadığının belirlenmesi işlemini ifade eden “Tahkîku’l-Menât”tır. Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de Allah “...İçinizden iki âdel şahid getirin...” 11 buyurmaktadır. Şeran hudutları belli olan “Adalet” vasfının kimde bulunup bulunmadığının tesbitine ihtiyaç vardır. Bu vasıf, Hz. Ebû Bekir’den başlayarak çok aşağılara kadar iner. Bu vasfın insanlarda bulunup bulunmadığının tesbiti için bütün gücün harcanması gerekir. Bu çeşit bir ictihadın her hakim, müftü ve hatta her mükellefde olacağı tabiîdir. Çünkü sıradan ümmî bir mükellef bile na*maz kılarken sehven fazladan yaptığı bir fiilin namzı bozup bozmayacağını, affedilir olup olmadığını değerlendirip karar verme durumundadır. 12
İkincisi: Zaman içerisinde kesintiye uğraması mümkün olan içtihada gelince, bu da üç kısımdır:
a) en-Tenkîhu’l-Menât: Bir hükmün konulmasında esas alınan vasfın içtihad yo*luyla diğerlerinden ayıklanıp ortaya konulmasıdır. Bazan naslarda asıl illet olması muhtemel olan vasıfla diğerleri müştereken zikredilmiştir. Asıl illetin mülgâ olanlar*dan içtihadla ayırdedilmesi gerekir.
b) Tahrîcu’l-Menât: Bunda ise hükmü belirleyen nasda illete dair bir belirti veya açıklama yoktur. İçtihadla çeşitli yollardan illetin tesbiti gerekir.
c) Yukarıda zikri geçen Tahkîku’l-Menât’ın ikinci bir kısmıdır ki, bu daha ince ve derin bir meseledir. Bunun da kesilme ihtimali vardır. 13
D- Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşü
Bediüzzaman’ın bu meseledeki görüşü ve değerlendirmesi oldukça farklıdır. Ona göre içtihad kapısı açıktır. Ancak bu zamanda oraya girmeye bazı mâniler bulun*maktadır:
1- İslâm dünyasında bid’atların çoğalması: Üstada göre kışta ve fırtınalı bir günde, yeni kapılar açmak şöyle dursun, küçük delikler bile kapatılır. Büyük bir se*lin hücumu sırasında, tamir için olsa bile duvarlarda delikler açmaya çalışmak, boğu*lup gitmeye vesile olabilir. Bediüzzaman sözlerine şöyle devam ediyor:
“Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dâlâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyle, kasrı İslâmi*yetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak de*likler açmak, İslâmiyete cinayettir.” 14
2- Dinin zaruriyatının tehlikeye girmesi: Bediüzzaman’a göre, bugün dinin temel esasları tehlikeye girmiştir. Bu temel esaslarda içtihada ihtiyaç zaten yoktur. Bunlar olmadan dinin ayakta kalması da mümkün değildir. O halde öncelikle dinin zaruriya*tının ikâmesine ve ihyâsına çalışılmalıdır. Diğer taraftan selefin içtihadları birçok meselede ihtiyaçlarımızı karşılayacak durumdadır. Üstada göre, durum böyle ol*duğu halde, bunları bir tarafa bırakıp yeni içtihadlar yapmak, “bid’akârane bir hıya*nettir.” 15
3- Müctehidin yetişmesinde çevre faktörü: İnsanlık tarihine baktığımızda, her asırda bazı şeylerin rağbet gördüğünü, insanların onları elde edebilmek için bütün güçleriyle gayret ettiklerini görmekteyiz. Bediüzzaman’a göre, selef-i sâlihîn as*rında en mergub metâ, “Hâlik-ı Semavat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzula*rını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde et*mek idi.” 16
Üstad, Asr-ı Saâdete yakın dönemlerde müctehidlerin yetişmesindeki çevre fak*törünü şöyle açıklıyor:
“İşte o zamanda, zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. O’na göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vu*kuat ve muhâverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hük*müne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabili*yeti ola, ateşsiz nurlana... İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, Nûrun alâ Nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.” 17
Günümüzde ise müthiş bir mânevî kirlenme bulunduğundan müçtehidin yetiş*mesi için müsait olan bir çevreyi bulmamız mümkün gözükmemektedir. Üstada göre bunun üç ana sebebi bulunmaktadır: a) Avrupa medeniyetini Müslümanlar üzerindeki tahakkümü, b) Felsefe-i tabiiyyenin tasallutu, c) Hayat şartlarının ağırlaş*ması.
Bu üç ana sebepten dolayı fikirler dağılmış, himmet ve yardımlaşma bölünmüş, zihinler ise mânevîyata karşı yabanileşmiştir. Böyle bir çevre içinde yetişen günü*müz insanının ilk dönemlerde yetişen bir müctehidin seviyesine gelebilmesi için on katı fazla bir zamana ihtiyacı vardır. 18
4- İçtihad, zorlama ile değilde, tabiî seyri içinde olmalı: Her cisimde bir geniş*leme ve büyüme meyli vardır. Bu meyil tabiî olduğu için kemâle doğru bir gidiştir. Bir ağacın büyüyüp gelişmesi ve meyve vermeye başlaması gibi. Ancak bu geniş*leme dışardan olursa, onu tahrip edip yok olmasına vesile olur. Bediüzzaman aynı temsili içtihad konusuna şöyle tatbik ediyor:
“İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarikıyla dahil olanlarda meylü’t-tevessü’ ve irade-i içtihad bu*lunsa, o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyatı terkeden ve hayat-ı dünye*viyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsî ve irade-i içtihad, vücudu İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şerî zincirini çıkarmaya vesiledir.” 19
5- Asr-ı Saâdete olan uzaklık: Selefi salihînin büyük müçtehidleri, asr-ı sahabeye yakın olduklarından, sâfî bir nur alıp halis bir içtihad yapabilirlerdi. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o asra uzak olduklarından açık meseleleri bile zorlukla görebilirler. 20
Bediüzzaman, İçtihad Risalesi adını verdiği Yirmi Yedinci Söz’de, bu fikirleri ana başlıklar altında değerlendirmiştir. Bu bölümdeki ve başka eserlerindeki fikirlerinden çıkardığımız, içtihada mâni teşkil eden diğer sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
6- Avrupa Medeniyetinin ve inkârcı Batı felsefesinin Müslümanlar üzerindeki ta*hakkümü.
7- Günlük hayatta geçim şartlarının ağırlaşması.
8- Günümüzde fıkhî meselelere illet açısından değilde hikmet açısından bakıl*ması. Hernekadar hikmet de gözönünde bulundurulursa da, hüküm hikmet üzerine değilde illet üzerine binâ edilir.
9- Dünya hayatının ön plana geçip, ahiret hayatının ikinci derecede kalması.
10- Kolaylığa vesile olan “Zaruret Prensibi”nin yanlış anlaşılması. 21
III- İÇTİHADIN ŞÛRA TARZINDA YAPILMASI
Bediüzzaman, Osmanlı Devletinin çöküş dönemlerinde, İslâm âleminin dertle*riyle dertlenmiş, zaman zaman matbûât lisanıyla fikirlerini beyan etmiş, günün problemleri hakkında çözümler üretmiştir. Ona göre İstanbul’da hilafeti temsil eden Meşîhât Dairesi, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus olmayıp, bütün İslâm âlemi*nin müessesesidir. Bu daire bu sönük vaziyetiyle koca İslâm âlemini irşade tmek şöyle dursun İstanbul’un irşadına bile kâfi gelmiyor. Bu müessesenin, bütün âlem-i İslâmın itimadını kazanacak ve onlara karşı olan vazifesini hakkıyla yerine getirecek bir duruma getirilmesi gerekir. 22
Üstad, zamanın değişmesiyle, ahkâmın değişebileceğine temas ederek, içtihadın niçin şûrâ tarzında olması gerektiğini şöyle açıklıyor:
“Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az müte*hassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.”
Bediüzzaman’a göre, müftünün sözünü halka kabul ettirebilmesi için böyle bir şûrâya ihtiyacı vardır. Ferd dâhi de olsa, şahs-ı mânevî karşısında bir sivrisinek gibi kalır.
Üstad, cemiyette ortaya çıkan, “za’fı diyânet”, “şeâir-i İslâmiyetteki lâkaytlık”, ve “içtihaddaki fevzâ”, yani anarşinin sebebini de, meşîhatın zayıflığına ve sönük kalmasına bağlıyor. Zira böyle bir şûrânın kararından çıkan Şeyhulislâm sözü, en bü*yük dahiyi de içtihadından vazgeçirir, dolayısıyla birçok meselede ittifak hasıl olur.
İçtihad ehliyetine sahip olan herkesin, içtihad yapma yetkisi vardır. Ancak bu iç*tihadın düstûru’l-amel alabilmesi için icmâ sabit olmalı veya cumhuru ulemâ tarafın*dan kabul edilmelidir. Fetvasını böyle bir şûrâdan çıkaran bir Şeyhulislâm mânen bu sırra mazhar olur. İslâm Hukukuna göre de öncelikle cumhurun görüşü ile amel edilmelidir. Fikir anarşisinin alıp yürüdüğü günün şartlarında böyle bir tedbire şid*detle ihtiyaç vardır. Bu şûrâ, merkezi hilâfet olan İstanbul’da gerçekleşmezse, zaruri olarak bir başka yerde teşekkül edecektir.
Üstada göre, bu şûrâ teşkil edilmeden önce, “cemaat-i İslâmiye teşkilâtı” ve “evkâfın meşîhata ilhakı” gibi önceden yapılması gereken altyapının hazırlanması uygun ise de, bunlar sonradan da olabilir.
Bu işi dolaylı olarak mebusların yerine getirebileceği düşünülebilir. Onların bu işi yapması dolaylı şekilde olur. Halbuki vasıtası doğrudan doğruya bu büyük vazifeyi ancak “halis İslâm bir şûrâ” yerine getirebilir. 23 Bu sırada mecliste gayr-i müslim mebusların olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Bediüzzamana göre, “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye”nin âdî bir komisyon olmaktan çıkıp bu yüce vazifeyi yürütebilmesi için; meşîhattaki daireler reisleri ile birlikte bu şûrânın tabiî azası olmalı ve bunlara ilaveten İslâm âleminden de şimdilik halkın iti*madını kazanmış on beş yirmi kişi daha çağırılmalıdır. Böylece şûrânın çekirdek kad*rosu teşekkül etmiş olur. 24
Yine Bediüzzaman, 16 Şubat 1916’da Birinci Dünya Harbinde Erzurum’un Pa*sinler ovasında Ruslara karşı harbederken İşârâtü’l-İ’câz adlı arapça bir tefsir yaz*mıştır. Bu tefsirin girişinde, başarılı bir tefsirin ancak çeşitli fenlerde mütehassıs olan yüksek bir heyet tarafından yapılabileceğini bilhassa vurgulamıştır. 25
Üstad, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de vazifeli iken kaleme alıp bastırdığı “Leme*ât” adlı manzum eserindeki şu beşitlerde de aynı fikri işlemiştir:
“İcmâ ile cumhurdur, sikke-i şerî görür. Bir fikre dâvet etmek; zann-ı kabûl-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.
Yoksa dâvet bid’attır; reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz...” 26
Bediüzzaman, 1949-1952 yılları arasında yazdığı mektupların bir araya toplan*dığı Emirdağ Lahikası’nda, yıllar önce İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirinin başına yazdığı mukaddimeyi tercümesinde konumuzla ilgili meseleyi biraz daha net bir şekilde or*taya koymuş ve kırk sene önceki fikrinde musır olduğunu göstermiştir. İfadesi ay*nen şöyledir:
“...Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında (hevesi karışmamak şartıyla) o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icmâ o hükmü tasdik etsin. Nasıl ki: Ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden mânevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ulema-i muhakkikînden bir hey’et-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emni*yetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde icmâı ümmet hücce*tinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icmâ ile şer’an düstur olabilir. Ve icmâın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor...” 27
Diğer taraftan Hanefî mezhebinin müessisi İmam Âzam Ebû Hanife’nin (v. 150/767) kendisine soruln bir meseleyi, içtihad derecesine ulaşmak kırk kişilik ta*lebe gurubuyla tartışıp, yazdırdığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. 28
Nitekim zamanınızda da İslâm Hukuku sahasında eser veren birçok kimsenin, bu çeşit bir içtihadın günümüz şartlarında daha isabetli olacağı kanaatına vardıklarını görüyoruz. 29
IV- İÇTİHADLA İLGİLİ BAZI MESELELER
A- Bir müçtehidin içtihadı diğerini bağlamaz
Bediüzzaman’a göre, içtihadın şartlarını şahsında toplayan bir kimse, içtihad etse, bu içtihadı ancak kendisini bağlar. Başkasını bu içtihada uymaya zorlayamaz. Onun bu anlayışı şeriattandır, fakat şeriat olamaz. Bu kimse müçtehid olabilir, ancak müşerri, yani şeriat koyucu olamaz. 30
Diğer taraftan müçtehid olan bir kimse, bir başka müçtehidi taklitle mükellef değildir. 31 Hadiste de belirtildiği gibi, 32 içtihadında isabete tse iki sevap, isabet etmezse gayretinin karşılığı olarak bir sevap alır. 33
B- Şeriatın değişmesi ve mezheplerin ortaya çıkışı
1- Şeriatın asırlara göre değişmesi
Bediüzzaman’a göre mezhepler, şeriat sahibi olan Allah’ın gösterdiği nazarî düsturların anlaşılmasındaki farklılıklardan ortaya çıkmıştır. Kabili tevil olmayan “Zarûrât-ı Diniye”nin ve “Muhkemât” denilen düsturların hiçbir cihetle değişme im*kânı yoktur ve bunlar medâr-ı içtihad olamazlar. Onları değiştiren başını dinden çı*karmış olur. 34
Şeriatların asırlara göre değişmesi ise şöyle izahe diliyor:
“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı pey*gamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâ’dan sonra, şeriat-ı kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtayç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasılki mev*simlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü Ahkâm-ı Şeriyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar.” 35
Asırlara göre şeriatların değişmesinin sosyolojik sebepleri de şu şekilde açıklanı*yor:
“Enbiyayı sâlife zamanında, tabakat-i beşeriye birbirinden çok uzak ve seciye*leri, hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidâî ve bedeviyete yakın ol*duğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kitaba bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulu*nurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidâî de*recesinden, idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtat ile ak*vam-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı mu*allime de lüzum görülmemiştir.” 36
2- Amelî mezheplerin ortaya çıkış hikmetleri
Bütün bu gelişmelere rağmen insanlık tamamen bir seviyeye gelemediğinden mezhepler ortaya çıkmıştır. Sosyal açıdan bütün insanlar bir seviyede olsa, o zaman mezhepler de birleşebilir. Fakat bu mümkün olamayacağından, mezhepler de bir*leşmez.
Hak bir olduğu halde, mezheplerin farklı olması da şu misalle açıklanmıştır:
“Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyleki: Bi*risine hastalığının mizacına göre su, ilâçtır, tıbbenv aciptir. Diğer birisine, hasta*lığı için zehir gibi muzırdır, tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir, tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir, tıbben ona sün*nettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, afiyetle içsin, tıbben ona mü*bahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beyi de haktır. Sen diyebilir misin ki: ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.’ ” 37
Bu misalde olduğu gibi, ahkâm-ı ilâhiyye, mezheplere ve olanlara göre değişir. Bunların hepsi de hak ve maslahat olur. Nitekim Şafiî mezhebine tabi olanlar, Ha*nefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakındır. Hanefîler ise çoğunluklu daha medenî ve şehirlidirler. Bu sosyolojik tabanın ibadet ve muâmelatta farklı hü*kümler ortaya çıkmasında tesiri büyüktür. 38
C- Kur’ân’a dönme zarureti
Bediüzzaman’a göre, “Cumhûru, burhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imti*sale sevkeder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.” 39
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilse idi, zihin tabii ola*rak ahkâmı tatbike teşvik eden ve vicdanı uyandıran “Kur’ân’ın kudsiyeti”ne intikal eder ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelir, imanın ihtarâtına karşı sağır ka*lınmazdı. 40 Üstada göre:
“Şeriat kitapları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicap olmuşlardır. Evet bu kitap*lar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzım iken başlı başına tasnifat hükmüne geçmişler*dir.” 41
Bediüzzaman dinî meselelerde çoğunluğun nazarını, doğrudan doğruya Kur’*ân’a çevirmek için şu üç yolu kaydedip bunların ayrı ayrı değerlendirmesini yapı*yor:
“1) Bu kitapları yazan müelliflerin lâyık oldukları hürmeti ve emniyeti tenkit ile kırıp o perdeyi izale etmektir ki, bu yol tehlikeli, insafsız ve o müellife zulümdür.
2) Tedrîcî ve hususi bir metodla şeriat kitaplarını şeffaf birer tefsir suretine çe*virip içinde Kur’ân’ı göstermektir. Selef-i müçtehidînden Ebu Hanife’nin el-Fık*hu’l-Ekber’i ve İmam Mâlik’in Muvatta’ı gibi. Bir kimse İbni Hacer’in bir kitabına baktığında Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek için bakmalı. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci yol da za*mana muhtaçtır.
3) Cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o örtünün üzerine çıkararak üstünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın halis malını yalnız ondan istemek ve vasıta ile elde edilen ahkâmı da vasıtada, yani kitaplarda aramaktır. Bir şeriat âliminin vaazına göre, bir tarikat şeyhinin vaazındaki tatlılık ve çekiciliğin sırrı buradadır. Ancak efkârı âmmenin rağbet ve teveccühünün çok olması, o şeyin kemalini göstermez. Belkide bu rağbet şiddetli ihtiyaçdan dolayıdır. Nitekim bir saatçi*nin-o günün şartlarında-bir allâmeden fazla ücret alması bunu göstermekte*dir.” 42
Bediüzzaman, doğrudan Kur’ân’a yönelme hususundaki görüşlerini şu cümle*lerle bağlıyor:
“Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hâcât-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ân’a mütevec*cih olsa idi, o Kitâb-ı Mübîn, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfûs üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan, bir mübarek derecesinde kalmazdı...” 43
İslâm âleminde ve memleketimizde halen Kur’ân’a dönme meselesi geniş bir şekilde işlenmekte, eserler yazılmakta, sempozyumlar tertip edilmektedir. Ancak bu yapılanların genellikle Üstadın tasvip etmediği eski ulemâyı tenkit tarzında yapıldı*ğını müşahede ediyoruz. Bediüzzaman, bir çok meselede olduğu gibi, Kur’ân’a dönme konusunda da yıllar önce Osmanlılar döneminde yapmış olduğu değerlen*dirmelerde oldukça isabetli ve dengeli fikirler ortaya koymuştur.
Sonuç
Üstad Bediüzzaman’ın, içtihad konusunda, günün şartlarına göre orijinal ve kendine has fikirleri vardır. Ona göre içtihad kapısı açık olmakla birlikte, bu asırda o kapıdan girmek için bazı mâniler bulunmaktadır. Bu fikir yalın olarak bırakılmamış, Müslümanların halihazırdaki sosyal ve ekonomik yapısı çeşitli açılardan tahlil edilerek delillendirilmiştir. Diğer taraftan içtihada konu olacak günümüz Müslümanının bazı problemlerinin, şûrâ tarzında ehliyetli bir topluluk tarafından tartışılarak neticeye bağlanmasının daha isabetli olacağı kanaatına varılmıştır.
Şeriatın ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerimin konumu, mezheplerin ortaya çıkış sebepleri ve içtihadla ilgili diğer hususlarda, Üstadın yapmış olduğu tahlil ve değer*lendirmeler, gerçekten dikkat çekicidir.
____________________
1 Prof. Dr. MUSTAFA BAKTIR
1952’de Kayseri’nin Hacılar ilçesinde doğdu. Erzurum İslâmî İlimler Fakültesini bitirdi ve aynı fakülteye İslâm Hukuku Asistanı oldu. 1982’de doktor, 1988’de doçent ve 1994’de profesör oldu. Halen aynı fakültede İslâm Hukuku Öğretim üyesi olup, aynı zamanda Erzincan İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevini yürütmektedir.
“Ashab-ı Suffa” ve “İslâm Hukukunda Zarûret Hali” gibi eserleri vardır.
2 Şatıbî, İbrahim b. Musa b. Muhammed, el-Muvâfakât fî Usûli’s-Şerîa, Mısır, ts., IV, 105, 106.
3 Gazalî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, Mısır, 1324, II, 350.
4 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 451.
5 Suyûtî, Celâlüddîn Abdurrahman, Kitâbü’r-Redd alâ men Ahlede ilâ’l-Erd, Beyrut, 1983, s. 97, Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdü’l-Fühûl, Beyrut, ts. s. 222, İbnü Bedrân, Abdülkadir b. Ahmed, el-Medhal, Dârü İhyâi’t-Türâsî’l-Arabî neşri, ts. s. 191, Zuhaylî Vehbe, Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî, Dımışk, 1986, II, 1070, Karaman, Hayreddin, İslâm Hukukunda İçtihad, Ankara, 1975, s. 183.
6 Buhârî, Tevhîd, 29, VIII, 189, İtisâm, 10, VIII, 149, Müslim, İmâre, 170, H.No: 1920, Tirmizî, Fiten, 51, İbni Mâce, Mukaddime, 1.
7 Şevkânî, s. 223.
8 Amîdî, Seyfüddîn Alî b. Ebî Alî, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Kâhire, 1968, IV, 202, 203, İbnü’l-Hümâm, Ke*mâlüddîn Muhammed, et-Tahrîr fî’l-Usûl (et-Takrîr ve’t-Tahbîr ile birlikte), Beyrut, 1983, III, 336, Muhammed b. Nizâmüddîn el-Ensârî, Fevâtihu’r-Rahamût, Mısır, 1324, II, 399.
9 Buhârî, İlim, 34, I, 33, İtisâm, 7. VIII, 148, Müslim, İlim, 13, H.No: 2673 Tirmizî, İlim, 5, İbni Mâce, Mukad*dime, 8, Dârimî, Mukaddime, 26.
10 Zekiyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, terc. İ. Kâfi Dönmez, Ankara, 1990, s. 378.
11 65/Talak: 2.
12 Şatıbî, Muvafakât, IV, 89-93.
13 Şatıbî, IV, 95 v.d.
14 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul, 1960, s. 449.
15 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.
16 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.
17 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.
18 Bediüzzaman, Sözler, s. 450.
19 Bediüzzaman, Sözler, s. 451.
20 Bediüzzaman, Sözler, s. 452-453.
21 Bediüzzaman, Sözler, s. 450-451.
22 Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, İstanbul, 1977, s. 37, 38. (Bu eserin ilk olarak 1338 (1922)’de İs*tanbul’da basıldığını belirtelim.)
23 Bediüzzaman, Sünuhât, s. 38-39.
24 A.e., s. 40.
25 Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul, 1993, s. 8.
26 Bediüzzman Said Nursî, Sözler, s. 658.
27 Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, İstanbul, 1959, II, 89.
28 Muhammed Hamidullah, İmam-ı Âzam ve Eseri, terc. Kemal Kuşcu, İstanbul, 1963, s. 37-39.
29 Bkz. Ali Hasebullah, Usûlü’t-Teşrîi’l-İslâmî, Mısır, 1971, s. 108, Abdulvahhâb Hallâf, Mesâdıru’t-Teşrîi’l-İslâmî, Kuveyt, 1970, s. 13, Karaman, Hayreddin, s. 234-235.
30 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 657.
31 Bediüzzaman, S. N., Muhâkemât, s. 42.
32 Buhârî, İ’tisâm, 21, VIII, 157, Tecrid-i Sarih, XII, 411.
33 Bediüzzaman, S. N., Mektûbât, İstanbul, 1964, s. 50.
34 Bediüzzaman, S. N., Mektûbât, s. 407.
35 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.
36 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.
37 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 454.
38 Bediüzzaman, S. N., Sözler, s. 455.
39 Bediüzzaman, S. N., Sünûhat, s. 31.
40 A.e., s. 32, Ayrıca bkz. Sözler, s. 656.
41 Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, s. 31-32, Sözler, s. 656.
42 Bediüzzaman, S. N., Sünûhat, s. 32-33.
43 A.e., s. 34.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’A GÖRE KUR’ÂN-I KERİMİN İ’CÂZ YÖNLERİ
AHMED HALİD ŞÜKRÎ 1
Mukaddime
Kalemle ilmi öğreten Allah’a hamd, Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve saha*bilerine salât ve selâm olsun.
Kur’ân-ı Kerim zengin bir deryadır. Türlü türlü inci ve mercanlarla doludur. Onu araştırma ve incelemede derinleştikçe daha önce bilmediğin sır ve incelikleriye kar*şılaşırsın. Sen de elde ettiğinle yetinemez, bulduklarının sonunu getiremezsin.
Bu nedenledir ki Kur’ân hakkında çok sayıda eser yazılmış, çok çeşitli yönlerden ve değişik üsluplarla pek çok kitap kaleme alınmıştır. Bu konuda eser verenlerden biri de, Bediüzzaman Said Nursî’dir. O gerçekten bu alanda çok büyük gayretler göstermiş ve uzun bir vakit sarfetmiştir. Allah’ın Kitabı olan Kur’ân-ı Kerim âyetleri üzerinde inceden inceye düşünmüş, mânâlarını tefekkür etmiş, mu’cizelik yönlerini çok değişik açılardan ele almış, ondan latîf mânâlar ve büyük dersler çıkarmıştır. Görüp tesbit edebildiği mânâ hazinelerini akıcı kalemi, derin ve ince ifadeleri ve sehl-i mümteni’ özelliğini taşıyan üslubuyla yazıya dökmüştür. Böylece Risale-i Nûr, şaşkınlar için bir nûr, takva sahipleri için de nûr üstüne nûr olmuştur. Bizim adımıza Yüce Allah onu en güzel biçimde mükâfatlandırsın, bu hizmetini kendisi için ahirette bir nûr ve manevî azık ve sevap eylesin.
Ben, Bediüzzaman’ın İ’câzu’l-Kur’ân konusundaki düşünceleriyle ilgili yazmaya karar verdiğimde, kendimi başı göklere değen bir zirve ve bu ilimde derinlere kök salmış bir allame ile yüzyüze buldum. Bu nedenle meseleyi gayet ciddi bir biçimde ele almak, konuyu etraflıca incelemek, büyük bir gayret sarfetmek, onun görüş ve sözleri üzerinde derinlemesine düşünmek ve bunları tekrar tekrar mütalaa etmek gerekti. Ancak bu şekilde sözü edilen fikirler tam olarak vuzuha kavuşur ve bunlar*dan kastettikleri net bir biçimde ortaya çıkar. İşte bu çaba ve gayretin semeresi olarak sunulan araştırma ortaya çıktı. Tesbitlerimi, Bediüzzaman hakkında İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından İstanbul’da düzenlenen bu sempozyuma takdim edi*yorum.
Yüce Allah’tan, salih amellerimizi kabul buyurmasını, bunun daha fazlasına bizi muvaffak kılmasını, Üstadımız Bediüzzaman’a ve diğer üstadlarımıza rahmet etme*sini niyaz ediyorum. Başarı yalnız Allah’tandır.
Bediüzzaman’ın belirttiği i’câz yönleri
Bediüzzaman’ın eserlerini okuyan kimse, İ’câzu’l-Kur’ân konusunda birçok par*çalar bulacaktır. Bu konuyu diğer eserlerinden daha çok, daha açık ve daha kap*samlı olarak Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi ve İşârâtü’l-İ’câz’da ele almıştır.
Okuyucu görecektir ki, Bediüzzaman birçok i’câz yönlerini kesin bir dil ile ifade etmiştir. İ’câz hakkındaki değişik yerlere serpiştirilmiş bulunan ifadeleri toplandı*ğında, kesin olarak kabul ettiği vecihleri belirlemek mümkün olur. Biz de araştır*mamızın bu bölümünü bu konuyu açıklamaya ayırdık.
Okuyucu, Bediüzzaman’a göre i’câz vecihlerinin sayısını araştırdığında büyük bir hayrete düşecektir. Nitekim, bir çok yerde bu vecihlerin kırk olduğunu belirtir. Başka birkaç yerde yedi vecih olduğunu söyler. Diğer taraftan bazı ifadelerinde bu sayı iki yüze, hatta birkaç yüze çıkar. O halde bu sayılardan Bediüzzaman tam ola*rak neyi kast ediyor? Acaba bu, i’câz vecihlerini belirlemede bir tereddüt müdür? Yoksa önce belli bir sayıyı doğru bulup, daha sonra bu kanaatını değiştirip başka bir sayıya mı geçmiştir? Ya da, bu sayıları te’lif edip uzlaştırmanın kendince belli bir yolu mu vardır? İşte bu problemi çözmek için bunların zikredildiği ibareleri tek tek araştırdım. Gördüm ki, bunlar üzerinde düşünüldüğünde açık bir sonuç çıkarmak mümkündür. Önce bu ifadeleri kaydetmeyi ve buradan da Bediüzzaman’ın bu sayı*lardan neyi kastettiğini anlamayı uygun gördüm:
İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle demektedir:
“Onüç asırdan beri yedi vecihle i’câzı tasdik edilen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın Haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kâfi bir delil değil mi*dir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?” 2
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesinin Zeylinde şöyle demektedir:
“...Kur’ân’ın i’câzından yedi büyük vechi varken , yalnız bir tek vechi olan be*lağatının-tek bir süresinin-mislini getirmekten istinkâfları...” 3
İkinci Zeyl’de şöyle demektedir:
“Risâle-i Nûr’da ve bilhassa Kur’ân’ın kırk vech-i i’câzını icmâlen isbat eden Yirmibeşinci Söz, zeyilleriyle beraber ve Kur’ân’ın nazmındaki vech-i i’câzı harika bir tarzda isbat eden Arabî Risale-i Nûr’dan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri bilfiil göstermiş*ler ki...” 4
Yedinci Lem’a’da şöyle demektedir:
“İşte Kur’ân’ın enva-ı i’câzından olan ihbar-ı gayb nev’inin lemeat-ı i’câziyesi âyât-ı Kur’âniyede o kadar çoktur ki, hasra gelmez. Ehl-i zâhirin kırk elli âyete hasretmeleri, nazar-ı zârî iledir. Hakikatte ise binden geçer. Bazen bir âyette dört beş vecihle ihbâr-ı gaybî bulunur.” 5
Yirmidokuzuncu Mektûp’ta şöyle demektedir:
“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ikiyüz aksam-ı i’câziyesinden nakşî bir kısmını gös*terecek bir tarzda, Kur’ân-ı Azîmüşşânı Hafız Osman hattiyle taayyün eden ve âyet-i müdâyene mikyas tutulan sahifeleri...” 6
Aynı eserde şunları söylüyor:
“Kur’ân-ı Azîmuşşân’ın enva-ı i’câzı kırka bâliğ olduğu, İ’câz-ı Kur’ân namındaki Yirmibeşinci Sözde bürhanlariyle isbat edilmiş. Bazı envâ’ı tafsilen, bir kısmı icmâ*len muannidlere karşı dahi gösterilmiş...” 7
Yine aynı eserde şöyle demektedir:
“Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için; kırk vücûh-u i’câzdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur’ân’ı yazdırdık ki, o yüzü göstersin.” 8
Ondokuzuncu Mektup’ta ise şöyle demektedir:
“Resûl-i Ekrem (a.s.m)’in en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi’ ve kırk vecihle i’câzı isbat edilmiş bir mu’cizesi dahi Kur’ân-ı Hakîmdir.” 9
Yine Mektûbât’ta şöyle demektedir:
“(Hz. Peygamber’in) Elinde bu kaînat sahibinin bir fermanı bulunduğu... ve o fermanı, her asırda üçyüz milyondan ziyade insanların onu kabul ve tasdik ettik*leri... ve o ferman olan Kur’ân-ı Azimuşşanın yedi vecihle harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu... ve kâinat Halıkının sözü bulunduğunu kuvvetli delilleriyle beraber, Yirmibeşinci Söz-Mu’cizât-ı Kur’âniye-namında ve Risâle-i Nûr’un bir güneşi olan meşhur bir risalede beyan edilmesinden...” 10
Risâle-i Nur’da bulunan bu ibareleri böylece kaydettikten sonra, had ve hesaba gelmez i’câz lem’aları bulunduğunu zikreden ifade, bütün bu lem’aların bir tek çeşit yani, “İhbar-ı Gaybî” kısmı altına girdiğini görüyoruz.
İ’câz vecihlerinin ikiyüz olduğunu söyleyen ifadede yer alan bu vecihlerin genel i’câz vecihleri kapsamına giren fer’î kısımlar olduğu anlaşılıyor.
Geriye bu vecihlerin yedi ve kırk olduğunu belirten ifadeler kaldı. Bu ifadeler üzerinde iyice düşündüğümüzde görüyoruz ki, bu kırk vechin tafsilini Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesine havale ediyor ki gerçekten bu risalede bu vecihler zikr ve tafsil edilmiş. Bu risaleyi mütalaa eden görecektir ki, Bediüzzaman Kur’ân’ın i’câz vecih*lerinden birini önce icmalen zikrediyor, arkasından bu vechin kapsamına giren cüz’*iyatı detaylı bir biçimde açıklıyor. Bundan anlaşılıyor ki, Bediüzzaman’ın i’câzın yedi vechinden maksadı, genel veya bellibaşlı vecihlerdir; kırk vecihden maksadı ise, tafsilî, ince veya bu genel vecihler kapsamına giren fer’î olanlardır.
Buradan, Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın i’câz vecihlerinin sayısı hakkındaki maksadı ortaya çıkıyor. Ben bu bölümde, İ’câzü’l-Kur’ân’ın yedi büyük veya genel yönünü belirlemeye çalışacağım. Nitekim Bediüzzaman bu yedi vechi zikretmiş, fakat neler olduklarını açık olarak belirtmemiştir. Ayrıca, bunlar arasındaki tedahül ve tekrarı da gidermeye çalışacağım. Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, Bediüzza*man’ın i’câz vecihleri olarak zikrettiği bazı noktalar da vardır ki, bunlar gerçekte, izah ve isbatı geçen vecihlerin netice ve meyveleri durumundadır. Bu konunun so*nunda, Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesinde açıklanan i’câz vecihlerini gösteren bir şe*maya yer vereceğim.
1. Kur’ân’ın nazmı: Bediüzzaman, nazmın Kur’ân-ı Kerimin i’câz vecihlerinin en birinci ve en açığı olduğu görüşünde. Bu i’câz vechini açıklamak amacıyla çok de*ğerli eseri İşaratü’l-İ’câz isimli tefsirini kaleme almıştır. Bu eserinde, tefsirini yaptığı âyetleri, Kur’ân-ı Kerimin bu i’câz yönünü gösterecek biçimde ele almıştır. Bu ese*rinde şöyle bir metod izlemiştir: Tefsir edeceği âyet veya âyetlerden önce bir mu*kaddimeye yer verir. Bazen bunu terkettiği de olmuştur. Sonra âyetlerin tefsirini yapar. Akabinde, âyetin önceki ve sonraki âyetlerle nazm ve irtibatını açıklar. Ar*kasından âyetin cümlelerinin ve cümlelerdeki kelime ve harflerin birbirleriyle olan münasebetlerini beyan eder. Nitekim kitapta defalarca bu metoduna işaret etmek*tedir. Bu işaretlerinden birisi şudur: “Şu İşârâtü’l-İ’câz adlı eserden maksadımız; Kur’ân’ın nazmına, lafzına ve ibaresine ait i’câz işaretlerini ve remizlerini beyan et*mektir. Çünkü i’câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i’câz Kur’ân’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.” 11 Şu sözü de buna örnektir: “Bil ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câzının esası, nazmının belağatıdır. Nazmın belağatı da iki kısım*dır. Bir kısmı, ziynet gibi, bir kısmı da elbise gibidir.” 12 Üstad aynı eserde şöyle de demektedir: “Kur’ân-ı Kerim i’câzının en dakik vechi, nazmının belağatında*dır.” 13
Bu nedenledir ki, Prof. Dr. Muhsin Abdulhamîd İşârâtü’l-İ’câz’ın tahkikli Arapça baskısının takdiminde şöyle demektedir:
“Öyle görüyorum ki, Üstad Nursî, bu nazım nazariyesini güzel ve sağlam bir şekilde incelemiş, sonra da kendisinden önce tefsir yazan Zemahşerî, Râzî ve Ebû Suud gibi zâtların bu nazariyeyi tam bir sistem olarak ve sırasına göre Kur’ân’ın bütün sûre, âyet ve lafızlarına tek tek şâmil gelecek şekilde tafsilatlı olarak uygulamaya çalışmadıklarını görmüş ve bu büyük müfessirleri örnek ala*rak-fakat onlardan farklı olarak-tam, tafsilatlı ve şümûllü bir şekilde uygulaya*cağı bir tefsir yazmak istemiştir. O, bu tefsirinde, söz konusu nazım nazariye*sini, cümlelerin hem lafız ve hem de mânâlarına, lugâvî, külli ve cüz’i, aklî ve zevkî maarif açısından da uygulanmıştır. Kur’ân nazmının inceliklerini keşfetmek için bu nazariyeye dayanmış, Kur’ân’ın mu’cizeliğini bununla göstermiş ve Kur’ân üslûbunun ince hususiyetlerini ortaya çıkarmıştır. Kur’ân’ın bu üslûb hususiyet*leri ki, kendisinden önceki beliğ Arabi ifadelere muhalefet etmiş, beliğleri hayret*te bırakmış, fesihlerin dilini kesmiş ve böylece tâ Kıyamete kadar onlara meydan okuduğunu ispat etmiştir.”
Gerçekten de İşârâtü’l-İ’câz, i’câzü’l-Kur’ân’ın bu vechini isbat alanında çok de*ğerli bir çalışma sayılır. Bu konuyu, pek çok âyeti örnek göstererek tatbikî bir bi*çimde isbat eder. Bediüzzaman’ın bu eserini, çok zor ve çetin şartlarda, Birinci Dünya Harbinde avcı hattında kaleme aldığı da gözönüne alındığında değeri bir kat daha artar. Bu eser, üslubu, metodu ve yazıldığı şartlar itibariyle müstesna bir özel*lik taşır.
2. İcâz: Bediüzzaman, îcâzın nazımdan sonra Kur’ân’ın i’câz vecihleri arasında ikinci sırada yer aldığı görüşündedir. Bu görüşünü, birkaç yerde dile getirmiştir. Örnek kabilinden şu sözlerine yer verelim: “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın esas-ı i’câ*zının-en mühimlerinden-belağatından sonra îcâzdır. İcâz, i’câz-ı Kur’ân’ın en me*tin ve en mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîm’de şu mu’cizane îcâz, o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki; ehl-i tahkik, karşısında hayrettedirler.” 14
Üstad daha sonra birçok âyetleri örnek olarak zikrederek dediklerine delil geti*rir. 15
3. Kur’ân-ı Kerim lafızlarının fesahat ve câmiiyeti: Bediüzzaman Kur’ân lafızla*rındaki fesahata birçok yerde değinmiştir. Aynı şekilde Kur’ân’ın lafız, mânâ, ilim, konu ve üslubundaki camiiyeti de muhtelif vesilelerle beyan etmiştir. Bazen de, aralarındaki iç içelik ve yakınlıktan dolayı lafızdaki camiiyeti fesahata ekleyerek ikisini birlikte zikretmiştir.
Bediüzzaman’ın, lafızların fesahatinden hareketle i’câzın bu vechini açıklayan bir*çok ifadeleri vardır. Ona göre, her bir kelimenin, her bir harfin, hatta bazen bir sü*kûnun bile gerçekten pek çok fonksiyon ve vecihleri vardır. 16 Üstad bunun da bir çok örneklerine yer verir. 17
4. Üslûb-u bedi’: Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin üslubundaki harika bedaatın, i’câz vecihlerinden biri sayıldığına işaret eder. Ona göre: “Kur’ân’ın üslubları hem garibdir, hem bedi’dir, hem acibdir, hem mukni’dir. Hiçbir şeyi hiçbir kimseyi taklid etmemiş. Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üsluplar tarave*tini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.” 18
5. Beyanının beraatı: Kur’ân-ı Kerimin beyanı hitab tabakalarının en a’la merte*besindedir. Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi, bu vechi beyan eden birçok misalleri ihtiva ediyor. 19
6. Mânâsının belağatı: Bediüzzaman, bu vechi beyan ederken fazla tafsilata gi*rişmemiştir. Sadece, bunun i’câz vecihlerinden biri olduğunu kesin olarak ifade eden birkaç kısa işaretle yetinmiştir. 20
7. Kur’ân’da zikredilen ulûm ve maarif: Bu vechin kapsamına pek çok husus gi*riyor. Kur’ân-ı Kerimin i’câz vecihlerinden birisi de, insanlığın ilerlemesiyle henüz yeni yeni keşfedilen ilmî gerçeklere taalluk eden özlü işaretleri ihtiva etmesidir.
Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’da zikreden peygamber mu’cizelerinden, beşeri, benzerlerine ulaşmak için çalışmaya teşvik ve teşci’ eden işaret ve anahtarların ala*nıbileceğine dikkatleri çekiyor. Şöyle ki:
“Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikayeleriyle terakkiyatın esasla*rına, temellerine parmakla işaret ederek: ‘Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız’ diye ihtar etmiştir. Evet mazî istikbalin ayinesidir; istik*balde vücuda gelecek icâdlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edi*lir.” 21
“Meselâ, "Rüzgarı da Süleymana boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi." (Sebe Sûresi, 12) âyeti, ‘Hz. Süleymân, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’etmiştir’ der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisaniyle manen diyor: ‘Ey insan! Bir abdim, hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.” 22
Okuyucu, Bediüzzaman’ın bu konudaki sözlerini okurken onun meseleye olan şiddetli taraftarlığını ve tam kanaatını açıkça görebiliyor. Bu taraftarlık ve kanaatını latîf ve tatlı bir ifadeyle belirtiyor. 23-Bildiğim kadarıyla-bu noktaya ondan önce temas eden olmamıştır.
Bu i’câz vechinin kapsamına giren bir husus da, Kur’ân’ın gaybden haber ver*mesidir. Nitekim Kur’ân’ın, insanların insan olarak ulaşmaları ve bilmeleri mümkün olmayan birçok gaybî hususları bize bildiren âyetlerinin bulunduğunu görüyoruz. Bu gayblerden biri, geçmiş zamanla ilgili, biri-birçok nevileriyle-gelecek zamanla il*gili, biri de hakaik-i İlâhiye, kâinattaki gerçekler ve ahiretteki konularla ilgilidir. 24
Bediüzzaman, Kur’ân âyetlerinde gayble ilgili haberlerin çokluğuna işaret eder:
“İşte, âhir-i Feth’in mezkûr üç âyeti, o vücuh-u i’câzından yalnız ihbar-ı gaybî veçhinin çok vücuhundan yalnız yedi veçhini bahsettik. Cüz-ü ihtiyarî ve kadere dair Yirmi Altıncı Sözün âhirinde, şu âhirki âyetin hurufatının vaziyetindeki mü*him bir lem’a-i i’câza işaret edilmiştir. Bu âhirki âyet, cümleleriyle Sahabeye bak*tığı gibi, kayıtlarıyla dahi yine Sahabenin ahvâline bakıyor. Ve elfâzıyla Sahabe*nin evsâfını ifade ettikleri gibi, hurufâtıyla ve o âyetteki hurufâtın tekerrür-ü ade*diyle yine Ashab-ı Bedir, Uhud, Huneyn, Suffe, Rıdvan gibi tabakat-ı meşhure-i Sahabede bulunan zatlara işaret ettikleri gibi, ilm-i cifrin bir nev’i ve bir anahtarı olan tevafuk cihetiyle ve ebced hesabıyla daha çok esrarı ifade ediyor.” 25
Mucizat-ı Kur’âniyenin icaz vecihlerinin şematik şekli
____________________
1 Dr. AHMED HALİD ŞÜKRÎ
1960 yılında Ürdün’ün Amman şehrinde doğdu. 1977 yılında Kur’ân hıfzını tamamladı ve tecvid konusunda icâzet aldı. 1983 yılında Medine-i Münevvere İslâm Üniversitesi Kur’ân-ı Kerim ve İslâmî İlimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1987 yılında aynı üniversitenin yüksek lisans bölü*münü “el-Bahru’l-muhît tefsirinde kıraat” adlı master teziyle tamamladı. 1991 yılında da aynı üniversitede doktorasını bitirdi.
Hikâye ve tiyatro dalında eserler yazmıştır. Gazetelerde birçok ilmî makalesi yayınlanmıştır. 1993-1994 yılları arasında Kur’ân-ı Kerim’i Koruma Cemiyeti’nde danışmanlık ve idare heyeti azalığı görevinde bulunmuştur. 1990 yılında Medine-i Münevvere İslâm Üniversitesi tarafından dinî hizmetler için ABD’nin çeşitli şehirlerine gönderilmiştir. 1988 yılında bir müddet Almanya’*da bulunmuştur. Ürdün’de birçok sempozyum ve panellere katılmıştır.
2 İşârâtü’l-İ’câz: s. 60.
3 Sözler: s. 418.
4 Sözler: s. 425.
5 Lem’alar, 7. Lem’a, s. 31.
6 Mektûbât, 29. Mektûp, Üçüncü Risâle Olan Üçüncü Kısım, s. 457.
7 A. g. e. aynı sayfa.
8 Mektûbât, 29. Mektûp, Üçüncü Kısım, s. 458.
9 19. Mektûp, 18. İşâret, s. 212.
10 19. Mektûp, 18. İşaret, s. 248.
11 İşârâtü’l-İ’câz: s.11.
12 İşârâtü’l-İ’câz s. 141.
13 İşârâtü’l-İ’câz: s. 226.
14 Mektûbât, 26. Mektûp, I. Mebhas, s. 360.
15 A.g.e, s. 360-361.
16 el-Kelimât: s. 451.
17 A.g.e, s. 437, 452-456.
18 Sözler, s. 346.
19 el-Kelimât: s. 439-457.
20 el-Kelimat: s. 439-457.
21 İşârâtü’l-İ’câz: s. 238.
22 Sözler: s. 237.
23 Bkz. İşârâtü’l-İ’câz: s. 301-304; el-Kelimât: s. 277-296.
24 el-Kelimat: s. 468-471.
25 Lem’alar: 7. Lem’a’nın son paragrafı.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE KUR’ÂN’IN MÛCİZELİĞİNİ AÇIKLAMA METODU
ZİYAD HALİL MUHAMMED ED-DEĞAMİN 1
BİSMİLLAHİRRAHMANİ’R-RAHİM
Mukaddime
Âlemlerin Rabbine hamd, enbiyanın önderi ve peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz Muhammed’e, onun bütün âl ve sahabilerine ve kıyamete kadar ona gü*zelce tabi olanlara salat ve selâm olsun.
Eskiden olduğu gibi günümüzde de âlimler Kur’ân-ı Kerimi inceliyor ve onun her çağda hayatın bütün müsbet yeniliklerini muhtevi, beşerî sistemlere karşı koy*maya muktedir ve faydalı mesajlarla dolu bir hazine olduğunu görüyorlar. Bugün de Kur’ân-ı Kerimin meydan okuma kapısı ardına kadar açıktır. O, gerçek marifet yolunu çizme, hakikî düşünce metodunu ortaya koyma, faydalı medeniyetin temel*lerini kurma ve ideal hayatın prensiplerini belirleme konusunda insanlara ve cinlere meydan okumaya devam etmektedir. Alimler, her geçen gün onun i’câz vecihle*rinden bir yenisini keşfetmektedirler. Eskiden derlerdi ki: “Fesahat insanları hayran bırakıp akıllarını çelen, onun beyanındaki güzelliktir.” “O, ihtiva ettiği gaybî haber*leri ve gelecekle ilgili ihbarlarıyla mu’cizedir.” “O’nun mu’cizelik yönlerinden biri de, kalbleri etkilemesi, ruhları cezbetmesidir.” “Kur’ân gibi, dinlenildiğinde sesi ku*lağa değer değmez kalbe damlayan ne nesir, ne de şiir başka bir söz göremezsi*niz.” “O’nun mu’ciziğinin bir yönü de kâinat ve kanunları hakkında ihtiva ettiği ilmî gerçeklerdir. Yeni âlimler onun terbiye ve teşri’ alanında ihtiva ettiği prensiplerle mu’cize olduğunu söylüyorlar. Son olarak onun yeni bir mu’cizelik yönünden söz ediliyor. O da, metod ve öğretim ile ilgili eşsizliğidir. Bediüzzaman ise bütün bu i’*câz yönlerini özlü olarak şöyle dile getiriyor: “Kur’ân, mu’cizelerin deryası ve men*ba’ıdır.”
Ben son derece üzüntümü ifade etmek isterim. Çünkü, günümüzde Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliği konusunda eser yazanların tamamı olmasa bile büyük bir kısmı Bediüzzaman Said Nursî merhumun konuyla ilgili yazdıklarından haberdar değiller*dir. Oysa Bediüzzaman İ’câzü’l-Kur’ân alanında nev’i şahsına münhasır ve cidden ilgi ve araştırmaya değer bir medod takip etmiştir. İ’câz konusundaki sözlerinin eşi ve benzeri yoktur. Bütün ümmet içerisinde onun hayatı kapkaranlık bir ortama ve zifiri gecelere tesadüf etmiştir. Hilafetin çöküşünü görmüş, İslâmın inanç ve ahlâkını yok etmeye, Müslümanları dininden ve kültüründen koparıp muasır Batı medeniye*tine peyk etmeye kararlı bir güruhun faaliyetlerine şahit olmuştur. Kendisi de boş durmamış, bunlara karşı Kur’ân ile meydan okumuştur. Mücadele Bediüzzaman’a göre, bir fikir, marifet, inanç ve medeniyet mücadelesidir.
Bediüzzaman diğer ilmiyle amil âlimler ve salih evliyalar gibi Kur’ân’la yaşamış, bir an olsun onu bırakmamış ve ondan ayrı bulunmamıştır. Birinci Dünya Harbi es*nasında savaş meydanlarında düşmana karşı silahla bir kez mücadele etmişse, Kur’ân kılıncıyla çok kere mücadele etmiştir. Nitekim değerli eseri İşârâtü’l-İ’câz’ı cephede kaleme almıştır. Hayatı önemli hadiselerle dolu olmakla beraber, bu kısa süre içeri*sinde, hayatından, ufkunun genişliğini, fikrinin olgunluğunu, bakışının derinliğini ve görüşünün ileriliğini kesin olarak gösteren birkaç parlak noktaya dikkatinizi çekmek isterim:
Medresetü’z-Zehra adıyla bir İslâmî üniversitenin kurulmasına yetkilileri dâvet etmiş, hattâ buna bilfiil teşebbüs etmiş. Kurmasını planladığı bu üniversite, ilimler arasında tefrik yapmama esasına dayanıyordu. Dolayisiyle, çağdaş ilimlerin yanısıra, Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i Nebeviye ilimleri de tedris edilecekti. Bu üniversitenin önemini anlattığı milletvekillerine şöyle sesleniyordu: “Vilâyat-ı Şarkıyye Âlem-i İs*lâmın merkezidir. Dinî ilimlerin yanında tecrübî ilimler de okutulmalıdır.” O bu üni*versitenin, Batıya ve materyalist felsefeye karşı sözkonusu fikrî mücadelenin min*beri olmasını amaçlıyordu. İngiliz sömürgeler bakanının, Kur’ân’ın ortadan kaldırıl*ması gerektiğine ilişkin beyanatı akabinde Bediüzzaman şöyle demiştir: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim!” Büyük ihtimalle Bediüzzaman, böyle bir üniversitenin kurul*ması düşüncesine davet ederken “el-Ma’hedü’l-Âlemî Li’l-Fikri’l-İslâmi”nin, teşvik ettiği “Bilginin İslâmîleştirilmesi” düşüncesinin farkındaydı. Bunun delili, matematik, astronomi, kimya, felsefe, jeoloji ve coğrafya gibi ilimlerin önemini idrak ederek onları öğrenmesi ve onları Kur’ânî asıllarına dayandırmasıdır. Risâle-i Nûr’u yazar*ken tefsir ettiği âyet-i kerimeler bu gerçeği te’yid ediyor. Hatta Bediüzzaman bu düşüncenin belli başlı öncüleri arasında yer alır.
Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşına girmemesini daha doğru buluyordu. Bunun*la birlikte, savaş patlak verince gönüllülerden meydana gelen bir alay teşkil ederek Rus’lara karşı savaştı. Aynı zamanda İslâm dünyasını da cihada davet etti. İslâm dinini ve Müslümanları müdafaa yolunda güzel bir imtihan verdi. Başka türlü de ya*pamazdı. Çünkü o, bütün bir ümmetin dertlerini omuzlayan ve acılarını yüreğinde hisseden bir zattı.
Bediüzzaman, yaşadığı asrın ve içinde bulunduğu ortamın şartlarını çok iyi bili*yordu. Kurnaz düşmanın bu din ve mensuplarına karşı giriştiği savaş ve mücadele*nin farkındaydı. Her tehlikeyi önceden sezebiliyor ve son derece müteyakkız dav*ranıyordu. Onun için vaktini ve kalemini bu dini savunmaya ve uğrunda mücadele etmeye adamış ve böylesine mücadele dolu bir ortamın ürünü olan Risale-i Nûr’u telif etmiştir. Bu nedenledir ki eserleri, Garbın materyalist felsefesine ve zararlı me*deniyetine karşı tam ikna edici bir cevap niteliğindedir. Onun Kur’ân-ı Kerimi anla*yıp olduğu gibi tanıtmaya çalışması, kendisine Kur’ân’ın esrar ve hakikatlerine vakıf olma imkânını vermiştir. Ona göre Kur’ân, “Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyat-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercümân-ı ebedîsi ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiy*yenin manevî hazinelerinin keşşafı ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikin miftahı ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisânı ve şu âlem-i şehâdet perdesi arka*sında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitâ*bât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, te*meli hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve ziyası ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insa*nın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir...” Hiç şüphesiz bu, Kur’ân-ı Kerimin gaye, hedef ve maksatlarını kavrayan çok kapsamlı ve derin bir anlayışdır. Böyle bir anlayışın, Kur’*ân-ı Kerimin mucizeliğini açıklama konusunda çok açık bir etkisi vardır.
Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin, Allah’ı tam olarak tanımaya götüren altı cehiti*nin olduğunu belirtir. Bu cihetlerin birincisi, Kur’ân’ın nokta-ı istinadıdır ki, vahiydir. İkincisi, hedeflediği iki dünya saadetidir. Çünkü Kur’ân’ın irtibat ve alakaları sonsuz*luğa ve âhirete kadar uzanmaktadır. Üçüncüsü, apaçık mu’cize oluşudur. Dördün*cüsü, kesin delil ve kati’î bürhan direklerine dayanmasıdır. Beşincisi, vicdanı şahit tutmasıdır. Öyle ki, kalbe saçtığı ruhî nefhalara karşı hayranlığını gizleyemeyen vic*dan, “Maşaallah!” demekten kendisini alamaz. Altıncısı, ihtiva ettiği çok sayıda “Dü*şünmez misiniz?” gibi ifadelerle aklı konuşturup tasdike sevketmesidir. “Kur’ân’ın verdiği meyveler, hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise, Kur’ân ağacının kökü hakikattadır, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte bak; her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînûr meyveler vermiş.”
Kur’ân-ı Kerimin bu şümullü tanımını Bediüzzaman Kur’ân âyetleri üzerinde in*ceden inceye düşünüp tefekkür etmekle, hatta Kur’ân atmosferinde yaşamakla elde edebilmiştir. Mu’cizelik yönlerini ortaya çıkarması da yine aynı ince tefekkür vasıta*sıyla olmuştur. Bu da Bediüzzaman metodunun, muhakeme ve tefekkür temelle*rine dayandığını isbatlamakta ve ona orijinallik ve bağımsızlık kazandırmaktadır.
Hiç kuşkusuz Bediüzzaman’ın sahip olduğu geniş kültür birikiminin ve tahsil et*tiği pek çok modern ilimlerin, onun Kur’ân’ı anlaması, mu’cizeliğini ortaya koyması ve onu yorumlaması konusunda büyük etkisi olmuştur.
İ’câz konusundaki metoduyla ilgili olarak önce dağınık bir biçimde risaleler ha*linde neşredilen, daha sonra Sözler, Lem’alar, Mektûbât ve İşârâtü’l-İ’câz mecmu*alarında toplanan pek çok eserlerinde tekrar edilen uzun izahlarını inceledim. Bu konudaki sözlerini derleyip tertip ettim. Bediüzzaman, Abduülkahir el-Cürcânî, ez-Zamehşerî ve es-Sekkakî’den etkilendiğine göre, sözkonusu âlimlerin de sözlerini açıklamayı ve Bediüzzamanın izahlarıyla karşılaştırmayı uygun gördüm. Bu amaçla müstakil bir başlık altında, bazı âyetlerin izahı konusunda kendisiyle ez-Zamehşerî arasında bir mukayese yaptım. Böylece Bediüzzaman’ın i’câzı tam olarak tanıyıp zevkettiğini ve eski âlimlerin konuyla ilgili açıklamalarının sınırlarında durmayarak farklı ve orijinal noktalar ortaya koyduğunu göstermeye çalıştım. Bundan önce mu’cize ve i’câzın tanımını yaptım. Nazmî i’câz konusunda detaylı açıklamalarda bulundum. Sonra, risalelerinde işaret ettiği i’câz vecihlerinin sayısıyla bağlı kalmaya*rak Bediüzzaman’a göre i’câz vecihlerini ele aldım. Ele aldığım i’câz vechinin muh*tevasına uygun olarak yeni başlıklar koydum. Ya sözlerini kısaca naklettim veya fikir ve anlayışını kendi ifadelerimle aktardım. Bazı meseleleri tartışmaya tabi tutup ka*naatımı belirttim. Sonuç bölümünde de, vardığım çok sayıda neticeyi özet olarak kaydettim.
Bediüzzaman’ın eserlerini Arapçaya tercüme ettiğinden dolayı İhsan Kasım Bey’den ve bu sempozyumu düzenleyen kardeşlerimizden Allah razı olsun. Başarı Allah’tandır. O bize kâfi ve ne güzel vekildir!
Mucize ve i’câzın sözlük ve terim anlamı
Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredât isimli eserinde şöyle demektedir: “Acz” kelimesi “Aczü’l-insan (insanın arkası)” teriminden alınmıştır. Acz kelimesi başka varlıklar için kullanıldığında hep insanın bu yönüne benzetilerek kullanılmaktadır. Yüce Allah Kur*’ân-ı Kerimde bu kelimenin çoğulu olan "A'cez" kelimesini kullanmaktadır: "Keennehum a'câzu nahlin münkairin “O rüzgâr onları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seri*yordu” 2
“Acz” aslında bir şeyden geri kalmak ve bir işe uluşamamak demektir. Dübur kelimesi açıklanırken de bu noktaya temas edilmiştir. Halk arasında, bir şeyi yerine getirmeye gücü yetmemek olarak örf haline gelmiştir. Acz, kudretin zıttıdır. Kur’*ân-ı Kerimde "A'ceztü en ekûne" olamadım mı?" 3 âyetinde de kullanılmıştır. Arap*ça’da, “A’ceztü fülanen”, “Aceztühü”, “Cealtühü acizen” deyimleri de kullanılır. Yaşlı kadınlar için “Acûz” ifadesinin kullanılması bir çok işten aciz bulunmasından dolayıdır.
Terim olarak “mu’cize” ise, peygamberlik iddiasiyle birlikte vukua gelen, ben*zerini getirmek mümkün olmayan harikulade olay demektir. Mu’cize, Allah’ın pey*gamberlik iddia eden kimseyi doğrulamak için onun eliyle meydana getirdiği bir delildir.
Bediüzzaman’ın mu’cizeye getirdiği tanım da bu anlamdadır. O bu konuda şöyle demektedir: “Mu’cize ise, Halık-ı Kâinat tarafından onun dâvâsına bir tasdiktir; ‘Sadakte (kulum doğru söyledi ona itaat edin) hükmüne geçer” Bediüzzaman mu’*cizenin, inkârcıları ikna amacıyla peygamberlik iddiasını tasdik için geldiğini, yoksa onları imana zorlamak için olmadığını belirtir. Bu çok ince bir işaret olup, onun ge*nel olarak İslâma, özel olarak mu’cizeye olan yaklaşımında kullandığı metodunu yansıtmaktadır. Bediüzzaman, bu ölçüyü Kur’ân’dan almış ve bütün risalelerinde harfi harfine uygulamıştır.
Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliğini isbat metodu
Bediüzzaman, tıpkı el-Cürcânî, ez-Zamehşerî ve es-Sekkâkî’nin belirttikleri gibi Kur’ân’ın mu’cize oluşunun üç yolla bilinebiliceğine işaret eder. Bu yollardan birin*cisi, Kur’ân’ın hayret uyandırıcı belağatiyle Arapların üzerine bir güneş gibi doğması ve kendilerinin ona karşı muaraza edememeleri. İkincisi, binlerce ehl-i ilim ve tetki*kin, onun beşer sözlerinde birarada bulunması mümkün olmayan meziyet, güzellik ve hakikatleri topladığına ilişkin şehadetleri. Üçüncüsü:-Cahız’ın belirttiği gibi-peygamberlik iddiasını çürütmaya şiddetle muhtaç oldukları halde Arap fesahat ve belağatçılarının ona muaraza etmeye yanaşmamaları.
Bediüzzaman, Kur’ân’ın mu’cizeliğini isbat konusunda risalelerinin birçok yerinde bu yolları zikretmiş ve şunu ilave etmiştir: “Kur’ân’ın, kendisini her cihetten incele*yen binlerce âlimlerin ihtimamlarına mazhar olması, onun bir mu’cize-i İlâhiye ol*duğuna kesin bir delildir.”
O, Kur’ân’ın mu’cize oluşunu şu sözleriyle belirtmektedir: “Bil ki: Kur’ân’ın i’câzı onu tahriften muhafaza etmiştir. Hiçbir müfessir, müellif, mütercim veya muharrifin sözleri, sair semâvî kitaplarla karışıp onları muharref kıldıkları gibi âyetlerle karışa*mıyor ve onların kisvesine bürünemiyor.”
Sarfa yoluyla i’câz konusundaki görüşü
Bediüzzaman, bazı mu’tezilî ve şiî âlimlerin iddia ettikleri gibi, Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliğinin sarfa yoluyla olduğunu kabul etmez. Sarfa konusunda en doğuru yaklaşımın Cürcânî, Zemahşerî ve Sekkakî’nin görüşü olduğunu belirtir. O da, “Beşer kudretinin Kur’ân’ın yüksek nazmının derecesine ulaşamadığı” gerçeğidir. Bediüzzaman, bazı âlimlerin, Kur’ân’a bir kelimeyle olsun muaraza edilememesinin sebebi, Allah’ın insanlara bu imkânı vermemesi ve bundan çevirmesinden dolayıdır, şeklindeki sözlerine değinerek şöyle değerlendirir: “Kur’ân’ın i’câzının sarfa yoluyla olması ise mercuh (zayıf) bir görüştür.” Bediüzzaman, âlimlerin büyük çoğunluğu*nun görüşünü tercih eder. O da şudur: “Kur’ân’daki letaif-i belağat ve mezaya-yı meanî, kudret-i beşerin fevkindedir. (...) Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin cümleleri, keli*meleri birbirine bakar. Bazı olur ki, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i be*lağat, on münasebet bulunuyor.”
Meydan okuma safhaları
Bediüzzaman, Kur’ân’ın benzerini getirme konusunda insanlara meydan okuma merhalelerini açıklar, bir eserinde bu merhaleleri dokuza çıkarırken, başka bir ese*rinde sekiz merhaleyi belirtmekle yetinir. Bu merhaleler şunlardır:
1) Şu Kur’ân’ın, Muhammedü’l-Emîn gibi bir ümmîden nazîrinin getirilmesi.
2) O zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtib olsun.
3) Bir kişi bunu yapamıyorsa, bir tek zat olmasın, hepiniz birleşiniz de öylece getirmeye çalışınız.
4) Bunu da yapamayacaksanız, eskiden yazılmış belîğ eserlerden de istifade edip, hatta gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur’ân’ın nazîrini gösteriniz, yapınız.
5) Eğer bunu da yapamıyorsanız, Kur’ân’ın yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz.
6) Eğer bunu da yapamıyorsanız, haydi hikayelerden, asılsız kıssalardan terkib ediniz.
7) Bunu da yapamıyorsanız, kısa bir tek sûresinin nazirini getiriniz.
8) Yoksa, din, can, mal ve iyalleriniz, dünyada da ahirette de tehlikeye düşecek*ler.
Daha önce de belirttiğimiz gibi başka bir eserinde bu sekiz merhaleye bir mer*hale daha ekler. Buradaki yedinci maddeyi ikiye ayırır: Önce uzun bir sûrenin ben*zerini getirmeyi istemekle meydana okuma, sonra da kısa bir sûrenin benzerini getirmeyi istemekle meydan okuma.
İşârâtü’l-İ’câz isimli eserinde de bu merhalelerin dokuz olduğunu belirtir. Fakat oradaki taksimi buradakinden birazcık farklılık gösterir. Şöyle ki: Birinci merhalede, meydan okumanın yüksek nazmının yanısıra, ihtiva ettiği hakikatler, ilimler ve gaybî haberleriyle ümmi bir zattan getirilecek bütün bir Kur’ân meydana getirmeye ça*ğırıldığını belirtir. İkinci merhalede, uydurma sözlerle de olsa Kur’ân gibi bir kitabın getirilmesinin istenildiğini zikreder. Bu durumda zamir daha önce on sûreye gön*derilirken burada ise, “Hakaik”a gönderilir. Sonra herhangi bir sûreyi, okuma yazma bilmeyen bir insandan getiremiyorlarsa, haydi bunu mâhir bir âlim yapsın, der. Bütün cin ve insanlardan yardım istemeyi ayrı bir merhaleye koyar. Doku*zuncu merhalede ise şöyle der: “Bizim şahitlerimiz yoktur, eğer muarazaya giriş*sek, bizi destekleyecek kimse yoktur’ diye gösterdikleri o bahaneyi de defetmek için, ‘Şühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler”
Bu merhaleler arasında büyük bir iç içelik göze çarpmaktadır. Bediüzzaman’ı bu merhaleleri böylesine detaylı bir biçimde açıklamaya sevkeden sır, Kur’ân’ın mu’*cize olduğu fikrini insanların, özellikle de muasırlarının ruhlarına derinlemesine nak*şetmek ve Kur’ân’a muaraza edemeyip kılınçla mukabeleye mecbur kalan kimsele*rin ne derece aciz olduklarını ortaya koymaktır. Diğer âlimler ise, sadece Kur’ân’ın saraheten belirttiği dört veya beş merhaleyi zikretmekle yetinmişlerdir.
Bediüzzaman’a göre Kur’ân’ın i’câz yönleri
Bediüzzaman Kur’ân’ın i’câz yönlerini açıklarken bir tek görüşle yetinmemiş, aksine sayısız vecihlere işaret etmiştir. Kur’ân-ı Kerimin her bir asırdaki bütün insan tabakaları için mu’cize olduğunu belirtmiştir. Bazı eserlerinde sadece “nazm” deni*len bir tek vecih üzerinde durur. Bazen, Kur’ân’ın yedi küllî vecihle mu’cize oldu*ğunu ifade eder. Bazen on küllî vecihten söz eder. Pek çok defa da, insanların de*ğişik tabakalarına göre kırk vecih i’câz yönünün bulunduğunu belirtir. Kur’ân’ın, i’*câzını muhtelif meşreb sahiplerine gösterdiğini, her bir meşrebin diğeri tarafından farkedilemeyen bir i’câz yönünü gördüğünü söyler. Bediüzzaman’a göre bunda garipsenecek hiçbir şey yoktur. Çünkü Kur’ân, maden-i mu’cizat, Nübuvvet-i Ah*mediyyeyi ve vahdaniyyet-i İlâhiyyeyi tam olarak isbat eden mu’cize-i kübradır.
Bediüzzaman, Hz. Peygamber ile Kur’ân arasındaki ilişkiden hareketle de, Kur’ân’ın mu’cize oluşunu isbat ederek şöyle der: “Nasıl ki, Kur’ân bütün mu’cizat ve hakaıkiyle Hz. Muhammed’in (a.s.m) bir mu’cizesidir, Hz. Muhammed (a.s.m) de bütün mu’cizeleri, delail-i nübuvveti ve kemâlât-ı ilmiyesiyle Kur’ân-ı Kerimin bir mu’cizesi ve onun Rabbü’l-Âlemîn’in kelamı olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.” “Kur’*ân, nübüvveti i’câz ile, i’câzı tahaddi ile, tahaddiyi ise onların sükutuyla isbat etti...”
Ben, Bediüzzaman’ın pek çok eserlerinde zikrettiği i’câz vecihlerini, verdiği sayı*larla bağlı kalmaksızın ve görebildiğim ölçüde açıklayacağım.
Birinci vecih: Kur’ân nazmının mucizeliği
Bediüzzaman’a göre Kur’ân nazmının mu’cize oluşuna dair bir giriş:
Bediüzzaman, Kur’ân nazmının mu’cize olduğunu açıklamaya başlamadan önce, kelâm-ı belîğin önemli özelliklerini ihtiva eden on iki meseleden meydana gelen bir mukaddimeye yer vermiştir. Çünkü Bediüzzaman bu meselelerin İ’câzü’l-Kur’ân konusunda en önemli yönü teşkil ettiği kanaatındadır. Bu mukaddimeyi özet olarak zikredeceğim. Daha detaylı bilgi için dileyen kaynağına başvurabilir.
Birincisi: Kelamın nazmı, efkâr ve hissiyatın tabii mecrası, belağat nakışlarının da menşeidir. Kâinat, yaratıcı tarafından fesîh ve belîğ yaratıldığı gibi, sûretlerinden her biri de bir kudret mu’cizesidir. İşte, kelâm da vakıaya tıpatıp uygunluk arzetti*ğinde ve sözün nazmı, âlemin nizamına mutabakat gösterdiğinde, bütün yönleriyle tam bir cezâlet kazanır.
İkincisi: Sihr-i beyânî, belîğ teşbihleri ve tasvirleriyle hakîkata mebnîdir.
Üçüncüsü: Kelâmın cemâl ve kemâlı üslûbuyladır. Üslûb ise, hakâikin sûreti ve eşya arasındaki münasebet sırrına dayanan istiare-i timsîliyyeden alınan kalıb-ı me*hanîdir. Temsîl üslubunun faydası, ince mânâları ve derin kökleri dinleyiciye ulaştır*maktır. Üslûb çeşitliliği ve renkliliğinin hikmeti, kalbin köşelerinde durgun mânâları uyandırmaktır.
Dördüncüsü: Kelâm-ı belîğin, nazmının kayıt ve heyetleri birbiriyle uyumludur, herbiri diğerinin elinden tutar ve birbirini destekler.
Beşincisi: Nazm-ı kelâmın, keyfiyetleri, heyetleri ve müstetbeatı, hedef ve mak*sadın levazımına, tevabi’ ve furuuna remizde bulunur. Tıpkı kelamın aslı bunlara işa*ret ettiği gibi. Bu da kelâmın zenginlik, servet ve genişliğine delildir.
Altıncısı: Belîğin şe’ni, kelâmın sarihiyle, garaza taalluk edeni, makamın gerek*tirdiğini, muhatabın istediğini ifade etmesi, sonra da bu kalıba döktüğü mânâda, mânânın diğer tabakalarına işaret eden delillere yer vermesidir. Çünkü, tehassür, teessüf, iştiyak, temeddüh, hitap, işaret, teellüm, tahayyür, taaccüb ve tefahur gibi öylesine ince mânâlar vardır ki, onları ifade edecek husûsi lafızlar bulunmamaktadır.
Yedincisi: Üslub, hayale-teşbih ve tasvîr-mebni olduğunda eksen olarak haki*kati alması lâzım. Çünkü nahvin felsefesi bu kabildendir.
Sekizincisi: Mânâları teaddüd eden “Bâ”, “Min”, “İlâ” gibi harflerin asıl mânâsı tektir ve bu aslî mânâ ondan ayrılmaz, fakat makam ve maksada göre bazen tâlî bir mânâ teşerrüb eder ve o mânâyı içine çeker.
Dokuzuncusu: Belâğatın en yüksek mertebesi, mütekellimin aynı anda, herbiri kardeşleriyle omuz omuza vererek en büyük nakş-ı a’zama doğru müteselsilen uza*nan bir nakşı izhar eden cümlelerin müvazenesi ve kelime kayıtlarının münasebetle*rini muhafaza ve müraat etmektir. Böylece, sanki mütekellim birçok akılları da kendi aklına katarak istihdam etmiş gibi olsun. Yine, kelâmın yüksekliğinin bir başka sebebi de, makam ve maksada doğru sarkan maksatlara doğru teselsülen gitmesi ve tıpkı Hz. Musâ’nın kıssası gibi, birçok füru’ ve vücûhun istinbatına elverişli olma*sıdır.
Onuncusu: Sözün selaseti, mânâ ve hissiyatın ya birbiriyle kaynaşıp birleşmesini veya muhtelif olmakla birlikte intizamlı olmasını gerektirir. Böylece merkez etraftan kuvvet alır. Maksadın belirlenip, unsurlarının bir noktada birbirini desteklemesi de kelâmın selasetinin gereğidir.
Onbirincisi: Sözün selameti, evhamı def’ ve şübehatı red için intizam etmesini gerektirir.
Onikincisi: Üslub üç çeşittir. Mücerred üslûb: Bunun misali Seyyid Cürcânî’nin kitaplarıdır. Müzeyyen üslûb: Delâilü’l-İ’câz ve Esraru’l-Belâğa gibi. Alî üslûb: Bu üslûbun özelliği şiddet, kuvvet, heybet ve ulviyyettir. Bu üslubun münasib makamı, İlâhiyyat, Usûl ve hikmet konularıdır. Kur’ân gibi.
Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz isimli eserini Kur’ân’ın nazmî i’câzını ortaya koy*maya tahsis etmiştir. Bu eseri yazmasındaki amacını şöyle dile getirir: “Şu İşârâtü’l-İ’câz adlı eserden maksadımız; Kur’ân’ın nazmına, lafzına ve ibaresine ait i’câz işa*retlerini ve remizlerini beyan etmektir. Çünkü, i’câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i’câz Kur’ân’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.”
Nazm konusunda Bediüzzaman’ın görüşünü ele almadan önce, İmam Abdulka*hir el-Cürcânî’nin Nazmu’l-Kur’ân konusundaki görüşünü sunmayı gerekli görüyo*rum. Çünkü Kur’ân’ın en önemli mu’cizelik yönü nazmıdır. Bediüzzaman da bu noktada Cürcanî’ye katılmakta ve bu nazariyesini oldukça övmektedir. Aynı şekilde, Zemahşerî’nin bu konudaki gayreterine de değineceğiz.
Cürcani’ye göre nazım nazariyesi
Cürcânî merhum şöyle der: “Nazım, ancak kelamını nahv ilminin gerektirdiği biçimde ortaya koyman, sözkonusu ilmin kanun ve usullerine uygun davranman, belirlediği metodları bilip onlardan sapmaman, çizdiği prensipleri gözetip onlardan hiçbirini ihlal etmemendir. Bize göre, nazımın nazmında gözetmesi gereken tek şey, her babın vecih ve farklarına bakmasıdır.” Cürcanî şöyle devam eder: “İşte yol budur. Hata olsun sevab olsun nazım ile ilgili ne varsa hepsi nahivle ilgilidir ve bu ismin altına girer. Ya söz, tam yerinde kullanılmıştır ve hakkı verilmiştir veya bunun tersina davranılmış, yerinden saptırılmış ve kullanılması gereken yerde kullanılma*mıştır. Nazmın sıhhatı veya fesadı ile nitelendirilmiş ya da, bir meziyet veya üstün*lükle tavsif edilmiş bir söz yoktur ki, o sıhhat ve fesadın, o meziyet ve üstünlüğün kaynağı nahv ilminin mânâ ve hükümlerine dayanmasın, sözkonusu ilmin asıllarından birinin altına girmesin veya bablarından birine dahil olmasın...
Cürcanî’ye göre, istiare, kinaye, temsîl ve bütün çeşitleriyle mecaz, nazmın ge*reklerindendir. Nazım bunlardan meydana gelir ve bunlarla ayakta durur. Bunlardan biri ihlal edildiğinde, bu ihlalin sadece ona münhasır kalması ve konuya nahvin ah*kamından birine taalluk etmemesi düşünülemez. Kur’ân, ancak nazmı ve uyumuyla mu’cize olmuştur.
Cürcâniye göre kelamın unsurları üçtür: Lafız, mânâ ve nazm. Nazım için iki ameliye gerekir. Birincisi: Manaların nefiste (zihinde) tertib edilmesi. İkincisi: Lafız*ların nutukta tertib edilmesi. Bu nazariyede iki yön açıkça göze çarpıyor: Nefsî (zihnî, ruhî) yön ve fikrî yön. Nefsî yön, okuyucunun kelam-ı belîği teemmül ve tefekkür ederken hissettiği tesirin terinliğinde ortaya çıkar. Fikrî yön ise, bir açıdan mânâların birbiriyle olan alakasından, diğer açıdan mânâlarla lafızlar arasındaki iliş*kide görülür. Bu ilişki de, sadece vaz’ itibariyle değil, bilakis hem vaz’ hem de tertib açısından bulunmalıdır.
Zemahşerî’ye gelince, bu nazariyeyi tefsirinde amelî ve tafsîlî bir biçimde uygu*layarak onu netleştirme şerefi kendisine aittir.
Bediüzzaman da, i’câz konusunda nazmın rolü üzerinde sıkıca durur ve der ki: “Belağat nakışlarının menşei, nazm-ı meanîdir, yoksa mütefalsıf lafızperestlerin yaptıkları gibi lafzın nazmı değildir. Onlarda hubb-u lafız öyle müzmin bir hastalık olmuş ki, Abdu’l-Kahir Cürcânî, Delâilü’l-İ’câz ve Esraru’l-Belağa’da onlara cevap vermeye mecbur olmuş ve yüzden fazla sahifeyi onlarla münazaraya tahsis etmiş”
Şu sözleriyle de bunu örneklendirir: “Nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini ye*rinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezaif-i acibesini ve gözün o ve*zaife karşı vaziyetini bilmekle olur.”
Abdulkahir ve Bediüzzaman, lafızların feshatını inkâr etmiyorlar. Bunun bu şe*kilde anlaşılması gerektiğine dikkat çekmek isteriz. Ancak onlara göre, bu lafızlara nazımdan hariç bir biçimde bakılmamalıdır.
Bediüzzaman, Kur’ân’daki nazmın esrarını açaklamak için beyan ve meanî ilim*lerine dayanmak konusunda Cürcânî ve Zemahşerî’nin görüşlerine katılır ve şöyle der:
“Kur’ân-ı Kerimin i’câzının esası, nazmının belağatındadır. Nazmın belağatı da iki kısımdır: Bir kısmı ziynet gibidir, diğer kısmı ise, libas gibidir. Birinci kısmın beyanını, ilm-i beyan taahhüd etmiştir ki, gümüş taşlar arasına altın eritir gibi ke*limeler arasında nahvî ve harfî mânâların yerleştirmektir. İkincisini beyan etmeyi ise, ilm-i beyan taahhüd etmiştir ki, mânâların kametine göre üslubdan biçilmiş ve muntazam parçalardan dikilip def’aten ma’na, kıssa veya maksada giydirilen kıymetli bir hulle ve alî bir libastır.”
Nazımdaki nefsî ve fikrî cihetlere dikkati çekerek şunları söyler: “Kelam-ı Belîğ, akıl ve vicdanın aynı anda kendisinden istifade ittiği sözdür. Öyle ki, akla girdiği anda vicdana da tekattur etsin. Bu iki vechi tekeffül eden ise temsildir. Nitekim, i’câz-ı Kur’ân’ı akseden en parlak ayna addedilmiştir.”, “Onun esası da teşbihtir. Teşbihin şe’ni de nefret, rağbet, meyelan, tenfir, kerahet, hayret veya heybet his*sini tahrik etmesidir. Bazen de ta’zim veya tahkîr, terğîb veya tenfîr, teşvîh veya tezyîn ya da taltîf... ilh. için olur. Üslubun sûretine göre vicdan uyandırılır, his meyil veya nefretle tenbih edilir.
Kur’ân belağatının kaynağı
Bediüzzaman merhum, Kur’ân’ın mu’ciz belağatının, “nazmın cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden ve üsluplarının bedaatinden, garib ve müstahsenliğinden ve beyanın beraatinden, faik ve safvetinden ve meanisinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lafzının fesahatinden, selasetinden tevellüd ettiğini” söyler. Kur’ân i’câzının bu vechini aşağıdaki beş hususla tafsil eder. İşaret etmek gerekir ki, bu hususlardan her birisi İ’câzu’l-Kur’ân’ın vecihlerinden müstakil bir vecihtir. Bu hususlar şunlardır:
1) Nazmındaki cezalet-i harikadır. Bediüzzaman bunu şöyle örneklendirir: “Nasıl ki, saatin saniye, dakika ve saatleri sayan millerinden her biri diğerini ikmal eder. Kur’ân cümlelerinden herbirinin heyetlerinin nazmı, kelimeleri arasındaki nizam, herbir cümlenin diğerine müteveccih münasebetindeki intizam da aynen böyledir. Bakara sûresinin baş tarafını tefsir ederken Kur’ân kelamının eczalarının birbiriyle olan irtibatı üzerinde durmuştur. Ona göre münasebetler üç çeşittir: Ayetlerin ma*kablleriyle münasebeti, cümleleri arasındaki nazım ve her bir cümlenin heyetlerinin birbirine bakmasıdır.
2) Mânâsındaki belağat-ı harikadır. Şöyleki, Kur’ân, belağatının resanetine ve ifadesinin yüksekliğine ilave olarak kelamın mânâlarına da kuvvet vermiştir.
3) Lafzındaki fesahat-ı harikadır. Kur’ân’ın lafzı nihayet derecede selis ve fesih*dir. Bunun delili usanç ve bıkkınlık vermemesi ve âlimlerin buna şahitlik etmeleridir. Buna Al-i İmran sûresinin 145. âyeti örnek verilmiştir. Bu âyetin, bütün heca harf*lerini içinde bulundurduğu halde, güzelliğine güzellik katmasıdır.
Bediüzzaman Kur’ân kelimelerinin de i’câzın mazharlarından biri olduğunu vur*gulayarak şöyle der: “Kur’ân’da hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münase*betdar olmasın. Veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kur’ân’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tac-ı zerrin gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur.” Bunun için de tercümesi mümkün değildir.
4) Beyanındaki beraat-ı faikadır. Kur’ân hitab tabakalarının ve terğib ve terhib, medh ve zem, isbat ve irşad, ifhâm ve ifham gibi kelam kısımlarının en yükseğinde bulunmaktadır.
5) Üslubundaki harika güzelliktir. Bediüzzaman buna Mukattaat Harflerini örnek vermiş, bunların İlâhî şifre ve remizler olduğunu ve heca harflerinin bütün çeşitleri*nin yarısını aldığını belirtir. “Elif Lâm Mîm”in bedî bir üslup ve garîb bir tarz oldu*ğunu ifade eder.
Bediüzzaman, îcazın kaynağının, i’câzın da kaynağı olduğu görüşündedir. Ona göre, belağat mutabakat-ı muktaza-yı haldir. Gerçekte, Kur’ân muhatapları değişik tabakalarda ve muhtelif asırlarda bulunmaktadırlar.-Her nevi muhatabın kendisine ayrılan hissesini alması için-bu tabakaları müraat etmek ve asırları göz önünde bu*lundurmak ve tamim ve tevzi’ gayesiyle Kur’ân, çoğu yerde haziflerde bulunmuş. Teşmîl ve taksim için birçok yerde mutlak söylemiş. Belagat nazarında müstahsen ve ilm-i arabîce makbul ihtimalleri ihtiva etmek ve vecihleri çoğaltmak için nazmı irsal etmiş. Böylece her zihne kendi zevki ölçüsünde feyiz vermeyi gerçekleştir*miştir. Feteemmel!
Bediüzzaman, Kur’ân’ın beliğ irşad üslubunun, onun i’câz vecihlerinden biri ol*duğuna dikkat çeker ve Kur’ân’ın fıtrî selasetini muhafaza ettiğini ve tekellüf elinin kendisine ulaşmasından münezzeh bulunduğunu belirtir.
Kur’ân’da tekrar
Bediüzzaman,-cahillerin bir kusur ve medar-ı tenkid zannettikleri-Kur’ân’ın üslubundaki tekrarı i’câz vecihlerinden birisi sayar ve tekrarın hikmetlerini açıklar. Bu hikmetler şunlardır:
1) Kur’ân bir kitab-ı zikir, dua ve davettir. Dua tekrar, davet de terdid ve te’kid edilir.
2) Her bir sûre küçük bir Kur’ân hükmündedir. Onun için, Kur’ân’ın ekser mak*satları ekser sûresine dercedilmiştir. Böylece, herkesin bütün Kur’ân’dan istifadesi sağlanmış, hiç kimse bundan mahrum bırakılmamıştır. Bu gayeyle tevhid, haşr ve Hz. Musa’nın kıssası... tekrar edilmiştir. Bediüzzaman’a göre, Kur’ân’ın maksatları dörttür: Tevhid, nübuvvet, haşir ve adalet.
3) Kur’ân’ın tekrarı, insanın manevi ihtiyaçlarının teceddüdüne münasib düşmek*tedir.
4) Kur’ân, bu dinin müessisidir. Müessisi, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid için terdad lâzımdır. Te’yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır.
5) Hem Kur’ân, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umu*mun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır.
Bediüzzaman merhum, hülasa olarak Kur’ân’da gerçekte tekrar bulunmadığını, her bir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakaları bulunduğunu, her bir makamda ayrı bir mânâ, faide ve maksatlar için zikredildiğini, dolayısiyle tekrarın ancak sûreten olduğunu söyler.
Kur’ân’ın hepsi belağat bakımından aynı derecede midir?
Âlimler, Kur’ân’ın, belağatın zirvesinde olduğunda birleşiyorlar. Ancak İzz ibn Abdüsselam ve Ebu Nasr el-Kuşeyrî, Kur’ân’ın fesahat mertebeleri bakımından farklı olduğunu söylemişlerdir. Kadî ise, bu görüşün tersini savunmaktadır.
İmam Ebu Süleymân el-Hattabî şu görüştedir: İ’câz beliğ kelamda gizlidir. Mu’*ciz kelam şu üç sınıftan hariç olamaz: Birincisi: Belîğ, rasîn ve cezil. İkincisi: Fesîh, karîb ve sehl. Üçüncüsü: Câiz, talîk ve rasl. Kur’ân, bütün bunları ihtiva etmektedir. Çünkü muhataplar eşit değildirler. Dilini tehzib eden şehirli bulunduğu gibi, bedevi*liğin kendisine kuvvet ve resanet kazandırdığı bedevî de vardır.
Muhtemelen Bediüzzaman merhum bu sözden etkilenmiştir. Çünkü, i’câz bakı*mından Mekkî üslubun, Medenî üsluptan farklı olduğu görüşünü ileri sürer. Çünkü ona göre, muhatab ve muarızların tabiatları muhteliftir. Mekkî üslup âlî, kaviyy, mu’ciz ve mukni’ gelmiştir. Medenî üslupta ise, sadelik, açıklık ve tafsilli oluşuyla mu’cize bir hava hakimdir.
Bediüzzaman, Kur’ân’da edebî tasviri kavramış, büyüleyici güzelliğini zevketmiş ve şu neticeye varmıştır: “Sihr-i beyânî, kelamda tecelli ettiği vakit, arazları cevher*lere, mânâları cisimlere, cemadatı zî ruhlara, nebatatı akıllı varlıklara dönüştürür. Aralarına muhavere atar. Bu muhavere bazan muhasemeye, bazen de muhabbete varır. Cemadat hayalin nazarında raksederler.”
"Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halinin alıncaya kadar incelir." 4âyetini açıklarken şöyle diyor: “Âyet, şu teşbih ile semanın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi beyaz, sivri, nûranî bir dalı, perdeyi yırtıp başını çıkarıp, süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sâir yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne göstermekle...”
Kur’ân-ı Kerim ve şiir
Özellikle Bakıllanî döneminde Kur’ân’ın üslûbu bazı mülhidlerce tartışma konusu edilmiş olacak ki, Kur’ân’ı bazı şiirlerle mukayeseye kalkışmışlar, bu yüzden de Bakıl*lanî özel olarak şöyle demiştir: Kur’ân’ın i’câzı konsunda tercihe değer görüş, onun, beşer kelamındaki mu’tad bütün nazım çeşitleri dışında bir nazım olması ve bütün hi*tap üsluplarından farklı bulunmasıdır. Kur’ân, ne şiir, ne seci’, ne de kafiyeli olma*yan mevzun kelam türünden değildir. Bu yüzden de muarazası mümkün olmamış*tır.”
Bediüzzaman ise, Kur’ân’ın şiir olmaktan münezzeh bulunmasının hikmetlerini açıklar ve bunları üç noktada özetler:
Birincisi: Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi olduğundan, şiirin hayalatından müstağnîdir.
İkincisi: Âyetlerin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i mane*viyeye rabıta olmak için, o dâire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest her bir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, mü*teveccih birer yüzü var... İşte intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör!
Üçüncüsü: Şiirin şe’ni küçük ve sönük hakikatları, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri, o kadar büyük, âlî ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır.
Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı, Bakıllanî’ninkinden çok daha güçlü ve sağlamdır.
Kur’ân’da fasıla
Bediüzzaman, Kur’ân’daki fasılanın mucizelik yönünü açıklamaya özel bir bahis tahsis etmiştir. Bu fasılalara, “hulasât ve fezlekât” adını verir. bunların, ya Esma-i Hüsnâyı veya mânâlarını tazammun ettiğini veya aklı tefekküre sevketmek için akla havale ettiğini, veyahut makasıd-ı Kur’ânîyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun etti*ğini, böylece âyetin te’kid ve te’yidi için fezlekeler yapıldığını söyler. Sözkonusu fezlekeler bu özellikleriyle Kur’ân-ı Kerimin mu’ciz birer mazharıdır. Bediüzzaman Kur’ân’ın fasılalarını ele alırken şu neticeleri ortaya çıkarır:
1) Kur’ân, Sani-i Zülcelal’in ef’al ve eserlerini nazara karşı serer, basteder. Sonra o âsar ve ef’alinde esma-i İlahiyyeyi istihrac eder; veya haşir ve tevhid gibi bir makasıd-ı asliyye-i Kur’ânîyeyi isbat ediyor. Bunun misali, Bakara Sûresi 29. âyettir.
2) Kur’ân, beşerin nazarına san’at-ı İlâhiyyenin mensûcâtını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensûcatı, esma içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Misâl: Yû*nus Sûresi 31-32. âyetler ve Bakara Sûresi 164. âyet.
3) Bazen Kur’ân, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsîl ediyor. Sonra bir fezleke ile ic*mâl eder. Tafsîliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar. Misâl: Yûsuf Sûresi, 6 ve Al-i İmran Sûresi 27. âyet.
4) Kur’ân, gâh olur mahlûkat-ı İlâhiyyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayine misal tertibinden cilvesi bulunan Esmâ-i İlâhiyyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfazdır; şu esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hulasalarıdırlar. Me*selâ: Mu’minûn Sûresi 12-14. âyetler; A’raf Sûresi 54. âyet.
5) Kur’ân, bazen tagayyura maruz ve muhtelif keyfiyyata medar maddî cüz’iyâtı zikreder. Onları hakaik-i sâbite sûretine çevirmek için, sâbit, nûranî, küllî esma ile icmal eder, bağlar. Veyahut, tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hatime verir. Misâl: Bakara Sûresi: 31-32. Nahl Sûresi: 66-69. âyetler.
6) Gâh oluyor ki âyet, geniş bir kesrete ahkâm-ı Rubûbiyyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdet ile birleştirir, veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleştirir. Meselâ: “Vesi’a kürsiyyuhu’s-semâvâti ve’l-arda velâ yeûdühü hıfzuhüma ve hüve’l-aliyyü’l-azîm” 5
7) Gâh oluyor ki âyet, zâhirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak gös*termek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir.
Âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte beynlerinde uzak bir mesafe var. Se*bepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb arasındaki uzak mesafede Esmâ-i İlâhiyye birer yıldız gibi tulu’ eder... Esbâb ile müsebbebat ma*beyninde öyle bir mesafe-i maneviyye var ki, imanın dürbiniyle, Kur’ân’ın nûriyle görünür. Meselâ: Abese Sûresi: 24-32. âyetler; Nûr Sûresi: 43-45. âyetler.
8) Kur’ân, gâh oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ın ahirete bakan hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için izhariye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir ida*diye sûretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder veyahut, istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki meşhudumuz olan çok nazirele*riyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ: Yasîn Sûresinin son âyetleri, Tekvîr ve İnşikak Sûreleri gibi.
9) Kur’ân-ı Hakîm, gâh olur cüz’î bazı maksatları zikreder. Sonra o cüz’iyat vası*tasiyle küllî makamda zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder. Meselâ: Mücadele, İsra ve Fatır Sûrelelerinin ilk âyetleri gibi.
10) Gâh oluyor; âyet, insanın isyankârane amellerini zikreder, şedîd bir tehdit ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdit, ye’se ve ümitsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esma ile hatime verir, teselli verir. Meselâ: İsrâ Sûresi: 42-44. âyet*ler.
Bunlar, Kur’ânî fasılaların te’siri ve Kur’ân nazmının belağatı konusundaki rolle*rini açıklayan güzel yorumlardır. Ben, Bediüzzaman’ın fasılalar konusunda yazdıkla*rıyla Dr. Ahmed Bedevî’nin yazdıklarını karşılaştırdım. Bedevî’nin genellikle herbir fasılanın sonunda yer aldığı âyetle olan münesebeti açıklamakla yetindiğini ve Su*yûtî’nin el-İtkan’da yazdıkları çerçevesinde dönüp dolaştığını gördüm. Bediüzza*man, sözkonusu fasılalara kapsamlı bir nazarla bakar, içinde bulundukları âyetle mü*nasebetlerini belirtir, insanın ruh, akıl ve vicdanı üzerinde etkili olan imanî tesirlerini ortaya koyar. Bunu da, Allah’ın isim ve sıfatlarını ta’rif ederek, san’at-ı İlâhiyyenin enfüs ve afaktaki eserlerini açıklayarak yapar. Bu açıklamalarında, Dâiretü’l-Meari*fi’l-Biritaniyyenin aynı alandaki iddialarına çok etkili ve parlak bir cevap vardır.
İ’câzı zevketme
Bediüzzaman şu kanaattedir: Kur’ân’ın i’câzını tam olarak zevketmek isteyen kişi, kendisini Kur’ân’ın nüzûlünden evvel olan o asr-ı cahiliyette ve sahra-ı bedevi*yette farzetsin ki, her şey perde-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur’ân’ın lisan-ı ülvîsinden: "Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah'ı tesbih eder." 6gibi âyetleri işitsin, baksın: o ölmüş veya yatmış mevcûdat-ı âlem "sebbaha.. yusebbihu..." (tesbih etti, tesbih eder) sadasiyle işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Böylece o asra şuuren gitmekle i’câzın dakaikını zevkedebilirsin. Fakat şimdi o âyetlere ülfet ve perdesi arkasından bak*makla herbir âyetteki mu’ciz güzelliğin derecesini hakiki mânâda göremezsin.”
Ben de derim ki: Her ne kadar tabiatler körelmiş ve ülfet galebe etmiş olsa da, Kur’ân, mu’ciz güzelliğiyle feyizlerini akıtmaya devam etmektedir. Merhum Seyyid Kutub’un edebî tasvir konusundaki eseri, bu mu’ciz güzelliği isbat etmektedir. Diğer taraftan paslı yürekler, cahiliyet döneminde de olsa, Kur’ân’ın güzelliğini yansıta*mazlar.
Kur’ân’daki nazım güzelliğini zevketme konusunda ise, Bediüzzaman Abdulkahir Cürcânî’nin görüşünü benimser. Cürcanî, i’câzın bu yönünü, edebî zevke ve sanat duygusuna sahip olanlardan başkasının zevkedemeyeceğini söyler.
Bediüzzaman, i’câzın ifade edilebileceği konusunda da Abdulkahir’in görüşünü benimser. Merhum bu konuda şunları söyler: “Sekkakî demiştir ki: ‘İ’câz zevkîdir; tarif ve tabir edilemez. ‘Men lem yezuk lem yedri’ Yani; fikri ile i’câzı zevketme*yen, tarif ile vakıf olamaz... bal gibidir’ Lâkin Abdulkahir’in iltizam ettiği veche göre, i’câzı tarif ve tasvir etmek mümkündür. Biz de bu vechi kabul ediyoruz.”
Diğer i’câz vecihlerine gelince, gündüzün ortasındaki güneş gibi açıktır. parmak*larını kulaklarına tıkayan, kafalarını kuma sokan, kibir ve inatlarından inkârlarında ıs*rar edenlerden başkası onları inkâr etmiyor.
Neden belağat i’câzı?
Beidüzzaman Kur’ân nazmının i’câzına ve belağatının harikalığına bu kadar ihti*mam göstermesinin sırrı belağat ve edebin, insanın hasiyeti olduğunu idrak etme*sidir. O bu konuda şöyle der: Beşerin ruhunu terbiye eden en a’la, vicdanını tasfiye eden en latîf, fikrini tezyin eden en güzel, kalbini tevsi’ eden en geniş şey bir nevi edebiyattır. Sen bu nev’i, fenlerin alan bakımından geniş, tesir bakımından nafiz, beşer kalbine en alakadar ve sanki onların sultanı olarak görürsün.”
Bediüzzaman, Kur’ân’ın başka bir sözle mukayese edilmesinin mümkün olmadı*ğını söyler. “Çünkü kelamın tabakaları, ulviyyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihe*tinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Yani, kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş ve ne makamda söylemiş? Kur’ân’ın menbaına dikkat edilse, Kur’ân’ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anla*şılır.”
Kur’ân nazmının mu’cizeliğini açıklama konusunda Bediüz*zaman ile Zemahşeri arasında bir mukayese
Kanaatıma göre, nazım nazariyyesinin âyetlere uygulanması konusunda Zemah*şerî ile Bediüzzaman’ı karşılaştırma, Bediüzzaman’ın meânî ve beyan ilimlerini kulla*narak Kur’ân nazmındaki harika vecihleri açıklamasını nakletmekle yetinmekten daha yararlı olacaktır. Bu mukayeseden maksadımız, Bediüzzaman’ın orijinallik ve istiklaliyetini, Kur’ân nazmının mu’cizeliğini idrak konusundaki derinliğini ve nazım nazariyesini âyetlere tatbik etmesindeki şümul ve ihatasını göstermektir. Misal ola*rak, Bakara Sûresinin ilk beş âyetini ele alalım. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi: Çünkü bir müfessir, tefsirinin ilk cüzlerinde fikrinin bütün yüklerini ortaya döker, bütün maharetini gösterirler. İkincisi: Çünkü Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’câz’da sadece Fatiha Sûresini ve Bakara Sûresinin ilk otuz üç âyetini tefsir etmiştir.
İşte mukayeseye başlıyoruz:
"Elif Lâm Mîm. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîhi... ve ülâike hümü'l-müflihûne" (Bakara Sûresi, 1-5)
Önce şu âyetlerin açıklamasına bakalım:
"Elif Lâm Mîm. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîhi hüden lil müttekîne."
Gerek Zemahşerî ve gerekse Bediüzzaman, bu âyetlerin nazmındaki pek çok ifade sırlarını ortaya çıkarmışlardır. Her ne kadar ikisi de, bu nüktelerde ittifak edi*yorlarsa da, bunları gerekçelendirmede ve açıklama üslubunda farklılık göstermiş*lerdir. Zemahşerî’ye göre, uzaklar için kullanılan bir ism-i işaret olan "zâlike" nin kul*lanılmasındaki sır, tamamlanmış bir söze işaret etmesidir. Onun için böyle bir kelama uzaklar için kullanılan zalike ism-i işaretiyle işarette bulunulmuştur. Zamehşerî, bu kelam uzak olmadığı halde neden, kendisine "zâlike" ile işaret edilebildiğini, müşarun ileyh olan “sûre” müennes olduğu halde neden müzekker bir ism-i işaret kullanıldı*ğını açıklar. Bediüzzaman ise, "zâlike"nin ta’zim ve ehemmiyete işare ettiğini, Kur’*ân’ın, mıknatıs gibi zihinleri kendisine çektiğine, hayale müracaat ettiğin takdirde gözler, arkasındakini görecek derecede tezahür ettiğine işaret eder. Lisan-ı haliyle, Kur’ân’ın doğruluğuna olan güvenine, hile ve zaaftan münezzeh olduğuna remze*der. Yine bu ism-i işaret, Kur’ân’ın mükemmelliğini ifade eden yüksek mertebesini gösterdiği gibi, emsallarinin yürüdükleri yoldan uzak olduğunu belirtmekle de bu iddiasının deliline ima eder.
Zemahşerî, "Zâlike'l-kitâbu" ın "Elif Lâm Mîm" ile olan münasebetini açıklar ve "Zâlike'l-kitâbu"ın şunu ifade ettiğini bilirtir: “Kamil kitab işte budur. Sanki diğerleri onun karşısında eksiktirler. Kitab ismine ancak bu layıktır.”
Bediüzzaman ise, ilave olarak “Kitab” tabirinin kullanılmasındaki sırrı keşfeder. Bu tabirin, Kur’ân’ın, okuma yazma ehli olmayan bir ümminin eseri olamayacağına işaret ettiğini belirtir.
Zemahşerî, "lâ raybe fîhi"deki zarfın takdim edilmemesinin sırrına değinip, bunu "lâ fîhi ğaulün" örneği ile açıklarken, Bediüzzaman’ın başka bir inceliği yakaladığını gö*rüyoruz. O da, diğer zarf edatlarının değil de "fî" nin kullanılması ve "fîhi" deki zarfi*yettir. Bu konuda şöyle der: “Ve keza zarfiyyeti ifade eden "fî" tabiri, Kur’ân’ın sathına ve zahirine konan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile defedilebilece*ğine işarettir.”
Zemahşerî, "hüden lil müttekîne"in sırrını açıklar. Müttakîlerin zaten doğru yolda oldu*ğunu, neden "hüden lil müttekîne" denilmediğini sorar ve cevabını verir. Ayrıca, masdarın "hüden" ism-i fail "hâdî" yerine kullanılmasının, masdarın nekre olarak getirilmesinin, ve "müttekîn" deki îcazın ve cümleler arasında atıf edatının bulunmamasının sırrını açıklar. Be*diüzzaman da bu incelikleri vurgular. Fakat onları daha ziyada tafsil ve izah eder.
"Ellezîne yu'minûne bi'l-gaybi ve yukîmûne's-salâte ve mimmâ rezaknâhum yünfikûne"âyetine bakalım.
Zemahşerî, nahiv açısından âyetlerin makablleriyle olan münasebet sırrını açıklar ve “el-imânu bi’l-ğayb” ile nitelendirmesi üzerinde şu soruları sorur: “Acaba, müttakîleri keşf ve beyan etmek için mi gelmiş, yoksa "lil müttekîne" ile birlikte getirile*rek onunkinden farklı bir mânâ mı ifade ediyor veya medih olsun diye mi getiril*miş?” Bu kaydın, beyan olma ihtimalini de, müstakil bir sıfat olma ihtimalini de ve mevsûf için bir medih olma ihtimalini de tek tek açıklıyor. Bediüzzaman da bu bu noktalar üzerinde duruyor. Ayrıca âyetin makabliyle münasebet inceliğini açıklar*ken, önceki âyetin Kur’ân’ın medhi olduğunu, bu âyetin ise müttakîleri methettiğini ve ikinci methin birincisinin neticesi olduğunu belirtir. Sonra da şöyle der:
"Ellezîne" ile "müttekîne" arasındaki münasebete gelince:
Bunların biri "tahliye" diğeri "tahliye" dir.
"Tahliye", tathir etmek ve temizlemektir.
"Tahliye" ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir:
Birincisi, şirki terk,
İkincisi, maâsiyi terk,
Üçüncüsü, mâsivâullahı terk etmektir.
"Tahliye" ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur.
A’mâl-i kalbînin şemsi, imandır.
A’mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.
A’mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.”
Bediüzzaman Zemahşerî’den fazla olarak "mü'minune" yerine "ellezîne yu'minûne" nin tercih edilmesindeki sırrı açıklayarak şöyle diyor: "mü'minune" kelimesine bedel, fiil sigasiyle "yu'minûne" fiilinin tercihi, İman fiilini hayal nazarına gösterip, keyfiyetin tasvir edilme*sine ve harici delillerin tecellisiyle iman istimrar ve devam ile teceddüt etmesine işa*rettir.”
Yine Bediüzzaman ziyade olarak "yukîmûne's-salâte" ifadesindeki muzari’ sigasının sırrını açıklayarak şöyle der: “Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve Âlem-i İslâma yayılmış olan o intibah-ı rûhânîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle sâmi’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.”
Zemahşerî, ve "mimmâ rezaknâhum yünfikûne" da rızkın azamet nûn’u olan "nâ" ya isnad edil*mesindeki sırrı, kendi i’tizal mezhebi yararı doğrultusunda açıklar. Ayrıca, tab’îz ifade eden "min" tabirinin ve fiilin faline takdiminin sırrını açıklar. Oysa Bediüzzaman, âyetin nazmındaki sırları daha üstün bir şümul ve ihatayla açıklayarak asrındaki problemlerin çözümü doğrultusunda incelikler ortaya çıkarır. Zekât müessesesiyle, çağımız medeniyetindeki iktisadî ve ictimâ’î nazariyelere karşı meydan okur. Daha sonra şunları kaydeder:
“Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:
“1) Sadakayı vermekte israf etmemesi. Tâ ki, zelil ve çaresiz olarak muhtaç duruma düşmesin. Bunu tab’îz mânâsına gelen ‘min’ ifade ediyor.
“2) Başkasından alıp başkasına vermek sûretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması. Bunu da, "mimmâ"nın takdim edilmesinden anlıyoruz.
“3) Minnetle in’amın bozulmaması. Bunu da ‘rızk’ın azamet "nun" una isnad edil*mesi ifade ediyor. Çünkü veren Allah’tır. Kul ise bir vasıtadır.
“4) Fakir olmak korkusuyla sadakanın terkedilmemesi. Bunu da, rızkın azamet "nun"na isnadından anlaşılıyor.
“5) Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi. Bu da, fiilin mutlak bırakılmasından anlaşılıyor.
“6) Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarfetmesi lâzımdır. İşte "yünfikûne" maddesiyle, sadakanın zarurî ihtiyaçlara sarfe*dilmesi şartı getirilmiştir.”
Şimdi de şu âyet-i kerimeye bakalım:
"Vellezîne yu'minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablike ve bi'l-âhireti hüm yûkınûne."
Zemahşerî, burada sözü edilen kimselerin, öncekilerin aynısı mı, yoksa başkaları mı olduğu sorusunu soruyor ve her iki ihtimale de cevap veriyor. “Vâv” ile atıf yapılmasındaki sırrı ve mânâsını açıklıyor. Yine, bunların öncekilerden farklı kimseler olması ihtimaline göre, bunlardın da müttakilerin kapsamına girip girmediklerini soruyor ve bunun atfe bağlı olduğunu söylüyor. Ayrıca, henüz Kur’ân’ın tamamı inmediği halde ünzile'deki geçmiş zaman sigası ile tabir edilmesindeki sırrı, "el-ahira" kelimesinin takdimindeki inceliği ve yu'minûne 'nun "hüm" zamirine bina edilmesindeki hikmeti açıklıyor.
Bediüzzaman ise bunlara ilave olarak şu incelikleri de beyan ediyor: "ellezîne" tabi*rinin kullanılması, hükmün medarı ve maksadın esasının iman sıfatı olduğuna işaret*tir. "yu'minûne" nin muzari’ gelmesi, nüzûl ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüd et*tiğine işarettir. "mâ"daki ibhamın, iman-ı icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın Hadîs gibi batınî ve Kur’ân gibi zahirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir. "ünzile" nin maddesi iti*bariyle, Kur’ân’a iman, Kur’ân’ın Allah’tan nüzûlüne iman demek olduğunu gösteri*yor. Mazi siygasiyle gelmesi, henüz nâzil olmayanın nüzulu, nazil olanın nüzulu ka*dar muhakkak olduğuna işarettir. "aleyke" ye bedel, "ileyke"nin zikri, Resûl-i Ekrem’in teklif edilen risalet vazifesini cüz’-i ihtiyarisiyle haml ve kabul etmiş olduğuna... işa*rettir.
Bediüzzaman yine, Zemahşerî’nin izahlarından ziyade olarak, "ve mâ ünzile min kablike"nin nazım inceliklerini açıklayarak şunları söylemiştir: “Bu cümlenin ma kabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütûb-u sabıkaya da iman ediniz.’ (...) Yahut o atf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey Ehl-i Kitab! geçmiş olan enbiya ve kitablara iman ettiğiniz gibi, Hz. Mu*hammed ile Kur’ân’a da iman ediniz.’ (...) Yine bu cümlede şöyle bir işaret vardır. Şöyle ki: ‘Zaman-ı Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbaların*dan kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istik*bal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor. Evet, İslâmiyet mazî ile istikbali kanatları altına almıştır... (...)” Yine o cümlede, Ehl-i Kitabı imana teşvik vardır. Onlara bir ünsiyet, bir sühûlet gösteriyor.
Bediüzzaman, "ve bi'l-âhireti hüm yûkınûne." cümlesindeki incelikleri açıklayan Zemahşerînin tesbitlerini teyit etmekle beraber, cümledeki atfın, "el-ahira" in başındaki lâm-ı ta’rifin, "el-ahira" tabirinin ve "yu'minûne"a bedel "yûkınûne" kelimesinin kullanılmasının sırrını da faz*ladan olarak açıklıyor.
"Ulâike alâ hüden mirrabbihim ve ülâike hümü'l-müflihûne." âyet-i kerimesine gelince, Ze*mahşerî, i’rab vecihlerini, "ulâike" ism-i şaretinin kullanılmasının sırrını, "alâ hüden"deki isti’lânın mânâsını, "hüden" nin nekire gelmesindeki inceliği, "ülâike"nin neden tekrar edildiğini, "ve ülâike hümü'l-müflihûne."un neden atıfla makabline bağlandığını, "hüm" fasıl zamirinin kullanılış sebebini, ve "hümü'l-müflihûne."un ma’rife gelmesinin sırrını açık*lamıştır.
Bediüzzaman ise, aynı noktaları vurgulamakla beraber, ayrıca âyetin makabliyle vech-i ittisalını ve şu noktalara işaret eden "hümü'l-müflihûne."deki sırrı açıklıyor: Hidayet*lerindeki halk ve tevfik Allah’tandır. Hidayet Rubûbiyyetin şe’nidir. Onları rızıklar terbiye ettiği gibi hidayetle de besliyor. Bediüzzaman, “el-müflihûn”deki mutlaklığın sırrını da, muhatapların tabaka tabaka olduklarını, herbirisinin felahın bir vechini is*tediğini söyleyerek açıklıyor.
Böylece, Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın nazmı konusundaki derin idrakı ve bunu ne derece şumullü ve geniş bir biçimde zevkedip açıkladığı ortaya çıkıyor. Yine Bedi*üzzaman’ın, nazmın sırlarını açıklarken, yaşadığı asırda İslâmiyete cephe alan ma*teryalist ve ladinî akımlara karşı İslâmiyet yararına bu inceliklerden istifade ettiği açıkça belli oluyor. Zemahşerî’nin bakış açısı ise, bu incelikleri mezhebi olan İ’tizal lehine kullanmak istemesi cihetiyle oldukça dar görünüyor. Bediüzzaman bu nükte*leri açıklarken, sözlerinin daha iyi anlaşılması için, kolay ve açık tabirleri tercih edi*yor. Yine, aynı âyette cümlelerin birbiriyle olan bağ ve münasebetlerine özellikle dikkat çekiyor. Böylece, sözkonusu cümlelerin kendi aralarında ve makablleri olan diğer âyetler arasındaki mükemmel tenasübü ve parlak uyumu gösteriyor.
Burada, Prof. Dr. Muhsin Abdulhamid’in, İşârâtü’l-İ’câz tefsiri için yazdığı mu*kaddimede söyledikleri şu tesbitlere aynen katıldığımı belirtmek isterim: “Bediüzza*man, geçmiş müfessirlerin, nazm nazariyesini, tam bir tafsilatla Kur’ân’ın bütün sûre, âyet, lafız ve kelimelerini kapsayacak şekilde ve mütekamil bir bütün olarak uygulamadıklarını görmüş ve bir tefsir yazarak nazım nazariyesini detaylı bir biçim*de tatbik etmek istemiştir.”
Allah, Zemahşeriye de, Bediüzzaman’a da ve bütün İslâm âlimlerine de rahmet eylesin.
İkinci vecih: Kur’ân-ı Kerimin camiiyeti
Kur’ân-ı Kerimin camiiyeti şu beş noktada kendisini gösterir:
1) Lafzındaki harika camiiyettir. Elfaz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, her bir kelamın, hatta her bir harfin çok vecihleri bulunuyor. Bediüzzaman bunu "Dağları birer kazık yapmadık mı?" 7âyetini misal veriyor. Herbir âmînin, şairin, belîğ bedevînin, edîb coğrafyacanın, medeniyet ve heyet-i ictimaiyye ilmi mütehassısının, hikmet-i tabi*iyye feylesofunun bu lafızdan birer nasibi bulunduğunu belirtir.
Bediüzzaman bu veche terettüb edecek genişlik ve şümûlün farkındadır. Bu ne*denle âyetin anlaşılması konusunda her söz ve yaklaşım için bazı şartlar ortaya ko*yar ki, âyet heva ve heves sahiplerinin keyfî müdahelelerine konu olmasın ve onları uygun olmayan bir söz söylemeye sevketmesin. O şartlar da şunlardır: “Nazar-ı belağatta müstahsen, arabiyece sahih olması ve sırr-ı teşri’in layık görmesi.”
2) Mânâsındaki camiiyet-i harikadır. Evet Kur’ân, bütün müctehidlerin me’hazle*rini, mânâsının hazinesinden ihsan etmektedir.
3) İlmindeki camiiyyet-i harikadır. Evet Kur’ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimle*rini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i mümkinatın hakikî hikmetini, daire-i vücubun ulum-u hakikiyesini ve daire-i ahiretin maarif-i gamızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor.
4) Mebahisindeki camiiyet-i harikadır. Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Halık-ı kâinatın, arz ve semavatın, dünya ve ahiretin, mâzî ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cemetmekle beraber, nutfeden halketmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak adabından tut, ta kaza ve kader mebhaslerine ka*dar herşeyi beyan eder.
5) Kur’ân’ın üslûb ve îcazındaki camiiyyet-i harikadır. Bu da yine beş noktayı ih*tiva ediyor:
a- Üslûb-u Kur’ân’ın o kadar acîb bir camiiyeti var ki, bir tek sûre, kâinatı içine alan bir bahr-ı muhit-i Kur’ânî’yi içine alır. Bir tek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre, sûrelerin çoğu herbiri birer küçük Kur’ân’dır.
b- Ayât-ı Kur’âniye, emir ve nehy, vaad ve vaîd, terğîb ve terhîb, zecr ve ir*şad, kasas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlâhiyye ve ulûm-u kevniye ve kavanîn ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı ictimaiyye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviyye gibi umum tabakat-ı kelamiye ve maarif-i hakikiye va hacat-ı beşeriyeye delalâtiyle, işaratiyle cami’dir. (....) Ayât-ı Kur’âniyede öyle bir camiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir.
c- Kur’ân’ın i’câzkârane îcâzidir. Gâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem gâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, imaen bir dâvânın çok bürhanlarını derceder.
d- İcâz-ı Kur’ânî, o derece câmi’ ve harıkdır, dikkat edilse görünüyor ki: Bazen bir denizi bir ıbrıkta gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umûmî kanunları, basit ve amî fehimlere merhameten basit bir cüz’iyle, husûsî bir hadise ile gösteriyor. (...) Meselâ, Şahs-ı Adem’e ta’lim-i esmâ ünvaniyle nev’-i benî âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun talimini ifade eder.
e- Kur’ân’ın makasıd ve mesâil, maanî ve esâlib ve letâif ve mehâsin cihetiyle camiiyet-i harikasıdır. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp, bir mü*nakaşa, bir karışıklık çıkmamak, kahhar bir nizâm-ı i’câzînin işi olabilir.
Bediüzzaman merhum gibi bu vechi bu kadar güzel ve harika bir tarzda beyan eden kimseyi görmedim.
Üçüncü vecih: Ma’rifet ve medeniyetle ilgili i’câz
Bediüzzaman, beşeriyetin inkılab ve ıstırabından hareketle bir tahminde bulunu*yor ve bu infılak ve inkılabda Kur’ân hidayetinin her tarafta yükselip hakim olacağını haber veriyor. Çünkü, Kur’ân, her asırda taze nazil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Özellikle şu asr-ı hazır insanları Kur’ân’ın "Yâ ehle'l-kitâb" hitabına çok muhtaçtır*lar. Çünkü Kur’ân bütün beşer tabakalarına teveccüh eden bir hitab-ı ezelîdir.
Meselâ, “En ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapa*yan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitab insanları Kur’ân’ın hitab-i mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitab doğrudan doğruya şu asra müteveccihdir ve "Yâ ehle'l-kitâb"lafzı “Yâ ehle’l-mekteb!” mânâ*sını dahi tazammun eder.” Bunlara karşı Kur’ân nasıl i’câzını gösteriyor? Şimdi, şu müthiş yeni muarazacıya karşı i’câz-ı Kur’ân’ı isbat etmek için medeniyet muaraza sûretiyle vaz’ettiği esasatı ve desatirini, esasat-ı Kur’âniye ile karşılaştıracağız.”
Bediüzzaman’a göre, modern medeniyetin Kur’ân karşısındaki acizliği üç cihet*ten ileri geliyor:
Birinci cihet: Bu cihette, Kur’ân’ın, beşerin dünya ve ahiret saadetini temin için getirdikleriyle, günümüz medeniyetinin insanı mutlu etmek için getirdikleri muka*yese edilir ve beşer medeniyetinin acizliği ortaya konur. Müslümanın açık ve kesin olarak doğru yolu bulduğu bir çok konuda, günümüz medeniyetinin büyük sapma*lar göstererek yolunu kaybettiğini görüyoruz. Meselâ, Müslümanın bütün hal ve hareketlerinde kendisine rehber edindiği “Bismillah (Allah’ın adıyla hareket ederim)” şiarı, iman, mü’minin dünyaya bakışı, Allah’ın birliği, başta namaz olmak üzere iba*det, insanın gerçek vazifesi, malını ve canını Cenab-ı Hakka satmak, kâinatın mu*ammasını çözen Allah’a ve âhiret gününe iman, dünyanın hakikatı ve insanın dün*yadaki görevi, haşir ve âhiret esasları ve dünya hayatına tesirleri, âlem ve insanın yaratılış hikmet ve muammasının halli, nefsin te’dib ve terbiyesi, Risalet-i Ahmedi*yenin isbatı, kaza ve kader konuları... gibi. Bütün bu meselelerde günümüz mede*niyeti yolunu şaşırmış ve Kur’ân mu’cizeliği sabit olmuştur.
İkinci cihet: Bu cihet, Kur’ân’ın kâinat ve hayata bakışı, ahlakî terbiye konusun*daki düsturları; esası, hedefi, prensipleri, rabıtası, gayesi ve neticesi itibariyle hayat-ı içtimaiyyeye bakışı ve bu konudaki kanunları ile günümüz medeniyetinin aynı konu*lara bakışı ve düsturu mukayese ediliyor. Böylece, Kur’ân’ın üstünlüğü ve medeni*yet-i beşeriyeye galebesi gösteriliyor. Bediüzzaman’ın sosyal hayat açısından yapmış olduğu mukayese şematik olarak şöyle açıklanabilir:
Üçüncü cihet: Bu cihet, desatir-i Kur’âniyenin ezelden geldiği için ebede gide*ceğini, medeniyet kanunları gibi ihtiyarlamadığını belirtiyor. Meselâ, günümüz me*deniyeti taaddüd-ü zevcatı kabul etmemekle birçok fahişehaneleri açmaya mecbur olmuştur. İktisad, miras ve benzeri konularda Kur’ân’ın kanunları sabit ve ebedî ol*maya devam ediyor. Yine meselâ, günümüz medeniyetinin bütün cem’iyyat-ı hay*riyeleri ile, bütün cebbarane şedid inzibat ve nizamlarıyla, bütün ahlakî terbiyegah*lariyle, Kur’ân-ı Kerimin iki meselesine karşı muaraza edemeyip mağlub düşmüş*lerdir: Bu iki mesele, vücûb-u zekât ve hürmet-i ribadır. Bediüzzaman açıklamala*rına devamla şunları söylüyor: “Bütün ihtilalat-ı beşeriyyenin madeni bir kelime ol*duğu gibi, bütün ahlak-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci kelime, ‘Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.’ İkinci kelime ise, ‘Sen çalış ben yiyeyim.’ Sen yorul ki ben istirahat içinde yaşayayım. İşte medeniyet, beşerin havas ve avam (zengin ve fakir) tabakalarını müsalaha edemediği halde, Kur’ân, bu iki düsturu kö*künden kesmiştir.”
Kısaca, nasıl Avrupa felsefesi ve modern medeniyeti hikmet-i Kur’ân’ın ilmî ve amelî i’câzına karşı mağlub oluyor. Öyle de, medeniyetin edebiyat ve belağatı da, Kur’ân’ın edeb ve belağatına karşı mağlub oluyor.
Kur’ân-ı Kerim, herkese saadeti temin eden bir medeniyeti kabul ediyor. Oysa şu mediniyet-i hazıra, ekseriyetin rahatını selbederek onları bir meşakkat ve şeka*vete atmıştır.
Onun içindir ki Bediüzzaman, vatan gençlerini, hakikatı karalayan ve bu dinin mensuplarına türlü türlü sıkıntılar çektiren Avrupa’yı taklitten sakındırmış ve ikinci bozuk Avrupa dediği kısmına şöyle seslenmiştir: “Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek”
Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin, Hz. Âdem’e bütün isimlerin öğretilmesi, Hz. Musa kıssasında bakaranın kesilmesi, İsrailoğullarının kalblerinin taş gibi, hatta taştan daha sert olmakla nitelendirilmesi gibi cüz’î hadiseleri zikrederek, bunların arkasında beşer hayatı için şümullü kanunlar vazetmeyi hedeflediğini belirterek şöyle diyor: “Kur’ân-ı Hakîm’de bazı hadisat-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz’î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır.” “Herkesin her zaman muhtaç olduğu bir ders-i hikmettir.”
Bediüzzaman, bu üslubun sırrını da şöyle açıklıyor:
“Evet, i’câz-ı Kur’ân’ın bir esası olan îcâz, hem hidayet-i Kur’ân’ın bir nûru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifhâm, iktiza ediyorlar ki: Kur’ân’ın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatları ve derin ve umûmî düsturları, me’luf ve cüzî sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umûmî avama karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sûreti gösterilsin.”
Dördüncü vecih: Bediüzzaman ve bilginin İslâmîleştirilmesi
Öyle görünüyor ki, Bediüzzaman’ın Kur’ân-ı Kerime olan geniş bakışı ve üm*metin şahit olduğu dış kaynaklı meydan okuma döneminde yaşaması ona, kesin ilmî ve imanî yakine sevketmiştir ki: Kur’ân muhtelif ilimlerin temel merciidir. Bütün bu ilimler, Kur’ân’ın nur kaynağından çıkmışlardır. Onların gerçek kaynağı Kur’ân’dır. Kısaca, Bediüzzaman’ın fikirlerinde, el-Ma’hedü’l-Alemî Li’l-Fikri’l-İslâmî’nin dünya*nın dört bir yanındaki şubeleriyle tahkikine çağırdığı “Bilginin İslâmîleştirilmesi” ko*nusunda çok verimli bir zemin bulunmaktadır. Kur’ân’ın bahislerindeki harika cami*iyeti; maksat, mesele, ma’na, üslup ve güzelliklerindeki ihatası konusunda Bediüz*zaman’ın açıklamaları, sözkonusu fikrin, yani “Bilginin İslâmîleştirilmesi” fikrinin ge*lişip boy atması için çok zengin ve verimli bir topraktır. Bediüzzaman’ın bu konu*daki orijinal görüşlerinden birisi de şu açıklamalarıdır:
“Sair enbiya (a.s)’ın mu’cizatları, birer havarık-ı san’ata işaret ediyor ve Hz. Âdem’in (a.s) mu’cizesi ise; esasat-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünûnun havarık ve kemâlatının fihristesini bir sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, ta’lim-i es*manın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünû*nun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kamâlatı ve saadâtı vazıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: ‘Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’la, tezahür-ü Rububiyyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir ve in*sanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalat ile yetişmektir.’ Hem öyle bir sûrette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: ‘Elbette nev’-i beşer ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir.’ (....) Netice: Madem enbiyaya dâir olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem her bir âyetin müteaddit mânâlara delaleti muhakkaktır; belki müttefakun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dâir evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maani-i sarihalarına delaletle beraber, san’at ve fünûn-u beşe*riyyenin mühimlerine işârî bir tarzda delalet, hem teşvik ediliyor denilebilir...”
Yine meselâ Bediüzzaman’ın,
"Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Herşeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz." 8 âyetini zikrederken, İsm-i Ha*kîm’in tecelli-i a’zamından olan, bütün kâinatı ihata eden umûmî hikmetin, iktisad ve israfsızlık mihveri etrafında döndüğünü, hatta iktisadı emrettiğine işaret ettiğini görüyoruz. Rahmân Sûresin’de dört defa “mizân” kelimesinin geçmesinden şu ne*ticeyi çıkardığını müşahede ediyoruz: “İşte, hakaik-ı Kur’âniyeden ve desatir-i İslâ*miyeden olan, adalet, iktisad, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı bir düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye ne derece kâinatla alakadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve sûretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!”
"Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır." 9âyetini açıklarken de şöyle demek*tedir:
Bediüzzaman şunları da söylüyor: “Allah Tealâ, şahs-ı Âdem’e ta’lim-i esmâ ün*vaniyle nev’-i benî ademe ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun talimini ifade eder.” “...Meselâ, hendese ilmi, Cenâb-ı Hakkın ‘Adl ve Mukaddir’ isimlerine da*yanıyor. Tıb ilmi, Allah’ın ‘Şâfî’ ismine dayanıyor. Fizyoloji, kimya, botanik ve biyo*loji gibi hakîkat-ı mevcûdatdan bahseden ilimler, Allah’ın Hakîm ismine dayanır.
Bediüzzaman, Risalelerinin pek çok yerinde, şu gerçeği vurgulamaktadır: “Ayât-i Kur’ânîye, enva-i ulûm ve mearif-i hakikiye ve bütün hülasat-ı ulûm-u kev*niye ve kavanîn ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı ictimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum mearif-i hakikiye ve hacat-ı beşe*riyeye delaletiyle, işaretiyle cami’dir.” Hatta, kelimat-ı Kur’âniyenin bile bu hususi*yeti bulunmaktadır. "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hattâ bir o kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi." 10âyetini açık*larken bu mânâya dikkat çekmekte ve "Rabbimin sözleri"nden maksadın “Kur’ân” oldu*ğunu belirtmektedir. Kur’ân, hayattar olup, hayat fışkırmaktadır.
Bediüzzaman merhûmun bu bakış açısı, tabirlere kadar uzanır. Çünkü o, etrafın*daki her şeye Kur’ân-ı Kerim’in mefhumlarıyla bakar. Böylece, dışı süslü, içi ise kof bir cehalet olan Garb felsefesinin bu mefhumları karalamasını reddeder. Meselâ, sersem ve geveze felsefe şöyle der: “Güneş bir kitle-i azîme-i mâiye-i nâriyedir. Hem merkez ve medarında döner. Birer kıvılcım gibi ondan fırlamış olan dünyamız ve diğer seyyaratı, etrafında döndürür...” Oysa Bediüzzaman, güneşi, bir me’mur-u musahhar ve bir sırac-ı münevver olarak görür. Ona göre, "Güneşi de bir kandil yaptı." (Nuh Sûresi, 16) âyet-i kerimesinde azamet-i Rububiyet içinde Halık’ın rahmetine, vüs’at-ı rahmeti içinde ihsanının ifhamına, azamet-i saltanatı içinde keremenin ihsasına işaret vardır. Yine Bediüzzaman, bu mevcûdattan zat ve mahiyetleri için bahsedilmediği, bilakis ma’rifet-i Sani’a alamet olmaları cihetiyle bahsedildiği görüşündedir. Dolayısiyle bu mefhumların, bir kemal-i ilmî, bir zevk-i rûhî, gaye-i insaniye ve fevaid-i diniyyeyi netice vermesi gerekir.
Bediüzzaman’ın, i’câzü’l-Kur’ân’ın bu yönü üzerinde önemle durduğunu görü*yoruz. O bu konuda şöyle diyor:
“Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerinde müessestir. Bu şeriat ulûm-u esâsi*yenin hayatî noktalarını tamamiyle tazammun etmiş olan ulûm ve fünûndan mü*lahhastır. Evet, tehzîbu’r-ruh, riyâzetü’l-kalb, terbiyetü’l-vicdan, tedbiru’l-cesed, tedvîru’l-menzil, siyasetü’l-medeniye, nizamatü’l-âlem, hukuk, muamelat, hadâb-ı içtimaiye ve saire ve saire gibi ulûm ve fünûnun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, Şeriat-ı İslâmiyedir. (....) Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakîkatının bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-ı beşeriye*den hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.”
Şu halde Kur’ân, ancak kâinat kitabının ışığında anlaşılabilir. Kâinat kitabı da an*cak Kur’ân’ın esaslarına göre fehmedilebilir. Bediüzzaman, Kur’ân’ın anlaşılması ko*nusunda bu gerçeğe ve bu esasa dikkat çekerek şöyle der: “Evet, Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belîğ bir tercümanıdır.”
Beşinci vecih: Kur’ân’ın beyanındaki birlik
Bediüzzaman’ın bu konudaki sözlerinden anlaşılıyor ki: Kur’ân-ı Kerim, tam bir bütünlük içindedir. Bir kısmı bir kısmını tasdik için inmiştir. Birbirini tefsir etmekte*dir. İçinde en ufak bir şüphe ve ihtilafa yer yoktur:
“Kur’ân-ı Mübîn, yirmi senede hacetlerin mevkileri itibariyle necim olarak, mü*teferrik parça parça nüzûl ettiği halde, öyle bir kemâl-i tenasübü vardır ki, güya bir defada nazil olmuş gibi bir tenasüb gösteriyor. Hem yirmi senede, mütebâyin esbâb-ı nüzûle göre geldiği halde, tesânüdün kemalini öyle gösteriyor; güya bir sebep-i vahidle nüzûl etmiştir. Hem mütefavit ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadı gösteriyor. Güya bir sual-i vahidin ce*vabıdır. Hem mütegayyir, müteaddit hadisatın ahkâmını beyan için geldiği halde, öyle bir kemal-i intizamı gösteriyor ki, güya bir hadise-i vahidenin beyanıdır. Hem, muhtelif, mütefavit halette hadsiz muhatabların fehimlerine münasib üslüb*larda tenezzülat-ı kelamiye ile nazil olduğu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve gü*zel bir selaset gösteriyor ki, güya halet birdir, bir derece-i fehimdir, su gibi akar bir selaset gösteriyor. Hem, mütebaid, müteaddid muhatabîn esnafına mütevec*cihen mütekellim olduğu halde, öyle bir sühûlet-i beyanı, bir cezalet-i nizamı, bir vuzûh-u ifhamı var ki; güya muhatabı bir sınıftır. Hatta her bir sınıf zanneder ki, bil asale muhatab yalnız kendisidir. Hem mütefavit, mütederric irşâdî bazı gayeler isal ve hidayet etmek için nazil olduğu halde, öyle bir kemal-i istikamet, öyle bir dikkat-i muvazenet, öyle bir hüsn-ü intizam vardır ki, güya maksat birdir.”
Bu, Kur’ân’ın bedi’ ve emsalsiz bir i’câz vechidir. Bediüzzaman merhumdan başka bu i’câz vechine dikkat çekeni görmedim. Gerçekten de Kur’ân, muntazam bir vahdet teşkil etmektedir. Ne önünden, ne de arkasından hiçbir batıl kendisine yanaşamaz. Hakîm ve Hamîd olan Allah Teala tarafından indirilmiştir. Onda niza ve çekişmeye düşmek asla doğru değildir. Bu nokta, Kitab-ı Azîz olan Kur’ân’la mu*amelenin önemli esaslarından biridir.
Altıncı vecih: Dengeli bir yol ortaya koyması
Bediüzzaman, İ’câzın bu vechini müstakil bir bahiste ele almıştır. Bu i’câz vec*hiyle şunu kastetmektedir:
“Kur’ân, bütün aksam-ı tevhîdin bütün meratibini, bütün levazımatiyle muha*faza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i aliye-i İlâhiyyenin muvazenesini muhafaza etmiş; hem bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkamın tenâsübünü muhafaza etmiş. Hem Rubûbiyet ve Ulûhiyyetin şuunatını kemâl-i muvazene ile cem’etmiş*tir. İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem’ bir hâsiyettir. Kat’iyen beşerin ese*rinde mevcut değil...”
“Kur’ân, bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imaniyenin herbi*risini tafsilen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dareyni te’min eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip o hakaikın hey’et-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemalin menbaından Kur’ân’ın bir i’câz-ı manevîsi neş’et eder. İşte şu sırrı-ı azîmdendir ki, ulemâ-i ilm-i kelâm, (....) bir kısmı onar cild ola*rak erkân-ı imaniyeye dâir binler eser yazdıkları halde, aklı nakle tercih ettikleri için Kur’ân’ın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat’î isbat ve ciddi ikna edememiş*ler.”
Bediüzzaman, o büyük müsademeler ve o acib inkılab ile birlikte,
“Hz. Muhammed (a.s.m) getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki mu*vazeneyi muhafaza etmiştir. İctimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan da anlaşılır ki; İslâmiyet nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve ictimaiyatı tezelzülden vi*kaye eden yegane bir amildir” der.
“O Kur’ân-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundun çıkan şeri*at-ı kübra-yı İslâmiyetin kemal-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti; cerhedilmez bir şahid-i adil, şüphe getirmez bir bürhan-ı katı’dır. Demek oluyor ki: Beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine müstenid olamaz.”
Bilemiyorum, bu harika izahlar varken, ez-Zerkânî, İ’câzü’l-Kur’ân konusunda bu vechi, neden ma’lul vecihlerden saymıştır?
Yedinci vecih: Kur’ân-ı Kerimin hakemliği ve murakabeciliği
Bediüzzaman i’câzın bu yönü hakkında şöyle diyor:
“Kur’ân’ın bir cenahı mazîde, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu, onları tasdik ve te’yid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri, hayattar tekemmülleriyle, şecer-i müba*rekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikatmedar olduğuna delalet ediyorlar”
Kur‘an, bütün kütûb-u sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatların kavaid-i esasiye*lerini cem’etmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükemmeldir.
Kur’ân’ın mazi ve müstakbeli kanatları altına alması, onun murakebesine delildir. Geçmiş semâvî kitablardaki hakikatleri ta’dil ve ikmal etmesi onun hakemliğini isbat eder. Alimlerin ve evliyaların büyük çoğunluğunun ondan derslerini almaları yine onun hakimiyetini gösterir. Bu murakabe ve hakemliğin sözkonusu olduğu en önemli nokta, hayatî ve amelî yönün yanısıra, ilim ve ma’rifet cihetidir.
Sekizinci vecih: Gaybi ihbarları
Kur’ân’ın ihtiva ettiği ihbarat-ı gaybiye üç çeşittir. (el-Mektûbât’ın 143 sayfa*sında belirttiği gibi dört çeşit değildir): Maziye ait ihbarat-ı gaybiye: Kur’ân, Hz. Adem’den tâ en hayırlı asır olan Asr-ı Saadete kadar pek çok haberleri nakletmiştir. İstikbale ait ihbarat-ı gaybiye: Hz. Muhammed’in korunacağına, düşmanlarının he*zimete uğratılacağına, Rumların Sasanîlere galib geleceklerine, Müslümanların Mek*ke’yi fethedip Mescid-i Haram’a gireceğine dair ihbarlar bu nev’e girer. Hakaik-ı İlahiyeye, hakaik-ı kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir.
Bediüzzaman, Fetih Sûresinin ihtiva ettiği gaybî haberleri zikrederken şu değer*lendirmeyi yapar: “İşte Kur’ân’ın enva-ı i’câzından olan ihbar-ı gayb nev‘inin le*meat-ı i’câziyesi ayat-ı Kur’âniyede o kadar çoktur ki, hasra gelmez. Ehl-i zahirin kırk elli âyete hasretmeleri, nazır-ı zahirî iledir. Hakikatte ise binden geçer. Bazen bir âyette dört beş vecihle ihbar-ı gaybî bulunur.”
Kur’ân’ın i’câzını isbat eden ihbarat-ı gaybiyenin diğer bir çeşidini de Bediüzza*man nazım sûretindeki Lemeat risalesinde şöyle açıklar: “Nakil ve hikâyatında, ih*bar-ı sadıkada hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür meanî naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulatı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i ahirîni, esrar-ı cehen*nem ve cinanı. Hakaik-ı gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlâhî, revabıt-ı kev*niye dair hikayatıdır, hikayet-i iyânî ki ne vaki’ reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse redd de bile edemez. Semâvî kitabların ki matmah-ı cihânî. İttifakî noktalarda museddikane nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihane bahse*der.”
Bu açıklamaların önceki vecihle de münasebeti bulunmaktadır.
Şu kadar var ki: Ben, Bediüzzaman’ın: “Ulemâ-i batın için Kur’ân baştan başa ihbarat-ı gaybiye nev’indendir” derken kendisine katılmıyorum. Çünkü, “Ulema-i batın” tabiri, âlimler nezdinde mazbut değildir. Ayrıca bu gibi ikiliklerden uzak dur*mak gerekir. Çünkü bu ümmeti yanlış anlamaya sevkeden hususlardandır. Bundan dolayı biz Müslümanlarda şu gibi ikilikler ortaya çıkmış: Ulemâ-i zahir-Ulemâ-i batın, dünya-ahiret, ilim-din...
Dokuzuncu vecih: Bütün insan tabakalarına hitab etmesi
Bediüzzaman’a Kur’ân terkib yönleri konusunda müfessirlerin ihtilaf etmelerinin sırrı sorulmuş, o da şu şekilde cevap vermiştir:
“Kur’ân’ın i’câz vecihlerinden biri odur ki; nazmı öyle bir üsluptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.”
Kur’ân gençliğini ve tazeliğini muhafaza etmiş ve “her asırdaki tabakat-ı beşerin her bir tabakasına güya doğrudan doğruya husûsî müteveccihdir, hitab ediyor. Evet bütün benî Ademe bütün tabakatiyle en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nuranî fen olan ma’rifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkham-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’ân ise, her neve her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecâta göre herbiri, Kur’ân’ın perde*lerinden bir perdeden hisse-i dersini alır.” Kur’ân, hiç kimseyi i’câzından mahrum bırakmıyor.
“İşte Te’nis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülat. Tenzîlin üslubunda tenevvüü, mûnisliğidir mahbhub-u ins-u cânnı.” “Hatta yalnız gözü bulunan, ku*laksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’ân’ın bir nevi alamet-i i’câzı vardır. Şöyle ki: (....) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ Sûre-i Kehf’de ‘Ve sâminuhum kelbuhum’ kelimesi, altında yapraklar de*linse, Sûre-i Fatır’daki ‘Kıtmîr’ kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak”
Bana öyle geliyor ki, gözünden başka bir şeyi olmayan kimseye i’câzın isbatında bir nevi tekellüf ve mübalağa vardır. Çünkü, mushafların tab’ ve baskısı üzerinde yapılacak bir müdahale bu gibi delilleri ortadan kaldırır. Öte yandan, bu gibi şeylerle meşgul olmak, Bediüzzaman merhumun da bizzat belirttiği makasıd-ı Kur’ânîyeden değildir.
Onuncu vecih: Bir din te’sis etmesi ve hayatı değiştirmesi
Kur’ân öyle bir din te’sis etmiştir ki, ne geçmişte onun misli var, ne de gele*cekte olacak. “Arzımızı, senevî yevmî dairesinde şu hayt-ı semâvîdir; tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş. Bırakmıyor isyanı.”
“Kur’ân, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir sûrette bir tebdîl-i hayat-ı ictimaiye ile beraber, insanların; hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı ictimaiyele*rinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare et*miştir...”
Onbirinci vecih: Uzun zaman geçmesine rağmen kendisine muaraza edilmemesi
“On üç asır müddette meylü’t-tehaddi varmış Kur’ân’ın a’dasında, şevk-i taklid uyanmış Kur’ân’ın ahbabında. Şu iki meyl-i şeditle milyonlarca kütûb-u arabiye yazılmıştır, meydanda. Onlar ile Tenzil muvazene edilse, en amî adam bile onla*rın beşerî kitaplar, Kur’ân’ın ise semâvî olduğuna hükmedecek. Kur’ân, beşerin önünde kapıları açık bırakmış, bu uzun zaman zarfında kendi mazmun ve muhte*vasını neşretmiş. Ruhları ve zihinleri de kendine davet etmiş. Buna rağmen be*şer onun muarazasına muktedir olamamış. İmtihan zamanı artık geçti.”
Ben ise diyorum ki: Kıyamete kadar bu meydan okuma sona ermeyecek ve devam edecektir.
Onikinci vecih: İ’câz-ı ilmi
Bediüzzaman, modern ilmin keşfiyatından da bahseder. Kur’ân’ın bu konuyu da ihmal etmediği görüşündedir. Çünkü Kur’ân, bütün beşeriyete hitab etmektedir. Kur’ân buna iki cihetle işaret etmiştir: Birincisi: Mu’cizat-ı enbiya sûretiyle. İkincisi: Bazı hadisat-ı tarihiyeyi serdederken. Bediüzzaman ayrıca bu konuda araştırma yapmanın çok büyük bir dikkat gerektirdiği kanaatındadır.
“Ra’d” ve “Berk” kelimelerini tefsir ederken bu konuya temas ederek şöyle der:
“Onlar (ra’d ve berk) âlem-i gayb cihetinden bulutlar âlemindeki kanunlarının tanzimi için müvekkel kılınmış meleklerin elinde iki açık delildir. Sonra, hikmet-i İlâhiye sebepleri müsebbelere bağlamıştır. Bulut, havada dağınık bulunan su bu*harından teşekkül edince, bir kısmı negatif elektrikle, bir kısmı da pozitif elektrikle yüklü olur. Bunlar birbirine yaklaşınca aniden çarpışır ve şimşek meydana gelir. Sonra birbirine girme, anî yer değişikliği ve-âlemde boşluk bulunamayacağı için-yerinin başkasıyla dolması sebebiyle de titreme olur, tabakaları dalgalanır ve gök gürültüsü doğar. Bu durumlar, ancak Ra’d ve Berk meleklerinin temsil ettikleri bir nizam ve kanun altında cereyan eder.”
Bediüzzaman’ın risaleleri i’câz’ın bu nev’inin örnekleriyle doludur.
Onüçüncü vecih: Allah Teala’nın marifetine ulaştıran yol Kur’ân’dır
“...105...”
Bediüzzaman Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif bulunduğunu söyler ve bunları şöyle sıralar: Birisi: Şu kitab-ı kâinattır. İkincisi: Şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrası olan Hz. Muhammed (a.s.m)’dır. Üçüncüsü ise: Kur’ân-ı Hakîm’dir.
Bundan anlaşılıyor ki: Bütün ma’rifetlerin en mühimmi, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkı ve diğer hakikatleri bilmenin kaynağı olan ma’rifet-i Halık’ın kaynağı ikidir: Birincisi: Vahiy; ikincisi ise: Kâinat, yani duyular, tecrübe ve müşahede. Bu, ta’lim ve terbiye alanında yararlanılması için gerçekten anlaşılması ve geliştirilmesi gereken bir yaklaşımdır.
Bediüzzaman merhum, i’câz yolları arasında bir tezahum bulunmadığını belirtir. İ’câz vecihlerinin bitmez tükenmez olduğuna, anlattıklarını İ’câzü’l-Kur’ân’ın sadece bir parçasını keşfeden kısa bir bahis olduğuna ve konuyu layık olduğu şekilde izah etmediğine inanır.
Kur’ân, dünya durdukça duracak ve yeni yeni mu’cizeleri de ortaya çıkacaktır. Kur’ân’ın diğer i’câz vecihlerini sadece zaman ortaya çıkarmayacak, âyetleri üze*rinde derin tefekkür ve teemmül, özellikle de Kur’ân atmosferinde yaşama da bu hizmeti ifa decektir.
İ’câzü’l-Kur’ân’a dair şüpheler
Bediüzzaman, asrın mülhidlerinin Kur’ân-ı Kerim hakkında uyandırdıkları şüphe*leri görmezlikten gelmemiş, aksine, bunlara karşı son derece uyanık davranmıştır. Kur’ân’ın kendi kendisini müdafaa ettiğini ve hükmünü icra ettiğini önemle belirt*miştir.
Bediüzzaman sözkonusu şüphelerin en önemlilerini ele alır. Şöyle ki:
Birincisi: Kur’ân’da müteşabihat ve müşkilat denilen, hakîkî mânâları anlaşılma*yan, bazı şeylerin bulunması, i’câzına münâfidir. Zira Kur’ân’ın i’câzı, belağat üze*rine müessestir. Belağat da ancak ifadenin zuhur ve vüzûhuna mebnîdir.
İkincisi: Yaratılışa ait meseleler, mübhem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza kâ*inata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise talim ve irşad mesleğine münafi*dir.
Üçüncüsü: Kur’ân’ın bazı âyetleri zahiren aklî delillere muhaliftir. Bundan o âyetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur’ân’ın sıdkına muhaliftir.
Bediüzzaman bu şüphelere şöyle cevap verir: Kur’ân’ın üsluplarında cumhûr-u nasın fehimleri müraat edilmiştir. Beşerin akıl seviyesine tenezzülatta bulunulmuştur. Ta ki, avam onları idrak ve fehmedebilsin. Onun için müteşabih gelmiştir.
"Gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti." (Bakara Sûresi, 29) 11 kaydını tefsir ederken aynı gerçeği şöyle te’yid et*mektedir: “Pek geniş olan Kur’ân-ı Hakîmin hitablarına, mânâlarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir amîden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum ef*kâr-ı ammeye olan müraatları, okşamaları fevkalade hayrete, taaccübe mucibtir. Her bir kısım insanlar, ("yedi gök" hakkında) istidatlarına göre feyz-i Kur’ân’dan hisselerini almışlardır.”
Bediüzzaman’ın “İşkâl dedikleri şey, ya üslubun pek yüksek ve muhtasar olma*siyle mânânın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur’ân’ın müşkilatı bu kabilden*dir” sözünde ise bir îtham vardır. Çünkü, zorluk anlayışlardan kaynaklanmaktadır, Kur’ân’ın kendisinden değil. Meselâ, müşkil diye iddia ettikleri âyetlere bakın. Bu kimselerin, sözkonusu âyetlerin sayıları ve neden müşkil sayıldıkları konusunda farklı görüşler ileri sürdüklerini görürsünüz. Öyleyse, her işkâl, ilminin azlığından ve bu konudaki yetersiliğinden dolayı sahibinin anlayışından kaynaklanmaktadır. Kur’ân, lafzını muğlaklaştırmaktan ve ibaresini güçleştirmekten münezzehtir.
Bediüzzaman, ikinci şüpheye ise şöyle cevap vermektedir: Eğer Kur’ân ta o zamanda kevnî ilimlerde tafsilata girseydi, cumhur-u nasın zihinlerini teşviş ederdi. En iyisi insanlarla akıllarının derecesine göre konuşmasıdır.
Üçüncü şüpeyi ise şöyle cevaplandırıyor: “Kur’ân’ın maksatları dörttür. Kur’ân’*da kâinatın bahsi, san’at-ı İlâhiyye ve nazm-ı nizam-ı bedi’ ile Nazzam-ı Hakikî’ye istidlal etmek için ancak tebe’î ve istitradîdir.”
“Hülasa: Madem ki Kur’ân bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur, şu şüphe addettikleri umûr-u selase, Kur’ân’a nakîsa değil, Kur’ân’ın yüksek i’câ*zına delillerdir. Evet Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı talim eden Cenab-ı Hakka kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr’in basar ve basîreti, hakîkatı hayalden tefrik edeme*mekten münezzehtir, celîldir, celîdir; veya insanları kandırarak muğalatalara dü*şürtmekten, meslek-i alileri ganîdir, alîdir, temizdir, tahirdir.”
Bediüzzaman, aynı şekilde Kur’ân’ın üslubu ile ilgili olarak da bazı şüphelere yer veriyor ve bunları kesin cevaplarla çürütüyor:
Meselâ, “Allah, celal ve azametiyle insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve cüz’î ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Aza*matine yakışır mı?”
Bediüzzaman bu şüpheye şöyle cevap veriyor:
“Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti, kullî, umumî, muhît ve şamildir. Cenab-ı Hakkın azametine mikyas, ancak mecmu’ âsarıdır. Meselâ, şems ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada, pis mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği va*kit, şemse karşı: ‘Ne için bu pis, bu mülevves zerre ile meşgul oldu ve ne için ona ziyasını verdi?’ diye itiraz edilebilir mi? (....) Hülasa: zerre gibi küçük şeyler veya âdî fiiller, Halık’ın halkıyla vücûda geldikleri için, O’nun dâire-i ilminde dahil olduk*ları bedîhîdir. Bu itibarla, onlardan bahsetmekte bilbedahe, müşahhat (münakaşa etmek) yoktur. (....) Kur’ân’ın muhatabı beşer olduğuna göre, Kur’ân beşerin hissiyatiyle memzuc olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin. Evet yüksek bir insan bir çocukla konuştuğu zaman, çocuğun şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. (....) Kur’ân’ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nası irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avam-ı nas çıplak olan hakaikı göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredâtı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf ve ih*saniyle hakikatları onların ülfet ettikleri bir libas ile, bir şive ile göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler.”
Araştırmanın sonuçları
Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın mu’cizeliğini isbat ve beyan konusundaki metodunda gözlenebilen bazı önemli hususlar vardır. Öncelikle İ’câzü’l-Kur’ân’ı açıklarken üze*rinde durduğu arka plana bakmak gerekir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, hiç kuş*kusuz o Kur’ân’a yapılan hücumlardan ve bu hücumlara karşı Kur’ân’ın bizzat ver*diği cevaplardan hareket etmiştir. Alimlerimiz, Kur’ân’ın mu’cizeliğini Araplara de*taylı olarak, Arap olmayanlara ise icmâlî bir biçimde açıklamaya özen göstermişler. Bediüzzaman ise, Kur’ân’ın mu’cize yönlerini bütün insanlara tasilatlı bir biçimde açıklamaya büyük ihtimam göstermiştir.
Bediüzzaman’ın, İ’câzü’l-Kur’ân’ı açıklama konusunda kendisinden önceki âlim*lerden etkilendiği doğrudur. Ancak, bu konuda daha önce hiç temas edilmeyen önemli bir takım çizgiler belirlediğini de itiraf etmeliyiz. Abdulkahir Cürcânî ve onun nazmu’l-Kur’ân konusundaki nazariyesini takdir etmekle birlikte, Abdulkahir’in var*dığı çizgide kalmamış, aksine bu nazariyeden çıkan başka bir meselede tafsilatta bulunmuştur. O da, münasebetler meselesidir. Bediüzzaman, buna büyük önem vermiş ve tefsir ettiği âyetlere kapsamlı bir şekilde uygulamıştır. O kadar ki, bu uy*gulamasında Zemahşeri’yi aşmıştır. Sözkonusu münasebetler üçtür: Ayetin âyetle münasebeti. Aynı âyetin cümleleri arasındaki münasebet. Her bir cümlenin keyfiyet ve unsurları arasındaki münasebet. Yani aynı cümlenin, lafız ve eczaları arasındaki ilişki, mânâsındaki münasebetler. Bu Kur’ân-ı Kerimdeki i’câz sırrını anlamak için “nazım nazariyesi”ne Bediüzzaman tarafından getirilen çok güzel ve önemli bir yeniliktir.
Aynı şekilde Abdulkahir Cürcanî’ye takdir ve hayranlığını bildirmekle birlikte Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın i’câz vecihlerinden sadece bir tanesiyle yetinmek konu*sunda onu taklit etmediğini, yani “Nazım Nazariye”sini i’câz konusunda tek ölçü ka*bul etmediğini görüyoruz.
Bediüzzaman’ın başka bir yönüne daha dikkat çekmek gerekir. O da, İ’câz ko*nusunda bazı orijinal ve yeni vecihler getirmesidir. Meselâ: Kur’ân’ın marifet ve medeniyet konusundaki i’câzına dikkat çekmesi, Kur’ân’daki ilimlerin birliğini vurgu*laması, Kur’ân’ın ilim ve ma’rifetin temel bir kaynağı olduğunu belirtmesi, Kur’ân’ın yapısındaki bütünlük ve ahengi açıklaması, Kur’ân’ın bütün semâvî kitaplara murakıb ve hakem olduğunu ifade etmesi... gibi konular Bediüzzaman’ın i’câzü’l-Kur’ân ko*nusunda getirdiği yeniliklerdir.
Bediüzzaman, i’câz vecihlerinden her birisine ve hatta bu vecihlerin şıklarına ori*jinal ve güzel misaller getirmiş ve bu açıklamalarında eski âlimler tarafından tekrar edilen misallerle yetinmemiştir.
İ’câz konusunu ele alan kitaplara göz attığımızda, müelliflerinin Kur’ân’ın mu’ci*zeliğini âlimler seviyesindeki kimselere göstermeye çalıştıklarını görüyoruz. Dolayı*siyle onların muhatapları sadece âlimlerdir, başkalarını nazara almazlar. Fakat, Bedi*üzzaman’ın onlardan farklı olarak, i’câzü’l-Kur’ân konusunda avam-ı nasa özel bir itina gösterdiğini gördüm. Bu gerçek, avamın da Kur’ân’ı anlayabileceği ve Kur’*ân’ın avam tabakası için de mu’cize teşkil ettiğini tekrar tekrar ifade etmesinde açıkça göze çarpıyor. Acaba, avama gösterdiği bu itinanın sırrı ne olabilir? Hiç şüp*hesiz Bediüzzaman “alim-i mürşid”e güzel bir örnektir. Çünkü, avamın seviyesini yükseltmeye çalışmış, böylece bir çoklarının Kur’ân’ı anlayıp mânâlarını idrak etme*lerine, dolayısiyle iki dünya saadetini kazanmalarına ve Kur’ân’a muhatap olma se*viyesine çıkmalarına imkân sağlamıştır.
Bediüzzaman İ’câz konusunda-özellikle-iki nokta üzerinde açıklamalarını teksif etmiştir. Birincisi: Beyan i’câzı. İkincisi ise: Batı ve materyalist felsefe karşısındaki ma’rifet ve medeniyet i’câzı. Acaba, bizzat Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi Arap olmayanların Araplaşıp, Arapların arasına karışınca lafız sanatının galebe etmesi se*bebiyle insanların dil konusundeki selikaları bozulmuşken beyan i’câzının rolü ne olabilir? Bir âlim-i mürşid olan Bediüzzaman, terbiyenin en evvel metod ve usule ihtiyacı olduğu inancındadır. Bunun en güzel yolu ise, belağat ve edebiyattır. Çünkü, bu insanın hassasıdır. İnsanın ruhunu en güzel şekilde terbiye, vicdanını en okşayıcı olarak tasfiye, fikrini en güzel biçimde tezyin eden ve kalbini en iyi şekilde genişleten bir nevi edebiyattır. Bundan dolayıdır ki, bu nevi edebiyatı, bütün ilimle*rin sultanıymış gibi, hepsinden daha yaygın, daha geniş, daha nafiz ve beşer kalbine daha yakın olarak görürsünüz. Bediüzzaman, belağatın ehemmiyetine ve akıl ve vicdana olan te’sirine önemle dikkat çeker. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Bediüzza*man bu i’câz vechine son derece önem verir.
Bediüzzaman, “Beyanî i’câz”ı açıklarken iki metod takip etiğini görüyoruz. Bi*rincisi: Buna yeterli derecede delil ve bürhan getirmesi. Fatiha Sûresinin tamamı ile Bakara Sûresinin ilk otuz üç âyetini içine alan parlak tefsiriyle bu metoda gözel bir örnek sergilemiştir. İkincisi: İ’câzü’l-Kur’ân konusundaki bu veche yöneltilebilecek bütün şüpheleri defetmek. Meselâ, Kur’ân’daki tekrarların sırları ve Kur’ân’ın şiir olmaktan münezzeh olduğu konusundaki ikna edici izahlarını gördük. Bana öyle ge*liyor ki Bediüzzaman, bu konuda, İ’câzü’l-Kur’ân isimli kitabının büyük bir kısmını şiirin tenkidi, tahlili ve Kur’ân’ın şiire olan üstünülüğüne tahsis eden el-Bakillânî’den daha iyi yapmıştır. Çünkü Bakıllânî, bu noktada israfa kaçmıştır. Eğer, Kur’ân naz*mının güzelliğini açıklamaya yönelseydi daha önemli ve üstün bir hizmet yapmış olurdu.
Yine Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın fasılaları (ayet sonları) konusunda ne güzel açık*lamalar yaptığını gördük. Bu açıklamaları yaparken, sadece âyet sonunun âyetle olan münasebetini belirtmekle yetinmemiş, aksine, bu fezlekelerin Allah’a iman ve sıfatullahla ilgili temel kaideler ihtiva ettiğini, Kur’ân’ın külli maksatlarını isbat ettiğini belirtmiş ve Kur’ân fasılalarının insanın vicdanı ve kalbi üzerindeki imanî ve psikolo*jik tesirlerini açıklamıştır. Bu güzel ve orijinal açıklamaları Bediüzzaman’dan başka bir kimsenin yaptığını görmedim.
Kur’ân’ın marifet ve medeniyet konusundaki i’câzına gelince, Bediüzzaman bu i’câz yönünü kavrayıp el atabilmiş, onu isbat edebilmiş ve Kur’ân’a hücum edildiği bu asırda bununla Kur’ân muarızlarına karşı koyabilmiş, ve bundan hareketle Batının bozuk medeniyetinin çürüklüğünü ve bu medeniyetin nasıl beşeriyeti dalalete sürük*leyip hak ve hakikati görmesine engel olduğunu isbat edebilmiştir. Bediüzzaman bunu yaparken, realiteyi konuşturmuş ve İslâm Ümmetinin, Allah’ın Şeriat ve ni*zamını terkederek harfi harfine ve adımı adımına Batıyı taklid etmesi karşısında duy*duğu teessüf ve üzüntü haliyle gerçekleri dile getirmiştir. Onun sözleri, Kur’ân-ı Kerimi yeniden hayat ve marifet alanına aktarmaya, Ümmetin inanç ve kültürünü tashih ve medeniyetini kurma konusunda Kur’ân’ı tekrar en büyük merciiyet ma*kamına iade etmeye açık bir davettir.
Mediüzzaman merhumun, ictimaî, beşerî ve tabii ilimlerin Kur’ân-ı Kerimin nur kaynağından çıktığını ve özellikle de Allah’ın güzel isimlerine dayandığını açıklama*sıyla “bilginin İslâmîleştirilmesi” fikrinin en büyük öncülerinden birisi olmuştur. Bu nedenle, Bediüzzaman’ın fikirleriyle “el-Ma’hedü’l-Alemî Li’l-Fikri’l-İslâmî” arasında bir köprü kurulmasını zarurî görüyorum.
Bediüzzaman’ın İ’câzü’l-Kur’ân konusundaki fikirleri öylesine gerçekçi ve canlıdır ki, günlük hayata aktarılmaya rahatlıkla imkân verir. Bu da, onun fkirlerini araştır*mak, onları geliştirmek, üzerinde yeni fikirler bina etmek ve bunların üzerinde do*nup kalmamakla olur. İslâmın sancağını asırlarca taşıyan bu millet, Batının materya*list medeniyetine karşı koyabilen Bediüzzaman’ı örnek alarak Kur’ân-ı Kerimin esas ve düsturları üzerinde eski şanlı tarihini yeniden kurabilir ve buna muktedirdir.
Hülasa: Kur’ân, âlimlere enerji kaynağı olmaya devam edecek, hayranlık uyan*dırıcı sırları bitip tükenmeyecek, bütün kitaplara ve bilcümle ma’rifetlere olan ha*kemliği sürecek ve âlimler: “Kur’ân hâlâ taptazedir!” demeye devam edeceklerdir.
Ben, Bediüzzaman’ın eserlerinde zengin bir fikir madeni buldum. Her fikri, Kur’ân-ı Kerimin i’câz vechinden biri sayılabilir. Bu açıklamalarımla maksadımı ifade edip edemediğimi bilemiyorum.
Rabbim, hamdederek Seni her türlü naksandan tenzih ederim. Senden başka hiçbir ilah olmadığına şehadet ederim. Senden af diler ve Sana tevbe ederim.
____________________
1 Doç. Dr. ZİYAD HALİL MUHAMMED ED-DEĞAMİN
1962’de Amman’da doğdu. 1987’de masterini ve 1991’de doktorasını tamamladı. Halen Malezya’da Uluslararası İslâm Üniversitesinde öğretim üyesidir.
Yayınlanmış eserlerinden bazıları:
1) Mevzuî Tefsir’de Araştırma Metodu.
2) Kur’ân Tefsirinde Disiplinli Metod.
2 Kamer Sûresi: 20.
3 Mâide Sûresi: 31.
4 Yâsîn Sûresi: 39.
5 Bakara Sûresi: 255. âyet; İbrahim Sûresi: 32-34. âyetler.
6 Cum’a Sûresi: 1.
7 Nebe’ Sûresi: 7.
8 Hicr Sûresi: 217.
9 Hadîd Sûresi: 25.
10 Kehf Sûresi: 109.
11 Bakara Sûresi, 29
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE MÂRİFET TEORİSİ
EDİB İBRAHİM DEBBÂĞ 1
1.
Bugün Müslüman, yirmi birinci yüzyılın kapısında, bir çok yeni fikirlerin, kültür*lerin ve ilimlerin kulağını sağırlaştırdığı bir asır ile karşı karşıya bulunmaktadır. Çünkü, beraberinde getirdiği tenkit ve ayırımcılık hissiyatı-ihmâl ve atâlet ile-neredeyse onun meselelere berrak ve açık bir şekilde yaklaşma kudretini kaybetmiş haldedir. Bu korkunç fikrî tufan karşısında, kendini imanî köklerinden ve temellerin*den az kalsın ayırır ve koparır duruma gelmiştir. Bunların temelinde, hiç şüphesiz, ışığında bu engellere karşı koyabilecek ve ona asrın şüphelerine mukabil sarsılmaz, kırılmaz ve şaşmaz fikrî ve vicdanî esaslarla mukabele imkanı verecek güçlü bir “mârifet nazariyesi”nden mahrum oluşu vardır.
Muasır Müslümanın içinde bulunduğu bu müşküllerin çözüm yollarını arayan bir kimsenin öncelikle şu gelen sualleri dikkate alması gerekir:
Müslümanın “iman bilgisine” ulaşması nasıl mümkün olur? “Mârifet ile iman”a nasıl ulaşır?
Daha açık bir dille; “iman”dan “mârifet”e, “mârifet”ten “iman”a nasıl bir yol bulunabilir?
Bu sorulara cevap olmak üzere ciddî çalışmalar yapılmış, başlangıçtan günü*müze kadar, bir çok İslâm alimi ve düşünürü yüzlerce kitap, araştırma ve makaleler kaleme almış ve bunlardan her birisi kendi ihtisas sahası doğrultusunda, İslâm haki*katleriyle, özellikle modern asrın keşfettiği kevnî hakikatler arasındaki “tetâbuku-uygunluğu”; dinî düşüncenin doğruluğu ile, yapısı batıl ve evhâmla kirlenmemiş beşerî fikirlerin doğruluğu arasındaki derin-batınî yakınlık bağını değerlendirmiştir.
İslâmî düşünceyi ortaya çıkarma konusunda hiç kimsenin şüphesi bulunmadığı bu övgüye layık gayretler, maalesef ayrı ayrı dağınık bir halde bulunmaktadır ve bun*lar biraraya toplanarak, parçaları arasında irtibat kurulamamış, bu asırda aklî ve imânî açılardan gelen taarruzlara karşı koymaya yetecek gücü sağlayan “mârifet-i imaniye” anahtarını Müslümanın eline verebilecek “mârifet ifadeleri”nden uzak kalmıştır.
Asrımızdaki kültürel yönelişler, fikir erbabınca fikrî müfredâtın tanzim edilmesini ve bunun bir tek teori çerçevesinde toparlanmasını gerektirmekte; bu parçaları birbirine bağlayacak, bir tek mârifet yoluna çıkaracak, bu doğrultuda ortaya çıkan fikrî cevheri, onun hakikatini ve temellerini bilmeyi mümkün kılacak zihnî bir bağın kurulmasını icap ettirmektedir.
Buradan da anlaşılacağı gibi asrımız, insan davranışları, bilgileri, kültürleri ve ilimlerinin bütününden ortaya çıkan bir “teoriler, denklemler, kanunlar, semboller ve rakamlar” asrı olma özelliğini taşır.
İçimizdeki görüş ve fikir sahipleri, fikirler arasındaki müfredat ve cüz’iyyat ara*sında kaybolmaya devam ettikleri, fürüât ve ayrıntılarda boğuldukları sürece, müte*kâmil marifet çizgisinde fikrî dağınıklığın tasnifine yönelik gayretler kendini göste*remeyecektir.
2.
Bu alanda eşine ender rastlanır başarılı gayretlerden birisini Bediüzzaman Said Nursî telif ettiği risâleleriyle ortaya koymuştur. Risalelerin tamamı yüz otuz parça*dır. Bu eserler mârifet-i imaniye için gayet geniş ve metin birer zemin oluşturmuş*tur. Bunları içimize sindirebildiğimizde fikrî ve vicdanî bir doyuma ulaşabilir, günü*müz dünyasında önümüze çıkan fikrî ve vicdanî müşküllere karşı koyma gücüne sa*hip olabiliriz.
Bediüzzaman’ın şekillendirdiği ve sınırlarını çizdiği mârifet-i imaniye, şu âyet-i kerimeyi çok iyi anladığını gösterir:
“Onlara gerek içinde yaşadıkların âlemin her tarafında, gerekse kendi nefisle*rinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur’ân’ın hak olduğunu onlara iyice açık*lanmış olsun...” 2
Bu ayet-i azimenin ışığında, birçok akıl sahiplerinin mârifet konusunda dikkate almadıkları noktaları değerlendirerek, bu konuyu temelinden ele almış ve mârifeti aşağıdaki gibi üçe ayırmıştır:
1- Semâvât ve arz, her ikisi arasındaki ve yeraltındaki varlıklarla ilgili ilimleri şâmil olan mârifet-i kevniyye.
2- İnsanın yapısını, ferden ve nev’an, zâhiren ve bâtinen insanı ilgilendiren her şeyi şâmil olan mârifet-i insaniyye.
3- Allah’ın varlığı, Onun yarattığı şeylerdeki rubûbiyyeti ve şuûnatıyla irtibatlı olan mârifet-i İlâhiyye.
Bu üç mârifet çeşidi birbirini istilzâm, birbirine istinad ve delâlet etmekte, birbir*leriyle ayrılmaz bir bütün teşkil etmekte ve bu âlemde münferid, müstakil ve ayrı bir mârifet şekli görülmemektedir.
Bir mü’min oluşum, ârif olmamı gerektirir; çünkü mârifet benim niçin mü’min olmam gerektiğini kuvvetli bir şekilde bana bildirir.
Sıdk ile ve derinlemesine ârif oluşumla, sahip olduğum mârifet beni mârifet derecelerinin en yüksek mertebesi olan mârifetullaha yükseltir.
Bir insan olarak, insanın durumu, yapısı, varlığı ve gidişatı üzerinde önemle du*rup, alemde ve kâinattaki küçük hacmine rağmen batınında sakladığı gizli sırları öğrenmek beni sonuçta bu insanın ve mevcudatın Hâlıkını bilmeye yöneltir.
3.
Bu mârifet çeşitleri, tıpkı bir eşkenar üçgenin kenarları gibi birbirleriyle bağlantı*lıdır. Taban kenarlarından birinde “mârifet-i kevniyye”, diğerinde “mârifet-i insa*niyye” bulur. Tepe noktasında ise “mârifet-i İlâhiyye” yer alır.
Bu üçgenin hangi köşesinden okursak okuyalım, her zaman tabandan zirveye doğru çıkarak okuyabilir veya aynı şekilde zirveden tabana inebiliriz. Yani; eğer imân yolunda kâinat ve insanı tanıyabileceğimiz gibi, kâinat ve insanı tanıma yo*lunda imânı hareket noktası yapabiliriz. Aklımız mârifet yolunda hangi birisinden başlarsa başlasın, diğer iki mârifet şeklinin muhal olmadığı sonucuna ulaşır. Adeta her üç mârifet, tıpkı eşkenar üçgenin bir tek matematiksel şekil meydana getirme*leri gibi, bir tek mârifeti teşkil eder gibidir.
Din, kültür ve ilim meselesinde bir çok vartaya düşenlerde gördüğümüz gibi, ayırımcı ve infirâdî nazardan çekinmemiz gerekir. Böyle bir bakış açısı mütekâmil bir mârifet yapısı bina etme gayretlerini boşa çıkaracaktır.
Terkîbe (birleştirmeye) yönelik câmi’ bakış açısı, böyle bir mârifetin inşasında muhtaç olduğumuz bir yaklaşımdır. Tıpkı dağılmanın, kâinatın üzerine kurulu bulun*duğu terkip esasıyla tenakuz halinde olması gibi. Zira bu binâ etme değil yıkımdır; terkip ise yıkım değil binâ etmektir. Daha derinlemesine bakacak olursak, bizim kâ*inatla olan bağlantımız, ondan ayrılmaz bir parça oluşumuzla ortaya çıkar. Çünkü, bizlerin ondaki terkibî kanundan uzak kalmamız veya kesretten vahdete, cüz’den külle yönelirken ondaki kanunlardan ayrılmamız düşünülemez. Bilakis, anlayış ve idrakte, bilgi ve fikirlerin şekillendirilmesinde, düşünce yapımızı bu kanunlar çerçe*vesinde belirlememiz gerekir.
4.
Müslüman düşünürün aklı, muhtelif mârifet noktalarını massetmeye, onları haz*metmeye ve kalem lisanıyla küllî bir vahdet şekline çevirmeye kadir bir basîrete sa*hip olmalıdır.
Zihninde, fikrî problemler hakkında geçmiş tarihe has muayyen ve sınırlı çözüm sureti bulunan bir kimsenin yazdıklarıyla, zihninde kâmil imânî bir medeniyet sûreti bulunup, onu yeni bir zemine oturtmak, donmuş, hareketsiz medeniyet hissinden kurtulmak, kendisini hararete, harekete yöneltmek, kendisindeki cevheri, vücudun*daki sonsuzluk unsurlarını havî derinlikleri anlamak isteyen kişinin yazdıkları arasında büyük farklar vardır.
Evvela, câmi’ ve şümullü akıldan mahrum olan, cüz’iyyattan ve müfredattan kendini kurtaramayan, düşünceleri küll-ü küllîdeki cüz’-ü cüz’î ile meşgul olan nisbî bir merhale vardır.
İkinci merhalede ise, bütün unsurları ve parçalarıyla mutlak-küllî bir medeniyet birliği lisanıyla konuşulur; imanî tefekkür ameliyesinde sathîlik ve kusur illeti sayılan teczie ve parçalarda boğulma hatasına düşülmez.
Bediüzzaman Said Nursî risalelerinde, âfâk ve enfüste cevelân eden gözlerinin keşfettiği gibi, İslâm medeniyetindeki imanın sûretini resmeder. Kevnî, insânî ve İlâhî ayırımları arasındaki engelleri ve sınırları ortadan kaldırır. Ona göre bu üç un*sur, müslümanın vicdanından başlayıp, aklı ve ruhunun mârifetleriyle devam eder, meyvesinden taşına bütün varlıkların derinliklerine kadar uzanır.
5.
Günümüzde, İslâm medeniyetini yeniden hayata geçirme gücü neredeyse öl*müş, ruhunu bıkkınlık ve yorgunluk sarmış, cismi duyarsızlaşmış, damarları donmuş, aklı ve kalbi hastalanmış, içini zamanın ölü ve öldürücü boş hevesleri kaplamış, me*deniyet düşüncesinden uzaklaşılmıştır. Geçmiş zamanlarda olduğu gibi, bedeni zin*danlarda da olsa hürriyetinden koparmayan, nur ve hidayet ışığı saçan imanî bir enerjiden güç alan Müslüman insanın azîm medeniyet ruhundan arta kalanı-bütün taş kalpliliğiyle-taşlaştıran sağır ve ruhsuz maddeci gürûhun taarruzuna karşı basî*ret, akıl ve kalp şimşeklerini çaktıran ruhî enerjisinin, zamanla tedrîci bir değişime uğraması şeklinde kendini gösteren sekerâtı giderek şiddetlenmiştir.
İşte bu tablo, bizlerin içinde bulunduğu karamsar durumu, yeniden medeniyet alanında rol üstlenebilmek için ayaklarımızın üzerinde doğrulabilme, diğer yandan tarihin derinliklerinden günümüze kadar görülen bütün olaylara nüfûz edebilme melekesine sahip, bizleri tarihin ve zamanın dışına iten sebepleri bir bir yok edecek kudretli ve çaplı bir mütefekkirin ortaya çıkması konularındaki ümitsizliğimizi gös*termektedir.
Böyle bir ortamda, İslâm ümmeti olarak düşüşümüzün ve çöküşümüzün sırlarını anlamak güç değildir. Zira, öyle bir vaziyetteyiz ki, aklımızdaki mârifet-i ilâhiye ve mârifet-i insaniye, kevnî ilimlerle tabiî ilimler arasında bir bölünmüşlük vardır. Şuur*suzluk içindeki ümmetin medeniyet uykusundan uyandırılması ve yeniden harekete geçirilmesi için bu asırdaki mütefekkirlere, bir cihetten kevnî ve insânî gerekler ara*sında, diğer cihetten gayra nisbetle meşîet-i İlâhiye arasında zihnî bağlar kurma gö*revi düşmektedir.
6.
Bediüzzaman Said Nursî’yi okuduğumuzda, sadece insâni ve kevnî hakikatleri alıp, İlâhî hakikatleri gözardı etmeksizin, gayet îcâzlı bir şekilde İlâhî, insânî ve kevnî hakikatler arasında kurduğu câmi’ fikrî terkipleri sunarken sergilediği benzersiz kud*reti karşısında aklımız adeta durmaktadır.
İşte, Bediüzzaman’ın cami’ ve şâmil düşünce yapısına dair ipucu verecek bazı örnekler. Cenab-ı Allah’ın bir buyruğunu dile getirerek şunları söylüyor:
"Herşeyden yüce olan Rabbinin ismini tesbih et. O Rabbin ki, herşeyi yaratıp düzene koymuştur. O Rabbin ki, herşeye lâyık bir şekil ve ölçü tâyin etmiş ve onu yaratılış gayesine yöneltmiştir." (A'lâ Sûresi, 1-3) sırrınca: Umum eşyada hususan zihayat masnûlarda hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi her şeye bir miktar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle verildiği ve o suret ve o miktarda mas*lahatlar ve faydalar için eğri büğrü hudutlar bulunması; hem müddet-i hayatla*rında değiştirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkip edilen manevî ve muntazam birer sûret, birer miktar bulunması, bilbedahe gösterir ki: Bir Kadîr-i Zülcelâl’in ve bir Hakîm-i Zülkemâl’in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve kud*retin destgâhında vücudları verilen o hadsiz masnûat, o Zâtın vücûb-u vücûduna delâlet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler. Sen kendi cismine ve azâlarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve fayda*larına bak! Kemâl-i kudreti gör.” 3
7.
Müslüman insan-rûhî derinlik kazanmasıyla-zamanın ve tarihin haricine çıka*rılsa da yine kevnî bir unsur olarak kalacaktır. Böylelikle, zamanı ve tarihi aşıp, ter*kettiği gerçek yerini yeniden elde etme fırsatını yakalayacaktır. Neticede ise, za*manın nabzından ve tarihin kalp atışlarından bir cüz’ olmasını engelleyen bütün ayı*rıcı sınırları ortadan kaldıracaktır.
Zamânî ve tarihî ağırlığının kaybolması korkusu, mahbus bulunduğu ademî boş*luk kazanında ruhunu saran bir çok engellerden sadece bir tanesidir. Bununla ken*disini, milletlerin, ümmetlerin ve medeniyetlerin ölümle yüzyüze geldikleri tarih nehrine yeniden döküldüğünü hisseder.
İnsanın, değişim tarihinde, zahiren ve batınen vücudda olduğu gibi devamlı isti*hale halinde olduğunu ve sürekli değiştiğini bilmek, onun kâinattaki dinamiklerle ve hareketlerle bağlantılı olduğunu te’kid eder. Zira, insan ondan bir parçadır. Bir hal üzere kalmak ve donuklaşmak, hayatın en güzel yönlerinin, en derin fikirlerin ve en temiz hareket tarzının boy gösterebilmesine yönelik olarak, insanın derinliklerin*deki mahiyetini, zâtındaki gizli sırları açığa çıkaracak değişimin de durması demektir. Hiç şüphesiz ondaki bu değişimde, kuvvet ve zaafın, genişlik ve darlığın, imdad ve kifayetin birarada bulunduğunu bilmek gerekir. Bu yolla, nefsindeki nakîzaları ve ih*tiva ettiği zıtlıkları açık bir şekilde görebilir. Neticede ise, onun idaresine güç yeti*rebilir, inat ve isyanını dizginleyebilir hale gelecektir.
“İ’lem Eyyühe’l-Aziz! İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs’attedir ki, iha*tası mümkün değildir; ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet, bazan zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bazen de, âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misa*fir eder. Bazen de o kadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki; Vâcibü’l-Vü*cûdu görmeye çalışır. Bazan de küçülür, zerreye benzer. Bazan da semâvat ka*dar büyür. Bazan de bir katreye girer. Bazan da fıtrat ve hilkati içine alır.” 4
8.
İnsan, pozitivizm kanununca yorumu yapılmaktan aciz kalınacak şekilde harika fikirlere ve fiillere sahip, bu âlemde benzersiz olarak niteleyebileceğimiz bir varlık*tır. İzafiyet, fizikî cismine, husûsi kanunları ve kuralları çerçevesinde eğilebilir ve bazı yorumlar getirebilir. Ancak, onun batınî yapısına el uzatmaktan aciz kalır. İnsa*nın batını, onun hakikî âlemidir ki, bu yönüyle sebebiyet anlayışına adeta isyan eder. Bu yönü onun vücud bulmasındaki motor gücü ve kâinatın haricinde ve tabiatın gerisinde, hayatının bir dinamosudur. Bu güç, enbiyânın fikirleri fiillere çevirmede kullandıkları bir enerjidir. Bu fikirler ve fiillerin uzaktan yakından sebeplerle bir ilgisi yoktur.
Pozitivizm ve cazibe kanunlarının keşfedilmesi hakikaten ilmî fütûhata büyük ko*laylıklar sağlamıştır. Alimler, bir çok kevnî ve hayatî düğümlerin çözülmesine yöne*lik deney ve araştırmalarında bu yola dayanmışlardır. Ancak itiraf etmeliyiz ki pozi*tivizm ve cazibe kanunları zamanla, dinî ve rûhî düşünce alanlarında, fikir ve ruhun hareket kabiliyetine yönelik aklî ve vicdanî engeller haline gelmişlerdir. Bu sebeple, İlâhî değişim kanunu gibi insanla alakalı olan bütün yönlerin tabiat kanunlarınca ele alınması ve yorumlanması imkânsızlaşmıştır.
Pozitivizmdeki katılık ve akla olan baskısı, çok ileri boyutlarda hissedilen âlemin nihayetinden nihayetsiz duygulara varıncaya, nisbî olan sayılabilen şeylerden fikir ve akîde yönüyle asla sayılamayacak derecede sınırsız olan mutlaka kadar insanın şuûrî ve hads kuvvelerini tatil etmeye zorlamaktadır. Bir çok meşakkat ve engellerden sonra, pozitif aklın idrakten aciz kaldığı bir çok hakikatteki harikalığın hads ve şuur ile elde edilmesini sağlayan telakkî ve istikbâl kapıları böylece kapanmış olacaktır. Pozitivizm azgınlığı ve onun hareket metodu birçok günümüz düşünürünün aklını hakimiyeti altına almış, insanlarda vicdanî açıdan yer etmeye çalışmış ve bütün faali*yetini onları kapalı, dar bir hissî daire içine almaya hasretmiştir. Bu dar kalıbı ancak arınmış güçlü nefislere sahip olanlar kırabilir.
Tereddüt ve korku içindeki nefisler ise, yine şaşılacak bir şekilde pozitivizm ağına sığınmaktadır. Zira ondan uzaklaşıp kurtulmaktan acizdir. İşte, Batılı müte*fekkirlerin ve âlimlerin ortaya koydukları pozitivizmin galibiyetine mukabil, azîm imanî fütuhattaki şahid olduğumuz gerilemenin temel sebebi burada yatmaktadır. Bizdeki basîretin bozulmasından dolayı, onların pozitivizm perdesi altında bizleri imandan alabildiğine uzaklaştırarak dalâlete atmak istediklerinin maalesef farkında değiliz.
İşte Bediüzzaman, pozitif aklı muhakeme ederek, yakıcı bir şekilde şöyle tenkid eder:
“Her bir mevcud, doğrudan doğruya Zat-ı Ehad ve Samede verilse; vücûb de*recesinde bir suhûlet, bir kolaylık ile ve bir intisab ve cilve ile, her bir mevcuda lazım her bir şey, ona yetiştirilebilir. Eğer o intisab kesilse ve o me’muriyet ba*şıbozukluğa dönse ve her bir mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina derecesinde yüz bin müşkilat ve suûbetle sinek gibi bir zihayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan gayet harika bir makina-i vücûdunu icad eden, içindeki kör tabiatın, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farzetmek lazım gelir. Bu ise bir muhal değil, belki binler muhaldir.” 5
9.
Burada Bediüzzaman’ın, pozitif aklın kasden veya kasıtsız olarak halk ve icâd noktasında bazı Rubûbiyet özelliklerini sebeplere vermeyi esas alışını şiddetle tenkid ettiğini vurgulamak istiyorum. Haddizatında pozitivizmin nazarında kâinat sığınılacak bir kaledir. Onu kendisine sımsıkı bağlamış, onu kendisinden ayıracak, koparacak her türlü sebebi bertaraf etmeye çalışmıştır. Aslında onun esasları, kâinatın ardında, bütün varlık aleminde vaki olarak dercedilmiş mucizevî İlâhî amellerdir.
Hayatla ilgili bazı kaideleri açısından, bir mü’minin imanı pozitivizme itimad et*meye mani değildir. Diğer yandan ona olan itimadı, pozitivizm kafesinden imani görüşlerini kurtarmasına ve sert duvarlarını parçalamasına engel olamaz. Bu hare*ket alanını, pozitivizmin ulaşamadığı ve onun dışındakilerle iktifa ettiği ruh ve vicdan yönlerinden vaki olan mesajlara kulak vermeyi de içine alacak şekilde, hududsuz olarak, ebede kadar uzanır.
İnsan, ebedi ve hududsuz olan bu alemi sadıkane bir şuurla kabul ederek, ona kucak açabilir. Zira bu alem perdesi,-Bediüzzaman’ın dediği gibi-insanın lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile yaptıklarının yanısıra fıtrî tazarrûlarına bir cevap olarak İrâde-i İlâ*hiye ile açılacak, bu da tıpkı ademden vücûd âlemine, ölümden hayat vatanına inti*kal eden bütün hayat sahipleri açısından geçerli olduğu gibi, ölümden sonra, insan*lara bir izzet ve yakınlık belirtisi olarak verilecektir.
Bediüzzaman, kâinatın ardındaki âlem-i gayba nüfûz etme kudretine sahip basî*ret-i rûhiyesini kaybetmiş bir nazarla kesafetli olan şu âlem-i şehadete bakmaz. Onun hissiyatına göre bu âlem-i şehâdet, bütün mu’cizâne vasıflarıyla bir levha-i i’*câziye şeklini almıştır. Bir Mübdi-i Bâri-i Kadîrin elinde resmedilmiş ve en güzel şe*kilde yaratılmıştır. Ancak bu âlem-i şehadet, bir gölge, remiz ve îmâdır. Daha gü*zel, daha mukaddes ve daha harika, aynı zamanda nihayetsiz ve ebedî bir âlemin gölgesi ve nümûnesidir. Mü’minlerin güzelliklere meftun ve müştâk nazarlarını beklemektedir.
Bizim içimizde, güzelliklerin müşahedesine fıtrî bir yakınlık, düşkünlük ve ünsi*yet, aynı zamanda bu özelliği taşıyanlara karşı bir incizâb vardır. Haddizatında ce*mâlin kendisi bizleri şevke ve zevke yöneltir. Güzelliklere meftun, onlara değer ve*ren, hislerini onlarla tathir ve tehzîb eden ehl-i zevk müşahidlerin nefislerindeki saf*vet bu konuda gereklidir.
Ve keza, bir cemâl sahibi, daima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise, ahiretin vücûdunu ister. Çünki, daimî bir cemâl, zail ve muvakkat bir müş*taka razı olmaz. Onun da devamını ister. Bu da ahireti ister...
Ve keza, görünüyor ki, bu alemin sahibi, yaptığı şu kadar fiillerin delaletiyle ha*rika bir sehavete sahip olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve se*mereler ile hamile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedî sehâvet, tükenmez servet, ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muh*taçların da devam-ı vücûdunu iktiza eder. Zira nihayetsiz bir sehavet, harika bir ke*rem, daima halka ihsan ve in’am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in’amlara min*nettar ve muhtaç olanların devam-ı vücutlarını ister. 6
10.
Nefs-i mü’minin kevnî, insânî ve ilâhî hakikatler ile tevhid cihetindeki imanî haki*katlerin arasına engel koyması hakikaten müessif bir durumdur. Bir tek marifet na*zariyesi etrafında tevhidî bir terkibin şekillendirilmesinde dayanılan zihnî unsur, imanın cüz’iyyatı ve bölümleri konusunda büyük bir acze ve enerji sarfiyatına se*bep olacak kadar güçlü bir unsurdur. Bu durum normal bir Müslümanın, daha ön*ceden girişmediği böyle bir imanî tecrübe için cesaretini kırmaktadır.
Böylelikle Bediüzzaman dinî bir vecibeyi yerine getirme açısından, henüz imanî kuvveleri uyanmamış ve tevhid mârifetini idrak derecesine ulaşamamış insanlara yardım etmeyi kendisine şart koşmuştur. Risaleleri aracılığıyla onları mârifet-i imâ*niye dairesi içine gayet emin nefislerle girmeye teşvik etmiş, bunun idraki için yapı*lacak cihada yönelik önlerine uygun yol açmıştır. Bunu gerçekleştirirken dalâlet ve inkâr vasıtalarıyla aralarına set çekmeyi ihmal etmemiştir.
Bu mârifet yolunun idrakine ulaşabilmesi için Müslümanın yaptığı cihad,-Bedi*üzzaman’ın takdim ettiği gibi-küfür, fısk ve isyan gibi kerih gördüğü şeylere karşı yapacağı cihadın üzerine kurulur. Çünkü sevdiği şeyler uğruna yapacağı cihadın tamam olabilmesi için öncelikle kerih gördüğü şeylere karşı cihad açması gerekir. Eğer bu yolda aceleci olunur ise, çoğu zaman başarı elde edilemez. Bu acelecilik ve aşırı istek sonucu, tek tek aşılması gereken merhaleleri bir defada aşmaya çalışa*cağından, öncelikle bir takım yorgunluk emareleri görülecek, gençlik ve delikanlılık dönemini yaşamadan ihtiyarlığın ve yaşlılığın sıkıntılarını yüklenecek, sür’atle güçten ve takatten düşecek, daha hedefine ulaşamadan iman gücünü giderek kaybedecek*tir. Böylece o kimse, tıpkı Resûlüllahın (a.s.m.) vasıflandırdığı gibi, hırsla eşeğine fazla yük yükleyen kişinin hem eşeğinden, hem de mallarından olmasına döner.
Mârifetin desteklediği iman ve imandan destek alan mârifet konusuyla ilgili bir Risâle-i Nur talebesi şunları söylüyor:
“Ruhumda büyük bir boşluk hissederek, okuyacak kitap ararken, Risâle-i Nur’u okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki o büyük ih*tiyacı, Risâle-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmî ve imanî şüphelerden kurtaran aklî ve imanî isbatları onda buldum. Böylelikle vesveselerin verdiği sıkın*tılardan kurtuldum. Bu hakikatlerden anladım ki; Risâle-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.” 7
11.
İnsan, bir sebepten dolayı benliğinin hastalığa düçâr olması dışında ilhad ve adem çukuruna asla yuvarlanmaz. Bu hastalık sebebiyle, âlem-i hissin ardındaki ya*kînî ve vicdanî şuur kaynakları kurur. Nefsinde kesif ve galîz bir his kendini gösterir. Bu alemin ardında muttali olduğu hakikatleri inkâr etmeye koyulur. “Kevniyet” (oluşum) kelamından öteye söyleyeceği bir şey kalmaz. Bu konumda fazla geçme*den, kendisini görüş açıklığını ve müşahede safiyetini kaybetmiş bir şekilde, ölü bir bakış açısıyla yeniden haşredildiğini görür. Zihnî bir çalkantı yaşar. Anlayışında dal*galanmalar olur ve yavaş yavaş varlığının sırlarını tanımaya, mevte ve fenâya mah*kûm olarak düşündüğü bu varlıktaki mânâ ve gayeleri anlamaya başlar. Kâinatın ardındaki âlemden fışkıran bu müthiş mânâ akımını gözetlemekten aciz kalır. Her bir varlığın, muhtaç olduğu mânâları üzerlerinde görür. Ve böylelikle mânâ bütün kâ*inatı doldurmuş, vücûd alemi onun esiri olmuştur. Manasızlık ise sadece kendini be*ğenmiş hastaların hayallerinde kalmıştır. Neticede böyleleri nefs, kâinat ve hayat ci*hetlerinden, en önemlisi nefsin, kâinatın ve hayatın Hâlıkı (c.c.) canibinden çok ağır bir mes’uliyeti boynuna yüklemiş olur.
Eğer bazıları açısından mevt ve fenâ korkusu imanî bir perde olursa, bu hal on*ları ebediyet ve bekâ sebeplerine ulaştıracak her türlü yolu araştırmaya itecektir. Bazıları ise, bu korkularını ademî bir ilhad fikriyle perdelemeye çalışacak, mevtin hayatı hitama ereceği bir son ve hatime olduğu zannını taşıyacaklardır. O kısa akıl*larıyla ölümün sırrını kavrayamayıp da, büyük bir uyanışla kendine gelenler, bu yanlış itikadlarını terkedecekler, zihinlerinde dolaşan problemleri ve müşkillerin ta*mamına cevap bulabilecekleri “din”e yüzlerini çevireceklerdir.
İşte, mülhid bir insanın yaşadığı içler acısı durum budur. Yukarıda iktibas ettiğim bir Nur talebesinin söylediği gibi hayatta yaşanan boşluk ve yalnızlığın gerçek se*bebi buradan kaynaklanmaktadır.
12.
Fertlerin, ümmetlerin ve halkların nefsî terkible birlikte fikrî ve vicdanî teem*mülde bulunmaları, esas hedefe ulaşabilmek için köklü bir medeniyet usûlüne sımsıkı bağlanarak işe başlama gerekliliğini ortaya çıkarır. Sahibi oldukları akîde ağacını besleyen, zevale ve nihaî dağılmaya maruz kalmaktan muhafaza eden akaidî kökleri yeniden tanımak için nefsî (psikolojik) tarihlerine eğilmeleri halinde, kendilerine mu*hatap olan, onları dinleyen ve anlayan insanlara en uygun davet dilini seçme fırsatı sağlayacaktır.
İslâmın bir şehri konumundaki Müslüman için tarihî terkip, nefsî ve fikrî dokusu içinde yer alır. Özellikle Müslümanın onunla beraber Kur’ân’ı uyguladığı “zaman” mefhumu ezelden ebede kadar bir vahdet unsuru gibidir. Bu kavram, Allah’ın il*minde bir vahdet unsuru olmuş ve olmaya devam edecektir.
Kur’ân-ı Kerim, tıpkı dalgaların vurmasını ve kabarmasını engelleyen, darbele*rine karşı koyan, engin vadileri istila etmesini önleyen dağlar misali, yekvücud bir vahdet içinde, kesintisiz ve fasılasız bir şekilde ezelden ebede kadan bütün haşme*tiyle uzanmıştır.
Kur’ân, olan şeylerden adeta bu gün oluyormuş, olmaya devam ediyormuş ve hep olacakmış gibi söz eder. Olacak şeyler hakkında da adeta bu gün olmuş gibi bahseder. Gayb ve şuhûd alemlerinden haber verirken, adeta gayb şuhûd gibi, şu*hûd gayb gibidir. Sanki bu iki âlem ayrı değil de, müttehid bir birlik halindediler.
Bu sebepten dolayı, Bediüzzaman’daki mârifet çizgisine baktığımızda, dünyevî ve uhrevî olarak iki âlem arasındaki ikiliğin kaldırıldığını görürüz. Dünyevî âlem, ahirete açılan bir kapıdır ve sadece vehmî ve itibari perdeler dışında buradan gir*meye dair hiç bir engel yoktur. Son durağımız olan ahiret âlemi teşekkül ettiğinde, iki mu’cize âlem hakkındaki bilmediklerimiz ayân beyân ortaya çıkacaktır.
Kur’ânî Müslümanlık, iki âlemi birlikte kuşatmayı ve mârifetin sınırlarını bu iki âlemi içine alacak şekilde genişletmeyi gerektirir. Eğer böyle bir imanî anlayış içinde dünyevî hayatı çevreleyip de nisbî, mahdûd ve fanî olarak görülen her bir şeye tepeden bakılırsa, bazı hakikatler görülecektir. Nûrâniyet-i Kur’âniye ile, her bir fanî, mahdûd ve nisbî olan eşyaya sonsuzluk, sınırsızlık ve ebediyet verebile*cektir. Böylelikle bu iman sayesinde Müslüman, Cennet-i kübrâya vasıl olmadan önce bu dünyasını bir cennet-i suğrâya dönüştürecektir. Bu hakikate Bediüzzaman şöyle işaret eder:
“Hayatın iki vechi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar, diğeri şeffaf ahirete na*zırdır. Nefis, siyah vechin altına girer. Şeffaf veche terettüp eden saadet-i ebe*diyeyi ister.” 8
İnsan nefsi, bekâ ve ebediyet sevgisiyle yaratılmıştır. Onu ister ve şiddetle arzu*lar. Hatta, devamiyet mânâlarından birisine malik olarak vehmettiği şeylere karşı da büyük bir şevk ve aşk ile sarılır. Gördüğü ve lezzet aldığı dünya ve ondaki şeylere bekâ özelliği vermeye çalışır. Bu fıtrî hakikate Bediüzzaman şöyle temas eder:
“İ’lem Eyyühe’l-Aziz! Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekâdır. Hatta vehmî bir devam ile kendisini aldatmazsa hiç bir lezzet alamaz..” 9
13.
Âlem-i gayb, bütün dinlerce müjdelendiği gibi, bekâ ve devamla birlikte olma*sından hareketle, âlem-i şehadetin zıllî (gölgeli) ve remzî de olsa bir bekâsı ve de*vamı vardır. Bu iki âlem arasındaki bir irtibat ve içiçelik hükmünce, âlem-i şehâdet olan kâinat üzerindeki celâl ve cemâl suretlerinden bazılarını aksettiren, onun ışıkla*rını ve renklerini gösteren büyük ebed âleminin aynaları vardır. Çünkü cemâl, on*daki güzellik vasfıyla ebedî ve mukaddes cemâl mânâlarından birisini remzen gös*terir.
Bediüzzaman, bekânın fenâya sürekli galib geldiği görüşündedir. Eşyâ, bekâya tabi olmakla bir değer taşır, aksi takdirde fenâya ve zevâle mahkum olur. Bu ko*nuda bir çok hakikati dile getirdikten sonra, fenânın sûrî ve itibârî olmasında karar kılan ve bu tesbitini şöyle açıklık getirir:
“Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hak*kın ebedî ve sermedî olan dârüs-selâm menziline davetlisi olan mahlukatın içtima*ları için bir han ve bir bekleme salonudur...
“Meselâ, Kudret-i Ezeliyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak! Evet, nasıl bir ke*lime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllar adedince mânâları kalır.
“Kezâlik, o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiyle hamile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, zinetini, menzilini hıfz için sanki birer fo*toğraf ve bekası için birer menzildir.” 10
Bediüzzaman burada bizleri, âlem-i gaybı da içine alacak kadar nihayetsiz bir alanı anlamaya zorlamakta, bu güzel âlemde ebediyete ulaşmak için bekleyen her bir insanın zâtında var olan yüksek ve nurlu iman mesafelerine kadar ilerleme ka*pasitesini harekete geçirmektedir. O, bizlerden fikrî ve rûhî ufuklarımız üzerine vaki olan hal-i hazırdaki hissî baskılardan kurtulmamızı ister. İçimizdeki bu gizli dalgalan*maların bekası ve ebed aşkıyla yanıp tutuşan vicdan kaynaklarının devamı için bizi heyecana getirir.
İnsan, iki gayb arasında yaşamaya mahkumdur. Bunlar, geçmiş zaman ve gele*cek zamandır. Bu yüzden insanın içinde yaşadığı zaman diliminde, bir şeyde mey*dana gelen değişmelerin ve tekrarların bir hikmeti yoktur. Hâzır zaman adeta on*dan bir eser bırakmaz ve vücûdunun bütün mâ-i hayatını emer. Bu durumda, hâzır zamana nüfûz edebilmek, mazi olmuş gayb-ı tarihe dalabilmek, gelecek olan gayb-ı tarihe yönelebilmek için bütün kuvvetini toparlaması gerekir. Çünkü eğer hâzır zaman, bir cihetle mazi cihetine temellerini isnad etmediği, diğer cihetle geleceğe ellerini uzatmadığı takdirde anlamsız, sathî, değersiz, parçalanmaya ve dağılmaya maruz kalacaktır.
Tarih-üçüncü boyutuyla,-sûret-i vücûdunun fenâya ve zevâle düşmekten in*sanı muhafaza için, mümkün olabilecek en güzel elbiseyi “ene” şeklinde ona giy*dirmiştir. Bu (yani ene), dehşetli enerjisi, olayları ve hadiseleri patlak verdirmedeki iradesiyle bütün zamanları dolduran gizli bir kuvvedir.
İnsanın ene’siyle, zaman veya tarihin ene’si arasında, birindeki hisleri diğerine bağlayan mârifet noktasından kuvvetli akrabalık vardır. Her ikisinin nabzı aynı atar, biri diğerinin nidâlarını hemen işitir. İnsanın kendi varlığını idrak edebilmesi, dahilin*deki cevherleri keşfedebilmesi için “fiil-i tarihî”yle kendisini karşı karşıya getirmesi gerekir. Bu durumda tarih içinde kendisine bir meded bulacak, dünya üzerinde zıllî ve hayalî bir ebediyet elbisesine bürünecektir.
Buna mukabil, “basîret-i tarih”, sakin duran zamanlardan herhangi bir zamanın hareket geçirilmesine güç yetirecek kuvveti, hareketini idame ettirecek enerjiyi in*sana verir. Zaman çarkının deveranını tekeffül eder. Neticede, insansız tarih, tarihsiz insan olamaz.
Tarihe yakınlık duyup, derinliklerine dalacak olursak, ondaki vakaların ve hadise*lerin sadece insan eliyle gerçekleşmediği sonucuna ulaşırız. Tıpkı Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, her bir hadisede insan eli ve İlâhî kudret eli birlikte mevcut bulunmak*tadır. 11
Tarihi hadiselerdeki fiil-i insanî, altında gizli olan ve birlikte bulunan fiil-i kader ve fiil-i kevnin üzerinde bir kılıftır.
İnsan iradesi, nefsin dahilindeki tavr-ı kuvveden, nefsin haricinde tarihe ait tavr-ı fiile doğrudan intikal edemez. Ancak, insan iradesinin, ona zıt ve aykırı bir güç odaklarının baskısından kurtulması, onların tamamına galip gelmesi ve aralarından zaferle çıkması halinde bu intikal gerçekleşebilir. Bunun için de, kanunları ve kaide*leri temsil eden “kevn”in iradesiyle ters düşmemek şartı vardır. Zira ondaki kanun*lara galip gelmek muhaldir. Bütün bunların ötesinde, bütün meşietlerin fevkinde olan meşiet-i kaderiye ile aralarında bir muvafakatın olması gerekir.
Bediüzzaman’ın mârifet nazariyesine göre İlâhî, kevnî ve insanî irade tarihte buluşmuştur. Tıpkı, insanın ve onun sahip olduğu maârifin şuûnatıyla alakalı olarak buluşmaları gibi.
14.
Bu âlem, nihayetsiz zaman ve mekan boşluklarını dolduracak ve kaplayacak ka*dar enerjiyle doludur. Ona mukabil olarak, âlem-i nefs de, tarihi ve zamanı doldu*racak ve kaplayacak seviyede irade enerjisiyle yüklüdür.
İradenin şe’ni, en yüksek eczâsı ve onu oluşturan en şerefli unsurlarına varın*caya kadar âlem-i nefsde teşekkül eden tefekkür, hads ve şuûrdur. Bunu ihata edebilecek bir tasavvurun varlığı imkansız olduğu gibi; cetvellerle ölçülüp, mercek*lerle yakınlaştırıp ve terazilerle dengeleme gibi işlemlere tabi tutarak, metodik bir ilmî araştırma çerçevesinde ele alınamaz.
Gözün elde ettiği, basîretin elde ettiği gibi asla olamaz. Hislerimizin mütalaası, şuurumuzun müatalasına benzemez. Kişilik, mukayese ve müvazeneye tabi tutula*bilir; yoksa kıyas ve ölçüyü kabul etmeyen bir şey değildir.
Gaybî olsun şuhûdî olsun bütün yüksek mânâlar için kendi nefislerimizi bir sığı*nak olarak görebiliriz. Her ne kadar biz onların içinde meskûn olsak da.. Ancak bizler, o isimlerin bizlere hatırlattığı miktarı dışında onlardaki mânâların boyutlarını idrak edemeyiz.
İsimler mânâların remizleri, kilitlerinin anahtarlarıdır. Hissî ve manevî mahiyetle*rindeki hakikatlerin suretlerini verirler. O varlığın bir diğer varlığa, bir hakikatin di*ğer bir hakikate nisbetle sahip olduğu ayırdedici özelliklerini ve vasıflarını ifade ederler.
Hiç bir ismi olmayan bir şey veya bir mânâ, ibhâm gölgesi altında kalır. Böyle bir şey ya zihinlerimizde mevcud değildir, ya da hiç yoktur. Vaktâ ki, kendisi bir isimle belirleninceye kadar vücûd ile yokluk arasında tercihe bırakılmıştır. Umulur ki, şu ayet bu hakikate işaret etmektedir; “(Allah) Âdeme bütün isimleri öğ*retti...” 12 Yani, ilk insan yeryüzüne indirilmeden önce, mevcudatın suretlerine dair mârifet kesbetmişti. Efkâr ve maânîyi (fikirler ve mânâlar) ifade eden isimlerin kendisine vahyedilmesi muktezâsınca varlıkları tefrik edebilme, onları kullanabilme kudretine sahipti.
Mârifet-i kevniyye mertebelerinin ilki, tecrübe ve deneme yollarıyla elde edilen mevcudata ait isimlerin remzen işaret ettiği mânâları elde etmeyi gerektirir.
Mârifet-i İlâhiyye mertebelerinin ilki, kâinatta, insanda ve hayatta tecelli eden Esmâ-i Hüsnânın gözetlenmesini, onlardaki failiyyetin ve tesirlerin keşfedilmesini gerektirir. İsimler âleminde bu yolla insan, kevnî ve İlâhî hakikatlerle karşılaşacaktır. Bu konuda Bediüzzaman’ın şu sözlerine kulak verelim:
“Kudret-i Ezelî kitabından olan bir masnû, kendi nefsine kendi cirmi kadar ve bir vecihle delâlet eder. Amma Nakkâş-ı Ezelîye pek çok vücûhla delâlet eder. Ve kendisinde tecelli eden esmâdan uzun bir kasideyi inşâd eder.” 13
15.
Hiç şüphesiz Bediüzzaman, vücûdunun tamamını kaplayan bu iki rûhî orduyu tanzim etmiş, uzunca süren batınî tekâmül cihetine kuvvetle yönlendirmiş ve bunu imanî tecrübeleri, kevnî, insanî ve İlâhî açıdan gayet şumullü nazariyesi (teorisi) ile gerçekleştirmiştir. Ayrıca o, mânâlarda “dalâlete sapmış”, “ene” çukurunda nefessiz kalmış, ezici bir azaba düçâr olmuş insana karşı mes’uliyet hissederek, onun elinden tutmaya, kör nefsinin zindanından kurtarabilmek için yardım elini uzatmaya, içinde imana yeniden yer açmaya çabalamıştır. Onu asla kendi haline terketmemiş; ta ki onun nefsi, bütün alemi karanlıklar içinde görecek şekilde siyah bir nokta iken, şaş*kınlığının ve çaresizliğin gerçek sebebi olan şüpheleri izale etmek suretiyle nûr ve ziyâ saçan bir nokta derecesine çıkarmıştır. Bu yolda o insan, en derin mânâlara gi*den yolda yakîni elde eder. Böylece o, fikrî ve rûhî donukluğa yol açacak her türlü taarruz karşısında, mârifet dolu âlem-i tevhîd kal’asına girerek sığınır.
Ne zaman ki, “ene” körlük ve karanlık merkezi olmaktan çıkıp, “Nûr” ism-i İlâhîsine dayanarak nûr ve ziya saçan bir merkez haline gelirse, hayat, kâinat ve in*san kanunlarından görülmeyenleri dahi keşfetmeye; büyük cehd göstererek ancak idrak edilebilen hakikatleri kolaylıkla idrak etmeye başlayacaktır. Böylece fikir cen*îni, vücûd göbek bağıyla bağlı kalacak, kesintisiz bir şekilde hayat ve nemâ âmille*rinden beslenecektir.
İşte burada, Bediüzzaman’ın te’lif ettiği risalelere, hakaikin güneş misali ortaya çıkmasını ve mevcudatın aydınlanmasını sağlayan “Nûr” İsm-i İlâhîsine işareten “Ri*sâle-i Nûr” ismini vermesini açıkça anlayabiliriz.
Eğer hakikat, Hakkın cemâli ve celâliyle meczolmuşsa, burada ünsiyetindeki cemâl, heybeti ve haşmetindeki celâlden bir eser vardır. Aslı toprak olan insan, bu iki hakikate yüzünü çevirme ve onlar hakkında doğrudan şifahî olarak konuşma hu*susunda mâzurdur. Aksi takdirde bu hakikatlerdeki celâle çarpılır, cemâl karşı karşı*sında kendinden geçer. Nefs-i insana bir rahmet olarak, ancak o hakikatlere bir işa*ret edebilir veya remzen temas edebilir. Eğer örtülü bir şekilde gelmişse, gayet remizli ve gizli bir şekilde üzerine sarılan kılıfı ile ona vâsıl olabilir. Aklını ve hayâlini, onun ardındaki remizlerin keşfinde kendine tanınan içtihad hürriyetine bırakır. Gâ*mız ve hafî perdeler ardındaki hakikatleri araştırır.
Bu açıdan, Kur’ân-ı Kerimde ve hadis-i Nebeviyede geçen “müteşâbihât” bu açıdan değerlendirilebilir.
Kur’ân-ı Kerimde muhkem ve müteşâbihât olduğu gibi, hadis-i şeriflerde de-Bediüzzaman’ın beyan ettiği gibi-aynı durum geçerlidir. Bu ehâdis özellikle, gele*cekteki âlem-i âmme ve ümmet-i hâssa içinde vaki’ olacak olaylara işaret etmek*tedir. Mehdî ve Deccâl, Mesîh Aleyhisselâmın âhir zamanda nüzûlü, Onun Hristi*yanlarla savaşması ve domuzu öldürmesi, kıyamet alametleri ve diğer mugayye*bâtla ilgili olaylar...
Hangi sebeple olursa olsun, dinî düşüncenin zayıflaması, gerilemeye ve kuru*maya yüz tutmasıyla, tasavvur kuvveti de buna paralel olarak zayıflayacak ve kay*bolacaktır. Hal böyle olunca, mezkur iki hakikatın işareten ve remzen belirttiği esasların keşfinde de acziyet doğacak, neticede nassın zahirine temessük edilecek, mânâsı değil harfi üzerinde durulacak, anlayış kaybolacak, idrakte hataya düşülecek, fikir belirli konulara inhisar edip daralacaktır. Zahir-i nass ve harfiyeti üzerinde du*rulmasıyla derinlere dalmanın önü kesilecek; kasıtsız da olsa İslâmın şiddetle reddet*tiği hissî putlaştırmalara sapılacak, hatta bunlar nassların tefsiri yapılırken ondaki maksadlar ve mânâlar konusunda belirlenmiş kaideler ve metodlar haline gelecektir.
Bediüzzaman, nassların tefsirindeki harfî metoda tenkid yöneltmiş, mârifet-i imaniye zımnında olarak, istikbale ait bir çok hadis-i şerif nasslarının tefsirinde kendi metodu olan hakâika remizler ve işaretler yoluyla ulaşma yolunu kullanmıştır. Bir Müslümanın doğrudan şifahî olarak ele alması ve kendine göre açıklamalarda bu*lunması doğru olmayan bu alandaki metodu gerçekten çok münasibdir. Öte yan*dan, bütün zamanlarda bu nasların anlaşılması ve ondaki hedefler ve maksadların bi*linmesi için aklı kullanım hürriyeti konunun ehillerine tanınmış durumdadır.
Çünkü örtülü ve remizli ifadeler altında, maddi olanlar da dahil, bir çok hakikat*ler gizlenmiştir. İnsanlara yöneltilen ısrarlı teşvik ve şiddetli tavsiyeler, İslâma bu alandan yöneltilen tehditlere karşı koyabilmek için bunları anlamaya, ondaki örtüleri yırtmak için zihnini zorlamaya, kapalı mânâları açmaya, perde arkasında kalan kuru remizlerdeki gizli hakikatleri keşfetmeye yöneliktir.
Dinî ve ilmî akımların her ikisi de insan nefsindeki derin bir tek kanaldan akmak*tadır. Bu kanal, mârifet sevgisi, cehalete düşmanlık ve görünmeyen hakikatlere alaka duymaktır.
Her ne kadar yolları muhtelif olsa da, bu iki akımın bir tek kanaldan akması, bü*tün maârifin nihayetinde ulaşmayı hedeflediği mârifet-i İlâhiyye denizine birlikte dö*külmeyi ifade eder.
Bediüzzaman, mârifet âlemlerinin kavuşacağı, bir tek mârifet âlemini oluştur*mak üzere birbiri içine nüfûz edeceği ve böylelikle kevn, hayat ve insan duvarlarını nûruyla yıkacağı günlerin yakın olduğu görüşündedir. Neticede, yaşadığımız yüzyı*lın “Avrupaî aydınlanma asrı” olarak isimlendirilmesinden bu yana, kuru ve terke*dilmiş vaziyete düşen mü’minin ruh hanesinde, yorgunluğa ve şüphelere maruz kalmış nefsiyle ilim yeniden kucaklaşacaktır. Zerreden galaksilere kadar bütün âlemde, şüphelerle dolu olarak cahilane bir şekilde sürdürdüğü yolculuğunu terke*derek, imanî görüşünü daha da derinleştirecek ve “Kulları arasında Allah’dan en fazla korkanlar, alimlerdir” kudsî hakikatini büyük bir tevazû ve haşyet ile tasdik edecektir.
Elhâsıl:
Bediüzzaman her ne kadar “mârifet-i imaniye” teorisi açısından umûmî yakla*şımlar ve geniş sınırlar belirlemiş olsa da, kendisinin ulaştığı neticenin mükemmel ol*duğu veya teorisinin hiç bir gelişme ve eklemeyi kabul etmeyecek kadar son sını*rına ulaştığı iddiasında değildir. Çünkü o, akl-ı insanînin belirli bir sınırda durmasının imkânsız olduğu görüşündedir. Aynı zamanda, talebeleri ve okurları arasında zeki olanları kendi teorisinin geliştirilmesine ya da buna kuvvet ve sağlamlık verecek eklemelerde bulunmaya yöneltmiştir.
Bunun yanısıra Bediüzzaman, sahip olduğu bütün ilim hazinelerini dile getir*memiştir. Çünkü, hiç kimse böyle bir şeyi gerçekleştiremez. Bu suskunluk deryası içinde onu taşımaya güç yetirecek bir kelam yoktur. Hakikat lem’aları ve pırıltıları işte bu suskunluk içinde, bu kapalı dudaklar arasında en şiddetli vuzûh, en fazla inki*şâf içindedir. Eğer bu dudaklardan o hakikatler fışkırmış olsaydı, ibareler ve cümle*lerle münderic halde olurdu.
O, kendisinin iman hakikatlerini bekleyen Müslüman insanı bunlara ulaştıran bir kişiden başka birisi olmadığını söyler. Ancak o, aynı zamanda bir keşşâf ve bir ön*derdir. Bediüzzaman, sözlerine nazar eden insana hitaben şöyle der:
“Arkadaş! Şu müşevveş eserlerim ile büyük bir şeyin etrafını kazıyorum. Ama bilmiyorum keşfedebildim mi? Veyahut sonra inkişaf edecektir. Veyahud bilâhere zuhur edecek. Keşfine yol açıp gösteriyorum.” 14
____________________
1 EDİB İBRAHİM DEBBÂĞ (Araştırmacı-Yazar)
1931’de Irak’ın Musul şehrinde doğdu. Çeşitli eğitim kurumlarında 29 yıl hocalık yaptı. 1982’de emekliye ayrıldı.
1950’den beri birçok gazete ve dergide makaleleri yayınlanan Edib İbrahim, Irak dışındaki ülkelerde de tanınmış bir edibdir.
1980 yılında Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Külliyatını tanıyan Edib İbrahim Debbağ’ın Bediüzzaman’ın hayatı ve fikirleri konusunda yayınlanmış eserleri şunlardır:
1. Küfür ve Tuğyan Çemberinde İman Meşalesi ve Bediüzzaman
2. Tarihin Hareketi
3. Miraç ve Risale-i Nur
4. Bediüzzaman ve Bilgi Kuvveti.
2 Fussilet: 53.
3 Sözler, 618
4 Mesnevî-i Nûriye, 85
5 Lem’alar, 183
6 Mesnevî-i Nûriye, 37
7 Şuâlar, 461
8 Mesnevî-i Nûriye, 181
9 Mesnevî-i Nûriye, 168
10 Mesnevî-i Nûriye, 40
11 Bkz: Kastamonu Lahikası
12 Bakara: 21.
13 Mesnevî-i Nûriye, 216
14 Mesnevî-i Nûriye, 122
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE MEHDİLİK MESELESİ
ZEKİ SARITOPRAK 1
Giriş:
Meşhur Müslüman tarihçi ve sosyolog İbni Haldun, “geleceği merak etmek, insan fıtratının özelliklerindendir” der. Dünyanın ne kadar ömrü kaldığını merak edip, öğrenmeye çalışmanın insan tabiatının gereği olduğunu savunur. 2 İnsanlar, zor ve sıkıntılı dönemlerde sürekli bir “kurtarıcı” arayışı içine girmişlerdir. Bazan meçhul bir şahıs, bazan bir lider, bazan da bir bilgin kurtarıcı olarak benimsenmiştir. Bu sayede insanlar sıkıntılarını biraz olsun atlatmış, bir derece teselli bulmuşlardır.
Bir “kurtarıcı”yı bekleme inancı, yalnız Yahudi ve Hristiyanlarda değil, hemen hemen bütün dinlerde ve kültürlerde mevcut olup, insanlığın müşterek bir inancı, ümidi ve kurtuluş ideali olmuştur. İslâm inancında da “kurtarıcı” mefhumun vardır. Farklı isimlerle dikkatimizi çeker. En büyük özelliği, toplumu zulümden kurtarıp, adaleti tesis etmek olan bu şahsiyet, “İmam” 3 “müceddid”, 4 “Halife”, 5 “Meh*di” 6 gibi isimler bu meçhul kurtarıcılar için kullanılmıştır. Rolleri aynı, fakat şahsi*yetleri farklıdır. İnanışa göre Şiilerin beklediği Mehdi ile Emevilerin beklediği Süf*yan âhirzamanda çarpışacaklardır. Bütün bu mefhumların ortak yanı, âhirzamanda bir islahat hareketinin rehberliğini yapacak, manevi güce sahip bir şahsiyetin ortaya çıkacağıdır. Biz burada şahsiyetleri farklı, fakat fonksiyonları aynı olan bu isimlerden Mehdi meselesi üzerinde duracak, Bediüzzaman’ın meseleye bakışını tesbite çalışa*cağız.
I. Etimoloji
Sözlük mânâsı itibariyle mehdi, doğru yola, hidayete erişmiş kimsedir. “Allah’ın kendisini hakka ulaştırdığı kişiye mehdi denir. 7 Bu itibarla doğru yolda bulunan her Müslümana mehdi denilebilir. Ancak kelimenin başına “el” takısı gelirse, özel bir ünvan olur. Hz. Peygamberin âhirzamanda geleceğini haber verdiği şahsiyet için kullanılır. Rivâyetlerden anlaşıldığına göre bu zât, zulüm ve haksızlıkların alıp yürü*düğü bir zamanda gelip, yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Çoğul sığası olan “mehdiyyûn” (mehdiler) ise, dört halife ve onların yolunda gidenler için kullanıl*mıştır. Âhirzamanda gelecek zâtın “mehdi” ismiyle anılmasının sebebi, Hz. Ali’den rivâyet edilen hadis olabilir. Bu rivâyete göre Cenab-ı Hak, Mehdi’yi bir gecede kâmil mânâda hidayete ulaştırır. 8 Mehdinin irşadı vehbî olacaktır. O, Allah’ın hususi inayetiyle yetişecektir. 9
Bazı yorumcuların bu kelimenin yanlış kullanıldığını nazara vererek, aslının ism-i fail sığası olan “mühdi” (yol gösteren, hidayete ulaştıran) olduğunu söylemelerinin bir esası yoktur. 10
Hanbelî âlimi es-Sefarinî (v.1188/1774) mehdiye bu ismin verilmesini sübjektif bir mutalaa ile açıklamıştır. Ona göre Mehdi gizli bir ilimle irşad olunmuştur. Şam dağlarından bir dağa sığınmıştır. Zamanı gelince oradan gerçek Tevrat ve İncil’in sahifelerini ortaya çıkaracak, bunlarla Yahudi ve Hristiyanları susturacak, onun vası*tasıyla Hristiyanlardan bir cemaat Müslüman olacaktır. 11
II. Mehdi kavramının tarihi seyri
Tarihte Hz. İbrahim’e (a.s.), Hz. Muhammed’e (a.s.m.), dört halifeye, Hz. Hüseyin’e, Süleyman b. Abdulmelik’e, Hişam b. Abdulmelik’e ve bazı Abbasî halife*lerine mehdi denilmiştir. Bilhassa Hz. Ali’ye hem “hadi” hem “mehdi” denilmiş*tir. 12 Hz. Ömer b. Abdulaziz’e Mehdi diyenler, bazı hadisleri de ona hamletmiş*lerdir. 13 Hatta dört halifeye, bizzat Peygamber efendimiz (a.s.m.) “mehdiler” tabirini kullanmıştır:”Sizi, sünnetime sarılmaya, raşid ve mehdi halifelerimin yolunda gitmeye teşvik ederim” buyurmuştur. 14 Resul-i ekrem efendimizin, bizzat hali*feleri için bu tabiri kullanması, mehdi teriminin yalnız ve yalnız bir şahsa münhasır olmadığını göstermektedir.
Ancak “beklenen mehdi” mefhumu bizzat hadislerde gelmiş olmalıdır ki birçok kimse kendisinin o olduğunu ileri sürmüştür. Aslında mehdilik fikrinin ilk istismar edilme hadisesi Hz. Ali’nin azatlı kölesi Keysan tarafından çıkarılmıştır. Hz. Ali’nin küçük oğlu Muhmmed b. Hanefiyyenin ölmediğini, günün birinde çıkacağını, ve adaleti tesis etmek üzere Cebel-i Ridvan’da gizlendiğini iddia etmiştir. Muhtar es-Sakafi bu fikri kendisine menfaat sağlamak amacıyla sömürmüştür. Halbuki Mu*hammed b. Hanifiyye, h. 81’de Medine’de ölmüş ve cenaze namazını da o zama*nın Medine valisi Hz. Osman’ın oğlu Eban kıldırmıştı. 15 Hicri 128’de Haris b. Şu*reyc kendisinin beklenen mehdi olduğunu söylemiş, fakat kimseye kabul ettireme*diği için başarılı olamamıştır. “Haris isminde bir kurtarıcı çıkacaktır” şeklinde hadis uydurduğu kaydedilmektedir. 16 Kimi makam ve şöhret duygusuyla, kimi menfaat sebebiyle, kimisi de milli bir heyecan saikiyle bazı insanlar Mehdilik iddiasında bu*lunmuşlardır. Ne yazık ki bir kısmı, İslâm cemiyetinde huzursuzluklara sebebiyet vermiştir.
Hindistan Mehdisi Seyyid Muhammed (v.910/1504), Mağrib Mehdisi Abdullah b. Tumert (v.524/1103), Hindistan’da çıkan ve İngilizlerin destekçisi olan Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî, İngiliz işgal kuvvetlerine karşı çarpışan ve onları mağlup eden Sudan Mehdisi Muhammed Ahmed (v.1303/1885), 1895’te yaptığı hac iba*detinden döndükten sonra ortaya çıkıp İngiliz ve İtalyanlara karşı çarpışan Somali Mehdisi Muhammed b. Abdillah Hasan (1339/1920), Amerikalı Zenci Müslümanla*rın lideri Eliah Muhammed ortaya çıkıp etrafında kitleleri toplayabilen mehdilik ha*reketinin bazı mümessilleridir. 17 Hz. Peygamber Efendimizin soyundan gelen es-Seyyid Muhammed es-Sünûsî’nin (v.1320/1902) de mehdi olduğuna inanılan şah*siyetlerdendir.
Öyle görülüyor ki, mehdilik inancını su-i istimal eden ve İslâm ümmetinin vah*detini bozan mehdiler olmuştur. Kendilerini mehdi ilan ederek şarlatanlık yapanlar ile, kendi hallerinde ibadet ve takva üzere hareket eden ve böyle bir iddiası olma*yan mübarek zâtları ayırmak lâzımdır. Müritleri tarafından, aşırı hüsn-ü zandan do*layı, kendilerine mehdi denilmişse de onlar umumiyetle kabul etmemiştir. Birinci*sinde şarlatanlık vardır. İkincisinde ise iddia bile yoktur. O bakımdan mehdi mesele*sine hücum edenler bu ayırımı yapmalıdır. Şarlatanlar İslâm dünyasında fitne ve tefrika meydana getirmişlerdir. Batılı müsteşrikler, Mehdilik iddiasında bulunan bazı şahsiyetlerin eserlerini yayına hazırlamışlardır. 18
Mehdi olarak tanınan bazı şahsiyetlerin kendi insanlarına ve ülkelerine faydaları da olduğu bir gerçektir. Meselâ Sudan ve Somali gibi Afrika ülkelerindeki mehdilik hareketlerinin, sömürgeci güçlere karşı büyük gayretler sarfederek vatanlarını düş*manların işgalinden kurtardıklarını görmekteyiz. Bu yüzden müsbet faydaları gö*rülmüştür. Buna karşılık Kadiyanilik hareketi ise, aksine Hind Müslümanlarını ingiliz sömürgeciliğine karşı tam anlamıyla pasif hale getirme gayreti içine girmiştir.
III. Kur’ân ve Sünnette mehdi meselesi
Bediüzzaman’a göre mehdi meselesine geçmeden önce, konunun Kur’ân ve sünnette yer alıp almadığına işaret etmemiz gerekir.
Âhirzamanda beklenen bir şahsiyetin ünvanı olarak “mehdi” meselesi Kur’ân’da geçmemektedir. Ancak birçok islahatçıdan bahsedilmektedir. Eğer mehdiyi bir isla*hat sembolü olarak kabul edersek, bu itibarla Kur’ân’da geçmediğini söylemek mümkün değildir. İnsanları fitnelerden kurtaran, karanlık dönemlerde, toplumlara nur götüren şahsiyetler ve gruplar mevzubahis edilmiştir. Mehdi kelimesiyle aynı anlamı taşıyan “muhtedi” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde geçmektedir: “Allah’ın kendisine hidayet ihsan ettiği kimse mühtedi(hidayete ermiş)dir. 19 Bir görüşe göre “Her milletin bir hâdisi (yol göstereni) vardır” 20 meâlindeki âyet-i kerime de mehdiye işaret etmektedir.
Mehdi hakkındaki rivâyetlere gelince: Hadislerde mehdinin sayıca çokluğundan bahsedilmez, ancak her asırda bir müceddidin gelmesinden sözedilir. Mehdi ile ilgili tabirler mücerred mefhumlar olduğundan, o mefhumlara layık her asırda pekçok manevi şahsiyetler bulunabilir. Bu mânâda İsâ b. Meryem’in de bir çeşit mehdi olabilecği ifade edilmiştir. 21
Kütüb-i sitte’den Ebû Davud, Tirmizî ve İbni Mâce gibi hadis kaynaklarında Mehdi sarihan zikredilmektedir. Meşhur Yemenli âlim eş-Şevkanî, Mehdi hakkındaki hadislerin sayısının elliyi bulduğunu söyler. Bunları sahih, hasen ve zayıf şeklinde üç kısma ayırır. Ona göre bunların toplamı mütevatir derecesindedir. Sıddık Hasan Han ise bu konuda zayıf hadisler de dahil olmak üzere 33 hadis zikreder. 22
Buharî ve Müslim’de sarih olarak geçmemekle birlikte “İmam” ve “Halife” tabir*leriyle ahirzamandaki bir “kurtarıcı”dan sözedilmektedir. Bu kurtarıcı Buhari’de “İmam” tabiriyle ifade edilmiştir. “İmamınız sizden olduğu halde İbni Meryem nâzil olduğu zaman haliniz nasıl olur?” mealindeki hadisi 23 şerheden İbni Hacer el-As*kalanî ve son dönem âlimlerinden el-Keşmiri gibi zatlar buradan zikredilen “imam” dan maksadın mehdi olduğunu ifade etmişlerdir. 24 Hatta İbni Hacer, Hz. İsa’nın ahirzamanda bu ümmetten bir adamın arkasında namaz kılmasının, mehdinin zuhu*rundan bahseden sahih görüşlere delil teşkil ettiğini söylemektedir. Yorumun de*vamında İmam-ı Şafiî’den, Mehdi’nin bu ümmetten olduğu, Hz. İsâ’nın, onun arka*sında namaz kılacağı hakkındaki haberlerin mütevatir olduğu hususunda bir nakil yapmaktadır. Meşhur Kelâmcı Sa’duddin et-Teftazanî de “imam” tabirinden mehdi*yi anlıyor ve bu hadisin mehdiye delalet ettiğine işaret ediyor. 25
Müslim’de geçen hadiste ise âhirzamandaki bolluk ve refah dönemine işaret edilmekte ve saymaksızın mal dağıtan bir “halife”den bahsedilir. 26 Bazıları, Hz. Ömer b. Abdülaziz dönemindeki bolluğa bakarak bu hadisi ona yorumlamışlardır. Ancak hadiste geçen “ümmetimin ahirinde” tabiri, bu bolluğun ümmetin sonunda olacağını göstermektedir. Bunun dışında mehdi ile ilgili hadisler Ebû Davud, Tirmizî, İbni Mâce ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i gibi hadis kaynaklarında geçmektedir. Mehdi meselesine çok ehemmiyet vediği anlaşılan Ebu Davud, Sünen’inde bu ko*nuya ayrı bir bölüm tahsis etmiştir.
Ümmü Seleme’nin rivâyetine göre Hz. Peygamber (a.s.m.) “Mehdi benim zür*riyettimden, kızım Fatıma’nın evlatlarındandır” buyurmuştur. 27
Ebu Davud’un kaydettiği başka bir rivâyete göre “Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa, Allah o günü uzatıp benden bir kimseyi o günde gönderecek” di*ğer bir rivâyette “... Ehl-i beytimden birini ki, o zâtın ismi benim ismime uyar, ba*basının ismi de babamın ismine uyar. Bu zât yeryüzünü, eskiden cevr ve zülümle dolmasının aksine, adalet ve hakkaniyetle doldurur”buyurulmuştur. 28
Diğer bir rivâyette Mehdi’nin soyuna, şekline ve icraatına şöyle işaret edilmek*tedir:”Mehdi bizdendir. Alnı açık, burnu incedir. Zulümle dolmuş yeryüzünü ada*letle dolduracaktır.” 29
Hz. Ali’den gelen bir rivâyete göre Allah mehdi’ye kısa bir süre içinde, hatta bir gecede bilgi ve anlayış nasib edecek, onu irşad edecektir. Resulullah şöyle bu*yurmuştur:“Mehdi bizdendir, Allah onu bir gecede irşad eder.” 30
Yine Ebû Davud’un kaydettiğine göre bir gün Hz. Ali, oğlu Hasan’a baktı ve “Bu oğlum, Resulüllahın tesmiye buyurduğu üzere seyyiddir. Bunun neslinden Peygamberinizin adını taşıyan biri çıkacak. Ahlakı yönüyle Resulüllaha benzeyecek, şekli itibariyle ona benzemeyecektir.” dedi ve sonra de yeryüzünü adaletle doldu*racağına dair meseleyi anlattı.” 31 Kütüb-i sitte’de gibi muteber hadis kaynakla*rında yer alan bu rivâyetler ümmetçe kabul görmüştür. Hadis metodolojisi açısın*dan bunları mevzu kılacak bir itiraz vaki değildir. Buna karşılık bazı zayıf rivâyetler de tesbit edilmiştir. Bir kısım rivâyetlere yalancı ravilerin karıştığı hadis tahlilcileri tarafından ortaya konmuştur. Meselâ Hz. Hüseyin’den rivâyet edilen bir hadiste “Peyamber efendimiz Hz. Fatıma’ya ‘sana müjde mehdi senden olacaktır” hadisinin senedinde iki yalancı ravi bulunmaktadır. 32
Kaynaklarda nakledildiğine göre adamın biri Hz. Ali’ye mehdiyi sordu. Hz. Ali “ O âhirzamanda çıkacaktır. Kişinin “Allah” dediği için ölüme mahkum edileceği bir dönemde gelecektir.” diye cevap vermiştir. Devamında “Allah, onun etrafında hiçbir şeyden korkmayan ve hiçbir menfaat için sevinmeyen bir topluluk meydana getirecektir.” 33 Bu ifadeler, bazı kitaplarda hadis olarak geçmekte ise de aslında hadis değil, Hz. Ali’nin (r.a.) sözüdür.
Mehdi’nin faziletiyle ilgili olarak şöyle bir hadis nakledilmektedir: Abdülmuttalib’*in evlâtlarıı olan bizler Cennet ehlinin efendileriyiz. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi” 34. Bu bakımdan Tavus-u Yemenî, onun zamanına yetişmeyi çok arzu etmiştir. Mehdi, manevi makam itibariyle dört halife ve sahabeden sonra geldiği hususunda icma olduğu ifade edilmiştir. 35
Mehdi’nin çıkacağı zaman konusunda hiçbir hadiste hiçbir bilgi yer almamakla birlikte, Tirmizî’nin kaydettiği bir hadiste onun doğu tarafındnan çıkacağı belirtil*mektedir. 36 Meşhur müfessir Kurtubî (v.671/1272), onun Kuzey Afrika’dan çı*kacağını söylemektedir. Bu konuda naklettiği rivâyetin ise aslı yoktur. 37 Kurtubî Gırnata Nusayrilerinin ilk yıllarında, bu devletin İspanya’nın Müslümanlara kalmış yegane parçası olduğu zamanda ölmüştür. Macdonald’a göre Kurtubi’nin, Mehdi’*nin Kuzey Afrika’dan çıkacağını söylemesi, o dönemde bir islahatçı ve mehdi ihti*yacından kaynaklanmıştır. 38
Mekkeli âlim el-Heytemi’nin (v.973/1565) kaydettiğine göre, bilinenin aksine, mehdinin mücadelesi kansız olacaktır. Şöyle der:”Ona beyat edenler, rükün ve ma*kam arasında (Ka’be civarında) beyat ederler. Uyuyanı uyandırmaz, asla kan dök*mezler.” 39 Bu da halkın inancında yerleşen, mehdi kılıçla mücadelesi şeklindeki fikri çürütmektedir.
Muhyiddin-i Arabi (v.638/1240) yeryüzünde zumün yaygınlaştığı bir zamanda Allah’ın bir halifesini göndereceğini söyler. O yeryüzünü adaletle doldurur. Hata etmeksizin Resulullahın izinde gider. Onun hatalarını düzelten görülmeyen bir me*leği vardır. Onun zamanında adam akşam cahil, cimri ve korkak iken sabah en âlim, en cömert ve en cesur hale gelir. 40
Farklı yanlarına rağmen konuyla ilgili hadislerin ortak noktası şöyle ifade edi*lebilir: a) Mehdi peygamber efendimizin soyundan adaleti gerçekleştirecek bir zât gelecektir, b) İsmi Peygamber Efendimizin ismine uygun olacak, c) bolluk ve huzur getirecektir.
Konuyla ilgili hadislerin İmam Mâlik, Buharî ve Müslim’de yer almayışını bir zafi*yet işaret olarak değerlendiren muasır yazarlardan Mevdudî, Mehdi ile ilgili hadisle*rin ravilerinin pek çoğunun Şiiler olduğunu belirtmekle birlikte, hadislerin bir kıs*mını doğru kabul etmektedir. Ona göre Resulullah prensip olarak çok detaylara girmemiştir. Abbasiler döneminde hilafetlerini desteklemek amacıyla hadis uydu*rulmuş olabileceğine dikkati çekmektedir. Özellikle Abbasilerin bir alameti olan “siyah bayraklılar”ın desteklenmesi hakkındaki hadisleri uydurma görmektedir. 41 Mısırlı âlim Ahmed Emin ise bu hususu mehdi hadislerinin tamamını reddetmeye gerekçe sayar. 42 Hadisler Emevi ve Abbasiler dönemindeki taht kavgasından dolayı uydurulmuş rivâyetler şeklinde değerlendirir. Iraklı âlim Muhsin Abdulha*mid’in tenkit ettiği husus ise Şiilerin beklediği mehdi ile ilgili hadislerdir. 43 el-Elba*nî, mehdi ile ilgili hadislerin sıhhatine işaret etmektedir. “Mehdi’nin zuhuru âlimlerin kabul ettiği bir hakikattır” der. 44
Ancak hadis uzmanları zayıf rivâyetlerin varlığını kabul ederlerse de, hadis litera*türünde mehdi meselesinin gerek isim ve gerekse mefhum olarak varlığını inkâr etmenin mümkün olmadığı kanaatindedirler. Zira Ashabın en tanınmış kişileri rivâyet eder. Hz. Ali, İbni Abbas, İbni Ömer, Talha, İbni Mes’ud, Ebu Hureyre, Enes b. Malik, Ümmü Seleme, Ebu Said el-Hudrî, Ümmü Habibe, Sevban, Kurre b. İyas, Abdullah b. el-Haris b. el-Cez’ ve Ali el-Hilalî gibi râviler bulunmaktadır. Rivâyet*ler, Ebû Davud, Tirmizi, İbni Mace, Bezzar, Hakim, Taberânî gibi meşhur hadis imamları tarafından tahriç edilmiştir. Hadislerde bir ibham görülüyorsa da bu hadis*lerin zayıflığından değil, nübüvvet dilinin vecizliğindendir. Böylesine şöhret kazan*mış ve ümmet tarafından kabul görmüş olmasındandır ki Kettânî gibi zatlar bunların mütevatiru’l-ma’na olduğunu söylemişlerdir. 45
Mehdi hadislerine ciddi tenkidin Müslüman tarihçi ve sosyolog İbni Haldun’dan (733/1332) geldiği birçok müellif tarafından dile getirilmektedir. Hatta İbni Hal*dun’un konuyla ilgili hadisleri zayıf gördüğünden, İslâm inancında mehdinin varlığını inkâr ettiğini söylemişlerdir. Gerçekten mehdi meselesiyle detaylı bir şekilde ilgile*nen âlimlerden birinin İbni Haldun olduğunu görmekteyiz. Gelecekte vuku bulacak olayların gayba ait meseleler olduğunu, Allah’ın vahiy veya rüya yoluyla bildirme*dikçe beşerin gaybî meseleleri bilemeyeceğini söyler. Mehdi meselesinin, asırlar boyunca Müslümanlar arasında meşhur olduğunu, dini teyid ve adaleti tesis edecek birisinin gelmesinin gerekli olduğuna inanıldığını objektif bir ifadeyle dile getiren İbni Haldun, bu konudaki hadisleri tahlil eder, sened ve rical açısından değerlendirir ve sonuç olarak şu hükmü ortaya koyar:”Görülüyor ki, pek azı müstesna, bu hadis*lerin hepsi de tenkit edilmekten hali kalmamıştır.” 46 Bu ifadelerden hareketle İbni Haldun’nun mehdi meselesini inkâr ettiği hükmünü çıkarmak mümkün değildir. İbni Haldun, mütasavvifenin oldukça detaylı anlatılan mehdi anlayışlarını tenkit etmek*tedir. Ona göre tasavvufçuların mehdi hakkındaki görüşleri Şiilikten alınmıştır.
Görüldüğü gibi mehdi hadisleri konusunda en titiz davranan İbni Haldun dahi konuyu kökten red etmemiş, “Pek azı müstesna” diyerek ihtiyatlı bir tabir kullan*mıştır. Bu tabirinden, mehdi konusunda az da olsa sahih hadislerin varolduğu anla*şılır. Dolayısıyla hadisleri ceffe’l-kalem inkâr etmenin yanlış olacağı, aralarında zayıf*ların bulunması ise hepsinin inkârını gerektirmeyeceği kanaatindeyiz. Bir sepette bulunan elmalardan bir kaç tanesi çürükse hepsinin çürüklüğüne hükmetmenin doğru olmadığı aşikârdır.
İbni Haldun sosyolojik bir tesbitte bulunmaktadır:”Bir şahıs bir güce, bir millete dayanmayıp, sadece ehl-i beyte nisbetiyle ortaya çıkarsa muvaffak olamayacağı sosyolojik bir gerçektir. Muvaffak olabilmesi için bir millet gücü gerekir ki ona des*tek olup, başa geçirinceye kadar onu müdafaa etsin.” 47 Tek başına bir şahsın böylesi büyük islahatı gerçekleştiremeyeceğine işaret etmektedir.
Burada Mevdudî’nin bir yorumuna yer vermek istiyorum. Ona göre Mehdi adı ile dinde özel bir makam ve mevki yoktur. Peygamberlere iman etmenin gerekli oluşu gibi mehdiye de iman etmenin şart olduğunu düşünmek tamamen yanlış*tır:”Mehdi ne zaman gelirse gelsin, o, zamanın bilgisini, kültürünü, ahvalini, zorunlu şeylerini çok iyi bilecek ve zamanına uygun tedbirleri alacak, dönemindeki fennî ve ilmî buluşlardan, aletlerden faydalanacak, onları en iyi şekilde kullanacaktır.” 48
IV. Bediüzzaman’a göre Mehdi meselesi
Önce meselenin mübhem olmasının ve mehdinin herkes tarafından bilinmeme*sinin hikmetini açıklamaktadır. Mehdi ve Süfyan gibi âhirzamanda çıkacak bazı şahıs*ların mübhem oluşları sebebiyle, çok zaman evvel, hatta tabiîn zamanında çıkışları beklenmiştir. Yetişmek emelinde bulunmuşlardır. “İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i ilahiyye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin.Çünkü her zaman ve her asır kuvve-i maneviyyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak “mehdi” mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lakaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın ba*şına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edil*seydi, maslahat-ı irşadı umumi zayi olurdu.” 49 O halde diyebiliriz ki, Bediüzza*man’a göre her asrın, her dönemin bir mehdisi vardır. Buradan anlaşılıyor ki mehdi bir şahıstan ibaret değildir. Her ne kadar “Büyük Mehdi”den bahsediyorsa da “Her*bir asır me’yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini te’yid edecek bir nevi Mehdî’ye muhtaç olduğundan, rahmet-i İlahiyye ile her devirde belki her asırda bir nevi mehdi âl-i beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihyâ etmiş.” Buna örnek olarak siyaset âleminde Abbasi halifelerinin üçüncüsü olan Mehdi”yi (875-885) örnek göstermektedir. Diyanet âleminde Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-i Nakşibend’i misal vermektedir. Bunları “Büyük mehdinin bir kısım vazifelerini icra eden zâtlar” şeklinde değerlendirmektedir. 50
Büyük Mehdi’nin, gücünü âl-i beyt denilen Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyundan gelene seyyidler cemaatinden alacağını belirtmektedir. “Dünyada mütesânid hiçbir hânedan ve mütevâfık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, âl-i beytin hânedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebil*sin.” 51
Nitekim “Yalnız akrabalarıma muhabbeti isterim” 52 şeklindeki âyeti yorumla*yan Bediüzzaman, Resulüllahın bu sevgiyi istemesi, nesebi akrabalık cihetiyle olma*dığını belirtir. Büyük zâtların, rehberlerin umumiyetle âl-i beytten çıkacağından do*layı, ümmetin onların etrafında kenetlenmesini istemektedir. “Resul-i Ekrem (a.s.m.) gayb aşina nazarıyla görmüş ki, al-i beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Alem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlat-ı İnsaniye dersinde rehberlik ve mürşitlik vazifesini görecek zâtlar, ekseriyet-i mutlaka ile, âl-i beytten çıkacak”.O, Resulüllahın Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e büyük şefkatini de bu şekilde izah etmektedir. Nesebi ve akrabalık hissinden gelen bir şefkat olmadığını açıklayarak, Hz. Hasan ve Hüseyin’e büyük alakayı gösterirken, onların mübarek neslinden gelen imamları, kutupları ve mehdileri görmüş “Ve onların umumu na*mına başlarını öpmüş. Evet Hz. Hasan’ın başını öpmesinde, Şah-i Geylanî’nin hisse-i azimesi var.” 53 Burada Hz. Peygamberin âl-i beytine çok önem verdiğini, Müs*lümanların her dönemde onların etrafında kenetlenip İslâmı ihyaya çalışmalarının gereğini vurgularken, bu mübarek soydan birçok mehdinin geldiğini de ifade etmiş bulunmaktadır. Mehdiyi bir şahıstan ibaret görmediği de anlaşılmaktadır.
Al-i beytin önemli şahsiyetlerinden bazı örnekler veren Bediüzzaman’a göre bunların herbiri birer mehdidirler. Meselâ milyonlar müridi olan Sünûsi tarikatının li*deri Seyyid Ahmed es-Sünûsî (v.1320/1902), Seyyid İdris (v.13701950 ?) gibi diğer bir zât yüzbinden fazla Müslümanlara rehberlik ediyor. Seyyid Yahya (v.1368/1948) gibi bir başka seyyid yüzbinler insanlara emirlik ediyor. “Bu seyyid*ler kabilesinin efradlarında böyle zahiri kahramanlar çok olduğu gibi, seyyid Abdul*kadir-i Geylâni(v.562/1167), Seyyid Ebu’l-Hasen eş-Şazelî(v.657/1258), Seyyid Ahmed-i Bedevî(v.675/1276) gibi zâtları da “manevi kahramanların kahramanları” olarak takdim etmektedir. 54 Herbiri bir tarikatın lideri veya başka bir vesileyle bi*rer hizmetin başında bulunmaları hasebiyle bunları “kumandan” tabiriyle tavsif et*mektedir.
Namazın içinde teşehüdde bütün Müslümanların günde en az beş defa okuduğu duâda şöyle denilmektedir: ”Allahım,Hz. İbrahim’e ve onun âline salat gönderdiğin gibi, efendimiz Hz.Muhammed’e ve onun âline de salat gönder.” Peygamberler*den oluşan Hz. İbrahim’in al-i beyti beşeriyeti hidayet nurlarıyla aydınlatmışlardır. Hz. Muhammed’in âl-i beyti ise mertebe itibariyle peygamberlere yetişmeseler de herbiri birer peygamber kadar hizmet vermiş ve vermeye devam etmektedir. Be*diüzzaman’a göre, o kumandanların toplamı, muazzam bir ordu teşkil eder. Eğer maddî şekle girse ve bir dayanışma ile fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dininin milli*yet-i mukaddesesini, rabıta-ı ittifak ve uyanmaya vesile yapsalar, hiçbir milletin gücü onlara karşı dayanamaz.”İşte o pek kesretli, o muktedir ordu, âl-i muhammed aleyhissalatu vesselam’dır ve Hz. Mehdi’nin has ordusudur” 55 der.
“Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve ali haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, al-i beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin nâmdar reisleri yine onlardır. Şimdi de kemiyeten milyonları geçen, bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalpleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabiyle serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azime içindeki mu*kaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-i azime vücuda geliyor... Elbette o kuvvet-i azimedeki bir hamiyet-i aliye feveran edecek ve Hz. Mehdi ba*şına geçip, tarik-i hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, adetullahtan ve rahmet-i ilahiyyeden bekle*riz ve beklemekte haklıyız.” 56
Hz. Mehdi’nin ve ona bağlı olan nurani cemiyetin vazifesi ve hizmetini anlatır*ken, onların “Süfyan komitesinin rejim-i bidakâranesini” tamir edeceklerini belirt*mektedir. 57 Bu ifadelerinden anlaşıldığına göre, Hz. Mehdi’nin hizmeti kaba kuv*vet ve güç kullanmaya dayalı bir hizmet olmayacaktır. Manevi bir tamirat ve ısla*hat faaliyetidir.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman’ın mehdilik hakkındaki düşüncesi İbni Haldun’un sosyolojik tahliline uygunluk arzetmektedir. Mehdilik fikrini reddeden muasır yazar*lardan Abdulkerim el-Hatip ve Abdullah es-Semman gibi zâtlar bu yorumu görmüş olsalardı, mehdilik meselesini kökten reddetmezlerdi kanaatindeyim.
Bediüzzaman, mehdi konusunda olağanüstü bir şahıs beklentisi içinde değildir. Herşeyin kevni kanunlar çerçevesinde cereyan edeceğine inanır. Bu bakımdan nassların zahirine, akla uygun olsun olmasın, yapışıp kalan katı tutumlu ilim adamla*rından değildir. Meselâ “müslih”, “mürşid-i ekmel”, “müceddid”, “Halife-i zişan” gibi tabirleri de mehdi kategorisi içinde mutalaa etmektedir. Fitne zamanlarında bir “Islahatçı”nın bulunmasını “Allah’ın kâinata koyduğu kanun” açısından zaruri gör*mektedir. Bediüzzaman’a göre âhirzamanın en büyük fesadına karşı, Cenab-ı Allah en büyük bir müceddid ve mürşid olan bir zat-i nuraniyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i nebeviden olacaktır. 58
Bir şahıs ne kadar kuvvetli olursa olsun büyük bir islahatı tek başına yapamaz. İbni Haldun’un sosyolojik bir tesbit olarak söylediği “bir kuvvete dayanması” mese*lesini böylece Bedeiüzzaman vuzuha kavuşturmaktadır. Ona göre Mehdi’nin beşeri güç kaynağı, âl-i beyt-i nebevi, yani Resulüllahın soyundan gelen insanlardır. Bu neslin sayı bakımından oldukça çok ve güçlü olduklarına işaret eder.Bütün ehl-i ha*kikatın başında onlar bulunur. Sayısal olarak milyonları geçmektedir. Meydana ge*len büyük hadiseler, o büyük cematin içindeki kudsi kuvveti harekete geçirecektir. Böyle bir meselenin tahakkukunu, ilahî kanunların bir gereği olarak telâkki eder. 59
Mehdinin üç mühim vazifeyi gerçekleştireceğini söylemektedir: a) maddecilik fikrini tam susturmak ki buna iman merhalesi de denilir b)İslâm şearini ihya etmek ki buna hayat merhalesi denilir c) bütün iman ehlinin yardımıyla ve ittihad-ı İslâmın desteğiyle, bütün âlimler ve velilerin, bilhassa, her asırda çokça bulunan seyyid*lerin iltihakıyla o büyük vazifesini yapmaya çalışır ki buna da şeriat merhalesi. 60 O halde mehdi gelip de eline kılıcı alıp herşeyi ıslah etmeyecektir. Tek başına değil, bilakis Müslümanların saf ve temiz kitlesinden oluşan, al-i beyt-i nebevî’den büyük bir hareket olarak islahat yapacağı anlaşılmaktadır. Başka bir eserinde mehdinin üç vazifesini şöyle ifade etmektedir: İman, hayat ve şeriat. Bediüzzaman’a göre bu üç vazifenin en mühimmi imandır. 61 Mehdi’nin henüz gelmediğini söylemekle bir*likte kendi dönemini kastederek o zât şayet “Bu zamanda gelse harekatını o (siyasî) cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten ferağat edecek ve he*defini değiştirecek diye tahmin ediyorum” der. Dolayısıyla en mühim mesele olan iman hususuna ağırlık verecektir.
”Şimdiki umumun nazarında ve hâl-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum ruy-i ze*minde vaziyetlerini değiştirmek nev-i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gel*mediğinden, her halde en a’zam meseleyi esas yapıp diğer meseleleri esas yap*mayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara alet olmadığı tahak*kuk etsin.” 62
Bediüzzaman’ın ifadelerine dikkat edilirse, o, mehdiyi, herşeyi mucizevari bir şekilde kılıçla düzelten bir şahıs olarak görmez. Mehdi’yi normal bir insan, büyük bir ıslahatçı olarak görmekte ve etrafındaki nuranî cemiyetinden bahsetmektedir. Re*sulüllahın sünnetini ihya edeceğini, şer kuvvetleriyle mücedelesi de manevi olacağı*nı söyler. Böylesine esbab dairesinde hareket eden bir zatın muvaffak olması kud*ret-i ilahiyye noktasından da mümkündür. Bir dakikada yer ve gök arasını bulutlarla doldurup, boşaltan, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eden, bahar içinde bir saatte yaz mevsimini, yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Allah, mehdi ile de İslâm âleminin karanlıklarını dağıtabilir. 63
İslâm toplumunda daima hak üzere devam edecek olan bir grubun bulunacağı hadis-i şeriflerde anlatılmaktadır: “Ümmetimden kıyamete kadar hak üzere devam eden bir taife bulunacaktır.” 64 Müslim’in kaydettiği bu hadiste Resulullah bir tai*feden bahsetmektedir. Haber verdiği bu taifenin dini mevzuları tazeleyeceğini, din yolunda mücadehe edeceğini, adaleti yayacağını, dosdoğru ölçülere sarılacağını, insanlığa İslâmı takdim edeceğini belirtmektedir. Bu, Allah’ın kâinata kayduğu fıtri kanunlara, İslâmın ruhuna ve pratik talimatlarına mutabıktır. Cenab-ı Allah her de*virde hakiki mehdileri, yüzlerce islahatçıyı yaratabilir, vaktiyle de böyle yapmıştır. Bundan sonra da elbette böyle olacaktır.
Bu hadisi yorumlayan Bediüzzaman, “Bu asırda bir mu’cize-i maneviyye-i Kur’*âniyye olan” Risale-i nur şakirtlerinin hizmetini de bu hadisin muhtevası içinde mu*talaa etmektedir. Onun başlattığı nur hizmetinin gelecek asırda da devam edece*ğine dair bazı istinbatlarda bulunmaktadır. Hicri onaltıncı asrın başlarına kadar nur hizmetinin gittikçe parlayacağını, ondan sonra bir şer cereyanının hâkim olacağını bu hadis-i şeriften çıkarmaktadır. 65
Sonuç:
Nerede fitne ve tahribat varsa, orada ona karşı bir hayır ve islahat sözkonusu*dur. Demek islahat hareketleri İslâm ümmetinin fitrî bir ihtiyacıdır. Allah’ın kâinata koyduğu bir kanunun gereğidir. Ahirzamanda icitamî ve ahlâkî bozuklukların art*ması, küfür ve inkârın yaygınlaşması karşısında insanların manevi islahatçılara muh*taç olduğu sosyal bir realitedir. Nitekim sosyolojik olarak tarihe baktığımızda hep böyle cereyan etmiştir.
Ehl-i sünnette mehdilik, şiilerde olduğu gibi, temel bir inanç değildir. O halde imanın temel esaslarından olmayan ahirzaman hadiseleriyle ilgili teferruat sayılabile*cek meseleler için, kat’i delil aranmaz. “belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemek” yeterdir. Hadis kaynaklarımızdan Buhari ve Müslim’de ismen geçmediği doğrudur. Ancak “mehdi” rolunu üstlenen “imam”, “halife” ve “hak üzerine de*vam eden taife” ve buna benzer tabirlerle mefhum olarak geçtiğini söylemek mümkündür. İbni Haldun dahi, mehdi hadislerini tenkit etmiş, ancak kökten red*detmemiştir. Az da olsa bir kısmının sıhhatini kabul etmiştir. Ayrıca her zayıf veya mevzu hadisin “manası yanlıştır”, demek değildir.Hadis olduğu kesin değilse de, mânâsı doğru olabilir.
Bediüizzaman’a göre yeryüzünün belli bir bölgesinde, belli bir tarihte mehdi olarak bir şahsı beklemek gibi bir inanç yanlıştır. Zira her devirde, bu mânâyı taşı*yan ıslahatçılar, faziletli şahsiyetler bulunabilir. Kötü olan tenbelliğe düşüp herşeyi Mehdi’nin düzelteceğini, gaybî bir insanın gelip toplumları kurtarmasını bekleyerek uyuşmaktır. Mehdi gelecektir diye vazifeyi bırakmak, mükellefiyetten kaçmaktır. Mehdilik fikri gerçekten toplumu tenbelliğe atıyorsa, yanlıştır. Ama Amerikalıların, ülkelerini, Hz. İsa’ya yer hazırlamak düşüncesiyle yeşillendirmeleri gibi, Müslüman*lar da Mehdi’ye zemin hazırlamak maksadıyla gayrete gelirlerse, netice itibariyle güzeldir.
Bediüzzaman’dan anlaşıldığına göre mehdi bir şahıstan ibaret değildir. Faaliyet*ler geniş bir zaman dilimine dağılmış bir hareket, bir ekol ve bir cemaat olabilir. Zira hadislerde anlatıldığı üzere adaletin tesisini bir şahsın yapması mümkün değildir. Bir cemaat, büyük bir heyet, Müslümanların büyük bir topluluğu birlikte hareket ederse ancak başarabilir. Bizce mehdiyi kavram olarak düşünmek mümkündür. Mü’minler her dönemde hayır ve iyiliğin yanında yer alırlar. Her dönemde de buna ihtiyaç vardır. Zira hayır ve şer kavgası her zaman olmuş, kıyamete kadar da de*vam edecektir. Dolayısıyla hayır yoluna devam edildiği sürece mehdiye tabi olmak*tan elde edilen netice kazanılmış demektir. Bir hayali mehdiyi beklemek yerine, ne*rede hayır varsa orada bulunmak, daha isabetlidir. Herşeyin açık seçik olması imti*han prensibine ters olur. Mehdi olsa bile, onun mehdi olduğuna dair gökten bir nida yapılmayacaktır. Bazı sahte mehdiler çıktığı ve halkı kandırdığı doğrudur. An*cak sahte mehdiler çıkıyor diye, mehdilik fikrini kökünden reddetmek doğru de*ğildir. Müseylemetu’l-kezzap gibi sahte paygemberler de çıktı, peygamberliği red*detmek gerekmedi. Sahte doktorların çıkması, doktorluk mesleğinin reddini gerek*tirmez. Bediüzzaman’ın görüşleri, kevnî kanunlarla uyumluluk arzetmektedir. Onda aklın sınırlarını zorlayıcı hususlar yoktur. Netice itibariyle Bediüzzaman da mehdilik meselesini imanın esasatından saymamaktadır. Bu bakımdan mehdiye inanmayan bir insanı tekfir etmek doğru değildir. Bediüzzaman’a göre birçok mehdi vardır. Âhir*zamanda beklenen büyük mehdi diğer mehdilelerin ve islahatçıların sonuncusudur. O da normal bir insandır. Olağanüstü bir şahıs değildir. Hizmetlerini kevni kanunlar çerçevesinde beynelmilel bir hizmet olarak gerçekleştirecektir.
____________________
1 Yard. Doç. Dr. ZEKİ SARITOPRAK
Batman’ın Kozluk ilçesinde 1958 tarihinde doğan Zeki Sarıtoprak, ilk ve ortaokulu doğduğu bölgede tamamladı. 1978’de Adana-Osmaniye İmam-Hatip Lisesini bitirdi. 1983’te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Aynı üniversitede Lisans üstü tahsilini sürdürdü. 1985’te yüksek lisansı, 1991’de doktorayı tamamladı.
Doktora tezi hazırlık safhasında üç sene Mısır’da bulundu. Halen Harran Üniversitesi İlahi*yat Fakültesi Kelâm Anabilim Dalı Başkanlığını yapmaktadır. Arapça ve İngilizce bilir. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Bazı aktüel ve bilimsel dergilerde araştırmaları yayınlanan Sarıtoprak, İslâm Ansiklopedisine bazı maddeler yazmıştır.
Yayınlanmış eserleri:
Suffe Ashabı (1985). Sahabiler Ansiklopedisi (Heyet, 1989). İslâmî Tefekkür.
İslâma ve Diğer Dinlere Göre Deccal (1992).
Sıfatu Eşrati’s-Sâa (1995). İslâm İnancı Açısından Nüzûl-u İsa Meselesi.
2 İbni Haldun, el-Mukaddime, II, 821.
3 Buharî, Enbiya, 49.
4 Ebû Davûd, Melâhim, 1.
5 Müslim, Fiten, 67-9.
6 Ebû Davûd, Mehdi, 1.
7 İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, h-d-y md..
8 Müsned, I, 84.
9 Haccac, Alamatü’l-kiyameti’l-kübrâ, s.73.
10 bk. D.B. Macdonald, “Mehdi”, İA, VII, 474; Goldziher’in “Mehdi” sözünün zamanımızda “mühtedi”, yani başka bir dinden İslama girmiş şahıslar hakkında kullanıldığını bildirmesi ve buna delil olarak da aslında Kıptî iken, sonradan İslamı kabul eden ve isimleri Mehdi olan biri 1812-1815, diğeri de 1870-1890 seneleri arasında Ezher şeyhliği yapmış iki zatı göstermesi bir yakıştırmadır. Zira Mısır’da mehdi ismini taşıyan ve aslında müslüman olan ve Ezher’in muhtelif bölümlerinde yer alan birçok kıymetli zevat bulunmaktadır. Ez*her şeyhleri ve isimleri hakkında bk. el-Ezher tarihuhu ve tatatavvuruh, s.161-4.
11 es-Sefarinî, Levamiu’l-envâr, II, 72.
12 Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, III, 236; aynı müellif, el-Mehdi ve’l-Mehdeviyye, s.39; Goldziher, el-Akide ve’ş-şeria, s.342; İbniu’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, IV, 31.
13 Nuaym b. Hammad, Kitabu’l-fiten, vr. 53a.
14 Tirmizi, ilim, 16; İbni Mace, Mukaddime, 6; Ebu Davud, Sünnet, 5.
15 Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, III, 237; Süleyman Uludağ, İslâmda inanç konuları, s. 435.
16 Sa’d Muhammed Hasan, el-Mehdiyyetu fi’l-İslâm, s.183-4.
17 bk. a.esr., s.81-273; Ahmed Emin, el-Mehdi, s.63, 72, 78-9, 80, 82, 84.
18 Sa’d Muhammed, aynı eser, s.195.
19 el-A’raf (7), 178; el-İsra (17), 97; el-LKehf (18), 17.
20 er-Ra’d (13), 7.
21 İbni Kesir, Alamatü’l-kıyame, s.33.
22 Sıddık Hasan Han, el-İzaa, s.114.
23 Buharî, Enbiya, 49.
24 el-Askalanî, Fethu’l-Bârî, VI, 570; el-Keşmirî, et-Tasrîh, s.97.
25 et-Teftazânî, Şerhü’l-makasıd, V, 314.
26 Müslim, Fiten, 67-9.
27 Ebû Davud, Mehdi, 1.
28 Ebû Davud, Mehdi, 1; Tirmizî, Fiten, 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 99.
29 Ebû Davud, Mehdi, 1.
30 Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 84.
31 Ebû Davud, Mehdi, 1.
32 Sıddık Hasan, el-İzaa, s.130.
33 a.esr., s.128.
34 Tirmizî, Fiten, 52; İbni Mâce, Fiten, 34.
35 el-Heytemî, el-Kavlu’l-muhtasar, s.71; es-Sefarinî, Levami, II, 85; İmam Rabbanî, “Mehdi’nin makamı sahabenin makamından daha önde görünüyor” şeklinde ifade kaydetmektedir. (İmam Rabbani, Mektubat, I, 45)
36 Tirmizî, Fiten, 79.
37 el-Heytemi, el-Kavlu’l-muhtasar, s.24.
38 D.B. Macdonald, “Mehdi”, İA, VII, 477.
39 el-Heytemi, aynı eser, s.53.
40 Muhyiddin Arabî, el-Futuhatu’l-Mekkiyye, 366. bab.
41 Mevdudi, Meseler ve Çözümleri, s.45.
42 Ahmed Emin, Duha’l-İslam, III, 237-8.
43 Muhsin Abdülhamid, İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler, s.53.
44 el-Elbanî, Silsiletu’l-ehadisi’s-sahiha, II, 336, III, 38-43.
45 el-Kettâni, Nazmu’l-mütenasir, s.144-6.
46 İbni Haldun, Mukaddime, II, 822.
47 Aynı eseer, II, 817.
48 Mevdudi, Meseleler ve Çözümleri, s.47, 50, 51.
49 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.309-10.
50 Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s.496.
51 Aynı eser.
52 eş-Şura (42), 23. ş
53 Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 20-1.
54 B.S.Nursi, Mektubat, s.412.
55 aynı eser, s.412.
56 aynı eser, s.412-3.
57 aynı eser, s.423.
58 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s.411-2.
59 Aynı eser, s.412.
60 B. Said Nursi, Emirdağ Lahikası, I, 259-60.
61 B.Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s.57.
62 Aynı eser, s.58.
63 B. Said Nursi, Mektubat, 411-2.
64 Müslim, İman, 247.
65 Daha geniş izah ve istinbat şekli için bk. Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s.23.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’A GÖRE ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLİŞİN İSBATI
HÜSEYİN ÂŞÛR 1
Rahman ve Rahîm Olan Allah’ın adıyla.
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.” 2
Üstad Bediüzzaman Nursî’nin üslubu, eşsiz, zengin ve aynı zamanda câzib özel*liğiyle başkalarınkinden farklılık arzediyor. Bu üslup, İslâmî gerçeklerin ne derece makul, uyumlu ve sağlam olduğunu açıkça gösteriyor. Bu üslubuyla o, aynı za*manda kinaye yoluyla doğru hakikatleri gösteren temsil ve hikâyeciklerle mücerret mânâları zihinlere yaklaştırıyor.
Belki de Üstad Said Nursî’ye bu konuda yetişecek kimse yoktur. Nitekim, aynı alanda bu üslubu kullanan çok az kimse vardır. Meselâ, Mevlâna Celâleddin Rûmî, buna yakın bir üslub kullanmıştır. Fakat, bunu tasavvuf alanında gerçekleştirmiştir. Bediüzzaman ise, diriliş, haşir, peygamberlik, Allah’ın birliği gibi İslâmî hakikatleri isbat ederken bu üsluptan yararlanmıştır. Bunu da, aynı anda hem vicdana hem de akla hitab eden, her ikisini de ikna edip besleyen aklî ve hayalî temsillerden yola çıkmıştır. O bu alanda, İslâmî Kelâm ilmine asrın ruhuyla uyum sağlayan büyük bir gelişme kazandırmıştır. Nitekim Bediüzzaman, modern ilmin toyluk döneminde ya*şamıştır. Bu dönemde modern ilmin din yerini tutabileceği sanılmış, bütün dinlere özellikle de İslam’a gerek dünya çapında ve gerekse bölgesel olarak saldırılmıştır. Burada şunu da unutmayalım ki, o dönemde İslâm özellikle Türkiye’de büyük bir saldırıya maruz kalmıştır. Böyle bir ortamda, Türkiye gibi bir yerde İslâm’ı etkin bir biçimde savunabilmek için aklî, ilmî ve ikna edici bir üslupla akıl ve vicdanlara hitap etmekten başkası mümkün değildi.
Belki de, Bediüzzaman’ın eserlerinin gerek Türkiye’de ve gerekse İslâm Dün*yasının diğer bölgelerinde meydana getirdiği müthiş tesirin sebebi bu ve benzeri özellikleridir.
Haşir konusunu ve Üstad Bediüzaman’ın vicdana hitab ve aklî ikna eden temsil*ler yoluyla bunu nasıl isbat ettiğine göz attığımızda bile, onun üslubunun orijinalliğini hemen farkedebiliyoruz. Bu üslubta, kısa hikayecikler ile avâm-ı nâsın anlayışını ok*şamakta ve Haşir, Ahiret halleri ve diğer İslâmî gerçekleri en açık bir biçimde izah etmektedir.
Meselâ, Üstad Bediüzzaman, hepimizin elinden tutarak bizi geçmiş veya gele*ceğe götürmekte, her yerdeki türlü türlü mu’cizeleri bize müşahede ettirmekte, böylece de hikmetin ne derece intizamla işlediğini , inâyeti gösteren işaretlerin ne kadar açık olduğunu, adalet belirtilerinin parlaklık derecesini, geniş rahmet meyve*lerinin ne denli zahir olduğunu göstermektedir. Kalb gözü kör olmayanlar kesin olarak inanırlar ki, böyle bir Sultan’ın hikmetinden daha mükemmel bir hikmeti, Onun inayetinden daha güzel bir inayeti, Onun rahmetinden daha geniş bir rahmeti, Onun adâletinden daha parlak bir adaleti tasavvur etmek mümkün değildir. Fakat dünya denilen memleket bu hikmet, inâyet, rahmet ve adâletin hakîkatlerini tam olarak göstermeye yetmediğinden, bir de o hikmet, rahmet ve adâleti tahakkuk ettirecek, Onun makarr-ı saltanatında daimî saraylar, parlak ve sâbit mekânlar, hoş ve ebedî meskenler mesut ve ölümsüz ahâlî olmadığı takdirde, şu gördüğümüz hikmet, inâyet ve rahmeti inkâr etmek lazım gelir.
Bu açık ve parlak adaletin delil, işâret ve alâmetlerini inkâr etmek ise, büyük bir ahmaklıktır. Bu tıpkı, gündüzün ortasında güneşin ışığını gözleriyle gördüğü halde güneşin kendisini inkâr edenin akılsızlığını andırır. Bütün alâmetler gözler önünde dururken ahireti inkâr etmek şöyle demeyi gerektirir: Gördüğümüz hikmet dolu bu icraatlar, kerem dolu gayeler taşıyan bu fiiller ve rahmet yüklü bu güzelliklerin sa*hibi olan Zât,-hâşâ yüzbin defa hâşâ-ancak boş ve abes işler yapıyor! Böyle bir iddia ise, hakîkatlerin zıtlarına dönüşmesinden başka bir şey değildir. Bu da, eşyanın varlığını, hattâ bizzat kendi kendilerini inkâr eden sofestâîler dışında bütün akıl sahip*lerinin ittifakıyla imkânsızdır.
O halde bu dünya memleketinden başka bir memleketin bulunması gerekir ki, orada büyük bir mahkeme, yüksek bir adâlet ve büyük bir kerem gerçekleşsin ve bu rahmet, hikmet, inâyet ve adâlet bütün parlaklık ve açıklığıyla tezahür edebilsin. Bu gördüğümüz memleket olan dünya, ancak bir tecrübe ve imtihan meydanıdır, bir eğitim ve manevra alanıdır, O Sultan’ın harika sanatlarının sergisidir ve çok kısa ve geçici bir dar-ı ziyafettir. Görmüyor musunuz ki, her gün peş peşe bir kafile ge*lip biri gidip kayboluyor? İşte bu memleketin durumu bu... Her gün dolup başalı*yor. Bir gün gelecek bütün bütün boşalacak ve başka bakî ve dâimî bir diyara dö*nüştürülecektir. Bütün insanlar oraya nakledilecek ve herbirine yaptığına göre ceza veya mükâfat verilecektir.
Kıyametten bahsederken Bediüzzaman prensip olarak nazarlarımızı şu gerçeğe de çeviriyor: Biz kesin olarak biliyoruz ki, bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf kâtipsiz olmaz... O halde bu parlak, muntazam ve düzenli memleket nasıl olur da hakimsiz ve sultansız olduğu iddia edilebilir?
Madem kesin olarak bu memleketin bir Sultanı vardır, o halde mutlaka bir he*sabın, bir cezanın, bir haşir ve kıyametin de bulunması gerekir. İşte Üstad Bediüz*zaman’ın metodu budur. Haşrin zarûrî olduğunu, bizim ve her şeyin buna ihtiyacı bulunduğunu isbat ediyor.
Dünya denilen bu memlekette sevap ve ceza yok denecek kadar azdır, o halde başka bir diyarda bir mahkeme-i kübrâ vardır. Görülmüyor mu ki, zalim, izzet ve zorbalığıyla, mazlum zillet ve ezilmişliğiyle buradan göçüp gidiyorlar. O Adil ve Kerim Sultan’a, iyileri mükafatlandırmaması, saltanatını hafife alan kötüleri de ceza*landırmaması yakışmaz. Bu memlekette, bu hükmün bin cüzünden bir cüz’ü bile yerine getirilmediğine göre, demek ki, büyük bir mahkemeye bırakılıyor.
Her yere serpiştirilmiş bu büyük nimetler parlak bir kemâle ve açık bir cemâle işaretten başka bir şey değildir. Hiç şüphesiz, eksiksiz fakat gizli kemâl bütün mah*lukatın huzurunda i’lan ve isbat edilmeyi gerektirir. Eşi benzeri bulunmayan o gizli cemâl ise görülmek ve ızhar edilmek ister. O halde göç daimî ve ebedî bir aleme doğrudur.
Bu dünyada çok küçük bir ucunu gördüğümüz bu kemâl ve cemâlden başka, bir de peygamberler ve ilâhî elçiler yüksek sesle yalvarıp dua ediyorlar; o sınırsız kemâl ve cemâli görmek için O Yüce Sultan’ın kendilerini huzuruna almasını diliyor*lar. Sonra aynı elçiler, ya bir nevi özel telefonlarıyla veya O’nun yüce divanına doğru yükselip çıkmakla O büyük Sultanla doğrudan doğruya irtibat kurup bize haber veriyorlar ki, O Sultan iyileri mükâfatlandırmak için muazzam ve parlak bir mekân döşemiş, kötüleri cezalandırmak için de korkunç bir zindan hazırlamıştır.
Bediüzzaman, yine basit ve sade temsil ve teşbih yoluyla Levh-i Mahfuzu her şeyi hatta en küçük ve basit işleri kaydeden bir fotoğraf makinasına benzetir. Nasıl ki, şahsî hüviyet ve kimlik cüzdanları, o hüviyetlerin alındığı büyük bir kaynak sicilin varlığına işaret ediyorsa, sızıntı ve damlalar büyük ve zengin bir menbaın varlığını gösteriyorsa, insandaki kuvve-i hafıza da büyük ve ince bir muhafazayı gösteriyor. Aynı şekilde ağaçların çekirdekleri meyvelerin nüveleri de küçük hüviyetler mesa*besinde olup küçük birer levh-i mahfuz niteliğindedir.
Bu büyük inkılablar ve müthiş değişiklikler, bu kuruluş ve yıkılış, ictima ve da*ğılma, tebeddül ve tegayyur hep bir maksattan haber veriyorlar; bir gayeyi göste*riyorlar. Bütün bunlar da, müthiş bir yıkılış ve kuruluşa sahne olacak müthiş bir gü*nün işaret ve alametleridir. Bu da kıyamet günüdür. “O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a temiz bir kalb ile gelenler (o günde fayda görür).” 3
Allah, Büyük müceddid ve mütefekkir Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye rahmet eylesin.
Son duamız şudur: “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun!”
____________________
1 HÜSEYİN ÂŞÛR (Araştırmacı-Yazar)
Mısır’da faaliyetini sürdüren Muhtarü’l-İslâmî Gazetecilik ve Yayıncılık adlı kuruluşun genel koordinatörüdür. 1000’in üzerinde kitap yayınlayan Hüseyin Âşûr ayrıca üç de dergi çıkarmaktadır:
1. Fikir ve edebiyat dergisi: el-Muhtârü’l-İslâmî
2. Kadın dergisi: Hacer
3. Çocuk dergisi: Zemzem.
Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur hakkında pek çok yazı yayınlayan Hüseyin Âşûr, Üstadın hayatı ve ahlâkı ile ilgili bir kitap ile beraber Ahmed Behcet’in “Türkiye’de İslâmî Hareketin Lideri Said Nursî” isimli bir kitabını neşretmiştir.
2 Rum Sûresi: 50.
3 Şuara: 89.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE ÖLÜM FELSEFESİ
MUSTAFA BİN HAMZA 1
Bismillahirrahmanirrahim.
Eski zamanlardan bu yana, ölüm hakikatini açıklayabilme gayreti alimlerin ve fi*lozofların zihinlerini meşgul etmiştir. Fikrî mezhebleri ve konumlarından hareketle konuyla ilgili bir çok tasuvvurları vardır. Bunlardan bazıları ölümü maddî planda ele alarak, tabiî sebepler dolayısıyla cesedin fizyolojik görevlerini yerine getiremez hale gelmesi şeklinde açıklamıştır.
Diğer kesim ise, konuya rûhî açıdan yaklaşarak, ruhla beden arasındaki irtibatın kopması; bu yolla daha yüce ve daha şerefli bir başka hayatın tecellî edeceği yeni bir merhalenin başlamasına meydan verilmesinin zarûreti üzerinde durmuşlardır.
Bu ikinci fikri savunanlar Müslüman mütefekkirlerdir. Bunların üzerinde durduğu nokta, ölümün hayat-ı uhreviyye yolculuğundaki durakların ilki oluşudur. Allah’ın ki*tabında da bu husus açıkça belirtilmiş, tıpkı hayat gibi ölümün de mahlukâtın ayrıl*maz parçası olarak yaratıldığına dikkat çekilmiştir. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmakta*dır; “Şânı ne yücedir Onun ki mülk elindedir. O her şeye kâdirdir. Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O ya*rattı.” 2 Âlimlerin üzerinde durduğu ölümün mahlûk oluşuna dair yorum, ölümün de vücûda mazhar olduğunu gösterir. Zira madûm olan bir şeyin mahlûk olarak vasıflandırılması düşünülemez. Buradan hareketle, akâid kitapları vücûd ve fenâ ko*nularına uzun uzadıya yer vermiştir.
Ölüm gerçeği konusunda iki büyük fikrî akım kendini göstermiştir:
- İ’tizâlî ve tabiatçı akım
- Sünnî akım
Birincisi: Ölüm tasavvuru konusunda i’tizâlî ve tabiatçı akım Mu’tezile ve tabiiyyûnun yolları, ölüm hakikatını ele almada tam anlamıyla müt*tefik değildir. Bununla birlikte aralarında bazı müşterek noktaların bulunması hase*biyle, aşağıda beyan edileceği gibi bu iki kesimi bir potada ele alacağım.
Bunların tamamına göre ölüm, hayat nüvesinin solmasıdır. Böylelikle cesed fiz*yolojik görevlerini yapamaz hale gelir. Bu durumda ölüm “cesedden hayatı söküp çıkaran” âdem haletidir. Bu düşünürler, mezkur tasavvurdan hareketle bazı yorum*larda bulunarak şöyle derler:
- Ölüm, hayattar bir özellik taşıyan veya bununla muttasıf olan bir varlıktaki ha*yatın âdemidir.
- Ölümün tarifi; nefsin cesedi kullanmayı bırakmasıdır. 3 Ruhun cesedden ayrıl*masıdır. 4 Hayatın inkıtâa uğramasıdır. 5
Bu tarifler her ne kadar ibareleri birbirinden farklı olsa da, hayatın zıddı olan bir âraz olması noktasında buluşmaktadırlar. 6 Mu’tezilî ekolde yer alan Zemahşerî ha*yat ve memâtın karşılaştırılmasını şöyle yorumlar:
“Hayat, vücûduyla (var oluşuyla) hissedilebilir. Denilir ki, birşeyin hayy olabil*mesi için, onun ilim ve kudret sahibi olması gerekir. Ölüm ise bunun âdemidir.” 7
Bu ekolün mensupları, Kur’ân-ı Kerim’deki şu âyet-i kerimeye dayanarak ölü*mün mahlûk (yaratılmış) olduğu sonucuna varmışlardır; “O (Allah) ki ölümü ve ha*yatı yarattı.” 8 Bunlar, mezkur nassın te’viline dair daha güzel bir çıkış yolu bul*mamışlardır. Diğer yandan bunlar te’vil açısından muhtelif fikirler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı, ölümün bir takım sebeplere dayanmasından dolayı ölümü mahlûk olarak değerlendirir. Bazıları "halaqa" (yarattı) fiilini te’vil ederken, “Kaddera” fiilinin müevveli olduğunu söyler. Zemahşerî şöyle der; “ ‘Ölümü ve hayatı O ya*rattı’ ifadesinin mânâsı, bütün varlıkları îcâd ve idam edilmesidir.” 9
Et-Tahrîr ve’t-Tenvîr müellifi şöyle der; “ ‘Ölümü yarattı’ ifadesinin mânâsı, onun sebeplerinin îcadıdır. Zira ölümün kendisi ademdir; hakiki mânâda yaradılışla alakalı değildir. Ancak, mahlûkat için bir araz olması itibarıyle, husûle getirdiği so*nuç açısından ‘yaratma’ olarak ifade edilmiştir.” 10
Tabiatçı mu’tezile görüşü sahiplerine göre ölüm bir ademdir. İnsandaki hayat sıfatının mücerred bir şekilde nihayet bulması demektir. Bu durum ölüm üzerinde bir inceleme yapmayı ve insanın tekvinî tabiatının gereği olarak tabiî bir değişime maruz kalması itibarıyle ölümü kısımlara ayırmayı gerektirmiştir.
Ehl-i mu’tezile ve tabiiyyûn buradan hareketle ölümü iki sınıfa ayırmışlardır:
1- Tabiî ve fıtrî ölüm.
2- İhtirâmî (hayatı ortadan kaldıran sebeplerle gelen) ölüm.
Fıtrî olarak da isimlendirilen tabiî ölümü ele alacak olursak, bu görüş sahiplerine göre ölüm için tabiî olarak zaruri görülen hayat suyunun yok olmasıdır. 11 İnsan cesedinde muayyen ve mahdud bir şekilde madde-i hayat bulunmaktadır. Bu madde belirli unsurların imtizacları doğrultusunda bir insandan diğerine muhtelif miktarlarda olabilmektedir. Meselâ “demevî” unsur (içindeki madde-i hayat itiba*rıyla) “safravî” ve “balğamî” unsurlara nisbeten daha uzun ömürlüdür. 12
Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere insan hücresi belirli bir ömre sahiptir. Ancak bu miktar meselâ dinazorlar gibi büyük hayvanların ömürleri kadar uzun olması düşünü*lemez.
İnsana nisbetle tabiî ölüm, ceseddeki hayat enerjisinin tükenmesi ile gerçekleşir. Özellikle ihtiyarlık döneminde hayatla olan bütün bağlantıların giderek zayıflamasıyla ceseddeki bu enerji azalmaktadır.
İkinci ölüm çeşidine gelirsek, bu hayatı iptal eden sebeplerin ortaya çıkardığı ölümdür. Hararet-i gariziyye olarak nitelenen hayat gücünün söndürülmesiyle ger*çekleşir. Bu, fıtrî ve tabiî ölümü meydana getiren zaruri sebeplerle ortaya çıkma*yan bir ölüm çeşididir ve ömrü hitama erdiren arızî sebeplerle gerçekleşir. Normal hayat seyrini değiştirecek sebeplere katl, boğma ve hastalığı örnek olarak göste*rebiliriz.
Tabiî ve ihtirâmî eceller hakkındaki şu görüş üzerinde durmadan geçemeyece*ğiz: Hiç şüphesiz her ikisi de ölümün tabiatı gereği tamamıyla maddî olarak tasav*vur edilmektedir. Ancak Müslüman düşünürlerin çoğunluğu bu noktaya tıp kitapla*rındaki sıhhat, hastalık, tedavi ve ölüm gibi muayyen başlıklar altında temas etmiş*lerdir.
Kadim tabipler genellikle tabiatçı filozofların makalelerine dayanmışlardır. Bura*larda ise ölümün mer’î olan maddî yönü ele alınmıştır. Dolayısıyla tabiplerin araş*tırmaları da hep bu çerçevede yoğunlaşmıştır.
Er-Rahmetü fi’t-Tıbb ve’l-Hikme eserinin sahibi şunları söyler:
“Ölüm sebepleri üçtür: Birincisi katl ve ihtiyarlık gibi sebepler. İkincisi, dört karışımın ilavesiyle ortaya çıkan durum. Üçüncüsü de tabiî ömrün tamamlanma*sıdır ki, bu dört yaş döneminin gerçekleşmesiyle hasıl olur. Sabavet (çocukluk) yaşından, bülûğ çağına kadar hayat tabiatının suyu gayet sıcaktır. Bu dönem beş yaşına, en geç yirmi yaşına kadar devam eder. Daha sonra katılaşma dö*nemi başlar. Gençlik döneminin bir müddet devam etmesi esnasında harâret ve sertlik tabiatı üzerine bu özellik galebe eder. Bu dönem de kırk yaşına kadar ken*dini gösterir. Daha sonra ise yapıda bir sulanma ve gevşeme merhalesi başlar. İhtiyarlık kendini gösterir. Kuvvet azalır ve nem iyice donuklaşır. Bu yaşlılık dö*nemi ise yetmiş-seksen yaşına kadar uzar. Sonra donuklaşma ve katılaşma zu*hur eder ki, zaafiyetten dolayı harâret iyice azalır. Buna kocama yaşı denir. Fenâ bulana kadar nem ve harâret kaybolmaz ve sönmez. Bu genellikle yüz yirmi yaşına kadar devam eder. Bu duruma gelenler çok nadirdir. Çoğunluk Al*lah’ın takdir ettiği ecel ile, daha önceden zikrettiğimiz doğrultuda hayat tabiatını kaybeder; bu ise tabiî ölümdür.” 13
Ölümü iki tür olarak taksim edenlerin gayet açık bir hataya düştüklerini özür di*leyerek beyan etmek isteriz. Zira onlar bir diğer önemli unsuru, ruh unsurunu dik*kate almamışlar, bundan bahsetmemişlerdir. Tıpkı vefattaki hakiki sebep olan ecel*lerin gelmesinden bahsetmedikleri gibi. El-Cevhere’de şöyle denir:
"Katledilerek öldürülen kimse eceliyle ölmüştür. Bunun dışındaki sözler batıldır, kabul edilmez."
Eğer vefat olayı insanların eceli sonucu oluyorsa, bu hakikatın ölüm tarifine der*cedilmesi zarurî hale gelmektedir. Ruh eğer insan için ayrılmaz bir parçaysa, vefatın sureten tekmil edebilmesi için cesedden mufarakatından da bahsetmek gerekir.
Mu’tezile tabiî yönün temyîz edilmesi zarûreti üzerinde ısrarla durmuşlardır. Buradan hareketle konuya bir başka unsuru ilave etmişlerdir. Bu, ecel bahsidir. Bir maktûlün tabiat-ı vefatını sorgulamışlar ve bu konuda fazlaca söz söylemişlerdir. Bunlardan birisi olan Ka’bî, maktûl olan ölünün iki eceli olduğunu söyler. Birincisi katl sonucu gelen ecel, diğeri katledilmese de muhakkak ulaşacağı diğer ecel. Mu’*tezile ekolünün geneli, maktûlün bir tek ecelinin olduğu görüşündedir. Bu da, o kimsenin katledilmese de Allah tarafından bilinen ölümüdür.
Ebu’l-Hüzeyl El-Allâf şöyle der; “Maktûlün bir tek eceli vardır; o da, öldürül*düğü andır. Eğer katledilmeseydi, bir başka şeyden dolayı yine ölecekti.” 14
Bunun dışında daha bir çok görüş bulunmaktadır. El-Allâf’ın görüşü dışındaki i’ti*zâlî tasavvurlar tekellüflü ve şu âyet-i kerimenin muktezasından uzak görünmekte*dir; “Onların eceli geldiğinde bir saat gecikmez ve öne de geçmez.” 15
İkincisi: Ölüm hakikatini anlamada sünnî ekol
Ehl-i mu’tezile ve tabiiyyûnun görüşlerinin aksine ehl-i sünnet, Kur’ân’ın ifadele*rinden hareketle ve ölümün mahlûk yani vücûdî bir yapıya sahip oluşuna dair varid olan nassları delil göstererek farklı bir ekol oluşturmuşlardır. Bu grubun tarifleri mezkûr verilerden hareket etmektedir. Bu tariflerden bazıları şunlardır:
- Ölüm, hayatın zıddı olarak yaratılan vücûdî bir sıfattır. 16
- Veya, hayatın zıddı olan vücûdî bir sıfattır. 17
- Veya, hayat sahipleri için geçerli olan mahlûk bir keyfiyettir. 18
Akâid kitaplarında yer verilen bu tariflere dikkat edildiğinde, cevher veya araz olsun ölümün vücûdî olarak değerlendirilmesi noktasında birleştiği görülecektir. An*cak bu tariflerde yine de bazı kapalı noktalar vardır. Bu açılardan akıl, ölüme mü*cerred olarak bir adem, izmihlâl ve tevakkuf (bir yerde durma) olarak bakabilmek*tedir. Bu arazlar eşyanın vücûdî olarak değerlendirilmesine imkan vermemektedir. Çünkü, benzer şekilde diğer vücûdî arazlar açısından nâkıza olmaktadır. Bu durum ise, ölümle ilgili Kur’ânî mânâlara yakınlaştıracak güçte başka tahliller yapılarak, akla gelen suallere cevap bulunmasını, bir takım zorlama yorumların ve kapalığın gide*rilmesini gerektirmektedir. İşte bu güç görev Bediüzzaman tarafından gerçekleş*tirmiştir. Ender bir kahramanlık ve benzersiz bir derinlikle, zahiren hilafı olarak gö*rünen ölümün mahluk oluşu meselesini ele almıştır.
Bediüzzaman ve ölüm felsefesi
Açıkça görülmektedir ki, ölüm meselesiyle en fazla ilgilenenler ve bu meseleyi Kur’ânî veriler çerçevesinde tasavvur etmeye çalışanlar alabildiğine çoktur. Dikkatli bir araştırmacı çoğu zaman bu görüşlerden kendisi için bir şifa, müşkilleri için bir çözüm yolu bulamaz. Bu konunun bir çok yönüyle karanlıkta kaldığını göreceğin*den yeni bir hal yolu bulmaya ihtiyaç duyacaktır.
Bu konudaki müşkiller halihazırda mevcuttur. Hiç şüphesiz, bu gibi fikrî prob*lemlerle zihinlerini meşgul eden kimseler konu hakkında Bediüzzaman’a sualler yö*neltecek olurlarsa, Risâle-i Nur külliyatında yer alan Mektubât isimli eserinde gayet mukni cevaplar bulacaklardır. O, şu âyet-i kerimeyi zikrettikten sonra bir soruya yer verir:
"Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı." (Mülk Sûresi, 2) gibi âyetlerde: ‘Mevt dahi, hayat gibi mahlûktur, hem bir ni’mettir’ diye ifhâm ediliyor. Halbuki zahiren mevt, inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü’l-lezzâttır, na*sıl mahlûk ve ni’met olabilir?” 19
Benim gördüğüm kadarıyla böyle bir sual, ancak bu müşkili gerçek anlamda ta*nımlayabilmek için zihnini meşgul eden bir düşünürün ürünü olabilir. Bu soru, iki belirgin fikri, ölümün bir ni’met ve bunun vücûdî bir durum oluşunu dile getirmek*tedir. Mezkur iki noktayı birbirine yaklaştırmak ve bunu ikna edici bir şekilde müda*faa edebilmek oldukça güçtür.
Ölümün ni’met oluş cihetine bakacak olursak, Bediüzzaman bu konuya “dört vecih”le yaklaşmıştır:
“Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, âlem-i berzahda bir visâl kapısı ol*duğundan, en büyük bir ni’mettir.
“İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle Mahbûb-u Bâkî’nin dâire-i rahme*tine girmektir.
“Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırap ve*ren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefâlet-i halle*riyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin.
“Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musîbetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de, nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belâlarla mübtelâ olanlar için ayn-ı ni*’met ve rahmettir.” 20
Sualin ikinci şıkkı ise ölümün vücûdî bir durum olmasıyla alakalıdır. Bediüzzaman bu konuda şunları söyler:
“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekandır, bir tahvîl-i vücûddur, hayat-ı bakıyeye bir dâvettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bakıye*nin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla görüldüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsûriye ve hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen inti*zamlı ve hikmetli ölümün, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebd-i hayatıdır; Belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.
“Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, ha*yat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe’ olduğundan; ‘O mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahlûk’ denilir.
“İşte en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin ba*şına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava aleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, alem-i berzahta, elbette bir hayat-ı ba*kiye sünbülü verecektir.” 21
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi Bediüzzaman, ateş misal düşüncesi ve benzer*siz ferasetiyle eşyanın batınına dalmakta, buradan akılların kolaylıkla idrak edebile*ceği ve cevap bulabileceği şekilde mantıklı tasavvurlar çıkarmaktadır. Nazarları ya*nıltmayacak tarzda mevtin vücûdî oluşunu müşahhas olarak göstermektedir.
Bediüzzaman’ın nazarında ölüm, hayatta yeni bir yolculuğun bidayetidir. Bu başlangıçla birlikte insan, bilinen ve alışılmış hayattan daha şerefli ve daha yüce bir hayat merhalesine başlamak üzere ruhunu teslim edecektir.
Bu açıdan mevt, bir geçiş köprüsü, daha şeffaf bir hayata götürecek bir geçittir. Nasıl ki bir buğday tohumunun veya nüvesinin yere düşmesi ve suyla ıslanması so*nucu, tahavvül ve ta’mir kanununa boyun eğerek kimyevî değişime maruz kalması, dışardan bakanların nazarında kokuşma ve çürüme olarak görülmektedir. Ancak, sonuçta hiç de öyle olmamakta, her bir tohumdan onlarca tohum veren sümbüller fışkırmaktadır.
Bu olay her ne kadar çürüme ve dağılma gibi görünse de, aslında arzın karan*lıklarında dağılan ve kaybolan bir habbe için yeni bir hayatın tecellisine sebep ol*maktadır. Eğer bu tefessüh ve izmihlâl olmasaydı, mezkur habbe yeni bir hayat için bir yol ve vesile bulamayacaktı. Halbuki onun izmihlâl olarak görülen tefessühü ve dağılması gerçekte yeni bir hayatın doğuşuna basamak olmaktadır.
Bu değişimin mezkur keyfiyet ile tamamlanması ve kimyevî kanunlara bağlı olarak gerçekleşmesi, insanların izmihlâl olarak görmelerine rağmen güçlü bir hare*ketin bulunduğunu gösterir. Bunlar aslında, yaradılışda sünnetullah olarak bilinen kanunlara mahkûm ve bağımlı olarak gerçekleşen ameliyelerdir. Bir buğday tanesi yüzlerce habbe haline geldiğinde, insanlar için bir gıda olacaktır. Bu yolla onun ka*nına ve damarlarına karışacak, onun terkibinin ve binâsının yapıtaşı olacak, sonunda düşünce sisteminin ve organizmasının bir cüz’ü naline gelecektir. Böylelikle bir habbe ilk suretinden daha şerefli sir suretle yeniden ihyâ olacaktır. İnsanların naza*rında bir fenâ ve adem olarak görülen zahirî izmihlâl hali, gerçekte yeni bir hayat bulmadır ve bu ilkinden daha bariz bir şekilde tecelli eder.
Bir habbenin yeniden hayat bulması gerçekte, öldükten sonra insan olarak ha*yata dönüşten başka bir şey değildir. Daha önceki vücûdundan çok farklı bir vücûda kavuşmaktadır. Dolayısıyla yeni bir hayatla sünbül verebilmesi için dünya hayatından ayrılması zarurîdir.
Bu harika tasavvur ile Bediüzzaman esas gayeye ulaşmakta, mevtin vücudi bir durum olduğunu ikrar etmektedir. Madem ki ölüm şaşmaz değişim kanunlarının bir neticesidir, o halde insan ikinci bir vücûd için yeniden diriltilecektir. Hiç şüphesiz bu değişimler ise bizzat Kur’ân-ı Kerim’in şöylece dile getirdiği vücûdî bir durumdan başkası değildir; “O (Allah) ki ölümü yarattı.”
Bediüzzaman’ın bu konuda yaptığı değerlendirmeler gerek akaid alimleri, ge*rekse müfessirler açısından eşit ehemmiyete sahiptir. Bu önem bir kaç noktada mülahaza edilebilir; o, mevtin vücûdiyetini uzak te’villere başvurmaksızın gayet parlak bir şekilde açıklamıştır. Öyle ki, bu konuyu ele alanların çoğu yaptıkları açık*lamalarda oldukça zorlanmışlardır.
Bu değerlendirmeler aynı zamanda, ölümü korkutucu olmayan bir şekilde tasvir etmesi açısından da önemlidir. Zira buna göre ölüm ne bir fenâ, ne bir izmihlâl, ne de bir kaybolup gitmedir. Sadece bir tahavvüldür, daha mükemmel ve daha şerefli bir aleme nakildir.
Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı Ebu’l-Ulâ el-Maarrî’nin şu sözüyle paralellik arze*der:
"İnsanlar fenâ için yaratılmışlardır. İçlerinden bazıları bunu yok olup gitme olarak kabul eder. Şüphesiz ki insanlar amel dünyasından, şekavet veya saadet alemine nakledilirler."
Ölümün adem ve fenâ olarak tasavvur edilmesiyle bağlantılı olarak bir korku hasıl olur. Buradan hareketle insan bu korkunun esiri olur. Böylelikle vücûd-u insân*înin yapısında devamlı bir tahrib ve çöküntünün hakim olduğunu görür. Bu durum*dan rahatsız olarak, onun sebeplerinden uzak durmaya çalışır. Hatta hak yolunda mücâhede etmek, akîdenin savunulması ve batıla karşı konulması durum*larında dahi bu durum kendini gösterir.
Bediüzzaman’ın nazarında ölüm felsefesi, insanın bekasının, devamiyetinin, son*raki hayatın ilk hayatla olan bağlantısının ilanına dayanır. Buna göre, hayat yolculu*ğunun ilk boyutunda insan hayatını kuşatan, ona ölümün nihayet ve yokluk fikrini aşılayıp sıkıntıya atan maddiyyun felsefelerinin yaydığı adem, ilgâ ve kötü akîbet gibi düşünceler reddedilmektedir.
Bediüzzaman’ın konuyla ilgili tahlilinin aynı zamanda psikolojik boyutu bulun*maktadır. Böylelikle insana varlıkla alakalı olarak bir itmi’nan ve insicam kazandırır*ken, hayatın birinci ve ikinci boyutları hakkında bir emniyet hissi uyandırır. Aynı zamanda ölümün korkunç bir kabus, insanı yok edip, mahveden bir son olmadığını telkin eder. Bu hissi elde eden insan meşakketler karşısında husûsi bir cesaret, zor*luklara karşı gayret içinde olur. İnsanlar tarafından asla istenilmeyen ölüm, hakikatte nefsin karar kılacağı ve mutmain olacağı bir hayata doğru yapılan bir yolculuktur. Çünkü “Ahiret yurdu muhakkak ki hayattardır; eğer bilselerdi.” 22
____________________
1 Prof. Dr. MUSTAFA BİNHAMZA
1949’da Fas’ın Vecde şehrinde dünyaya geldi. Üniversite tahsilini Karaviyyin Üniversite*sinde tamamladı. Ayrıca Muhammed Bin Abdullah Üniversitesi Edebiyat Fakültesini de okudu. Lisans üstü eğitimini Muhammed el-Hâmis Üniversitesinde tamamladı. Halen Fas’ın Vecde şeh*rinde Muhammed el-Evvel Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak görevini sürdürüyor.
Bazı kitapları şunlardır:
1- İslâmda Özürlülerin Hakları.
2- Kur’ân’da İlm-i Beyan Mucizesi.
2 Mülk: 1-2.
3 Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn, 3/1316
4 Ebû Muhammed Abdü’s-Sâlimî, Meşâruku’l-Envârı’l-Ukûl, 2/88, Tahkik: Abdurrahman Amîra
5 A.g.e.
6 Mantıkçılara göre fenâ türleri dört tanedir; Tekâbül-ü Nakzeyn (Birbirini nakzeden iki şeyin karşı karşıya gelmesi). Buna selb ve îcâb da denir. İnsanla insan olmayanın, siyahla siyah olmayanın karşılaştırılması gibi. Bir meleke ile onun ademinin karşılaştırılması, körlükle görmenin, zenginlikle fakirliğin tekâbülü gibidir. Tekâbül-ü Zıddeyn (Birbirine zıt iki şeyin karşı karşıya gelmesi) Hararet ve burûdet, fazîlet ve rezîlet gibi bir tek vakitte biraraya gelmeksizin bir mevzûda peşpeşe gelebilen özelliklerdir. Tekâbül-ü Mütezâyifeyn (Birbirine komşu iki kavramın karşılaştırılması) Erkek kardeş ve kız kardeş, ön ve arka gibi birinin tasavvuru diğerinin ekseni üzerinde bulunan kavramların karşılaştırılmasıdır.
7 Zemahşerî, Keşşâf, 4/113
8 Mülk: 2.
9 A.g.e.
10 Muhammed Tahid b. Âşur, Et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 13/29
11 Kitâbu Istılâhâti’l-Fünûn, 3/1917
12 En-Neşru’l-Tayyib Alâ Şerhi’ş-Şeyh El-İdrîsî El-Vezzânî, 29/13
13 En-Neşru’t-Tayyib, 2/375
14 El-Bicûrî, Şerhu Cevherati’t-Tevhîd, 161; En-Neşru’t-Tayyib, 2/375
15 El-A’râf: 32.
16 Muhammed Abdürraûf El-Münâvî, Et-Tevkîf alâ Mühimmâti’t-Teârîf, 683; El-Isfahânî, Müfredâti’r-Râ*ğib, 497; Cürcânî, Et-Ta’rifât, 211
17 Tefsîru’l-Fahri’r-Râzî, 30/55
18 Ahmed el-Halîlî, Meşâriku Envâri’l-Ukûl, 2/88; El-Bîcûrî, 349
19 Mektubât, 7
20 Mektubât, 8
21 Mektubât, 7
22 Ankebût: 84.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ DÜŞÜNCESİNDE İ’CÂZ-I KUR’ÂN
ABDÜLGAFÛR MAHMUD MUSTAFA CA’FER 1
Bediüzzaman’ın düşüncesinde yer alan İ’câz-ı Kur’ân meselesi, okucucuların bu sınırlı araştırmadan da görecekleri gibi, geniş olarak ele alınması gereken bir konu*dur. Tevfî sadece Allah-u Teâladandır.
Bediüzzaman’ın genel hayat hikâyesi
Bediüzzaman Said Nursî 1293 h./1873 m. tarihinde doğu Anadoluda yer alan Nurs köyünde doğmuştur. 1379 h./1960 m. senesi Ramazan ayının 25’inde vefat etmiştir. Küçüklüğünden itibaren zekasındaki ve bilgisindeki harikalıklar yüzünden kendisine Bediüzzaman lakabı verilmiştir.
Ulûm-u Arabiye ve Ulûm-u Şeriada büyük ilerleme kaydetmiş, bunun yanısıra riyaziyyat, felekiyat (uzay ilmi), kimya, fizik, jeoloji, felsefe vb. ilimleri de tahsil etmiştir. İslâmî ilimlerin okutulduğu bir üniversitenin ve dinî ilimler yanında ulûm-u medeniyyenin de okutulduğu okulların inşa edilmesine büyük önem vermiştir. Kendisini, sorulan bütün sorulara cevap vermeye yöneltmiş, istibdaddan kurtulmak ve güven nizamını tesis etmek için çalışmış, bu esnada bir çok zorluklara ve eziyet*lere maruz kalmıştır. Ardında çok sayıda ve büyük çaplı eserler bırakmıştır. Bunlar*dan bazıları; Sözler, Mektubat, Şualar, Lem’alar vb. Tefsir ve i’caz alanındaki en önemli eseri “İşaratü’l-İ’câz fi Mezânni’l-îcâz”dır. Bu ve benzerleri eserlerinin sayısı yaklaşık 210’dur. Bunlar “Tefsir, belagât ve akîde alanında yazılmış aklî muhakeme*lerdir” şeklinde tavsîf edilmiştir. 2
İ’câz kavramı ve tanımı
İ’câz: Bir konuda başkalarının acziyetini isbat etmektir. Sonra, bu kavram lâzımı olan ‘bir işte başkalarının acziyetini izhar etmektir’ mânâsıyla kullanılmıştır. İ’câzü’l-Kur’ân ise; Mahlukatı onun gibi bir eser vücuda getirmekte aciz bırakan yönlerin is*batıdır. Burada faile izafeten masdar kullanılmış, mef’ulü ve diğerleri hazfedilmiştir. Ancak, bundan bizzat kasdedilen şey mezkur isbat veya onun lâzımı olan şeyi izhar etmek değil, ‘lâzım’ olan şeydir. Yani, Bu Kitab-ı Hakkın Allah’ın indinden geldiğini, Allah-u Teala’nın Resûlü-ü Sadık’ına gönderdiğini izhar etmektir. İnsanlar bunu kavradıktan sonra, böyle bir eserin bir mislini ilim sahasına getirebilmekten aciz ol*dukları, çünkü Onun bizzat hiç bir şeyden aciz olmayan Allah’dan sadır olduğu so*nucuna ulaşırlar. Böylelikle bu özelliğin, yüce kitabı bizlere getiren elçiyi te’yid ve tasdik ettiği neticesini çıkarırlar. Böylelikte Bu elçinin Resûlüllah olduğuna iman ederek, dünyada ve ahirette O’na ittiba etmeye gayret ederler. 3 Bütün bu ifade*ler, Bediüzzaman’ın eserlerinde belirttiği sözlerle ittifak etmektedir.
Mu’cizelik ölçüsü
Bu konuda Bediüzzaman şöyle der; “O vakit değil umum Kur’ân, ya bir sûre, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti” 4 Aynı hakikate şöyle işaret eder; “Kur’ân’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki nun-u na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.” 5
İbn Hacer el-Heytemî’nin bu konuda bazı tesbitleri vardır. Şöyle demektedir; “Bazı kolay ifade edilebilen âyetlerde dahi, insanların benzerini getirmekten aciz olması meselesinin müşahedesidir.” 6 Sonra; “ (Bazısının) kendinden öncekilerle ve sonrakilerle çeşitli türden irtibatları ondaki hükmün harikalığındandır.” 7 “Hakikaten, insanlar, mâkabli ve mâba’diyle münasebetleri nazara alınarak, âyetlerinden bir âyette 8 anlatılan, bazı âyetlerde ifade edilen mevzuları dile getirmekten acizdir*ler.” 9 “Açıkça söylemek gerekirse, hariçten müşahede eden birisi üç âyetin ben*zerini peş peşe sıralamaktan aciz kalır. Çünkü anlattığı şeyle ilgili hiç kimseden ben*zer bir şey işitmemiştir.” 10
Ben de derim ki: Bedihi olarak görülmektedir ki, Bediüzzaman bir harfin dahi mu’cize olduğunu söylerken, öncesi ve sonrasından kopuk olarak veya bir kelimeyi ele alırken yine çevresine dikkat etmeksizin bir yapılacak değerlendirmeyi kasdet*memektedir. Esas maksadı, mânâlardan doğan ve kelimeleri mevzu ile münasebet*leriyle ortaya çıkan, diğerlerinde ayrı olarak tek başına hüküm verilemeyen ve be*şer kelamında bu mânâların içtimaı imkânsız olan yönüdür. Malumdur ki, bir beşer kelamında yer alan bir kelimenin tebdil edilmesi mânâyı ve kasdı büyük ölçüde etki*lemez, hatta bazan hiç etkilemez.
Beşer tarafından bir mislinin getirilemediği mânâlardan hareket edecek olursak, bu mânâların ifade edildiği kelimelerin de az olsun, çok olsun birer mucize oldu*ğunu söyleyebiliriz. Keza, çevresini kuşatan kelimeler, siyak ve sibakında müşarun ileyh olan mânâlardan hareketle, bir tek harfteki işarî mânâlar da bu kabildendir. Kelamullahtaki bir kelimeye hizmet eden bir kelimenin yerine başka bir kelimenin ikame edilemeyeceğini bir mucize olarak görüyorsak, aynı şekilde, bir harfin mu*cize oluşunu da, ancak çevresindekileri dikkate alarak, idrak edebiliriz.
İşte size iki misal:
“Evvelen: Kelime olarak mucizelik hakkında Bediüzzaman şöyle der:
“Meselâ, 11" Velein messethüm nefhatün min azâbi rabbike" bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermek ister. Demek taklili ifade edecek; Cümlenin bütün heyetleri de, bu taklile bakıp ona kuvvet vercek.
“İşte "lein" lafzı teşkikdir. Şek, kıllete bakar.
“ messe" lafzı azıcık dokunmaktır. Yine kılleti ifade eder.
“ Nef'hatün" lafzı, maddesi bir kokucuk olup, kılleti ifade ettiği gibi; sigası, bire delalet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde biricik demektir. Kılleti ifade eder.
“Nef'hatün" deki tenvin-i tenkiri taklili içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor de*mektir.
“ Min" lafzı teb’iz içindir. Bir parça demektir. Kılleti ifade eder.
“ Azâbi" lafzı; nekâl, ikabe nisbeten hafif bir nevi cezadır ki kıllete işaret eder.
“ Rabbike" lafzı; Kahhâr, Cebbâr, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle, kıl*leti işaret ediyor.
“İşte bu kadar kılletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikâb-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı külliyi her biri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafz ve maksada bakar.” 12
Bana göre, Bediüzzaman’ın ve el-Heytemî’nin Kur’ân kelimelerindeki i’câzın te’yidi konusunda bu kadar örnek yeterlidir.
Saniyen: Harf olarak mucizelik konusunda Bediüzzaman şunları söyler:
“Bir vakit 13 " İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteî'nü." deki nun-u mütekellim-i maal gayrı dü*şündüm ve mütekellim-i vahde sigasından "na'büdü" sigasına intikali kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o Nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki; Namaz kıldığım o Bayezid Camiindeki cemaatle iştirakımı ve her biri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve dâvâlara birer şahid ve birer müeyyid gördüm. Nakıs ubudiyetimi, o cemaatın büyük ve kesretli ibâdatı içinde dergah-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi. Birden bir perde daha in*kışaf etti. Yani, İstanbul’un bütün mescitleri ittisal peyda etti. O şehir, O Baye*zid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim. Onda dahi; ruy-i zemin mescidinde, Kabe-i Müker*reme etrafında dairevi saflar içinde kendimi gördüm.
“El-hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn." dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim na*mazda söylediğim her bir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem ha*yalen bu perde açıldı; Kabe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek, o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğim " Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden resûlüllah" olan imanın tercümanını müba*rek Hacerül-Esvede tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki; Dahil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:
“Birinci daire: Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidindeki cemaat-ı uzmâ.
“İkinci daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrâda, bir tesbihat-ı uz*mâda, her taife kendine mahsus salavât ve tesbihat ile meşgul bir cemaat için*deyim. ‘Vezaif-i eşya’ tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin ün*vanlarıdır. O halde, "Allahü Ekber" deyip, hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:
“Üçüncü bir daire içinde, hayretengiz zahiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki, zerrat-ı vücudi*yemden ta havassı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latife-i Rabbaniyem, " İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteî'nü." o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de li*sanım, o iki cemaat-ı uzmâyı niyet ederek demişti.
“Elhasıl: "na'büdü" nûnu şu üç cemaata işaret ediyor...” 14
Hakeza Bediüzzaman, i’câz işaretleri, fütuhât ve işrâkât (İlham yollarının açılması ve doğması) harikaları açısından münferiden şahid olduğu bu tür işârat-ı bediadan hareketle, bir tek harfi ihata eden i’cazı açıkça göstermektedir.
Kendimize şu suali sorabiliriz: Gayba dair haberler hakkındaki mu’cizelik ölçüsü nedir? Buna hemen şu cevap verilebilir: Kişinin, bir dost, kahin veya zekî bir kişi yardımıyla, bu yakinî bilgi ve i’cazın ifade ettiği mânâlardaki marifeti hudutsuz bir şekilde elde edemediği bir konudur.
Eğer, Kur’ânî bir haber, sözleri hakkında kendisine güvenilen, verdiği habere ve bunun tahakkuk edeceğine itimad edilen ve beşeri kaynağı (a.s.m.) yakından tanı*nan, kendisinden ne bir yalanın, ne de bir kehanetin vaki olmadığı ve benzeri gü*ven sağlayıcı sebeplerin bulunduğu bir şahısla beraber düşünülecek olursa, böyle bir haber, hatta bir mucizeyi ifade eden haber hakkında tereddüdümüz olmayacaktır.
Zann-ı galib ile ulema, beyan ve fesahat cihetlerinden bir sûredeki veya bir âyetteki mucizelik ölçüsünü tahdit etmemişlerdir. Çünkü bu ölçü, teemmülde bulu*nan kişinin mezkur yerlerdeki i’cazı idrak etmesini kolaylaştırır. Hatta, i’cazı bütün ölçüleriyle ızhar edebilmeleri için, ulemanın bu ölçüler hakkında fikir yormalarını da kolaylaştırır. Belirli ölçüler içinde tahdid ederek bulduğumuz bu neticeler bizlere ve böyle düşünenlere-ulema tarafından telif edilen eserlerdeki sınırlamaları kastediyo*rum-yeterlidir.
Ölçü (mu’cizenin belli bir ölçüyle ifade edilişi) taraftarlarını burada, küçük sûre*lerden her bir sûreyi ele alırken, ondaki i’câz yönünü veya yönlerini keşfetme amaçlı çalışmalar yapmak sûretiyle Kitabullah’ı gözlemleme gayretinde bulunmaya çağırıyorum. Allah-u Teala bu maksadımızın yardımcısıdır.
İ’câz vecihleri
Suyûtî “Mu’terekü’l-Akrân fi İ’câzü’l-Kur’ân” isimli eserinde i’câza dair 35 vec*hin bulunduğunu zikretmiştir. “E-Kur’ân Yetehaddê” kitabının yazarı ise bu rakamı 40’a çıkarmıştır. 15 Bediüzzaman ise i’câz türlerinin sayısı hakkında 40 raka*mını 16 zikretmekle birlikte, bununla belirli bir sınırlamayı kasdetmediği, bir başka eserinde 200 i’câz kısmından 17 bahsetmesinden anlaşılmaktadır.
Büyük ihtimalle bu rakamla da sınırlamayı kasdetmemektedir. Her şey bir yana, sınırlı sayıda bazı i’câz vecihlerini şerhetme yoluna gitmiştir. Biz burada Allah’ın ina*yetiyle, gücümüz yettiğince sıralamaya çalışacağız.
a. Nazm
Bediüzzaman bu konuda, “İ’câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i’câz kur’anın nazmındaki nakışlardan ibarettir” 18 demektedir. Görül*düğü gibi ona göre nazm i’câz vecihlerinden önemli bir vecihtir. Yine şöyle der; “İ’câzın en yüksek veçhi, nazmındaki belağattan olmuştur. Evet, Kur’ân’ın bu nev’i i’câzı, beşerin takatinden hariç bir derecededir. Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i ha*rika var. O nazımdaki cezalet ve metanet, saatın; saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur’ân-ı Hakimin her bir cümledeki, hey’atın*daki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine münasebatı öyle*dir.” 19
Nazma ve onun zinetlerine riayet, teşbihi kullanmak ve benzeri uygulamalardan yüz çevirmemelidir. Bu konuda şöyle der; “Evet lafza zinet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müstaid olmak şartıyla ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münesebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla ve hayale cevelan ve şa’şaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikatten istimdad etmek şartıyla gerekir.” 20
İşte bu, tıpkı iki yüzü olan banknot gibi kelama bakan Nazm Okulunun yönelişi*dir. Her iki yönünün de tam ve birbiriyle uyumlu olması gerekir. Abdülkadir el-Cürcanî bu iki yön arasında bir duvarın ve engelin olduğu iddiasındadır. Bu görüşe Lafız Okulu müntesipleri, mânânın derin olmasının gereksiz olduğunu savunarak mukabelede bulunurlar. Bunlara bir örnek Müslim İbn Velid’dir. Ancak Câhız, bu vehimlerinin hilafına onlara ittiba etmez. Aynı şekilde Manâ Okulu, bütün inayetini mânâ cihetine yönelterek bu tartışmalara katılır. Bunlar lafza ağırlık vermeyi bir te*kellüf olarak görürler ve bu yüzden büyük ölçüde lafza itibar etmekten çekinirler. Lafza ağırlık vermeyi-eğer mümkün olur ve gerekirse-ancak mânâya hizmet et*mesi açısından ele alırlar. Aksi takdirde böyle bir şey tek başına hedef olamaz. Bu okulun önde gelen ismi İbn Cüney’dir. 21 Bediüzzaman ise bu okulların en güçlü*sünü ele almıştır.
İ’câz-ı nazmın temeli îcâzdır. İcâz, i’chaz-ı Kur’ân’ın en metin ve en mühim bir esasıdır. 22
Mucizenin ölçüsü konusunda şerhettiğimiz i’cazın bu vechiyle alakalı çok açık bir örneği öğrenmiştik. ” Velein messethüm nefhatün min azâbi rabbike" örneğine ve tamamı Kur’*ân’ın nazm yönüyle mu’cize oluşuna dair örneklerle dolu Bediüzzaman’ın “İşarütü’l-İ’câz” isimli tefsirine tekrar dönüyoruz. Bu konuyla ilgili bir diğer örnek şöyle:
Kur’ân-ı Kerim’de geçen 23 "ve mimmâ rezaknâhum yünfikûne" âyetini şöyle tefsir ediyor:
“Zekat ile sadakanın layık oldukları mevkilerini bulmak için bir kaç şart vardır:
“1. Teb’îzi ifade eden "min" israfın reddine.
“2. "Mimme" nın takdimi sadakanın kendi malından olduğuna.
“3. "Rezakne" minnetin olmamasına. Çünkü veren Allah’tır; kul ise bir vasıtadır.
“4. Rızkın "ne" ya olan isnadı fakirlikten korkulmamasına.
“5. Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şey*lere şamil olmasına.
“6. ‘Nafaka’ maddesi, alanın sefahete değil, hacat-ı zaruriyesine sarfetmesine işaretlerdir.” 24
Bu ve muzari tabiriyle gelen "yünfikûne" devam ve istimrara-bildiğimiz kadarıyla-işaret eder. Allah’dan gelen birr (iyilik) daim ve müstemirdir. Mahlukatına göz açıp kapayana kadar kesintisiz olarak ulaşır. Burada işaret edilen husus-kabul edenler nazarında-budur. Allah-u Tealanın "Rezaknâ" fiilindeki mazî tabirinin kullanılışı, bunun takdir edilmiş bir emr olduğunu işaret içindir. 25
26"Ve fi's-semâi rizgukum ve mâ tûadûne" Hatta yazmaktan kalem dahi kurur. 27 Melek*ler, insan için takdir edilmiş rızıkları elvah-ı fer’iyye yazmışlardır. 28 Aynı şekilde Allah-u Tealanın kullarına olan rızkının ulaşması azamet zamiriyle işaret edilmiştir.
Nazm, hakikaten bütün ulema nazarında i’caz vecihlerinden birisi olarak kabul edilmiştir.
Buradan hareketle, Bediüzzaman nazm-ı beliğ yönleri ışığında madem ki Kur*’ân-ı Kerim mucizedir, o halde her şeyin üstündedir açıklamasını yapmaktadır. Gör*düğümüz kadarıyla o, bütün gayretlerini kelimelerin lafz ve mânâ yönlerine yö*neltmiş, bunlardan sadece birisi üzerinde durmamıştır. Kelamın yüceliğinin sebepleri hakkındaki harika ve benzersiz sözlerine isteyen baksın. İşte bunlardan birisi “çok is*tinbatta bulunma istidadıdır.” 29 Merâtib-i meânî ve delâletleri olarak isimlendirdiği kavram içerisinde hava gibi sedece hissedilip görülmeyen hakikatler vardır. 30 Cüz’leri ve mânâları arasındaki tecavüb açısından kelamın kuvvetinden dolayı, nazm ve hey’et garaz-ı küllî noktasında birbirlerine cevap verirler. 31 "Velein messethüm nefhatün" ve benzeri bir çok örnekte gördüğümüz gibi, “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hey’et-i mecmuasında raik bir selaset, 32 faik bir selamet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenasüb, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavi bir teavün; ve âyetler ve maksad*ları mabeyninde ulvi bir tecavüb” 33 bulunmaktadır. Bu belağat-ı ulyânın zatında olan hasletler-mucize olarak isimlendirilmiştir. Buradan hareketle bir defada kuyûd-u kelâma geçiş yapılmaktadır. Her bir bağ mânâya mazhar olur. Öyle bir hal alır ki, her bir müteselsil nakış bir naky-ı a’zamı ortaya çıkarır. İşte Kur’ân’daki bu özellik karşısında şahsî fikir ve irade-i cüz’iyye aciz kalır. 34 Kur’ân başka kelamlarla kabil-i kıyas değildir. Çünkü; kelamın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihe*tinden dört menbaı vardır. Bunlar; Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Ma*dem ki, kelam kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’ân’ın menbaına dik*kat edilirse, Kur’ân’ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. 35 Üslûb-u Kur’ân’ın o kadar acib bir cem’iyeti vardır ki, bir tek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur’ânîyi içine alır. 36 Kur’ân’ın i’câz vecihlerinden biri olan nazmı öyle bir üsluptadır ki, bütün asırlara ve tabakalara intibak edebilir. 37 Bediüzzaman’ın elde ettiği ve ulaştığı neticelerden birisi, “imale-i kelamın zahiren delile muhalif olma*dığı”dır. 38 Bu söz, onun dışındakilerde görmediğim, bilmediğim bir hakikati ifade etmektedir. 39 Benim kanaatime göre bu hakikaten nefis bir tesbittir. Böylelikle, onun hakkındaki bir çok yönlerinden birisini yeterince öğrenmiş olduk.
b. Mukattaa harfleri
Hurûf-u mukattaa, bazı sûrelerin başında gelen "Elif Lâm Mim" , "Ha Mim" , "Sad" gibi harflerdir ve bunlar hecâ harflerinin yarısını teşkil eder. Bunlar kullanılış bakımından en çoğu ve en kolayıdırlar.
Hurûf-u hecâda on çift sıfat vardır. ‘Cehr, hems’ bunlardan ikisidir. Yine bun*larda yedi ferd vardır. ‘Kalkale’ gibi. Sûrelerin başında gelen harfler, hecâ harfleri*nin yarısıdır. Örneğin harf sayısı 18 ise cehr sıfatına sahip olanlar 9 tanedir. Harf sayısı 10 ise hems sıfatına sahip olanlar 5 tanedir. Aynı şekilde her bir sıfattaki harf*lerden yarısı, bu yedi ferd arasında yer alır. Ancak buradaki taksimat tam eşit de*ğildir. Eğer, sıfat ağır ise küçük kısmı, eğer hafif ise büyük ve ağır kısmı gelir. Kal*kale gibi ağır bir sıfat sözkonusuysa ve beş harften ikisi başta yeralır. Zellâka gibi hafif bir sıfat varsa, örneğin altı harften dördü başta gelir.
Bu tevazün (denge) zannederim esas maksad değildir. Ancak bana göre sadece bu i’câzın tahakkuku için geçerlidir. Belkide bütün bu harflerin veya her birisinin kullanılışında aynı durum söz konusudur. İşte sözün özü:
“Hecâ harflerinin adedi-elif-i sakine hariç kalmak şartıyla-yirmi sekiz harftir. Kur’ân-ı Azimüşşan, sûrelerin başında bunların yarısını zikretmiş, yarısını ter*ketmiştir.
“Kur’ân’ın almış olduğu nısıf, terkettiği kısımdan daha ziyade kesirü’l-İstimal*dir.
“Kur’ân, sûrelerin başında zikrettiği kısım içinde lisan üzerine daha suhuletli olan ‘Elif-lâm’ı çok tekrar etmiştir.
“Kur’ân aldığı harfleri, hecâ harflerinin adedince sûrelere tevzi etmiştir.
“Hecâ harflerinin mahmûse, mehcûre, şedîde, rehve, müsta’liye, münhafıza, mütbıka, münfetiha gibi çiftli cinslerinin her birisinden yine nısıf alınmıştır.
“Çifti, yani eşi olman-evtar-kısmında sakilden azı, hafiften çoğu almıştır. Kalkale, zellâka gibi.
“Kur’ân-ı Azimüşşanın, sûrelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen min*val üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarik, 504 ihtimalden intihab edilmiş*tir. Ve intihab edilen şu tarikten başka hiç bir ihtimal ile mezkur tansif mümkün değildir. Çünkü; taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir. Bu gibi i’*câz lem’alarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin.” 40
Burada, letafet-i seciyye ve kesafeti arasındaki itidali sağlayan bir denge vardır. Bu noktayı, mukattaat konusunda vaki olan harflerin tabiatlarıyla alakalı değerlen*dirme yapan ulemanın sözleri ışığında görüyorum. Bu tabiatların sayısı dörttür. “Nâr tabiatı”, ki sıcak ve kuru olmasından dolayı böyle denilmiştir. Bunun mukabi*linde soğuk ve ıslak olan “su tabiatı” vardır. Her ikisinden yedide dört sûre başlan*gıcı vardır. Bunlardan ilk gruptakiler “elif, tâ, mim, hê”, geri kalanlar “zal, şin, vav”dir. İkinci gruptakiler ise, “Hâ, ayn, lâm”; geri kalanlar “Hı, dal, gayn” harfle*ridir. Orta tabiatte olanlar yedide üçtür. Bunlardan “Türâb tabiatı”nda olanlar soğuk ve kurudur. Bunlar; “Sad, nun, yâ” harfleri ve geri kalan “ be, te, dad, vav” harf*leridir. “Hava tabiatı”nda olanlar, sıcak ve ıslaktır. Bunlar; “sin, kaf, kef” harfleri, geri kalanlar ise “se (peltek), cim, ze, zı” harfleridir. Hakikaten bu garîb ve acîb bir durumdur. Bütün bunlar büyük dil, tefsir ve irfan âlimlerince bilinmektedir. 41
Surelerin başında hecâ harflerine yer verilmesiyle ilgili Bediüzzaman bazı letaif*ten söz eder:
“Bu sûrelerin başlarındaki taktî-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın me*’hazine ve neden neş’et ettiğine işarettir.
“Bu harflerin taktîi, müsemmanın vahid-i itibarî olup, terkib-i meczî olmadığına işarettir.” 42
“Bu harflerin takti’ ile tadâdı, san’atın madde ve me’hazini muhataba göster*mekle muarazaya talib olanlara karşı meydan okuyarak, ‘İşte, i’caz-ı san’atı, şu gördüğünüz harflerin nazm ve nakışlarından yaptım. Buyrunuz meydana!’ diye, onların tahkirane tenkitlerine (tekdirlerine) işarettir.” 43
“Mânâdan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan şu mânâsız harflerin lisan haliyle ilan ediyor ki: ‘Ben sizden beliğ mânâları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu tadat ettiğim harflerden bir nazire yapınız, velev iftira ve hikayelerden ibaret bile olursa olsun!’ ” 44
“Harfleri tadat ile hecelemek, yeni kıraata ve kitabete başlayan mübtedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki: Kur’ân, ümmi bir kavme ve mübtedi bir muhite muallimlik yapıyor.” 45
Kur’ân’ın bu konudaki, hatta bir cümlesindeki i’câzı idrakten aciz birisi nasıl onun nazirini getirebilir veya ehl-i san’at onun fetvalarını nasıl taklid edebilir? 46
Evet, bu derin sırlar bir ümmi ve yetimden sudûr edemez. En güçlü bir belagat ustası dahi ona müdahelede bulunamaz. Çünkü o, Azîzü’l-Alîm tarafından iki cihan serverine bir mu’cize olarak verilen bir kitaptır.
c. Tekrarlar
Bediüzzaman şöyle der:
“İşte Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakim: ‘Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i arz ve semada müstetir künûz-u esmâ-i İlahiyenin keşşâfı, şu sutûr-u hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı, şu âlem-i şahadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi, şu âlem-i maneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, avâlim-i uhreviyenin haritası, zât ve sıfât ve şuûn-u İlahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı natıkı, tercüman-ı sâtıı, şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hâdîsi, hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubûdiye, hem bir kitab-ı emr ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir ve mârifet gibi beşerin bütün hâcât-ı maneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkıkînin her birinin meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.
“Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’câza bak ki: Kur’ân hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan; içinde tekrar müstahsendir, belki elzem ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zira; Zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir; duanın şe’ni terdad ve takrirdir; emir ve davetin şe’ni tekrar ile te’kiddir. Hem herkes, her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya mukte*dir olamaz. Fakat bir sûreye, galiben muktedir olur. Onun için; en mühim maka*sıd-ı Kur’âniye ekser uzun sûrelerde dercedilerek, her bir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek; hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşr ve kıssa-ı Musa gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevi hâcât dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur. Cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat; ***** gibi ve hakeza. Demek tekrar-ı âyet, teker*rür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş. O ihtiyaca işaret ederek ve uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder. Hem Kur’ân; müessistir, bir din-i mübinin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimai*ye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakatın mükerrer suallerine cevaptır. Mües*sise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid için terdad lâzımdır; te’yid için tak*rir, tahkik, tekrir lâzımdır. Hem öyle mesail-i azime ve hakaik-ı dakikadan bahse*diyor ki; umumun kalplerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif sûretlerde tek*rar lâzımdır. Bununla beraber sûreten tekrardır. Fakat manen her bir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücûh ve tabakatı vardır. 47 Her bir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor. Hem Kur’ân’ın mesail-i kevniye*nin bazısında ibham ve icmali ise; irşadi bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.” 48
“Evet, ihtiyacın tekerrüriyle, tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cavap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini dünyayı kaldırıp onun yerine azametli ahireti kuracak ve zarrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatı tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat edecek ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâ*inatın netice-i hilkati hesabına gadab-ı İlahî ve hiddet-i Rabbânîyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın tesisinde binler netice kuv*vetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’câz ve gayet yüksek bir belagat ve muktezây-ı hale gayet mutabık bir cezalettir, bir fesahettir.
“Meselâ; bir tek âyet olup yüz on dört defa tekrar edilen "bismillahirrahmânirrahîm" cümlesi, Risale-i Nur’un 14. Lem’asında beyan edildiği gibi; arşı ferş ile bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattır ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.
“Hem meselâ; sûre-i "tâ sîn mîm" de sekiz defa tekrar edilen şu
"Ve inne rabbeke lehüve'l-azîzü'r-rahîmu" âyeti, o sûrede hikaye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azablarını, kâinatın netice-i hilkatı hesabına ve Rububiyyet-i âm*menin namına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rab*baniye, o zalim kavimlerin azabını ve Rahimiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatla*rını iktiza ettiğini ders vermek için, binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcâzlı ve i’câzlı bir ulvî belagattır.
“Hem meselâ; Sûre-i Rahmanda tekrar edilen "Febi eyyi âlâi rabbikuma tükezzibâni" âyeti ile Sûre-i Mürselatta, "Veylün yevmeizin lilmükezzibîne" âyeti cin ve nev-i beşere kâinatı kızdıran ve arz ve semavatı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haş*met-i saltanat-ı İlahiyeye karşı inkar ve istihfafla mukabele eden, küfür ve küfran*larını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semavata tehditkarane haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alakadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumide binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir îcâz ve cemalli bir i’câz-ı belagattır.” 49
Bediüzzaman’ın bu açıklamaları hakkında kısa bir değerlendirme yapacak olur*sak; "Febi eyyi âlâi rabbikuma tükezzibâni" âyetinin tekrarı gerçekte bir tekrar değildir. Çünkü her tekrar edilişinden sonra yeni nimetler zikredilmektedir. Allah-u Teala, her bir faslın ardından ins ve cinne hitap ederek onları sorgulamaktadır. Eğer denilirse: Azabın zikrinden sonra nasıl bu cümle zikredilir? Bunun cevabı, eğer bir nimet yoksa, onun zikredilmesi, vasfedilmesi ve onunla ilgili korkutulması en büyük nimettir. Çünkü burada ikabı müstahak kılacak umumî bir zecr vardır. Aynı zamanda sevabı müste*hak kılacak bir davranış vardır. Bu âyet-i kerimenin cehennem ve ondaki azabın zikrinden sonra varid olması, Allah’ın o azabı vasfetmesinin ve ikabından korkutma*sının ardındaki nimete işaret etmektedir. Bu halin bir nimet oluşu şüphe götürmez bir gerçektir. Fenânın (fani oluşun) zikrinden sonra bu âyetin gelmesi konusunda yine, “Bunda hangi nimet olabilir?” sorusu gelmektedir. Bu soruya şöyle cevap verebiliriz; Keder ortamından sürur ortamına geçiş, mü’minlerin ve insanların füc*carın şerlerinden rahata kavuşmaları, tıpkı hadislerde varid olduğu gibi birer nimet*tir. 50
d. Düstur oluş açısından i’câz
“Kur’ân’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. medeni*yetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahrum değildir. Daima gençtir, kuvvetli*dir. 51 Meselâ; Medeniyetin bütün cem’iyyat-ı hayriyeleri ile, bütün cebbarane şedit inzibat ve nizamatlarıyla, bütün ahlaki terbiyegahlarıyla, Kur’ân-ı Hakim’in iki meselesine karşı muaraza edemeyip mağlup düşmüşlerdir. 52
Meselâ; 53"Ve ekîmü's-salâte ve âtü'z-zekâte" 54 "Ve ehallallâhü'l-bey'a ve harrame'r-ribâ" Kur’ân’ın bu galebe-i i’câzkaranesini bu mukaddime ile beyan edeceğiz.
“Bütün ihtilat-ı beşeriyenin madeni, bir kelime olduğu gibi bütün ahlak-ı seyyi*enin menbaı dahi bir kelimedir.
“Birinci kelime: ‘Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.’
“İkinci kelime: ‘Sen çalış ben yiyeyim.’
“Evet, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas tabakasında, merhamet ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlaksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. 55 İkinci kelime, avamı; kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi bir kaç asırdır sel*bettiği gibi, şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe malum olan Avrupa hadisat-ı azimesi meydana geldi. 56 Kur’ân birinci kelimeyi, esasından ‘vücub-u zekat’ ile kal’eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını ‘hurmet-i riba’ ile kal’edip, tedavi eder. Evet, âyet-i Kur’âniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. ‘Kavga kapısını kapamak için riba kapısını kapayınız’ diyerek insanlara fer*man eder. Şakirtlerine ‘girmeyiniz!’ emreder. 57
“İkinci esas:
“Medeniyet taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur’ân’ın o hükmünü kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münafi telakki eder. Evet, eğer izdivaç*taki hikmet, yalnız kazay-ı şehvet olsa, taaddüt bilakis olsa. Halbuki, hatta bütün hayvanatın şehadetiyle ve izdivaç eden nebatatın tasdıkiyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kazay-ı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için Rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir. Madem, hikmeten, hakika*ten izdivaç, nesil içindir, nev’in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telakkuh olan ve elli senede ye’se düşen bir kadın, ekseri vakitte ta yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kafi gelmediğinden medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul etmeye mecburdur. 58
“Üçüncü esas:
“Muhakemesiz medeniyet, Kur’ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki hayat-ı içtimaiyede ekser ahkâm ekseriyet itibarıyla olduğundan, ekseri*yet itibarıyla bir kadın, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur. İşte bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alacak kocası noksaniyeti temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının ida*resine verecek; kız kardeşine müsavi gelir. İşte Adalet-i Kur’âniye böyle iktiza eder. Böyle hükmetmiştir. 59
“Dördüncü esas:
“Sanemperestliği şiddetle Kur’ân men’ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de men’eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehasi*ninden sayıp Kur’ân’a muaraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli gölgesiz sûretler, ya bir zul-mü mütehaccir veya bir riyay-ı mütecessid veya bir heves-i müteces*simdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.” 60
Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın düstur ve kanun oluşuyla alakalı açıklamalarını benzer şekilde sürdürür. Bunları “Delâil-i i’câzdan olan şeriat-ı Kur’ân” ve “Kur’ân’ın i’câz-ı teşrîisi” başlıkları altında ela alır.
Bu ifadelerle aynı konuda açıklamalar yapan diğer âlimlerin sözleri karşılaştırıla*cak olursa, aklî ve objektiflik açılarından diğerlerinden çok daha farklı ve üstün ol*duğu görülecektir.
e. İhbar-ı mugayyebat
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, ihbarat-ı gaybiye ve her asırda gençliğini muhafaza etmesi, her tabaka insana muvafık gelmesi yönünden de i’caza sahiptir. İhbarat-ı gaybiye açısından üç yönlü mu’cizelik mevzubahistir.
Birincisi: Maziye ait ihbarat-ı gaybiyedir. Evet, Kur’ân-ı hakim ittifakla, ümmi ve emîn bir Zât (a.s.m.)’ın lisanıyla Hz. Adem’den ta Asr-ı Saadete kadar, peygamber*lerin mühim hallerini ve ehemmiyetli olaylarını öyle bir tarzda zikretmektedir ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdikiyle gayet kuvvet ve ciddiyetle bunu gerçekleş*tiriyor.
İkincisi: İstikbale ait ihbarat-ı gaybiyede bulunmasıdır.
Üçüncüsü: İlahi ve kevnî hakikatler ve uhrevî durumlarla ilgili ihbarat-ı gaybiye*sidir. Evet, Kur’ân’ın hakaik-ı İlahiyeye dair beyanları ve tılsım-ı kâinatı açıp, hilkat-ı âlemin muammasını çözen beyanat-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmini görçekleştirmektedir. Hem Kur’ân, gösterdiği o İlahi hakikatler ve o kevnî hakikat*leri beyandan sonra, safay-ı kalp ve tezkiye-i nefsten, ruhun terakkiyatından ve ak*lın tekemmülünden sonra beşerin ukulü adeta “Sadakte” (doğru söyledin) deyip o hakikati kubul ederler. 61
İstikbale dair verdiği haberlere bir örnek vermek gerekirse, 62"Ve len tef'alû" âye*tine bakabiliriz. Burada denilmektedir ki; Mazide yapamadığınız gibi, yani Kur’ân’ın bir tek sûresinin, hatta bir tek harfinin dahi benzerini getiremediğiniz gibi, bundan sonra da kat’iyyetle yapamayacaksınız. Binaenaleyh, “Bizim mazide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam etmez” diye izhar ettikleri o bahaneyi de bu âyetle def’etmiştir. Bu yolla Kur’ân gaibden haber vermektedir. Gerçekten de ihbar edildiği gibi muaraza vaki olmamıştır. 63
Bir diğer örnekte Alluh-u Teala; 64"İnnellezîne keferû sevâün aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhüm lâ yü'minûne" âyetinde geçen "ellezîne" lafzındaki “el”in ifade ettiği mânâlardan birisi “ahd” mânâsıdır. Buna göre, gerek “el”den, erek "ellezîne" den, mahut ve malum bir şey kastedilir. Binaenaleyh, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ümeyye İbn Halef ve saire gibi mahut ve meşhur büyük kafirlere "ellezîne" ile işaret edilmiş olduğu ihtimali çok kuvvetlidir. Bu ihtimale binaen şu âyet, gaybdan haber veren âyetlerden birisi olmaktadır. Çünkü onlar küfür üze*rine ölmüşlerdir. 65
Bediüzzaman’ın bu konuyla verdiği örnekleri konunun te’yidi ve takriri açısından çoğaltabilirsiniz. Bu doğrultuda şunları söyleyebilirsiniz; Kur’ân müstakbel hakkında, Ebu Leheb ve karısının-Tebbet sûresinde-küfür üzerine öleceğinden haber ver*mektedir. Aynı zamanda Nasr sûresinde Nebî (a.s.m.)’in vefatının yaklaştığını bildiri*yor. Daha bir çok âyeti bu konuya örnek olarak verebiliriz.
Sure-i Fethin son âyetleri hakkında Bediüzzaman’ın sözlerine dikkat edecek olursanız, bu âyetlerde Ashab-ı Bedir, Uhud, Huneyn, Bey’at-ı Rıdvan ve benzeri sahabe-i kiramın önde gelenlerine işaretlerin olduğu yorumunu çıkarır. Hatta, ilm-i cifrin bir türü olan harflerdeki ebced hesabı ve tevafuklardan hareketle bu sonuca ulaşmaktadır. 66
Eğer bu sahih ise, i’câz açısından ilm-i cifir sahih olacaktır ve bu da i’caz olarak kabul edilecektir. Bu ise makbul ve makul olmayan bir yöneliştir. 67
Nefslerde gizli olan hakikatlerin de gaybdan olduğunu ilave etmek isterim. Al*lah’ın dilemesi dışında bu konudaki bilgiyi ne Nebî (a.s.m.), ne de bir başkası bilebi*lir. bu konuda Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyrulmaktadır;
68"Ve y0ekûlûne fî enfisim lev lâ yüazzibünallahü bimâ nekûlü" Bunu yalanlamak da mümkün ola*maz. Bediüzzaman ve diğer âlimler indinde, cüz’iyyat ile alakalı bazı farklılıklar ol*makla birlikte, bu konuda gayet geniş açıklamalar vermektedirler.
Kur’ân’daki gayba dair haberler, ancak üzerinde dikkatli bir nazarla durulduğu takdirde vuzuha kavuşabilmektedir. Nasr sûresinde olduğu gibi. Bir başka âyette ise Nebî (a.s.m.)’in çocuklarından erkek olarak hiç birisinin O’nun neslini devam ettire*meyeceğine işaret edilmektedir; 69"Mâ kâne muhammedün ebâ ehadin min ricâliküm" âyeti hakkında Bediüzzaman’ın yaptığı açıklamalardan birisi şöyledir:
“Peygamberin (a.s.m.) evlad-ı zükûru, rical ederecesinde kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız "ricâli" tabirinin ifadesiyle nisanın pe*deri olduğunu işaret ettiğinden, nisa olarak nesli devam edecektir.” 70 Zannede*rim böyle bir açıklama, ilk olarak onun tarafından ifade edilmiştir.
f. İ’câz-ı İlmî
Şu gelen “mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân” 71 cümlesiyle bağlantılı olarak, 72"Kulnâ yâ nâru kûnî berden ve selâmen" âyeti şöyle açıklanabilir:
“Bu âyette üç işaret-i latife var:
“Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hz. İbrahim’i (Aleyhisselam) yakmadı ve ona, ‘yakma!’ emrediliyor.
“İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürûdetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak, "selâmen" lafzıyla bürûdete diyor ki: ‘Sen de hararet gibi bürûdetinle ihrak etme.’ Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nar-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürûdetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, mânen bürûdetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum envaına cami olan Cehennem içinde elbette ‘Zemherir’in bulunması zaruridir.
“Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini menedecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşin dahi tesirini menedecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü: Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dar’ul-hikmet olması hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise; Hz. İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahimi yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle mânen şu âyet diyor ki: ‘Ey millet-i İbrahim; İbrahimvari olunuz. Ta gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem bu*rada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; Cenab-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çı*karınız, giyiniz.’ İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş; ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak " Hanîfen müslimen" tezgahında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.” 73
Bediüzzaman, bunun gibi, gayet harika beyanlarla misaller sıralamakta ve bazı*larında görebildiğim kadarıyla işarî mânâları tercüme etmektedir. Ne var ki ben, gayb meselesi hakkında buna benzer bilmediğimiz ve buna işaretin olduğunu da bilmediğimiz bir durumda, bunun gerçekleşmesinden sonra Kur’ân’ın işaret ettiği bu mânâ zihnimizde şekillenmektedir. Kur’ân’ın işareti hakkında bildiklerimizin hilafına, hususun, bir müddet bekledikten sonra yine Kur’ân’ın işareti doğrultusunda gerçek*leştiğini görebiliriz. Örneğin, "Ve len tef'alü" âyetinde olduğu gibi.
Kahire Usûlü’d-Din Fakültesi Tefsir ve Ulûmü’l-Kur’ân bölümü başkanı Prof. Dr. İbrahim Abdurrahman Halife, bir ilmi toplantı esnasında, ilmî i’cazın vürûdun zahi*rinde değil, bilakis husule gelmesinde gizli olduğunu söylemişti. Bunların ışığında benim görüşüm, yeni keşfedilen şeylerle ilgili işaretler veren âyetler, işarî haberler veren âyetlerdir. Gaybî olarak işaret ettiği mânâ tahakkuk etse de, dahilinde i’câz vecihlerinden birisi saklı kalmaya devam edecektir.
Bediüzzaman Sözler isimli eserinde işaret-i ilmiye konusunu daha fazla genişlet*mek istememektedir. Sür’atle bazı âyetlere göz gezdirecek olursak;
"Bunun gibi daha nice binekleri olanlar için yaratmış olmamızdır." 74ve; "Uhud Ashâbına lânet olundu. Tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü'minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi." 75 âyetleri trene işaret etmektedir. "el-uhdûd. Ennâri zati'l-veküdi." ifadeleri adeta tünel*den başında ateş saçan dumanlarıyla çıkan bir teren anlatılır gibidir. Bence bu çok şaşırtıcı bir benzerliktir. Aynı şekilde, "meseli nûrihi kemişkâtin fîha müsbâhun" 76 âyeti elek*triğe işaret etmektedir. Bu konuda yaptığımız gezinti yeterlidir kanaatindeyiz. Zira, Kur’ân’ın kıymeti ve i’câzı konusunda en ufak tereddüdümüz yoktur.
İ’câz-ı ilmî konusunda muhalif tutum sergileyen, Kur’ân’ı kendi tasavvurlarına göre değerlendirip onu tenkid eden ehl-i ilm-i hadîs (modern ilim ehli) mukabilinde Bediüzzaman’ın konumuna gelirsek, bu konuda ilmi metodlarla açıklamalar yaparak Kur’ân’ın i’câzını ispatlamaya çalışır ve inatçı feylesofları teslim-i silah etmeye mec*bur bırakır. 77 Allah ondan razı olsun.
Kulak ve nefs ciheti: Harikalık, telezzüz, usanç vermeme, suhulet-i hazz, avam*dan birisi dahi olsa alınan büyük hazz.
“Kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i’câzını gösterir.” 78 “Hatta, yalnız kulağı bulunan ve bir derece mânâ fehmeden avam tabakasına karşı, Kur’ân’ın okunmasıyla başka kitaplara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder.” 79
“Hatta, az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara sekeratta olanlara karşı Kur’ân’ın zemzemesi ve sadası; zemzem suyu gibi onlara hoş ve tatlı geldiği cihetle, bir nevi i’cazını onlara da ihsas eder.” 80
Kadı İyâz i’câz vecihlerinden birisi olarak Kur’ân’daki harikalığı zikreder ki, bu yönüyle işitenlerin kalblerinde ve kulaklarında yer ederek etkisi altına alır. Şöyle der; “Buna delil, mânâlarını anlamasa da, tefsirini bilmese de her işitenin içinde yer etmesidir. Rivayet edildiğine göre bir hristiyan, Kur’ân okuyan birine rastladığında durur ve ağlayarak dinler. Ona niçin ağladığı sorulduğunda; ‘Ondaki ahenk ve nazmdan dolayı’ cevabını verir.” 81 Kanaatimce buradaki nazm ve ahenkten mak*sat, kelimelerdeki nağme ve vurgular, harflerdeki tatlılıktır. Öyle ki, bu yönü hak*kında Abdülkahir Cürcanî, kelâmın yüceliğinden ve derecesinin yüksekliğinden daha fazla bir etkiye sahip olduğunu söyler. Bizler de diyoruz ki, Kur’ân’da his ve cemal açısından i’câzın en ileri derecesi vardır.
Bu yönlerden bir diğeri ise, Cenab-ı Allah’ın Kur’ân’ı manzum bir özelliğe sahip kılması, mensûr özelliğe haiz kılmamasıdır. Çünkü manzum oluş, kulaklarda daha fazla yer eder. 82
Bir diğer özellik; “Onu okuyan bıkmaz, onu dinleyen yorulmaz. Bilakis tilavet edildikçe halaveti artar. Devam edildikçe ona karşı olan muhabbet ziyadeleşir. her defasında tazeliği aynen kendini gösterir. Onun dışındaki kelamlar, velev hüsün ve belagat açısından çok yüksek olsalar da bir kaç tekrardan sonra bıktırır, tekrarlan*dıkça özellikleri kaybolur. Yüce kitabımız halavet yönünden her türlü lezzete sa*hiptir, en sıkıntılı anlarda enis bir arkadaş olur. Onun dışındaki kitaplar ise, en çok taraftarı olanları dahi belli bir süre sonra kaybeder. Bu yüzden Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’ân hakkında şöyle buyurmuştur; “Çok tekrar edilmesi insanı sık*maz.” 83
Bediüzzaman’ın görüşü şöyledir:
“Hıfza çalışan çocukların tabakasına karşı dahi, Kur’ân-ı Hakîm; o nazik, zaif, basit ve bir sahife kitabı hıfzında tutamayan o çocukların küçük kafalarında, o büyük Kur’ân ve çok yerlerinde iltibas ve müşevveşiyete sebebiyet veren birbi*rine benziyen âyetlerin ve cümlelerin teşabühüyle beraber; kemâl-i suhûletle, ko*laylıkla o çocukların hafızalarında yerleşmesi sûretinde, i’câzını onlara dahi gös*terir.” 84
Kadı İyaz i’câz vecihleri hakkında şöyle demektedir; “Onu öğrenenlerin hıfzet*melerindeki kolaylıkla, hıfzetmeye elverişlilik hakkında Allah-u Teala şöyle buyur*maktadır; "And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur'ân'ı kolaylaştırdık." 85 Halbuki diğer dinlerin kutsal kitaplarını ezber*leyenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Bu hal bunca senedir onlarda bir sakar olarak bulunur. Kur’ân ise, daha küçük yaşlardan itibaren ezberlenmesi kolay olan bir kitaptır.” 86 Verdiği nimetlerinden dolayı hamd sadece Allah’a mahsustur ve Ondan faydalı ilim, amel-i salih nasib etmesini dileriz.
Diyorum ki; bütün bu hususiyetler ve faziletler Kur’ân’ın evsafı arasında bulunur. Muaraza sıhhati şartıyla benzerlerine meydan okumaktadır. Ayrıca, kesret ve yüce*lik açısından onun benzeri yoktur. Beşer onun bir mislini getirmeye muktedir de*ğildir. İşte bu, kur’an’daki i’câz vecihlerinden birini teşkil etmektedir.
Kadı İyaz’ın bu faziletler ve hususiyetlerin i’câzdan gelmediğine dair sözleri, bu zikrettiklerine pek muvafık düşmemektedir. Ben bu konuda onun görüşlerine mu*vafık değilim, bilakis Bediüzzaman’la (Rahimehullah) müttefikim.
Göze bakan vecih: Benzerlik, tekabül, tevafuk, paralellik ve uyum.
Bediüzzaman; “Yalnız gözü bulunan: kulaksız, kalpsiz tabakasına karşı vech-i i’*câzın” 87 19. Mektup’da gayet mücmel, muhtasar ve nakıs ele alındığı için, bu vech-i i’câzı 29 ve Otuzuncu Mektub’a havale etmiş, burada gayet parlak, nurani, zahir ve bahir bir sûrette ele almıştır. 88 Ancak daha geniş bir şekilde İşarâtü’l-İ’*câz isimli eserinde bu konu ele alınmıştır. Hatta Kur’ân’ın bu vechini açıkça göste*rebilmek için, bir mushaf yazdırıldığını, böylelikle bu vech-i i’cazı gözle görülebilir halde sunulacağını belirtmiştir. 89
Anladığım kadarıyla, Bediüzzaman’ın açıkladığı bu i’câz yönü, birbirinden müs*takil olarak iki mushafta hat yazısı sûretiyle gösterilmektedir.
Birinci mushaf hakkında şöyle der; “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın yazılan kelime*leri birbirine bakıyor. Meselâ Sûre-i Kehf’de: "Ve sâminühüm kelbühüm" 90 kelimesi, altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır’daki ‘Kıtmîr’ kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi anlaşılacak. Daha sonra baktım ki: Kur’ân’ın müteaddit yapraklar arka*sında birbirine bakar çok cümleleri var ki, manidar bir sûrette birbirine bakar. İşte tertib-i Kur’ân irşad-ı Nebevî ile; münteşir ve matbu’ Kur’ânlar da, ilham-ı İlahî ile olduğundan; Kur’ân-ı Hakim’in nakşında ve o hattında, bir nevi alamet-i i’câz işareti var. Çünkü o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab’ın noksanıdır ki; tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbirinin üzerine düşecekti.” 91 Bu konuda benim görüşüm; Niçin bizzat bu mus*haf, aşağıda bahsedeceğimiz ikinci mushafa, Nebî (a.s.m.)’nin elindeki mushafa ve diğer Osmanlıca mushaflara mukabil farklılık göstermektedir. Halbuki i’câz vecihle*rinde herhangi bir farklılığın olmaması gerekir. Bir vechin olması, diğerlerinin ipta*lini gerektirmez. Bana göre Hafız Osman’ın hattı belli bir değere sahiptir, ikinci mushafın hattı da aynı şekilde meziyete sahiptir. Bu meziyetler belli bir san’atı gös*terir. Ancak Kur’ân-ı Kerim bütün bunların üstündedir. Müellifin bunu müdafaada ve bazı küçük sapmalara mazur görmedeki ısrarı, kendisine ait bir görüşü aksettirir. Şu bir gerçektir ki, buna berzer vecihlerin cüz’iyyatı çoktur. Ancak bunlar ne bir tesadüf demek de yanlış olur. 92
İkinci mushafa gelince, Bediüzzaman, “Kur’ân’ın göze görünen bir nevi icazının lemaatını ve rumuzat-ı gaybiyenin bir menba-ı işaratını teşkil eden, Kur’ân’da ‘Lafzullah’ın tevafukundan çıkan bir lem’a-i i’câzı gösteren yaldız ile bir Kur’ân yazdırıldığından” 93 bahseder. Elimde 1394 h./1974 m. tarihinde Hattat Hamid el-Âmidî hattıyla yazılmış bu mushaf bulunmaktadır. Bu mushafın sonunda, Bediüz*zaman’ın 29. Mektup isimli eserinin ışığında yazıldığı belirtilmektedir. Hakikaten Kur’ân’da tekrar eden Lafz-ı Celâllerin aynı hat üzerinde alt-alta gelmelerini göster*mesiyle ayrıcalıklı bir mushaftır. Hemen her sayfada zikredilen Allah’ın isimleri ge*rek bir sütunda, gerekse bir kaç sütunda alt alta sıralanmaktadır. Bediüzzaman, yu*karıda belirttiğimiz “Kıtmir” ismiyle ilgili tevafuk gibi, sadece Lafzullahda değil, başka yönlerle de bir çok tevafukların bulunduğunu söylemektedir. Şöyle demek*tedir; “Kur’ân-ı Hakim’in umum sahifeleri ahirinde âyet tamam oluyor. Güzel bir kafiye ile nihayeti hitam buluyor. bunun sırrı şudur ki; En büyük âyet olan Müdâ*yene âyeti, sahifeler için, Sûre-i İhlas ve Kevser satırlar için bir vahid-i kıyasî ittihaz edildiğinden, Kur’ân-ı Hakim’in bu güzel meziyeti ve i’câz alameti görülüyor.” 94
Diyorum ki; Mezkur nüshadaki bu tevafukları kendim gördüm. Ancak mezkur paralellikler ve tevafuklar, tam anlamıyla bir i’câz olamaz; belki bir san’at ve beceri neticesi ortaya çıkabilir.
Ancak, daha önce de söylenildiği gibi Bediüzzaman hitab makamındadır. Cüz’iy*yatın ve envaın kesreti hiç bir şekilde, bu tür konuları ihata edemeyecek akl-ı cüz’i tarafından tesadüf ve insan işi olarak kabul edilemez.
Son olarak derim ki; Bu son cümle Bediüzzaman açısından ve mezkur vechin Resulüllah’a (a.s.m.) gelen yüce kitabımızda bulunması açısından mülahaza edilirse, bu düşüncenin diğer i’câz vecihleri derecesine çıkarılmaksızın, “bu bir i’caz’dır, an*cak biz bunu savunmada taassub taraftarı değiliz, böyle bir şeye de ihtiyacımız yok*tur, çünkü bu Kitab-ı Azizin i’cazını gösteren çok daha kat’i vecihler vardır” denil*mesinde bir beis yoktur.
Belirttiğimiz bu iki vechi kabul edecek olursak, mezkur vecihlerin bulunduğu iki mushaftan birinin diğerinden farklı olduğunu görürüz. Çünkü her ikisinin aynı özel*liklerle biraraya getirilmesi mümkün değildir. Böyle bir ihtimal olsaydı, sanırız bizzat Bediüzzaman tarafından bu gerçekleştirilirdi.
Sonuç
Bizim nazarımızda hattan doğan parallellik ve tevafuklar, zayıf bir iddiadır. Aynı şekilde cifir hesabının kullanılarak istinbatta bulunması, onun yaptığı açıklamalardaki gücünü gösterir. Bu yönüyle ve yorumlama açısından getirdiği yeniliklerle belirtilen konuda münferiddir. Manalar açısından ise onun bir benzerini göstermek güçtür. Bunun delili önünüzdeki bu mütevazi çalışmamdır.
Bediüzzaman, fikirlerinin derinlemesine araştırılması ve onun fütuhatından ala*bildiğine yararlanılması gerekli bir şahsiyettir.
Allah ondan ve onun gibilerinden faydalanmak nasib etsin.
"Ve sallâllâhü alâ seyyidinnâ Muhammedin en-nebiyyi'l-ûmmiyyi ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellim."
____________________
1 ABDÜLGAFÛR MAHMUD MUSTAFA CA’FER
1935 yılında Mısır’da doğdu. Tefsir ve Kur’ân İlimleri sahasında Ezher Üniversitesi Usuliddin Fakültesi Tefsir Bölümü Başkanıdır. Muhtelif eserleri mevcuttur.
2 Mezkur kitaplar matbudur. İhsan kasım tarafından telif edilen “Bediüzzaman Said Nursî-Hayatına ve Eserlerine Toplu Bir Bakış” isimli eserde bu kitapların isimleri zikredilmektedir.
3 Bkz: Abdürrahim Ferec el-Belînî, İ’câzü’l-Kur’âni’l-Kerim1-2; Muhammed el-Hakîm, İ’câz’ül-Kur’ân, 40-41, 1398
4 Mektubat, 369
5 Mektûbat, 369
6 Şerhu Hemziyyeti’l-Bûsirî libni Hacer el-Heytemî, sh.134, 1326 h.
7 A.g.e.
8 Bkz: Müddessir; 21
9 Bkz: 6. dpnt.
10 A.g.e.
11 Enbiya; 46
12 Sözler, 343
13 Fatiha; 6
14 Sözler, 368
15 Suyûtî’nin zikrettikleri için mezkur eserinin 190-93. sayfalarına bakınız. İkinci müellif (Ahmed İzzeddin Abdullah) tarafından zikredilen 40 vecih bu eserin 248-49. sayvalarda yeralmakta, bu vecihlerin açıklama*ları ise 681. sayfaya kadar devam etmektedir.
16 Sözler, 338
17 Mektubat, 379
18 İşaratü’l-İ’câz, 11
19 İşaratü’l-İ’câz, 137; Sözler, 343
20 Muhakemat, 79
21 Bu üç okulla ilgili bilgiler “El-Belağatü’l-Arabiyye fi Sevbihe’l-Cedid” isimli eserden alınmıştır. Bkz. A.g.e., Dr. Bekrî Şeyh Emin, Beyrut-1990
22 Mektubat, 293
23 Bakara, 3
24 İşaratü’l-İ’câz, 47
25 Burada Kamer;12’den iktibas edilmiştir.
26 Zâriyât; 22
27 İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadisin manasıdır. Bkz: Tefsiru İbn Kesîr, Kamer Sûresi;49’un tefsiri
28 Ahmed b. Hanbel ve Şeyhân’ın rivayet ettikleri bir hadise göre, cenine ruh üflemekle görevli meleğe üç kelimeyi belirlemesi emredilir; Rızkı, eceli, ameli, şakî veya saîd olacağı. Bkz: Tefsiru İbn Kesir, Mü’mi*nun; 14 âyetinin tefsiri.
29 Bkz. İşaratü’l-İ’câz, 128
30 Muhakemât, 88
31 Muhakemat, 83
32 Sözler, 384
33 A.g.e.
34 İ’şaratü’l-İ’câz, 34
35 Sözler, 400
36 Sözler, 370
37 İşaratü’l-İ’câz, 42
38 Muhakemât
39 Bunu özetlersek; Bir kelamda kafi bir karine olmadıkça kesinlikle mecaz anlamı çıkarılmaz. Eğer me*caz, karinesiz olarak varsa, bunun manası, hakikati men’eden veya ilga eden bir karinenin olmamasıdır. Her ikisinin birlikte ele alındığı takdirde, nükte-i mecâz ve isâle-i hakikat birlikte ortaya çıkar. Nüktesi açısın*dan mecaz, nükte ve isâlenin her ikisi birlikte ele alındığı durumda hakikatle müsavi olur. Hakikat ve meca*zin cem’edilmesi, ifadenin irade edilmesinde hiç bir mani’in olmadığı iki hakikatın cem’edilmesi gibidir. Bazı mezahib-i fıkhiyye-tamamı değil-irade-i isti’malde bu ikisinin cem’edilmesini memnu’ görmüşlerdir. “Veş-Şemsü tecrî li-müstekarrin lehâ, zâlike takdîru’L-Azîzi’l-Alîm” (Yasin: 38) âyetinin tefsirinde bu kaidelerden istifade edilmiştir. Filozoflar ve müfessirler eski ilm-i felek ışığında bu âyeti şöyle tefsir etmişlerdi: “Bu cere*yan, kendi etrafında değil, dünyanın etrafında dönmektedir. Böylelikle doğuş ve batış meydana gelmektedir. Ayrıca bu cereyan karineden uzak, mecazî anlam taşır.” Bizler ise, yeni ilmi gerçekler ışığında ve yukarıda zikrettiğimiz kaide gölgesinde şunları söylüyoruz; Güneşin cereyanı(akışı) hakikatte kendi etrafında dön*mesidir. Doğuş ve batışla alakası yoktur. Aynı zamanda mecazen şu anlamı taşır; Zahiren doğuş ve batış esnasında görülen cereyan, hareketlilik, hakikatte dünyanın güneş etrafında dönüşünden kaynaklanır. Bu ifade, zahiri görüntüden hareketle güneşe nisbeten mecaz anlamı taşır. Hakikaten ve batınen böyle bir an*lam yoktur. Çünkü modern görüş böyle bir kelamı hakikate ve delillere aykırı olarak görmektedir. Bediüzza*man bu konudaki görüşü; Kur’ân bu ifadeleri eski insanların bir takım inançlarını, hatalı hisslerini ikrar etmek gayesiyle serdetmemiştir. Hakikat zahir olana kadar onlara bir nevi mehil tanımıştır. Bu ifade ise yüzde yüz Kur’ân ifadesidir. Bu ifadeler birileri tarafından ne değiştirilerek ortaya çıkmış, ne de dışarıdan ilave edilmiş*tir. Eğer Kur’ân bu gerçekleri ilk etapta ortaya koymuş olsaydı, insanların çoğu buna inanmayacak, insanlar tarafından yalancılıkla itham edilecek veya kendi aralarında inandıkları şeylerle mugalata edeceklerdi. Eğer Allah’ın kudretini, ilminin genişliğini ve takdirindeki harikalığı göstermek için onlara herşeyi sarihan bildirmiş olsaydı, esas dâvâya hizmet etmekten uzak olacaktı. bu ise muhatabın seviyesine göre hitapta bulunarak delil gösterme prensibine muhalif olacaktı. İrşad-ı Kur’ân, böyle zahiri bir ifadenin yanısıra, kinaye ve müs*tetbeat-ı terakîp usullerini kullanarak, ilmi gelişmelerin olmasıyla hakikatın daha iyi anlaşılması yolunu açık bırakmıştır. Böylelikle ehl-i tahkik geçmiş insanların nazarında da kabul gören bu âyetlerin hakikatlerini an*lamış olmaktadırlar.
Ve Sübhanallahi’l-Aliyyü’l-Kadiru’l-Hakîmü’l-Alimü’l-Azîm.. İşte bu apaçık bir i’câz ve belagattır. Bu ko*nuda daha fazla bilgi için bkz: Bu fakirin kaleme aldığı “Buhûsu Fi Ulûmi’l-Kur’âni-l-Kerim” eserindeki “Tefsir-i İlmî Esasları” başlıklı bölümde yeralan 6. ve 12. esaslar.
40 İşarâtü’l-İ’câz, 32-33
41 Tabiatler ve harfler hakkında zikrettiğim bu bilgileri, İbn Manzûr’un Lisanü’l-Arab isimli eserinden tah*ric ettim. Burada aynı konuyla ilgili bazı büyük ulemanın isimleri de zikredilmektedir.
42 İşâratü’l-İ’câz, 33
43 A.g.e.,
44 A.g.e., 34
45 A.g.e.
46 Bediüzzaman bu açıklamalardan sonra adeta böyle demek ister..
47 İbn Hibban’ın Sahih’inde geçen bir hadis-i şerife göre, mana itibarıyla, ehl,-i ilim tarafından zahir bir şekilde bilinen manalar kasdedilmektedir. Zahiren ve batınen tazammun ettiği esrarı muttali kıldığı erbab-ı hakaik buna mazhar olabilir. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: Suyûtî, el-İtkân, 78; Gazalî, İhyâ, Adab-ı Tilavet blm.
48 Mektubat, 186-87
49 Sözler, 423-24
50 Daha geniş bilgi çin bkz: “Dirase fi Tefsiru’n-Nesefî fi Sûreti’r-Rahman” isimli eserim.
51 Sözler, 380
52 A.g.e.
53 Bakara, 43
54 Bakara, 275
55 Sözler, 380
56 A.g.e.
57 A.g.e.
58 A.g.e.
59 A.g.e, 381
60 A.g.e.
61 Sözler, 376-78
62 Bakara: 24.
63 İşaratü’l-İ’câz, 143
64 Bakara: 6.
65 A.g.e., 72-73
66 Lem’alar, 32-35
67 Cifr ve camia kader ve kazanın iki levhası veya esrarını fehmedenlerce keşfedilen remizler, gayb ilim*leri veya gayba ait bazı ilimlerdir. Bu konuda kalem doğru bir hat üzerinde kullanılmalıdır. Aynı zamanda bu ikisi, birer kitaptır. Bunlardan ilkini Hz. Ali (kerremallahü veche) zikretmiş ve bununla hitab etmiştir. Diğerinin sırları ve özelliklerini sadece Nebi (SAV) bilmektedir. Diğer yandan ilm-i cifr, özellikle Eflatun mezhebini ta*kip edenlerce bilinen, kullanılan bir ilimdir. İlm-i cifr konusunda bütün bildiklerim bundan ibarettir. Bu du*rumda bunu kim kabul eder? Kimin aklı kabul eder? Bu konuda daha fazla bilgi için bkz: “Dirasât fi ulûmu’l-Kur’ân ve Menâhici’l-Müfessirin” isimli eserimin C.2/214-216. sayfaları.
68 Mücâdele: 8
69 Ahzâb: 40.
70 Sözler, 384
71 Sözler, 249
72 Enbiya: 69.
73 Sözler, 244-45
74 Yasin, 42
75 Bürûc, 4-7
76 Nûr, 35
77 Tarihçe-i Hayat, 84
78 Mektubat, 166
79 A.g.e.
80 A.g.e., 167
81 Eş-Şifâ, Kadı İyâz, 1/230-231
82 A.g.e., 236
83 A.g.e., 233
84 Mektubat, 166
85 Kamer, 17, 22, 32, 40
86 Bkz. 81. dipnot.
87 Mektubat, 167
88 A.g.e.
89 A.g.e.
90 Kehf, 22.
91 Mektubat, 167
92 A..g.e., 168. Bkz: haşiyeler
93 A.g.e, 168-69
94 A.g.e., 168
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’DE MÂRİFETULLAH UFUKLARI
AHMED ABDURRAHİM ES-SÂYİH 1
Başlangıçta “mârifet” kavramının; “Bir şeyi (varlığı) tefekkür ve inceleme yolla*rıyla idrak etmek” anlamını taşıdığını bilmemiz iyi olur. Bir çok mütehassıs alimin görüşü şöyledir:
- Mârifet, bir şeyin kendi zâtıyla alakalı olup, o şeyin özellikleriyle ilgili olan her şeyi bilmektir.
- Mârifet, çoğunlukla idrak ettikten sonra kalpten kaybolan bilgiler için kullanılır. Bir kişi, o şeyi idrak ettiğinde veya onun kendisinde kaim olan sıfatlarla onu tavsif ettiğinde “mârifet sahibi oldu” denir. Onun bu sıfatlarla muttasıf olduğunu gördü*ğünde ve bildiğinde yine o şey hakkanda “mârifet sahibi oldu” denir.
- Mârifet, bilinen şeyleri diğerlerinden ayırd etmeyi ifade eder.
- Mârifet, bir şeyi, onun dışındakilerden ayrı olarak bütün yönleriyle belirleyen bir ilimdir.
- Muhakkikler nazarında mârifet, bir şeyin mûcib ve muktezâlarıyla bilmeyi ge*rektiren bir ilimdir. Sadece ilme sahip olmayı “mârifet” olarak isimlendirmezler. Al*lah’ı ve Ona ulaştıran yolları bilmeyen kişi, mârifet sahibi olarak vasıflandırılmaz. Bu özelliği taşıyan kimse ise, kendisini Allah ile beraber hisseder ve mârifet ile Onu mü*şahede eder.
Bunların nazarında ârif: Allah’ı isimleriyle, sıfatlarıyla ve fiilleriyle bilen; sonra bü*tün davranışlarıyla Allah’ı tasdik eden; sonra bütün kusurları ve arzularıyla Ona yö*nelen; sonra kötü ahlâkından ve günahlarından sıyrılan; sonra bütün kirlerinden, paslarından ve hatalarından arınan kişidir.
Mârifet lafzı; idrak, yakînî bilgi, tezekkür, isbat, kat’i delil ve bu alandaki diğer kavramlarla çok sıkı bağlara sahip bilgi problemlerinin tamamını içine alacak şekilde kullanılmaktadır.
Konunun uzmanlarınca çok iyi bilinen bir gerçek, i’tikâdî ve felsefî mezheblerin gayet vâzıh olarak, bilgi metodlarından hareketle doğmuş olmalarıdır.
Batı düşünce yapısını derin ve geniş olarak inceleyecek olursak, kendimizi, marifet konusunda sadece bir nazariyenin değil, birçok nazariyenin karşısında; marifet yolunda temel iki kaynak olarak değerlendirilen akıl ve hissin faaliyetlerin*den doğan onlarca mezheb ve anlayışın önünde buluruz.
Bediüzzaman Said Nursî, hayatı anlamayı geliştiren ve insanı terakkî ettiren her türlü çareye ulaştıracak gücü sağlayan bir öndere alabildiğine ihtiyaç duyulduğu çok çetin bir dönemde ortaya çıkmıştı. Durum zikrettiğimiz şekilde olunca, Bediüzza*man şu gerçeği idrak etmişti: İslâm varlık âleminde, müstakil bir yerdedir ve hayat Batı tarzından farklı bir konuma sahiptir.
Batı düşünce yapısında, Avrupaî aklın, yani beşerî aklın doğurduğu çok sayıda nazariye ve anlayışın bulunduğu üzerinde ısrarla durur. Bunlardan bazıları, pragma*tizm, romantizm, marksizm, pozitivizm, laiksizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasi şeklinde sürer gider.
Bilmemiz gereken bir diğer nokta; bu nazariye ve fikirler, Batı aklının dinden uzak bir hayat tarzını kendisine seçme gayretlerinin neticesi olarak ortaya çıkmış*lardır.
Batı düşüncesindeki bilgi nazariyesine hakim olan tasavvur, kaynakları akıl veya duygular, veyahut her ikisi birden olan bir bilgi üzerine kurulu tasavvurdur.
Bu tasavvur şekli modern asrın doğurduğu bir netice değil, Hz. İsâ’nın doğu*mundan önceki zamanlara dayanan eski asırlardaki putperest ve inkarcı düşüncenin mahsûlüdür. Bunlar iki temel nazariye üzerine kaimdir; Helenistik Yunan düşünce*sindeki akıl ve duygu nazariyesi ve Gunûsî düşüncede İşrâk nazariyesi.
Batı düşüncesi halen, eski Yunan ve Roma’nın hakimiyetindeki fikir ve inanç kökleriyle övünmektedir. Ve Batı düşüncesinde realist tecrübeci bir felsefe ortaya çıkmıştır.
Tecrübeciler, duyularla algılanarak elde edilen bilgiyi yok sayarlar. Bunlara göre eşyâ (varlıklar) nazar yoluyla ve aklın idrak etmesiyle gerçekte var olarak kabul edilirler. John Look şöyle der: “Aklî fikirler vücûda-yani varlığa-dair bir delil ol*maz, zira bunlar vücûd suretlerinden mücerreddirler.”
“Amelî” Pragmatistler ise, mârifeti amelî yönelişler için bir araç olarak görürler. Onlara göre, fikirlerimizden her birisi amele yönelik mücerred bir plandan ibarettir.
Durum-uzmanların belirttikleri gibi-tecrübecilerin, realistlerin ve pragmatist*lerin aklın rolünü inkâr etmelerine, metafizik ve gaybî konulara düşmanlık besleme*lerine, mârifet yoluna bir vesile olması itibarıyle tecrübî ilme büyük bir değer at*fetmelerine kadar varmıştır.
Akılcılar, realist tecrübecileri nakzeder mahiyette, aklın alanı haricinde bir haki*katin varlığını kabul etmemişler, mârifetin kaynağını doğrudan akıl olarak belirlemiş*lerdir.
Böylelikle, “tabiat alanını”, alem-i şahâdeti, tabiat ötesi alanı, alem-i gaybı, ah*lâk ve değerler alanını içine alacak kadar genişlikteki bir sahaya doğru aklî yöneliş*lerin alabildiğine arttığı gözlemlenmiştir. Amelî hayata maddî açıdan yönelişler de diğer yandan artmış, hayatta çalışmadaki gaye lezzet ve menfaat haline gelmiştir. Bu sebeple bir araştırmacının, Bediüzzaman Said Nursî’deki mârifet anlayışına-Fa*rabî, İbn Sina ve diğer aklî düşünce savunucularının nazariyelerinden bir nazariye gibi değil, insanın hayatında davranışlarına tesirleri bulunan temel bir mesele ola*rak-özellikle ihtimam göstermesi zarurîdir.
Bediüzzaman, Sözler isimli eserinde şöyle der:
“Şu acib âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musanna sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalı*yız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanı*mazsak kim bize medet verecek?” 2
Bediüzzaman’ın düşüncesinde mârifet, Allah’a imanın sağladığı meyvelerden bir meyve, dinde istikamet üzere bulunmanın neticelerinden bir netice şeklinde değer*lendirilir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin düşüncesinde mârifetullah, kalbin safiyetini, nefisle mücâdeleyi ortaya çıkarır; ta ki, hisler ve aklın beraberce ulaştıramadığı bir arınma mertebesine vâsıl eder.
Hiç şüphesiz, iman-ı billah ancak mârifet-i Ma’bûd üzerine bina edilmesi ve ku*rulmasıyla yakînî, hakîkî ve sâdık bir hal alabilir.
Kulun derecesiyle, Rabbine olan mârifeti arasında bir doğru orantı olduğu açıkça görülmektedir. İman, kalbin istikrara kavuştuğu, tereddüde düşmeden ve Rabbini aramak için dolaşmaya gerek duymadan mutmain olduğu bir tasdiktir. Kalb bu şekilde mutmain olduğunda, tevhid üzerinde istikrara kavuştuğunda, Onu kendi Rabbi, kendinin de Onun kulu olduğunu kesin kabullenerek Allah’tan başka ilah olmadığını itiraf ettiğinde sadece ve sadece Ona kulluk eder. Bu bağlılığın içinde, Rabbine olan ubûdiyetiyle Ona teslim olmak vardır.
Bediüzzaman’ın düşüncesinde mârifet yolunun başlangıcı şöyledir:
“Tevhid-i hakîkidir ki, her şey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rubûbiyye*tini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya her şeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve her şey Onun dest-i kudretinden çıktı*ğına ve Ulûhiyetinde ve Rubûbiyetinde ve mülkünde hiçbir veçhile, hiçbir şeriki ve muîni olmadığına, şuhûda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.” 3
“Bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır ve onun üss’ül-esâsı da iman-ı billahtır.” 4
O halde Bediüzzaman’ın düşüncesindeki mârifet, İslâmdan hareketle ortaya çık*maktadır. Hal böyle olunca, bizler şöyle diyebiliriz: Onun kaynakları üç boyuta sa*hiptir: Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma inen “vahiy”, Allah’ın insana bah*şettiği “akıl”, ilmin verilerine dayanın “tecrübe”.
Nahl sûresinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur; “Allah sizi annelerinizin karnından, hiç bir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı ve şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” 5
Bu âyet-i kerimeyi dikkatlice ele alacak olursak; Kur’ân insanı mârifete ulaştıra*cak idraki açan merhaleleri belirlemektedir. Buna göre insan evvela işitme kudretini kullanır, sonra görme ve müşahede etmeye yönelir, daha sonra da kalp ve akla ulaşır.
Ulema konuyla ilgili şu açıklamayı yapmaktadır:
Mârifete yönelik insan idrakinde iki temel merhale vardır:
Birinci merhale, hissî merhale. Bu insanın gördüğü ve mülahaza ettiği konuları akla nakletmek için hislerinden yararlandığı objektif âlemle bağlantılıdır.
İkinci merhale, aklî merhale. Bununla hissen idrak ettiklerini düzenleyerek birbi*rinden ayırır ve bunlardan birer netice çıkarır.
Açıkça görülecektir ki, Bediüzzaman Said Nursî, bizlerin bütün mârifet edevâtına sahip olduğumuz ve bunları mârifetullah için kullanmamız gerektiği görüşündedir.
Bediüzzaman 26. Söz’de şöyle der:
“Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen; Cenâb-ı Hakkın mârifetini kazan. Çünkü bütün hakâik-ı mevcudât, İsm-i Hakk’ın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar.” 6
20. Mektup’da ise şöyle der:
“Kat’iyyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi İmân-ı Billahtır. Ve insaniyetin ve beşeriyetin en büyük makamı, imân-ı billah içindeki Mârifetullahtır.” 7
Bediüzzaman’ın ifadelerine dikkatlice eğilecek olursak, onun akıl, his ve kalbi kullanma tasavvurunu ve bu yolun mü’min insanı mârifetullaha kolaylıkla ulaştırabi*leceğini kavrayabiliriz.
Bu tasavvur çerçevesinde, birçok İslâm düşünürünün mârifet meselesini açıkla*yabilme gayretlerinin olduğu açıkça görülecektir.
İslâm düşünürlerinden çoğu mârifetin hislerin, aklın, basîretin ve vahyin üzerinde kâim olduğu görüşünde birleşirler. Meselâ Kindî, mârifet-i hissî, aklî ve basarîden bahseder ve basîrete dayalı mârifeti en yüksek mârifet derecesi olarak kabul eder. Çünkü bu, nübüvvet ve vahiy tarikiyle gelmiştir.
Farabî’ye göre akıl insanın en mümeyyiz kuvvesidir. Bu yüzden mârifet mese*lesini aklın üzerine tahkîm eder. Hislerle algılananlardan akıl ile kavranılabilenlere tedrici olarak hareket eder ve faal akla ulaşır. Bu faal akıl, nefs ve cisimle bağlantılı diğer akıllardan ayrıdır. Mârifet ise ancak, haricî kainatta söz sahibi olan faal aklın yardımıyla tamam olabilir.
İbn Sina’da mârifet görüşü, fıtrat, fikir mârifeti ve kat’î mârifet üzerine kurulu*dur. Mârifet derecelerinin en üstünde kat’î mârifet bulunur.
İbn Rüşd’e göre aklın bâriz bir yeri vardır. Ancak İbn Rüşd madde ve sûretten mürekkep cisimlerin idrak edilmesinde hislere ayrı bir rol vermiştir. Akıl ise eşyanın mahiyetlerini ve aklın kabul ettiği mücerred yönlerini idrak eder.
Gazalî, ne hissin, ne de aklın bizleri hakîkî marifete ulaştırabileceği, bunun ancak kalp yoluyla gelebileceği görüşündedir.
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî de sarahaten şöyle ilan eder; Akıl hak ettiği yere konulma*lıdır. Mârifetin kaynağı vahiy ve nübüvvettir.
İbn Teymiye “Dürrü Teâruz’ul-Akl ve’n-Nakl” isimli eserinde, sahîh mârifet-i ak*liyye üzerinde durarak, bunun İslâm’ın çağırdığı mârifet dairesinin dışında bulunma*dığını savunur.
Bediüzzaman Said Nursî’ye gelecek olursak; onun risalelerindeki mârifet, in*sanda bulunan havâs (hisler), akıl, basîret ve Allah’dan gelen vahiydeki hakikatler üzerine kuruludur.
Bu mârifet, beşeri nefsin kendi zatındaki derinliklerinden çıkmaz, Resûlüllahın (a.s.m.) vahy-i semavîden duyduğu ilk hitap olan “İkra’-Oku” kelimesinde temessül eden gayretlerle kendini gösterir. Bu gayreti müstakillen bir insan ikâme edemez. Ancak Allah’ın ismiyle bu gerçekleşebilir. Bu gayret mebde’leriyle, vesileleriyle ve gayeleriyle Allah tarafından ihsan edilmiştir.
İnsan tabiat yoluyla buna ulaşamaz. İlk illet olan feyiz yoluyla da sadır olmaz. Ancak Allah’ın bizzat kendisi onu yaratır; yardımdan mücerred gayet zayıf olan beşerî gayrete destekçi olur.
Bediüzzaman Said Nursî’nin düşüncesindeki mârifet konusunu araştıran bir kişi, onun ısrarla mârifetullah üzerinde durduğunu görür. Çünkü bu hayatın zarûretlerin*den birisidir ve onsuz saadet olmaz.
17. Lem’anın Onuncu Notasında Bediüzzaman şöyle der:
“Cenâb-ı Hakkın nur-u mârifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahidlerin ayinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen her bir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüd eliyle tenkid etme! Sana ışıkla*nan bir nuru tutmak için elini uzatma; belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü ben müşahede ettim ki, mârifetullahın şahidleri, bür*hanları üç çeşittir.
“Bir kısmı su gibidir; görünür, hissedilir. Lakin parmaklarla tutulmaz. Bu kı*sımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerekir.
“İkinci kısım hava gibidir; hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini muka*bil tut, tenkid elini uzatma, tutamazsın.
“Üçüncü kısım ise, nur gibidir; görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir.” 8
Bediüzzaman’ın zikrettiği bu hakikatleri teemmül eden kişi, insanın kendi başına mârifeti bulamayacağını, ona ancak Allah’ın vermesiyle kavuşabileceğini anlayacak*tır. Buna göre Allah insana bedihî hakikatler veya ulûm-u zarûriyye alanında bir to*hum verir. Bu tohumun neşv ü nemâ bulmasında, Allah‘dan meded ummak etmek için şart olan beşerî gayret arkadaşlık edecektir.
Kur’ân ve sünnet üzerinde kafa yoran alimler, bu yolla Allah’ı mârifet-i hakikî ile bilirler. Aynı zamanda Allah’ı san’at eserleriyle tanırlar, kudret eserlerini idrak eder*ler, ibdâ’ hakikatini bizzat görerek Onun azametini anlarlar. Bunun yanısıra, ince bir mârifet ve doğrudan bir ilimle Ondan hakikî anlamda korkarlar. İşte bu, ilm-i hakik*îye ve mârifet-i sâdıkaya ulaştıran yoldur.
Allah’ın yarattığı ve insana vedia olarak verdiği marifet araçlarının kullanılması, şeriat çerçevesinde dönmesi gerekir. Şeriat ise, marifete yönelik temel bir kaynak ve dayanaktır. Kur’ân-ı Kerim’den gelen her bir emir ve nehyin hazfedilmesi, fazla*lık izafe edilmesi, bilinmezden gelinmesi, değiştirilmesi, uzatılması, uygulanmasının geciktirilmesi veya öne alınması gayr-ı kabildir.
Bediüzzaman’ın tefekküründeki mârifet, uzun araştırmalara ve incelemelere ihti*yaç duyulan bir nazariye temeli üzerine kurulu değildir. Bilakis, kemiyet ve keyfi*yet, madde ve ruh, gaye ve sebep, dünya ve ahiret arasında dengeli bir temel üzerinde kaimdir. En’âm Sûresinde geçen şu ifadeye mutabık şekilde ifrat ve tefrit*ten uzaktır; “İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Ona ittiba’ edin.”
Bediüzzaman, latif hisler, araştırmacı ve nizamperest akıl veya temiz vicdan arasında irtibat kurmaya çağırır.
Bediüzzaman Said Nursî, diğer felsefeciler ve kelâm alimleri gibi, en önemli gaye olarak itibar edilen mârifetullah sınırında kalmamış, ancak, mârifetullahın insan ve insaniyet hayatında görülen neticeleri üzerine eğilmiştir.
Sözler isimli eserinde şöyle der:
“Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu: Mârifetullahtır ve onun üssü’l-esası da İman-ı Billahtır.” 9
20. Mektup’ta ise:
“İnsaniyetin en alî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki mârifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı ni’meti, o mâri*fetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i in*san için en safî sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin ne’met ve sâfi lezzet, elbette mârifetullah ve muhabbetullahdadır” 10 demektedir.
Bu ifadeler, nesiller ve asırlar boyunca sürüp gelen İlâhi metoda yönelenlerin, azîm neticeleri ve parlak eserleri teşvik eden iman ve yakîn ile vahy-i İlahîye bağla*nanların kimler olduğunu da gösterir. İmân-ı Billah, ancak mârifetullah üzerine tesis ve bina edildiğinde yakînî olabilir. Mârifet, Allah’a olan mensubiyetle kulun yaptığı fiillerden doğar ve bununla Rabbinin indinde övülmüş bir makama ulaşır.
Şüphesiz Allah’ın dinine yönelmek, böyle kimselere irtibat, hikmet, istikrar, ya*kîn, sebât, tevfîk, isabet ve istikamet açılarından kolaylık sağlayacaktır. Bu kimseler, sayılanların tamamını en açık tesirleri, en güvenilir neticeleriyle kendi gidişatlarında, ahlâklarında ve hayatlarının her safhasında bulacaklardır.
Ehl-i mârifet nesiller ve asırlar boyunca, sülûk ettikleri yolun azîm neticelerini ve parlak eserlerini tatmışlardır. Allah dünyada ve ahirette onları mükafatlandırmıştır.
İnsan için, yaşadığı hâl ve istikbalinde, Rabbine imanından ve Ona olan mârife*tinden daha faydalı bir şey; ümmetin dinî ve dünyevî işlerinde ondan daha güvenilir bir durum yoktur. Çünkü bu yol onu hakka, hayra, doğru hedefe ve istikamete yönlendirir. Bu hal, Rabbinin rızâsını ve marziyyatını kazanmaya yöneltir. Her tara*fını itmi’nân ve sükûnet sarar. Vicdanını sebât surları çevreler ve fırtanalar onu asla etkilemez olur. Etrafı metanet rayihası sarar ve onu Allah’ın yardımına, fethine, desteğine, rahmetine, mağfiretine ve rızâsına ulaştırır.
Mârifetin hasıl olmasında imanın rolü büyüktür.
Gayet açıktır ki, mârifetullah, fıtrat cevherine ulaşma, taati ihtiva eden müte*kâmil bir metod çerçevesinde Allah’a yönelme ve Onun için çalışmayı sürekli kıla*cak çarelere tabi olma üzerine kâimdir.
Bilinmektedir ki, psikolojik bünye ancak hakkla yüz yüze gelmesi halinde irfana sahip olur. Zatî faziletler sadece amelî tecrübeler doğrultusunda ortaya çıkabilir ve terakkî edebilir.
Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:
“Arş-ı kemâlât olan mârifet-i Sâniin miraclarının usûlü dörttür:
“Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.
“İkincisi: İmkân ve hüdûsa mebnî olan mütekellimînin tarikidir. Bu iki asıl, filvaki Kur’ân’dan teşa’ub etmişlerdir. Lakin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için; tavîlüzzeyl ve müşkilleşmiştir.
“Üçüncüsü: Hükemanın mesleğidir. Üçü de taarruz-u evhamdan masûn değil*dirler.
“Dördüncüsü: Ki, belâgat-ı Kur’âniyenin ulüvv-ü rütbesini ilan eden ve istika*met cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi*rac-ı Kur’ânî’dir.” 11
Akıldan hareketle yola çıkan ve Yunan düşüncesini kendilerine esas kabul eden İslâm düşünürlerine mukabil Bediüzzaman Said Nursî, i’câz-ı Kur’ânîyi kendisine rehber edinmiştir. Onun düşünce yapısındaki Kur’ânî mârifet metodu, Müslüman aklının bina ve teşkilini zuhura getirmesiyle beraber, aktif bir güce sahiptir.
Felsefe ve ekolleriyle Batı medeniyeti din ve aklı birbirinden ayırmış, aklı ve on*dan doğan ilimleri ulûm-u diniyenin haricine çıkarmıştır. Bediüzzaman ise mi’râc-ı Kur’âniye ile, aklı tekâmül ve tevâfuk çerçevesinde emrine amade kılmıştır.
____________________
1 Prof. Dr. AHMED ABDURRAHİM ES-SÂYİH
1937’de Mısır’ın Kano vilayetinde doğmuştur. Tahsilini Ezher Üniversitesinde tamamladı. Doktorasını yaptıktan sonra aynı üniversitenin Usûlü’d-Dîn Fakültesi İslâm Akaidi ve Felsefe bölümünde öğretim üyeliği görevinde bulundu. Bir süre Katar Üniversitesi Şeriat ve İslâmî İlimler Fakültesinde dersler verdi. Şimdi ise Ezher Üniversitesi öğretim üyesidir.
Mısır Yazarlar Birliği, Mısır Felsefe Cemiyeti ve Mısır Ehli Spor Kulübü üyelikleri vardır. Evli ve yedi çocuk babasıdır.
İslâm düşüncesi ve diğer konularda 35 kadar eseri bulunan es-Sâyih’in eserlerinden bazıları şunlardır: İslâm Medeniyetinin Felsefesi, İslâm Medeniyetinin Geleceği, Akkad ve Felsefesi.
Bu kitaplar Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Suriye ve Lübnan’da yayınlanmıştır.
2 Sözler, 260
3 Sözler, 272
4 Sözler, 294
5 Nahl:78.
6 Sözler, 442
7 Mektûbat, 204
8 Lem'alar, 128
9 Sözler, 294
10 Mektûbat, 205
11 Muhakemât, 107
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ: DÂVÂSI, EVRENSELLİĞİ VE CİHAD ANLAYIŞI IŞIĞINDA
ORTADOĞU MESELESİ
MUHAMMED HARB 1
Umumen bütün Müslümanların, hususen İslâmî incelemelerde mütehassıs olan*ların, Osmanlı mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî tarafından telif edilen risalelere karşı ilgileri açık bir hal almaktadır.
Bu sebeple, Bediüzzaman hakkındaki görüşlerimi üç ana eksende belirtmeyi uy*gun buldum.
Birinci eksen: Bediüzzaman Said Nursî bizzat o dönemde ve yine bizzat o me*kânda neden zuhur etmiştir?
İkinci eksen: Bediüzzaman Said Nursî’nin dâvâsındaki evrensellik.
Üçüncü eksen: Bediüzzaman Said Nursî’nin fıkha dair sunduğu yenilik. İslâm âleminde siyasî konulardaki yeni meselelerle ilgili değerlendirmeleri. Bunlar arasında yer alan İslâmdaki cihada yaklaşımı ve bu yaklaşımın iki binli yıllara beş kala, günü*müz Ortadoğu olaylarında üstlenebileceği rol. Bediüzzaman Said Nursî’nin cihad anlayışının birinci asırdan yirminci asra kadar, devletlerarası münasebetlerdeki yeri.
Birinci eksen:
Bediüzzaman’ın belirgin bir zaman ve mekânda zuhur etmesi
Bediüzzaman’ın da içinde yaşadığı, Osmanlı Devletinin çöküşünün sebeplerinden olup, bizi de yakından ilgilendiren iki tanesi fikrî ve felsefî âmillerdir. Hiç şüphesiz bu iki âmil, Osmanlı Devletinin çöküşünde baş rol oynayan iki etken olmuştur. Bu amiller günümüzde fikir mücadeleleri olarak da bilinen ve Osmanlı Devletine Batılı fikir akımlarının girmesini ve özellikle gençlerin bu fikirlerin etkisi altında kalmasını sağlayan sebeplerdir.
Batı düşüncesi Osmanlı Devletinde, devletin çöküşü öncesinden itibaren intişar etmeye başlamıştır ve İslâm ümmetinin tamamını feci bir akibete sürükleyen bu çö*küşün hazırlanmasında temel unsur olmuştur. Bu düşünce, Osmanlı Devleti dahi*linde felsefe ekolü içinde yer tutmuştur.
Bu duruma bazı çarpıcı örnekler verelim: İslâm düşüncesi, yönetim esasları açı*sından bir hayli zengindir. Ümmetin temel işlerini yerine getirmede, şûra, ehl-i hall ve akd ve demokrasi gibi prensiplere dayanır. Batı düşüncesinin idare esaslarından bir kısmı İslâmla aynı olduğu halde, bir kısmı muhteliftir. Diğer yandan, İslâm üm*metinin kültür birikimi, Avrupa kültürüne nazaran daha zengindir. İslâmın eğitim sistemi mütekamil bir seviyededir ve bu yüzden Avrupa sistemine kat’iyyen ihtiyaç bulunmamaktadır.
Asıl anlatmak istediklerim bunlar değildir. Anlatacaklarım daha ziyade bu gibi fikirlerin Osmanlı âlemine giriş dönemidir. Diyorum ki; bütün bu gelişmeler Tanzi*matın öncesinde ve sonrasında Batı düşüncesinin istila etmesini netice vermiş, hattâ bu fikirler itikad ve iman alanına dahi girmiştir. Neticede, özellikle maddiyyun mez*hebi umumi bir şekilde insanlar arasında intişar etmiştir. Bu maddiyyun akımı ve fel*sefe dalgaları, öncelikle Osmanlı gençlerini, daha sonra da istiklale kavuşmanın ar*dından Türk gençlerini düşünce alanında sarsıntıya uğratmıştır. Mezkur felsefe ve maddiyyun akımları, insanların İslâm dininden kaparılmasını ortaya çıkaracak tohum*ları devlet içine ekmiştir.
Bu çözülmenin iyiden iyiye kendini göstermesiyle, Türkiye’deki Batı felsefe akımlarının önünü kesecek bir İslâm felsefesi ikame etme zarureti doğdu. Bu görev Bediüzzaman Said Nursî için mukadder bir vazifeydi. Yaptığı ilmi tahlillerle, Batı maddeciliği ve inkârcılığı fikirlerinin ağına düşmüş gençleri kurtarmaya ve onları tekrar İslâm sınırları dahiline almaya çalıştı. İmanla ilgili bu ilmi tahliller, insanlar ve Müslümanlar arasında İslâm akîdesinin yeniden tesis edilmesi gayesini güdüyordu. İlmî ve imani tahlil gayretleri Risale-i Nur ismi altında biraraya getirildi. Ancak bazı*ları Risale-i Nur’u felsefeyle itham ettiler. Buna verilecek cevap, felsefeyi kullan*madaki muradı, Türkiye’de bu dönemdeki aydınlar ve üniversite talebeleri arasında hakimiyet kuran Batılı materyalist düşüncesine meydan okumaktır. Benim görüşüm; Türkiye’deki Batı felsefesine karşı verilecek mücadelede, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’daki felsefesine büyük ihtiyaç vardır.
İkinci eksen:
Bediüzzaman Said Nursî’nin dâvâsındaki evrensellik
Nurculuk dâvâsının sahibi Bediüzzaman, sadece belirli bir bölge problemleriyle ilgilenmemişti. Onun hitabı, bütün Müslümanların faydasına yönelik umûmî, İslâmî bir hitaptı. Hakikaten onun bakış açısı ve felsefesi tecdid ile vasfedilebilir. Bediüz*zaman Said Nursî’nin bizzat kendisine bu yüzden müceddidlik sıfatı verilebilir. Zira hayatı boyunca sayısız problemlere karşılaşmış, bunlara uygun çözümler ve yorum*lar getirmiştir. Örneğin, bu asırda bütün İslâm âleminin dört bir yanında yayılmakta olan anarşi meselesinde Bediüzzaman, en uygun tedavi ve çözüm yolları getirmiş*tir. Bediüzzaman’ın anarşiye çare olarak gösterdiği çözüm yollarından burada bah*setmeyeceğim. Bu konuda Türkçe olarak yayınlanmış eserler olmasına rağmen, bu eserler henüz diğer dillere tercüme edilmemiştir. Bunların süratle tercüme edilmesi, İslâm âlemindeki siyasete, idareye ve halklara, hatta bütün insanlığa büyük hizmet edeceği görüşündeyim.
Bediüzzaman’ın demokrasi alanındaki görüşleri ve felsefesi, İslâm âleminde yeni bir anlayıştır. Burada, onun yönetim ve devlete karşı tavrı, hiddet ve düşmanlıkla mukabeleden çok uzak bir tavır olduğuna işaret etmeliyim.
Günümüzde bu eserler, Müslüman mütercimler arasında ismi pek duyulmamış güçlü bir mütercim tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir. Bu tercüme ile, Risale-i Nur İslâm kültür tarihine ve İslâmî düşünceye en geniş kapısından dahil olabilecek seviyeye ulaşmıştır.
Risale-i Nur’un Osmanlıcadan, daha doğrusu Türkçeden Arapçaya tercümesi, bu Risalelerin Anadoludan bütün dünyaya-Arab âlemine demiyorum, bütün âleme di*yorum-çıkabilme imkânı sağlayacaktır. Çünkü Arapça daha önceden olduğu gibi, şimdi de evrensel bir lisandır. Yine bu dilin bütün Müslümanlar için birleştirici ana lisan olduğunu da söylemek istemiyorum; bilakis dünya çapında Arapçayı okuyabi*len okuyucuların sayısının alabildiğine çok olduğunu vurgulamak istiyorum.
Öteden beri Risale-i Nur’ların Rusçaya da tercüme edilmesi taraftarıydım. Çünkü Türkistan Müslümanları, Gagavuzlar ve diğer Müslüman gruplar Rusçayı bilmekteydiler. Rusça konusunda, buradaki Müslümanlar arasında bir birlik bulun*maktaydı. Lakin Sovyetler Birliğinin çökmesi, ardından bölgesel çatışmaların başla*ması, Türkî cumhuriyetlerin bir bir kendini göstermesi ve bunun paralelinde milli*yetçiliğin ön plana çıkması, bu yeni cumhuriyetleri kendi mahalli lehçelerine dön*meye yöneltmişlerdir. Örneğin Özbekçe, son on seneden bu yana kendini Rusçanın hâkimiyetinden kurtarmak istemektedir. Bu durumda Risale-i Nur’un Arapçaya ter*cümesiyle, Orta Asya’da, Türkistan’da, Gagavuzlar arasında ve diğer komünist ülke*lerde yayılma imkânına kavuşacaktır. Böylelikle İhsan Kasım Salihî’nin tercümeleri, Risale-i Nur’a dünya çapında bir fırsat sağlayacaktır.
Burada yeni bir görüş daha beyan etmek istiyorum; Eğer Risale-i Nur, bizzat müellifi tarafından kendi döneminde Arapçaya tercüme edilmiş olsaydı, Osmanlı devletinin son zamanlarında ve Türkiye’de yayıldığı sıralarda, Arab âleminde de intişar eden batının maddiyyun düşüncesi karşısında çok önemli bir eksiklik gideril*miş olacaktı. Böylelikle batının maddiyyun fikri karşısında gayet güçlü ve kuvvetli bir İslâm felsefesi akımı doğacaktı.
Bediüzzaman Said Nursî’nin dâvâsının cihanşümûl olabilmesi için, İslâm âleminin problemlerini tedavi eden ve İslâm düşüncesinde yenilik getiren bu eserlerin özel*likle Arapçaya tercüme edilmesini gerekli görüyorum. Böylelikle devletlerin, ce*maatlerin ve fertlerin karşılaştıkları bütün müşkilleri çözme ve istifade etmelerine büyük bir kolaylık ve imkân sağlanmış olacaktır. Bunun en iyi örneği, Bediüzza*man’ın bu eserleriyle Türkiye’deki milliyetçilik, anarşi ve siyaset gibi konularda orta*ya çıkan problemleri çok iyi bir şekilde çözümlemesidir.
Üçüncü eksen:
Bediüzzaman’a göre cihad anlayışı ve Ortadoğu problemiyle ilgili ulaştığı netice
Bediüzzaman’a göre cihad, cihad-ı maddî ve cihad-ı mânevî olarak ikiye ayrılır. Düşmanlarla mücadelenin her zaman silâhla yapılması taraftarı değildir. Daha ziyade barış tarafına meylettiğini 16. Lem’ada şöyle beyan eder; “Harb belâsı hizmet-i Kur’âniyemize mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymetli kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harb vasıtasıyla vazife-i kudsiye-i Kur’âniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar. Böyle yüzer kıymettar kardeşlerimizin hizmet-i Kur’âniye-i Nuriyeyi bırakıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüz bin lira kendi zararımı hissediyordum.” 2 Aynı Lem’ada buna ilaveten şöyle denilmektedir; “Evet ehline göre kafirin veya mürtedin tecavüzatına set çekmek için topuz lâ*zımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!” 3 Bu ifadelerin mânâsı; Bediüzzaman eğer mümkünse-bu yorumu Mehmed Fırıncı isimli talebesinden işitmiştim-düşmanla olan meselelerin çözümünde barış yollarının denenmesi gerekir. Zira bu yol, askeri çözümlerin bir*çoğundan daha üstündür.
Bu görüşler, Filistin meselesinin zuhûrundan önce ortaya konulmuştur.
Bu sıralarda, bütün İslâm âleminden Filistin’deki yahudilerle savaşılmasına dair nâralar yükseliyordu. Arap âleminin âmmeten, İslâm âleminin hasseten içinde bu*lunduğu konum, yahudilerle görüşmeler yapmayı imkânsız kılıyordu. Hatta, Bir*leşmiş Milletlerce ortaya konulan taksim planı, İslâm dünyasından ve Arap âlemin*den muvafakat görmemişti. Neticede Araplarla yahudiler arasında çok sayıda savaş*lar meydana geldi ve en sonuncusu dışında bütün savaşlardan mağlup ve hezimete uğramış bir halde ayrıldı. Eğer bu esnada Bediüzzaman’ın görüşleri onlar tarafından tatbik edilmiş olsaydı, hep hüsranla sonuçlanan bu mücadelelerden daha kârlı sonuç*lar elde edeceklerdi. Biz burada Bediüzzaman’ın görüşlerini ne te’yid etmek, ne de muarız olmak kasdıyla bunları söylemiyoruz. Sadece bu görüşleri, konuyla olan bağlantısı miktarınca, olaylar doğrultusunda değerlendirmeye, hadiselere ışık tut*maya çalışıyoruz.
Bediüzzaman’ın vefatının üzerinden geçen uzun zaman sonunda ve Arapların İs*rail karşısında silahlı savaşa girmesinin ardından Filistin meselesinin geldiği durum nedir? Onlar artık barış yoluyla çözüm aramaya, anlaşmayı kabule, topraklarını dip*lomatik yollarla kurtarmaya mecbur kalmışlardır. Zira beşeri ve maddi zararın nere*sinden dönülürse kârdır.
Bu çalışma, Bediüzzaman Said Nursî’nin 16. Lem’a ışığında, Ortadoğu hadisele*rinin ve Filistin meselesinin bir tefsiridir.
____________________
Prof. Dr. MUHAMMED HARB
1 ahire Aynüşşems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı ve Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı ve Mısır Osmanlı Araştırma Merkezi Başkanıdır. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi ta*rih bölümünden mezun oldu. Arap ülkelerinde çıkan bazı gazete ve dergilerde yazıları yayınlan*maktadır. Osmanlı tarihi, Orta Asya ve Balkanlar hakkında kitaplar yayınladı.
Bazı kitapları şunlardır:
1. Dünya Medeniyet Tarihinde Osmanlılar.
2. Sultan Abdülhamid.
3. Ortaasya ve Balkanlarda Müslümanlar.
4. Bediüzzaman’ın Terbiye Metodu.
5. Necip Fazıl’ın “Bir İnsan Yaratma” adlı eserinin Arapçaya tercümesi.
2 Lem’alar, 105.
3 Lem’alar, 104.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’DA SAHABE TELAKKÎSİ
İBRAHİM CÂNAN 1
GİRİŞ:
Bu vesile ile Bediüzzaman’ın Sahabe görüşünü belirtmek faydalı olacaktır. Çünkü zamanımızda, İslâm medeniyetinin ilk bânileri ve İslâm şeriatının ilk hamele ve emanetcileri durumunda olan Ashab-ı Kiram radıyallahu anhüm ecmain hakkında yakışıksız sözler edilmeye başlandı. Halbuki Ashab hiçbir tefrike tâbi tutulmadan Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri ve Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselâmın hadisleri ta*rafından mükerrer seferler övülmüş, tebcil edilmiştir. Bu nasları esas alan Ehl-i Sün*net Üleması Ashab’ın adaletinde icma etmiştir. 15 asırdır, bu yüce nesli tebcil ve tâzim eden İslâm dünyasının günümüzde yetiştirdiği bazı çocuklarının, ant-i İslâm çevrelerden gelen esintilerin tesiriyle Ashab konusunda 15 asırlık o muazzam ve sarsılmaz kâfileden ayrılması gerçekten büyük bir hasâret. Mesele sâdece o şahısla*rın hüsranıyla da sınırlı değildir. Bu, zaman içerisinde, yeni yetişen nesillerin gerçek İslâmı anlamalarına ve benimsemelerine engel teşkil edecek bir fitnedir. Hiçbir fiilî ve objektif delile dayanmadan, bir kısım ferdî ve sübjektif mütâlaalarla Ashab’a dil uzatmak, ümmetin onlara olan itimadını sarsmak ne demektir, bunun sonu nereye varır hiç düşündük mü? Hemen söyleyelim: Bu iş, hukuku, siyaseti, muâmelatı, ukûbatı, ibâdeti ve itikadiyatı vs. herşeyi ile dinimizin dayanağı olan hadislerin sıhha*tinden ve hattâ Kur’ân-ı Kerimin bütünlüğünden şüphe ve tereddüde düşmeyi ne*tice verir. İmamu’l-Haremeyn: “Ashabın rivayetine adem-i itimadla tavakkuf sabit olması halinde, Şeriat-ı İslâmiye sadece Resulullah’ın devrine münhasır kalır, arka*dan gelen asırlara şümûlü olmaz” der. Böyle bir halin kıyâmete kadar insanlığın son dini olan İslâmiyet için nasıl dehşetli ve Cehennemî bir fitne olacağı açıktır. Deccal fitnesi bile zararda buna yetişemez.
Ehl-i hamiyet, bu fitneye seyirci kalamaz. Daha fazla büyümeden meselenin üzerine gidilmelidir. Bu gidiş elbette yumrukla, sopayla olacak değil.
Biz bu fitne tohumlarının cehalet zemininde filizlenip hüsn-ü kabul gördüğüne inanıyoruz. Öyleyse ümmet, bu konuda bilgilendirilmeli, ehl-i sünnetin görüşü her*kesin anlayacağı açıklıkta anlatılmalıdır.
Bu noktada hatırlatmak isteriz: Bediüzzaman, eserlerinde, Sahâbe meselesini mükerrer vesilelerle ele alır ve ehl-i sünnetin görüşünü aynen te’yid eder ve bu görüşün haklılığını ispatlayıcı, mukni açıklamalar yapar. Şu halde, mezkur fitneyi önlemede Bediüzzaman’ın getirdiği yeni açıklamalaın sistematize edilerek halka maledilmesi ehemmiyet arzetmektedir.
1- Sahabe hakkında Ehl-i Sünnetin görüşü:
Ehl-i Sünnet, Hz. Muhammed’i (aleyhissalatu vesselâm) risaletine iman etmiş olarak görüp aynı imanla ölen kimseye Sahabî der. 2 Bu görüşme kısa da olsa far*ketmez. “Uzun müddet beraberlik”, “Hz. Peygamberle savaşa katılmış olmak”, “hadis rivayet etmek” gibi şartlar ileri sürenler de olmuştur. Ancak bunlar münferid görüşlerdir, kaide olmamışlardır.
Yine ehl-i sünnete göre, Sahabenin hepsi adalet sahibidir. 3 Yani, dinî mevzu*larda bilerek yalan söylemezler. Hz. Peygamber’den her ne rivayet ederlerse doğru söylerler. Dinle ilgili bütün sözlerine itimad edilir. “Yalan söylemiş olabilir” diye, bir tereddüt ve kuşkuyu Ehl-i Sünnet âlimleri caiz görmezler. Bu kanaati bü*tün Sahabîler hakkında taşırlar. Adalet meselesinde “Sahabelik” şerefine eren her*kesi bir tutarlar, hiçbir ayırım yapmazlar.
“Adâlet sahibi olma” tabiri, âlimlerin dilinde farklı mânâlarda kullanılmıştır. 4 Bu tabir sahâbe hakkında kullanılınca ne kastedildiği, iyi bilinmesi gereken bir husustur. Hemen belirtmek isteriz: Bununla, onların günahtan, kusurdan mâsum, oldukları kastedilmez. Ehl-i Sünnete göre, masumluk, yani ismet, yani günahlara karşı ko*runma melekesine sahip olma hali, sadece Peygamberlere has bir imtiyazdır. Pey*gamber dışında hiçbir beşer ismet iddiasında bulunamaz. Şia’nın masum imam inancı bu açıdan batıldır, ehl-i sünnet benimsemez. Ehl-i Sünnet, insan olmaları hasebiyle, sahabenin kasdî olmaksızın hata yapabileceğini, yanılabileceğini kabul eder.
Netice itibariyle “Ashab âdildir” derken İslâm ülemasının şu mânâyı kastettiği belirtilmiştir:
“Rivayette kizbe taammüd etmekten ve rivayetini kabul etmemeyi gerektiren bir fiil irtikab etmekten ictinab etmek (kaçınmak)” 5
Ashab, kendi aralarında, fazilet yönüyle bir çok dereceye ayrılır. En faziletli olanlar ilk Müslüman olanlardır, yani Hz. Peygamberle beraberliği fazla olanlardır. Nitekim Aşere-i mübeşşere de ilk Müslümanlardandır. Binaenaleyh, Resulullah’ı son demlerinde bir defacık bile olsa görmüş olanlar sahabî sayısıyla da, öncekilere naza*ran faziletçe geridirler.
Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeyi, ayırım yapmadan ta’dil ederken âyet ve hadislere dayanır. Bu iki kaynakta gelen pek çok nass herhangi bir ayırıma yer vermeden bütün sahabeleri över ve ta’dil eder. Âyetlerden birini kaydediyoruz: “Siz insanlar için gönderilen en hayırlı ümmetsiniz” 6 Pek çok benzerinin yerine de şu hadisi kaydediyoruz: “Kim, Ashabımdan birine dil uzatırsa Allah’ın lâneti üzerine olsun.” 7
Ehl-i Sünnetin, bilinmesi gereken, diğer bir görüşü, fazilette sahabeye, kimsenin yetişemeyeceği görüşüdür. Yani, herhangi bir sahabi, sıralamasında en sonda bile yer alsa, arkadan gelen en faziletli kişilere nazaran daha üstündür. Bir başka ifade ile bu ümmetin ilim, irfan ve velâyet yönleriyle en mümtaz olan güzide kişileri bile, fazilet yönüyle en âmi bir sahâbiye yetişemez. İslâm Üleması bu görüşlerine delil olarak şu hadisi de zikrederler: “Nefsim kudret elinde olan Zâta yemin olsun! Sizden biri Uhud dağı kadar çok altın infakta bulunsa bile, sevapta, Ashabımın bir müd hatta yarım müd infakına yetişmez.” 8
Aleyhissalatu vesselâm ile olan sohbetleri, onlara öyle bir feyiz vermekte, öyle bir mertebe kazandırmakta ki, bir başka yolla buna yetişmek mümkün değildir. Do*layısıyla Ümmetten hiç kimsenin Ashabla fazilet yarışına kalkması, üstünlük dâvâ etmesi caiz değildir. Böyle bir davranış, Muhammed ümmetinde bulunması gere*ken edebe aykırıdır. Zira, Âyet-i Kerime Allah ve Resulünün konuştuğu yerde kadın veya erkek hiçbir mü’mine söz hakkı tanımaz. 9
2- Bediüzzaman’a göre Sahabenin üstünlüğü
Bediüzzaman hazretleri, sahabe hakkında Ehl-i Sünnet’in görüşünü benimser. Ona göre Ashab insanlığın en mümtaz neslidir. Resulullah’la sohbet, onlara öyle bir feyiz, öyle bir şeref kazandırmıştır ki, arkadan gelecek ümmetin “en kâmilleri olan evliyanın büyükleri, Sahabenin küçüklerine karşı müsavat dâvâsını kazanamaz*lar.” 10
Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli, Sahabe hakkında müstakil bir bahistir. Ve sanki As*hab mevzuunda Ehl-i Sünnet’in görüşünü herkesçe kabul edilebilecek mukni bir açıklamaya kavuşturmak için kaleme alınmıştır. Risalede, Ashab hakkında polemik konusu yapılan en mühim meselelere soru-cevap şeklinde yer verilir. Bu bahiste yapılan bütün açıklamalar altı sorunun cevabıdır. Bunlardan beşi doğrudan, biri do*laylı olarak sahabeyi ilgilendirir. Doğrudan ilgilediren sorular, sahabe mevzuunda gelen hadislere dayandığı ve bu konuda rastlanan polemikleri hemen hemen özetlediği için onları burada kaydederek mevzuya girmek istiyoruz.
1- “Sual ediyorsunuz: Bazı rivayetlerde vardır ki; ‘bid’aların revacı hengamında ehl-i iman ve takvadan bir kısım sulehâ sahâbe derecesinde veya daha ziyade ef*dal olabilir’ diye rivayetler vardır. Bu rivayetler sahih midir, sahih ise hakikatleri nedir?”
2- “Sual: Deniliyor ki: Sahabeler, Resul-i Ekrem aleyhissalatu vesselâmı gördü*ler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyleyse, imanımız daha kavidir. Hem, kuvvet-i imanımıza delalet eden rivayet var?” 11
3- “Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhammed-i Arabî gibi harika zatlar sahabe*lere yetişemiyor?
4- “Diyorlar ki: Ehl-i velayet ve ashab-ı kemâlat, dünyayı terketmişler. Hatta hadiste var ki: Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır. Halbuki Sahabeler dün*yaya pek çok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım sahâbe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle sahabelerin en ednasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var diyorsunuz?” 12
5- “Sahabelere karşı iddia-yı rüchan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu za*manda, bu meseleyi medar-ı bahsetmek nedendir? Hem müctehid-i İzama karşı müsavat dâvâ etmek neden ileri geliyor?”
3- Ashabın üstünlük sebepleri:
İlk soru, Ümmet-i Muhammed içerisinde faziletce Ashab’tan üstün kimselerin olup olamayacağı meselesiyle ilgili. Çünkü, bir kısmı sıhhatce oldukça düşük olan pek çok rivayet, ahirzamanda gelecek bazılarının faziletçe Ashab’tan üstün olacağını ifade etmektedir.
Bediüzzaman, o rivayetlerin, ifade ettiği ortak mânâyı, yukarıda da kaydettiği*miz üzere Türkçe meali şeklinde ifadeye dökerek sual konusu yapar: “Bid’aların re*vacı hengamında ehl-i iman ve takvâdan bir kısım suleha, sahâbe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir” diye rivayetlerde vardır. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise hakikatleri nedir?” 13
Bediüzzaman’ın cevabına geçmeden, soru metninde yer verdiği bir ustalığa dik*kat çekmek isteriz: Sonradan gelecek bir neslin faziletini Ashabınki ile kıyaslayan ri*vayetlerin hiçbirinde, “Bid’aların revacı hengamında” kaydına rastlanmaz. O, böy*lece, daha soru faslında, sadedinde olduğumuz hadislerde nazarların çekildiği, saha*beninki ile kıyaslanabilecek bir fazilete ermenin ilk şartının-bid’aların hâkimiyeti se*bebiyle insanların sünnetten uzaklaştıkları bir devirde “elde ateş tutarcasına” 14 büyük sıkıntıları göze alarak-Sünnet’e uymak olduğunu ifade etmiş oluyor. Nite*kim bir başka hadiste: “Ümmet fesada uğradığı zaman sünnetime temessük edene yüz şehid ücreti verilir” buyrulmuştur. 15
Bediüzzaman’ın bu şekilde vazettiği soruya verdiği cevabı iki kısımda inceleyebi*liriz:
Birinci kısım: Bu kısım, sekiz satırlık bir giriş parağrafıdır. Burada meseleyi üslûp ve ifade maharetiyle çok yönlü olarak özetler: 1- Bu mevzuda sahih ve sahih ol*mayan rivayetlerin varlığına dikkat çeker. 2- Sahih hadislerde ifade edilen “Ümmetin sonradan gelenlerinin efdaliyeti” meselesinin mahiyeti açıklanır. 3- As*habın insanlık tarihinde en üstün nesli teşkil ettiğine dair kanaatini Kur’ân’dan da delil göstererek ifade eder.
İkinci kısım: Burada, Ashab’ın üstünlüğünün sebep ve hikmetleri aklî bir muhte*vada izah edilir. Bu izahta Ashabın üstünlüğünün pek çok sebebine işaret edildikten sonra sadece “Üç sebebi” üzerinde durulur.
Bu üç sebebin belirtilmesine geçmezden önce, mevzuun “tez”i mahiyetinde olan ve ihtiva ettiği üç ana temayı yukarıda kaydettiğimiz giriş parağrafını aynen kaydediyoruz:
“Enbiyadan sonra nev-i beşerin en efdali sahâbe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemâ*atin icmâı, bir hüccet-i kâtıadır ki, o rivayetlerin sahih kısmı, fazilet-i cüz’iyye hak*kındadır. Çünkü, cüz’i fazilette ve hususi bir kemâlde mercuh râcihe tereccuh edebilir. 16 Yoksa Sure-i Fethin âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medih ve senasına mazhar olan sahâbelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatın pekçok esbap ve hikmetlerinden, şimdilik üç hikmeti beyan edeceğiz.” 17 Şimdi biz, bu üç sebebi özetleyerek suna*cağız:
BİRİNCİ SEBEP: Resulullah aleyhissalatu vesselâmın sohbetidir. Bu sohbet, öyle bir iksirdir ki, bir dakika ona mazhar olan bir kimse ehl-i tasavvufun senelerce seyr u sülûkla elde edebileceği feyze ve hakikat nurlarına mazhar olabilir. Nasıl ki bir sul*tanın hizmetkârı, o sultana tâbi olarak öyle bir mertebeye çıkar ki, bir şah çıkamaz. “İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyor.” Ashab’ın soh*beti Peygamberin nübüvvet şahsiyetiyle sohbettir. Bu sohbetin yüceliği şu misalden anlaşılabilir: Kızını diri diri gömecek kalp katılığına sahip bir bedevî adam, bir saatlik nebevi bir sohbetten sonra karıncaya ayağını basamayacak bir ruh inceliği kazanı*yor, cahil ve vahşî bir adam, bir günlük bir sohbetten sonra Çin ve Hind gibi memleketlere gidip o medenî kavimlere muallim ve rehber oluyordu. Bu hususu Lemeat’ta şöyle nazmetmiştir:
Bir nazar-ı Peygamber
Birdenbire kalbeder
Bir bedevi-i câhilî
Bir ârif-i münevver
Eğer mizan istersen
İslâmdan evvel Ömer
İslâmdan sonra Ömer. 18
İKİNCİ SEBEP: Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemâlat-ı insaniyenin en a’la mertebesindedirler. Çünkü, onlar büyük İslâm inkılabına şâhid olup bizzat onu yaşadılar. İslâm inkılabı hayır ve hakkı bütün güzellikleriyle ortaya çıkarmış, şer ve bâtılı da üstün çirkinlikleriyle gözler önüne sermiştir. Bu iki zıtlar öylesine birbirin*den ayrılmışlar belirgin hale gelmişler ki, hayrı, hakkı iltizam eden şerre, batıla, ya*lana müşteri olması mümkün değildir. Çünkü sıdk ile kizbin arasındaki mesafe iman ile küfür arasındaki, Cennet ile Cehennem arasındaki mesafe kadar uzaktır.
Böyle bir ortamda, yüce seciye sahibi Ashâb’tan, Resul-i Ekrem gibi nuranî bir meyve, Cennet gibi bir netice veren sıdka ve hakka ve imana bütün kuvvetleriyle taraftar olmaktan başka birşey beklenemezdi. Bediüzzaman Sahabe’nin adaletinin büyük ölçüde bu sırdan ileri geldiğini başka fırsatlarda da ifade eder. 19
ÜÇÜNCÜ SEBEP: Nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin kendisiyle, aynalardaki görülen timsaline nisbeti gibidir. Elbette gökteki güneşle aynadaki görüntüsü, ara*larında kıyaslama yapılamayacak derecede birbirlerinden farklı ve uzaktırlar. Öy*leyse nübüvvet dairesi, velâyet dairesinden ne derece üstün ise, “nübüvvet daire*sinin hademeleri ve o güneşin yıldızları durumunda olan sahâbeler dahi, daire-yi velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor.”
Bu üçüncü sebepte üç ayrı üstünlük vechi mevzubahisdir:
Birinci Vecih: İctihadda üstünlük
İctihadda, yani ortaya çıkan yeni meselelerle ilgili hükmü tesbitte yani Cenab-ı Hakkın rızasına uygun hükmü onun kelamından çıkarma işinde sahabelere yetişil*mez. Çünkü onların zamanında meydana gelen İslâm inkılabı herkeste Allah’ın rıza*sını arama ve ilahî hükümleri ortaya çıkarma meylini doğurmuştur. Akıllar, fikirler, zihinler, arzular, emeller hep bu esas üzerinde dönmekte, insanlardaki bütün ilmî melekeler o istikamette inkişaf etmekte idi. Halbuki zamanımızda insanlar büyük çoğunluğuyla dünyayı arıyor, felsefe ve siyasetle meşgul, emeller ayrı, arzular başka, fikirler karmakarışık. İctimai ortamın, kültür atmosferinin şahsiyetin gelişme*sinde ve melekelerin inkişafında fevkalade müessiriyeti var. Öyle ki, zamanımızın in*sanı, ictihad kapasitesini elde etmede Ashab’a nazaran en az on misli bir zamana muhtaçtır. Söz gelimi Tabiinden Süfyan İbnu Uyeyne on yaşında müctehid olabil*mişse, günümüz insanı yüz seneye muhtaçtır.
Bediüzzaman, bu meselenin ehemmiyetine binaen, herkesin hatırına gelecek bir soruyu sorar ve cevabını verir:
“Eğer desen: Sahabeler de insandırlar, hatâdan, hilaftan hâli olmazlar. Halbuki, ictihadatın ve ahkam-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hatta ümmet: ‘Sahâbeler umûmen adildirler, doğru söylerler’ diye ittifak etmiş?”
Bediüzzaman bu soruya: “Evet, Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak adalete hahişgerdirler (arzulayan, taraftar olan)” der. Ve birinci ile ikinci sebepte kaydettiğimiz mütalaalar çerçevesinde açıklama yapar. 20
Burada üzerinde durmak istediğimiz bir husus, Üstad’ın ihtiyatlı ifâdesidir: “Evet Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık...” demiştir. Bu ifadeden, çok az da olsa bir kısmının bu vasıfların dışında kalabileceği anlaşılmaktadır. Bediüzzaman, buradaki ihtiyatkâr ifadesi ile-sahabe dışında kalan kimselerde görülmesi hâlinde, adaleti selbettiği için cerh vesilesi kabul edilen-bazı fiilleri işlemiş olanları kastede*bilir. Ne var ki ülema, onların da tevbe etmiş olmaları sebebiyle temizlenmiş olduk*larını, tevbe ile temizlenenleri,-Nur sûresinin 4-5. âyetleri mucibince-adaletlerinin geri geleceğine hükmetmiştir. Kaldı ki, Hz. Peygamber zamanında hâd cezasına çarptırılan Mâiz İbnu Mâlik, Gamidiyye (bir kadın) ve Hımâr lakabıyla meşhur Abdul*lah radıyallahu anhüm ecmâinden-ne hikmetse-hiçbir rivayet kitaplarımıza intikal etmemiştir. 21
İkinci Vecih: Kurbiyetleri velilerinkinden farklı
Sahabelerin Allah’a olan kurbiyetleri (yakınlıkları) noktasındaki makamlarına vela*yet ayağıyla yetişilemez. Çünkü onların velayeti, velilerin seyr u sülukla kat-ı mera*tib ederek kesbettikleri bir velayet değildir. Velayet-i Kübra namıyla yad edilen bu velayet, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıyla mazhar olunan bir velayettir, kesbî değil vehbîdir. “Akrebiyetin inkişafı” da Cenab-ı Hakkın zât, sıfat ve şuunatı hususunda marifetin artmasıyla olur. İlahi bir lütuf olarak, nübüvvet nurunun sahabenin ru*hunda in’ikas ve incizabıyla hemen hasıl olur. 22
Peygamberlikteki kurbiyet de bu nevi bir kurbiyettir. Ve nübüvvet veraseti ve sohbet cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar.
- Sahabe ile Velî’nin farkları
1) Sahabenin nefsi İlâhî tathire mazhar
Bediüzzaman, Sahabelerin sahip olduğu-Muhyiddin-i Arabi gibi harika olan veli zatların dahi ulaşamayacakları 23-yüce makamlarını belirtme sadedinde ısrarla onların ahvâl-i ruhiyeleri üzerinde durur. Bu husus, görüleceği üzere, Ashab üze*rine te’lifte bulunan önceki müelliflerde net olarak rastlanmaz, Bediüzzaman’a has orijinal bir açıklamadır. Ona göre: Ashab, nebevî sohbete mazhar olmanın feyziyle ruhî bir tathir ve tezkiye lütfuna ermiştir. Halbuki sahabe dışında kalan insanlar, bu ruhî tezkiyeye ulaşabilmek için, seyr-i süluk berzahından geçerek sıkı bir mücahede ile nefislerini öldürmeleri gerekmektedir. Bediüzzaman, hakiki kemali elde etmede ruhun tathiri için nefsin öldürülmesini uygun bulmaz. Ona göre nefsi öldürmeden onu tathir ve tezkiye en selametli yoldur. Çünkü, nefsin ölmesiyle, nefse bağlı olan bir çok latîfeler de ölecek ve netice olarak da nefsin yapacağı ibadet basitleşecektir. İşte bu sebeple, öldürülmeden, lütfu İlâhi ile temizlenmiş olan Sahabî’nin nefsi, kendisine bağlı olan bütün duyguların herbirinin ayrı ayrı ve fakat koro halinde ya*pacakları ibadet zenginliğine sahiptir. Bu hususu Bediüzzaman şöyle ifade eder:
“Ehl-i velâyet çendan fena-i nefse muvaffak olur, nefs-i emmâreyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; mahiyetindeki cihâzât-ı kesire ile, ubudiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten (yani nefsin öldü*rülmesinden) sonra, ubudiyet-i evliya besâtet peyda eder.” 24
Burada temas edilen ve nefisle birlikte yok olduğu söylenen “cihâzat-ı kesire” tabiri ile Bediüzzaman’ın neyi kastettiğini belirtmek isteriz. Bediüzzaman, insanın yalnızca kalp olmadığını, akıl, ruh, sır, nefis gibi başka duygularının da bulunduğunu çeşitli vesilelerle belirtmekten başka, 25 sadece nefsin, endişe-i istikbal, aşk, inad, hırs gibi “binlerle hissiyat” taşıdığına, bunların hep hayra yönlendirilmesiyle hakiki kemala ulaşabileceğine dikkat çeker. 26
İşte sahabe, bütün bu duyguları rıza-yı ilahiyi kazanma yolunda kullanan “nefs-i Kur’ân’dan bütün letaiflerinin hisselerini alan” kimselerdir. 27 Bediüzzaman bu husustaki kesin kanaatini mükerrer olarak ifade etmiştir. Bir seferinde aynen şöyle der:
“Eğer insan yalnız bir kalbten ibaret olsaydı; bütün mâsivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakkın Zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım ge*lirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus, ayrı ayrı tarik-ı ubudiyette, hakikat cânibine sevketmek ile, sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette; kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramânane maksada yü*rüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla git*mek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.” 28
Sahabî, böyle çok buudlu bir mâneviyata ulaştığı içindir ki, onun “bir saati veli*lerin bir günü”ne denk bir değere ulaşmaktadır 29 ve Resulullah aleyhissalatu ves*selâm böylesi “Kırk sahabe ile kırk devlete meydan okumuştur.” 30
2) Sahabenin farklı velayeti:
Bediüzzaman’ın sahâbe anlayışını ortaya çıkarmada tebârüz ettirmemiz gereken diğer bir husus, sahabelerde görülen velâyetin mahiyetidir. Bediüzzaman buna “Velayet-i Kübra” der ve şöyle açıklar:
“Sahâbelerin velayeti, velayet-i Kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikına uğramıyarak doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip akrebi*yeti ilahiyenin inkişafına bakan bir velayettir.” 31
Bu velayetin mümtaz vasfı “A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muâmelat ve ef’alinde ahkam-ı şer’iyeyi düşü*nüp rehber ittihaz etmektir.” 32
Velayet, esasta Allah’ın kurbiyetini yani O’na yakınlık kazanmayı, O’nun rızasını ve dostluğunu elde etmeyi hedefleyen bir meslektir.
Allah’a yakınlık elde etmek ne demektir? Çünkü O, herşeye kendisinden daha yakındır. İnsana şah damarından yakındır. 33 Ya biz? Biz Allah’a yakın mıyız?
Biz Allah’tan uzağız. Öyleyse insanın Allah’a yakınlığı onun rızasını ve sevgisini kazanmaktır.
Bediüzzaman, bu “yakınlık (kurbiyet)” hakikatının iki suretle elde edileceğini be*lirtir: 1- Akrebiyetin inkişafı suretiyle. Yani kişinin kesbi olmaksızın, zaten herşeye yakın olan Allah Teâla Hazretlerinin, kişi hakkında sevgi ve rızasının artmasıyla Al*lah’ın kurbiyetinin kişiye inkişaf etmesi suretiyle, Peygamberlikteki kurbiyet bu neve girer. 2- Kişinin cehd ve gayretiyle mânevî mertebelerde yol alması, yani kat-ı me*ratib etmesi suretiyle.
Bediüzzaman, nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabelerin birinci suret*teki velayete mazhar olduklarını belirtir. “Velayet-i Kübra” dediği bu velayet, kesbî olmayıp vehbi olduğu yani kurbiyet-i İlahiyenin inkişaf etmesiyle hasıl olduğu için, kesben elde edilen kurbiyete dayanan normal velayet yoluyla sahabelere yetişile*meyeceğini söyler:
“Sahabelerin kurbiyet-i İlahiyye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü Cenab-ı Hak bize akrebtir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise O’ndan nihayetsiz uzağız.” 34
Bediüzzaman, bu iki velayetin arasındaki farkın büyüklüğünü belirtmek için şöyle bir teşbih yapar:
“Nasıl ki dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cere*yanına tabi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiyye ile, fevka’z-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir, fakat yine dünü elde tutamıyor. Onu bırakıp gidiyor. Öyle de zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına ka*pılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikatı, ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok meratipten, seyr-i sülûk suretiyle geçmektir.”
Bediüzzaman’ın tahlilinin devamında, hakikatı bulmada kısa olan birinci yolun sa*habe yolu olduğunu, uzun olan ikinci yolun diğer velilerin yolu olduğunu belirtir ve bu ikinci yolla onlara yetişmenin mümkün olmayacağını söyler. 35
Bu noktada hemen kaydedelim ki, Sahabe’nin bu imtiyazlı hâlini kavrayamayan kimseler bir kısım yanlış kanaatlere ulaşırlar. Bediüzzaman, bu kanaatlere bir soru şeklinde tercüman olur:
“Vahdetu’l-Vücud meselesi çoklar tarafından en yüksek makam telakki edili*yor. Halbuki, Velayet-i Kübra’da bulunan başta hulefa-i erbaa olmak üzere saha*beler ve hem başta Hamse-i Âl-i Âba olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erba’a olarak müctehidin ve Tabiînden bu çeşit vahdetü’l-vücud meşrebi sarihan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübra mı bulmuşlar?”
Bediüzzaman, bunu reddeden cevabına şöyle başlar:
“Haşa! Şems-i Risaletin en yakın yıldızları ve en karîb vereseleri bulunan O Asfiya’dan, hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki Cadde-i Kübra on*larındır...” 36
3) Sahabede zühd yoktur
“Zühd” umumiyetle dünyaya rağbet etmemek, yaşayışta ahiret kaygusunu ve ibadeti ön plana almak mânâsına gelir. “Bu meselede sahâbenin yeri nedir?” diye bir sual mâkuldür. Osman İbnu Maz’un, Ebu Zer el Gıfari, Abdullah İbnu Amr gibi bazı istisnai örnekler hariç tutulursa kâhir ekseriyetiyle Ashab’ın hayatında yukarıdaki tarife muvafık bir zühd görülmez.
Nitekim Bediüzzaman sahabelerin bu hususiyetini kendisine sorulan bir sualin metni içinde ifade eder:
“İkinci sual: Diyorlar ki: Ehl-i velayet ve ashab-ı kemalat, dünyayı terketmişler. Hatta, hadiste var ki: ‘Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.’ 37 Halbuki, sahabeler dünyaya pek çok girmişler. Nasıl oluyor ki, böyle sahabelerin en ed*nasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var diyorsunuz?” 38
Bediüzzaman bunu cevaplarken başka risalelerde, dünya telakkisi üzerine yer verdiği tahlillere atıf yaparak, dünyanın üç yüzü olduğunu; bir yüzüyle insanların nefs-i emmaresine baktığını her çeşit şerlerin, isyanların, fıskların, zulümlerin dün*yanın bu yüzünde işlendiğini; ikinci yüzüyle âhiretin tarlası olduğunu; üçüncü yü*züyle Allah’ın isimlerinin tecelligâhı olarak insanların Allah’ı tanımalarına yarayan bir mektup, bir ayna hizmeti gördüğünü; hadislerde kötülenen dünyanın, dünyanın bi*rinci yüzüne baktığını, diğer iki yüzü sebebiyle dünyanın sevilmesi gerektiğini belir*tir ve sahabenin dünya sevgisinin dünyanın birinci yüzü sebebiyle değil, diğer iki yüzü sebebiyle olduğunu dile getirir. 39
Yeri gelmişken, Bediüzzaman’ın Zühd anlayışını biraz açıklamak isteriz. O, her meselede sahabe mesleğini esas aldığı için, zühd yani dünyayı terk meselesinde de farklı yorum getirir: “Kişi, leziz taamları, meyveleri, peder, vâlide, evlad, refika-i hayat, dost, ahbab, enbiya ve evliyayı, hayatı, gençliği, baharı, güzel şeyleri ve dünyayı” sevebilir. Yeter ki bütün sevmelerde onlar, Cenab-ı Hak hesabına sevil*sin. 40 Bediüzzaman’a göre bu tarz bir dünya sevgisi sahabenin dünya sevgisi sını*fına girer. Hadislerde gelen yasaklmadaki bu inceliği yakalayamayan önceki âlimler, herhangi bir kayda yer vermeden yapılacak “dünyayı terketmek telkininden hasıl olacak tezadın önüne geçmek için tekellüflü ifadelere baş vurmuşlardır. Buna örnek olarak Gazali’nin şu yorumunu kaydedebiliriz: “Mustafa aleyhissalatu vesselam: ‘Dünya sevgisi bütün hataların başıdır’ buyurmuştur. İnsanlar dünyayı sevmeyecek olsalar âlem helak olur, hayat ortadan kalkar. Ancak yine de o, dünya sevgisinin helaka götürücü olduğunu öğretti. Zira, onun helak edici olduğunun belirtilmesi, dünya sevgisini çoğunluğun kalbinden söküp atmaz, küçük bir azınlıktan söküp atar ki bu azların terketmeleriyle de dünya harâba gitmez. Bu sebeple Aleyhissalatu vesselâm, nasihatı ve dünya sevgisinden doğacak zararları hatırlatmayı terketmedi. Keza, Resulullah aleyhissalatu vesselâm, ‘Eğer dileseydik herkesi elbette hidayete erdirirdik. Fakat Benden (Sâdır olan şu): Cehennemi bütün cinlerden, insanlardan muhakkak dolduracağım’ 41 mealindeki âyet mucibince kullarını Cehenneme sev*ketmek için imtihan vesilesi kıldığı helâk edici şehevâtın fonksiyonunu yerine getire*ceğine olan güveni sebebiyle, bunun tamamen terkedileceği korkusuyla da ondaki tehlikeyi haber vermeyi terketmedi.” 42
Bediüzzaman, Müslümanın dünya karşısındaki tavrını: “Dünya kesben değil kal*ben terkedilmelidir.” 43 “Herbir mü’min İ’la-yı Kelimetullah’la mükelleftir, bu za*manda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir” 44 gibi sözleriyle daha kes*tirmeden, daha açık bir üslupla tespit etmeye çalışmıştır. 45
Onun açıklamalarından şu neticeye varabiliriz: “Tıpkı Ashab’ın yaptığı gibi, Müslümanlar bu devirde, Allah’ı tanımak, İ’la-yı Kelimetullah’ı gerçekleştirerek dinin izzetini kurtarmak ve âhireti kazanmak için dünyaya sahip çıkmalıdırlar. Ama bu sa*hip çıkış sırf Allah rızası için olmalı. Bunun da ölçüsü, elbette ki dünya kazanılırken harama yer vermemek, ibadeti ihmal etmemek, kazanılanın zekâtını vermek, ka*zançtan, aşkla şevkle Allah yolunda harcamaktır.
Üçüncü vecih: Sahabenin sevap defteri açık
Sahabenin, arkadan gelenlerce yetişilemeyen üstünlüğünün bir diğer sebebi Bediüzzaman’a göre, onların amellerinin sevapca çokluğudur.
Bu da şu iki noktadan gelir:
1- En ağır şartlarda İslâmın tesisinde ve ahkâmının yeryüzüne neşrinde çalışmış*lardır. Ameller, ehemmiyet durumuna ve yapıldığı şartların ağırlığına göre faziletce farklıdır. Sulh zamanında normal şartlarda tutulan sınır nöbeti ile savaş sırasında, ölüm korkusu altında ve dehşetli soğuk içinde tutulan sınır nöbeti bir değildir. Öyle de Sahâbenin İslâmın tesisinde, bütün küfür dünyasına meydan okuyarak verdikleri neşr-i din hizmeti öylesine kıymetli ve Allah nezdinde sevaplıdır ki, arkadan gelen nesillerin hizmeti buna yetişemez.
Nitekim, hadiste, arkadan gelenler Uhud dağı kadar altın bağışlasa bile, sahabe*nin yarım müdlük bağışı kadar kıymet taşımayacağı ifade edilmiştir. Hatta Kur’ân-ı Kerim, Fetihten önceki mü’minlerle, sonraki mü’minlerin amellerinin sevapca eşit olmadığını, Fetih’ten öncekilerin sevabının üstün olduğunu söyler. 46
2- Ayrıca Sahâbiler, İslâmı tesis etmekle arkadan gelenlerin hidayetlerinin sebe*bidirler. Dolayısıyla hadisten muktebes: “Sebep olan yapan gibidir” kaidesine bi*naen, sahabeler arkadan gelenlerin sevaplarından da bir hisse aldıkları için onlar, se*vapta yetişilmesi imkânsız bir mertebe tutmuş olurlar. Bediüzzaman, ümmetce na*mazlarda okunan salavatlarda "Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve eshâbihi" şeklinde sahabenin de zikredilmesini onların, “bütün ümmetin hasenatından hissedar oldukla*rını” delil yapar. Ve der ki:
“Hem nasıl ki, bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasıl ki, mebde’de küçük bir irtifa; gittikçe bir yekün teşkil eder. Hem nasıl ki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyadelik; daire-i muhitada, bazan bir metre kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen şu dört misal gibi... Sahabeler, İslâmiyetin şecere-i nu*raniyesinin köklerinden, esaslarından, oldukları, hem bina-yı İslâmiyetin hutut-u nuraniyesinin mebdeinde, hem cemaat-i İslâmiyenin imamlarından ve adetlerinin evvellerinde, hem Şems-i Nübüvvet ve sirâc-ı hakikatın merkezine yakın oldukla*rından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, ha*kiki sahabe olmak lâzım geliyor.” 47
4- Ashabın ubudiyetine yetişilmez
Bediüzzaman, ashabın ubudiyeti konusunda, kendisinden önceki hiçbir âlimde rastlanmayan bir açıklama sunar. Bu açıklama Bediüzzaman’ın ashabla ilgili olarak-şu ana kadar yukarıda kaydettiğimiz-bir kısım telakkilerinin ve yaptığı izahlarının tabii bir neticesidir. Onları yeterince anlamadan bunu da anlamak ve dolayısıyla ka*bul etmek zorluk arzeder. Ama bir kere hakkıyla anlaşıldı mı, ashabla ilgili olarak ki*taplarda gelen ve anlamakta zorluk çektiğimiz bazı problemler çözüme kavuşur.
Ben, şahsen anlamakta ve izahta zorluk çektiğim bir problemimi kaydederek mevzuya girmek istiyorum, çünkü burada vazedeceğim problemi Bediüzzaman’ın sahabenin ubudiyeti üzerine yaptığı tahlil yardımıyla çözdüm.
Problemim şu idi: Muteber kaynaklarda gelen bir kısım rivayetlerden ashabtan bazılarının ibadet sırasında ibtal-ı hisse uğramışcasına duyarlılığını kaybettiğini gör*mekte ve açıklamasını yapmakta zorlanmakta idim:
Meselâ Zâtu’r-Rikâ Gazvesi sırasında gece nöbeti beklerken namaza duran Ab*bâd İbnu Bişr radıyallahu anh, takipçi bir müşriğin attığı bir oka hedef olur. Fakat o, oku eliyle çıkararak namazına devam eder. Müşrik, ikinci rek’ata kalktığını gören Abbâd’a “okum isabet etmemiş olmalı” diyerek bir ok daha atar. Onu da eliyle çı*karan Abbâd, namazına devam eder, derken üçüncü bir oka daha hedef olur. Ab*bâd her defasında okları eliyle çıkararak namazını tamamlar. Ortalık kan revan içinde kalır. Namaz bitince uyumakta olan nöbet arkadaşı Ammâr İbnu Yâsir’i du*rumdan haberdar eder. Vak’aya müttali olan Ammâr, kendisini niye ilk ok sırasında haberdar etmediğini sorunca, Abbâd:
“Öyle bir sûre okuyordum ki, kesmek istemedim!” 48 cevabını verir. Keza Hz. Ali’nin, ayağını saplanan oku çıkarmanın acısına dayanamyarak: “Namaza durayım da öyle çıkarın” dediği, gürültüden çok rahatsız olan Ebu Eyyubu’l-Ensâri’nin namaz sırasında hiç gürültü duymadığı, Ashabın namazıyla ilgili benzer menkıbelerdir.
Bunlara benzer bir hâdise Cündeb İbnu Mekîs’ten rivayet edilir: Geceleyin gö*zetleme vazifesi yaparken üst üste yediği iki oku, hiç kımıldamadan eliyle çıkarıp vazifesinin gerektirdiği yerinden ayrılmama rolünü eksiksiz yerine getirir. 49 Gerçi bu hadise, ibadet sırasında cereyan etmiyor, ama şahsi ibadetten daha kıymetli olan vazife, hususan en üstün ibâdet addedilen cihad vazifesi sırasında cereyan ediyor.
Vazife ile ilgili harikalar meyanında Hz. Ali’nin Hayber’in fethi sırasında göster*diği inanılmaz menkıbe de burada zikre değer: Kaleyi fethederken, düşmanın bir darbesiyle kalkanını düşüren Hz. Ali, kale kapısını kaptığı gibi, savaş boyunca kalkan olarak kullanır. Fetih tamamlanınca yere bırakır. Sonra sekiz kişi kapıyı yerden kaldıramazlar. 50 Şurası muhakkak ki, kabul edeceği her meseleye Batıdan te’yide alışmış teslimi zayıf bazıları, bu çeşit tarihî hadiselerin makul bir izahını arama yerine “efsane” deyip geçeceklerdir. Burada kolayı seçme espirisi de vardır. Halbuki ben*zer bir vak’ayı yakın tarihimizde Çanakkale savaşında yaşadık: Normal şartlarda bir*kaç kişiyle kaldırılabilen top mermisini, bütün arkadaşlarını kaybeden bir Mehmetcik tek başına kaldırır ve isabetli atışıyla, Boğazı geçmek üzere olan kaptan gemisini batırarak, savaşın seyrini lehimize çevirir.
Bütün bu hâdiseleri nasıl izah etmeli, yoksa bazılarının seçtiği kolay yolu ihtiyar ederek “uydurma, boş şeyler” veya-daha insaflı bir üslupla-“bunlar mütevatir değil, zayıf rivayetlerdir, yakin ilim sâbit olmaz” deyip red mi etmeli?
Elbette ki, pek çok vâkıa ile vüsûk kazanan bir hakikatı inkâr kolay değildir. O halde açıklaması gerekmektedir.
Az yukarıda belirttiğimiz gibi Bediüzzaman’ın, yer verdiği bazı açıklamalar, bize, bunları makul bir izaha kavuşturmaya yardımcı olmaktdır. Bu açıklamayı, Bediüz*zaman’ın farklı yerlerde gelen, birbirini tamamlayan bir kaç ayrı görüşünü terkip ederek yapacağız, şöyle ki:
1- Her şeyden önce, Bediüzzaman’a göre, insan beş duygudan ibaret bir varlık değildir. Onda, pekçoğuna isim konamamış “binlerle hissiyat var”dır. 51 aşk, inad, endişe-i istikbal, hırs, tevekkül, ümid, sevinç, güven gibi hisler bunlardan-şiddetli oldukları için isimlendirilebilen ve-herkesçe bilinen bazılarıdır. 52
Hemen belirtelim ki, Bediüzzaman, insandaki bu ruhanî hislere bazen “duygu” derken bazan de latîfe veya (cemi şekliyle) “letâif” der.
2- Bu hislerin tamamı, aslında âli bir maksad için yaratılmış ve insanın tasarru*funa verilmiştir. Yani herbir hissin kendisine mahsus bir ubudiyeti bir tevhid merte*besi vardır. İnsan, iradesi ve gayreti ile, bu hislerin tamamını ubudiyet esnasında ideal hedefe yöneltebilir; bu, imkân dahilindedir. 53 Bediüzzaman’ın bu sadedde: İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-i ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile yürüsün...” dediğini az yukarıda kaydettik. Ayrıca “hakiki terakkinin insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve sair kuvvelerin ha*yat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususi vazife-i ubudiyet ile meşgul olmakta” olduğunu belirtir. 54
3- Ashab-ı Kiram hazretleri, sohbet-i nübüvvetin feyiz ve bereketiyle bu sırra mazhardır. İbadet sırasında bütün latifeleri, kendilerine mahsus ibadetlerine yönele*rek “taabbüdî tevhid” diyebileceğimiz gerçek bir tevhide kavuşmaktadırlar. İbadet sırasında okunan zikir ve duaların ifade ettiği mânâlardan-bütün şümûl ve vüs’ati ile-herbir latife hissini almaktadır. Meselâ, biz namazda bir besmele çektiğimiz za*man şayet Arapça biliyorsak ve zihnen başka meşguliyetlerimiz de yoksa aklımız besmelenin mânâsından hissedar olabilir. Fakat miktarı binlerle ifade edilen diğer duygularımız kâhir ekseriyetiyle hisse almazlar. Halbuki Bediüzzaman, besmele ile ilgili olarak, yaşadığı tevhid ve tefekkür hayat-ı ruhaniyesinin “bir cilvesini” On Dördüncü Lem’a’nın ikinci makamında üç buçuk sayfada anlatır. Tefekkürde nasıl bir vüs’ate ulaştığını anlamamız için mevzuya giriş cümlesini kaydediyorum: “Bismillahirrahmanirrahim ’in bir cilvesini şöyle gördüm ki, kâinat simasında, arz si*masında ve insan simasında birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren ‘üç sikke-i rububiyet’ var...”
Bediüzzaman aynı bahsin devamında, Fatiha sûresinde geçen "İyyâke ne'büdü" ibaresinin açıklamasına geçer. Arapça bilmemiz şartıyla sadece “akıl” duygumuzla “Ey Rab*bimiz ancak sana ibadet ederiz” şeklindeki kısa mânâyı, o tam üç sayfalık bir tefek*kür levhası olarak sunar.
Müteakiben görüleceği üzere, Bediüzzaman’a göre, sadece bu iki ibarenin de*ğil, namazda okunan herbir zikrin, böylesine geniş ve şümûllü mânâ ve hakikatları var ve insanoğlu, sadece aklıyla değil binlerle ifade edilen diğer hisleriyle de bu zi*kirlerin hakikatlerinden hissemend olabilecek bir fıtrata ve mahiyete sahiptir. Hususi gayret ile herkes bunda muvaffak olabilir.
4- Bu noktada hemen kaydetmek isteriz: Bediüzzaman, Ashab-ı Kiram hazera*tının, namaz sırasında, herbir elfaz-ı zikriyeden bütün duygularıyla, azami merte*bede hissedar olduklarını ifade etmektedir. Şöyle ki:
“Bir zaman bir tek tesbihin bir tek namazda, sahabelerin tarz-ı telakkisine ya*kın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli gö*ründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyz ve nurun başka bir meziyeti var.” 55
Bediüzzaman bu hatırasını bir başka bahiste şöyle açar:
“Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabi gibi harika zatlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde "Sübhâne rabbiye'l a'lâ" derken, şu kelimenin mâ*nâsı inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: ‘Keşki, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadet*ten daha iyi idi.’ Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahabelerin iba*detteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.” 56
5- Üstad, aynı bahsin devamında bu anlayış üstünlüğünün onlarda nasıl hasıl ol*duğunu açıklar. Ezcümle Kur’ân’ın gerçekleştirdiği inkılapla zıdların birbirinden ayrı*larak her çeşit güzellik ve hayırların bir tarafta bütün haşmet ve cazibeleriyle top*lanırken, her çeşit çirkinlik ve şer ve fısk ve küfürlerin de karşı tarafta en müstekreh çirkinlikleriyle toplandıklarını her zikir ve tesbihin bütün mânâsının tabakatlarını tur*fanda ve taravetli ve tâze ve genç bir surette ifade ettiğini; o tantanalı büyük inkı*labın tesiriyle insanlardaki bütün hislerin, mânevî duygularının uyandığını, hatta ve*him, hayal sır gibi-insan iradesini fazla dinlemeyen-duyguların dahi hüşyâr ve müteyakkız bir sûrette o zikir ve tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alıp emdiğini belirtir ve şöyle devam eder:
“İşte şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sa*habeler, envar-ı imaniyye ve tesbihiyyeye câmi olan kelimat-ı mübarekeyi dedik*leri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı.”
Bediüzzaman, bu bahsi, arkadan gelen nesillerin niçin sahabeye yetişemeyecek*lerini belirterek noktalar:
“Halbuki, o infilak ve inkılaptan sonra git gide letaif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimat-ı mübâreke, meyveler gibi git gide, ülfet per*desiyle letâfetini ve teravetini kaybeder. Adeta, sathilik havasıyla kuruyor gibi az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve ma*kama kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir.” 57
Görüldüğü üzere, Bediüzzaman, ubudiyet esnasında okuyup tilavet edilen âyetlerdeki ve diğer mübarek zikir ve tesbih kelimelerindeki mânâların, hakikatların sonradan gelenlere tamamen kapandığını söylemiyor. Mezkur kelimeleri, yaşlığını yani hayatiyetini tamamen kaybetmemiş bir meyveye benzeterek, pek ciddi bir tefekkür gayretiyle önceki canlılığına kavuşturulabileceğini söylüyor: “...O kelimât-ı mübareke, meyveler gibi git gide ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Adeta sathilik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir.”
Biz, Bediüzzaman’ın burada temas ettiği “Kuvvetli tefekkürî bir ameliyat” mese*lesinin anlaşılması için, tekrar olarak “besmele” üzerine, "İyyâke ne'büdü" üzerine, keza yirminci mektupta yer verilen ve tam 29 sayfa tutan "Lâ ilâhe illâllahü vahdehû la şerîkelehü" diye başlayan kelime-i tevhid üzerine yaptığı açıklamaları hatırlatıyoruz.
Riselelerde ele alınan bu nevi bahisler tedkik edilince görülecektir ki, gafilane okuyup geçtiğimiz bir kısım elfâz-ı zikriye çok vüs’atli mânâlar ve hakikatlar ihtiva etmektedirler ve bunlar da tefekkürî bir cehd ve gayretle, deşifre edilebilmekte, or*taya çıkarılabilmektedir.
İşte sahabe, yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle, kesbiyle değil, Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselâmla olan sohbetin bir feyzi, bir bereketi olarak akrebiyet-i ilahi*yenin inkişafından hasıl olan, gayr-ı kesbi ruhi tathir ve tezkiyenin bir neticesi olarak bizim büyük bir fikrî cehd ile ulaşabileceğimiz mânâ ve hakikatlara anında, telaffuz eder etmez âşina olmakta, bilfiil yaşamaktadır. Ve üstelik bu hal ve hakikatlerin id*raki sadece bir kaç duygunun, meselâ akıl ve fikrin çerçevesinde kalmamakta, bin*lerle sayılan her bir duygu bir bütün olarak iştirak etmektedir.
Elbette namazda böyle bir tevhid ve tefekkür hazzına eren kimsenin yaşayacağı mânevî zevk, kişinin maruz kalacağı bir kaç okun açacağı yaraların maddî acısını hissettirmez, etrafında yükselen gürültülerin işitilmesini önler.
Bu durumun, Sahabelere has kerametli bir hal olmayıp, beşer fıtratında bilkuvve mevcut olan ve iradî temrinlerle, cehdle bilfiile çıkarılabilecek bir kapasite olduğu kanaatindeyiz. Nitekim bir kısım sporcuların mütemadî çalışma ve temrinler so*nunda, üst üste konan çok sayıda kiremidi (veya “5-10 cm kalınlığındaki çam tahta*sını”) bir “el” veya “ayak” darbesi ile kırabildiğini görmekteyiz. O sporun mahiyetini bilmeyenler için çok harika addedilen bu hadise, sporcular tarafından kolay izah edilmektedir: “Kişi temrinlerle, bütün gücünü, vuruş anında o darbeye teksif (kons*antre) edebilmekte bu teksiften bu yoğun darbeden hasıl olan mütekâsif güçle kire*mitler veya kalın tahta kırılabilmektedir. 58
Bizce gerek-yukarıda anlattığımız-sahâbenin hâli ve gerekse kiremitleri kıran sporcunun hâli aynı kanuna tabidir ve müşterek bir izaha sahiptirler.
Sahabe, ibadet esnasında bütün duygularıyla ubudiyete yönelmekte ve herbir duygusuyla okuduğu zikirlerin şâmil olduğu çeşitli mertebeler taşıyan mânâ ve haki*katların idraki ve bu mütekâsif idrakten hâsıl mânevî hazların zevkiyle kendinden geçmişcesine maddî tahassüslere karşı duyarsız hale gelmektedir.
Yani birinde bazu gücünün tekâsüfü kiremitleri kırdırırken ,diğerinde ruhi letaifin tekasüfü, maddî duyguları iptal ettirecek kadar zayıflatmaktadır.
5) Sahabe niçin kıyamet kopacak gibi davranmış?
Kur’ân’da geçen, “Kıyamet yakındır” 59 âyetini esas alan sahabe kendi devirlerinde kıyamet alametlerinin zuhur ettiğine inanmıştır. Bediüzzaman: “Âhiretin tafsilatını ders alan müteyakkız kalpli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikir*leri, niçin bin sene hakikattan uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevide bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikatı asırlarında karib (yakın) zannetmişler?” diyen bazı insafsız insanlara cevap verir. Cevabında bu davranış sahabenin dindarlığı ile açıklanır: “Çünkü sahâbeler, Feyz-i sohbet-i nübüvvetten herkesten ziyade dar-ı ahireti düşünerek, dünyanın fenasını (geçici olduğunu) bilerek, kıyametin ibhamı vaktindeki (yani ne zaman kıyamet kopacağının gizli tutulmasındaki) hikmet-i İlahi*yeyi anlayarak ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vazi*yet alarak, âhiretlerine ciddi çalışmışlar.” 60
4- Bediüzzaman’ın Sahabe ile ilgili Kur’ân’dan istihraçları
İslâm ülemasının, Sahâbenin adaletine dair kanaatini Kur’ân âyetlerine dayan*dırdığını söylemiştik. Bediüzzaman da, Kur’ân’da ve diğer semavî kitaplarda Asha*bın övüldüğünü söyler. 61 Ancak, Bediüzzaman, bu sadedde öyle istihraçlarda bulunur ki, bunlara önceki âlimlerde rastlanmaz.
A. Yedinci Lem’a’da, Fetih sûresinin ahirindeki-aşir olarak da okunan-kısım*dan, gaybla ilgili yedi nevi ihbar çıkarır. Bunlardan bir kısmı sahabelerle ilgilidir.
1- "Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. Sen onların rükû ve secde ettiklerini görürüsün." âyetinde Hülefa-i Raşidine, hilafet tertibiyle ve en mümtaz vasıflarıyla ve istikbalde maruz kalacakları başlıca hâdiseleriyle işaret edildiğini gösterir. 62
2- "Onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları ise şöyledir:" diye başlayan âyet İncil ve Tevrat’ı hiç görmemiş, okumamış ümmi bir Peygamberin o kitaplarda Sahâbe hakkında gelen tavsifatlara yer vermesi gerçek bir mucizedir. 63 Bediüzzaman Tevrat ve İncil’de hangi âyetlerin ne gibi tavsifatla Ashabtan bahiste bulunduğunu Mektubat’ta tafsilen gösterir. 64
3- "Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü..." diye başlayan âyetten sona kadar olan kısımda mevcut harflerden herbirinin tekerrür miktarının, isimleri o harflerle başlayan Bedir, Uhud ve Suffa ashabının sayısına muvafık olduğunu gösterir. 65 Dahası, bu sonuncu âyet, Bediüzzaman’a göre ashabın farklı tabakalarına da işaret etmektedir. Şöyle der:
“Bu ahirki âyet, cümlesiyle sahabeye baktığı gibi, kayıdlarıyla dahi yine sahabe*nin ahvaline bakıyor. Ve elfazıyla Sahabenin evsafını ifade ettikleri gibi, hurufatıyle ve o âyetteki hurufatın tekerrür-i adediyle yine Ashab-ı Bedr, Uhud, Huneyn, Suffe, Rıdvan gibi tabakat-ı Meşhure-i Sahabede bulunan zatlara işaret ettikleri gibi, ilm-i cifrin bir nevi ve bir anahtarı olan tevafuk cihetiyle ve ebced hesabıyle daha çok esrarı ifade ediyor. 66
"Her kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdirler. Ne güzel arkadaştır onlar!"
âyetiyle ilgili tahlilde âyette, Allah’ın nimetine mazhar olacakları belirtilen beş kısım insanların en meşhurlarına da işaret edildiğini belirttikten sonra
"Mine'n-nebiyyîne" İbaresiyle Hz. Peygamber’in (a.s.m.),
"Ve's-sıddıkîne" İbaresiyle Hz. Ebu Bekr’in,
"Ve'ş-şühedâi" İbaresiyle Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin kastedildiklerini belir*tir. Âyetin ayrıca bunların, sırasıyla halife olup, şehid düşeceklerine de işaret ettiğini söyler. 67
"Ve's-sâlihîne" İbaresiyle Suffe, Bedir, Rıdvan ashabı gibi mümtaz şahsiyetlere işa*ret ettiğini söyler.
"Ve hasûne ülâike refîkâ" İbaresiyle, hilafeti 6 ay gibi kısa da olsa kıymetli olan Hz. Hasan’a işaret ettiğini söyler. 68 Burada Hz. Hasan’a olan işaret âyette geçen "hasûne" kelimesinden çıkarılır. İşaretin çok zahir olmaması sebebiyle, bilahare vech-i delaletini gösterme gereğini duyan Bediüzzaman, bir başka açıklamasında: “Beşinci halifenin ismine ilm-i belağatta ‘müstetbeatu’t-terâkib’ tabir edilen bir sır ile işaret ediyor” notunu düşer. 69
5- Sahabe arasındaki siyasî ihtilaflar:
Bediüzzaman Sahabe arasında cereyan eden ve kan dökülmesine sebep olan si*yasî ihtilaflar meselesine de temas eder. O, bu meselede de Ehl-i Sünnet görüşünü benimser. Ehl-i Sünnet üleması, bu ihtilafların yapılan ictihadlardan ileri geldiğini, Ashab’ın müctehid mertebesinde olduğunu İslâm şeriatına göre, müctehid ictiha*dında hata yapsa bile muaheze edilmeyeceğini, dolayısıyla, hatalı ictihadları sebe*biyle savaşa sebep olan sahabilere dil uzatılamayacağını söyler; 70 Bediüzzaman da şöyle der:
“Madem sırf lillah için ve İslâmiyetin menafii için ictihad edilmiş ve ictihaddan muharebe tevellüd etmiş, elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i Cennetliktir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz.” 71
1) Haklı-haksız taraflar
Bediüzzaman, sahabeler arasında kan dökülmesine sebep olan ictihad farklılıkla*rından dolayı taraflardan birine dil uzatılmaması gereğini söylemekle birlikte, ictiha*dında Hz. Ali’nin isabet ettiğini, muhaliflerinin hata ettiğini belirtir:
“Her ne kadar Hz. Ali’nin ictihadı musib ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünkü ictihad eden, hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmasa bir nevi ibadet olan ictihad sevabı olarak bir sevap alır. Hatasında mâzur*dur.” 72
2) Fitnede kusurlunun hükmü
Bediüzzaman, Sahabe’nin karıştığı fitneler sebebiyle muâheze edilmeyeceğini teyid etmekle birlikte, bu dahili kargaşalarda bir kısmının ciddi hatalar işlediğini de kabul eder. Bu görüşünü Sahabeleri medh u sena eden Fetih sûresinin son âyetinde (29. âyet) geçen “mağfiret” kelimesinden çıkarır. Der ki: “Sahabeyi tavsifat-ı mühimme ile sena ederken, en büyük bir mükâfatın va’di, makamca lâzım geldiği halde, “mağfiret" kelimesiyle işaret ediyor ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vası*tasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret, kusurun vukuuna delalet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlûb ve en yüksek ihsan, ‘mağfiret’ olacak ve en büyük mükâfat ise; afv ile, mücazat etmektir.” 73
Sahabe’nin İslâmın te’sisindeki hizmetinin büyüklüğü sebebiyle olacak ki, arka*dan işleyecekleri bir kısım ciddi hatalar yine de küçük kalıp ilahi mağfiretin celbine mani olmuyor. Bu husus Hâtıb İbnu Ebî Belta’a hâdisesi ile açıklık kazanıyor: “Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselâmın Fetih hazırlıkları sırasında Mekke’deki bu hazır*lığın dışarı sızmaması için son derece gayret göstermesine rağmen, Hâtıb’ın bu ha*zırlığı Mekkelilere bildirmek üzere gizlice gönderdiği bir mektup ele geçmişti. Hz. Ömer bunu ihanet ve münafıklık olarak değerlendirerek Hâtıb’ın öldürülmesini talep ettiği vakit Resulullah’ın verdiği cevap, Ashab’ta rastlanan bir kısım ‘hatalar’ın de*ğerlendirilmesi ve bu gibi sahabelere karşı ümmetin takınması gereken edep tavrını belirlemede ehemmiyet arzeder. Aleyhisselatu vesselâm şöyle buyurmuştu: “Ama o Bedir’e katıldı. Muhakkak ki, Allah Teala Hazretleri Bedir ehlinin haline muttali oldu da: ‘Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret etmişim’ buyurdu.” 74
3) Fitnelerin mahiyeti
Bediüzzaman, Hz. Ali zamanında başlayan fitnelerin mahiyetini şöyle özetler:
“Cemal Vak’ası denilen, Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ve Aişe-i sıddıka (radıyallahu Teala anhüm ecmain) arasında olan muhârebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir.” 75
Hz. Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hz. Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise hila*fet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hz. İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-ı İslâ*miyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhamet*siz muktaziyatlarını onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı ic*timaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetiyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı il*tizam ettiler. Siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, ha*taya düştüler.
Amma Hz. Hasan ve Hüseyin’in Emevilere karşı mücadeleleri ise din ile milliyet muharebeleri idi. Yani Emeviler, Devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip râbıta-i İslâmiyeti, râbıta-i milliyetten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler:
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı tâkip etmediğinden zul*meder... İşte Hz. Hüseyin, rabıta-ı diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehâdeti ihraz etmiş.” 76
4) Sahabeler müfsitleri niye keşfedemedi?
Bediüzzaman, sahabe hakkında oldukça ilgi çekici şöyle bir soruya muhatap olur: “Sahabeler nazar-ı velayetle müfsidleri neden keşfedemediler? Tâ Hulefa-yı Raşidin’in üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki küçük sahabelere büyük veliler*den daha büyük deniliyor?”
Üstad bu sorunun cevabına, sahabelerin mazhar olduğu Velayet-i Kübranın mahiyetini açıklayarak girer. Bu velayet yolunun kısa olmakla beraber gayet yüksek olduğunu, harikaları az fakat meziyetlerinin çok olduğunu, keşif ve kerametin orada az görüldüğünü, ayrıca kerametin çoğunluk itibariyle ihtiyari olmayıp ummadığı yerden ikram-ı İlahi olarak verildiğini belirtir. Sonra fitne hadiselerinin birkaç Yahu*dinin işi olmayıp, İslâma giren çok sayıdaki milletin efkârının karışmasıyla ortaya çı*kan umumi içtimai bir hoşnutsuzluğun neticesi olduğunu söyler ve eski dinlerin iptal edilip, medar-ı şerefleri olan eski hükûmet ve saltanatları tahrip edilmiş insanların seciyyeten intikama fırsat bekleyeceklerini belirtir. Hz. Ömer’in hutbe okurken bir aylık mesafedeki komutanı Sâriye’nin sıkışık durumunu görerek:
“Ey Sâriye dağa dikkat et! Dağa dikkat et!" diye komut verdiği halde ayağının dibindeki katilini göreme*yişi” ile ilgili bir soruyu da bütün hadiselerin gerisinde Allah’ın iradesinin yattığını hatırlatarak cevap verir. 77
Bu meyanda hatırlatılan bir delil de Hz. Yakub’un durumudur: Yusuf’unun Mı*sır’dan gelen gömleğinin kokusunu duyduğu halde yanıbaşındaki Kenan kuyusunda*ki Yusuf’un kokusunu duymamıştır. Bediüzzaman’ın kaydına göre; Hz. Yakub’dan sorulmuş ki: “Niçin Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulu*nan Kenan kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim hâlimiz şimşekler gibidir, bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vâkit olur ki, en yüksek mev*kide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.” 78
5) Fitnelerin hikmeti
Bediüzzaman, Ashab arasında cereyan eden bir kısım fitne hadiselerinin hâsıl ettiği faydalı neticelere de dikkat çeker: Bu hadiseler, sahabe ve tabiindeki “çekir*dekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrip edip kamçıladı, ‘İslâmiyet teh*likededir, yangın var!’ diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbi*ri, kendi istidadına göre camia-ı İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-ı ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhafazasına, çalıştı ve hakeza... Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gü*listana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.” 79
Mühim bir sual başlığı altında ashabın, müşriklere karşı Uhud’un nihayetinde ve Hüneyn’in bidayetinde mağlup olmalarının hikmetini sorar ve bunu: “Henüz müşrik olmakla birlikte ileride İslâma girecek ve büyük hizmetlerde bulunacak bir kısım yüce ruhlu zatların gururlarının kırılmaması hikmetine binaen” onların mağlup edil*mediği şeklinde cevap verir ve buna Halid İbnu Velid’i örnek verir: “Demek mazi*deki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup olmuşlar, tâ o müstakbel sa*habeler, berk-i süyûf korkusuyla değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete gir*sin ve şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin.” 80
6- Ehl-i Beyt:
Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselâmın hadislerinde Ashabla ilgili rivayetler çoktur. Bir kısmı bütün sahabelerin tafdili ve tebcili ile ilgilidir. Bir kısmı muayyen kimselerin menkıbesiyle ilgilidir. Bunlar, hadis kitaplarının “Menakıb” ve “Fezâil”le ilgili bölümlerinde çoklukla görülebilir.
Bediüzzaman yeri geldikçe bunların herbir nevine giren hadislere yer verir, sa*habenin faziletini te’yid eder:
“Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir.” 81
“En hayırlı asır benim asrım (sahabeler)dır, sonra onu takip edenler (Tabiin), sonra onu takip edenler (Etbauttabiin)dir.” 82 “Ashabıma küfretmeyin, sizden biri Uhud dağı kadar altın bağışlasa bile, bu, ashabımdan birinin yarım müdlük bağışına müsavi olmaz” 83 gibi umumi hadislere yer verdiği gibi, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin radıyallahu an*hüm vs. münferid sahabilerin faziletleri ve menkıbeleri üzerinde de durur.
Hemen belirtelim ki, Bediüzzaman’ın ümmet arasında bir kısım polemik ve ihti*laflara adı karışan grup veya fertlere öncelikli olarak ve daha fazla yer vermiş ol*ması dikkat çeker. Bundan maksat o kimseler hakkındaki yanlışlıkları düzeltmek, mütehayyirlere, o meseledeki doğru tavrı ve kalbte yer verilmesi gereken sağlıklı telakkiyi göstermektir.
Belki de bu sebeple olacak, Risalelerde Âl-i Beyt’le ilgili bahislere sıkca yer ve*rilmiştir.
1) Kimler Âl-i Beyttir?
Asıl mevzuya geçmeden Ehl-i Beyt veya Âl-i Beyt deyince kastedilen teferru*atta İslâm üleması arasında ihtilaf edildiğini belirtmeliyiz. Şia ile Ehl-i Sünnet ara*sında da ciddi ihtilaflar olagelmiştir.
Umumiyetle Âl-i Aba hadisinde geçen 84 Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fa*tıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin radıyallahu anhüm ecmain’den müteşekkil beş şahsiyetin Âl-i Beyt’i teşkil ettiğinde ittifak edilir. Resulullah’ın bütün hanımlarının çocuklarının, torun ve diğer akrabalarının yani Beni Haşim’in Âl-i Beyt olduğu da kabul edilmiştir. Bir kısım âlimler, Aleyhissalatu Vesselâm’dan bu sadedde haklarında varid olan iltifatları esas alarak kan bağı bulunmayan, Selman-ı Farisi ve Abdullah İbnu Mes’ud radıyallahu anhümayı da Âl-i Beyt’e dahil etmiştir. 85 Bazı hadislerde, Resulullah, “müttakileri” de Ehl-i Beytinden saymıştır. 86
Bediüzzaman "De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir." âyetini açıklarken “Size iki şey bırakıyorum onlara temessük etseniz necat bulursunuz, biri Kitabullah, biri Âl-i Beytimdir” hadisini gözönüne alarak bu sadette daha değişik bir yorumla: “Demek, Âl-i Beytten, vazife-i risaletce muradı Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terkeden hakiki Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi, Âl-i Beyt’e hakiki dost da olamaz” der. 87 Zira diğer bazı hadislerde, Aleyhissalatu Vesselâm’ın bıraktığı iki şeyin ikincisinin “Sünnet” olduğu zikredilmiştir. 88
2) Âl-i Beyte sevgi
Yukarıdaki âyette geçen "el-kurbâ" (yakınlar) ibaresinden bazı âlimlerce Âl-i Beyt anlaşıldığını belirten Bediüzzaman bu anlayışın ciddiyetine telmihen şöyle der: “el-meveddete fî'l-kurbâ" (yakınlara sevgi) âyetinin bir kavle göre mânâsı Resul-i Ekrem aleyhissalatu vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beyt’ine meveddet ister.” 89 Bir başka yerde, 90 Âl-i Beyt’e muhabbetin Kur’ân emri olduğunu daha sarih ifade eden Bediüzzaman, burada hatıra gelebilecek “hanedan gayretini gütme” gibi bir yanlış anlayışın yersizliğine yeterli bir açıklama verir:
Resulullah’ın kendi yakınlarına gösterdiği ilgi ve muhabbetleri hep vazife-i risalet noktasındadır. Bu da iki sebebe dayanır: 91
1- Al-i Beyt’ten istikbalde İslâma büyük hizmetler yapacak zatlar çıkacak: Ab*dülkadir Geylani, Zeynelabidin, Cafer-i Sadık vs. gibi. Şu halde, Hz. Peygamber’in mübarek torunu Hz. Hasan’ın bâşını öpmesi, onun neslinden gelecek büyük zatların hizmetlerini tebrik ve takdir etmek içindir. 92 Bu açıdan Âl-i Beyt Sünnet-i Seniy*ye’nin ve Şeriat-ı Muhammediyenin menbaı ve muhâfızıdır. Onlar diğer insanlardan daha kuvvetli olarak İslâma bağlıdırlar. “Fıtraten, neslen ve cibilliyetten taraftardır*lar. Cibilli taraftarlık za’f ve şansız, hatta haksız da olsa bırakılmaz.” 93
2- Diğer bir husus: Âl-i Beyt, İslâm âleminde birlik unsurudur. İslâm âleminin en kalabalık ve her tarafa dağılmış, şanlı şerefli ve ümmetin saygı ve güvenini kazanmış yegane hanedânıdır. Dünyada dayanışma içinde olan böylesine kalabalık böylesine münevver bir başka hanedan yoktur. 94 Âlem-i İslâm, ancak böyle bir hanedan etrafında birleşerek terakkiyat-ı mânevîyesini ve birliğini gerçekleştirebilir. 95 Hat*ta onlar arasında sadece mânevî değil, zahiri kumandanlar bile vardır. 96 Mehdi, geldiği zaman Al-i Beyt’in teşkil edeceği kesretli orduya dayanarak misyonunu yerine getirecektir. 97
Bediüzzaman’a göre, Hilafet-i İslâmiyenin Ehl-i Beytte takarrur etmeyişi onların liyakatsızlığından değildir. O yüce nesle fani ve aldatıcı olan dünya saltanatı münasip değildir. “Âl-i Beyt, hakâik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya me’mur idiler. Saltanat onlara bu vazifeyi unutturacaktı. Halbuki saltanatı terk ettikleri za*man, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet etmiştir.” 98
7- Hz. Ali ve Aleviler:
1) Hz. Ali:
Bediüzzaman’ın hususiyetle üzerinde durduğu bir zât Hz. Ali’dir. Bu davranışının sebebini, Hz. Ali ile ilgili hadis rivayetlerinin çok oluş sebebini açıklayan yorumunda görebiliriz. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz Osman gibi Hülafa-i Raşidinden diğerle*rinin faziletlerini beyan eden hadisler, Hz. Ali’nin faziletiyle ilgili olan hadislere naza*ran sayıca azdır. Aradaki bu farkı Bediüzzaman şöyle açıklar:
“Emeviler ve Hâriciler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Velcemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayâtı çok neşrettiler. Sair Hulefa-i Raşidin ise, öyle tenkid ve tenkise çok maruz kalmadıkları için onlar hakkındaki Ehâdisin intişarına ihtiyaç görülmedi.” 99
Şu halde Bediüzzaman da Hz. Ali ile ilgili bahislere fazlaca yer vererek onun hakkındaki yanlış değerlendirmeleri, ifrat ve tefritleri tashih etmek istemiş olmalıdır. Bu davranışta Şiiler’in Hz. Ali ile ilgili olarak Sünniler hakkındaki sui zanlarını dü*zeltme gayesini görmemiz de mümkündür. Zira o, bu iki İslâm fırkasını yaklaştır*maya aralarındaki husumeti kaldırmaya çalışmıştır.
Hz. Ali, Bediüzzaman için, diğer sahabilere nazaran ayrı bir yakınlığa, ayrı bir ehemmiyete haizdir. Çünkü Ali Radıyallahu anh, bir kısım şiirlerinde,-büyük bir kerametle-Bediüzzaman’dan, eserlerinden, talebelerinden, mücadelelerinden (otuz-kırk işaretiyle sarahat derecesinde) 100 haber vermiştir, Bediüzzaman’a taktik vermiş, yol göstermiştir. Bir ifadesi şöyle: “Risale-i Nurun üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesi’nde rümuzlu işâretiyle pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakâik-ı imaniyede hususi Üstadım, İmam-ı Ali’dir.” 101
Bu Üstad, secaat, ilim, velayet ve Âl-i Beyt’in mümessili olma gibi pek çok hu*susta diğer sahabelere takaddüm etmekte, onların yetişemeyeceği bir makam tut*maktadır. 102
2) Alevi-Sünni meselesi
Hz. Ali’nin diğer sahabilerle olan ihtilaf meselesini ele alan Bediüzzaman, önce*likle, bu meselelere fazla girmemek, deşelememek taraftarıdır. Selef ülemasının da bu konuları meskut geçmeyi tercih ettiklerini belirtir:
“Selef-i Salihin sükût ile ve Ehl-i Sünnet Velcemaat’in imamları, o kapıları ka*pamak, '"Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaştırmadı; o halde bizde o hadiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım." ‘Allah onların kavgalarından uzak tutarak bi*zim ellerimizi temiz tuttu. Biz de buna şükür olarak onlar hakkında konuşmamak suretiyle dillerimizi temiz tutacağız’ deyip o kapıları açmıyorlar. Madem ki Ehl-i Beyt’e zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir çekiyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor.” 103
Aslında pek mânâsız da olsa netice itibariyle pek acı meyveler veren Sünni-Şii ihtilafı karşısında duyduğu ızdırabı Bediüzzaman şöyle ifade eder:
“Bin üç yüz seneden beri âlem-i İslâmı ağlatan ve bütün ehl-i hakikata: ‘Eyvah yazıklar olsun!’ dediren, âlem-i İslâmın en dehşetli, en büyük yarasını deşmek, düşünmek, benim hususi meşrebimde tahammülümün fevkinde elem veri*yor.” 104
Görüldüğü gibi ihtilaflı hususlarda sükûtu esas almasına rağmen, sünni ve şii her iki tarafın da birleşebileceği ortak noktaları belirtmeyi de ihmal etmez. Şianın bazı ifratlarına çok nazik bir üslupla parmak basar. Bu meselelerden bazılarını kaydedi*yoruz:
1- Hz. Ali, ictihadında musib; muhalifleri ise haksızdı. Hz. Ali meselelerin çözü*münde adalet-i mahzayı esas almak istemişti. Muhalifleri adalet-i izafiyeyi prensip it*tihaz ettiler. Adalet-i mahza Kur’ân’ın getirdiği adalettir. Bunun tatbiki imkânı ol*duğu müddetçe adalet-i izafiye caiz değildir. 105
2- Hz. Ali’nin muhalifleri iki kısımdır:
a) “Yezid ve Velid gibi habis herifler.” Bunları tel’in’de sünnilerin de bir ihtilafı yoktur.
b) Bu habisler dışında kalanların kısm-ı âzamı Hz. Ali’nin mânevî büyüklüğüne ilişmiyorlar, siyasî idaresine darbe vurmaya çalışıyorlar. 106
3- Hz. Ali’yi şiiler-itikad esası yapacak kadar aşırı giderek-fazilette en başa alırken, sünnilerin dördüncü sırada mütelaa etmeleri büyütülmemesi gereken bir hadisedir. Çünkü, esasen Hz. Ali’nin bazı hususi faziletlerdeki erişilmez büyüklüğünü Ehl-i Sünnet de kabul ediyor. Söz gelimi Hz. Ali, Al-i Beyt’in mânevî şahsiyetinin mümessili olması, bu mânevî şahsiyetin “bir hakikat-ı Muhammediyeyi temsil et*mesi” cihetiyle öbürleriyle muvazeneye gelmeyecek kadar bir üstünlüğe sahiptir. Ayrıca Hz. Ali, şecaat, ilim, velayet gibi 107 noktalardaki hususi faziletlerde de, öbürlerine tekaddüm eder. Hz. Ali hakkında fevkalâde senâkârane ehâdis-i nebevi*ye, bu cihetlere bakıyor. Buna örnek olarak Bediüzzaman şu iki hadisi kaydeder: “Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin neslidir.” “Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur.”
Bu ve benzeri hadislerden, Resulullah’ın, bilahare maruz kalacağı hâdiseler se*bebiyle Hz. Ali’yi teselli ederek me’yusiyetten kurtarmak, ümmeti de bu hâdiseler yüzünden Hz. Ali hakkında sui zanna düşmekten kurtarmak gayesini güttüğünü söyler. 108
4- Hz. Ali’yi fazilette 4. sıraya koymada Ehl-i Sünnet haklıdır. Bunlar, Hulefa-i Râşidin’den Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman radıyallahu anhüm ecmain’i bu meselede değerlendirirken fazilet-i külliyeyi esas almışlardır. Onları öne geçiren faziletleri ise, “Veraset-i Nübüvvet ve te’sis-i ehkâm-ı Risaletinde tecelli eden haki*kat-ı akrebiyet-i İlahiyyeden hisselerinin fazla olmasından ileri geliyor.” 109
Bediüzzaman, Hz. Ali’nin hilafetinin gecikme sebebini ictimai-beşeri çerçevede hikmet açısından tahlil eder. Buna göre, Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselâmın vefatından sonra, birliğe ve beraberliğe muhtaç olan Sahâbelerde, şâyet Hz. Ali ha*life olsaydı, bu birlik bozulacaktı. Çünkü onun mümaşaatsız, pervasız, zâhidane, kahramanane mizacı, müsteğni tavrı herkesce bilinen şecaatı, bir çok zatlarda ve kabilelerde rekabet damarı uyandırabilir, tefrikaya sebep olabilirdi. Nitekim bu söy*lenenler hilafeti sırasında olmuştur. Bu hikmete binaen, hilafeti te’hir edilmiştir.
Bu te’hirin bir diğer hikmeti de şudur: Hz. Peygamber’in haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde fitne engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hz. Ali gibi harikulade bir cesaret ve feraset sa*hibi, Haşimi ve Al-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. Evet dayandı.
Ayrıca Hz. Ali, dünya saltanatına çok düşkün olan Emevileri taşkınlıklardan frenledi. 110
5- Bediüzzaman, Hz. Ali’nin velayetinden hareketle ona karşı aşırı muhabbet besleyen şia-ı velayeti ma’zur addeder, bu aşırı sevgilerinden dolayı kınanmayacak*larını belirtir. Ancak, bu sevginin diğer halifelere buğzu gerektirmemesini şart ko*şar. 111
6- (Hz. Ali’nin Resulullah’ın nasla tayin etmiş olduğu meşru halife olduğu iddia ve inancıyla Hz. Ali’ye aşırı muhabbet izhar eden ve bu noktadan hareketle diğer halifelerin meşruiyetini bile kabule yanaşmayan) Şia-i hilafetin iddialarına hak ver*mez. Şöyle der: “Amma şia-i hilafet ise, Ehl-i Sünnet Velcemaate karşı mahçubiye*tinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hz. Ali’yi (radıyallahu anh) fevka*lade sevmek dâvâsında oldukları halde tenkis ediyorlar ve su-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki: ‘Hz. Sıddık ile Hz. Ömer (r.a.) haksız oldukları halde Hz. Ali (r.a.) onlara mümaşaat etmiş, şia ıstılahınca takiyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş.’ ”
Bediüzzaman, şecaatiyle ün yapan Hz. Ali’nin yirmi sene boyunca sevmediği kimselere riyakârlıkla ses çıkarmamış olmasını şiddetle reddeder. Ehl-i Hak olan Ehl-i Sünnet’in hiçbir cihette, hiçbir nokta-i nazarla Hz. Ali’yi tenkis etmediğini ve şunu söylemekte ittifak ettiğini belirtir:
“Hz. Ali radıyallahu anh, Hülefa-i Raşidin’i hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve râcih gördüğü için gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.” 112
7- Bediüzzaman, Hz. Ali’yi şahsi kemalat için sevenleri uyarır. Bu sevgiyi Hıris*tiyanların Hz. İsa sevgisine benzetir. Ve bu sadedde varid olan bir hadisi kaydeder:
Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye: “Sende, Hz. İsa gibi iki kısım insan helâke gider. Birisi, ifrat-ı muhabbetle. Hz. İsa’ya nasranî, muhabbetinden hadd-i meşrudan teca*vüz ile, haşa ‘İbnullah’ dediler. Yahudi, adavetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkâr ettiler Senin hakkında da bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz ede*cek muhabbetinden helâke gidecektir. "Onların bir lakâbı vardır ki, onlara Rafizî denir." demiş. Bir kısmı se*nin adavetinden çok ileri gidecekler, onlar da Havâriçtir ve Emevilerin müfrit bir kı*sım taraftarları ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.” 113
“Bu suretle Hıristiyanların, İsa’yı ilah bilerek sevmelerinin, onlara bir faydası olmadığı bilakis zararı olduğu gibi, Hz. Ali’yi ölçü dışına çıkarak sevmek de zarar*lıdır, sevenlerine faydası yoktur. Bu sevgi diğer bir kısım sahabelere düşmanlığa da sevkedebilir. Öyleyse Hz. Ali’yi, Peygamber’e olan yakınlığı, İslâma olan hiz*meti, Resulullah’ın ona olan sevgisi gibi sebeplerle sevmek gerekir. Bu sevginin Allah ve Resulü nazarında bir değeri vardır” 114 diyor Bediüzzaman.
3) Gerçek Aleviler Sünnilerdir
Bediüzzaman, Hadiste, “Hz. Ali’nin Şiası” üzerine gelen övgünün 115 sünni*lere ait olduğunu, çünkü Ehl-i Sünnet’in Hz. Ali’yi tenkis etmeden ciddi sevdiğini, fakat hadisce tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten 116 çekindiklerini belirtir. “Ha*disce Hz. Ali’nin radıyallahu anh, şiası hakkında sena-yı nebevi Ehl-i Sünnete aittir. Çünkü istikametli muhabbetle Hz. Ali’nin şiaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet Velce*maattir.” 117
4) Vahhâbi iddialar Ehl-i Sünnete maledilemez
Şia-sünni meselelerini te’lifkâr bir espiri ile tahlil eden Bediüzzaman, şianın bir noktaya dikkat etmesini söyler: O da haricilere ve Vahhabilere ait yanlış bir düşün*cenin sünnilere mal edilmesidir. Aslında bu düşüncelere zamanımızda, klasik mânâ*sıyla “sünnî” denemeyecek bazı sünnilerde de rastlamak mümkün: “Bir kısım mül*hidler, Hz. Ali’yi (r.a.) tenkid ediyorlar. Hâşâ ‘siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş’ diyorlar. İşte bunların bu haksız ittihamların*dan Aleviler, Ehl-i Sünnete karş küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor. Belki aksini ispat ediyorlar. Haricilerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki, Ehl-i Sünnet, Alevilerden ziyade Hz. Ali’nin taraftarıdır.” 118 Bedi*üzzaman bu noktadaki görüşünü Mektubat’ta sual-cevap üslubuyla kaydeder:
“Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalade iktidarı, harikulade zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten muvaffaki*yetsizliği nedendir?
“Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat ol*saydı, ‘Şah-ı Velayet’ unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki za*hiri ve siyasî hilafetin pek çok fevkınde mânevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Kül hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi baki kaldı.” 119
5) Şiaya nasihat
Bediüzzaman, Ehl-i Sünnetin Hz. Ali’yi mürşid ve Şah-ı Velayet bildiğini belirt*tikten sonra şöyle der:
“Aleviler, hem alevilerin, hem ehl-i sünnetin adavetine istihkak kesbeden Ha*ricileri ve mülhidleri bırakıp ehl-i Hakka karşı cephe almamalıdır.” 120
6) Şiaya güven
Bediüzzaman, bir kısım alevilerin “ehl-i sünnetin inadına sünneti terket*me” 121 gibi yanlışlıklara düşmüş olmalarına rağmen Alevilere güvenir ve şöyle der:
“Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Aleviler, ne kadar ifrat da etse, Râfizi de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar.” 122 Bu inanç ve güven Bediüzzaman’ı, Alevilerle Nur talebeleri arasında hatırı sayılır bir bağdan bahsetmeye sevkeder: “Madem Nur şakirtlerinin Üstadı İmam-ı Ali radıyallahu anh’tır ve Nurun mesleğinde hubb-u Al-i Beyt esastır, elbette hakiki Aleviler, kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerekir.” 123
7) Birliğe çağrı
Bediüzzaman, Alevilerle ilgili uzunca bahsi, Sünnilerle Alevileri birliğe çağırarak noktalar:
“Ey Ehl-i Hak olan Ehl-i Sünnet Velcemaat! Ve ey Al-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Aleviler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağ*lup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı râbıta-ı kudsiye mabeynimizde varken iftirakı iktiza eden cüzi meseleleri bırakmak elzemdir.” 124
8- Bazı münferid açıklamalar
Bediüzzaman, Sahabelerin adlarının karıştığı meşhur hadiseleri vuzuha kavuştu*rurken tali sayılacak diğer bir kısım meselelere de yer vermiş, açıklık getirmiştir. Birkaç örnek vereceğiz:
1) Bazı büyükler niye az rivayette bulundu?
Bilindiği üzere sahabelerin bir kısmı çok hadis rivayet etmiştir. Bilhassa Ebu Hü*reyre radıyallahu anh gibi, hicretin yedinci senesinde Müslüman olan bir zâtın çok hadis rivayet etmede başı çekmesi, eskiden beri, sahabe aleyhinde bir kısım kil u kâle sebep olmuştur. Bediüzzaman, makul bir açıklama getirmek maksadıyla buna da temas etmiştir:
“Eğer denilse... Neden Hz. Enes, Cabir, Ebu Hüreyre’den çok geliyor, Hz. Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor? Halbuki bunlar, ilklerden.”
“Elcevap: ...Öyle de sahabe içinde ehadis-i nebeviyeyi, gelecek asırlara ders vermek için ülema-i sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler. Bütün kuv*veleriyle ona çalışıyorlardı. Evet Hz. Ebu Hüreyre bütün hayatını hadisin hıfzına vermiş; Hz. Ömer siyaset âlemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgul imiş. Onun için, ehadisi, ümmete ders vermek için Ebu Hüreyre ve Enes ve Cabir gibi zatlara iti*mad edip; ondan rivayeti az ederdi.” 125
2) Hz. Peygamber’in Hz. Zeyneb’le evlenmesi
Rivayet ve tefsir kitaplarında farklı yorumlar yapılan bu meseleye de Bediüzza*man temas etmiştir: Önce Resulullah’ın birçok hanımla evlenmesinin hikmetini Re*sulullah’ın “hususi dairesindeki mahfi ahvalatından tezahür eden esrar-ı din ve ah*kam-ı şeriatın hameleleri ve ravileri”nin ezvac-ı tâhirat olduğunu, “esrar ve ahkam-ı dinin hemen yarısı”nın onlardan geldiğini belirttikten ve “demek bu azim vazifeye bir çok ve meşrepce muhtelif ezvac-ı tâhirât lâzımdır” dedikten sonra Resulullah’ın Hz. Zeyneb radıyallahu anhâ validemizle evlenmesi meselesine geçer. Özetle şunlar ifade edilir:
1- Zeyd radıyallahu anh, izzetli zevcesini mânen kendine küfüv (denk) bulmadığı için boşar. “Yani Hz. Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış olduğunu Zeyd ferasetle hissetmiş. Ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığın*dan mânevî imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir (boşamıştır).
2- Resulullah’ın Zeyneb’i alması Allah’ın emriyle olmuştur. “Yani "zevvec'nâ kehâ" ‘Onu sana biz nikâhladık (Ahzâb 377)’nın işaretiyle nikâh, bir akd-i semavi olduğuna delaletiyle, harikulade ve örf ve muamelat-ı zahiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüy*ledir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatu Vesselâm o hükm-i kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur olmuştur. Nefs arzusuyla değildir.” 126
Burada dikkat çeken bir husus, meselenin fevkalade bir nezahet içerisinde ele alınmış olmasıdır. Hz. Zeyneb’le Hz. Zeyd’in imtizaçsızlığı “mânevî denklik”in yok*luğu şeklinde ifadeye dökülmüştür. Keza, bazı kitaplarda gelen ve Resulullah’a iza*fesi-hikâye tarîkiyle de olsa-hoş olmayan vehmî iddialara da hiç yer vermez.
3) Diğer bazıları
Bediüzzaman, Ashabtan birçok büyükle ilgili olarak Hz. Peygamber’in gaybî tarzdaki ihbarlarına örnekler de verir:
1) “Benden sonra size Ebu Bekir ve Ömer’in Sünnetini tavsiye ederim” deyip, Ebu Bekir ve Ömer kendisinden sonra kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mü*kemmel bir surette ve rıza-ı İlahi ve marzi-i Nebevi dairesinde hareket edecek*ler... 127
2) Hz. Osman halife olacağını ve hal’i istenileceğini ve mazlum olarak Kur’ân okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. 128
3) Abdullah İbnu Zübeyr radıyallahu anh’ın “harika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müthiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hadiselere giriftar olacaklarını haber vermiş, haber verdiği gibi çık*mış.” 129
4) Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hz. Muaviye ümmetin başına geçece*ğini "Başa geçtiğin zaman affedici ol ve âdil davran." “Başa geçince hayırhah ol” fermanıyla rıfk ve adaleti tav*siye etmiş. 130
5) Hz. Fatıma’nın, kendisinden sonra vefat edip kendine kavuşacak Ehl-i Beyt’in ilki olduğunu haber vermiş, altı ay sonra haber verdiği gibi çıkmıştır. 131
6) Ebu Zer Gıfarî’nin Medine’den nefyedilip (sürülüp) yalnız hayat geçirip, yalnız bir sahrada vefat edeceğini haber vermiş, yirmi sene sonra haber verdiği gibi çık*mış. 132
7) Hz. Hasan radıyallahu anh’ın İslâmın iki büyük ordusu arasında bir sulhe vesile olacağını haber vermiş ve kırk sene sonra Hz. Muaviye ile karşılaşınca yaptıkları sulhü tebcil etmiştir. 133
8) Resulullah, Hz. Ali’ye "Sen biatını bozan, hak ve adaletten sapan ve dinden çıkan kimselerle savaşacaksın." diyerek “hem vak’a-i Cemel, hem vak’a-i Sıffin, hem vak’a-i havaric hadiselerini haber vermiştir. 134
9) Hem mükerreren ihbar etmiş ki “Benim Al-i Beytim benden sonra katle ve belaya ve nefye maruz kalacaklar” ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmış*tır. 135
10) Ümmetinin deniz seferine çıkacağını haber vermiş. Ümmü Haram, bu se*ferde bulunmayı rica etmiş. Aleyhissalatu Vesselam: “Beraber olacaksın” buyur*muşlar. Kırk sene sonra zevci olan Ubâde İbnu Samit ile Kıbrıs seferine katılmış ve orada vefat edip, kabri ziyaretgâh olmuş. 136
11) Ammar İbnu Yasir’i bağı bir grubun öldüreceğini haber vermiş. Ammar Sıf*fin’de şehid edilince, Hz. Ali, Hz. Muaviye ve taraftarlarının haksızlığına onun öldü*rülmesini delil gösterdi. “Fakat Muaviye te’vil etti. Amr İbnu’l-As dedi: Baği yalnız onun katilleridir, umumuz değiliz.” 137
9- Sahabeye dil uzatanlar
27. Sözdeki Sahabe ile ilgili bahsi, Bediüzzaman: “Sahabeye karşı iddia-yı rüc*han nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs etmek nedendir? Hem müctehidin-i izama karşı müsavat dâvâ etmek neden ileri geliyor?” sorusuna verdiği cevapla kapar.
Ona göre bu meseleleri çıkaranlar iki kısımdır:
Birinci kısmı, saf ehl-i diyanet ve ehl-i ilim teşkil eder. Bunlar kitaplarda gördük*leri bazı hadisleri, bir kısım salih ve müttaki kimselere teşvik olsun diye tekrar edi*yorlar. Bediüzzaman bunların iyi niyetli olduğunu, hatalarını hemen anlayacaklarını belirtir.
İkinci kısmı ise, mağrur, sefih, mezhepsizlerin teşkil ettiğini belirtir ve mezhep*sizliğe müteallik zararlı fikirlerini büyük müctehidlere müsavat dâvâsı altında neşret*tiklerini söyler. Bunlar sefahete girmiş ve sefahette tiryaki olmuş, bunu yasaklayan şeriata uyamıyor. Gittiği yanlış yolu meşrulaştırmak için bir bahane arıyor, ve şöyle diyor:
“Şu mesail ictihadiyedir. O meselede mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyleyse biz de onlar gibi ictihad ederiz. İstediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbî olmaya ne mecburiyetimiz var?”
Bediüzzaman devamla, sadece ictihadi meselelerde değil, ictihadın girmediği za*ruriyat-ı diniyyede de tağyirat yapmak isteyenlerin daha da ileri giderek zaruriyatın dayanakları olan Ashabı reddetmeye tevessül ettiklerini belirtir. Ve bahsi şöyle noktalar:
“Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakiki insanlar ve hakiki insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri, sahabenin küçüklerine karşı müsavat dâvâsını kazanamadıklarını gayet kati bir surette Yirmi Yedinci Söz’de ispat ettik.” 138
SONUÇ
Bediüzzaman, Ashâb konusunda Ehl-i Sünnet Velcemaat’ın icmâına aynen katı*lır: Resulullah’ı az bir müddet için dahi gören kimse Sahabî’dir. Sahâbe adâlet sâhi*bidir, haklarında cerh câiz değildir: Resulullah aleyhissalatu vesselâmla, dinle ilgili her ne söylemişlerse doğrudur, fazilette en âmi bile olsa, arkadan gelen en büyük veliden üstündür. Sahâbe’nin adâleti Kur’ân ve hadîsle sâbittir. Bediüzzaman, Fetih sûresinin sonundaki "Ve'l-lezînemea'hü" ile başlayan âyette geçen herbir harfin adedinin Bedir, Uhud ve Suffa ashâbının isimlerinin baş harflerinin sayısına uyduğunu birer birer gösterir.
Âlemlerin Rabbı olan Cenab-ı Hakk’ın habîbi ile olan sohbet, Sahâbî’ye öyle mânevî bir mertebe kazandırmaktadır ki, bunu bir başka yolla elde etmek mümkün değildir. Bu sebeple insanlık içerisinde, peygamberler dışında, hiçbir ferd mânevî fazilette onların seviyesine yetişemez.
Hz. Peygamber, bazı hadislerinde dindarlığın elde ateş tutmak gibi zorlaştığı âhirzaman fitnesi esnasında sünnete bağlı kalanları tebcîl etmiş, muhataplarına te*kaddüm edeceğini söylemiş ise de, Bediüzzaman’a göre bu, mutlak ve küllî fazîleti ifâde etmez. Bazı cüzî fazîlette demektir.
Sahâbe ile ilgili bahislerde Bediüzzaman’ın orijinalitesi, ehl-i sünnet inancını izaha kavuşturmuş olmasıdır. Eski kitaplarda, sahâbenin “adalet” ve “Faziletce üstünlük” prensipleri, bazı ilimlerin,-isbatı olmadan kabul edilen-postulatı gibi kabul edilmesi gereken temel bir prensip gibi ifade edilirdi. Halbuki Bediüzzaman, bunu ispatsız bir postulat olmaktan çıkarmış, büyük çoğunluğun kolayca anlayarak kabul edeceği bir açıklama ve ispata kavuşturmuştur.
Onun açıklamasına göre, Allah’a kurbiyet (yakınlık) iki surette elde edilir: 1- Ve*lâyet-i suğra, 2- Velâyet-i Kübra.
Velâyet-i Suğra, tarîkat berzahından seyr u sülûk’la geçerek kazanılan bir kurbi*yettir, evliyanın kurbiyeti buna dahildir. Bu, kırk yıla kadar uzayan bir cehd ve gay*retle elde edilebilir.
Velâyet-i Kübra ise, zaten herşeye ve herkese kendinden daha yakın olan Al*lah’ın, İlâhî bir lütufla bu yakınlığı kulun ruhunda inkişaf ettirmesidir. Sahabîler buna mazhardır. Şu halde velâyet-i kübra ile ulaşılan kurbiyet, kişinin kesbi ile gayreti ile değildir. Allah’ın lütfu iledir. Bediüzzaman bu iki velayet (yani Allah’ın dostluğuna erme) yolunu şöyle bir teşbîhle anlatır: Dünkü güne ulaşmanın iki yolu vardır:
Ya bir yıl dönüp dolaşıp dünkü güne geleceğiz, ya da bir kuvvet-i kudsiye ile ruhen yükselip, tayy-ı zaman ederek dünkü günü bugünle ve hatta yarınla beraber yaşayacağız.
İşte birinci yol, velâyet-i suğradır, tarikatla seyr ü sülûk’la hakikatı bulma, kurbi*yet-i ilâhîyi kazanma yoludur. Bu, uzundur ve kesbîdir. İkincisi ise, velâyet-i kübra yoludur, kısadır ve vehbîdir, verâset-i nübüvvetle elde edilir.
“Kurbiyet’in inkişafı” ne demektir? Bu, bizim için, mahiyeti olukça kapalı bir hâdise ise de, Bediüzzaman, bunu ruhta meydana gelen bir kısım tathir ve tezkiye ameliyesi sonunda marifetullah’ın artması, gelişmesi olarak açıklar.
Demek ki, sohbet-i nebevî ile sahâbînin ruhunda bir kısım âni ve fevkalâde ge*lişmeler vukua gelmektedir. Bu gelişmeyi, “Sahbette ‘insibağ (boyanma)’ ve ‘in’ikas’ var” diyerek açar. Yani sohbette, hidayet ve hakikatın güneşi olan Aleyhis*salatu Vesselâm’ın nuruyla nurlanma ve o nuru ruhun yansıtması vardır.
İşte kısa bir nebevî sohbetle hâsıl olan bu ameliye, bazı hakikatları idrak ve an*lamada ruhta bir ihzariye rolü oynamakta ve velilerin seyr u sülûkla yıllar boyu gayretle ancak elde edebileceği neticeye ruhu bir anda hazır ve müheyya kılmak*tadır.
Bediüzzaman’ın dilinde “ilahî tathîr ve tezkiye” olarak da ifade edilen bu lütfa mazhar olan sahâbî ruhu, yaratılıştan insan ruhunda mündemiç olan ve sayıları bin*lerle ifade edilen bütün duygularıyla tahmîd, tesbîh, tekbîr ifade eden her çeşit zikir ve dua ve ibâdetlerde mevcut mânâları bütün mertebeleriyle algılıyor, hissediyor. Veli bu tathîr ve tezkiyeye ulaşmak için, nefsini ifna edip nefs-i emmâreyi öldürür*ken, sahâbî, nefsin-Allah tarafından tathir edilmiş-bütün duygularını kendilerine has ibadete sevkediyor. İnsan-ı kâmil, nefsin bütün letaifini kendilerine mahsus iba*dete sevkedendir. Bu mahiyette olan bir ruha, böyle bir ruhun ibadetinin yüceliğine kimsenin haddi değil ki yetişsin, diyor Bediüzzaman.
O, bunu anlatmada bir hatırasını nakleder: “Bir zaman bir tek tesbîhin-yani subhâne rabbiyel â’lâ’nın-bir tek namazda, sahabelerin tarz-ı telakkîsine yakın bir surette bana inkişafı bir ay kadar ibâdet derecesinde bana ehemmiyetli göründü; kalben: ‘Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi’ dedim. Namazdan sonra anladım ki, o hâtıra ve o hal, sahâbelerin iba*detteki derecelerine yetişilmediğine bir irşatdır.”
Bediüzzaman’ın bu açıklaması, hadîs ve tarih kitaplarında sahabe ile ilgili olarak gelen ve mâkul bir izahı olmadığı için bir kısım insanlarca da inkârla karşılanan bazı hârika hâdiseleri çözmeye de bir ipucu ve anahtar olmaktadır: Meselâ Ensardan Abbâd İbnu Bişr, düşmana karşı geceleyin nöbet sırasında namaza durur. Onu yakın tâkibe almış bulunan bir müşrik, siluetini görünce bir ok atar. Abbâd, oku bedenin*den çıkarır, namaza devam eder. Müşrik, isâbet etmemiş düşüncesiyle, müteakip rekatta bir ok daha atar. Böylece üç ayrı rekatta birer tane ok yiyen Abbâd, okları çıkararak namazını tamamlar. Arkadaşı Ammâr İbnu Yâsir uyandığında ortalığı kan revan içinde görüp olup biteni öğrenir ve: “İlk okta beni niye heberdar etmedin?” der. Abbâd: “Öyle bir sûre okuyordum ki kesmek istemedim” der. Ayağına sapla*nan okun çıkarılmasına tahammül edemeyen Hz. Ali’nin: “Namaza durayım da öyle çıkarın” dediği, gürültüden çok rahatsız olan Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin namazda hiç gürültü duymadığı vs. pek çok rivâyet, Ashab’ın namazda-âdeta ibtal-i hisse uğ*ramışcasına-bir başka hâlete girdiğini ifade eder.
İşte bu hali Bediüzzaman, onların namazda, ruhun bütün letaifiyle, tesbihattaki bütün mânâları en yüce mertebeleriyle birlikte kavramalarıyla izah ediyor.
Tıpkı, karatecilerin, uzun temrinlerle, bütün kuvvelerini bir anda “el” veya “ayak”ına teksîf ederek bir darbede 5-10 cm. kalınlığındaki tahtayı kırması gibi.
Yani, normal bir insan, bir tesbîhte mevcut mânâların bir iki mertebesini sâdece, akıl ve tefekkür gibi birkaç duygu ile algılarken, sahabî, aynı kelimede mevcut pek*çok mânânın hepsini binlerle duygunun herbiri ile cemaat halinde algılamaktadır. İbâdetteki bu mânevî olgunlaşma maddî algılamaları fevkalâde zayıflatmakta, me*sela bir ok saplanması belki de bir diken batması gibi basit kalmaktadır.
Bediüzzaman, sahabenin adâletini sosyolojik açıklamaya da tabi tutar: “İslâm inkılabı o devirde sıdk ile kizbin arasındaki mesafeyi fevkalade açtı. Böylece Ashab’*ın kizbin çirkinliğini görerek ona tâlip olması mümkün değildi” der.
Bediüzzaman’a göre, sahabenin yetişilmez üstünlüğü sevap çokluğundan da ileri gelir. İslâmın te’sisinde ve neşrinde verilen hizmet daha kıymetlidir. Aleyhissalatu vesselâm onların yarım müdlük bağışına, arkadan gelenlerin Uhud Dağı kadar altın bağışlarının yetişmeyeceğini söylemiştir. Ayrıca, arkadan gelen insanların hidayetle*rine vesile oldukları için, es-sebebu ke’l-fâil sırrına mazhardırlar. Ümmetin sevabın*dan onlar da pay almaktadır, tıpkı Peygamber gibi, dolayısıyla her an makamları yükselmektedir.
Bediüzzaman, ashâb arasındaki ihtilaf ve savaşların dinin maslahatı maksadıyla yapılan içtihadların birbirine zıd düşmesinden ileri geldiğini, Hz. Ali haklı ve isabetli, muhalifleri hatalı ve isabetsiz de olsa, her iki tarafın da Cennetlik olduğunu söyler.
Bediüzzaman, sahabe arasında çıkan kavgaların birçok hikmeti olduğuna dikkat çeker. Bunlardan biri, dinî hamiyetin uyanmasıdır. Bu hâdiseler ehl-i himmetin: “Din elden gidiyor” endişesiyle dinin meselelerine sahip çıkıp muhafazası için tedbir*lere aldığını, hadîs, tefsir, kelam, fıkıh vs. bütün dinî ilimlerin bu suretle ortaya çıkıp geliştiğini belirtir.
Bediüzzaman’ın sahabe ile ilgili açıklamalarında mühim ve orijinal bir nokta da onların hayatında pek bâriz bir zühdün görülmeyişidir. Ashâb “dünyayı terk” mânâ*sında bir zühde yer vermemiştir. Allah rızasına uygun yönüyle dünyaya ehemmiyet vermişler ve devirlerinin ehl-i medeniyetinden fazla dünya işlerinde başarılı olmuş*lardır.
Bediüzzaman, Sahabelerin bu yönünü esas alarak, talebelerine “dünyayı terk” mânâsındaki zühdü tavsiye etmez. “Dünya kesben değil kalben terkedilmelidir” der. Ve İ’la-yı Kelimetullâh’la mükellef olan Müslümanlara, bunun zamanımızda “mad*deten terakki etmekle mümkün olacağını” hatırlatır.
____________________
1 Prof. Dr. İBRAHİM CÂNAN
1940 yılında Konya Ermenek doğumludur. İlk öğrenimini memleketinde tamamladı. Konya Erkek Lisesi (1958) mezunu. Kayseri (1962-64) ve Akşehir’de (1966-67) orta dereceli okullarda öğretmenlik yaptı. 1962’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1967-1972 Fransız Paris Sorbonne Üniversitesinde doktora yaptı. Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nde 1972’de başladığı öğretim üyeliği görevini aynı üniversiteye bağlı olarak kurulan İlahiyat Fakültesi’nde sürdürdü. 1973’te Erzurum İslâmî İlimler Fakültesine geçti. 1979’da do*çent ve 1989’da profesör oldu. 1993’te Harrân Üniversitesi İlahiyat Fakültesine dekan oldu.
Makalelerini fakülte dergileri yanı sıra Diyanet, Hakses, İslâm, İslâm Medeniyeti, Zafer, Sur, İcmal, Kadın ve Aile, Altınoluk, Okul gibi dergilerde yayımladı. Resulullah’a Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi adlı eseriyle 1979’da Türkiye Millî Kültür Vakfı Ödülü’nü aldı.
Eserleri: Tarihçi Açısından Din (Arnold Toynbee’den çeviri, 1978), Seminer ve Tez Reh*beri (1979), Resulullah’a Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi (1988), Atatürk Üniversitesi Lojmanları ve Taklitçiliğimizin Muhasebesi (1979), İslâmda Çocuk Hakları (1980) İslâmda Temel Eğitim Esasları (1980), Sulh Çizgisi (1980), Tebliğ Terbiye ve Siyasî Taktik Açısından Hicret (1981), Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye (1980), Yeni Usul-i Hadis (Zafer Ahmed el-Os*mani’den çeviri, 1982), Kur’ân ve Hadise Göre Fitne ve Anarşi (1981), Kur’ân’da Çocuk (1984), Peygamberimizin Hadisleriyle Medeniyet Kültür ve Teknik (1984), Ahkâmu’s-Siğâr (Üstruşeni’den çeviri, 1984), Peygamberimizin Okuma-Yazma Seferberliği ve Öğretim Siyaseti (1985), İslâm’da Zaman Tanzimi (1985, 88), Bediüzzaman’dan Çözümler (1993), Çevre Ahlâkı (1994), Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi 1-15 (1988).
2 İbnu Hacer el-Askalani (V. 852/1448), el-Isâbe Fi Temyizi’s-Sahâbe, Mısır 1328, 1, 7..
Suyuti, Celaleddin Abdürrahman ibn Ebi Bekr (V.911/1505)
Tedribü’r-Râvi, Kahire, 1959, s. 396.
3 A.g.e., s. 400, el-Isabe 1, 9-10.
4 Adalet deyince muhtelif mânâlar kastedilir:
1- Cevr ve zulmun zıddı: Hak sahibine hakkını verme
2- Fısk ve isyanın zıddı: Takva mânâsında
3- İsmet: İsyan ve fücurdan korunma melekesi, bu meleklere ve nebilere aittir.
4- Allah’ın lütfu olarak günah ve hatadan korunma, bu velilere ait bir haldir.
5- İctihadda hatadan korunma: Mehdiyi muntazır böyle olacaktır.
6- Rivayette kizbe taammüdden korunma: (Abdulvehhâb, A. latif, Tedribü’r-Ravi s. 401-402.
5 Bak: Abdülvehhâb Abdüllatif (Tedrib’i tahkik eden zât), Tedribu’r-Râvî, s. 402.
6 Âl-i İmrân Sûres, 110. Hatibu’l-Bağdadi (V. 463), el-Kifayi Fî İlmi’r-Rivâye, s. 93-97. Bu sadede giren âyet ve hadislerden bir kısmını Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Şerhi adlı eserimizde kaydettik. AKÇAĞ, Ankara, 1987, 1, 522-525.
7 Haysemî, Mecmau’z-Zevaid, 10, 21.
8 Buhari, Fezâilu’l-Ashab 5; Müslim, Fezailu’s-Sahabe 221, 222.
9 Ahzâb 36.
10 Sözler, s. 496.
11 A.g.e., s. 494.
12 Sözler, s. 494.
13 Bu Türkçe metin Arapça aslını araştıran Abdülkadir BADILLI, bu mânâ üzerine gelen rivayetlerin 33 ayrı kaynağına işaret eder, Hadisin Ahmed İbnu Hanbel ve Dârimî’de-birinin sahih olduğu belirtilen-iki ayrı tarikten gelen bir vechine göre Aleyhissalatu Vesselâma Ashab sorar: “Ey Allah’ın Resulü! Müslüman olup seninle birlikte cihad eden bizlerden daha hayırlı kimse olacak mı?”
“Evet,” buyururlar, “Sizlerden sonra gelip beni görmediği halde iman eden bir grup.” (Mişkatu’l-Mesabih 6282. H.)
Ümmet’in sonradan gelen bir grubunun efdaliyeti ile ilgili rivayetlerden on iki tanesine Mişkatu’l-Mesâbih bir arada kaydeder. (3, 292-295).
14 Tirmizi, Fiten 73 (2261. H.), Münavî, Abdurrauf, Feyzu’l-Kadir, Beyrut 1972, 6, 261, 9162. H.
15 Tebrizî, Veliyuddin İbnu Abdillah, Mişkatu’l-Mesâbih, Dımeşk, 1961, 1, 62; Münavi, a.g.e., 96171. H.
16 “Fazilet-i külliye” tabiri ile faziletlerin tamamını anlayacağız. “Fazilet-i cüz’iyye” ise bir mesele ile ilgili fazi*lettir. Söz gelimi bir sahâbenin ibadet, ilim, cihad, İslâmın binasına olan toplam fazileti, fazilet-i külliyesini teş*kil eder. Bu fazilette sahâbiye yetişilemez. Ama sonradan gelen zatlardan biri cihadda veya ilimde veya bir başka fazilette sahabiyi geçebilir.
17 Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 1985, s. 489.
18 Sözler, s. 711.
19 Muhakemât, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1977, s. 132; Barla Lahikası, s. 155, Hutbe-i Şâmiye, Envar Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 48-49.
20 Sözler, s. 484.
21 Bakan, Tevhid, Ashab’ın Adaleti, Erzurum 1993 (Basılmamış Tez), s. 57.
22 Bak. Mektubat, s. 47-48.
23 Sözler, s. 490.
24 Sözler, s. 492.
25 Sözler, s. 495.
26 Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul 1991, s. 30.
27 Mektubat, s. 331.
28 Sözler, s. 495.
29 Şualar, 13. Şuâ (Burada “saat”la 60 dakika kastedilmiş olmamalı, bir “an” mânâsında olmalı).
30 Barla Lahikası 2, s. 144.
31 Mektubat, s. 47.
32 Mektubat, s. 421.
33 Kâf 16.
34 Sözler, s. 492.
35 Sözler, s. 492.
36 Mektubat, s. 76. Üstad burada 2,5 sayfalık cevapla Vahdet-i Vücud mesleğinin mahiyetini açıklar. Merak edenler okumalıdır.
37 Hasan-ı Basri’den gelen bu Mürsel Hadis hakkında bilgi edinmek isteyenler Münavi’nin Feyzu’l-Kadir*’ine bakabilirler. 3, 368-369.
38 Sözler, s. 494. Dünya telakkisi için şuraya da bakılmalıdır: Sözler, s. 625-626, 638-651.
39 Sözler, s. 495.
40 Sözler, s. 638.
41 Secde 13.
42 Münavi, a.g.e., 3, 368.
43 Mesnevi-i Nuriye, İstanbul, 1958, s. 114.
44 Bediüzzaman’ın Zühd anlayışını “İslâm Âleminin Ana Meselelerine Bediüzzaman’dan Çözümler” nâm kitabımızda genişçe tahlil ettik. (s. 135-137).
45 Gazali’nin bu sadedde, nasıl zorlandığını görmek için İhya’nın “Kul hakkında dünyanın hakikatı ve ma*hiyetinin beyanı” bahsini okumak yeterlidir. (İhya, mektebetu’t-Ticariyyei-kübrâ, Mısır, tarihsiz, 3, 219, 2-230.
46 Hadîd 10.
47 Sözler, s. 493.
48 Ebû Davud, Taharet 79. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi adlı kitabımızda açıklama var. (Ankara, 1990, 10, 456-459).
49 Taberî, Ebu Cafer Muhammed İbnu Cevir (v. 310), Tarihu’t-Taberî, Beyrut, 1962, 3, 27-28.
50 Vakıdî, Muhammed İbnu Ömer (v. 207), Meğazi, oxford, 1966, 2, 655; Taberi a.g.e. 3, 1; İbnu Hişam, Muhammed (v. ), es-siretu’n-Nebeviyye, Mısır 1955, 3-4, 355. Bu hadiseyi, Resulullah’ın “Hayber Ali’nin eliyle fethedilecek” şeklindeki ihbarının tecellisi olan bu mucize olarak kaydeden Bediüzzaman yere atılan kapıyı “bir rivayette kırk kişinin kaldıramadığını” belirtir. (Mektubat s. 99). Bu hadisin zaafına dikkat çekil*miştir.
51 Mektubat, s. 30.
52 Mektubat, s. 30.
53 Sözler, s. 27-28.
54 Sözler, s. 322.
55 Lem’alar, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 309.
56 Sözler, s. 490-491.
57 Sözler, s. 491.
58 Bkz. Ana Britanica Ansiklopedisi, İstanbul, 1989, Karate maddesi.
59 Kamer, 1.
60 Sözler, s. 343.
61 Sözler, s. 489.
62 Lem’alar, s. 27.
63 Lem’alar, s. 28.
64 Mektubat, s. 148-163 (19. Mektup, On Altıncı İşaret).
65 Barla Lahikası, Sözler Yayınevi, 3. baskı, İstanbul, 1990, s. 154.
66 Lem’alar, s. 30.
67 Bu mevzuyla ilgili ikinci bir izahta şu ziyade açıklamayı görürüz: “Sıddıktan sonra üç şehid, halife olacak. Çünkü ‘Şüheda’ cem’dir. Cem’in ekalli üçtür...” (Lem’alar s. 33).
68 Lem’alar, s. 30-31.
69 Lem’alar, s. 33.
70 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî, 16, 142; Nevevi, şerhu müslim 18, 11.
71 Mektubat, s. 50.
72 Mektubat, s. 50. Bu prensibe esas olan hadis şöyledir: “Bir hakim ictihad ederek hüküm verince isa*bet ederse, kendisine iki sevap vardır, ictihad ederek verdiği hükümde hata ederse kendisine bir sevap verilir” Ebu Dâvud, Akdiye 2, (3574. H); Tirmizi, Ahkâm 2, (1326. H.)
73 Lem’alar, s. 29.
74 Buhari, Meğazi 9, Cihad 141, 195, Tefsir Mümtehine 1, İsti’zan 23, İstitabe 9, Müslim, Fedailu’s-Sa*habe 161. Kütüb-i Sitte Muhtasarı ve Şerhi adlı eserimizde geniş açıklama var. (12, 245-249).
75 Mektubat, s. 50.
76 Mektubat, s. 51.
77 Mektubat, s. 47-49.
78 Mektubat, s. 49.
79 Mektubat, s. 92-93.
80 Lem’alar, s. 26.
81 Sözler, s. 493.
82 Sözler, s. 493.
83 Sözler, s. 496. Müd yarım kilodan biraz fazla bir ölçü birimi.
84 Bediüzzaman, Al-i Beyt sevgisini anlamamız için Bediüzzaman’ın Al-i Aba ile ilgili bir soruya verdiği cevaba dikkat etmemiz gerekir: “Bu defaki sualinizin iki ciheti var: Biri, sırr-ı Âl-i Abâ ciheti ki, o sırdır. Ben, o sırrın ehl-i değilim ki cevap vereyim, yahut herbir sırrın izharı kaleme gelmez. Çünkü hakikat-ı Muhammedi*yenin bir cilvesi o Âl-i Abâ’da tezahür ediyor.” Bediüzzaman, zahiri olan ikinci cihetle Âl-i Abâ hadisinin Müslim’deki vechini kaydeder. Meselenin anlaşılması için tercümesini sunuyoruz: Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor; “Resulullah aleyhissalatu vesselâm, bir sabah vakti, üzerinde siyah yünden mamul nakışlı bir aba olduğu halde evden çıktı. Derken Hasan İbnu Ali geldi onu örtünün altına aldı. Arkadan Hüseyin geldi onu da örtünün içine soktu. Sonra Fatıma geldi onu da dahil etti. Sonra Ali geldi onu da örtünün altına alarak: ‘Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden kirleri gidermek sizi tertemiz yapmak istiyor’ mealindeki âyeti okudu” (Ahzâb 3). (Müslim, Fezailu’s-Sahâbe 61).
Sonra Bedüzzaman, bir zatın, dünyevî belalara karşı şifa, uhrevi hüsrana karşı da şefaat talep etmek üzere bu isimlerle, şöyle bir beyit inşad ettiğini kaydeder.
“Benim beşlerim var onunla yakıcı vebayı söndürür: Mustafa, Murtaza, iki oğulları ve Fatıma.” (Barla La*hikası, s. 187).
85 Geniş bilgi için, Mustafa Öz’un T.D.V. İslâm Ansiklopedisi’ndeki Ehl-i Beyt maddesine bakılabilir (Birinci baskı 10, 498-500).
86 Ebu Davud, Fiten 1, (4242. H.)
87 Lem’alar, s. 19.
88 Ebu Davud, Menasik 56; Muvatta, Kader 3; İbnu Mace, Menasik 8.
89 Lem’alar, s. 18.
90 Mektubat, s. 98.
91 Lem’alar, s. 18-19.
92 Lem’alar, s. 18.
93 Lem’alar, s. 19.
94 Şuâlar, s. 381.
95 Lem’alar, s. 19, Mektubat, s. 412.
96 Seyid Ahmed Sunusi, Seyyid Yahya, Seyyid İdris bu zahiri kumandanlardan verdiği örneklerdir (Mektubat, s. 412).
97 Mektubat, s. 412.
98 Mektubat, s. 92.
99 Lem’ala, s. 21.
100 Emirdağ Lahikası, s. 207.
101 Emirdağ Lahikası, s. 200.
102 Lem’alar, s. 21-22.
103 Emirdağ Lahikası, s. 206.
104 Emirdağ Lahikası, s. 1, 206.
105 Mektubat, s. 50.
106 Emirdağ Lahikası, s. 1, 207-208.
107 Lem’alar, s. 22.
108 Lem’alar, s. 20-21.
109 Lem’alar, s. 22.
110 Mektubat, s. 91-92.
111 Lem’alar, s. 22.
112 Lem’alar, s. 23.
113 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 10, 22.
114 Mektubat, s. 97-98; Lem’alar, s. 21.
115 Burada atıf yapılan hadisin meali şöyledir: “Ey İbnu’l Ebi Talib sen ve senin şian Cennettedirler.” Musnedu Ahmed 1, 148.
116 Bundan maksat, yukarıda geçen ve Hz. İsa ile kıyaslayan hadistir.
117 Lem’alar, s. 21.
118 Lem’alar, s. 23.
119 Mektubat, s. 51.
120 Lem’alar, s. 23.
121 Lem’alar, s. 23.
122 Emirdağ Lahikası, 1, 238.
123 Emirdağ Lahikası, 1, 238.
124 Lem’alar, s. 23.
125 Mektubat, s. 121.
126 Mektubat, s. 23-24.
127 Mektubat, s. 93.
128 Mektubat, s. 94.
129 Mektubat, s. 95.
130 Mektubat, s. 95.
131 Mektubat, s. 96.
132 Mektubat, s. 96.
133 Mektubat, s. 90.
134 Mektubat, s. 90.
135 Mektubat, s. 91.
136 Mektubat, . 96.
137 Mektubat, s. 99.
138 Sözler, s. 495-496.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’IN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE TEVHİD
SÂMÎ AFÎFÎ HİCÂZÎ 1
Kur’ân-ı Kerîm muhataplarını bir yandan tevhid akidesine davet ederken, diğer yandan da çeşitli dinlerden nakiller yapıyor; nâzil olduğu zamanda mevcut olan millet, medeniyet ve mezhepleri sorguluyor, bâtıl ve bozuk olduklarını delillerle is*pat ediyor ve bütün bunların semâvî dinlerle mukayeselerini yapıyor.
İnsanlık tarihindeki fikir mücadelelerine bakıldığında, ulûhiyyet dâvası, insanların düşüncesini ilk günlerden beri meşgul etmiştir ve bu dâvanın hakkâniyetinin ispatı ve sübûtu için de, melek ve insanlardan seçilmiş resullerin semâ ile arz arasındaki elçilik görevleri hiçbir zaman kesintiye uğramamıştır. Cenab-ı Hak bu hakikati şöyle beyan eder: “Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer.” 2 İslâm peygam*beri olan Efendimiz Muhammed’in (a.s.m.) dünyamıza teşrifleriyle ve ona gönderi*len aklî ve kevnî varlık âlemini aydınlatan Kur’ân-ı Kerimin nüzûlüyle bu elçilik gö*revi sona ermiştir.
Bu açıdan bütün peygamberlerin risalet görevi, tevhid akidesine karşı akılları ve kalbleri uyarmak ve muhatapların iç dünyalarına onu yerleştirmektir. Tevhid akidesi fıtrat inancıdır ve Allah insanları o inanç üzerine yaratmıştır. Cenab-ı Hak şöyle bu*yuruyor: “Yüzünü hak din olan İslâma çevir-O fıtrat dini ki, Allah insanları o din üzerine yartmıştır. Allah yaratışını değiştirecek değildir; siz de Allah’ın yarattığını değiştirmeyin. İşte dos doğru din budur; lâkin insanların çoğu bilmez.” 3
Vahdâniyet-i İlâhiye, İlâhî vahye dayalı bütün semâvî risaletlerin ilk ve öncelikli tavsiyesidir. İslâmiyetin de, Cenab-ı Hakkı zıttan ve nidden tenzihle beraber ilk esa*sını teşkil eder.
Bu İlâhî sistem, âlemlerin Rabbinden Rasûl-i Emîne vahiy ile gelmiş ve Müslü*manlar tarafından iz’an ve teslimiyetle kabul edilmiş bir sistemdir. Efendimiz Mu*hammed’in (a.s.m.) risaletiyle peygamberlik sona erdiği için, ondan sonra gelen Müslümanların bizzat kendi hayatlarında zuhur eden ve dinin temel yapısına uyma*yan her şey, İslam alimleri tarafından iki ana sahada itinayla tashihten geçirilmiştir. Bu sahalardan biri imânî yükümlülük, diğeri ise amelî yükümlülüktür.
İslâm dininin Müslümanın hayatına taalluk eden yönleri şunlardır: Akaid, şeriat ve ahlâk. Akaid, mü’mini şeriata götüren bir esastır. Şeriat da, akaid ile hassasiyet kesb etmiş kalbin İlâhî emirleri yaşamak üzere kabullenmesidir. Ahlak ise, bu ikisinin bir meyvesidir. İşte bunun üzerine insanlık peygamberinin veciz sözü gelir: “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” 4
Düşünce üzerinde araştırma yapan İslâm alimleri tarihin ilk günlerine kadar uza*narak bu gerçekleri kaydetmişler; halefleri de onların çizgisini daima takip etmiş*lerdir. İlmiyle âmil Risale-i Nur Külliyatı’nın sahibi de çeşitli akımların tesirsiz kılın*ması ve tevhid hakikatlerinin tecellisi için aynı çizgiyi takip edenlerdendir. Risale-i Nur’da cevaplarını bulan bazı akımlar ise şunlar: Dehrîler ve yandaşları, tabiatçılar, sâibeler, berâhimeler, Müslümanların yaşamış oldukları Fars diyarında tesirlerini his*settiren Seneviyeler, Müslümanlarla iç içe yaşayan ehl-i teslis, Yahudiler ve diğer*leri...
Bediüzzaman Said Nursî, müessir düşünceleriyle, kuvvetli ve sağlam delilleriyle bu dinin birçok önemli meseleleri üzerine himaye kanadını germiş, Risale-i Nur Kül*liyatında o meseleleri kevnî şeriat ile Kur’ân şeriatını birbirine bağlamak suretiyle araştırmış, incelemiş ve fevkalâde vukufiyetle onları tahlil etmiş, beşerin istifadesine sunmuştur.
Evet, Bediüzzaman bütün insanlığa hitaben şöyle der: “Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenab-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-ı mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar.” 5
Bediüzzaman kendisine mahsus usûlü (metodolojisi) olan alimlerden olduğu ve Sofestâilerin yanlış prensiplerinden tamamen uzakta bulunduğu ortadadır. Bediüz*zaman’ın Risale-i Nur’da ehemmiyetle üzerinde durduğu bir mesele vardır ki, bu*rada ona değinmeden geçemeyeceğim: “İnsan unsuru”. Bu Kur’ân-ı Kerîmin’in de asıl maksadıdır.
Evet, Kur’ân insandan bahseden veya insana hitap eden bir mükâlemedir. Bu hakikate Bediüzzaman da işaret etmektedir. İnsan, dünyanın bir çekirdeği hükmün*dedir ve Risale-i Nur da bütün meseleleriyle ona müteveccihtir. Zira insan için, uh*revî emellerini kazanmak herşeyden ehemmiyetli, kaybetmesi de herşeyden tehli*kelidir. 6
Bu önemli mesele, metoda taalluk eden bir husûsiyettir ve her semâvî risaletin de gayelerinden biridir. Ulûhiyet meselesi İslâmiyetin diğer her meselesi gibi sa*dece teorik açıdan ele alınacak bir mesele değildir. Yâni, teorik olarak inananların bütün aklî sorularına muknî cevaplar vermek, muhalifleri delillerle susturmak veya onların şüphe îrad etmelerini bertaraf etmek ulûhiyet davası için tek ve yegane he*def değildir. Bunun da ötesinde birinci derecede bu davanın canlı hale getirilmesi ve ona hayattar bir şahsiyet kazandırılması gerekir ki, Resulullah’a (a.s.m.) gelen İlâhî mesajı, kavlen ve amelen kabul etmiş, müsbet bir ümmetin kimliğini ifade edebilsin; teorik ilke ve kurallar da hissedilebilir, hareketli birer canlı suretini alabil*sin. İşte bunun için Bediüzzaman, Müslümanların maruz kaldığı tehlikelerin sebebini, onların iman şuurundan uzak kalmaları olduğunu belirtir. Bu da delilsiz bir iddiadan ibaret değildir. Zira Risale-i Nur’u okuyanlar bilirler ki, herhangi bir okuyucu, ora*daki meselelerin tahlilinde şu gerçeği çok iyi anlar: Kur’ân’daki muhkemât, kâinat ve insanın mahiyetiyle kopmaz bağlarla bağlanmıştır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Bediüzzaman’ın muhatabı insandır ve ona şöyle der: “Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenab-ı Hakkın marifetini kazan.” 7 Bedi*üzzaman Kur’ânî delillerin eşsiz olduğuna da işaret eder. Evet, vahdâniyet hakkın*daki Kur’ânî deliller, onun dışındaki bütün mezhep ve düşüncelerin delillerinde daha sağlam ve daha metindir. Zirâ birliği hakkında getirdiği deliller fıtrattan ve tecrübe*nin tâ kendisinden gelmektedir-ki, bu marifet-i İlâhiyenin bir vesilesidir. Kur’ân-ı Kerim’in fıtrî meselelere mebni bu istidlâl yolu, insanlığı ulûhiyetin birliğine götü*rür. 8 Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: ”Gerçekten bu Kur’ân, yolun en doğru*suna iletir ve güzel işler yapan mü’minlere, büyük bir mükâfâtı hak ettiklerini müj*deler.” 9
İşte Risale-i Nur’dan sağlanan istifadenin hem doğru ve hem de sürekli olması*nın sebebi, kaynağı olan Kur’ân’a dayandığındandır. Bu makamda Bediüzzaman şöyle der: “Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i İ’cazı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o mâden-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tecüme-i mânevi*yesidir.” 10 Bediüzzaman Yirmi İkinci Sözde kâinattan getirdiği cüzî ve küllî deliller*den ve aklî burhanlardan oluşan tevhid hakkında on iki burhanı işlemektedir ki, bü*tün bunların hepsini tevhid denizinden bir katre saymaktadır. 11 Yine bundan ön*ceki On Altıncı Sözde nefisten bahsediyor ve ona Kur’ân-ı Kerîmin feyzinden çıkan dört şua ile tevhid hakikatini, kâinatın yaratılışını ve namazın aslının bir miraç ve onu Yaratıcının kullarına bir rahmeti olduğunu ispat ediyor. 12
Otuz Üçüncü Sözde 13 olduğu gibi yine Sözler kitabında vahdâniyet ve ehâdi*yetten bahsediyor; imân hakikatlerine açılan pencereler şeklinde imanı güçlendir*mek için vahdâniyet ve ehâdiyet işâretlerini, remizlerini ve delillerini imân hakikat*lerine açılan pencerelerde peşi peşine sıralıyor-Lem’alarda da olduğu gibi...
Yine Mektubat isimli kitapta 14 Tevhid hakikatinden, Allah’a imân, marifetullah ve muhabbetullahın ehemmiyetinden, fıtratın kabul edeceği ve nefsin istikamet bu*lacağı şekilde bahsediyor. 15
Tevhid ilmi,-İbni Haldun’un da ifade ettiği gibi-fıkıh İlminin mukabil vechindeki İlâyiyâttır. 16 Akaid-i imâniye hakkında yapılan araştırma ve tartışmalar ise, Tevhid İlminin yapısını oluşturur. Zîra, Cenab-ı Hakkın birliğine olan itikad, İslâmiyete gir*menin bir şehâdeti olduğu gibi, âhirette de bir kurtuluş senedir. Burada tevhid ve vahdâniyet-i İlâhiyenin mânâ ve tarifini aklî ve şer’î delillerle de teyid ederek açık*lamak gerekir.
Tevhidin mânâsı:
Tevhîd, bir felek ile o feleğe ait mutlak lafzın dairesinde oluşan herhengi bir mânâdır ki, ikisini de asılda ve iştikakta birleştiren aralarında bir bağ bulunması ha*sebiyle bu mânâ oluşmuştur. Lügatçılara göre Vahhade’nin mastarı olan Tevhid ke*limesinin bu mânâsına göre şöyle diyebiliriz: “Vahhadtüllahe” Allah’ı birledim. Yâni, Onun bir olduğuna ve nazîri ve benzeri olmayan zâtı, sıfatları ve fiilleriyle münferid ve tek bir ferd olduğuna itikad ettim. Allah’ın sıfatlarından olan Vâhid’in mânâsı ise, Onun ikincisi bulunmayan ve tevhid ve vahdâniyet sahibi olan ve icad ve tedbirde de münferid ve tek olan demektir.
Hülâsa, bir olan Allah’a imân etmek olan tevhîdin kısaca mânâsı şudur: Allah ev*had ve mütevahhiddir, yâni vahdâniyet ve tevhid sahibidir. Ve halk ve tedbirde de münferid ve tekdir. 17
Kelâm âlimlerince tevhîdin mânâsı: Allah Teâlanın zâtında, sıfatlarında ve fiille*rinde bir olduğuna itikâd etmektir. Yâni, kul ibadetlerini bir olan Mabuduna karşı yapar, yalnız Ona tahsis eder, yalnız Onun ibadete lâyık olduğuna inanır ve hiç bir ibadetinde bir başkasını Ona şirk koşmaz. Zâtında hiç bir yönden inkisâmı ne fiilen, ne vehmen ve ne de farzetmek suretiyle kabul etmez. Hiçbir sıfatını hiçbir varlığın sıfatlarına benzetmez. Aynı cins sıfatında taaddüd kabul etmez, yâni Allah’ın (c.c.) iki ayrı kudretinin olduğunu kabul etmez. Yüce fiillerine iştirak ve ortaklığı sokmaz; yâni, ne istiklâl ve ne de başka bir şey sebebiyle hiçbir kimsenin hiçbir fiilde tesiri yoktur. Bütün fiiller hayır olsun, şer olsun yaratma ve icad etme cihetiyle Ona ait*tir. Varlıkların elinde ise sâdece kesb vardır. Kesb ise teklifin, sevap ve ikabın esası*dır. Bu tarif de beş kemmiyeti nefyeder 18 ki, onlar da şunlardır:
Birincisi: Zâtında düşünülen kemmiyet. Yâni, Cenab-ı Hakkın zâtının cüzlerden terkip edilmiş olduğunu nefyetmek.
İkincisi: Zâtından ayrı düşünülen kemmiyet. Yâni, başka bir ilâhın varlığını kabul etmemek ve yüce zâtına benzeyen başka bir zâtın bulunduğunu nefyetmek. Zâtının bir olması inancı bu iki kemmiyeti nefyeder.
Üçüncüsü: Sıfatlarında düşünülen kemmiyet. Herhangi bir sıfatının taaddüdünü nefyetmek. Cenab-ı Hakkın bir cins sıfatından iki veya daha fazla yoktur-her biri var edip yok edebilecek iki kudret, iki irade ve iki ilim gibi...
Dördüncüsü: Sıfatlarından ayrı düşünülen kemmiyet. Yâni, başka varlıklarda Kendisinin yüce sıfatlarına benzeyen sıfatların varlığını nefyetmek-Kendisinden başka diğer varlıklarda var edecek ve yok edecek kudret sıfatının bulunması, müm*künâtı tahsis edecek irade sıfatının bulunması ve herşeyi kaplayan muhît bir ilminin bulunması gibi (hâşa ve kellâ).
Beşincisi: Fiillerinden ayrı düşünülen kemmiyet. Yâni, Cenab-ı Hak kabiliyet ve güç vermeksizin bizzat yaratma ve icad etme fiillerine sahip olan başka kimselerin varlığını nefyetmek. 19 Yüce iradesiyle dilemedikçe hiçbir kimse hiçbir fiili yapa*mayacağına inanmak.
Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, yüce zâtının birliği Kendisi için vâciptir, zorunludur. Bunun mânâsı da: Cenab-ı Hak inkisam olabilen terkip olmuş bir cisim değildir. Yüce varlığından başka ilâh yoktur. Sıfatları tekdir, yâni aynı cins sıfattan iki adet yoktur. Yüce sıfatlarına benzeyen başka bir sıfat bulunmamaktadır. Fiille*rinde birlik vardır, yâni yüce fiillerine benzeyen fiillere sahip bir kimse yoktur.
Başka bir tarifle, zâtının birliği, zâtında ve zâtından ayrı düşünülen kemmiyeti nefyeder. Sıfatlarının birliği, sıfatlarında ve sıfatlarından ayrı düşünülen kemmiyeti nefyeder. Fiillerinin birliği, fiilerinden ayrı, benzer başka fiillerin var olduğu düşün*cesini nefyeder.
Şeriat dilinde tevhidin mânâsı: Tevhid, imândır. Yâni, Allah Taâlanın varlığı ve birliği hakkında şek ve şüphenin ulaşamayacağı sarsılmaz bir itikaddır. Hiç birşey Ona misil ve denk değildir. O herşeyi işiten ve herşeyi görendir. Yâni, yüce zâtına lâyık sonsuz kemâlât sahibi ve her türlü noksandan da münezzeh olması yüce zâtı için vâciptir ve zorunludur.
Bu tarif, yukarıda üzerinde durduğumuz lügat tarifiyle bağlantılıdır.
Bütün bu açıklamalardan sonra, Tevhid ilminden kasdedilen şeyin şu olduğu or*taya çıkıyor: Kur’ân-ı Kerim ve sahih olan sünnet-i seniyyeden hareketle tevhid inancını müdafaa etmektir. Bu da hakiki tevhidi anlamaya ve onu müdafaa etmeye şamildir.
Birincisi: Akaid meselelerini nakil ve akıl yoluyla ispat etmek.
İkincisi de: Mütehayyir ve muhalif olanların şüphe ve delillerini reddetmek*tir. 20
Tevhid ilminin gayesi hakkında ise şunları söyleyebiliriz:
1. Akâidi ve akâidle ilgili dinî meseleri açıklamak.
2. Ve bunları müdafaa etmek ve şuyu bulmuş her türlü şirkten kurtulmak için düşmanca ortaya atılmış aleyhteki şüphe ve delilleri çürütmek.
3. Fıtrat ve tevhid inancı olan İslâmiyetin selâmeti için kof olan itikadları yok etmek.
Bu sebeple insanlık âleminde tevhidin yeri ve ehemmiyeti, cesetteki kalp gibidir ki, İslâm şeriatıyla kevnî şeriatı birbirine bağlar. 21
Tevhidin bu mânâsını ilân eden ve bu mânâya delâlet eden kelime ise, Kelime-i Tevhiddir: Lâ ilâhe illallah.
Bu makamda Bediüzzaman, “ism-i azam noktasında tevhidin ispatına muhtasar bir işerette” şöyle diyor:
“Birinci Kelime: Lâ ilâhe illalah’da bir tevihid-i ulûhiyet ve mâbudiyet vardır. Şu mertebenin geyet kuvvetli bir burhanına şöyle işaret ederiz ki:
“Şu kâinat yüzünde, hususan zeminin sayfasında, gayet muntazam bir faali*yet görünüyor. Ve gayet hikmetli bir hallâkıyet müşahede ediyoruz. Ve gayet intizamlı bir fettâhiyet, yani yerşeye lâyık bir şekil açmak ve suret vermek, ay*nelyakîn görüyoruz...” 22
Bu iman anahtarlarının mânâsına gelince: Allah’tan başka asla hak ma’bud yok*tur. Böyle bir inanç İslâmiyetin esasıdır. Bunun köşe taşları ise şunlardır: Bu mânâ ne zaman kalbe yerleşir, nefis de ona teslim olursa, insanı, kâinatın efendisi, efen*dimiz Muhummed’in (a.s.m.) risaletine imân etmeye ve peygamberliğine şehadet getirmeye götürür.
Ve ne zaman Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğine iman kalbe yerleşir, nefis de ondan râzı olursa, insanı Cenab-ı Hakkın meleklerine, kitaplarına, peygam*berlerine ve ahiret gününe ve bütün bunlar hakkındaki sahih naslara iman etmeye ve yine kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine iman etmeye götürür-ki, bütün bunlarla iman hakiki kemâlini bulur.
Bunun için Bediüzzaman bütün insanlığa hitaben şöyle der: “Misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan imân, bu menşur-u mukaddeste yazılmıştır. Evet, âb-ı hayat olan İslâmiyet ise,, bu kelimenin aynülhayatından nebean eder.” 23 Sonra şöyle diyor: “Vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliğanesini cemiyet-i kâinata karşı vekâleten inşad eden hatib-i fasîhi ve kâinata Hakim-i Ezel’i ilân eden imânın mü*belliğ-i beliği olan lisanın elinde bir menşur-u lâyezâlîdir...” Ve açıklıyor: “Cem-i zarrat-ı kâinat, birer birer zât ve sıfât ve sair vücuh ile gayr-i mahdude olan imkânat mabeyninde mütereddid iken, bir ciheti takib, hayretbahşâ mesâlihi intac etmekle Sâni’in vücub-u vücuduna şehadetle avalim-i gaybiyenin enmuzeci olan lâtife-i Rabbâniyeden ilân-ı Sâni’ eden itikadın misbahını ışıklandırıyorlar...”
“Kalbinde nokta-i istimdad, noka-i istinad ile vicdan-ı beşer Sânii unutmamak*tadır. Eğer çendan dimağ ta’til-i eşgal etse de, vicdan edemez. İki vazife-i mü*himme ile meşguldür. Şöyle ki: Vicdana müracaat olunsa, kalb gibi kalbdeki ukde-i hayatiye olan mârifet-i Sâni’ dahi, cesed gibi istidadât-ı gayr-i mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşa’ibeye neşr-i hayat eder. İşte nokta-i is*timdad.
“Hem de bununla beraber kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i ha*yata peyderpey hücum gösteren âlemin binler musibet ve mezâhimlere karşı ye*gâne nokta-i istinad mârifet-i Sâni’dir... Evet, herşeyi hikmet ve intizama gören Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse ve ale’l-amyâ tesadüfe havale ederse ve o beliy*yata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse, tevahhuş ve dehşet ve te*lâş ve havfdan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümûn ve ciğerşikâfta kaldığından eşref ve ahsen-i mahlûk olan insan, herşeyden daha perişan olduğundan nizam-ı kâmil-i kâinatın hakikatına muhalif oluyor. İşte nota-i istinad... Evet, melce’ yal*nız mârifet-i Sâni’dir...
“Akıl görmezse de fıtrat görüyor... Vicdan nezzardır, kalb pencerisidir.” 24
Tevhid hakikatleri konusunda Bediüzzaman’ın fikirlerini okuyanlar, onun, fıtrat ve tevhid hakikatleriyle akıl ve kalbi ikaz ederek insanlığı yenilediğini görecektir. Bediüzzaman’nın Birinci Sözden ta son söze kadar bu imânî açıklamalarının gölge*sinde kainata bakan insan, kendisini kâinatın ortasında merkezî bir nokta olduğunu hissedecek ve insana hitap eden ve insanı anlatan Kur’ân’ın niçin insanı muhatap aldığını anlayacaktır. Evet, tilâvet olunan kitabullaha (yani Kur’ân-ı Kerîme) ve mü*şahede edilen kitabullaha (yani kâinat kitabına) onun gösterdiği ışıkla bakan insan bu hakikati mutlaka idrak edecektir. İşte bunun için, Risale-i Nur Külliyatının tama*mında, fıtrat ve tevhid hakikatleri dikkatle incelenip araştırıldığı zaman, ışık göz için neyi ifade ediyorsa bu risaleler de akıl için aynı şeyi ifade ediyor diye hükmede*cektir. Bediüzzaman Risale-i Nur’u tarif ederken de açıkladığı gibi, Risale-i Nur Kur’ân’ın bir burhânıdır. Diğer telifatlar gibi müellifinin malumatından ve çeşitli ilim ve fenlerden çıkmış değildir. Kur’ân-ı Kerîmden başka kaynağı yok. Kur’ân’dan baş*ka hiç bir üstadı yok. Kur’ân’dan başka hiç birşeye müracaat etmiyor, ancak Kur’*ân’a müracaat ediyor. Telifi esnasında müellifin yanında başka hiç bir kitap bulun*muyordu. Onlar doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerîm’in feyzinden mülhemdir. Ve Kur’ân semâsından, âyetlerinin yıldızlarından inzal olmuştur. 25
Bu hakikati İkinci Şuânın Üçüncü Makamında açık bir şekilde görebiliriz:
“Vahdâniyetin tahakkukuna ve vücuduna delâlet eden deliller ve alâmetler ve hüccetler had ve hesâba gelmez. Onlardan binler burhanlar Üçüncü Makamda yalnız üç küllî hüccetlerin icmalen beyanıyla iktifa edildi.
o Birinci alâmet ve hüccet ki, vahdehu kelimesi onun neticesidir.
o İkinci alâmet ve hüccet ki, lâ şerîke lehu kelimesini intac ediyor.
o Üçüncü alâmet ve hüccet ki, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ona işaret ediyor.”
A. Birinci alâmet ve hüccette şöyle bir hakikate işâret ediyor: “Herşede bir vahdet var. Vahdet ise, bir vâhide delâlet ve işaret eder. Evet, vâhid bir eser, bil*bedahe vâhid bir sâniden sudur eder. Bir, elbette birden gelir. Herşeyde bir birlik bulunduğundan, elbette birtek zâtın eseri ve san’atı olduğunu gösterir.”
Sonra aklı nurla birleştirerek bu mücmel hakikati şu şekilde açıyor: “Evet bu kâ*inat bin birlikler perdeli içinde sarılı bir gül goncası gibidir... Yani, kâinatın içinde iş*leyen hikmeti bir ve inayeti bir ve tanzimatı bir ve iaşesi bir ve muhtaçlarının imda*dına koşan rahmet bir ve o rahmetin bir şerbetçisi olan yağmur bir... İşte âlemin bu kadar birlikleri ve vahdetleri güneş gibi zâhir birtek Vâhid-i Ehade işaret ve delâlet eden bir hüccet-i bâhiredir. 26
“Hem kâinat unsurlarının ve nevilerinin herbirisi bir olmasıyla beraber, zeminin yüzünü ihata etmesi ve birbirinin içine girmesi ve münasebettarâne ve belki mu*avenetkârâne birleşmesi, elbette mâlik ve sâhip ve sânilerinin bir olmasına bir alâ*met-i zâhiredir.” 27
Risale-i Nur birçok yerinde bu mânâyı açıklamaktadır. Meselâ bir yerinde şöyle diyor:
“Evet, vahdet de, ferdiyet de, herşeyin o Zât-ı Vâhide intisabıyla olur ve Ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisap ise, o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit küçük birşey, o intisap ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fekinde işler görebilir, neticeler verebilir.” 28
“Herşeyin evveline ve âhirine baktığımızda; hususan zîhayat nev’inde görüyo*ruz ki: Başlangıçları, asılları, kökleri, hem meyveleri ve neticeleri öyle bir tarzda*dır ki, güya tohumları, asılları birer tarife, birer program şeklinde, bütün o mev*cudun cihazatını tazammun ediyor. Ve neticesinde ve meyvesinde, yine bütün o zîhayatın mânâsı süzülüp onda tecemmu eder, tarihçe-i hayatını ona bırakır. Güya onun aslı olan çekirdeği, desâtir-i icadiyesinin bir mecmuasıdır. Ve meyvesi ve semeresi ise, evâmir-i icadiyesinin bir fihristesi hükmünde görüyoruz...” 29
“İşte, bütün mevcudat, böyle evveline dikkat ettikçe, bir ilmin tarifenâmesi; ve âhirine dikkat ettikçe, bir Sâniin plânı ve beyannamesi; ve zâhirine baktıkça, bir Fâil-i Muhtarın ve Mürîdin gayet san’atlı ve tenasüplü bir hulle-i san’atı; ve bâtı*nına baktıkça, bir Kadîrin gayet muntazam bir makinesini müşahede ediyo*ruz.” 30
“Herşeyde bir vahdet var. Vahdet ise, bir vâhide delâlet ve işaret eder. Sultan-ı Ezelî Ferd ve Ehad olduğundan herbir şey kâinat kadar bir kuvvete dayanır ve herbir şeye karşı bütün eşya-faraza, eğer ihtiyaç olsa-o Kumandan-ı Ferdin kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder, neticeleri dahi hiçe iner.” 31
İşte bunlar hiç şüphesiz açıkça gösteriyor ki, bütün varlıklar vahdetten vücuda gelmiş ve herbiri, doğurmamış ve doğurulmamış olan ve hiçbir şey Kendisinin dengi olmayan Vâhid, Ehad, Ferd ve Samed’in kullarıdır ve Ona karşı kulluk vazife*lerini eda ediyorlar.
B. Vahdâniyet ve tevhid hakikatine delâlet eden delil ve hüccetlerden İkinci Alâmet ve hüccet ki, “bütün kâinatta, zerrelerden tâ yıldızlara kadar herşeyde ku*sursuz bir intizam-ı ekmel ve noksansız bir insicam-ı ecmel ve zulümsüz bir mizan-ı âdilin bulunmasıdır.
“Evet, kemâl-i intizam, insicam-ı mizan ise, yalnız vahdetle olabilir. Müteaddit eller birtek işe karışırsa, karıştırır.” 32 Bu makamda Bediüzzaman insanlığa hitaben bu mücmel hakikati genişletiyor. Sanki insan küçültülmüş bir kâinat, kâinat da büyü*tülmüş bir insan... Şöyle diyor:
“Sen gel, bu intizamın haşmetine bak ki, bu kâinatı gayet mükemmel öyle bir saray yapmış ki, herbir taşı bir saray kadar san’atlı. Ve gayet muhteşem öyle bir şehir etmiş ki, hadsiz olan vâridat ve sarfiyatı ve nihayetsiz kıymettar malları ve erzakı, bir perde-i gaybdan kemâl-i intizamla, vakti vaktine, umulmadığı yerler*den geliyor. Ve gayet mânidar öyle mu’cizâne bir kitaba çevirmiş ki, herbir harfi yüz satır ve herbir satırı yüz sayfa ve her sayfası yüz bab ve her babı yüz kitap kadar mânâları ifade eder. Hem bütün babları, sayfaları, satırları, kelimeleri, harf*leri birbirine bakar, birbirine işaret ederler.”
Ve yine diyor ki:
“Hem sen gel, bu intizam ve nezafet içindeki bu mizanın kemâl-i adaletine bak ki, bin derece büyütmekle ancak görülebilen küçücük ve incecik mahlûkları ve hu*veynâtı ve bin defa küre-i arzdan büyük olan yıldızları ve güneşleri, o mizanın ve o terazinin vezniyle ve ölçüsüyle tartılır ve onlara lâzım olan herşeyleri noksan*sız verilir. Ve o küçücük mahlûklar, o fevkalâde büyük masnularla beraber, o mi*zan-ı adâlet karşısında omuz omuzadırlar. Halbuki, o büyüklerden öyleleri var ki, eğer bir saniye kadar muvazenesini kaybetse, muvazene-i âlemi bozacak ve bir kıyameti koparacak kadar bir tesir yapabilir.” 33
Bu izahlardan da anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman, insanı kâinat sergilerindeki alâ*met ve hüccetler üzerinde seyahat ettiriyor ve İslâmiyetin davet ettiği ve bozul*mamış fıtratların kabul ettiği bu âyet ve alâmetlerin müşâhedesinden hasıl olan bir imanla vicdanları tezkiye ve tathire sevk ediyor. Her şeyi kaplayan bu ibdâ ve bu insicâm-ı mu’ciz-gündüzün ortasında güneşin ışığından daha parlak olan-vahdâniyet ve tevhidi ispat eden kat’î bir hüccet ve açık bir burhandır.
Sonra şöyle diyor: “Mevcudat iki vecihle icad ediliyor:
“Biri ibdâ’ ve ihtirâ’ tabir edilen hiçden icaddır.
“Diğeri, inşa ve terkip tabir edilen, mevcut olan anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücut vermektir.” 34
Daha sonra her ikisini de şöyle açıklıyor:
“Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz de*rece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ derecesinde bir suûbet olacak.”
Ve insanlığa seslenerek şöyle diyor:
“Halbuki, kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbe*dâhe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâlin san’atı ol*duğunu ispat ediyor.” 35
Bediüzzaman’ın izah ettiği bu Vahdâniyet ve tevhid hakikatine delâlet eden delil ve hüccetlerden İkinci Alâmet ve Hücceti dikkatle inceleyenler, onun bir dairenin merkezinde durduğunu ve insanları kurtuluşa, doğru yola ve güzel ahlaka sevk et*tiğini görecektir. Bediüzzaman, tevhid delilleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin bir nok*sanlık bırakmadığını kemâl-i vuzuhla izah eder ve bütün insanlığa umumi bir hitap olan şu âyet-i Kerime de bunu tazammun ettiğini belirtir: “Ey insanlar! Sizi ve siz*den öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvâya erişesiniz. O Rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek, gökyüzünü bir kubbe yaptı. Gökten de size bir su indirip onunla türlü meyvelerden ve mahsullerden size rızık çıkardı. Öyleyse bile bile Allah’a eş ve ortak koşmayın.” 36
Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde bu âyet-i kerimenin başında bulunan nidâ edatı olan "yâ eyyuhâ"yı açıklarken şu önemli noktalara işaret ediyor:
“Kur’ân-ı Kerimde kesretle zikredilen "yâ eyyuhâ" ile edilen hitab ve nida, üç vecihle ve üç edatla te’kid edilmiştir.
“Birisi: İkazı ifade eden ve ikaz için kullanılan "yâ" harfidir.
“İkincisi: Alâmetleri aramakla birşeyi bulmak için kullanılan "eyyu" kelimesidir-ki, Türkçede hangi kelimesiyle tercüme edilir.
“Üçüncüsü: Gafletten ayılmak için kullanılan "hâ" harfidir. Bu te’kidlerden anla*şılır ki, burada şu tarz ile yapılan nida ve hitab, çok faydalara ve nüktelere işaret*tir:
“İnsanlara ibadetin teklifinden hâsıl olan meşakkatin, hitab-i İlâhîye mazhari*yetten neş’et eden zevk ve lezzetle tahfif edilmesidir.
“İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çık*ması ancak ibadet vâsıtasıyla olduğuna işarettir ki, ibadette kul ile Allah arasında vasıta yoktur.
“Muhatabın üç cihetten ibadete mükellef olduğuna işarettir:
“1. Kalbiyle teslim ve inkiyada,
“2. Aklıyla iman ve tevhide,
“3. Kalbiyle amel ve ibadete mükelleftir.” 37
Bediüzzaman burada insanda yerleşmesi istenen meseleleri fıtrat ve tevhid yolu olan vesilelerle irtibatlandırmıştır. Sadüddin-i Taftazânî’nin de dediği gibi: “İlim elde etmenin üç sebebi, yani vesilesi vardır: Havass-ı selîme, doğru haber ve akıl.” 38 İşitme ve görme duyguları ve kalp ve akıl, bütün bunlar doğru haber olan Kur’ân-ı Kerîmin hitap mahalleri ve dünyada teklifin, ahirette de mesuliyetin sahalarıdır. İn*sanın maddî yapısı ile ruhânî yapısı iç içe girift şekildedir. İnsanın da kimliği, ancak şahsiyetinin bu maddî ve rûhânî yapılarıyla yardımlaşmaları ve kollektif çalışmalarıyla kemâle erer. Böyle bir yardımlaşmanın sonucunda da o insanda aklî istikrar, kalbî itminan ve irâdî hareket bulunur ki, bu da şahsiyetin ve itikadın kemâle ermesi*dir. 39
Bu hususta Şehristânî’nin şöyle bir sözü var: “Allah Taâla dinini bütün yaratılan*ların örnek bir modeli olan insan üzerine tesis etmiştir.” 40 Bunun mânâsı da şu*dur: Tevhid inancı insanın çeşitli kuvveleriyle irtibatı ve alış-verişi vardır.
İşte, Kur’ân-ı Kerîm bu meseleyi, yani tevhid meselesini açıklarken, onun, şüp*heden uzak bir şekilde kalbe yerleşmesini sağlamak gayesiyle gerek aklın, gerekse işitme ve hatırlama duygularının yollarını aydınlatacak bütün delilleri kullanıyor.
Evet Kur’ân-ı Kerîmde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “İlâhınız tek bir ilâhtır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmândır, Rahîmdir. Göklerin ve yerin yaratıl*masında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgârları sevk etme*sinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır.” 41
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup gi*derdi.” 42
Yine delil getirme sadedinde Kur’ân-ı Kerîm vicdana ve duygulara hitap eden bir üslupla o duyguları tevhide yönlendiriyor: “O Allah ki, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükseltti, sonra Arş üzerinde hükmünü icrâ etti, güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirdi. Onların hepsi, belirlenmiş bir vakte kadar akıp gider. Allah herşeyi yerli yerince tedbir ve idare eder ve âyetlerini size açıklar-tâ ki Rabbinize kavuşa*cağınızı kesin olarak bilesiniz.” 43
Yine Kur’ân-ı Kerîm tevhid meselesini delillendirirken nazarları kâinâtın melekû*tuna çeviriyor ve insanın hissiyatını onlarda müşahede edilen delillerle doyuruyor. İnsanın vahdaniyet ve kemâl-i kudret-i ilâhiye hakkında yakîn mertebesine yükse*lebilmesi için ona gördüğü, işittiği ve hissettiği vâkî delilleri gösteriyor. Meselâ Ce*nab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Kesin olarak iman edenler için yeryüzünde nice delil*ler vardır. Kendi nefislerinizde de böyle deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?” 44
Sonra, duyduğu, işittiği, kalp ve vicdanın idrak ettiği ve kalbin alâka duyduğu şeyler arasındaki bu bağın ve bu mükemmelliğin bir meyvesi olarak tezkîr, yâni hatırlatma merhalesi geliyor. İşte bu noktada Cenab-ı Hak fıtrat ve tevhide açılan bu pencereleri birbirine bağlıyor ve şöyle buyuruyor: “Allah sizi annelerinizin kar*nından, hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı ve şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalbler verdi.” 45 Bu makamda İbn-i Kayyım şöyle diyor: Nasihat et*mek ve birşeyin hakikatini göstermek, aklın kullanılmasını; belge de hatırlamayı ik*tiza eder. Düşünce ise, bütün bunların kapısı ve girişidir. İnsan düşündüğü zaman görür, gördüğü zaman da hatırlar.” 46 Yaratıcı, yarattığı mahluka ihsan ettiği id*rak vesilelerini saydıktan sonra, bunların gerektirdiği sonuç olarak da “lealleküm teşkurûn” diyor, yani, “ola ki şükredersiniz.” Evet, nimet ile şükür arasında sıkı bir bağ vardır, bu sebepten dolayı da insan yaratıcısına şükretmelidir. Çünkü şükür in*sanı, Cenab-ı Hakka safi bir kalple ibadet etmeye götürür.
Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Muhammed İkbâl’in de dediği gibi, Kur’ân-ı Kerîmin ana hedefi, insanın yaratıcısıyla ve kâinatla olan çeşitli ilişkile*rini idrak etmesi için onun şuurunu uyandırmaktır. 47 Burada Kur’ân metodunun ne kadar ehemmiyetli olduğu anlaşılıyor. Risale-i Nur’un da takip ettiği metod bu*dur. Mücerred ve câmid meseleleri tartışmıyor. Bilakis nefsî ve aklî, tabiî ve kevnî realiteden çıkmış meseleleri fıtrat ve tevhid üzerine bina ediyor. Bu makamda Be*diüzzaman şöyle der:
“İnsanda en şedit ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu beka var. Ve o matlabı vermek için, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir Zat, o arzu-yu bekâyı yerine getirebilir. Eğer ferdiyet olmazsa, onlar olmaz, akîm kalırlar. Ve vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden bir zât-ı Ferd ol*mazsa, o matlaplar yerine gelmez. Farazâ gelse de çok nâkıs olur.” 48
Burada bu satırlar arasında geçen İbn-i Kayyım’ın, Muhammed İkbâl’in, Bediüz*zaman’ın görüşleri arasındaki tekâmül üzerinde biraz duralım. Cenab-ı Hak tarafın*dan peygamberlere gönderilen ve iman esasları bakımından hepsi de temelde bir olan semâvî kitapların en sonuncusu olması hasebiyle Kur’ân-ı Kerîmin ne dediğine bakalım. İşte hepsinin ortak noktaları şudur:
1. Tevhid-i İlâhî ve yaratmada Ferdâniyet-i Sübhâniye: Şerîki, ortağı yoktur.
2. İbadette tevhid-i İlâhî: Ondan başka ibâdete lâyık hak mabud yoktur.
3. Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde hiç bir varlığa benzememesi ve denk olma*ması. 49
Evet, burada insan fıtratıyla beraber kâinatın fıtrî yapısı, Yaratıcının sisteminde, Kur’ân’da buluşuyor. Ve bütün varlıklar, doğurmamış ve doğurulmamış ve hiçbir dengi bulunmayan Vâhid, Ehâd, Ferd ve Samed olan Yaratıcının birliğinden istim*dad ediyorlar.
C. Vahdâniyet ve tevhid hakikatine delâlet eden delil ve hüccetlerden Üçüncü Alâmet ve Hüccet ki, Bediüzzaman’ın işaret edip açıkladığı “Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü” hakikatidir. Buradaki had ve hesaba gelmeyen tevhid işaretlerinde feyizler bulduk.
“Evet, herşeyin yüzünde, cüz’î olsun küllî olsun, zerrattan tâ seyyarata kadar öyle bir sikke var ki, aynada güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi, öyle de, o sikke aynası dahi, Şems-i Ezel ve Ebede işaret ederek vahdetine şehadet eder. O hadsiz sikkelerden pek çokları Siracü’n-Nurda tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız kısa bir işaretle üç tanesine bakacağız. Şöyle ki:
“Mecmu-u kâinatın yüzüne, envâın birbirine karşı gösterdikleri teavün, tesa*nüd, teşabüh, tedahülden mürekkep geniş bir sikke-i vahdet konulduğu gibi, ze*minin yüzünde de, dört yüz bin hayvanî ve nebatî taifelerden mürekkep bir ordu-yu Sübhânînin ayrı ayrı erzak, esliha, elbise, talimat, terhisat cihetinde gayet intizamla, hiçbirini şaşırmayarak, vakti vaktine verilmesiyle koyduğu o sikke-i tevhid misilli, insanın yüzüne de, herbir yüzün umum yüzlere karşı birer alâmet-i fârika bulunmasıyla koyduğu sikke-i vahdâniyet gibi, herbir masnuun yüzünde, cüz’î olsun küllî olsun, birer sikke-i tevhid ve herbir mahlûkun başında, büyük ol*sun küçük olsun, az ve çok olsun, birer hâtem-i ehadiyet müşahede edilir. Ve bil*hassa zîhayat mahlûkların sikkeleri çok parlaktırlar. Belki, herbir zîhayat kendisi dahi, birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i samediyettirler” 50 haricî ve batınî bütün varlığıyla...
Bediüzzaman işte bu makamda güçlü fikir ve delilleriyle tevhidin meyvelerini belirtiyor:
“Birinci Meyve: Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder.
“İkinci Meyve: Tevhidle kâinatın kemâlâtı tahakkuk eder.
“Üçüncü Meyve: Bütün kemâlât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvî maksatları tevhidle bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücut bulur.” 51
Burada insanlığın fıtraten muhtaç olduğu iman hakikatlerinin tecellisi için Bediüz*zaman’ın tevhid hakikatine ne kadar ehemmiyet verdiği anlaşılıyor. “Nasıl bir memleketin anâsırı, memlekete muhit birer maddedir. Onların mâliki de bütün memlekete mâlik birtek zat olabilir. Öyle de, bütün memlekette intişar eden san’at*lar, birbirine benzediği ve birtek sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar eden masnular, herbir şeye hükmeden tek bir zâtın san’atları olduğunu gös*teriyorlar. 52
Hizmet Rehberi’nde Bediüzzaman’ın dediği gibi, aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve burhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.
“Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, Herbir şeyle Rabbini bulabilir.” 53
Bediüzzaman bir âyetin tefsirinde, bütün felsefecilerin ve kelâm âlimlerinin mesleklerini ihatalı delillerle açıklıyor. O âyet-i kerîme de şudur: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvâya erişesiniz. O Rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek, gökyüzünü bir kubbe yaptı. Gökten de size bir su indirip onunla türlü meyvelerden ve mahsullerden size rızık çıkardı. Öyleyse bile bile Allah’a eş ve ortak koşmayın.” 54
“Akâidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır.” Bu iki âyeti dikkatle inceleyenler göreceklerdir ki, buradaki İlâhî hitab önce Sâniin varlık ve birliğinin ispatıyla başlamaktadır.
“Birincisi: Tevhidin ispatı için kendi nefislerinden delil getirmiştir. Buna: "U'budû Rabbekumu'l-lezî halaqakum" (Bakara Sûresi, 21).Yani, ‘Sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz’ cümlesiyle işaret etmiştir.
“İkincisi: Baba ve dedelerinin hallerini açıklayarak delil getirmiştir. Buna: "Vellezîne min kablikum" (Bakara Sûresi, 21) Yâni, ‘Sizden öncekileri yaratan’ cümlesiyle işaret etmiştir.
“Üçüncüsü: Bütün yeryüzünde yaşayanların hallerini açıklayarak delil getir*miştir. Buna: "Ellezî ceale lekumu'l-arda firâşen." (Bakara Sûresi, 22) Yani, ‘O Rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek yaptı’ cümlesiyle işaret etmiştir.
“Dördüncüsü: Göklerde olanların hallerini açıklayarak delil getirmiştir. Buna: "Ve's-semâe binâen" (Bakara Sûresi, 22) Yani, ‘O Rabbiniz ki, gökyüzün inşa etti ve size bir kubbe yaptı’ cümlesiyle işaret etmiştir.
“Beşincisi: Yer ile gökyüzü arasında cereyan eden halleri açıklayarak delil ge*tirmiştir. Buna da: "Ve enzele mine's-semâi mâen fe ahrece bihî mine's-semerâti rizkan lekum" ( Bakara Sûresi, 22) Yani, ‘Gökten de size bir su indirip onunla türlü meyvelerden ve mahsullerden size rızık çıkardı’ cümlesiyle işaret etmiştir. Gökyüzü bir baba, yeryüzü de bir anne gibi. Gökyü*zünün sulbünden yeryüzünün ana rahmine yağmur iniyor ve oradan da-geçen alâmetlerde olduğu gibi-çeşitli şekillerde bitki ve yiyecek nevileri doğuyor.
“Bu beş delili zikrettikten sonra, bu delillerin iktiza ettiği matlup olan neticeyi beyan ediyor ve diyor: "velâ tec'alu lillâhi endâden ve entüm ta'lemûn" (Bakara Sûresi, 22) Yâni, ‘Öyleyse bile bile Al*lah’a eş ve ortak koşmayın.” 55
Burada, Bediüzzaman’ın, tevhid meselelerini delillendirmede izlediği Risale-i Nur metodunu hangi temel hakikatler üzerine bina ettiği anlaşılıyor. Kur’ân-ı Kerîmde de aynı şey görülüyor. Zira Risale-i Nur, Kur’ân’nın bir burhanı ve onun feyzinden çıkmış mânevî bir tercümesidir. İçindeki yüksek hakikatleri kalbe yerleştirmek, zi*hinde iz’an hasıl etmek, gönül rızasıyla onları kabul etmek ve bütün varlığıyla Ce*nab-ı Hakka itaat etmek gibi ulvî gayelere götürmek için insanın fıtrî yapısını uyar*maktadır.
“Miraç ve haşr-i cismânî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatle*rini en mütemerrid ve en muannid filozoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları...” 56
Nur Risaleleri, arkasında karanlık hedefleri bulunan aklî manevraların soğuk bir takım kağıt parçaları değil; aksine, fıtrat ve tevhide dayalı geniş imânî kültürü ihtivâ eden Sözler, Şualar, Mektubat ve İşârâtü’l-İ’câz gibi eserler, insanın duygularını ve fıtrî yapısını uyandıran tam bir fikir inkılâbı; ifrat, tefrit ve şatahat içinde, nefis ve hevâya tabi olan mezhep ve cereyanların da ilzam edici en güzel cevabıdır. Evet, bu risalelerin her biri gücünü İlâhî vahiyden alan birer nur hükmündedir.
Hülasa bu ilmin faydası, akaid-i îmâniyeyi geniş aklî delillerle ispat etmek ve muhaliflerin ve hasımların şüphelerini, yine aklî deliller vasıtasıyla def etmek, batılla karışık fikirlerini çürütmektir. Daha da ötesi, imanı taklid mertebesinden yakîn (şüphesizlik) mertebesine çıkarmak; insan seciyesine güzel ahlâkı yerleştirmek ve gizli-açık her türlü hallerinde ona Cenab-ı Hakkın murakabesi altında olduğunu his*settirmektir. Adudu’d-Dîn el-Îcî’nin de bahsettiği gibi, bu ilmin faydalarını şu beş maddede özetleyebiliriz:
1. Taklitten kurtulup yakîn zirvesine ulaşmak. Cenab-ı Hak bu hususta şöyle bu*yuruyor: “Allah sizden îmân edenleri yüceltsin ve kendilerine ilim verilmiş olanlara yüksek dereceler versin. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” 57
2. Doğru yolu bulmak isteyenleri delile dayalı izahlarla irşad etmek, muannid in*kârcıları delillerle ilzam etmek ve batıl mezhep ve akımlara mensup olan ehl-i bida*nın bozuk fikirlerini reddetmek.
3. Düşmanların delillerine karşı dinî esasları sarsıntıdan korumak.
4. Şer’î ilimleri onun üzerine bina etmek-zîra şer’î ilimlerin esası tevhid ilmidir ve oradan beslenir.
5. İnanç ve niyeti sağlam ve saf hale getirmek-zira bu ikisi sayesinde ameller kabule mazhar olurlar. Bütün bunların neticesi de iki cihan saadetine kavuşmak*tır. 58
Bediüzzaman ilmiyle bizi istifadeye medar kılmıştır. Eserleri, hayatın çeşitli safa*hatında yaşayan insanların yollarını iman nuruyla aydınlatmaktadır. İnşaallah bu, ne*silden nesile kıyamete kadar böyle devam edip gidecektir.
____________________
1 Doç. Dr. SÂMÎ AFÎFÎ HİCÂZÎ
1949’da Mısır’ın Menufiyye şehrinde doğdu. Ezher Üniversitesi Usuluddin Fakültesinde Akaid ve Felsefe Bölümünde öğretim üyesidir. Aynı zamanda Mısır Felsefe Cemiyeti üyesidir.
Evli ve üç çocuk babasıdır. Birçok eseri yayınlanmıştır.
Eserlerinden bazıları şunlardır:
1. John Lock’un Bilgi Teorisini Tenkit
2. Kelâm İlmine Giriş
3. İnanç ve Ahlâk İlişkisi.
2 Hac Sûresi, 22:75.
3 Rum Sûresi, 30:30.
4 Müsnedü Ahmed İbni Hanbel, 2:181; Sünenü’l-Beyhakî, 7:192.
5 Bediüzzaman, Sözler, s. 442; Dr. Ahmed Sâyıh, el-İmamu Saîdü’n-Nursî Ve Eseruhu Fî Tersîhı’l-Îmân.
6 Bediüzzaman, Mürşid-ü Ehli’l-Kur’ân.
7 A.g.e.
8 A.g.e.
9 İsrâ Sûresi, 17:9.
10 Şualar, s. 576-577.
11 Sözler, s. 260.
12 A.g.e. s. 177.
13 A.g.e. s. 609.
14 Bediüzzaman, Mektubat. 211.
15 Bediüzzaman, Şualar s. 129.
16 İbn-i Haldun, el-Mukaddeme, s.436, 1981 dördüncü baskı.
17 İbni Manzûr, Lisânü’l-Arab, Vahade maddesi, s. 4781, Dârü’l-Maârif; el-Kâmûsu’l-Muhîd, c. 1, s. 344, Dârü’l-Fikr-Beyrut.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Mabud kelimesi tahsis edildiğinde Allah Taâla olur ki, O hak Mabuddur. Şâyet mutlak mânada kullanılırsa, hak veya bâtıl bütün mabudlara şâmil olur. Başına marife eki olan elif lâm gelirse (el-ma’bûd) hak ma’bûd olan İlâh demektir. Şeyhü’l-İslâm İbrâhîm el-Bîcûrî, Tuhfetü’l-Mürîd alâ Cevhereti’t-Tevhîd, s. 10.
18 El-Cevhere’nin üzerindeki el-Bîcûrî’nin haşiyesi, s. 35. ilk baskı H. 1310.
19 A.g.e.
20 Dr. Sâmî Afîfî Hicâzî, Medhalün li Dirâseti İlmi’l-Kelâm, s. 37, İlk baskı-1988.
21 A.g.e.
22 Bediüzzaman, Mektubat, s. 211.
23 Bediüzzaman, Muhakemat, s.103.
24 A.g.e.
25 Bediüzzaman, Şualar, s. 576-577.
26 Bediüzzaman, Şualar, s. 24.
27 A.g.e.
28 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 305.
29 Bediüzzaman, Mektubat, s. 212.
30 A.g.e.
31 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 305.
32 Bediüzzaman, Şualar, s. 24.
33 A.g.e.
34 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 306.
35 A.g.e.
36 Bakara Sûresi, 2:21-22.
37 Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz, s. 157-158.
38 Sa’düddin Taftazânî, el-Akâidü’n-Nesefiyye, s. 11, Karaşi-Pakistan.
39 Dr. Sâmî Hicâzî, el-İstidlhâlü’l-Kur’ânî Menhecühü ve Mümeyyizâtüh.
40 Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, s. 45, tahkik: Dr. Bedrân.
41 Bakara Sûresi, 2:163-164.
42 Enbiyâ Sûresi, 21:22.
43 Ra’d Sûresi, 13:2.
44 Zâriyât Sûresi, 51:20-21.
45 Nahl Sûresi, 16:78.
46 İbnü’l-Kayyım, Miftâhu Dâri’s-Saâde, c. I, s. 214.
47 Muhammed İkbal, Tecdîdü’l-Fikri’d-Dînî, s. 15.
48 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 310.
49 Prof. Dr. Muhyiddin es-Sâfî, Bi’l-İştiraki fî’l-Akîde ve’l-Ahlâk, s. 12, 192. baskı.
50 Bediüzzaman, Şualar, s. 27.
51 A.g.e.
52 Bediüzzaman, Sözler, s. 266.
53 Bediüzzaman, Şualar, s. 129.
54 Bakara Sûresi, 2:21-22.
55 bkz. Fahruddin er-Râzi, Acâibü’l-Kur’ân, s. 26, İlk baskı 1982, tahkik: Abdulkâdir Ahmed Atâ; Dr. Ab*dulaziz ed-Derdîr, et-Tefsîru’l-Mevdû’î, s. 26, ilk baskı 1982
56 Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası I, s. 47.
57 Mücâdele Sûresi, 58:11.
58 Adudu’d-Dîn el-Îcî, el-Mevâkıf, s. 8; bkz. et-Tehâvünî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Ulûm ve’l-Fünûn; İmam-ı Gazâlî, el-Münkızu Mine’d-Dalâl, s. 90, tahkik: Dr. Abdulhalim Mahmud.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’IN FELSEFEYE BAKIŞI
SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY 1
“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut, bâ*tılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat, siz mehenge vurmadan almayınız. Zira, çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz.” 2
“Milletlerarası Bediüzzaman Sempozyumu”na Üstadın felsefe hakkındaki görüş*leri üzerine bir tebliğ ile katılmaya karar verdiğim zaman, bunu, tanınmış bir felsefe profesörüne söyledim. O da dedi ki: “Katılma!” “Neden?” diye sordum. “Çünkü Üstad felsefeyi inkâr ediyor” diye cevap verdi.
Hakikatta Bediüzzaman Said Nursî merhum, felsefeyi kökten red ve inkâr mı ediyor? Onunla cepheden açık savaşa mı giriyor? Yoksa bazı şartlarda felsefeyi fay*dalı mı buluyor? Eğer böyle ise, bu ileri sürdüğü şartlar nelerdir? Yahut Üstad felse*feden ne anlıyor? Anladığı felsefe, reddettiğine uygun mudur? Gazzalî gibi, Üstad da, filozofları ve felsefeyi tenkit ederken, bir felsefî anlayışın içine mi giriyor? Far*kında olmadan yeni bir felsefî anlayış mı getiriyor?
Tebliğimizde bu kabil sorulara cevap bulmaya, bu konuları aydınlatmaya çalışa*ğız. Fakat, doğrudan Bediüzzaman’ın felsefeye bakışına girmeden önce, onun ya*şadığı dönemin, hususan II. Meşrutiyet döneminin bu noktadaki genel tablosunu çı*karmamız gerekiyor.
Said Nursî nasıl bir ortamda yaşadı?
Bilindiği gibi, Tanzimattan sonra, Osmanlı ülkesine Batıda çıkan çeşitli siyasî, edebî ve felsefî cereyanlar yavaş yavaş girmeye başlamıştı. Bu akımlar arasında, materyalizm, pozitivizm, Darwinizm, natüralizm, romantizm, Aydınlanmacı anlayış ve ateizm sayılabilir. Bunlara karşı, Namık Kemal, Ali Suavi ve Cevdet Paşa gibi mütefekkirler yerli ideolojiyi ortaya koymaya çalıştılarsa da, Batıcı akımlar ağır bastı. Bu akımlar II. Meşrutiyete kadar olan dönemde birçok Osmanlı aydını üze*rinde derin menfî tesirler bıraktı.
1908’de Meşrutiyetin ilanıyla birlikte hürriyet havasının getirdiği serbesti ile, yu*karıda adı geçen akımlar yayın organlarıyla da kendilerini ifade imkânı buldukları için, daha da güçlenerek ortaya çıktılar. Tanzimat aydınlarından dine karşı olanlar yine de belirli bir ölçüde dine karşı saygılı bir tavır takınıyorken, Meşrutiyet döne*mindeki bir kısım aydınlar, dine karşı saldırgan bir tutum sergilemekte idiler.
Bunların başında Baha Tevfik ve arkadaşları vardı. Baha Tevfik, daha ikinci sı*nıfta iken, materyalist felsefeyi öven seksen sayfalık bir kitap yazmıştı. Kendisi ve etrafındaki ekibi hiçbir değer tanımıyordu. Yerleşmiş âdetlere ve inançlara saldır*maktan ve onları yıkmaktan zevk alıyorlardı. Bunları söylemekten ve yazmaktan da çekinmiyorlardı.
Baha Tevfik, Alman doktoru Büchner’in “Madde ve Kuvvet” adlı eserini Türk*çe’ye çevirmişti. Arkadaşlarına da çeşitli eserleri çevirme vazifesi vermişti. Ludwig Büchner ve arkadaşları, ondokuzuncu yüzyılda Batıda fizikte, biyolojide ve paleon*tolojide gerçekleşen bazı gelişmeleri temel alarak, herşeyin maddeden çıktığını izah etmeye çalışıyorlardı.
Bu konudaki yayınların artması, Müslümanları rahatsız etti. Onlar da çeşitli tepki*ler gösterdiler. Bunlardan bazıları, Büchner’in eserine reddiye yazdılar. Bu reddiye*lerin bir kısmı, samimî olmakla beraber, bilgisizliklerinden dolayı yetersiz kalıyordu; ve hatta, zaman zaman gülünç duruma düşüyorlardı. Batıdaki ilmî ve felsefî geliş*meyi yakından takip eden ve inceleyen, İsmail Fennî, Ahmet Hilmi, Hamdi Yazır gibi birkaç kişiyi istisna edersek, diğerlerinin çoğu sözleri umumî ifadeleri geçme*mekte idi.
Batıda Sanayi İnkılabından sonra sömürgeciliğin hız kazanması, sömürgeci anla*yışın hayatta ancak kuvvetlilerin kaldığı gibi bir esasa dayandırılması, bilimsel faali*yetlerin de ideolojik gayelere âlet edilmesi neticesini doğurmuştu. Bu zihniyet de*ğişikliğini 1994’te ölen filozof Karl Popper’in kaleminden okuyabiliriz:
“...Tarihçisi devrimden daha önce gelen, Tanrı’ya karşı natüralist devrim, ‘Tanrı’nın yerine ‘Doğa’yı geçirdi. Bunun dışında hemen herşey aynı kaldı. Te*oloji, yani Tanrıbilim yerini Doğabilime; Tanrı yasaları yerini Doğa yasalarına; Tanrı iradesi ve gücü yerini Doğa iradesi ve gücüne (Doğa kuvvetlerine); niha*yet, Tanrı düzeni ve yargısı da yerini Doğal Ayıklamaya bıraktı. Teolojik deter*minizmin yerini natüralist determinizm aldı, yani Tanrı’nın herşeye kâdir oluşu*nun ve herşeyi bilirliğinin yerine Doğa’nın herşeye kâdir oluşu ve herşeyi bilirliği geçti.” 3
Görülüyor ki, Batıda pozitivizm, materyalizm ve Marksizmin açtığı çığır ile, köklü bir zihniyet değişikliği meydana gelmiştir. Bu zihniyet değişmesine karşı kök*ten mücadele eden yeni felsefî görüşler de ortaya çıkmıştır; ama bunlar adı geçen ideolojik faaliyetler kadar etkili olamamışlardır. İşte Türkiye’ye getirilen çeşitli akımlarla birlikte, bu zihniyet değişikliği de ithal edilmiştir. Artık bir kısım yazarlar ve aydınlar, din yerine, “Allah’ın varlığı ve kudreti” inancı yerine “Tabiat Ana” inancını yerleştirmekteydiler.
İşte mücadele bu noktada şiddetlenmiştir. Batı bu köklü değişmeye karşı bizatihî yeni felsefeler üretirken, bizdekiler böyle bir yerli felsefî anlayış ortaya koyabilmiş değillerdi. Ayrıca bilimdeki değişmeleri, zorlamalı yorumlarla saptırıyor; ve böyle bir anlayışla, onları bilimin değişmez mutlak hakikatları gibi görüyor ve gösteriyor*lardı.
Eski Said’in felsefeyle münasebeti
Bu akımlara ve ithal edilen yeni zihniyete karşı mücadele edenlerin başında Ah*met Hilmi ve İsmail Fennî gelmekteydi. Bunlar arasında, din âlimlerinden de bazı zevat bulunmaktaydı. Bunlardan biri, hayatının bir dönemini “Eski Said” diye ad*landıran bir zât idi. Kendisi, çeşitli felsefî mesleklerin menfî tesirleri karşısında, bir taraftan bu felsefî mekteplerin görüşlerine nüfuz etmeye çalışıyor; bir taraftan da, birikimine dayanarak girdiği çetin münakaşalarla, zararlı gördüğü fikirlerin menfî tesirlerini izale etmeye gayret ediyordu. Bu zât, Bediüzzaman Said Nursî idi.
Sonraları, kendisi, bu faaliyetlerinden memnun kalmayıp o metodu terketmiş; kendisini yenileyerek “Eski Said’e gücenmiş” ve “Yeni Said” hüviyetiyle ortaya çıkmıştır.
Eski Said ne yapıyordu ve ne diyordu da, kendisini beğenmez oldu? Said Nurs*î’nin, kendi ifadesiyle “meslek-i felsefî ile münasebette bulunan eski Said”likten vazgeçmesinin sebepleri nelerdi?
Kendi açıkladığına göre, sebeplerden biri, cidal, kavga ve münakaşanın hoşuna gitmemiş olmasıdır. Münakaşa yoluyla insanların aklına ve mantığına hitap etmek, ona hem verimli gelmemiş, hem de manevî yönden ilerlemesini engellediğini his*setmiştir. Halbuki, Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken’in söylediğine göre, “Eski Said” münakaşalarında başarılı imiş. Onun anlattığına göre, 1920 civarındaki yıllarda Said Nursî İstanbul’da iken, Nur-u Osmaniye Kahvesine kendisine has elbisesi ve aya*ğında çizmesi ile gelir ve orada saatlerce Darulfünun hocaları ile münakaşalar edermiş. (H. Ziya Ülken, Üstadın Gazzalî’nin metodunu takip ettiğini söyler, sonra da Gazzalî seviyesinde olmadığını ifade ederdi.)
Yeni Said felsefeyi red mi ediyor?
Üstad Said Nursî, felsefe ile münasebettar olmaktan ne anlamda rahatsızlık his*setmiştir? Onu rahatsız eden hususlar nedir? Felsefenin ne gibi özellikleri vardı da, onu bu yolda rahatsız etti ve çizilmiş yolundan vazgeçirdi? Felsefeyi bütünüyle mi elinin tersiyle itti; yoksa bir açık kapı bıraktı mı? Reddetmediği bir felsefe de var mı, yok mu?
Bu soruların cevabını, gerek Eski Said’in, gerek Eski Said’i beğenmeyen Yeni Said’in yazdığı eserlerin değişik yerlerinde görmemiz mümkündür.
Üstad aklı teşvik ediyor
Şunu en başta belirtmemiz gerekir ki, her iki hayat döneminde Üstad Said Nursî aklı kullanmanın önemine sık sık temas etmekte, Müslümanlardan bunu hâssaten is*temektedir. Bir bakıma tefekkürünün anahatlarını çizdiği Muhakemat’ın daha en ba*şında “bizi şeriat-ı garra ile sırat-ı müstakîme hidayet eden Hakîm-i Ezelî’ye hamd ederken, şeriatı da şöyle tarif etmektedir: “Öyle bir şeriat ki: Akıl ve nakil, dest-be*dest (elele) ittifak vererek ol şeriatın hakaikının hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.” Yine bu eserin girişinde, maarif ve fünuna, hakikatı arama meylini uyandırdıkları için aferinler göndermekte; İslâmiyeti fenlere, fenleri İslâmiyete aykırı görenleri İslâmi*yet güneşinin tutulmasına sebep olmakla suçlamakta; “İslâmiyet fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikıyyenin reis ve pederidir” demektedir. “Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te’vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir” demesi; “taassub yerinde hak ve safsata yerinde burhan, tab’a bedel akıl” üzerinde durması; “Tasvir-i müddea ile aldanmayız. Bürhan isteriz” diye vurgulaması kesin*likle dikkate alınması gerekli hususlardır.
Yine Eski Said’in yazdığı Lemeât adlı risalede ise, “dimağdaki mertebeler”i an*latırken, “Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir, sonra gelir taakkul” demekte; tasdik ederek imana ve itikada ulaşmayı “taakkul,” yani aklını kullanma, akletme, düşünme şartına bağlamakta; düşünüp tahkik ederek tasdike ulaşmayı şart görmek*tedir. Akletmeden inanmayı “taassub” olarak görmektedir. Öbür taraftan, “Aklımı kullanınca şüpheler de geliyor. Fazla kullanmamak daha iyi” şeklinde vaki olabilecek bir itiraza karşı insanın “taakkulde bitaraf” olduğunu söyleyerek düşünce hürriyetini savunmaktadır.
İlim ile din nasıl imtizaç eder?
Münazarat'ta ise Üstad müsbet ilimleri “aklın nuru” olarak vasıflandırıyor ve ha*kikatın tecellisini dinî ve tabiî ilimlerin imtizacına bağlıyor ki, bu nokta çok önemlidir. Bu husustaki ifadeleri ise şöyledir:
“Vicdanın ziyası [ışığı] ulûm-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyyedir [müsbet ilimler]. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” 4
Demek ki, din ilimleri kendi başına kalırsa, taassuba dalmaktadır. Üstadın bu isa*betli tesbiti, aklın kapısını aralamaktadır.
Akla baskı yapılamaz
Çünkü Üstada göre, akıl, kendi başına müstakil olarak karar verebilmeli, onun üzerinde bir zorlama olmamalı, aklın seçme gücü ve ihtiyarı elinden alınmamalıdır. Bu nokta, insan hürriyeti ve mesuliyeti açısından çok önemlidir. Üstad akıl ile dinin, dinî ilimlerle pozitif ilimlerin-buna medenî ilimler diyor-uzlaşmasını, imtizacını za*rurî görüyor. Çünkü insan tek kanatlı bir kuş gibi kalmamalıdır. Bundan dolayı Üs*tad talebenin himmeti bu kanatlarla uçar; akıl ve aklî ilimler olmayınca talebe kanadı kırık kuş gibi kalır, der. Aslında din, yalnız akla ve yalnız hisse dayanırsa, insan ya*ratılışına aykırı olur. Böyle bir din ile insan Allah’a yükselemez. Belki Allah’ı cisim*leştirerek, şirke veya materyalizme kaymaya yol açar. İlmî verilerden destek alma*yan bir din ve dinî ibadet verimsiz ve noksan olur.
Üstad bu çerçevede Mektubat’ta Ay’ın yarılması (Şakk-ı Kamer) mucizesinden bahsederken, mucizenin “münkirleri ikna için,” ama icbar etmemek için gösterildi*ğini; icbar etmenin, yani onları imana mecbur bırakmanın ilâhî hikmete ve teklif sır*rına aykırı olduğunu söylüyor. İlâhî teklifin sırrını da “akla kapı açmak, ihtiyarı elin*den almamak” şeklinde ifade ediyor. 5 Sonra bu hususu da şöyle açıklıyor:
“Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikak-ı kameri, feylesofların hevesatına göre bütün âleme göstermek için bir-iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sair hadisât-ı semâviyye gibi, ya dâvâ-yı nübüvvete delil ol*mazdı ve risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.] hususiyeti kalmazdı veyahut bedahet de*recesinde öyle bir mucize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebu Cehil gibi kömür ruhlu, Ebu*bekir-i Sıddîk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi ola*caktı.”
Görülüyor ki, Üstad aklın müstakil çalışması, baskı altında kalmaması, ihtiyarı*nın-yani hür karar verme ve seçme gücünün-elinden alınmaması hususunda çok dikkatli ve hassastır. Bundan dolayı, mucizelerin herkese, her yerde gösterilmesine karşı çıkıyor ve o zaman peygamberimizin peygamberliğini, behadet derecesinde kaldığından, herkesin tasdike mecbur bırakılmasını uygun görmüyor. Çünkü, diyor, “o zaman aklın ihtiyarı kalmazdı.” Aklın ihtiyarı kalmayınca, mesuliyeti de kalmaya*caktı. O zaman kişinin nasıl ve niçin iman ettiği belli olmayacaktı. Bu sebeple Üstad haklı olarak “İman ise, aklın ihtiyariyledir” demektedir. 6
Aklın müstakil çalışmasına bu kadar önem veren Üstad, dış dünyanın varlığını ve bilgisini inkâr eden Sofistleri de “akıldan istifa etmiş” kimseler olarak nitelemiştir.
Yine Üstad, başka bir bağlamda, aklın ve fikrin değeri hakkında şöyle söylüyor:
“İnsanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise fikri olmadığı için hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor.” 7
Üstad eserlerinin başka birçok yerinde aklın kıymetine ve aklı kullanmanın önemine tekrar tekrar temas eder. Zaten, akla, mantığa ve kelâma ön planda yer vermeseydi, Risale-i Nur’un sülûk ve evrad yerinde mantıkî burhanlar (deliller), ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakâika yol açtığını söylemezdi.
Üstadın felsefeye bakışını değerlendirirken, akla verdiği bu önemin hep akılda tutulması gerekir. Bundan sarf-ı nazar edilirse, birçok yanlış anlamalara düşülmesi mümkündür.
Akılda tutulması gereken ikinci bir nokta, birçok meselede Bediüzzaman’ın ifrat ve tefritten uzak vasat bir yolu tutmuş olmasıdır. Bu husus, onun “fıtraten müker*remdir” dediği insana verdiği değerle, ayrıca taşıdığı geniş hoşgörü ile bağlantılı bir husustur. Meselâ, “fetret devri” denilen, bir nebinin olmadığı veya nebinin mesajı*nın ya unutulduğu ya da tahrif edildiği bir vasatta yaşamış insanların durumu kendi*sine sorulduğunda, İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arî’ye dayanarak, “Ehl-i fetret ehl-i necattır” demekte; “usûl-i imanîde bulunmasa bile” onları kurtulmuş olarak gör*mektedir. Öte yanda, “Tekfire cür’et edenler çabuk düşünsünler” sözü de ona ait*tir. Demek Üstad okuyucularından her zaman itidali ve hoşgörüyü istemekte, ve kendi hayatıyla da buna güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Müsbet felsefenin din ile imtizacı
Nitekim, onun felsefeye bakışını yorumlarken de bu husus kesinlikle göz önünde tutulmalıdır. Üstadı felsefeye tamamen düşman gören bir tavır, doğru bir tavır değildir. Belki kendi felsefe düşmanlığını ona mal eden bir tavırdan bahsetmek daha uygun olacaktır. Oysa böyle bir düşmanlık onun yazdıklarıyla ve hayatıyla pek mu*tabık düşmüyor olsa gerektir. Çünkü, Üstad’ın “Yüzde biri kurtulur: Eflatun, Sokrat gibi” ifadesi Onun bakış açısını gösteriyor. 8 Asâ-yı Mûsâ adlı eserinin başına koy*durduğu bir mektubunda ise, felsefeyi ikiye ayırmaktadır_
“Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak de*ğildir; belki muzır kısmınadır. Çünkü, felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlât-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ân’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.”
Bu mektubun devamında Üstad “dalâlete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşür*meye vesile olan ikinci kısım felsefe”ye iliştiğini; felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişirken, “müstakim, menfaatdar felsefeye ilişmediği”ni söylemektedir. Bu “müsbet felsefe”yi teşvik etmektedir.
Üstadın Avrupa medeniyetini tahlil ettiği “Beşinci Nota”da yaptığı bir ayrım da bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu bahiste, Avrupa medeniyetini tenkide girişme*den önce, “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir” diye bir uyarı yapmakta; ve “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden birinci Avrupa”ya ilişmedi*ğini söylemektedir. “Beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Av*rupa”yı tenkit etmektedir. 9
İslâmî bir felsefe olabilir
Tebliğimizin devamında ayrıntılı biçimde ele alacağımız “Otuzuncu Söz” adlı risalede de, felsefeyi ikiye ayırmakta ve şöyle demektedir: “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde. Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saa*det, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir.”
Üstadın silsile-i nübüvvete itaat eden bir felsefeyi öngören bu sözleri İslâmî bir felsefenin olabileceği şeklinde yorumlanabilir. O, beşerin saadetinin bu imtizaçta veya sentezde olduğunu söylüyor. İlim ve dini imtizaç ettiren Üstad, felsefe-din çatışmasına da bu imtizaç ile çözüm getiriyor.
Felsefe hakkındaki bazı iddiaları
Üstad, aynı risalede, bu sözleri söyledikten sonra, diyanet silsilesine karşı müba*reze eden felsefeyi “ene” temelinde tahlile tâbi tutmaktadır. Said Nursî merhumun tesbitlerine göre:
1. Bu felsefenin esasatı zayıf ve fâsittir. “Ene” diye zayıf bir temele dayanmak*tadır. “Şu haldeki enenin rengi şirk ve ta’tildir. Allah’ı inkârdır.” “Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Son*ra, insanları, hatta esbabı kendine ve nefsine kıyas edip onlara-teberri ettikleri halde-birer firavunluk verir. İşte o vakit Kadîr-i Mutlak’ı acizlik ile itham eder.“
2. Bu felsefe “nefs-i emmâre”yi okşamakta ve azdırmaktadır.
3. Felsefenin nazarı meş’umdur, uğursuzdur.
4. “Mânâ-yı ismî” ile eşyaya bakmaktadır. Yani eşyaya kendi adına bakmaktadır; dolayısıyla mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır demektedir. Kendi varlığını aslî kabul eder, kendi kendine varolduğunu düşünür. “Daire-i tasarrufunda hakikî ma*liktir, zu’meder.” “Hem, mânâsındaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü masnua ve nakşa maledip Sâni’ ve Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etme*yerek ‘Ne güzel yapılmış’ yerine ‘Ne güzeldir’ der. Perestişe lâyık bir sanem hük*müne getirir.”
5. Silsile-i felsefe ve hikmet “Bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalâlet zulümâtını etrafına dağıtır [yayar].” “Kuvve-i akliye dalında dehriyyûn, maddîyyûn, tabiiyyûn meyvelerini beşer aklının eline vermiş; beşerin beynini bin parça etmiş*tir.”
“Kuvve-i gadabiye dalında, Nemrutları, Firavunları, Şeddatları beşerin başına atmış.” “Ve kuvve-i şeheviye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş.”
6. “Felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. Hatta el-hukmü li’l-galib bir düstu*rudur. ‘Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır’ der.” Felsefe “hayat-ı içtimaiyede düstur-u cidali küllî bir esas olarak kabul etmiştir ki, ‘Hayat bir cidaldir‘ diye eblehâne hükmetmişler.” Halbuki bu düstur “bir kısım zalim ve cana*var insanların ve vahşi hayvanların fıtratlarını su-i istimallerinden neş’et” etmektedir. Üstad bunun yerine “düstur-i teavün, kanun-i kerem ve namus-i ikram”ı koymak*tadır.
7. Bu anlayışla felsefe “Zulmü manen alkışlamış, zalimleri teşci’ etmiştir ve ceb*barları ulûhiyet dâvâsına sevketmiştir.”
8. “Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan ‘Birden, ancak bir çıkar; sair şeyler vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder’ diye Kadîr-i Mutlak’ı âciz vesaite muh*taç göstererek, bütün esbâba, vesaite, rububiyete bir nevi şirket verip, Hâlik-ı Zül*celâl’e ‘Akl-ı Evvel’ namında bir mahlûk-u verip, âdeta sair mülkünü esbaba taksim ederek, bir şirk-i azîme yol açılmış”tır ve bu felsefe bu cihetle “şirk-âlûd ve dalâlet-pîşe”dir.
9. Felsefe içtimaî hayatta kuvveti istinad noktası kabul edip, menfaati hedef bi*lip, cidali hayat düsturu alıp, cemaatlerin râbıtası için unsuriyeti tuttuğundan, beşe*rin saadetini selbetmiştir. Çünkü kuvvetin şe’ni tecavüz, menfaatin işi boğuşmak, cidalin işi çarpışmak, unsuriyetin işi başkasını yutmakla beslenmek ve tecavüzdür. “Semerâtı, hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid”dir.
Filozoflar hakkındaki iddiaları
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, dine karşı savaş açan felsefenin esaslarına ait bu iddialara ilaveten, bazı filozofların bu esaslara dayanarak öne sürdükleri fikirleri bu çerçevede mütâlaa etmektedir. O şöyle diyor:
1. “İşte felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İs*lâm hükemasından İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhiler, şa’şaa-i sûriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazalî gibi bir hüccetü‘l-İslâm, onlara o dere*ceyi de vermemiş.”
Bu meyanda, Üstad Eski Said’in Yeni Said’e inkılâbı hengâmında gördüğü, rü*yaya benzer bir hadiseyi anlatır. Bu hayalî seyahatinde, Üstad kendisini büyük bir sahrada görüyor. Bütün zeminin üstünü karanlık, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne esinti, ne ışık ve ne de su var. Her tarafın vahşi hayvanlarla dolu ol*duğunu tevehhüm ediyor. Kalbine gelen bir ilhamla, bu karanlığın öte yanı ışık, se*rinlik (nesîm) ve âb-ı hayat ile dolu olduğunu hissediyor. Oraya geçmek için ihti*yarsız (iradesiz) sevk olunuyor. O zeminde tünelvari bir mağaraya sokuluyor. Tü*nelde ilerledikçe, kendisinden önce o yeraltında (tahte‘l-arz) çok kimseler yol almış*lar. Onlar her tarafta boğulup kalmışlar. Ama ayak izleri görülüyor. Üstad, bazıları*nın zaman zaman seslerini işitiyor. Sonra bu sesler kesiliyor. Burada Üstad kendi hayalî seyahatine katılan kimseye şöyle sesleniyor:
“Ey hayali ile benim seyahat-ı hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, ta*biattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ve hakikata yol aç*mak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo gibi meşâhir*lerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dahilerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesili*yordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş.”
Sonra Üstad bu hayalî yolculuğunda, Kur’ân hazinesinden kendisine verilen elektrik ve bir âlet ile tünelin karanlığından kurtulduğunu haber vermektedir.
Üstad, Aristo, Fârâbî gibi büyük filozofları ağır bir şekilde tenkit etmesinden do*ğacak muhtemel itirazlara cevap vermeyi de ihmal etmemektedir:
“Kur’ân gibi bir Üstad-ı ezeliyyem varken, dalâlet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirtleri olan kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı ka*dar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onla*rın Üstadı dahi, benim Üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himme*tiyle, onları garkeden madde ayağımı da ıslatamadı.”
Üstad, burada Fatiha sûresinin sonundaki “veleddâllîn” ifadesi ile işaret olunan yolun, hakikata ve nura geçmek için çok müşkilatı bulunan, tabiata saplanan ve ta*biiyyun fikrini taşıyanların mesleği olduğunu; “ğayri’l-mağdûbi” ifadesi ile işaret olu*nanların ise esbabperestlerin (sebeplere tapanların), vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşşaiyyun hükeması gibi yalnız akıl ile, fikir ile hakikatü’l-hakâyıka ve Vâcibü’l-Vü*cudun marifetine yol açanların mesleğine mensup olanlar olduğunu beyan etmek*tedir.
Üstad, felsefeye dalan bir kısım filozofları tenkide devam ederek şöyle diyor:
2. “Felsefenin bir taifesi, Cenab-ı Hakka ‘Mucib-i bizzat’ demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzib etmişler. Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünleri ile, intizamatıyla, hikmetleri, mizanları ile Sâniin ihtiyarını gösterdik*leri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor.”
3. “Hem bir kısım felâsife ‘Cüz’iyata ilm-i ilâhî taalluk etmiyor’ diye, ilm-i ilâhî*nin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdât-ı sâdıkalarını reddet*mişler. Hem felsefe esbaba tesir verip, tabiat eline icad verir.”
“Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Her menfaatli şeyi kendisine rab ta*nır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Cebbar bir mağrurdur... gaye-i himmeti nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-ı şahsiye*sini bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.”
“Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akılla*rını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tağutlardandır.”
“Eflâtun, Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi filozoflar, ‘İnsaniyetin gayetü’l-gâyâtı Teşebbühü bi’l-Vâciptir’ diyerek enaniyeti kamçılamışlardır.”
Şimdi Üstadın felsefe ve filozoflar hakkında bu iddialarını tek tek ele alıp tahlilini yapmaya çalışalım:
Felsefe hakkındaki görüşlerinin tahlil ve kritiği
1. Felsefenin esasatı zayıf ve fâsittir. “Ene” diye zayıf bir temele dayanmaktadır. “Enenin rengi şirk ve ta’tildir” iddiası:
Hemen belirtelim ki, felsefenin temeli “ene” değildir. Ama akıldır, zihindir, akıl yürütmedir, düşünmedir, mantıktır, bunlara dayanan tenkittir. Bunlarsız da, kimse yaşayamaz. Ama, aklı kullanmadan kullanmaya fark vardır. Aklı kötüye kullanan, ama felsefeyle uzak-yakın hiçbir ilgisi olmayan, hatta felsefeden hiç hoşlanmayan milyonlarca insan da vardır.
Felsefenin temeline “ene”yi almış olan bazı filozoflar olabilir. Fakat Üstad “ene”yi ikiye ayırarak birini “esmâ-i ilâhiyenin anahtarı,” diğerini ise “müthiş bir şe*cere-i zakkumun çekirdeği” olarak nitelendiriyor. Yani ene biri menfi, diğeri müs*bet iki gücün potansiyel kaynağıdır. Kendi ifadesi ile, birinci ene “zaman-ı Âdem’*den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal-budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”
“Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i ilâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesi ile, o garip muamma, o acib tılsım açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar.” 10
“Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar ve tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın kü*nûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir mu*amma ve açılması müşkil bir tılsımdır.”
Demek ki, bu ifadelere göre, ene denilen varlık, insana Allah’ın emanetidir, tıl*sımlı bir muammadır, sırrı bilinse kâinattaki ilâhî sırlar çözülür. Âlemin kapılarını aça*cak olan bu anahtar iyi kullanılırsa, “evsaf-ı Rububiyet ve şuûnat-ı Ulûhiyyet” bili*necektir. Bunun için onun bir “vahid-i kıyasî” olması gerekir; ama hakikî değil, “hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebi*lir.” Yani ilmen tesbit edilecek hakikî bir varlığı olması gerekmez.
Allah’ın emanet verdiği sihirli kutu gibi bir anahtarın hakikî vücudu bile yokken, bu ene, nasıl oluyor da haddi aşıyor. Dikkat edilirse, Üstad tamamen psikolojik bir unsurun âleme açılan vehmî uzantısı üzerinde konuşmaktadır. Tahlilleri de daha çok psikolojiktir. Bu psikolojik unsurun felsefenin temeli olması mümkün müdür? Ama, enenin potansiyel olarak içinde gizlediği şuûnatın tecellisini bir filozof araştırma ve düşünme konusu edinirse, o zaman da metafizik bir ontoloji (varlık teorisi), bir epistemoloji ortaya çıkar-ki, Üstadın kendi yaptığı da bundan pek farklı birşey değildir. Şu halde, felsefeye karşı çıkılarak, filozofları tenkit ederek de felsefe yap*mak mümkündür. Nitekim meşhur fizikçi ve mistik Pascal “Felsefeyle alay etmek de bir felsefedir” derken, derinliğine ve muntazam düşünebilen kimselerin felsefeler*den kurtulamayacağını da ima etmiştir. Nitekim Gazzalî filozoflara hücum ederken, onları üç sene boyunca tetkik ettiği için, filozofça fikirler ileri sürmüş ve büyük filo*zoflar arasında anılmıştır. Arkadaşı Ebu Bekir el-Cassâs “Üstadımız Gazzalî felsefeye daldı ve bir daha oradan çıkmadı” demiştir.
Felsefe aslında ne Eflâtun’un, ne Aristo’nun, ne Kant’ın, ne Hegel’in düşüncele*rinden; ne de İbn Sina ve Fârâbî’nin sistemlerinden; ne Gazzalî’nin, Kant’ın, Com*te’un tenkitlerinden ibarettir. Belki bunların hepsidir, belki de hiçbirisi değildir. Bu filozofların hiçbirisi olmasaydı, felsefe yine olacaktı. Nitekim onlar var olmadan önce de felsefe vardı.
Peki, bu faydalı sihirli anahtar ne zaman zararlı hale gelir?
Üstad, ene üzerine tahlillerine devam ederken şöyle düşünüyor: “Zulmetsiz daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilirse, o vakit bilinir.” Yani Üstada göre, âlemde birşeyin bilinmesi zıddı ile*dir. Nitekim, daimî bir ışık, karanlık olmadan farkedilemez. (Üstad burada, âlemdeki oluşu zıtların çatışması veya imtizacı ile izah eden filozoflar gibi düşünüyor).
Üstad, şöyle devam ediyor: “Cenab-ı Hakkın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfat ve esmâsı, muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz.” Bu durumda, onlara, hakikî sonları ve sınır*ları olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi (sınırı) çizmek gerekir. İşte bu sınır çizme işini enaniyet yapar. “Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhît sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. ‘Buraya kadar benimdir, ondan sonra Onundur’ diye bir taksi*mat yapar. [Laikçiler de, enenin bu durumundan yararlanıyor olmalılar]. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.”
Üstad bu izahlara devam ederken, eneyi biraz daha farklı tecessüm ettirerek, şöyle izah eder:
“Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyasî ve alet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi; mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyyetin kitabından bir eliftir ki, o elifin iki yüzü vardır.”
Bu nitelemelere göre, ene, âlem-i misâlin, yani (Eflâtun’un) ideler âleminin bir aynası, bir inkişaf âleti, mânâsı kendinde olmayan şuurlu bir tel, ince bir ip veya eliftir. Eğer ene Eflâtun’un ideler (misâl) âlemindeki ilâhî varlıkların yansıtıcısı olan bir ayna ise, nasıl şuurlu olabilmektedir? O bir âlet ise, yine şuurlu olmaması gere*kir. Ama o muhtevası olmayan (mânâ-yı harfî) bir elif ise, yine şuursuz bir bilgi vası*tası olması gerekir. Bu durumda nasıl “âlet-i inkişaf” olmaktadır? Belli değil? Hele farazî bir hat ise, insanı azdırması nasıl mümkün olacaktır?
Görülüyor ki, Üstadın ene üzerindeki bu tahlili kuşbakışı bir nazarla anlamak ve yorumlamak pek mümkün gözükmemektedir. Böylesi bir nazarla, bilakis, yukarıda bir örneğini sunduğumuz haklı sorulara kapı açan dar bir yoruma ulaşılmaktadır. Onun için, bu tahlilin derinlemesine çalışılması; hür bir tefekkürle, farazî hat derken, mânâ-yı harfî derken, âlet derken, şuurlu derken neyin kastedildiğinin iyi tesbit edilmesi gerekir. Bu ise ancak akıl yürütmeyle, tahkikçi bir nazarla olur-ki bundan korkmak değil, bunun teşvik edilmesi gerekir.
Üstada göre bu elifin iki yüzü var: Biri hayra ve vücuda, yani varlığa bakar. O yüz ile yalnız feyz alır (kâbildir). Vereni kabul eder. Kendi icad edemez. O cihetten fail değildir. İcad yapamaz. “Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.”
Üstad bu iki yüzü açıkladıktan hemen sonra, enenin bir başka mahiyetine temas eder: “Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye taham*mül edemez ve yüklenemez.”
Eğer ene, Üstadın izahında olduğu gibi, varlığa (vücuda) bakan yüzü ile hayra yönelik ise, fail olması lâzımdır. Aksi takdirde, aldığı feyzi insana verip onu hayra sevk edemez. Hatta Hakk’ı bilemez. Burada “Kime bir kötülük gelirse, o kendisin*dendir; kime bir iyilik isabet ederse, o Allah’tandır” 11 âyetiyle itiraz edilebilir. Ama “Herkesin kazandığı iyilik kendine, kötülük de kendi zararınadır” 12 âyetini unutmamak gerekir. Yoksa bütün günahlar insana, bütün sevaplar da Allah’a gider, gibi garip bir durum ortaya çıkar. Bundan dolayı, hayra dönük yüzünün de fail du*rumunda olması gerekir. Şerre bakan kısmında, eğer eneye zayıflığından dolayı birşey yüklenemiyorsa, fail olamaması gerekir. Çünkü birşey alamıyor, alamayınca da etkili olamıyor demektir.
Görülüyor ki, bu tahlil de zahirî bir nazarla hemen kavranacak basit bir mesele değildir. Bilakis, tahlil kendi içinde paradoks gibi görünen bir ciheti de barındırmak*tadır. Bu paradoksun izalesi, ancak konunun Üstadın Kader Risalesi’nde temas ettiği “kesb” meselesiyle beraberce çalışılması ile mümkündür.
Aslında Üstadın buradaki izah tarzı, Gazzalî merhumun Mizanü’l-Amel’deki şu izah tarzının biraz daha karmaşık bir şeklidir. Burada, ene denilen şey, yani benlik, Gazzalî’nin “nefs” dediği varlıktır. Gazzalî’ye göre, nefsin iki yüzü vardır: Bir yüzü ilâhî âleme bakar ve oradan ilâhî feyz alır. Diğer yüzü ise hayvanî ve maddî âleme dönüktür ki, oradan da çeşitli tesirler alır. Eğer ilâhî âlemden aldığı tesirler galip ge*lirse, insandan iyi ahlâkî fiiller sudûr eder, aksi olursa kötü fiiller sudûr eder.
2. Felsefenin nefs-i emmareyi okşayıp azdırdığı iddiası:
Felsefe tenkitçi bir düşünüş tarzıdır. Herkes herkesin fikrini tenkit edebilir. Ona karşı yeni fikirler geliştirebilir. Bu, felsefî düşüncenin zaafını değil, kuvvetini göste*rir. Nitekim, fıkıhta, yani hukukî düşüncede, kelamî düşüncede de birbirine zıt mez*hepler, aynı mezhep içinde birbirine zıt görüşler ortaya çıkmıştır. Bu, zihnin ve ak*lın düşünme gücünü gösterir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm de yüzlerce âyetinde insan*ları düşünmeye dâvet etmektedir. Herkes, aynı şeyi düşünsün ve söylesin diye değil; o zaman ilerleme olmazdı.
Herhangi bir düşünüş esnasında yeni fikirler imal edebilen herkes bundan mutlu*luk duyar ve nefsi de hissesini alarak azabilir. Bu azgınlık, onu Allah’a isyana kadar da götürebilir. Bu, felsefeye mahsus bir hal değildir. Bir işte başarılı olan herkes böyle bir durumla karşılaşabilir. Üstadın bu tesbiti doğrudur. Ama nefs-i emmarenin azması, felsefeyle ilgisi olmayan, felsefeden nefret eden kimselerde de olabilir. Bu*rada esas görev, nefsini kontrol altına alması gereken şahsın kendisine düşmektedir. Nitekim nefs-i emmaresini kontrol etmiş, azdırmamış filozoflar da vardır. Gazzalî bunların başında sayılabilir.
Üstadın izahına göre “Ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, [hakikî varlığı yok mudur? Öyleyse, azdırması da mümkün değildir], mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşv ü nema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücudu insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, insanı bel’eder [yutar]. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdeta ene olur.”
Hâsılı, Rabbini unutan herkesin, her cinsten ve meslekten insanın enaniyeti ar*tar, enesi azar, nefs-i emmaresi azgınlaşır. Ama bunu sadece felsefeye ve filozof*lara tahsis etmek isabetli değildir. “Nefis âlimi ilminde, âbidi ibadetinde, zâhidi züh*dünde azdırır ve saptırır” diye boşuna dememişlerdir. Burada esas mesele nefsini ve haddini bilmektir; çünkü “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Rabbini iyi bilen, nefsin azmasını önler.
3. Felsefenin nazarı meş’umdur, uğursuzdur, iddiası:
Felsefenin veya herhangi bir bilginin nazarına uğursuzluk atfetmek, İslâma uy*gun olmaz, sanırım. Uğursuzluk, ne nazarda, yani düşüncede; ne de herhangi bir faaliyettedir. Aslında bir düşünce şeklini veya ilmî çalışmayı uğursuz saymak yerine doğru veya yanlış diye değerlendirmek daha isabetli olacaktır. Bilinmektedir ki, gü*neş tutulmasını uğursuzluk sayanları Peygamberimiz uyarmıştır. Üstadın bu sözünü belki mecazî bir ifade, bir kinâye olarak görmek daha uygun gözükmektedir.
4. Felsefenin eşyaya “mânâ-yı harfî” ile değil, “mânâ-yı ismî” ile baktığı iddiası:
Bu iddia doğru sayılabilir. Çünkü bir kısım filozoflar Allah’ı inkâr ederek, sadece fizik âleme ve olaylar dünyasına bakmışlar ve ötesini ya inkâr etmişler veya olayla*rın gerisindeki varlık ile ilgilenmemişlerdir. Ama buna karşılık, Orta Çağ Hıristiyan filozoflarını bir tarafa bıraksak bile, Yeni Çağda ve çağımızda birtakım filozoflar eş*yaya ve olaylara “mânâ-yı harfî” ile bakmışlardır. Meselâ, 1916’da ölen meşhur fi*zikçi ve filozof Pierre Duhem “Fizik Teorileri” üzerine yazmış olduğu eserine yapı*lan hücumlar üzerine kitabın ikinci baskısına 93 sahifelik bir ilave yapmış ve bu ila*veye “Physique du Croyant/Mü’min Fiziği” başlığını koymuştur. O, bu ilavede kendisinin koyu bir Katolik olduğunu; Allah’a ve âlemi Onun yarattığına inandığını, kâinatı da bu gözle incelediğini açıkça bildirmiştir. Bunun Batıda başka birçok örneği vardır.
Şu halde, “mânâ-yı ismî” ile eşyaya bakmak felsefenin mahiyetinden değil, filo*zofun tutumundan ileri gelmektedir. Bundan dolayı iki türlü de bakan filozof ve bilginler var olagelmiştir. Bunları dikkatle ayırmak gerekir. Üstadın felsefeyi ikiye ayırması; ve yalnız dalâlet peşinde koşan filozoflara hücum ettiğini söylemesi de dikkate alınınca, “Felsefe mânâ-yı ismî ile bakar” gibi sözlerini, yalnız mânâ-yı ismî ile bakan felsefeye münhasır kıldığı anlaşılıyor.
5. Silsile-i felsefenin bir zakkum ağacı gibi şirk ve dalâleti yaydığı iddiası:
Felsefe sistemleri ve filozoflar arasında şirk ve dalâlete düşenler veya şirk veya dalâlete götüren fikirler ileri sürenler vardır. Batı felsefesi silsilesinde maddeci, mülhid (ateist), natüralist olanlar mevcuttur. Ama bunlar, maddeciliğe karşı fikirler ortaya koyanların ve inananların yanında sayıca çok azdır. Meselâ İlk Çağ Yunan filozofları arasında Demokrit, Epikür ve Lükres gibi materyalist, ateist ve natüralist kimseler vardır. Ama bunlara ve benzerlerine karşı, Pisagor ruhun üstünlüğünü ve ebedîliğini savunmuş; Ksenofanes, Allah’ın bir olduğunu ve doğmayıp doğurmadı*ğını yaymaya çalışmış; Sokrat üç yaşından itibaren kendisini bir sesin yönlendirdi*ğini, insan ve atın varlığını kabul edince insanlık veya atlık kavramını insanın ruhuna koyan bir Yüce Varlık olması gerektiğini de kabulün zorunlu olduğunu ileri sürmüş, ve bu uğurda hayatını vermiştir. Talebesi Eflâtun, maddeyi ruhun kirlenmesi olarak nitelemiş ve materyalistlere karşı ruhçuluğu ve idealizmi geliştirmiş; o dönemde materyalizmin belini kırmıştır. Aristo ise, materyalistlere karşı, maddenin pasif oldu*ğunu, Vâhibu’s-Suver’in verdiği sureti bile doğru-dürüst almaya kabiliyetli olmadı*ğını söyleyerek onları horlamıştır.
Şimdi Necip Fazıl’ın Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu (İstanbul, 1982) isimli kitabında Eflâtun için ne dediğine bir göz atalım:
“Platon maddeye inanmaz. Maddenin illiyetini maddede aramaz. Madde ötesi ideler âleminde arar. Ve insanın içi o ideler âlemine bağlıdır. Madde, sadece fikrin suret ve şekil kazanması...
“(Platon) bir heykeltraş tasavvur eder. Mecaz olarak tasavvur diyorum; ince*liğe dikkat! İlâhî isimler arasında Musavvir ismi de var. Tasvir edici, suret verici demek. Elbette Allah Musavvirdir. Hepimizin yüzünü çizen O, maddeyi biçimlen*diren O.
“_Heykeltraş mecazen zât... ve çekicinin o mermer kitlesi üzerindeki hudut*suz hareketi, mahluklar malzemesi...
“Hiçbir din değil, müstakil bir fikir çıkışının yükselebileceği üstün nokta bu gö*rüş... Eflâtun ilâhî teyide mazhar bir nebî olmanın ulaşılmaz derecesi altında, fa*kat insan aklının çok üstünde...” 13
Görülüyor ki, Necip Fazıl neredeyse Eflâtun’a peygamber diyecek. Demiyor ve denemeyeceğini söylüyor; ama Eflâtun’un fikirlerinin yüceliğini çok güzel ifade edi*yor. (Necip Fazıl Aristo için de müsbet şeyler söylüyor).
Şu halde böyle büyük filozoflar iyice tetkik edilmeden tenkit edilmemelidir.
Orta Çağ Hıristiyan filozofları bir yana, Yeni Çağda Descartes, Pascal, Maleb*ranche, Leibniz, Berkeley, John Locke, Hegel gibi daha birçok filozof, materyalist ve ateistlere karşı Hıristiyanlığı müdafaa etmek ve aklîleştirmek için ömürlerini vermişlerdir. Müslüman filozoflar bu hususta daha da ileridir.
Demek ki, felsefenin “dalâlet-âlûd” olduğu ve sapıklığı yaydığı sözü çok umumî bir söz, bir tamimdir. Böylesi bir felsefî anlayış vardır, ama bütünüyle felsefe böyle değildir. Felsefe bir düşünüş şeklidir; onun muhtevasını filozofun inançlarının etki*siyle imal ettiği düşünceler teşkil eder. Felsefe bizatihî saptırıcı değildir. Aksine, felsefeyi iyi kavrayan, filozofların başlıca fikirlerini iyi bilen kimse, bunlara dayanarak saptırıcı fikirlere karşı koyabilir. Meselâ Descartes’ın, Locke’un ve nicelerinin Allah’*ın varlığı hususundaki delillerini bilen kimse, aksi fikirleri çürütebilir ve kendisini zih*nen tatmin edebilir. Bunun için, Batı felsefesini iyi tetkik etmiş olan çağımızın büyük tefsircisi filozof M. Hamdi Yazır, meşhur “Dibâce”sinde, kendisinin Batı felsefesini okudukça imanının zayıflamak yerine daha da arttığını, çünkü Batı felsefesini hem tevhid peşinde koşar gördüğünü, bu felsefenin farkında olmadan İslâm akidesine hizmet ettiğini söylemektedir. Kendi ifadesi şöyledir:
“Fakat neticede anladım ki, o akıl [Batı aklı], bütün cereyan ve seyri ile bizim dinimiz olan Allah’ın birliği akîdesine doğru koşmuş ve bütün arzulara rağmen, gerek dinsizliği, gerek Teslis’i [üçlemeyi] tesbit edememiştir. Onu takip ederken, İslâmiyet’ten aldığım akıl ve felesefe, sarsılmak şöyle dursun, gittikçe kuvvet ka*zandı, gelişecek noktalar buldu. Şimdi bizden evvelkilerin felsefî bilgileri, bu üs*lûbda bir tarih ile gösterilebilir ve Descartes’tan başlayan muasır felsefe ile ta*nışmamız sağlanabilirse, felsefenin İslâmdan maada bütün dinlere haram olaca*ğını bilfiil isbat etmek mümkün olacaktır.”
Dehriyyunun, maddîyyunun, kuvve-i akliyyenin meyveleri olduğunu söylemek doğrudur. Ama İlk Çağda olduğundan daha kuvvetli olarak ortaya çıkan, idealist, spiritualist, fideist, hatta panteist felsefeler materyalistlerin ve ateistlerin karşısına yeni felsefe sistemleri ile, tenkit ve delillerle çıkmışlardır. Bunu da görmek lâzımdır. Onlar da kuvve-i akliyyenin meyveleridir.
Tabanca veya bıçağın iyiye de, kötüye de kullanılabildiği gibi, akıl da iyiye ve kötüye kullanılabilmektedir. Nitekim Üstad da aklı ve mantığı kullanarak tenkitlerini yapmaktadır. Aksi takdirde nasıl tutarlı olabilir ki? Hatta “Risale-i Nur ibadet ye*rinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrâd yerinde, mantıkî burhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakâıka yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat ye*rinde doğrudan doğruya ilm-i kelam içinde ve ilm-i akaid ve usûli’d-din içinde bir velâyet-i kübraya yol açmıştır” sözü mantığı ve kelâmı tasavvufa tercih ettiğini gösterir. Böyle bir Üstadın dehriyyunun, maddîyyunun kuvve-i akliyeden çıktığı sö*zünü alarak, kuvve-i akliyeden yalnız bunlar çıkar sonucuna ulaşılamaz. Zaten ken*disi, İşâ*râtü’l-İ’caz’da kuvve-i akliyenin istikametli bir şekilde kullanılmasının ise “hik*met”i netice verdiğini açıklamakta ve buna teşvik etmektedir.
Felsefenin beşerin beynini bin parça ettiğinden çok, düşünceyi ve düşünmeyi geliştirdiğini söylemek gerekir. Yeni düşünceler, yeni görüş, teori ve keşiflere yol açmıştır. Eğer farklı düşünmeler olmasaydı, Üstadın kendisi de yeni ve orijinal fikir*ler ileri süremezdi. Üstelik, Üstadın kendisinin benimsemiş olduğu “Herşey zıddıyla bilinir” düsturuna dayanarak, farklı ve muhalif, hatta sapık görüşler olmalı ki, isabetli görüşlerimizin değeri anlaşılabilsin.
“Kuvve-i gadabiyye dalında, Nemrutları, Firavunları, Şeddatları beşerin başına attığı, yani bela ettiği” iddiasının, felsefe ile ilgili olmaması gerekir. Çünkü ne Nemrut, ne Firavunlar, ne de onların manevî torunları felsefeyi biliyorlardı ve felse*feden de haberdar idiler. İzzet-i nefsi olan ve nefs-i emmareye sahip herkes, eline para, kuvvet ve iktidar geçti mi, hiç felsefe bilmeden, felsefeciye danışmadan şed*datlaşır veya firavunlaşabilir. Derinliğine ve sistemli düşünebilen ve aklını iyi kulla*nabilen kimseler ise, firavunlaşmaktan kendilerini alıkoyarlar. Çünkü firavunların ve onlara özenenlerin akıbetlerini düşünür ve gereken dersi alırlar.
Genellemeler doğru değildir
Yalnız, bana öyle geliyor ki, Üstadın buradaki tahlili, nefsin her ne suretle olursa olsun azmasının sebebini felsefe olarak gördüğü veya bunu felsefeden bildiği şek*linde anlaşılabilmektedir. Bu isabetli bir anlayış şekli olmasa gerektir. Zira bu du*rumda kardeşi Habil’i öldüren Kabil’i felsefenin ve filozofların azdırdığını söylemek gerekir ki, o zamanda ne felsefe, ne de filozof vardı. Ama insan o zaman da vardı ve nefs-i emmâre mutlaka vardı.
Bu bakımdan, Üstadın muarız olduğu felsefeyi tenkit ederken umumî ifadelerle yetindiği anlaşılmaktadır.
Şunu da ifade etmekte fayda var: Felsefe ve ilim şüpheden hareket eder. Çünkü şüphe olmazsa, düşünecek ve araştıracak problem yok demektir. Burada mühim olan, şüphe konusunu araştırıp, problemi çözebilmektir. Devamlı şüphede kalmak, insanı hem zihnen, hem ruhen perişan eder; bilmeyi ve bilim yapmayı im*kânsız kılar. İnsanı bunalıma sevkeder. Pyron ve Montaigne gibi şüpheciler, şüphe*den kurtulmak istememişlerdir. Ama Gazzalî ve Descartes gibi şüpheciler metodik şüpheyi kullanmışlar; şüphe ettikleri konuda kesin bilgiye ve tatmine ulaşınca, şüp*heyi bırakmışlardır.
Üstadın tehlike olarak gösterdiği nokta, bu devamlı şüphe hali olabilir. Ama bu halden, hem derinliğine düşünerek, hem araştırarak, hem de nefsin insanı bürüme*sini önleyici tedbirler alarak kurtulmak mümkündür. Çünkü küfür, yani Allah’ı inkâr, bence, nefsin aklı ve kalbi bürümesinden ve ufkunu kapatmasından ibarettir.
Hem böylesi ciddi fikir ve ruh buhranları, büyük fikirlerin doğum sancılarını da teşkil edebilir. Bunun tarihte pek çok örneği vardır. En başta Gazzalî gelir.
Felsefenin “kuvve-i şeheviyye ve behimiyye dalında âliheleri, sanemleri ve ulu*hiyet dâvâ edenleri yetiştirdiği” iddiası da onun silsile-i nübüvvetle imtizaç etmeyen felsefeyle ilgili genelleme veya tamimlerinden biridir. Umumî bir sözdür. Batı fel*sefe tarihindeki, eski Yunan’daki çok küçük bir azınlığı teşkil eden hedonistleri bir tarafa bırakırsak, geriye kalanlar, zevkçi ahlâkın karşısına çıkmışlar ve çeşitli ahlâk görüşleri ileri sürmüşlerdir. Bunların birçoğu, şöyle veya böyle, dinin tesiri altın*dadır. Meselâ Auguste Comte gibi bir pozitivist filozof kendi geliştirdiği diğergâm (altruiste) ahlâkı İncil’deki “Hemcinslerinizi kendiniz gibi seviniz” sözüne dayanarak kurduğunu söylemektedir. Yine bir pozitivist olan John Stuart Mill de, faydacı ah*lâkını Hz. İsa’nın “Başkasının size yapmasını istediğiniz şeyi başkasına yapmak; kom*şunuzu kendiniz gibi sevmek...” şeklindeki altın düsturlarına dayandırdığını söy*ler. 14
Ayrıca, dindar olmayan filozoflar arasında şehvete boyun eğmemek, cinsî mü*nasebete karşı perhiz yapmak gerektiğini söyleyen kimseler de az değildir.
6. “Kuvvette hak vardır,” “Hayat bir cidaldir” gibi esasların felsefenin esası ve ilkesi olduğu iddiası da bir genellemedir. Gerçi Thomas Hobbes gibi “İnsan insanın kurdudur” diyen, Charles Darwin gibi “Hayat mücadeledir” sözünü sarfeden filo*zoflar vardır. Ama bunu ne anlamda söylemişlerdir, siyakı ve sibakı nedir? Hem bü*tün filozofların kanaati mi budur? Kaldı ki, hayatı bir mücadeleye dönüştüren fikirle*rin esas sahipleri, biyolojik yönden Darwin, sosyal ve iktisadî yönden ise Karl Mar*x'tır. İkisi de aşağı-yukarı aynı yıllarda yaşadı. Darwin’in (1813-1882) “Hayat mü*cadelesi” ve hayatta kuvvetlilerin kaldığı fikri, Karl Marx tarafından sınıflar çatışması ve içtimaî kavga fikrine dönüştürülmüştür. Hak kuvvettedir, fikrinin siyaset felsefesi yönünden sahibi ise Makyavel’dir. Marx zaten onun bazı fikirlerini içtimaî felsefenin esasları haline getirmiştir. Bunların dışında, birçok filozof ve bilgin bu fikirlere karşı yeni görüşler geliştirmişlerdir. İslâm dünyasında ise hiçbir filozof ve siyaset âliminde bu tarz fikirler görülmemiştir. Fârâbî’nin el-Medinetü’l-Fâzıla ve benzeri eserleri, kaba kuvvet kullanan devlet adamlarına karşı çıkan fikirlerle doludur.
Esasen felsefenin yapısı böyle bir düstûr ortaya koymaya müsait değildir. Her çeşit fikri ortaya koyan insandır, düşünür veya filozoflardır. İslâm dünyasında da, birbirinden farklı pek çok devlet ve siyaset teorisi vardır. Bunların kaynağı da, İs*lâmdır; Kur’ân ve sünnettir.
7. “Birden ancak bir çıkar” iddiası, İslâm düşüncesine Yunan’dan girmiştir. Bu*nun, Allah’ın devamlı yaratma gücünü selbettiğini söylemek daha doğru olur. Bu fikrin Allah’ın mutlak gücünü acze düşürmek gibi bir muhtevaya sahip olduğu şek*linde Üstadın serdettiği izaha iştirak etmek gerekir. Fakat “on akıl” anlayışında Al*lah’ın müdahalesi devam etmektedir. Nitekim, Yunan felsefesinde vahiy fikri olma*dığı halde, Fârâbî ve İbn Sina vahyi aklî yönden temellendirmiş ve peygamberi devlet başkanı olarak görmüşlerdir.
Filozofların “sair mülkü esbaba taksim ederek şirk-i azîme düştükleri” iddiası da bir ölçüde doğrudur. Çünkü, tamamen olayları sebeplerle izah eden anlayışlar mevcuttur. Fakat İslâm düşünürleri ve Üstadın kendisi, Allah’ı “Müsebbibü’l-Esbâb,” yani sebeplerin sebebi olarak almışlardır. Batıda bu sebeplere körü körüne bağlanan felsefî akımlara karşı çıkan filozoflar da az değildir.
Nitekim, Fransız filozofu Malebranche (1683-1714) vesile sebep-ara sebep fik*rini savunarak, sebeplilik fikrine karşı çıkmıştır-tıpkı Gazzalî’nin karşı çıktığı gibi. Zaten, 1968’de Philadelphia’da, bu açıdan her iki düşünürü karşılaştıran bir doktora tezi hazırlanmıştır.
Bunun gibi, İngiliz filozofu Hume (1711-1777) tümevarıma ve onun temelin*deki illiyet (causalite) fikrine karşı çıkmış ve Gazzalî gibi, sebeple netice arasındaki bağın zaruri olmadığını savunmuştur.
Tanınmış Alman filozofu Hegel (1770-1831) ise-ki rasyonalistliğin zirvesi sayı*lır-sebebin kendi başına şuursuz ve hedefsiz olduğunu savunmuş; ve soğuğun suyu dondurduğunu bilmediği gibi, suyun da kendisini soğuğun dondurduğunun şu*urunda olmadığını söylemiştir.
Öte yandan Fransız filozofu Emile Boutroux (1845-1921), sebeple netice ara*sındaki bağın zaruri olmadığını ileri sürerek, tabiat bilimlerinin ve tabiat kanunlarının insanı zorlama özelliği olamayacağını savunan zorunsuzluk doktrininin sahibi olmuş*tur. Hatta bu fikir, Batıda rağbet gördükten sonra, bizde de Meşrutiyet ve Cumhu*riyet dönemlerinde bu fikrin etkisinde kalan düşünürlerimiz görülmüştür.
Hatta Gurvitch (1896-1965) gibi bir sosyolog-filozof, Boutroux’un zorunsuzluk doktrininden sonra causalite (illiyet) fikrinin yıkılmış putlara döndüğünü ileri sürmüş*tür. 15
8. “Kuvveti ve cidali ilke edinen felsefe, beşerin saadetini selbetmiştir” iddiası:
Beşerin saadetinin selbedildiği doğrudur. Ama, hiçbir felsefî hareketin olmadığı, hiçbir filozofun ve sisteminin bulunmadığı dönemlerde ve kavimlerde de saadete ulaşılamamıştır. Afrika’nın, Asya’nın hangi geri kavminde felsefî düşünce hâkimdir? Filozofları değil, doğru-dürüst bilginleri bile yoktur. Onları sömürgeciler bu hale getirmiş olsalar bile, sömürgecilerin oralara gidişi daha birkaç yüzyıllık bir hadisedir. İslâmdan önce, Arabistan’da felsefî fikirler mi hâkimdi de, bu kadar ahlâksızlık kol geziyordu ve beşer mesud değil, muztaripti? Bugün Türkiye’de saadet ve huzur yoksa, bunda çok gelişmiş bir felsefî düşüncenin rolü mü var? Yoksa, hepsi Müslü*manım diyen esnafın, halkın, siyasîlerin, işadamlarının nefs-i emmarelerinin emrine girmelerinden midir? Demek ki, felsefenin beşerin saadetini selbettiği sözünü, Üs*tadın felsefeyi ikiye ayırdığını unutmadan anlamak gerekir. Yoksa felsefe hakkında haksız ve yanlış bir genelleme yapılmış olur.
Üstad kuvvetin işi tecavüz, menfaatin işi boğuşmak, çıkarın işi çarpışmak, unsu*riyetin işi başkasını yutmakla beslenmek ve tecavüzdür, demekte çok haklıdır. Ve bu güzel tesbitlerle insanlığa barış, birlik, kardeşlik mesajları vermiştir.
Ama unutmamak gerekir ki, her eline kuvveti geçiren tecavüz ve zulüm yap*mamıştır. İşte Osmanlı ve Selçuklu bunun en güzel misalidir. Nitekim Üstad, kendi*sinin Kürt isyanı hareketlerine katılmaya dâvet edilmesi üzerine, “Bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan bir millete kılıç çekilmez” diyerek teklifi reddetmiş ve bu ha*reketlere birlik ruhu açısından karşı çıkmış, onlarla mücadele etmiştir. Kendisinin iman birliğine dayanan bir birlik kurmak için hayatını feda etmesi, Osmanlının ger*çekleştirdiği kuvveti hayra kullanarak adaleti yayma idealinin devamından ibarettir.
Şunu da ilave edelim: Hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin arzusu kuvvetle ortaya çık*tığı gibi, kuvvete dayanmadan, ve zayıf ve fakir kimselerde de görülür. Zira bu gibi arzular beşer olan herkesin hamurunda vardır. Mühim olan onları törpüleyip aklın ve iradenin emrine verecek olgunluğa kavuşabilmektir.
Üstad Said Nursî Hazretleri, günlük hayattaki bütün gayriahlâkî davranışları, şirki, küfrü, fuhşu, siyasî bozuklukları, ayrım gözetmeksizin felsefeye bağlıyor gibi gözükmektedir. Halbuki Üstad felsefeyi ikiye ayırarak, “Kur’ân ile barışık, Kur’ân’ın hikmetine hâdim” dediği “müstakim, menfaatdar felsefe” için müsbet konuşmak*tadır. Demek onun bu hükmünü, insanları “dalâlete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürme vesilesi” olarak gördüğü “ikinci kısım felsefe”ye münhasır kılmak gerekir.
Felsefe sistemli ve derinliğine düşünme şekli ise, ciddî düşünen insanı, felsefenin putperestliğe, şehvet düşkünlüğüne ve benzeri hallere götürmesi gerekmez. O takdirde Emevî, Bizans ve Abbasî saraylarında görülen içki ve kadın düşkünlüğünü, Pompei’deki veya benzeri menfiliklerin sebebini felsefî hareketlerin yaygınlaşmasına bağlamak gerekir ki, bu da mantığa ve tarihî gelişime uygun düşmez.
Filozoflar hakkındaki görüşlerinin tahlil ve kritiği
Şimdi biraz da filozoflar hakkındaki iddialara temas edelim:
1. Üstad, Fârâbî ve İbn Sina gibi dahiler, felsefenin "şa’şaa-i sûriyesi”ne, yani görünüşteki parlaklığına vurulup felsefeye girdiklerinden dolayı, “âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişlerdir” diyor. Sonra da, rüyaya benzer hayalî seyaha*tında bunların tünelde boğulduklarını ve seslerini duyamaz olduğunu belirtiyor. Bir taraftan da, Gazzalî’nin vermediği mü’minlik sıfatını onlara uygun görüyor.
Eğer buradan insanların felsefe yüzünden sapıttıkları şeklinde bir izah anlaşılı*yorsa, o zaman felsefeden anlamayan, felsefeden nefret eden bütün kâfirlerin, sa*pık fikirlilerin, felsefeyle ilgilenmedikleri halde neden inkâr ettiklerini veya sapıttık*larını sormamız gerekirdi.
Fârâbî ve İbn Sina bazı fikirlerinden dolayı çok tenkit edilmiştir. Ama yeni araş*tırıcılar arasında, Gazzalî’nin Fârâbî ve İbn Sina hakkındaki tenkitlerinde acele ettiği ve bir kısım eserlerini görmeden, okumadan onları tekfir ettiği noktasında aşağı-yukarı bir görüş birliği var. Belki de Üstad bir ihtiyat payı bırakmak için Gazzalî ka*dar ileri gitmeyerek onların âdi birer mü’min olduğunu söylemektedir. Ama ben öyle zannediyorum ki, Üstad Fârâbî ve İbn Sina’nın eserlerinin hiçbirisini okuma*mıştır. Okusaydı bu kadar umumî konuşmazdı ve onların bir kısım fikirlerinin de isa*betle olduğunu söyler ve Gazzalî gibi, sadece bazı noktalardan onları tenkit ederdi.
Ama buna rağmen, Gazzalî de, Üstad da, ve kelamcılar da Fârâbî ve İbn Sina’*nın geliştirdiği ve yerleştirdiği kavramları, delilleri devamlı kullanmışlardır. Gazzalî’*nin birçok eserindeki izahlar, Fârâbî ve İbn Sina’nın eserlerindeki izahlarla karşılaştı*rılsa, birçoğunun Fârâbî ve İbn Sina’dan aynen alındığını görmek mümkündür. Yani Gazzalî ve birçok kelamcının arka planını Fârâbî ve İbn Sina, bilhassa İbn Sina oluş*turur.
Bunun gibi, Üstad da, Fârâbî ve İbn Sina’nın yerleştirdiği “Vâcibü’l-Vücud,” “daire-i mümkinat” gibi tabirleri sık sık kullanmaktan çekinmiyor. Eflâtun’un “ideler âlemi” tabirini, Suhreverdî’nin geliştirdiği formülasyonla “âlem-i misal” olarak kul*lanıyor. Hatta Yunan filozoflarının çok sık kullandığı Sâni’ kelimesini de rahatlıkla kullanıyor. Maamafih, kullanımları arasında elbette bariz bir fark var. Yunan filozof*ları, Sâni’ ismini, Allah’ın yaratıcılığı görüşüne sahip olmadıkları için kullanıyorlar. Onlara göre Tanrı sadece âlemin mimarıdır, sâniidir. Mimar plan yapar, sâni ise mevcut malzemeden âlemi yapmaktadır. Üstad Sâni-i Hakîm, Sâni-i Zülcelâl gibi kelimeleri kullanırken, Allah’ın yoktan yaratmasını ifade eden Hâlik ismini de sık sık kullanıyor. Yalnız bu konuda çok dikkatli olmak gerekiyor. Sâni sıfatı Hâlik sıfatını gölgelememeli, onun yerine geçmemeli; o zaman çok yanlış olur. Çünkü, açıkla*dığımız gibi, “halk” yoktan yaratmadır. “Sun” ise mevcut malzemeden, âlemi bir mimar, bir sanatkâr gibi yapmaktır. Meselâ, Aristo’da Tanrı ezelî olan ruh ve mad*deden âlemi meydana getirmiştir. Bu bakımdan Üstad haklıdır. Ama Fârâbî ve İbn Sina Allah’ın müdahalesini kaldırmamışlardır.
Demek ki ya Üstad bir genelleme ile, derinleşmeden tenkitler yapmıştır; veya ifadeleri öyle anlaşılmaya müsaittir. Üstad, Aristo ve Fârâbî gibi filozoflara “Üstad-ı ezeliyyem” dediği Kur’ân’a nisbeten bir “sinek kanadı” kadar kıymet vermezken, Meşşaî hükemasının sırf akıl ile, fikir ile hakikatü’l-hakâıka ve Vacibü’l-Vücudun ma*rifetine yol açtıklarını söylüyor; ki bunun tavzihe ihtiyacı var. Zahire bakılırsa, bu sözden Fârâbî ve İbn Sina’nın Kur’ân’a inanmadığı gibi bir anlam çıkabiliyor; ki bu doğru değildir. Zira Fârâbî ve İbn Sina, Kur’ân’a inanmış, vahye iman etmiş, vahyi aklî yönden temellendirmeye çalışmış, ve de namazlarını kılmışlardır (İbn Sina’nın ayrıca namaz risalesi vardır). Sadece akıl ile bağlı kalmamışlardır. Üstadın kendisi de, “Onuncu Söz”de, cismanî haşir noktasında İbn Sina’nın “Akıl bu yolda gidemez” dediğini; ama Kur’ân’ın bildirdiği bir hakikat olarak cismanî haşre inandığını söyle*mektedir. Demek, onlar hakkında bir hüküm verirken çok dikkatli olmak, meseleyi iyice tahkik etmek gerekiyor.
2. Bir kısım filozofların Allah’a “Mucib-i bizzat” demeleri, Onun yaratmadaki iradesini bir zarurete bağlamakta ise, bu doğru değildir. Buna şahsen katılamam. Yani Allah kendi mahiyeti icabı zarurî olarak yaratıyorsa, o zaman o zarurete uy*mak zorunda olduğu için iradesi ortadan kalkmış oluyor. Yalnız bunu kimlerin ne anlamda söylediğinin tetkiki lâzımdır. Bütün filozofların bunu söylediği şeklinde bir genelleme ise mümkün değildir.
Aslında, Üstadın ileri sürdüğü iddialar, Gazzalî’nin yaptığı itirazların bazılarıdır. Bunlar, eski kelâm kitaplarında mevcuttur.
Fakat dikkat edilirse, Üstad, Rönesans’tan sonraki, bilhassa Batıda gelişen felsefî cereyanlardan ve problemlerden hiç bahsetmemektedir. Bunlardan haberi mi yoktu, tetkik mi etmedi; yoksa hususî bir cevaba gerek mi görmedi; bunların araş*tırılıp ortaya konması lâzımdır. Van’da Tahir Paşanın konağında kaldığı senelerde klasik medrese eğitiminin ötesinde, o günün düşünce ve fenlerine dair çok kitap okuduğu biyografilerinde yazılmaktadır; ama bunların neler olduğu meçhulümüz*dür. Kendi eserlerinde bu konuda doğrudan bir atıf olmadığı için, II. Meşrutiyet dönemi din âlimlerinin yaptığı gibi, sadece medreselerde okunan bazı kelâm kitap*larındaki umumî itirazları serdettiği, zira daha ileri bir tetkikatı olmadığı şeklinde bir intiba uyanmaktadır.
3. Allah’ın ilminin cüz’iyyatı, yani yaratıkları kuşatmadığı; yani Allah’ın cüz’iyyatı değil, geneli bildiği şeklindeki fikre iştirak etmek mümkün değildir. Meselâ, Allah in*sanı bilir de, Ali ile Veli’yi bilmezse, o zaman onlara ne hesap sorabilir, ne de mükâ*fat verebilir. Bu durumda ne de âhirete ihtiyaç kalır. Bu bakımdan Üstad haklıdır. Yalnız, Fârâbî ve İbn Sina’ya bu hususta bir kanaat atfetmeden, onların bu konuyla ilgili fikirleri iyi tetkik olunmalıdır. Zira günümüzdeki bazı araştırmalar aksi kanaat*tedirler.
Felsefenin halis bir tilmizinin dinsiz, cebbar, mağrur olduğu; esas gayesinin kar*nının ve fercinin heveslerini tatmin etmek ve menfaat sağlamak olduğu iddiası da çok umumî bir sözdür. Böyle yapan vardır, yapmayan vardır. Fercinin hevesâtını tatmine koşan vardır, koşmayan vardır. Demek ki, bu gibi sözlerin felsefenin gene*line teşmil edilmesini engellemek için, Üstadın felsefe için yaptığı ayrımı her tahli*linde tekrar zikretmesi daha muvafık olurdu.
Eflâtun, Aristo, Fârâbî ve İbn Sina gibi filozofların insaniyetin en yüce gayesinin “Teşebbühü bi’l-Vâcib” olduğunu söylemeleri, eğer bunu Allah’ın hoşuna giden sı*fatları kendinde tecelli ettirmeyi kasdediyorlarsa, doğru olabilir. Fakat bununla kas*dolunan insanın tanrılaşması, insanda da tanrılıktan bir hisse bulunması ise, bu çok tehlikeli bir düşüncedir. Onun için, bu meselenin vuzuha kavuşturulması gerekir. Kur’ân’da “Allah’ın boyası ile boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak Ona kulluk ederiz (deyin)” buyurulmuştur. 16 Keza, Hz. Peygamber de, “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın” diye tavsiye eder. Üstad da, bu hadisle kasdedileni şöyle açıklar: “...aczini bilip kudret-i ilâhiyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i ilâhiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i ilâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-yı ilâhiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı ilâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i ilâhîye tesbih-hân olmak...” 17 Bu izah, meseleyi izah sadedinde bir hayli önem taşımaktadır.
Buraya kadar gördüklerimize dayanarak şunu söylemeliyiz: Üstad felsefeyi ikiye ayırırken, ikincisine hücum etmekte; insanı dalâlete sevk eden, mensubunu firavun*laştıran, şehvetin ve menfaatın peşinden koşturan, ahmak, gözü kör, ve “kör olası” bir faaliyet sahası olarak vasıflandırmakta; bu yoldaki filozoflara ağır hakaretlerde bulunmaktadır. Ancak bunu yaparken her defasında “iki felsefe” ayrımını ifade et*mediği için, bu hücumları ve hakaretleri sanki felsefenin ve filozofların tamamına imiş gibi de anlaşılabilmektedir. Böyle anlaşılabildiği için de, Üstadı kendine delil göstererek aklı kullanmayı, düşünmeyi, soru sormayı, araştırmayı başkalarına bıra*kan ve kerih gören bir tavra girenler olabilmektedir. Veya yine bu ifadelerin umumî kalması yüzünden, tebliğimin başında belirttiğim gibi, “Üstad felsefeyi inkâr ediyor” sonucuna ulaşan felsefe uzmanları da mevcuttur. Bu meselede Üstadın bir ayrım yapıyor olduğu akıldan uzak tutulmamalıdır.
Zaten onüçüncü asırdan beri, düşünmeyi ve araştırmayı başkalarına bırakmışız. Aklı kullanmayı unutmuşuz. Onun için ilimde ve düşüncede ileri gidenlere tâbi ol*mak zorunda kalmışız.
Üstad “silsile-i felsefe”nin karşısına “silsile-i nübüvvet”i çıkarıyor. Silsile-i felse*fenin bu kadar zararlı olmasına karşı, silsile-i nübüvvetin insanlığın saadetini temin edecek yegâne yol olduğunu söylüyor.
Silsile-i nübüvvet, âleme “mânâ-yı harfî” ile bakar. Enenin varlığı, bu anlayışta, tebeîdir; malikiyeti vehmîdir; hakikatı zılliyedir. Vazifesi ise, "kendi Hâlikının sıfat ve şuûnatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir.” Bu anlayışta "esbab, bir perde-i zahiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.”
Üstad bu silsileyi nuranî bir “şecere-i tûba”ya (tuba ağacına) benzetiyor. Bu ağacın mübarek dalları, âlem-i beşeriyyetin her tarafını nuranî meyvelerle süsle*miştir. Nübüvvet ağacı geçmişteki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazinin, felse*fenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan (yokluk diyarı) olmadığını gös*terir. Üstada göre bu silsile geleceğe ve ebedî saadete atlamak için, dünyadan gö*çen ruhların nuranî bir nuristanı ve bostanıdır. Nübüvvetin içtimaî hayattaki düsturu, teavün (yardımlaşma), kanun-u kerem, namus-u ikram, ve aynı zamanda tevhidden doğan bir birliktir.
Üstadın bu fikirleri doğrudur ve ifadeleri de gayet güzeldir. Yalnız bence felse*fenin karşısına silsile-i nübüvveti çıkarmasa ve ikisini mukayese etmese daha iyi olurdu. Çünkü silsile-i nübüvvet, doğrudan ilâhî kaynaklı ve vahyin emirlerini hâvi*dir. Bunların mahiyetleri ayrıdır. Onda kulun ve insan aklının bir eseri yoktur. Hal*buki ister kelâm, ister tasavvuf, ister hukuk, isterse diğer alanlarla ilgili felsefe olsun, bunlar ekseriyetle insan aklının eseridir. İnsan felsefe yaparken, vahyin getirdiği esaslara uyarak veya ondan faydalanarak da felsefe yapabilir. Bunun Batıda ve gü*nümüzde de birçok örnekleri vardır. Bana öyle geliyor ki, insan aklının eseri vahiy ile mukayese edilmemeli, onların imtizac noktaları araştırılmalı idi. Nitekim Üstad da bu meseleyi farketmiş olmalı ki, aynı ene bahsinde silsile-i nübüvvet silsile-i felsefe ayrımına geçmeden “o iki silsilenin imtizaç ve ittihad” etmesinden söz açmış; ne zaman bu imtizaç ve ittihad gerçekleşmişse "âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir” demiştir. Fakat, sonraki izahlarında bu ay*rım çok belirgin bir şekilde görülmeyince, sanki Üstad felsefeye tamamen düş*manmış gibi bir manzara çıkabilmekte; veya birileri Üstada dayanarak felsefe düş*manlığı yapmaya girişebilmektedir.
Türkiye’de felsefî düşünceyi engelleyenler
Bu noktada, bir hususu açıklamayı uygun görüyorum. Türkiye’de inançlı insan*ları felsefî düşünceden soğutan iki zümre vardır:
1. Ateist felsefeciler:
Bunlar felsefenin dine ve inançlara karşı olması gerektiğine inanırlar ve dinin ol*duğu yerde felsefenin çökeceğine kânidirler. Hatta bunların bir kısmı, Descartes gibi Allah’ın varlığını isbat için çeşitli deliller getiren veya düşüncesinde dine, vahye, az veya çok yer veren bütün filozofların bu cephelerinin görmezden gelinmesini ve kimseye öğretilmemesini isterler. Bunların pîri sayılan müteveffa Prof. Dr. Takiyet*tin Mengüşoğlu aynen şöyle diyor:
“...Gerçi bir filozofun ortaya attığı fikirleri anlamak ve onların neden başka şekilde değil de, bu şekilde ortaya konulduğunu kavramak zarurîdir. Fakat burada bilgi kabiliyetine sahip olan taraf üzerinde durulmalıdır. Meselâ Descartes’ta konstruktif olanla bilgi kabiliyetine sahip olan taraflar birbirinden ayırt edilmeli ve sadece bilgi tarafı ele alınmalıdır. İmdi bugün Descartes’in ‘idee’leri tasnif prob*lemi ile tanrı’yı dış dünyaya isbata çalışması gibi problemler, artık her türlü görüş ve bilgiden mahrum olan bir konstruksiyon olarak, terkedilmelidir.” 18
Mengüşoğlu, bir başka yerde şöyle diyor: “Dinin verdiği bilgi, ilmî ve felsefî bilgi mânâsında bir bilgi değildir; hatta bu bilgi ilmî ve felsefî bilgi tarafından red*dedilmek zorundadır. Zira ilim ve felsefeyi, dogma’lara dayanan bilgi ve dogma’lara dayanan inanma, hiçbir suretle ilgilendirmez.” 19
Bu anlayışa göre Tanrı hakkındaki fikirlerini veya diğer birtakım filozofların ben*zeri fikirlerini atmak lâzımdır. Peki bunu yapınca Descartes’ın bilgi ve varlık teorisi kalır mı? Kalmaz. Çünkü doğru bilginin temeline Allah’ın yanılmazlığını ve yanıltmaz oluşunu koymuştur. O zaman filozofun sistemi çöker. Çökmesi mühim değil; mü*him olan, onlar için, dinî cihetin unutturulmasıdır.
Bir bilginin, bir filozofun fikirlerini yarım anlatmak ilmî anlayışa uyar mı? O da ayrı bir meseledir.
Herhangi bir dinî inançla uzaktan yakından ilgisi olan veya ondan tesir almış bir düşünce şekli, görülüyor ki, bu anlayışa göre hiçbir değer taşımamaktadır. Böyle felsefecilere ve böyle bir felsefeye, herhangi bir dine inanan insan ısınamaz. Bu felsefeciler böyle düşünceleri reddederse, inançlılar da onlara karşı cephe alır. Böylece imanlı insanlar “Felsefe dinsizliktir. Felsefe insanı saptırır, dininden eder, sapık davranışlara iter. Aman ondan sakının” demeye başlarlar.
2. Ateistlere kızan Müslümanlar:
İşte felsefî düşüncenin diğer hasımları bu dindar kişilerdir. Bunlar, felsefe de*yince din düşmanlığını ve din yıkıcılığını anlarlar. Çünkü II. Meşrutiyetten bu tarafa ileri gelen aydınların ve düşünürlerin birçoğu pozitivizm, materyalizm, ateizm ve Marksizm gibi akımların tesirinde kalmış; sığ bir şekilde benimsedikleri felsefî görüş*leri derinliğine incelemeden onların yayıcılığını yapmışlardır. Böylece inanan büyük bir millet çoğunluğundan kopmuşlardır ve dolayısıyla derin bir aydın-halk ayrılığı en az yüz-yüzelli senedir devam etmektedir.
İşte bu ateist ve saldırgan aydınlara ve felsefecilere tepki olarak birçok dindar felsefeye düşman olmuşlar; bununla da kalmayarak, İslâmda düşünmenin ve felsefî düşüncenin olamayacağını ve olmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bir bakıma, pa*paza kızıp oruç bozmuşlardır.
Bu sefer, bunu gören ateist felsefeciler veya materyalistler İslâmın düşünceyi boğduğunu ve düşüncenin düşmanı olduğunu ileri sürmeye başlamışlardır. Böyle*likle fasit bir daire içine düşülmüş; sığ ve katı dindarlar ateist felsefecileri, onlar da diğerlerini farkında olmadan beslemişlerdir. Neticede iki grup da İslâmda felsefî dü*şüncenin olmayacağı noktasında birbirlerinden habersiz olarak birleşmişlerdir.
İşte bir kısım dindar düşünürlerin kendilerini içinde buldukları böyle fasit bir da*ireye karşı, Said Nursî merhum, “ikinci kısım” dediği maddeci felsefeye ve filozof*lara bu kadar hücum etmekle birlikte, “müsbet felsefe” ile bir uzlaşma noktası, bir çözüm aramıştır. Bu da bir sentezdir.
Çünkü o da biliyordu ki, sadece ilmin ve aklın kullanıldığı yerde şüphe ve inkâr, sadece dinin hâkim olduğu yerde taassup ve cehalet kol gezerdi. Taassup ve ceha*letin İslâmın düşmanı olduğu da bilinmekteydi.
Hatta onyedinci asırda, Katip Çelebi’nin yazdığına göre, medreselerde mate*matik ve felsefe, programlardan çıkarıldıktan sonra, ülkeyi koyu bir taassup, cehalet ve müsbet ilim düşmanlığı kaplamıştı.
Üstad, bir kısım felsefî akımlara ve filozoflara karşı, Müslümanların imanını şüp*heden korumak için sert davranmış olabilir. Fakat bunu yaparken, ilme ve felsefî düşünceye kapıyı aralama ihtiyacını da hissetmektedir. Eski Said’in “mütefekkirler ve felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyyenin düsturlarını kısmen kabul edip onların silahları ile mübareze etmesini” Üstad ayıplıyor ve bundan vazgeçiyor. Bunu İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil olarak kabul ettiği için o yolu terkedi*yor. Çünkü “İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları on*lara yetişmez, belki sathî kalır.” 20
Üstadın bu sözlerini de İslâmî bir felsefenin olabileceği şeklinde yorumlamak yanlış olmaz, sanırım.
Üstad sosyal hayatta barıştan yanadır
Üstad beşerin saadetinin tebliğimizde sözkonusu ettiğimiz din-felsefe imtizacında veya sentezinde olduğunu söylemektedir. Din-felsefe, din-bilim kavgası da isteme*mektedir. Sosyal hayatta kavgacı değil, barışçı olduğu gibi, fikrî ve ilmî sahada bir kalb-kafa çatışmasına da taraftar değildir. Buna karşılık insan enesini yenmek zorun*dadır ve nefsanî arzuları ile mücadele etmelidir. Üstadın hücum ettiği felsefe, ma*teryalizm, ateizm ve natüralizm, sofestaiyye gibi ateist ve nihilist cereyanlardır. Fa*kat bilhassa modern ve çağdaş Batı felsefesi hakkında çok etraflı tetkikatta bulun*madığı için, zaman zaman bütün felsefî faaliyetleri aynı kefeye koymuş olması muhtemeldir. Dolayısıyla materyalizm ve ateizm gibi akımlarla mücadele eden di*ğer birtakım felsefî görüşlerden teferruatıyla haberdar olamamıştır. Halbuki bu mü*cadelede dayanılan delillerin ve fikirlerin pek çoğu idealizm, spiritualizm gibi çeşitli akımlara mensup kimselerin ileri sürdüğü delillerdir.
Üstadı felsefî açıdan yeniden yorumlama
Öyleyse, günümüzde Gazzalî’yi anlamadan ona dayanarak, Bediüzzaman’ı iyi tetkik etmeden ona isnad ederek, felsefeye karşı çıkmanın yeri ve mânâsı yoktur.
Üstad da bir mütefekkirdir. Hatta bir ölçüde bir filozoftur. Çünkü çeşitli konu*larda kendisine has fikirleri vardır. Nitekim bugün Risale-i Nur talebelerinden bazıları onun fikirlerini felsefî ve aklî yönden temellendirmek ihtiyacını duymuşlardır. Me*selâ Safa Mürsel “Euzu billahi mine’s-siyâse” (Siyasetten Allah’a sığınırım) diyen bir zâtın siyasî fikirleri hakkında “Bediüzzaman’ın Devlet Felsefesi” adlı hacimli bir kitap yazmıştır. Bu da gösteriyor ki, Üstadın, felsefeye rağmen felsefî fikirleri vardır. Bunlar ontoloji, teoloji ve epistemoloji gibi, ahlâk gibi, çeşitli alanlarla ilgili olabilir. Bunların ayrı ayrı incelenmesi lâzımdır.
Çünkü felsefî düşüncenin gelişmesine ve onun geleneğinin yeniden kurulup yerleştirilmesine eskisinden daha çok ihtiyacımız vardır. Başka türlü sağ ve sol taas*suptan kurtulmanın imkânı yoktur.
İlim ve dinin imtizaç ettirilmemesinin kötü sonuçları
Eğer ulemanın taassubu olmasaydı, 1572’de Batıdan da ileri bir rasathane kuran Takiyeddin’in rasathanesi on sene sonra topa tutulup yerle bir edilir miydi? Halbuki o, Batılılardan 35 sene evvel teleskopu bulmuştu. Onun ilmî çalışmalarının değerini anlayacak bilim adamı o dönemde çıkmamıştı. Bu taassup ancak, felsefî düşüncenin serbest olması ve serbestçe gelişmesi ile aşılabilirdi. Bu meselenin çözümü bugün de böyledir. Bizi İslâmiyet geriletti diyenler, laik sisteme rağmen, yüz senedir dinî bir baskı sözkonusu değilken, yeni bir felsefî görüş ve Batıda münakaşa konusu olabilecek fikirler ortaya koyamamışlardır. Felsefî düşünce geleneğini kaybettiğimiz için Batıdan aktardığımız felsefe sistemlerinin derinliğine inemeden en üstün hakikat olarak onları görmüşüz ve sığlıktan, yüzeysellikten kurtulamamışız. Bir uçtan öbü*rüne, bir taassuptan diğerine kaymışız. Halbuki düşüncesiz, fikirsiz, ilimsiz ne iler*leme olur, ne de medeniyet! Çünkü felsefî fikirlerdeki ilerlemeler, hep yeni birşey bulmak ve nesnel dünyaya dair yeni bir görüş ve teori geliştirmek ve onları eskile*rin yerine ikame etmek gayretinin neticesidir.
Bu bakımdan bu sempozyumu ve burada böyle bir konunun konuşulmasına fır*sat verilmesini, Üstadın yeniden yorumlanmasına kapı açılmasını, onun tabulaşma*sının önlenmesi faaliyetlerini takdir ve teşekkürle karşılıyorum. Felsefî düşüncenin ve onun geleneğinin taassuptan uzak bir şekilde yeniden kurulmasının yolu da bu*dur. Yoksa, düşünmemekle, her düşüneni peşinen mahkum etmekle yükselemeye*ceğimiz gibi, kendimizi korumamız da mümkün olmaz. O zaman da düşünen toplu*lukların manevî ve fikrî esiri olmaktan kurtulamayız.
____________________
1 Prof. Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY
1937’de Ermenek’in Kafranlı Dindebol köyünde doğdu. Aslen Taşkent’in Bolay köyünden*dir. İlkokulu Bolay’da, ortaokul ve liseyi Konya’da okudu. 1961 yılında Ankara Üniversitesi İla*hiyat Fakültesini bitirdi. On yıl kadar orta dereceli okullarda öğretmenlik yaptı.
1967 senesinde Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Irak’a tetkikler yapmak üzere gönderildi. Mart 1971 yılında A. Ü. İlahiyat Fakültesine Felsefe Tarihi asistanı olarak tayini çıktı. “Aristo Metafiziği ile Gazâlî Metafiziğinin Karşılaştırılması” isimli doktora tezi ile felsefe doktoru oldu. 1980’de “Emile Proutroux’da “Zorunsuzluk Doktrini” adlı tezi ile doçent oldu. 1987’de Hacet*tepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesine Felsefe Tarihi profesörü tayin edildi. Halen aynı fakültede çalışmaktadır. Evli ve dört çocuk babasıdır.
Başlıca yayınlanmış eserleri şunlardır:
1) Türkiye’de Ruhcu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi (4. baskı, Ankara, 1995).
2) Felsefî Doktrinler Sözlüğü (5. baskı, Ankara, 1990).
3) Aristo Metafiziği ile Gazâlî Metafiziğinin Karşılaştırılması (4. baskı, İstanbul, 1994).
4) Emile Proutroux’da Zorunsuzluk Doktrini (İstanbul, 1989).
5) Ferid Kam (Ankara, 1988).
6) Bilimin Değeri Meselesi (H. Poincare’nin “Son Düşünceler” kitabının başında, İstanbul, 1986).
2 Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, (Sözler Yayınevi, İst. 1978), s. 11.
3 Bryan Magee, Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, s. 148-149.
4 Münazarat, s. 72.
5 Mektubat, s. 190.
6 a.g.e., s. 191.
7 Sözler, Onüçüncü Söz, s. 131.
8 Sözler, Lemeât, s. 690.
9 Lem’alar, s. 106.
10 Sözler, Otuzuncu Söz, s. 502.
11 Nisa, 4: 79.
12 Bakara, 2: 286.
13 a.g.e., s. 28.
14 bkz. Faydacılık, s. 26-27, İst. 1986.
15 bkz. Sosyal Determinizm Çeşitleri ve İnsan Hürriyeti, s. 19, İst. 1958.
16 Bakara, 2: 138.
17 Sözler, Otuzuncu Söz, s. 507.
18 Felsefeye Giriş, s. 327, İst. 1958.
19 a.g.e., s. 309, ikinci dipnot.
20 Mektubat, s. 413.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN TASAVVUF DEĞERLENDİRMESİ
BİLAL KUŞPINAR1
Said Nursî’nin, sunacağım tebliğin büyük bir bölümünü dolduracak olan, tasav*vufî tarikler ve doktrinler ile ilgili değerlendirmesi hakkında konuşmaya geçmeden önce, onun tasavvufa yönelik genel tavrına ilişkin bir mukaddime kabilinden birkaç önemli mülahazayı serdetmek istiyorum. En başta, Bediüzzaman Said Nursî, İslâmî çalışmaların dilden felsefe ve mistisizme kadar uzanan hemen hemen tüm konula*rına vâkıf önde gelen ilim ehlinden biriydi. Yazıları, kaleminin derinliğini ve zekâsı*nın keskinliğini ortaya koymaktadır. Kendi zamanının ve bugünün entellektüel ve manevî hayatı için ilham kaynağı teşkil ettiği görülen fikirleri-şüphesiz, bu durum, okumuş kesimin ona muhatabiyeti ölçüsünde gelecekte de aynı şekilde devam ede*cektir-onun bağımsız bir İslâm düşünürü ve âlimi olduğunu isbat eder. Onun eserlerine dayanarak, kendisini yalnızca olgularla ve hakikatlerle haşir-neşir olmakla kalmayıp, onların analitik açıklamalarıyla da haşir-neşir olan ve bu açıklamalarında pek çok kez zamanın ihtiyaçlarına karşı çareler ve devalar sunan kapsamlı ve kuşa*tıcı bilgi sahibi bir âlim olarak tasvir etme eğilimindeyim. O halde, benim naza*rımda, Nursî tarafından formüle edilen herhangi bir fikir, hepsi de şüphesiz onu çok derinden etkilemiş bulunan hayatı, karakteri, çevresi ve ortamıyla irtibatlı bir şekilde çalışılmalıdır. Dolayısıyla, onun İslâm mistisizmine dair düşüncesinin muvafık bir an*latımını sunacak herhangi bir teşebbüs, ilk önce, tarihsel eserler ışığında onun arka planının baştan başa incelenmesini; ve sonra, tüm yazılarının, bu hayırlı vesileyle sözkonusu alanda çalışmaya başlamış bulunan benim gibi bir kişinin kapasitesini aşan tam bir tetkikini gerektirir. Bu yüzden, takip eden satırlarda, baştan savma bir tas*virden ziyade, onun tasavvufa dair fikirlerini arzetmek arzusundayım.
Başlangıç noktası olarak seçtiğim, Nursî’nin şahsî hayatı hakkındaki birkaç mani*dar anekdot göstermektedir ki, o, Kur’an ve Sünnetten beslenen tüm tasavvuf ekollerine çok hürmetli bir tavır takınmış olsa da, onlardan hiçbirini temsil etme*mektedir. Onun için önemli olan, ister istemez belirli bir tasavvuf tarikine girmek değil; bundan ziyade, hakikatlere erişmektir. Bu hususu, İmam Rabbanî ve Müced*did-i Elf-i Sâni olarak bilinen-onun ayrıca Nakşibendî tarikatının kahramanı ve gü*neşi diye tarif ettiği-Şeyh Ahmed Sirhindî’nin (971/1563-1034/1624) en dikkate değer sözlerinden birini iktibas ederek temellendirmiştir: “Hakaik-ı imaniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta mürec*cahtır.”2 Aynı zamanda, Nursî, yine Sirhindî tarafından belirtilmiş bulunan şu ger*çeği de teslim eder: “Hem bütün tarikatların gayesi ve neticesi, hakaik-ı imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.”3
Hakikate erişmek için bir yol arıyor olduğu eski günlerinde, teessüfle belirttiği üzere, zor zamanlar geçiriyordu. “Gafil kafası”na müthiş darbeler inmekteydi. Bu dayanılmaz durum onu, kaçınılmaz bir vâkıa olarak “ölüm haktır” gerçeğini düşün*meye sevketti. Bu psikolojik hastalığını tedavi edecek bir yol ve bir kurtarıcı arayışı içinde bir tereddüt dönemi geçirdi. O vaziyette iken, Şeyh Geylânî’nin Futuhu’l-Gayb ve Şeyh Sirhindî’nin Mektubat adlı eserleriyle tefe’ül etti. Bu son kitabın te*fe’ülünde, Mirza Bediüzzaman’a hitab eden bir girişten sonra, İmam Rabbanî’nin aşağıda zikredeceğimiz tavsiyesini gördü (Nursî’yi hayrete sevkeden husus, bütün kitapta Bediüzzaman kelimesinin yalnız iki yerde bulunması ve ikisinde de babasının adı olarak Mirza’nın geçmesidir): “Tevhid-i kıble et. Yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma.”4 Bu irşad sayesinde, Nursi ruhunu bulunduğu şaşa*kalmış, mütehayyir durumdan kurtardı, ve böylece, kalbi en sonunda şu hak nok*tada huzur ve tatmin buldu: Tasavvuf tariklerinin en yüce mürşidi ve tüm üstadları*nın menbaı Kur’an’dır. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Dahası, belirttiği gibi, hepsi Kur’an’dan gelen o Sözler veya Nurlar, yalnız akla ait ve akıldan ibaret meseleler değil, aynı zamanda kalb ve ruha da hitab eden meselelerdir. Dolayısıyla, herhangi bir düzeyde hakikati derketmek isteyenler, ilk önce ve en başta tam bir dikkatle bir*likte ihlas ve halis bir niyetle ona müracaat etmelidirler.
Nursî’nin, iki muazzam eseri olan Sözler ve Mektubat’ın her tarafına yayılmış bulunduğu görülen, mistik yola ilişkin değişik konulara dair tafsilatlı müzakeresinden hareketle, benim yapıcı-dinamik bir tasavvuf (constructive-dynamic tasavvuf) diye adlandırdığım şeyi teşkil edebilen hususun ışığında, birkaç önemli prensibi çıkartabi*liriz.
İlk olarak, tasavvuf, tarikat, velayet ve sufi tarikinde manevî yolculuk (seyr-i sü*lûk), Nursî’ye göre, genel kabul görmüş nosyonlardır, ve her biri kendi içinde, sezgi ve ilhama mazhar olan ehl-i zevk ve keşf’ in eserlerinde geniş bir şekilde tarif edilen kudsî bir hakikatı barındırmaktadır. Onun kendine özgü berrak tanımlama*sıyla, tasavvuf ve tarikat-şayet daha teknik anlamda kullanılırsa, yani, bir kurum olarak-“ulvî bir sırr-ı insanî” ve bir “kemal-i beşerî”dir; ve onun başlıca hedefi ve maksadı marifet’tir ve Hz. Muhammed’in miracının gölgesinde kalb ayağıyla bir manevî yolculuk (seyr-i sülûk-u ruhanî) neticesinde imanın hakikatlerine zevkî (sezgisel), halî (fiilî), ve bir derece şuhudî olarak imanın ve Kur’an’ın hakikatlerine mazhariyettir.5 Diğer bir deyişle, tasavvuf insanı en sonunda Kur’an’da beyan edilen hakikatlerin tecellisine ulaştıran uzun bir manevî yolda seyahat ettirerek ke*male ulaştırmayı hedefler. Bu seyahat, Nursî’nin tarif ettiği üzere, “kâinatın hadsiz hakikatinin tecellisinin çekirdeği ve merkezi” olan kalb vasıtasıyla gerçekleşir. Bir anlamda, insanı kâinattaki herşeyi içinde barındıran bir indeks” (fihriste-i câmia) ya*pan kalbdir. “Mikrokozmos” (âlem-i sağir) kavramını çağrıştıran “fihriste-i câmia,” tasavvuf ehli arasında yaygın bir şekilde kullanılan ve esasen Ali ibn Ebi Tâlib’e at*fedilen bir kavramdır. Ve o kalbin Fâtırı insanın insanın kalbini işlettirmesini ve bil*kuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ister. O öyle irade ettiği için, kalbin, akıl gibi, manevî seyahat esnasında ancak Allah’ı anma (zikr-i ilâhî) vasıtası olarak işletti*rilmesi gerekmektedir; tâ ki, iman hakikatlerine teveccüh etsin.
Kalbin mistik yolda gidebilmesi için, Nursî, Allah’ı zikretmenin yanısıra tefekkürü de ekler. Onun için, bu iki unsur, manevî (ruhanî) terakkinin anahtarıdırlar. Çünkü onlar, âhiret için taşıdıkları sınırsız faydalarından başka, dünyada huzura kavuşmanın da kaynağıdırlar. Dahası, onlar toplum hayatının dağdağasından ve ağır yüklerinden bunalan, bu yüzden ücra köşelerde yalnız bir hayat yaşamak isteyen insanlara ezelî bir teselli ve ünsiyet kazandırır. Şehir veya cemaat hayatı içindeki sosyal toplantılar bile sonsuza dek sürecek bir ünsiyet, dostluk ve teselli veremez, ancak ve ancak geçici bir avunma temin edebilir. O halde der Said Nursî, bu arzu ve tercih edilme*yen şartlar dahilinde yaşayan insanlar, hakiki teselliyi, ciddi ünsiyet ve alâkayı, ger*çek zevki Allah’ı zikir ve tefekkürde bulurlar. Böylece, yalnız olmadıklarını, Allah’ın her yerde hâzır olduğunu, ve hayatın yalınz Allah’la anlamlı olduğunu gerçekten anlarlar.
Nübüvvetle velâyet arasında aslî bir bağ vardır; biri diğerinin mütemmimi, ta*mamlayıcısı olarak gözükmektedir. Nursî’ye göre, “Velâyet, bir hüccet-i risalettir; tarikat bir bürhan-ı şeriattır.”6 Dahası, velâyet, nübüvvet tarafından tebliğ olunan sırlar yüklü iman hakikatlerini, kalbin tefekkürü ve ruhun sezgisi vasıtasıyla aynelya*kîn derecesinde idrak etmekle kalmaz, hepsini tasdik de eder. Yine velâyet ve tari*kat, nübüvvetin ve şeriatın bir delili ve hücceti olurlarken, İslâm’ın kemal sırrını ve onun nurlarına ulaştıran vasıtaları sunarlar; ki, her ikisi, insanlık için terakki kaynağı (maden-i terakkiyat) ve feyz pınarının başıdırlar (medar-ı tefeyyüzat).7 Daha da ötesi, hususan tarikat, mühim ve ulvî değerlerinden ve manevî sonuçlarından başka, İslâm âlemi içerisinde uhuvvet ve kardeşliğin güçlendirilmesinin en etkili vasıtası olarak hizmet görmektedir.
Nursî, diğer tarafta, sahabilerle velîlerin mevkilerine ilişkin sorulardan birine ce*vap verirken, ilk olarak şunu gösterir: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat arasında, sahabile*rin, Peygamberden sonraki tüm insanlardan üstün olduğu hususunda bir icma var*dır, ve bunu izah sadedinde üç hikmetli açıklama sunulmaktadır. Ben yalnız birini belirtmek istiyorum. Zira bu, konumuzla doğrudan ilgilidir. Bu hususî açıklamada, Nursî, mutasavvıfların çok derin anlamlar yüklü dilini kullanarak, Peygambere sahabi olmayı, yani sohbet-i nebeviyeye katılmayı en başta iksire benzetir:
“Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, sene*lerle seyr ü sülûka mukabil hakikatın envarına mezhar olur. Çünki; sohbette in*sibağ ve in’ikâs vardır. Malumdur ki, in’ikâs ve tebaiyyetle, o Nûr-i A’zam-ı Nü*büvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyyeti ile, öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdan*dır ki, en büyük velîler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hatta Celaleddin-i Süyûtî gibi, uyanık iken, çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resul-i Ek*rem (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki; sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahme*diye (a.s.m.) nûriyle, yani Nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. EvliyHalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm’ı görmeleri, velâ*yet-i Ahmediye (a.s.m.) nûriyle sohbettir. Demek Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) cihetindedir; Nübüvvet itibarıyla değil. Madem öyledir; nübüvvet dere*cesi velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.”8
Bu bakımdan, Nursî’ye göre, Peygamberin sahabilerinin tüm velîlere üstünlüğü hem Peygamberin eşsiz vazifesi, hem de onun ulvî şahsiyeti cihetiyledir. Bu, yuka*rıda iktibas ettiğimiz metnin takip eden satırlarında daha açık bir biçimde vurgulanır.
Tasavvufun sebeb-i vücudunu ve önemini böyle beliğ ve muhkem bir şekilde ortaya koyduktan sonra, Nursî, kendini manen tarikata karşı daima düşmanlık gös*teren belirli insanların olumsuz tavırlarına cevap vermekle yükümlü görür. Bu kabil insanlar arasında, bilhassa iki grubu hedef alır: Onun, tasavvufun tenvir edici nurları*na körlüklerinden dolayı sapkın fırkalar (fırak-ı dâlle) diye isimlendirdiği fırkaları içe*ren ilk grup, elinden geldiğinde tasavvufun red ve inkârı cihetine gitmiştir. Bunu yaparken, yalnız kendilerini bu önemli yoldan mahrum etmekle kalmamış, başkala*rının da mahrumiyetine sebep olmuşlardır. Yine de, Nursî’nin asıl alâkadar olduğu ve rikkatine dokunan grup, bu grup değildir; çünkü onların kendi körlüklerinin bir sonucu olarak tasavvufu red ve inkârına kalkışmaları bir derece anlaşılabilir. Bununla birlikte, asıl elem veren, veya bizatihî onun ifade ettiği üzere, “en ziyade medar-ı teessüf” olan grup, münhasıran Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate mensup belli insanlardır. Bu cemaat içerisinde Nursî iki grubu diğerlerinden ayırır. Bunlardan birini yalnız lâfza veya zâhire bakmakla yetinen zâhirî ulema, diğerini bir kısım “gafil ehl-i siya*set” oluşturur. Her iki grup da, tarikat mensupları arasında güya gördükleri, dinin emirlerinin tatbiki noktasındaki suiistimalleri ve hataları ve bazı ehl-i tarîkin Ehl-i Sünnet itikadına muvafık düşmeyen görüşlerini bahane ederek bu mühim ilham kaynağını ve âb-ı hayatı kapatmak ve tahrip etmek için ellerinden geldiğince çalış*maktadırlar. Her hâlükârda, hatasız ve kusursuz meslekler, meşrebler çok az bulu*nur; dolayısıyla der Nursî, hürmet duyulan bir müntesibi tarafından işlenen bir kusu*ra bakarak belli bir tarikatı yargılamak insafsızlık olacaktır. Kaldı ki, böylesi hatalar ve yanlışlar ekseriya tarikatın üstadları veya o tarikatın âdâb ve usulüne tamı tamına yapışmış müridler tarafından değil, gerçek anlamda sülûk etmemiş durumdaki ehil olmayan acemi insanlarca işlenmektedir.9 O halde, yanlış bir surette tarikat namı verilmiş bulunan belli grupların ve kesimlerin davranışlarıyla ilgili kötü ve çirkin hallerden dolayı tasavvuf tariki suçlu gösterilemez; gerçekte onlar şeriatın sınırları*nın çok ötesine düşmektedirler. Bu bakımdan, hususî bir “tarikat”ın yanlışının diğer tüm tasavvuf ekollerini kapsar şekilde genelleştirilemeyeceği, bunun açık bir yanlış olduğu ortadadır.
Bir sonraki adımda, Nursî tasavvuf tarikinin daha derunî boyutlarını ve psikolojik mertebelerini tahlile başlar. En başta, tasavvuf tarikindeki bir manevî seyahate gi*rişmenin çok sırlar yüklü ve çok kıymetli olmakla beraber çok dar ve tehlikeli oldu*ğunu kaydeder. Onun bu hadsiz zorluklarından dolayı, o yolda sülûk edenler bazan boğulur, bazan zararlı düşer, bazan döner başkalarını yoldan çıkarır. Hepsinden öte, bu yol uzun, dar ve çok tehlikeler yüklü bir yoldur.
Bu noktada, daha evvelki tasavvuf şeyhlerinin geleneksel doktrinlerini sıkı sıkıya takip eden Nursî, tasavvuf tarikine intisap etmiş bir mistiğin psikolojik seyahatini (sülûk) iki istikamet dahilinde özetler. Diğer bir deyişle, mistik yolculuk, Nursî’nin nazarında, iki şekilde gerçekleştirilebilir:
(i) seyr-i enfüsî (dikey yolculuk; “iç âlemi seyr”),
(ii) seyr-i âfâkî (yatay yolculuk; “kâinatı seyr”).
İlk meşrebde, mistik yolculuk nefisten veya eneden başlar. Sâlik, zahirî ve haricî gerçeklikten gözünü çeker, münhasıran kalbe yönelir. Burada mistik enaniyeti deler geçer, kalbinden bir yol açar, öylece hakikatı bulur. Sonra, âfâkî âleme döner, o vakit âfâkı nuranî görür. Seyrini tamamladıktan sonra, mistiğin kendi iç dünyasında veya nefsinde gördüğü hakikat, daha geniş bir dairede dünyada da görünür. Bu, Nursî’nin dediği gibi, Allah’ı içten gizlice anma, yani “zikr-i hafî” usulünü tatbik edenlerin yoludur. Bu usülün en önemli esası şu üçlü formülde yatmaktadır: enani*yeti kırmak, dünyevî ihtirasları (hevayı) terketmek, ve asi nefsi (kötülüğü emreden nefsi, nefs-i emmareyi) öldürmek.10
İkinci yola, yani yatay yolculuğa, seyr-i âfâkîye gelince; mistik yolculuğuna ha*ricî dünyadan başlar, ve orada Allah’ın Güzel İsimlerinin (Esma-i Hüsna-i İlâhiye) te*cellilerini gördükten sonra, kendi iç dünyasına, yani bu tecellilerin nurlarının küçük bir ölçekte göründüğü kalbine döner. Bu aşamada, kalb “âyine-i Samed,” yani herşey O’na mutlak anlamda muhtaç olup O hiçbir şeye muhtaç olmayan Zât’ı bildi*ren ve tanıtan bir ayna olduğunu görür; böylece mistik aradığı maksada erişmiş olur.
Nursî’nin İslâm’a dair topyekün kavrayışı içinde, tasavvuf üçüncü sırayı alır. Eğer sıralamayı belirtmek gerekiyorsa, ilk olarak Kur’an ve ikinci olarak Peygamberin Sünnetinden sonra gelir. Tasavvufa veya tarikata girmeden önce, insan kendini ebedî saadete ulaştıracak yegâne yol olan iman açısından emniyet ve muhafaza al*tına almalıdır. Öyle ki, ona göre, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (Gavs-ı A’zam olarak bilinir, Kâdirî tarikatının kurucusu, 470/1077-561/1166), Şâh-ı Nakşibend (Mu*hammed Bahaüddin Nakşibend, Nakşibendî tarikatının kurucusu, öl. 791/1389) ve İmam-ı Rabbanî gibi büyük sufi üstadlar eğer bugün yaşıyor olsaydılar, tüm gayretlerini ve çalışmalarını iman hakikatlerinin ve İslâm esaslarının tahkim ve takvi*yesine sarfedeceklerdi. Çünkü ebedî saadetin kaynağı ve medarı onlardır. Tasavvuf tarikine girmeksizin cennete giden sayısız insan olduğu halde, imansız cennete giren yoktur. Bu noktada, tasavvuf insanın o olmadan da yaşayabileceği bir meyve hük*münde olduğu halde, İslâm insanın onsuz asla yaşayamayacağı temel bir gıda olan ekmek gibidir.11 Eskiden, bir insan kırk günlük, hatta bazan kırk yıllık bir seyr-i ruhanî ile ancak iman hakikatlerine vasıl olabilirken, şimdi, Nursî’ye göre, Allah’ın rahmetiyle insanı bu hakikatlere kırk dakikada eriştiren bir yol varsa, ona karşı lâ*kayd kalmamak gerekmektedir.12 Kendisinin tasavvuf dersi verip vermediğinin sual konusu edildiği diğer bir yerde, şu mealde bir cevap vermektedir: “Zarurî ve elzem olan İslâm’dır; zaman tarikat zamanı değil.”13 Bu bağlamda, tasavvuf dersi veriyor ve bir tarikat kuruyor olmakla itham edildiğinde, daima hakikat ve imanla alâkadar olduğu cevabını vermesi de zikredilebilir.14
Nakşibendî tarikatının insanın dört şeyi, dünyayı, âhireti (ukba), varlığı (hestî) ve terk etme fiilini terketmesi (terk-i terk) veya bunlardan vazgeçmesi şeklindeki bir düsturunu mütalaa ederken, daha sonraları Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhud gibi sair tasavvuf doktrinlerine karşı kendi orijinal tasavvuf doktrininin temel taşlarını teşkil edecek olan şu dört şey hatırına gelecektir: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak ve şevk-i mutlak.15
Nursî’ye göre, her hak er veya geç Kadîr-i Mutlak olan Allah’a ulaştırır; ve tüm gerçek ve hak yollar, Allah’a ulaştırma noktasındaki seyrinin uzunluğu veya kısalığı bir yana, nihaî olarak Kur’an’dan çıkarılmıştır. Bu, bir yolun, usulünü ve irşadını Kur’an’dan alması ölçüsünde hak ve kabule mazhar olduğu anlamına gelecektir. Nursî’nin kendi yolunu ilgilendirdiği cihetten bakılırsa, bu yolun bütün vasıtaları Kur’an’a dayalıdır, ve bu yol diğerlerine göre nisbeten kısa ve daha selametlidir. Onun tariki, dört terakki mertebesini ihtiva eder. Başlangıç noktası olarak acz vardır. Ardından, fakra ve şefkate dair iki ara mertebeden geçilir. Ve son olarak, tefekkür ile zirveye erişilir. Her bir mertebe, Nursî tarafından, Allah’ın ayrı bir isim ve sıfatına, ayrı bir vechine eriştiren bağımsız bir yol olarak da mütalaa edilmiştir. Meselâ, acz onun herşeyi kuşatan muhabbetine; fakr küllî rahmetine; şefkat Onun mutlak şefkatine; ve tefekkür herşeyi kapsayan hikmetine eriştirir. Dört aşaması, dört “hatve”si bulunan bu tarik, Nursî’nin gösterdiği gibi, diğer tasavvuf tariklerin*den; yani, meselâ, on mertebesi bulunan ve Allah’ı zikrin gizlice, içten ifa edilmesi*ni öngördüğü için hafi tarikler diye karakterize edilen tariklerden veyahut böyle yapmak yerine açıktan açığa zikri esas tutan ve bu yüzden cehrî tarikler diye bili*nen, yedi mertebeyi içeren tariklerden ayrılır. Kendi tarikinin bu farklılığından dola*yı, Nursî onun bir tasavvuf tarikatı olmadığını, fakat esasen insanın Allah’a karşı aczi*ni, fakrını ve kusurunu görmesi ve göstermesini hedefleyen bir hakikat ve şeriatın bir ifade tarzı olduğunu düşünür.
Nursî’nin orijinal yolu, daha önce belirtildiği gibi, menşeini ve esasını Kur’an’dan almıştır ve sebatla terakkiye vesile olacak dört adımı atarak ilerler. Bu dört adımın her biri, kısaca şu şekilde açıklanabilir:
İlk adımda, sâlikin ”tezkiye-i nefs etmeyin,”16 yani nefislerinizi temiz çıkar*maya çalışmayın âyetini ihlasla kendini olduğu gibi görmeye, olduğundan daha yük*sek görmemeye çalışarak kavraması gerekmektedir. Çünkü, Bediüzzaman’ın söy*lediği gibi, insan, cibilliyeti ve fıtratı itibarıyla daima zâtını sevmeye ve kendini medh ü sena etmeye meyillidir. Belki evvelâ ve bizzat, başka hiçbir şeyi değil, kendini se*ver; o kadar çok sever ki, onu âdeta hata ve kusurlardan beri görmek ister, ve bu yüzden nefsini ona ibadet edercesine, kayıtsız-şartsız savunur. Nitekim, Kur’an, “Gördün mü hevasını kendisine ilah edineni?”17 âyetiyle bu duruma beyan et*mektedir. İnsanın kendini böyle ölçüsüz bir şekilde yüceltmesi ise, yalnız kendisine güvenmesine ve başka herşeyi nefsine feda etmesine yol açar. Bu yüzden, sâlikin yapması gereken ilk şey, acz ve zaafını tam anlamıyla idrake çalışmasıdır.
İkinci adımda, insanın aklen ve kalben Allah’ın varlığının şuurunda olmaya de*vam ederek kendinin farkında olmayı sürdürmesi istenir. Şu âyet bununla ilgilidir: “O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlar; Allah da onları kendilerine unuttur*muştur.”18 Diğer bir ifadeyle, insanın Allah’ı unutması, Nursî’nin yorumladığı üzere, insanın kendini, ve hatta bir dereceye kadar kendi nefsini ve nefsanîliğini unutmasına yol açar. Bu şekilde, ne zaman külfet ve zahmet görse, meselâ ölümü görse, üzerine almaz, kendisi için düşünmez, başkasına verir; ve ne zaman bir zevk ve haz sözkonusu olsa, tam tersine üstüne alır ve ilk önce kendisini düşünür. İnsan, esasen kendi kötülüğü emreden nefsinden (nefs-i emmare) sudur eden böyle bir kötü alışkanlıktan ancak daima Allah’ı hatırlayarak kurtulabilir.
Üçüncü adımda, sâlik en mükemmel Varlık, Fâtır-ı Zülkemâl karşısında kendi ku*surunu görmeye başlar. Üzerinde görünen bütün güzel nitelikleri Allah’a ve bütün kusur ve noksanları kendisine hamlederek, nefs-i emmaresinin taleplerine tâbi ol*madan davranmaya çalışır. Nitekim, şu âyet bunu öğretmektedir: “Sana isabet eden her ne iyilik varsa, Allah’tandır; sana isabet eden her ne kötülük varsa, nefsin*dendir...”19 Bu mertebede, sâlik Allah’a sürekli şükreder, ve kendisini övmek yerine, tam anlamıyla mütevazi bir hayat yaşamaya başlar; o kadar ki, Nursî’nin açık bir şekilde ifade ettiği gibi, “kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, ve gınasını fakrde”20 bulur.
Sâlik, Kur’an’ın şu meşhur “Allah’ın vechi hariç herşey helâka gidicidir”21 âyetinde saklı bulunan hikmeti tam olarak kavramaya başlayınca yolculuğunu ta*mamlar. Bu çok derin anlamlar yüklü âyetin tam olarak anlaşılması, Nursî’ye göre, insanı eşyanın zahirine bakıp aldanmaktan kurtaracak, ve böylece onun eşyayı asıl vecihleri ve hakikatlarıyla görmesi kolaylaşacaktır. Diğer bir deyişle, bir şey, onun bildirdiği üzere, iki veçheye sahiptir. Biri kendine bakan mânâ-yı ismî veçhesi, di*ğeri o şeyin Yaratıcısına bakan veçhesi olan mânâ-yı harfîdir. İlk veçhesinde, o şey fanidir, mefkuddur, hâdistir, ve mâdumdur. Fakat, ikinci veçhesinde, Allah’ın isim*lerini yansıtan bir ayna gibidir; ve bu anlamda, hem bir şâhid, hem de şâhid olu*nan, yani meşhuddur, ve aynı zamanda hem vücud sahibidir (mevcud), hem de vü*cud sahibi olduğunun farkındadır (vâcid).22 Bu mertebede bir kişi enaniyetini ta*mamen bırakacak, ve dolayısıyla tüm mevcudatı Allah'a izafe etmeye muktedir ola*caktır. Ve bunun yanısıra, son olarak şunu görecektir: Vücudu Kendinden olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’un isimlerinin tecellisine bir ayna olduğu ölçüde, sonsuz bir vücud kazanmaktadır.23
Özetlemek gerekirse, bizatihî Nursî’nin çizdiği ve yürüdüğü yol, yukarıda kısaca anahatlarıyla sunulduğu gibi, tamamen Kur’ân’a dayanır, ve sair meşhur tasavvuf tariklerine nisbetle daha kısa, daha geniş, daha selametli ve daha evrenseldir. Bu yol kısadır, çünkü yalnızca dört mertebeden oluşmaktadır. Daha selametlidir, çünkü vecd halinde söylenen muvazenesiz sözlere (şatahat) ve nefsin insanı şok edici ifade*lerine asla açık kapı bırakmaz; ve bundan da ötesi, kusurunu, fakrını ve eksikliğinin idrakinde olan nefis, onun için konulmuş sınırların ötesine geçmeye kalkışamaz.25
Nursî’nin manevî tarikinin en çarpıcı özelliği, gördüğüm kadarıyla, bir şeyi yu*karıda zikredilen iki veçhe içerisinde bir ayırıma tâbi tutmasında yatmaktadır-bu ayrımı yaklaşık olarak olgusal (phenomenal; mânâ-yı ismî) ve varoluşsal (vücudî, existential; mânâ-yı harfî) şekline getirebilirim. Nursî’nin kendine özgü tasavvufî yolunu, Gazalî’nin genel kabul görmüş tasavvufuna büyük ölçüde yaklaştıran bu ayırımdır. Bunun beraberinde, onu İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücud’undan kesinkes ayrı ve farklı kıldığı kadar; bu ekole bir cevap hükmündeki, kendisinin en ziyade hürmet ettiği üstadı Ahmed Sirhindî’nin de bir mensubu olarak bilindiği mistik dü*şünce ekolünden, yani Vahdet-i Şuhud ’dan kesinlikle ve keskin bir şekilde onu ayrı ve farklı kılan, yine bu ayırımdır.
Nursî’nin eksenini Kur’an’ın teşkil ettiği tasavvufî yolunda yolculuğa başlamayı tercih eden bir kişi, Vahdet-i Vücud okulunun aksine, kâinatı “Lâ mevcude illâ Hû/Ondan başka hiçbir mevcud yok” diye hükmetmeye mecbur kalacak derecede tam bir adem olarak tahayyül etmeye mecbur kalmaz. Aynı şekilde, Vahdet-i Şu*hud mesleğinde gidenlerin hükmü olan “Lâ meşhude illâ Hû/Ondan başka şahid olunan yoktur” demeye mecbur kalacak şekilde kâinatı “nisyan-ı mutlak hapsi”ne atmaya da ihtiyaç duymaz. Her iki görüş, kâinatın ona göre gerçek olarak mütalaa edildiği ve hiç de muhayyel (hayalî) görülmediği Kur’an’ın öğretisiyle ihtilafa düş*mektedir.26 Yahut, bunu Nursî’nin bir şeyin varoluşsal anlamıyla (mânâ-yı harfî) anlaşılması gerektiği prensibi bağlamında ele alacak olursak, Kur’an’ın gösterdiği gerçeğin ta kendisine teslim olma noktasına gelmiş oluruz; yani, kâinatta varolan herşeyin gerçekten vücudu vardır, ve onlar, somut anlamda, Allah’ın Güzel İsimle*rinin ve Sıfatlarının tecellilerini gösteren birer ayna vazifesi görmektedirler.
Dahası, varlığın birliği, müntesipleri tarafından en yüksek makam olarak düşünü*lüyor ise de, Nursî’ye göre, aslında en düşük mertebeyi temsil eder,27 zira bu görüş esasen mevcudatı mücerret hayal (mere imagination) düzeyine indirger; ve bunu yaparken, aynı şekilde, Allah’ın sıfat ve isimlerinin tüm tecellilerini-Kur’an’da ve Peygamberin (a.s.m.) Sünnetinde ders verilen hakikate zıt biçimde-gölge-misal gerçeklikler düzeyine düşürür. Açıkçası, Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’un Rahman, Rezzak, Hâlik, vs. gibi isimlerinin tümü hakikaten ve fiilen onların iktiza ettiği fonksiyonlara muvâfık bir tecelli ve tezahür mecraını gerektirirler. Bu isimlerin tümü vardırlar ve gerçektirler. Bunun yanısıra, sahabiler ve Peygamberin ailesinden gelen Ehl-i Beyt imamları gibi seçkin âlimler “Eşyanın hakikatı veya gerçek mahiyeti sabittir (Hakâi*ku’l-eşyâi sâbitetun)” ve “Cenab-ı Hakkın bütün esmasıyla hakikî bir surette tecelli*yatı var”28 diye müttefikan beyan ederek bu hakikati güçlendirmiş, tahkim ve takviye etmişlerdir.
Bununla birlikte, Nursî insanın şu hususu aklına yerleştirmesi gerektiği uyarısında bulunur: Kâinat içindeki tüm mevcutlar gerçekten var olduğu halde, onların vü*cudu, Vâcibü’l-Vücud’un vücuduna nisbeten gayet zayıf, kararsız ve karanlık bir gölgedir; fakat ne hayal, ne de vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hâlik ismiyle onlara vücud vermekte ve o vücudu idame ettirmektedir.29
Bunun yanısıra, mutlak biçimde ve kesinlikle beşerî idrâkin ötesinde olan Ce*nab-ı Hakkın, ister gözle görülen mevcudat olsun, ister görülmeyen, hiçbir şey ile müşabeheti, benzerliği yoktur. Mevcudatla alâkası Hâlikıyettir. Hâlik ile mahlukatı arasındaki münasebet, İslâm’ın ele aldığı kadarıyla, Nursî’nin ustalıkla ortaya koy*duğu üzere, imanın, her biri mümkin mevcutların varlığını gerektiren altı esasına dayanır. Bu iman esasları hiçbir şeklide hayale veya hayalî varlıklara dayandırılamaz. Bu yüzden, varlığın veya şuhudun birliğiyle garkolmuş biri, yani vecd halindeki bir Vahdet-i Vücud veya Vahdet-i Şuhud ehli, bu istiğrak ve sekr âleminden içinde ya*şadığımız şu âleme dönüp sahv ve itidale kavuştuklarında, önceki vahdet halini ter*ketmelidirler; aksi takdirde, harikatin zıddına hareket etmeleri mümkündür.30 Bu sebepten dolayı, Nursî Vahdet-i Vücud ehlinin “Heme Ost” (Herşey O’dur) ifade*sini, dikkatli ve itinalı bir biçimde kendi orijinal “Heme Ezost” (Herşey O’ndandır) kalıbına sokarak dönüştürür.31
Nursî’nin Vahdet-i Vücud hakkındaki değerlendirmesi, varlığın birliğinde gar*kolmuş sufilerin görüşlerine dair yorumlarında daha latif ve incelikli bir hal alır. Vahdet-i Vücud, Nursî’ye göre, hiç şüphesiz çok önemli bir mistik yol ve de haldir. Ama yine de eksiktir, ve hatta kimi zaman hatarlı ve tehlikelidir. Buna rağmen, bu hale erişen insanların pek çoğu, cezbe ve ezvakından dolayı onu bırakmak istemez; aksine, onun en yüksek mertebe olduğunu ileri sürerek, kendini orada kalmakta haklı görür. Bu insanlar, sair sufiler ve velîler gibi, hak ve hakikat ehlidir; ve özel*likle istiğrak ve sekr halinde ince sırlara, latif hakikatlere şahit olurlar. Bununla bir*likte, Nursî’nin ileri sürdüğü üzere, bu hal içinde kaldıkları müddetçe, keşfiyatlarında gördükleri şeyi yorumlayamazlar. Oysa istiğrak ve sekr gerektirmeyen daha yüksek bir mertebede bulunan asfiya kendilerini tam anlamıyla kontrol etmekte; neyi ne*rede ne anlamda kullanması gerektiğini çok iyi bilmektedir.32
Bundan da öte, Nursî, biri uykuya dalan, diğeri uyanık iki çoban örneğiyle, yu*karıda belirtilen iki durum arasındaki farkı iyice açıklar. Uyanık olan, diğerinin rüya*sını hakikate tamı tamına mutabık bir şekilde yorumlar; çünkü, uykuya dalanın ak*sine, fizikî dünya (âlem-i maddî) ile imajlar dünyasının (âlem-i misâl) arasını ayırmaya muktedirdir.33 Benzer şekilde, Vahdet-i Vücud ehli istiğrak halinde iken maddî âlemi andıran âlem-i misâlde o kadar çok latif misale şahit olur ki, sekr ve istiğrak halinden çıkıp ayıldığında ve uyandığında, bu müşahedelerini tamamen eski istiğrak halinde müşahede ettiği şekilde anlatabilir, hatta bu şekilde yazabilir. Bununla bir*likte, bu iki âlem arasındaki dengeyi tutturma noktasındaki eksikliklerinden dolayı, bunlar manevî âlemin misallerini maddî âlemin mevcutlarıyla şuursuz biçimde birbi*rine karıştırırlar. Bu sebeptendir ki, şuhud mertebeleri, Nursî’nin açıkladığı üzere, gayba iman mertebesine nisbetle çok aşağıda kalır. Açık konuşmak gerekirse, ehl-i şuhudun tüm sezgileri, keşfiyatı, müşahedeleri ve zevkleri, veraset-i nübüvvet ehli olan, Kur’ân’a ve vahye dayanan asfiya (sekr haline düşmeden hakikata muhatap olan velîler) ve muhakkikînin (tahkik ehli olan gerçek âlimler) iman hakikatlerine dair hükümlerine çok uzaktır; onlara yetişemez. Kısacası, bütün mistik haller, keşifler, zevkler ve müşahedeler Kur’ân ve Sünnet mizanıyla tartılmalıdır.34
Sonuç olarak, Nursî’nin genelde kendi tasavvuf anlayışının ve özelde Vahdet-i Vücud hakkındaki değerlendirmesinin bir hayli yeni olduğu, Kur’ân’ın özünden ve ruhundan ilham aldığı, ve onun Ahmed Sirhindî gibi öncü ve müjdecilerinin ele al*dığı bağlam içerisinde kavramlaştırıldığı hükmünü serdedebiliriz. Bununlal birlikte, onun asıl hedefi, öncekilerin yaptığı gibi, kendine özgü bir tasavvuf teorisi kurmak değildir. Bu yüzden de, fikirleri diğer sufi yazarlarda görmeye alışık olduğumuz türden, belli bir eserde konuyu belli bir yerden alıp inceden inceye işleyerek belli bir yere götürme tarzında değildir; bilakis bu fikirler, tüm eserlerinin değişik yerle*rine serpiştirilmiş vaziyettedir. Böyle küçük bir kusuru olmakla birlikte, onun oriji*nalliği, bilhassa sufi tariklerin gerçek yerini Kur’ân ve Sünneti mihenk tutarak belir*leme noktasındaki ve bir de mâsivaya, yani Allah’tan gayrı tüm mevcutlara varoluş hususunda hayalî ve vehmî değil, gerçek bir mevki vermesindeki orijinalliği kesin*likle takdir edilmesi ve kıymeti bilinmesi gereken bir tutum olarak karşımızda dur*maktadır.
____________________
1 Doç. Dr. BİLAL KUŞPINAR
1961’de Konya’da doğdu. Lisansını Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi (1983), M. Sc. ODTÜ (1987), Ph. D. (1). Selçuk Üniversitesi (1991), Ph. D. (2). McGill University, Montreal, Canada’da (1995) yaptı. 1984-85’de Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Araştırma Gö*revlisi olarak çalıştı. 1989-91’de McGil Universty Araştırma ve Öğretim Görevlisi oldu. 1993-94’de Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Yard. Doç. olarak görev aldı. 1994-95’de Mus*lim Schools of Montreal’da direktörlük ve İslâmî çalışmalarda bulundu. Şu anda Uluslararası İs*lâm Düşüncesi ve Medeniyeti Enstitüsünde (Kuala Lumpur-Malezya) Doç. Dr. ve İslâm Felsefesi Öğretim Üyesidir.
2 Mektûbat, s. 355.
3 a.g.e.
5 Mektûbat, ss. 355-6.
6 Mektûbat, s. 443.
7 Mektûbat, s. 444.
8 a.g.e., s. 445.
9 Said Nursî, Sözler, İstanbul: Envar Neşriyat, 1991, s. 489.
10 Mektûbat, s. 445.
11 a.g.e., s. 446.
12 Mektûbat, s. 41.
13 a.g.e.
14 Letters, s. 85.
15 Eskişehir mahkemesindeki müdafaası onun hiç “tarikat eğitimi” verme niyeti taşımadığını, fakat doğru*dan hakikatın talimini hedeflediğini yeterince açık bir biçimde gösterecektir. Şükran Vahide, The Author of the Risale-i Nur: Bediuzzaman Said Nursi, İstanbul: Sözler Publications, 1992, s. 240.
16 Mektûbat, s. 20.
17 en-Necm, 53: 32.
18 el-Furkan, 25: 43; el-Câsiye, 45: 23.
19 el-Haşr, 59: 19.
20 en-Nisâ, 4: 79.
21 Mektûbat, s. 460.
22 el-Kasas, 28: 88.
23 Aynı Kur’an âyetine dayanarak eşyanın benzer bir ikili ayrıma tâbi tutulması için, bkz. Gazalî, Mişkâtu’l-Envâr, ed. Ebu el-Alâ Afifî, Kahire: Dâru’l-Kavmiyye, 1964, ss. 55-56.
24 Bu fikir insanı "Allah’ın kâinattaki tecellisinin asıl medarı” olarak kabul eden ve, burada Nursî’nin yap*tığı gibi, çok beliğ bir şekilde “Cenab-ı Hakkın halifesi olan insan, sûreten hâdis, esasen ezelîdir” diye ilan eden İbn Arabî’ye kadar geri götürülebilir. (Ayrıntılı bilgi için, bkz. İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, ed. Ebu Alâ el-Afifî, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1946, s. 50 vd.; İngilizce çevirisi için The Bezels of Wisdom, çev. R.W.J. Austin, New York: Paulist Press, 1980, s. 51 vd.
25 Mektûbat, s. 460.
26 a.g.e., s. 461.
27 Bu, Nursî’nin manevî üstadlarından biri olan, ve onun gibi İbn Arabî’ye çok hürmet ggösterdiği halde onun vahdet-i vücud doktrinini sert bir dille eleştiren Ahmed Sirhindî’nin de görüşüdür. Kendini, meselâ vahdet-i şuhud doktrininin öncüsü olup, İbn Arabî’yi ve onun vahdet-i vücud doktrinini açıkça suçlayan Alâüddevle es-Simnânî’den ayıran Sirhindî, İbn Arabî’nin “Herşey O’dur” beyanının vecd halinde söylenmiş şatahat sözleri bağlamında görülmesi, ve dolayısıyla, onun bu sözünden dolayı asla ayıplanmaması gerek*tiğini söyleyerek, Muhyiddin İbn Arabî hakkında ılımlı bir yargıda bulunmuştur. Ayrıntı için, bkz. J.G.J. ter Haar, Follower and Heir of the Prophet: Saykh Ahmad Sirhindî (1564_1624) as Mystic, Leiden: Het Oosters Instituut, 1992, ss. 118-136.
28 Mektûbat, s. 85.
29 a.g.e.
30 a.g.e. (Sözler Yay. baskısı), s. 76.
31 a.g.e., s. 77.
32 a.g.e., s. 76.
33 a.g.e., s. 75.
34 a.g.e., s. 76.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’IN HAYATINDA İSLÂMA DÂVET TECRÜBESİ
MUHAMMED SAİD RAMAZAN EL-BÛTÎ 1
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Lütfuyla iyi işlerin tamamlandığı Allah’a hamd, Efendimiz Muhammed’e ve onun bütün âl ve sahabilerine salat ve selâm olsun.
Bu tebliğimde şu noktalar üzerinde duracağım:
1. Büyük İslâm dâvetçisi Bediüzzaman’ı hayatının ilk dönemlerinde siyasî faaliyet ve mücadelelerin içerisine iten faktörler nelerdir?
2. Daha sonra onu siyasetten vazgeçirip siyaset üstü bir tavır takındıran faktör*ler nelerdir?
3. İkinci tutum daha sağlıklı ve yararlı olduğuna göre, bu, bir sistem ve yönetim biçimi olarak İslâmın siyasetle alakasının bulunmadığı anlamına gelir mi? Bu büyük dâvetçinin tecrübesinden günümüz için nasıl bir ders çıkarabiliriz?
Biz bu araştırmamızda bu plana göre hareket edeceğiz. Sonunda bazı önemli ve faydalı neticelere ulaşağımızı umuyorum. Varacağımız bu sonuçları, Allah yoluna halisane dâvette bulunan zatlar bu alandaki gayretlerinde bir düstur edineceklerdir.
1) Bediüzzaman’ın hayatını inceleyen veya onun hakkında öz bir bilgi okuyan herkesçe bilinen bir gerçek hakkında sözü fazla uzatmayacağız. O gerçek de şudur: Bediüzzaman yirmi yaşından itibaren siyasetle ciddi olarak ilgilenmiş ve bu yön*temle Allah’ın yoluna dâvete yönelmiş, muhtelif insan grup ve tabakalarına İslâmın hakikatlerini öğretmeye büyük gayret göstermiştir.
Fakat Bediüzzaman’ı tanıyan herkesçe bilinen bu gerçeği bir yana bırakarak başka bir noktaya geçiyoruz. O da, İslâmî gayretlerinin ve dâvet faaliyetinin çok erken dönemlerinde onun siyasete olan bu yönelişinin arkasındaki faktörlerin ne ol*duğu sorusunu sormaktır.
Ben bu sorunun cevabı üzerinde durdum ve onu buna sevkeden gerçek faktör ve olguyu gösterecek cevap üzerinde düşündüm. Sonunda kesin kanaatım geldi ki, bunun arkasındaki hikmet özetle şudur:
Kendine güven ve izzet-i nefsini rencide ettirmeme duygusu Üstad Bediüzza*man’ın İslâmı araştırmaya özenle başladığı anla birlikte doğmuştur ve ikisi ikiz kardeş gibidir. Bu iki hassasiyet merhumun hayatının ilk yıllarında aynı anda ortaya çokmış*tır. Bu sebeple gençliğinin büyük bir bölümünü Müslümanların ve İslâm dâvâsının problemleri üzerinde düşünmekle geçirmiştir. Bunu yaparken izzet-i nefis ve ken*dine güven rengiyle boyalı ruhunun penceresinden meselelere bakmıştır. Bediüz*zaman Hazretleri Emirdağ Lahikası’nda değişik vesilelerle buna işaret etmiştir. Özel*likle “Büyük bir velinin itirazları ve buna cevaplar” başlığı altında bazı hakikatleri açıklarken bu noktaya parmak basmıştır.
Evet, gerçekten o ne gençliğinde, ne de yaşlılığında bir gün bile Allah yoluna dâveti nefsanî arzularını tatmin veya şahsî emellerini gerçekleştirmeye alet etme*miştir. Fakat gençliğinin ilk yıllarından itibaren varlığını hissettiren karekteri onu, kendisinin eşi benzeri az görülmüş üstün vasıflarına, yüksek kişiliğine ve engin ma*lumatına hayran kalan bazı önemli şahsiyetlere dayanmasına sevketmiştir. Miran aşi*reti reisi Mustafa Paşa ve Üstadla sağlam bir dosluğu bulunan Bitlis Valisi bu şahsi*yetlerden iki örnektir. Sözü edilen vali onun nadir görülmüş ilmî ve fikrî kişiliğine hayrandı. Üstad da o validen gördüğü bu izzet ve ikram sebebiyle ona biraz mey*letti. Hiç kuşkusuz bu izzet ve ikram hayatının o döneminde onun yüksek ve izzet dolu kişiliği için bir meyil ve hoşnutluk kaynağı olmuştur.
Üstad ile kendisine hayranlık gösteren bu tür şahsiyetler arasındaki bu alakalar siyasetin hakim olduğu bir ortam ve atmosferde doğmuştur. Özellikle İttihad ve Terakki’nin faaliyetlerinin büyük bir heyecanla yürütüldüğü, hasta olan Hilafet-i İs*lâmiye aleyhinde hile ve tuzakların kol gezdiği o dönemde, birbirinden farklı ve hatta zıt da olsa bütün hareketlerin arkasındaki faktör, siyasî etkenlerdi. Bediüzza*man da sözkonusu mücadelenin tam ortasında yaşıyordu. Bu sebeple İslâma yö*neltilen planlara karşı onu korumaya gayret ederken aynı etkenlerden yararlanması ve hedeflerini, belirttiğimiz sebeplerden dolayı kendisini içinde bulduğu ve âdeta kuşatıldığı aynı atmosferde gerçekleştirmesi gerekiyordu.
Onu İttihad ve Terakki grubuyla, bu grubun kullandığı aynı taktik ve silahla mü*cadeleye ve onları yıkıcı hedeflerine ulaşmaktan alıkoymaya sevkeden buydu. Üs*tad merhum, İttihadçıların kullandıkları aynı sloganları kullanıyordu. Bunlar da hürri*yet, kardeşlik ve eşitlikti. Fakat o, sözkonusu sloganları İslâm şeriatı ve inancına bağlama noktasına ısrarla dikkat çekti. Sonra şiddetle bu noktaya parmak bastığı ateşin hitabelerde bulundu ve makaleler neşretmeye başladı. O, bu siyasî tutumunu şöyle ilan ediyordu:
“İslâmiyetin tarif ettiği hürriyete iltica etmezsek, istibdat ve istibâda maruz ka*lırız ve insanları hürriyet adına fitnenin kucağına atar, çok yakında bu hürriyete kurban oluruz.”
Bu siyasî yöntem, insanları İttihadçıların kafasındaki tehlikelere karşı uyarmak için en uygun yoldu. Bu şekilde İttihadçılar da, hiçbir bahaneyle onu muaheze edemiyordı. Çünkü kendilerinin kullandığı sloganların aynısını dile getiriyordu.
Böylece Üstad kendisini dört bir yandan saran siyasî bir ortamın içinde bul*muştu. Bu da kendisiyle birçok siyasî fikir sahipleri arasında doğan dostluklardan ileri geliyordu. Üstad izzetine olan düşkünlüğünden ve bu dostlukların bu hissine destek vermesinden dolayı bunu sürdürüyordu.-İhlaslı bir dâvetçi ve hatta Allah’ın dininin ateşli bir savunucusu olması hasebiyle-bu atmosferde de İslâmî dâvet ve faaliyet*lerini mutlaka devam ettirmesi ve aynı siyaseti dine ve dinî hakimiyete karşı hile ve tuzak siyasetine karşı bir siper ve kalkan olarak kullanması gerekiyordu.
2) Bu yorum, Üstad Bediüzzaman’ın takip etmek üzere atıldığı siyaset yolunun gerekçelerini ifade ediyor gibidir. Son derece zekî ve ileri görüşlü olan Bediüzza*man’ın, insanlar nezdinde mergub ve makbul sloganlara ulaşmak için İttihadçılarla yarışıp onlardan önce bunlara el atarak, sözkonusu grup bunları yıkıcı ve baskıcı hedeflerine âlet etmeden önce bunlara İslâmî bir kisve giydirmeye çalışması gayet mantıkî ve makul bir durumdur.
Daha sonra bu yolu terkedip bu maslahatları ihmal etmesine sevkeden nedir? Buna alternatif olarak hangi metoda yönelmiştir?
Hiç şüphesiz, onu bu metoddan vazgeçirmeye sevkeden, kalbinde durmadan gelişip güçlenen ihlasıdır. Bir insanın gönlünde ihlas duyguları güçlenip, yaptığı her şey Allah rızası için olunca, Allah’a hâlisane yönelişini zedeleyip bulandıracak diğer kusurlu ve şâibeli herhangi bir işin varlığını kabul etmez. İşte, öz ve genel bir bi*çimde ifade edilecek olursa gerekçe bu! Fakat, bu özlü ifadeyi biraz daha açalım ve onu siyasî faaliyetlerden çekilmeye sevkeden faktörleri sıralayalım:
Birincisi: Gerek siyasî faaliyetlere atılma ve gerekse bundan çekilme tecrübele*rini bizzat yaşayan Bediüzzaman şunu vurguluyor: Siyasî cereyanlara dahil olarak, onlara dayanarak, hatta çoğu zaman onlara bütünüyle kendini vererek İslâma hiz*met etmeye çalışmak ve bununla başka menfi cereyanlara karşı koymaya gayret etmek, elinde tuttuğu misyonla bağdaşmaz. Hatta çoğu zaman oynadığı siyasî rol ile ve hedeflediği amaçla da bağdaşmaz. Çünkü, siyasî faaliyetlere dalıp da, birbi*riyle boğuşan bütün cereyanlardan uzak kalmak imkânsızdır. Çünkü bu, bağdaştırıl*ması imkânsız en açık çelişkilerden biridir
Sırf Allah rızası için ihlasla hareket etmek ile, şu veya bu şekilde anlaşıp profes*yonel siyasî cemaatlerden herhangi birine dayanmak çok zor bağdaşır. Evet, çünkü bu dayanma böyle bir cemaatten sadır olacak birçok sapmalara ve günahlara ses çıkarmamayı gerektirir. Aynı şekilde, böyle bir cemaatin kendisini güvenilir bir bekçi ve halis bir dâvetçi olarak iddia ettiği İslâmın maslahatı hesabına onunla büyük ölçüde yaranma ve uzlaşmayı icab ettirir. Üstelik, böyle bir cemaatle müdara et*mek, onu meydana getiren fertlerle gerçek bir dostluk ve arkadaşlığa götürür. Bundan da, kalbde bir takım karanlık izler bırakır ki, kalbi katılaştırır, Allah’a manen yaklaşmaya vesile olan ve insanın en çok muhtaç olduğu taat ve özel ibadetleri unutturur.
Şimdi Üstad merhumun, bu sebebi açıklarken söylediklerine kulak verelim:
“Bu alakasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ‘İhlas’ bizi menediyor. Çünkü: Bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefku*reler sahibi, herşeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinî ve uhrevi harekatını da, o dünyevi mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kainatta hiç bir şeye alet olamaz. Rıza-yı İlahiden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müş*külleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır. ” 2
Bediüzzaman burada nazarî bir yaklaşımla açıkladığını, başka bir yerde muşah*has ve fiilî tecrübesine dayanarak mücessem bir biçimde ortaya koyuyor:
“Risale-i Nurun bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlas olduğun*dan ve dünyanın hiç bir şeyine alet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edi*len cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alakadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı, ihlası kırar, hakikatı değiştirir. Hatta benim otuz sene*den beri siyaseti terkettiğime sebep, bir mübarek alimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile sahih ve büyük bir alimin onun fikrine muhalif olmasından tefsîk derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürk*tüm.” 3
İkincisi: Bilindiği gibi, siyasî yöntem, genellikle birilerinin hatasından kaynaklanan veya ictimâî ve siyasî nizamın bozulmasından ileri gelen birtakım hata ve sapmalar*dan, bununla ilgisi olmayan başkalarını sorumlu tutar. Bunu da, belli bir hedefe ulaşmak için yapar. Bu siyâsî yöntemin ölçülerine göre, bu sorumlu tutmanın meşru olması için tek şart uğrunda çalıştıkları hedefe göre, o yöntem sahiplerinin kanaatıdır. Çoğu kez sözkonusu hedef meşruluğu konusunda siyasî bir bakış açısına dayanır. Bazen geçici bir dönem için olur ve bu dönemi belli bir siyâsî düşünceyi taşıyan bir cemaat belirler.
Allah yolunun dâvetçisi, siyâsî cereyanlara daldığı zaman, bu hüküm ve anlayışın hakimiyetini kabul etmesi, dolayısıyla bir seri kötülüklerine göz yumması, hattâ bu*nun için planlar çizmesi gerekir. Suçsuz ve dokunulmaz kimselerin maruz kalacakları haksızlıkları onaylaması gerekir. Bu da sözkonusu yönteme göre, dâvetçinin ittifak kurduğu siyâsî akımla birlikte çalışmanın gereklerindendir.
Oysa İslâmın o yüce prensipleri bu yöntemle kesin olarak çelişiyor. Çünkü böyle bir yöntem meselâ şu âyete terstir:
“Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez.” 4 Dolayısıyla su esasla da çelişir: “Def-i mefâsid, celb-i menafiden önce gelir.” Zaten bu prensip; de şu âyet-i keri*menin hülasasıdır: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledik*leri senin hoşuna gider. Hatta böylesi, kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en yamanıdır. O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” 5 Bu metodun çeliştiği başka bir düstur da şu âyet-i kerimedir: “İşte bu yüzdendir ki, İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” 6
Siyasî yöntem, meselelerin çözümünde gücünü her zaman beşerî kalabalıklardan alır. Bu sebeple de, bazen temelden batıl ve yanlış olan kişisel çıkarları gerçekleş*tirmek için çok büyük vaadlerde bulunur. Fakat, Allah’ın kitabından ve Resûlullahın (a.s.m.) sünnetinden süzülen İslâmî metod ise, gücünü Allah’ın bütün kullarına olan rahmet ve lütfundan alır. Bu sebeple de, suçsuz insanlardan meydana gelen ce*maatin teşekkülü ve toplumda salah tohumlarının yeşermesini suçlu ve bozguncu fertleri cezalandırmaya tercih eder. Çünkü suçsuzları ürkütmek ve iyilik tohumlarını söküp atmak, cüz’î fesatları, günahları ve sapmaları cezalandırmaktan vazgeçmek*teden daha fazla toplumda fesat, kötülük ve fitnelerin yayılmasına sebep olur. İşte Hz. Peygamberin (a.s.m.) Hz. Aişe’den, hem peygamber sözü hem de sahabî sözü olarak rivayet edilen şu hadisi bu noktayı ifade ediyor: “Gücünüzün yettiği kadar, şer’î cezaları şüphelerden dolayı uygulamaktan vazgeçin. Çünkü, hakimin affet*mekte yanılması ceza vermekte yanılmasından daha iyidir.”
Üstad Bediüzzaman, İslâma dâvet alanında, daha önce son derece meşgul ol*muş ve faydalanmaya çalışmışken daha sonra siyasetten istifade etme metodundan neden çekildiği sorusuna cevap verirken bu ikinci faktörü en açık ve net bir biçimde şöyle ifade etmiştir:
“Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasisi olan, ‘Selamet-i millet için ferdler feda edilir. Cemaatin selameti için eşhas kurban edilir.Vatan için herşey feda edilir.’ diye; bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu ka*nunun su-i istimalinden neşet ettiğini katiyyen bildim. Bu kanun-u esasiyi beşe*riye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki harb-i umumi, bu gaddar kanun-u esasinin su-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin te*rakkiyatını zir ü zeber ettiği gibi, on câni yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumi perdesi altında şahsi garazlar, bir cani yüzün*den bir kasabayı harab etti. Risale-i Nur bu hakikatı bazı mecmua ve müdafaatta isbat ettiği için onlara havale ediyorum.
“İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasisine karşı Arş-ı Azam*dan gelen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandaki bu gelen kanun-u esasiyi buldum. O ka*nunu da şu âyet ifade ediyor:
"Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." (Enâm Sûresi, 164)
"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürerse, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide Sûresi, 32)
“Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: Bir adamın cinayetiyle başkalar me*sul olmaz. Hem, bir masum, rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka meseledir, diye hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor.” 7
Şualar’da da şöyle demektedir:
“Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyân onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına alet edecek. O hiz*metin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatasıyla onun masum çok taraftarla*rını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlup düşecek. Hem dünya için, dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye alet olmayan kudsî haki*katları, bir propaganda-i siyasete alet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, me’muru ve âmisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risâle-i Nûr Şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için si*yaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.” 8
Üçüncüsü: Allah yoluna dâvet ve Allah’ın dinini tebliğde en önemli husus, deği*şik grupları, meşrepleri ve sosyal seviyeleriyle birlikte bütün insanlara aynı ölçüde yönelmektir. Dâvetin ışıkları tam bir objektiflikle hepsine birden yöneltilmelidir. Bu konuda hiçbir grup ihmal edilip diğerinin yanında yer alınmaz, hiçbiri terkedilip di*ğeriyle senli benli olunmaz. Bunun mânâsı şudur: Allah yolunun dâvetçisi, tam bir tarafsızlıkla tanınmalıdır. Bütün insanlarla olan ilişkisi, hakimin kendisine başvuran taraflarla olan ilişkisi şeklinde olmalıdır. Çünkü o, idareci ve liderlere hitab ettiği gibi, sıradan insanlara ve halk yığınlarına da hitap eder. Onun muhatapları arasında zenginler ve varlıklı insanlar bulunduğu gibi, fakir ve yoksul kimseler de bulunur. Yani, üzerlerinde titreme, onları sevme ve geleceklerini düşünme konusunda hep*sine eşit sevide özen göstermelidir. Evet, dinleyicilerinin kültürel ve ilmî açıdan se*viyelerinin değişikliğine ve şüphelerinin farklılığına göre üslubu değişebilir. Bu ayrı bir konudur. Allah’ın yoluna dâvet eden kişi, zaten böyle bir hikmetli tutumla nite*lenmek durumundadır. Ancak, bütün insanlara yönelişi ve onlara karşı taşıdığı duy*gular, üzerinde titreme, şefkat ve sevgi bakımından eşit derecede bulunmalıdır. İşte, peygamberlerin, elçilerin ve bunlardan sonra gelen diğer Rabbânî âlim ve dâ*vetçilerin durumu budur. Acaba, siyasî cereyanlara kapılan, onlardaki bazı muvafık*ların yanında yer alıp muhaliflerle mücadele eden bir kimsenin, bütün insanlara eşit sevide şefkat ve sevgi göstermesi, hepsinin üzerinde aynı derecede titremesi mümkün mü? Hattâ, kendilerini çağırdığı ve sözkonusu ettiği konularda hepsinin güvenini kazanmasının imkânı var mı?
Bu sorunun cevabı gayet açıktır: O kişi, değil mi ki, siyasî faaliyetlerin içine girmiş, birbirleriyle yarışan, hatta boğuşan siyâsî cereyanlara katılmış, artık, kendisini şu veya bu sebepten içinde bulunduğu, kendileriyle iyi olduğu veya sözleştiği gru*bun dışında kalan herkesle yarışan, hatta boğuşan bir konumda bulur. Artık, o gruplarla karşılıklı anlayış, uzlaşma ve sevgi köprülerini kurabilmesi ve bununla kendilerini Allah’ın yoluna çağırması hiç mümkün ve müyesser olur mu?
İşte görüldüğü gibi, Allah yoluna dâvet ve Onun dinini tebliğ, insânî bir görev olarak karşımıza çıkıyor. Bu görev, bütün siyâsî yarışma ve çekişmelerin üzerinde yer alır. Bu dâvet, herkese karşı samimiyet ve herkese karşı şefkat şualarıyla tesirini gösterir. Böylece bütün insanlara yayılır, bütün gönüllere ve akıllara uzanır. İşte bu asîl ve bütün şaibe ve kuşkulardan arınmış tutumundan dolayıdır ki, Bediüzzaman, Atatürk’ten tutun da, Millet Meclisi üyelerine ve diğer idareci ve liderlere ve öteki bütün insanlara varıncaya kadar herkese öğüt ve öğretilerini yöneltebilmiş, maksa*dının duruluğunu hiçbir kuşku bulandırmamış, bu sayılanlardan hiçbir grup veya cemaatin yanında yer almamıştır.
3) Burada bir soruyu cevaplandırmak durumundayız. Bu soru, İslâm dâvetinin siyâsî faaliyetlerle karıştırılmasının tehlikesinden bunun değişik İslâmî hizmetlere za*rar vereceğinden söz edildiği zaman birçok insanın, özellikle siyasî faaliyetlere eği*limli kimselerin kafasına takılıyor.
Bu insanlardan bazıları bizim geçen açıklamalarımızdan veya Bediüzzaman Mer*humun takındığı tutumdan şöyle anlıyor: Sanki bu, İslâmı, bir takım taat ve ibadet*ler yoluyla insan ile Rabbi arasında mücerred bir bağdan ibaret olarak algılamaya dâvetmış gibi zannediyor. Bu dâvete göre, İslâmın siyasî ve idarî meselelerle hiçbir ilişkisi yokmuş, o aynı anda din ve devlet değil de, ibadethane ve camilerin içerisine hapsedilmiş, toplumdan ve toplum düzeninden soyutlanmış bir din olarak gösteril*diğini sanıyor. Oysa biz bunun tersini üzerine basa basa belirttik ve belirtiyoruz.
Böyle bir anlayış, büyük bir hata içerisine yuvarlanmanın yanında, İslâmı anla*mamanın ve İslâma ulaştırıcı yol ile İslâmı meydana getiren öz arasındaki farkı bile*memenin ifadesidir. Bu gaflete, bazı cahil kimselerin içine düşmesi veya sıradan bir Müslümanın maruz kalması mümkün ise de, İslâm dâvetiyle meşgul olanların ve İslâmî faaliyetlerde bulunanların böyle bir anlayışa sapması yakışmaz.
Şunu bilmemiz lâzım ki: Toplumu İslâmî bir düzlüğe çıkarmak ve onu Allah’ın emirleri ve hükümleriyle boyamak için Allah’ın dinini tebliğ eden ve onu insanlara tanıtan kimselerin yürümesi gereken yol ile, İslâm ve yasalarını meydana getiren prensipler arasında büyük bir fark vardır.
İslâmın intişarına, güç ve hakimeyitinin genişlemesine götüren yol, Bediüzza*man Merhumun da üzerine basa basa belirttiği gibi, cereyanların şaibelerinden ve siyaset entrikalarından uzak ve duru olması gerekir. Bu da, Bediüzzaman’ın tekrar tekrar belirttiği ve üzerinde durup uzun uzadıya açıkladığı sebeblerden dolayıdır.
İnsanları iknaya, buradan da tatbike çalıştığımız İslâmın özü ve muhtevası ise, Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinin gösterdiği bütün prensip ve hükümlerden meydana geliyor. Bu prensip ve hükümlerin şe’ni, insanın gerek özel hayatını ve gerekse hemcinsleri olan diğer insanlarla ilişkilerini düzenlemek, ailenin hukuk ve ni*zamını gözetmek, bir bütün olarak İslâm toplumunu kurmak, ondaki yasaları düzen*lemek, idarecilerle halk arasındaki sağlıklı insanî ilişkileri tanzim etmek, emredici ve yasaklayıcı naslarla âhenk içerisinde yönetenle yönetilenler arasında şûra esasını ikame etmektir. Yine bir bütün olarak İslâmî prensipler, Müslümanlarla diğerleri arasındaki gerek savaş ve gerekse barış hallerinde devletler arası ilişkileri de düzen*ler, vs...
İslâm hukunun geniş kaynakları bütün hükümlerin detaylarını en geniş çerçe*vede ve mükemmel biçimde açıklama görevini yerine getirmiştir. Acaba hal böyle iken, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın uymamızı emir buyurduğu İslâmın, bütün bu prensip ve hükümlerden meydana geldiğinde hiçbir şüphe kalır mı? O halde, gerek iç ve gerekse dış siyasetin hiç bir yönünün bu dinin kapsam ve hakimiyetinden hariç kalması mümkün mü?
Bediüzzaman merhumun, siyasî faaliyetlerinden ve çevresindeki siyasî oyunlar*dan edindiği tecrübe sonucu dikkat çektiği nokta şudur: Kapsamlı bir biçimde İslâm binasını kurmak, halisane bir biçimde Allah yoluna dâvet etmek, Allah’ın dinini tam anlamıyla tanıtmaya, bu dini insanlara gönülden sevdirmeye, bunun için de siyasetin cazibesine kapılmamaya, onun yörüngesine girmemeye, bazı grupların yanında yer alıp da diğerlerine cephe almamaya bağlıdır.
Sonunda, dünya ve ahiret maslahatlarını kapsayan, her türlü ferdî, ictimâî ve si*yâsî ihtiyaçları karşılayan geniş İslâmî yapıyı sağlam bir biçimde kurma imkânı bul*manın tek bedeli, belirtilen yolda yürümek ve o metodu uygulamaktır.
Hiç kuşkusuz, bunu gözetmeyip, acele ederek bu geniş İslâmî yapıya uluşma yolunu siyâsî faaliyetlerine bulaştıran, bu uğurda siyâset adamlarının yöntem, dolap ve entrikalarını ödünç alan ve bunun için de bazı kesimlerle sözleşmelere girip diğer birilerini bir yana iten kimseler, hem kendilerini hem de milletlerini en ideal insanî hayat binasının bütün yönlerini içine alan o İslâmî yapıya ulaşmaktan yoksun bırakı*yorlar. Hatta bununla da kalmayıp, bizzat İslâmı bile, Müslümanların yaşantısı üze*rindeki terbiyevî, ictimaî ve siyâsî hakimiyetinden mahrum bırakıyorlar. Şu hikmetli atasözü ne kadar da doğrudur: “Henüz zamanı gelmemiş bir şeyi aceleyle isteyen, ondan yoksun bırakılmakla cezalandırılır.”
Bediüzzaman’ın bunca tecrübe ve sıkıntıları sonucunda elde edip üzerine basa basa ve tekrarla belirttiği nasihatleri, gerek Arap ve gerekse diğer İslâm ülekelerin*deki siyasî faaliyetler alanında, muhtevasının güvenilirliği, tesir ve neticelerinin sıh*hati açıkça görünmektedir.
İslâmî cemaat ve hareketlerin büyük çoğunluğu, Üstad Bediüzzaman’ın sakın*dırdığı vartalara düşmüşlerdir. Nitekim bunlar, İslâmî faaliyetlerinde İslâma hizmet gibi bir meseleleri olmayan, siyaseti biricik amaç ve hedeflerine ulaşma vesilesi ve meslek edinen, bunu aynı anda hem vasıta, hem de gaye yapan diğer parti ve ör*gütlere uymayı daha hoş ve tatlı bulmuşlardır.
Bu cemaatlerin pek çoğu sözkonusu profesyonel politikacıları taklid etmeye başlamışlar. Bu konuda, iki görevin özü ve iki yolun metodu arasındaki korkunç farkı göremiyorlar. Bunun sonucu da Bediüzzaman’ın sakındırdığı husus olmuştur.
Bunlar, Allah’ın dinini tebliğ etmeyi, insanlara İslâmı ve dâvâsını öğretmeyi bir yana bırkıp bunun yerine iktidar koltuğuna gelmeye, idareciler ve siyasî amaçlı kimselerle bu yolda yarışa ve çekişmeye yöneldiler. Böyle bir yol tercih ettikleri için de, bu uğurda çeşitli kesimlerle antlaşmalar akdedip diğer birilerine husumet beslemeye mecbur kaldılar. Peki sonuç ne oldu?
Sonuç şöyle oldu: Allah yoluna çağrı ve Onun dinini tanıtma görevi boş kaldı. Ne yazık ki, bu boşluğu misyonerler, tahripkârlar ve kötü niyetli insanlar doldur*maya başladı. İkinci olarak da şöyle oldu: Sözkonusu İslâmcılar, profesyonel siyasî*lerle aynı yolda birleştiler, aynı metodda kaynaştılar. Bunun sonucu, İslâmcıların sa*fına, liderlik ve iktidar konusunda siyâsi emelleri ve kişisel çıkarları bulunan pek çok kişi sızıp karıştı. Bu kimseler, İslâmı şahıslarına ve amaçlarına perde yaptılar. İki ta*raf arasında, metod birliği ve üslup birliği bu durumu kolaylaştırdı. Bundan sonra, İslâmî bir hedefe bürünme son derece kolay ve basit hale geldi. Sayfalar karıştı, doğruluk ve aldatmaca yanyana geldi, halk gerçekleri farkedemez oldu, geniş halk kesimleri temyîz ve tefrik kabiliyetlerini yitirdi.
Üçüncü bir sonuç da şu oldu: Sözkonusu islamcılar, siyâsî parti ve örgütlerin belli hedeflerine ulaşmak için genel olarak başvurdukları, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, çoğunluğun maslahatına zarar vermek, masum insanları korkutmak, suç*suzları katletmek gibi yolları kendileri için de meşru görmeye başladılar. Ki bütün bu yöntemler, Bediüzzaman’ın da vurguladığı gibi Allah’ın dinindeki şu kanun ve düstur ile sakıncalı ve mütecaviz birer metodtur. Allah’ın dinindeki kanun şudur: “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez.” 9 Düstur da şudur: “Def-i mefâsid, celb-i menafiden önce gelir.”
Sonra bütün bu sonuçlar da şöyle bir sonuç doğurdu: Bu kişiler önünde, arzu ettikleri İslâmî toplumu kurma yolu kapandı. Hatta, kendileriyle bu emelleri arasın*daki uçurum gittikçe büyüdü, engeller kat kat arttı. Dolayısıyla, ne dinî konuda ca*hiller ve şaşkınlar cahillik ve şaşkınlıklarından kurtulup İslâma sempati besleyip ona bağlandı, ne de yöneticiler ve liderler sözkonusu İslâmcıların İslâmî maksatlarının samimiyetine ve dine gerçek dostluklarına güvendi. Aksine, sözkonusu yöneticiler kendi içlerinden, bunların, her ne kadar aldatıcı ve yeni bir yöntem icad etseler de siyaset düşkünü ve iktidar aşıkı bir grup olduğuna kanaat getirdi. Bizzat bu İslâmcı*lar da, Allah’ın dinine ilişkin samimiyet ve ihlaslarını, Allah’a ibadet ve kulluk mih*rabında sebat ve sürekliliği koruyamadılar. Çünkü, yeryüzünde fesat çıkarma çabası, insanların maslahatlarına zarar verme, masum ve suçsuzların dokunulmaz hayatlarını önemsiz görme gayretinin, kalbte ihlas ışığından bir parıltı bırakması mümkün de*ğildir. Yine, bu tür eylemleri yapan kişinin, Allah’ın huzurunda durup kulluk etme ve kendini Allah’a ibadete adama zevkini muhafaza etmesi imkânsızdır.
Sonra bütün bunların neticesi olarak, İslâmın münezzeh ve uzak bulunduğu şeyler ona yakıştırıldı. Meselâ, teröre bünyesinde yer verdiği, yeryüzünde anarşi etkenlerini teşvik ettiği, insanların maslahatlarına zarar verdiği, ferdî çıkarlar veya şahsî maslahatlar için suçsuz kalabalıkları feda etmeyi meşru gördüğü iddia edildi. Yeryüzünde düşmanlık ve fesat çıkarma peşinde koşan bazı devlet ve çevreler, bunu bir altın fırsat olarak değerlendirler, bu ithamı şişirdikçe şişirdiler, propaganda*larla onu yaydılar, onu olduğundan çok fazla gösterdiler ve bu yolda sesli ve gö*rüntülü bütün yayın organlarını seferber ettiler.
Böylece İslâmın aleyhinde dolaplar dönmeye başladı. Bundan peşpeşe çok bü*yük zararlar doğdu. Pekçok kimse bozuldu ve pek çoğu da kalbî safvetini yitirdi. İslâm imajı karalandı, İslâm cahil ve şaşkın pek çok mensubunun ve İslâmı öğren*mek isteyen ve onun ihtiva ettiği prensip ve öğretilerine büyük ümitler besleyen pek çok gayr-i müslimin gözünden düşürüldü.
İşte bütün bu kötülükler, birçok sözde İslâmcının İslâmî faaliyet adı altında düş*tüğü hatalardan kaynaklandı. Sonra bu kötülüklerin uzantısı ve tesirleri fırsat kolla*yan ve bu hatayı istismar için can atan düşmanların işletmesiyle zircirleme sûretinde sürüp gitti. Sözkonusu düşmanlar, İslâm ve Müslümanlara karşı planlarını gerçekleş*tirmek için bu yanlışlığı sömürüp onu kullandıkça kullandılar.
Bu yanlışlıklar çeşmesi hâlâ kaynayıp coşmaya devam ediyor. Yanlışı yapanlar da tutumlarında ısrar edip duruyorlar. Böylece hatalar tufanı her tarafa yayılmaya ve karşı konulmaz bir hal almaya başlamış durumda. Fırsat kollayıcı din düşmanları da felaketi gözleyerek meseleyi istismar edip, Müslümanların hatasıyla İslâmı kara*layıp duruyorlar.
Acaba, yanlış yoldaki bu kardeşlerimiz bu bölücü tufan dalgalarının farkına vara*caklar mı? Veya bu tecrübeyi daha önce geçirmiş, daha sonra da bundan vazgeçe*rek öğütlerini kendisinden sonra gelenlere tebliğ ve ilan etmiş zatların nasihatlarına kulak verirler mi?
Öyle inanıyorum ki, bu soruya herhangi bir kesin cevap verme imkânı yoktur. Bunu ancak, hakka geri dönüş ve bu zararlı tutumdan vazgeçiş müjdesini bize ge*tirmesini Allah’tan dilediğimiz gelecek günler bunu kesin olarak cevaplandırır. Çünkü bu acı tecrübeler, sahiplerini ancak çıkmaz yollara götürür.
____________________
1 Prof. Dr. MUHAMMED SAİD RAMAZAN EL-BÛTÎ
Muhammed Said Ramazan el-Bûtî Cizre’de doğdu. Dört yaşındayken babasıyla beraber Su*riye’ye göç etti. Lise tahsilini, Şam’da et-Tevcîhü’l-İslâmî kolejinde bitirdi-ki, o zamanlar o kolej meşhur âlim ve eğitimci Şeyh Hasan Habenneka el-Meydânî’nin gözetim ve idaresinde bulunu*yordu.
1955 yılında el-Ezher Üniversitesi, Şeriat Fakültesi’nden lisans ve 1958 yılında da aynı üni*versitenin Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesinden eğitim dalında yüksek lisans diploması aldı. 1958 yılında Suriye liselerinde eğitimcilik ve 1960 yılında da Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesinde asistanlık görevine getirildi. 1965 yılında el-Ezher’de Şeriat-ı İslâmiye usûlü hakkında yaptığı doktorasından sonra Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesinde öğretim üyeliğine, sonra aynı fakül*tenin dekan yardımcılığına ve daha sonra da Dekanlığına atandı. Şu anda bu fakültenin Dinler Tarihi Anabilim Dalının başkanlığını yapmaktadır.
el-Bûtî aynı zamanda Ürdün Krallığına bağlı İslâm Medeniyeti Araştırma Merkezi’nin de bir üyesidir. Fıkıh, Akaid, Felsefe ve Edebiyat dallarında kırka yakın eser yazmış; milletlerarası birçok sempozyum ve panellere katılmış ve eserleri Türkçe, İngilizce ve Fransızcaya tercüme edilmiştir.
2 Emirdağ Lahikası: c. 1, s.38.
3 A.g.e. s. 266.
4 En’am Sûresi: 164.
5 Bakara Sûresi: 204-205.
6 Mâide Sûresi: 32.
7 Emirdağ Lahikası: c. 2, s. 97.
8 Şualar, On Dördüncü Şua, s. 303.
9 En’am Sûresi: 164.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’IN DÜŞÜNCESİNDE CİHAD
ALİ EL-KETTÂNÎ 1
Mukaddime:
Allah yoluna dâvet ve onun yolunda yapılacak cihad erkek ve kadın bütün Müslümanlara vâciptir. Her bir kişi kendi kudreti ve imkânları ölçüsünde bu görev*leri yerine getirmelidir. Aziz ve Celîl olan Allah Resûl-i Ekrem Hz. Muhammed efendimize (a.s.m.) “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatle dâvet et ve on*larla en güzel şekilde mücadele et” şeklinde emretmiştir. Şüphesiz Resûlullah (a.s.m.) bu ümmetin önderi ve her bir Müslüman için tabi olunacak bir örnektir. Dolayısıyla yukarıdaki emir bütün Müslümanlar için de söz konusu olmaktadır. Re*sûl-i Ekrem (a.s.m.) bu cihadın keyfiyeti hakkında şöyle buyurur; “Sizden her kim bir münker (kötülük) görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle karşı koysun. Bu ise îmanın en zayıfıdır.” O halde bu cihadın keyfiyetini ve muhtevasını sınırlayan üç âmil bulunmaktadır. Bunlar:
1. Münkerin varlığı. Münkerâtın en büyüklerinden bazıları İslâm düşmanlarının, Müslümanları kendi köklerinden koparmaya, onları mağlup etmeye, haram olan iş*leri yaymaya ve ibadetleri ortadan kaldırmaya çalışmalarıdır.
2. Müslüman ferdin yeteri kadar güce sahip bulunması. Aziz ve Celîl olan Allah bütün mahlukâtı yaratmış, onların aralarında cismen, aklen, ilmen ve zorluklara da*yanması açısından farklar koymuştur. Müslüman ferd kendi kudretinin idrakinde ol*malıdır. Kim ki bir münkeri eliyle düzeltebilecekse, bu görev onun üzerine vacip olur. Buna güç yetiremeyen diliyle karşı koymalıdır. İmanın en zayıfı ise, insanın kendi nefsine karşı mücahede etmesi, münkerattan gördükleri karşısında kalben karşı koyması ve fiilen karşı koyma cehdini sergilemekten çekinmemesidir.
3. Cihad yolu. Gerek yukarıdaki âyetle, gerek diğer âyetlerle ve gerekse Resû*lüllahın (a.s.m.) sözleri ve uygulamaları doğrultusunda bunun sınırları belirlenmiştir. Zirâ onun hayatı Kur’ân-ı Kerim’in hayattar tercümesi ve amelî tefsiri konumunda*dır.
Ümmetin üzerine yönelen büyük olaylar, azîm ve şiddetli felâketler, aşağıda be*lirtilen noktalardaki gibi, diğerlerinden farklı özellikler taşıyan büyük mücâhidlerin çıkmasına vesile olmuştur.
a. Mücâhid-i azîm olan kişi, bu şartları kâmilen anlamış ve cihâd tarzına yenilik*ler getirmiştir.
b. İslâmın ve Müslümanların maslahatı noktasında hiddete ve korkuya kapılmak*sızın daimî ve amelî neticeler doğuran uygulamalarda bulunması açısından kâfî de*recede şuura sahiptir.
c. Yürürlükte olan şartlar doğrultusunda en efdal neticeleri sağlayacak seviyede cihadın ilkelerini belirlemiştir.
d. Sıradan insanların bütün ümitlerini yok eden en zor şartlarda dahi düşmanlara karşı bu dinin muzafferiyeti, nefislerdeki kaybolan ümitleri yeniden canlandıracak yüksek bir bayrak olabilme yolunda büyük sabır ve îmanla mücehhezdir.
e. Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i nebeviyye hakkındaki mârifet sahibidir. Bütün amellerini ve faaliyetlerini Kur’ân penceresinden yönlendirir; sünnet-i Mustafâ-i Muhtâr’ın sünnetini kendine rehber edinir.
f. Bu fâni dünyada bütün hayatı boyunca sürdürdüğü cihadı, yeni yetişen nesil*leri Resulullahın (a.s.m.) hidayet yolunu takip etmeye ve “Lâ İlâhe İllallah, Mu*hammedü’r-Resûlüllah” cümlesi üzerinde sebâta çağırma şeklinde gerçekleşir.
Bu dinin değerlerinin muhafazası için cihad eden mücâhidlerin en barizlerinden birisi Bediüzzaman Said Nursî’dir. Doğu Anadoludaki Bitlis vilayetinin karyelerinden birisi olan Nurs köyünde 1289 h./1876 tarihinde doğmuş, 25 Ramazan 1389 h./23-3-1960 m. tarihinde Urfa şehrinde vefat etmiştir. Şu fani dünyada 87 sene yaşayan Bediüzzaman’ın hayatını çocukluk dönemi olan 1873-1892 yıllarını hariç tutacak olursak dört ana merhaleye ayırabiliriz:
1. Genç Said; 1892-1907
2. Eski Said; 1908-1926
3. Yeni Said;1926-1949
4. Üçüncü Said; 1949-1960
Şimdi sıralamış olduğumuz bu dört merhaleyi sırasıyla ele alalım:
1. Genç Said (1892-1907)
Bediüzzaman Said Nursî 1298 h. / 1873 m. tarihinde îmanlı Müslüman iki anne-babanın, Sofi Mirza ve Nuriye Hanımın evladı olarak, Doğu Anadolu’da bulu*nan Bitlis vilayetine bağlı Hizan kazâsının Nurs köyünde dünyaya gelmiştir. İlk ilim tahsilini Tağ, daha sonra da Nurs’a komşu bulunan Pirmis karyelerinde yapmıştı. 1888 yılında 15 yaşlarındayken Bitlis’te bulunan Şeyh Emin Efendi Medresesine, sonra Müküs’teki Mir Hasan Veli’nin medresesine dahil oldu.
Daha sonra Ağrı şehrinin Beyazıt kazâsındaki Şeyh Muhammed Celâlî’nin med*resesinde dinî tedrisatına başladı. Bunun akabinde o bölgenin en önemli âlimlerine ulaşma imkânı buldu. Bitlis’te bulunan Şeyh Muhammed Emîn’in, Şirvan’daki kar*deşi Molla Abdullah’ın, daha sonra da Siirt’deki Şeyh Fethullah Efendi’nin derslerine katıldı. Bütün bu şeyhler Said Nursî’deki zekaya ve kuvvet-i hıfza hayran kalmış*lardı.
1892 yılında, genç Said henüz 19 yaşlarındayken tahsilini tamamlamış, şahsiyeti oluşmuş, avam-havas bütün Müslümanlara ilimleri telkin edebilme seviyesine çoktan ulaşmıştı. Aynı zamanda o, yaşadığı dönemde Müslümanlar arasında yayılan ceha*lete karşı nûr-u îmanla muharebe etmenin önemini de kavramıştı. Mardin’e gide*rek, buranın merkezi bir camisinde halka dersler vermeye başladı. Kısa zamanda çevresinde büyük bir halk kitlesi toplanmış, halkın bu şekilde aydınlanmasını ve kendi menfaatlerinin zedelenmesini istemeyen bazı yöneticiler devreye girerek, şehrin valisi tarafından Bediüzzaman’ın şehirden çıkartılıp, Bitlis’e gönderilmesini sağlamışlardı. Ne var ki, Bitlis valisi onu büyük bir hürmetle karşılamış, hatta bir müddet onu kendi evinde misafir olarak ağırlamıştı. Molla Said ilim tahsiline Bitlis’te en tanınmış eserleri okuyarak, şehrin âlimlerine talebelik yaparak devam etmişti. Bunlardan en önemlisi Şeyh Muhammed el-Küfrevî idi.
1894 senesinde Molla Said, bizzat valinin dâveti üzerine Van’a gitti. Buranın âlimlerine coğrafya, fizik, kimya ve diğer ilimlerde dersler verdi. Keskin zekası yü*zünden ona “Bediüzzaman” lakabı verildi.
Bediüzzaman Van’da bütün benliğini sarsan bir haber okumuş, bu haberle bir cihad merhalesinden bir diğer merhaleye intikal etmişti. Bu habere göre İngiliz Müstemlekeler Nazırı Gladiston avam kamarasında yapmış olduğu bir konuşmada elinde tuttuğu Kur’ân’ı göstererek şöyle demekteydi; “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunmaya devam ettikçe biz Müslümanlara tam olarak tahakküm edemeyiz. Bu durumda bizler ya bu kitabı yok etmeli veya Müslümanları bundan koparmalı*yız.”
O anda Bediüzzaman öncelikli olarak cihadın i’câz-ı Kur’ân’ın izharı, Müslüman*ların ona bağlanması ve hayatın vazgeçilmez unsuru haline getirilmesi şeklinde ger*çekleşebileceğine karar vermişti. Buradan hareketle Doğu Anadolu’da kendisinin “Medresetü’z-Zehrâ” ismini verdiği İslâmî bir üniversitenin kurulması gerektiği fik*rini ortaya attı. Bu yüzden İstanbul’a gitti ve burada bir buçuk seneye yakın kalarak, sorumlu makamları bu konuda ikna etmeye çalıştı. Ancak buna muvaffak olamaya*rak Van’a geri döndü ve ders vermeye devam etti.
2. Eski Said (1907-1926)
1907 senesinde İstanbul’a tekrar dönerek, Fatih’te bulunan Şekerci Han’a yer*leşti. Burada insanların kendisine sorduğu bütün suallere cevap vermeye, dini ko*nularda müşkillerini Allah’ın verdiği ilim dahilinde halletmeye başladı. Kısa zamanda halkın yanısıra âlimleri, üstadları ve ilim talebelerinin ilgi odağı haline geldi.
Bizzat kendisince “Eski Said” olarak isimlendirilen yeni bir cihad dönemine böy*lelikle başlamış oluyordu. Bu merhalede Bediüzzaman Said Nursî, sözle, fiille ve ulü’l-emre, özellikle de Sultan Abdülhamid’e nasihatlerde bulunarak, İslâma düşman akımlara muharebeye yönelik siyasî hayata duhûl ederek cihadını sürdürmüştür. Bunu daha ziyade gazete makâleleri ve toplantılar yoluyla gerçekleştirmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi’nin Sultan’la ilk karşılaşması Yıldız Sarayı’nda olmuştu. Sultan’a İslâmî açıdan kendisine yüklenen vecibeler hakkında nasihatte bulunmuş, ancak Sultan bunu kendisine karşı bir saygısızlık olarak addederek onu askeri mah*kemeye havale etmişti. Mahkeme ise onun bir akıl hastahanesine konulmasına karar vermişti. Bu tazib yoluyla onun dirayetini kıramayınca, bu kez para ve mal yoluyla yumuşatma yolu denenmiş, ancak o vicdanını dünya metâı karşılığında satmayı red*detmişti. Neticede hükûmet onu kendi halinde bırakmaktan başka çare bulamamıştı.
Bediüzzaman Selânik’e yöneldi. İttihat ve Terakki Cemiyetinin önde gelen şah*siyetleriyle görüşerek onlara nasihatlerde bulundu. Ma’rufu emredip, münkeratı nehyetti. Onların İslâmiyete karşı olduklarını, bu nasihatlere kulaklarını tıkadıklarını görünce, onlara nasihatte bulunmanın bir fayda vermiyeceğini anlayarak İstanbul’a geri döndü.
İstanbul’da, özellikle Osmanlı Devletince 1907 yılında ilan edilen “İkinci Meşrû*tiyet”ten sonra cihadına devam etti. Gerek avam, gerek havas bütün insanlara ga*zete makaleleri ve hitabeler yoluyla İslâmdaki hürriyet anlayışını açıklar mahiyette nasihatlerde bulundu. Allah’ın şeriatıyla hükmedilmesini istedi. Benzer ifadeleri 1909 yılında “İttihâd-ı Muhammedî”nin teşkili esnasında da dile getirmişti.
1909 senesinin Nisan ayında, İstanbul’daki Şeriat-ı İslâmiyeye tekrar dönmek için başkaldıran ayaklanmacılara karşı meşrûtiyet rejimini himâye için İttihatçılar ta*rafından Selânik’ten bir tabur gönderildi. Askerler bu ayaklanmayı derhal bastırdılar. Sultan Abdülhamid’i görevinden azlederek, örfî hükümleri ilan ettiler. Ayaklanma sorumlularının muhakemesi için mahkemeler kuruldu. Bu mahkemede yargılananlar arasında Said Nursî de vardı. Allah, idam için yargılanan Said Nursî’yi korumuş, kendisine yöneltilen büyük ithamlara karşı gayet cesûrane bir şekilde kendini savu*narak beraet etmişti.
Bediüzzaman bu olaydan sonra Doğu Anadolu’ya tekrar dönmeye karar verdi. 1910 senesinde Van’a yerleşti. Burasını komşu şehirlerde ve köylerde bir mürşid, tebliğci ve dâvetçi olarak yaptığı faaliyetlerine bir merkez olarak belirledi. Aynı za*manda kitâbet ve te’lifat işlerini de yürütmekteydi. İstanbul-1913’te basılan Münâ*zarat isimli eserini bu esnada te’lif etti.
1911 yılının kışında, Şam ziyaretini gerçekleştirdi. Burada bulunan Emevî Cami*inde bir hutbe verdi. Bu hutbesinde ümmetin yaşadığı çöküşün amillerini açıklaya*rak, bu amillerin altı tane olduğunu söyledi. Bunları ye’s, kizb, şikâk, İslâmî rabıtanın zayıflaması, istibdâd ve maslahat-ı âmme hesabına maslahat-ı şahsiyenin ön plana çıkarılması şeklinde sıraladı. Daha sonra Beyrut’u ziyaret ederek, buradan deniz yoluyla İstanbul’a geçti.
Bediüzzaman İstanbul’da Sultan Muhammed Reşâd’la görüşerek yine Medrese*tü’z-Zehrâ’nın inşası için onu ikna etmeye çalıştı. Sultan onun bu isteğine olumlu yaklaşarak destek vaadinde bulundu. Ne var ki patlak veren Birinci Cihan Harbi bu planı daha yeşermeden öldürmüştü.
Bu gelişmeyle Bediüzzaman’ın cihâd şekli mühim olan kalem ve sözle yaptığı si*yasî cihaddan ehem (daha mühim) olan düşmana karşı silâhlı cihâda inkılâb etmişti.
1912 senesinde Bediüzzaman, Doğu Anadoludan gelen Müslüman gönüllüler*den oluşan fedâî kuvvetlerinin komutasına tayin edildi. Birinci Cihan Harbinin patlak verdiği 1914 senesinin hemen öncesinde, Sultan tarafından ümmetin düşmanlarıyla muharebe ve vatan topraklarının birliğini koruma maksatlarıyla kurulan “Teşkilât-ı Mahsûsa”ya bir azâ olmuştu. Bu teşkilata bağlı bazı İslâm âlimleri Bediüzzaman’la birlikte bir cihâd fetvası neşrettiler. Bediüzzaman her ne kadar Osmanlı Devletinin savaşa girmesine karşı olsa da, olanlar olduktan sonra üzerine düşen görevi bütün gayret, şecaat ve îmanıyla yerine getirmeye çalıştı.
Bediüzzaman Van’a dönerek buradaki talebelerinden bir cihad mangası oluş*turdu. Onlara silâh eğitimi yaptırdı. Onları bu bölgeden tardetmek isteyen Ermeni çetelerine karşı Müslümanları korumada çok büyük görevler üstlendiler. Bediüzza*man saldırgan Rus orduları karşısında, özellikle Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra yapılan savaşlarda talebelerini komuta etmişti. Aynı zamanda İşârâtü’l-İ’câz fî Mezâni’l-îcâz ismini verdiği kitabını Arapça olarak te’lif etmişti.
Rus ordusu Bitlis şehrine girdiğinde Bediüzzaman ve talebeleri bu şehri şiddetle müdafaa ettiler. Bu esnada yaralanarak, Ruslara esir düştü. Daha sonra Doğu Rus*ya’ya gönderildi. Bediüzzaman’ın esâret hayatı iki sene dört ay devam etti. Bu dö*nemi Allah’a tevekkülle, kerâmet ve izzetini muhafaza ederek, gerektiğinde bu yolda hayatını dahi feda edecek seviyede şerefini koruyarak geçirdi. Bolşevik ihtila*linin hemen akabinde Allah ona esaretten kurtulma yollarını kolaylaştırdı. Buradan kaçarak Varşova’ya, oradan Viyana yoluyla İstanbul’a ulaştı. Bu zorlu yolculuğu bir çok badirelerden sonra, Allah’ın yardımıyla tamamlamıştı.
İstanbul’da kendini, devletin büyük âlimlerinin toplandığı ve bir ilimler akademisi mesâbesinde bulunan “Dâr’ul-Hikmeti’l-İslâmiye”ye bir azâ olarak buldu. Kitapları*nın basımı için kendisine tahsis edilen maaşı kullanıyor, arta kalan kısmı ise muhtaç Müslümanlara dağıtıyordu.
Geçen seneler çok büyük zorlukları da beraberinde getirmiş, Müslümanların altı asırlık devleti çökmüş, can düşmanları onu çepe çevre sarmış, hatta 1920 sene*sinde İngiliz kuvvetleri İstanbul şehrini işgal etmişti.
Bediüzzaman tekrar kalemle cihada girişerek, “Hutuvât-ı Sitte” isimli eserini te’*lif etti. Gizli olarak ahbabları, talebeleri ve yakınları vasıtasıyla bütün Müslümanlara dağıtmaya başladı. Bu kitabında Bediüzzaman İngiliz düşmanına şiddetle hücum ediyor, Müslümanların maneviyatını kuvvetlendirmeye çalışıyor, düşmanın İslâm hakkında ortaya attığı bir takım şüphelere cevap veriyordu. Umûmî mânâda ise, nefislerde yer eden yeisle muharebe ediyor, himmetleri gayrete getirmeye çabalı*yordu. Müslümanların arasında yayılan kavmiyet naralarına karşı Bediüzzaman mu*kavemet gösterirken, Osmanlı Devletinden geriye kalan mirasın üzerinde bir Kürt devletinin kurulmasını şiddetle reddetmişti. İşgale karşı Müslümanları harekete geçi*recek bir fetva neşreden âlimlere O da iştirak etti. Hatta bununla, işgal güçlerinin baskısıyla mukavemetin zıddına bir fetva çıkaran Şeyhülislâm’ın fetvası reddedilmiş oluyordu.
Bediüzzaman vatanı için yaptığı fedakarlıklarla ve işgal güçlerine karşı gösterdiği mukavemetle şöhret bulmuştu. Bu sebeble Mustafa Kemal onu ısrarla Ankara’ya dâvet etmekteydi. 1922 senesinde Ankara’ya geldi. Ancak buradaki meb’usların çoğunluğunun namaz konusunda lakayd kaldıklarını görünce büyük hayal kırıklığına uğradı. 19-1-1922 tarihli bir hitabe hazırlayarak, bunu meclise sundu. Burada meb’uslara nasihatte bulunuyor, eğer Allah’a dönmezlerse kendilerini çok şiddetli bir günün beklediğini söylüyordu. Bu dâvete vekillerin çoğu icâbet etti. Ancak ülke için kendilerince başka bir yol belirleyenler bu durumdan şiddetle rahatsız olmuş*lardı. Onu bu hareketiyle kendi aralarına tefrika sokmakla itham ettiler. Bu şehirde daha fazla kalmanın bir yarar sağlamayacağını gören Bediüzzaman, 1923 senesinde tekrar Van’a dönmeye karar verdi.
Bu esnada Bediüzzaman neşriyat ve te’lifat yollarıyla cihâd tarzını benimsemişti. Zira önce İşârâtü’l-İ’câz kitabını, sonra 1922 senesinde Kızıl İcâz eserini, 1923 se*nesinde ise Sünûhât’ı kaleme aldı. Ankara’da da müteaddid kitaplar te’lif etmişti. Bütün bu risâlelerinde, İslâm beldelerinin tamamına hakimiyet kuran küfür, ilhad ve dinden yüz çevirme dalgalarına karşı koymak üzere “Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlüllah” akidesi üzerinde yoğunlaşmıştı.
Doğu Anadoluda bulunan Kürt aşiretlerinin en büyüklerinden Piran aşiretinin li*deri Şeyh Said tarafından gerçekleştirilen isyan işte bu dönemde patlak verdi. Bu isyanın temel hedefi, yeni kurulan ülkeyi ve insanlarını İslâmdan ve şeâirinden uzaklaştırmaya çalışan devlet erkânıydı. Bediüzzaman Müslüman kanı döküleceği endişesiyle bu isyana muvafakat etmemişti. Ancak buna rağmen o devletin intika*mından kendini kurtaramamış, 1925 senesinde tutuklanarak İstanbul’a, oradan Bur*dur’a, daha sonra da Isparta’ya nakledilmişti. Buradan alınarak Barla’ya sürgün edi*len Bediüzzaman’a ikameti için küçük bir ev tahsis edilmişti.
1926 senesinin bu günleri, Müslüman Türkiye insanı için en kötü günlerdi. Zira açık bir şekilde İslâma ve Müslümanlara yapılan düşmanlık giderek yaygınlaşıyordu. Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatında elem dolu yeni bir merhale ve bunun parale*linde sürdürdüğü cihadında yeni bir aşama böylelikle başlıyordu.
3. Yeni Said (1936-1949)
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, kendi hayatındaki bu yeni merhaleye “Yeni Said” ismini vermiştir. Bu merhalede Müslümanların maruz kaldıkları büyük baskılar, İslâm düşmanlarının her yönden gelen tasallutları yüzünden siyasî yönden yapılacak cihâd imkânsız hale gelmişti. Hatta Bediüzzaman şu sözü sık sık tekrarlamak ihtiya*cını hissetmişti; “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâse”. Bu durumda Onun cihadı öncelikli olarak, yeni yetişen nesillerin içlerindeki îmanın kurtarılması noktasında yo*ğunlaşmıştı. Bu yolda Üstad bir çok defalar “Medrese-i Yusufiye” olarak isimlen*dirdiği zindanlara ve hapishanelere atılmıştı. Zira zulüm ve düşmanlık eseri olarak kendisine verilen bu hapis cezaları, Onun açısından yine cihada vesileydi. “Risâle-i Nur”ların te’lifine işte bu zor şartlarda devam edildi. Bu risâleler her şeyden önce îmanî konulara ve i’tikâdî meselelere ağırlık vermekteydi.
Bediüzzaman Isparta’ya bağlı Barla nahiyesinde yaklaşık sekiz sene, yani 1934 senesine kadar halktan uzak, sağlıksız ortamlarda, devamlı gözetim altında bulun*masına rağmen iradesinde en küçük bir zaaf olmaksızın sürgün hayatı yaşadı. Bu esnada kalemle cihâd yolunu devam ettirdi. Üstad, ahali arasından Süleyman isimli bir tek talebe kazanmakla yetinmişti. Bu insan Üstadla arasındaki korku duvarlarını kırabilmiş, Ona talebe olmuş, neticede Onunla diğer insanlar arasında bir köprü va*zifesi görmüştü. Bediüzzaman bütün vaktini “Risâle-i Nur” te’lifiyle geçiriyordu. Yazılan bu risaleler, etrafında halkalanan talebeleri tarafından bütün tehlilekelere ve baskılara rağmen istinsâh edilerek (çoğaltılarak) Türkiye’nin en ücra köşelerine ka*dar ulaştırılıyordu. Bediüzzaman talebelerinden birisine yazdırıyor, daha sonra bu risâle çoğaltılarak yayılıyor, çoğaltılan nüshalar tashih ve tedkîk için tekrar Üstâda getiriliyordu. Üstad te’lifat esnasında hiç bir kitap ve müracaat kaynağı yanında bu*lunmaksızın doğrudan söylüyor, talebeleri de bunu derhal kaleme alıyordu.
Bediüzzaman ısrarla latin harflerinin yerine yasaklanmış olan Arap harflerini kul*lanıyordu. Aynı zamanda bu harflerle kitap bastırmak, neşretmek, hatta şahsi bir takım şeyler yazmak dahi yasaklanmıştı. Hükümet “Risâle-i Nur”un köylere ve ka*sabalara kadar her tarafta yayıldığının farkına varınca, Bediüzzaman’ın talebelerine suçlu muamelesi yapmaya koyuldu. Evlerini basarak, aramalar yapıldı. Ancak bütün bu uygulamalar onları korkutmamış, onları yollarından alıkoyamamıştı.
1932 senesinde hükümet tarafından ezanın Arapça olarak okutulması yasak*landı. Ancak Üstad Bediüzzaman namaz kıldığı Barla’daki küçük mescidinde şer’î ezanı okumaya ısrarla devam etti. Bundan rahatsız olan yetkililer, köy ahalisinden bazıla*rını zindana attılar ve sonunda 1934 senesinde Bediüzzaman’ı buradan çıkarmaya karar verdiler.
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’ların te’lifine devam ettiği Isparta’ya getirdiler. 1934 senesinde polis onun evini bastı. Üstad tutuklanarak götürüldü. Bu esnada aynı yollarla 120 talebesi de tutuklanmış, hapishanelere konulmuştu. Buradan polis nezaretinde Eskişehir hapishanesine sevkedildiler. Burada düzene karşı “gizli bir cemiyet kurma” ithamıyla muhakeme olundular. Bediüzzaman münferid bir hüc*reye konulmuş, bütün gayretlerini onun maneviyatını sarsmaya yoğunlaştırmışlardı. Ne var ki onu ne vazgeçirebildiler, ne yıldırabildiler. Risâle-i Nur’un yazımına zin*danlarda da devam edildi. Gerek Üstad, gerekse talebeleri hakkındaki ithamlar isbat*lanamamasına rağmen, özellikle Tesettür Risâlesi hakkında yapılan muhakeme 11 ay boyunca devam etti.
Bediüzzaman’ın Eskişehir hapishanesindeki günleri bittiğinde Onu yine terket*mediler. 1936 senesinde zorunlu ikamet için Kastamonu’ya nefyedildi. Burada üç ay boyunca polis nezaretinde tutulduktan sonra, cebrî ikamet üzere küçük bir eve nakledildi. Bediüzzaman burada yedi sene boyunca sürgün hayatı yaşadı ve yine Risâle-i Nur’ların te’lifine, gizli şekilde talebeleriyle mektuplaşmaya devam etti. Yine kaleme alınan risaleler köylere varıncaya kadar her tarafa yayılmaya devam etti. Yüzbinlerce risâle elle yazılarak çoğaltıldı. En ücra köşelere kadar bu eserler yayıldı. Bediüzzaman giyimi, özellikle de 1925 senesinde çıkarılan bir kanunla yasaklanan sarığı konusunda Kastomonu’daki idarecilerin büyük baskısına maruz kaldı.
1943 senesinin yazında Bediüzzaman’ı zehirleyerek öldürmek istediler. Yaka*landığı şiddetli hastalık yüzünden ölüm tehlikesi atlatmasına rağmen, Allah’ın inaye*tiyle bundan kurtuldu. Bununla da yetinmeyerek, defalarca kaldığı yere baskınlar yapılarak aramalarda bulundular. Daha sonra da elleri kelepçeli olarak 126 talebe*siyle birlikte Ankara’ya getirildi. Bunlar Türkiye’nin çeşitli yerlerinden toplanmıştı. Burada yine aynı ithamla, “gizli cemiyet kurma” iddiasıyla bir kez daha yargılandı*lar. Bediüzzaman Ankara’dan alınarak tekrar Isparta’ya, buradan da dokuz ay bo*yunca hapsedildiği ve Meyve Risâlesi’nin te’lif edildiği Denizli’ye nakledildi. Bu risa*lenin te’lifi esnasında, küçük kağıt parçalarına yazılıp, kibrit kutusuna konulduktan sonra Üstad tarafından hapishane penceresinden dışarıya atılıyor, daha sonra bu parçalar Nur talebeleri tarafından çoğaltılarak yayılıyordu.
Kayda değer bir nokta da, Bediüzzaman’ın kendisini yargılayan mahkemece be*raat etmesine rağmen Denizli’de mahpus tutulmasıydı. Kendisi hakkında verilen ce*zanın tamamlanmasından sonra, 1944 senesinde Emirdağ’a nefyedilmesine karar verildi. Yine onu cebrî ikâmete tabi tuttular ve evinin kapısına bir bekçi koyarak, gece-gündüz bütün hareketlerini takip ettiler. Emirdağ’da da yine yemeğine zehir koyarak onu zehirlemek istediler. Ancak bir hafta boyunca süren rahatsızlık ve elemlerden sonra Allah’ın izniyle kurtuldu.
Yetkili makamlar, cebrî ikamet süresi bittikten sonra da onu kendi haline bırak*madılar. 1948 senesinde onun ve 15 kadar talebesinin evi basıldı. Bir takım asılsız iddialarla talebeleriyle birlikte Afyon hapishanesine sevkedildi. Aynı zamanda çevre illerde tutuklanan 54 tane Nur talebesi ile buraya konuldu. Bu defa da ileri sürülen iddia yine aynıydı: Gizli bir teşkilat kurmak. Mahkeme bir zulüm belgesi olarak Üs*tadı 20 aylık hapse mahkum etti. Ancak istiklâl mahkemesi bu hükmü iptal etmişti. Ancak Üstad belirtilen süre tamamlanmadan önce hapisten çıkarılmadı. Ve yine Bediüzzaman bu hapishanedeki cihadına yine yazı yoluyla devam etmişti. Onun eliyle Allah bir çok insana hidayet yolunu göstermişti. Sonunda bu hapishaneden 20-9-1949 tarihinde çıktı.
Üstadın Afyon hapsinden çıkmasıyla onun dâvâsında yeni ufuklar açılmıştı. Bu*nun sebebi Türkiye’de bir takım köklü değişmelerin olmasıydı.
4. Üçüncü Said (1949-1960)
Bediüzzaman hayatındaki bu döneme Üçüncü Said ismini vermiştir. Bu dönem, çok partili dönemin başlamasıyla diğerlerinden ayrılır. Cumhuriyet Halk Partisi her ne kadar halkın idareye katılmasını savunuyor olsa da, daha ziyade İslâma ve Müs*lümanlara düşmanca tavır takınması, önde gelen idarecilerinin ehlullaha ve bunlar içinde cihad ve îman bakımından en büyüğü olan Bediüzzaman Said Nursî’ye eziyet vermede bir nevi dünyayı ahirete tercih ederek, onları yerlerinden-yurtlarından ederek, onlara eziyet ederek, hayatlarına son vererek veya sürgüne yollayarak çok büyük bir mes’uliyetin altına girmişlerdir. Neticede muarız olarak seçimlere giren Demokrat Parti seçimleri kazanmıştır. Bu parti iktidara geldikten sonra, önceki dö*nemlerde alabildiğine kısılan hürriyetler tekrar sağlanmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak Bediüzzaman yürüttüğü cihâdında yeni ve faal bir tarz benimsemiştir. Bu, Nur Risalelerinin topluluklar halinde okunması ve ders yapılması, ehl-i siyaset ve idarecilere nasihatlerde bulunulması, onların İslâm yoluna dâvet edilmesi şekillerinde kendini göstermiştir.
Bediüzzaman, Afyon hapsinden çıktıktan sonra, bu şehirde iki aylık zorunlu ika*mete tabi tutulmuştu. Bazı talebeleri onun hizmetini görmek için yanında kalmıştı. Bundan sonra Üstad Said Nursî bir grup talebesiyle birlikte Emirdağ’a gitti. Yaklaşık çeyrek asırdır ilk defa serbest ve hür olarak hareket edebiliyordu. Burada iki sene kaldı. 1951 senesinde bazı talebeleri eşliğinde Eskişehir’e geçti. Buradan on hafta kadar kalacağı Isparta’ya giden Bediüzzaman, bu esnada te’lif faaliyetlerini aksat*madan devam ettiriyordu.
Bu esnada, Üstad’ın talebelerinden bazıları Gençlik Rehberi isimli eseri latin harfleriyle bastırdılar. Bunun üzerine bazı devlet yetkilileri, din esaslarına dayalı bir devlet kurma ithamıyla Bediüzzaman aleyhinde dâvâ açtı. Bunun üzerine mahkeme Üstadı 1952 senesinde mahkemeye çağırdı. Bediüzzaman yüzlerce talebesinin eş*liğinde mahkemeye geldi. Mahkeme çok sayıda dinleyici tarafından dışarılara kadar dolmuştu.Üç celse sonunda mahkeme beraat kararını açıkladı.
Üstad tekrar Emirdağ’a döndü. Ancak bu esnada, İslâm düşmanı bazı güçlerin kandırmalarına alet olan bir kısım şahısların, yanlış icraatları bahane edilerek, bütün İslâmî gazete ve mecmuaların kapatılmasına, bu yolda faaliyet gösterenlerin tutuk*lanmasına karar verildi. Bunların arasında Nur talebelerinden bazıları bulunuyordu. Bunlar Samsun’da muhakeme edildiler ve sonuçta mahkemeden beraat kararı çıktı. Ancak yine Samsunda Bediüzzaman aleyhinde bir dâvâ daha açıldı. Buna sebep “Cihâd-ı Ekber” gazetesinde neşredilen “Bürhan-ı Ekber” başlıklı makâleydi. Mah*keme bu dâvâyı da beraatle sonuçlandırdı.
Daha sonra Bediüzzaman İstanbul’a giderek burada üç gün kaldı. Sonra tekrar Emirdağ’a döndü. Buradan Eskişehir’e, sonra Isparta’ya gitti. Daha sonra da bir grup talebesiyle birlikte sürgün hayatı yaşadığı Barla’ya gitti.
Bediüzzaman bundan sonra bir miktar talebesiyle birlikte Isparta’ya yerleşti. Bu*rada bir muallim, müderris, vâiz ve nasihatçı olarak kalem ve lisânla yaptığı mücâ*hedesine devam etti. Zaman zaman Barla ve Emirdağ’ı ziyaret ediyordu. Çoğu zaman da ilerlemiş yaşı sebebiyle yataktan ayrılamıyordu. 1958 tarihinde Ankara, İstanbul ve Isparta’daki bazı talebelerinin tutuklanması onu alabildiğine üzmüştü.
Hayatının son senesinde Bediüzzaman Ankara, Emirdağ, Konya, İstanbul ve Is*parta’yı tekrar ziyaret etmişti. Adeta talebeleriyle vedalaşır gibiydi. Bu yolculuklarını malzeme yapan bazı İslâm düşmanı gazeteler onu karalamaya çalıştılar. Bu esnada hastalığı iyice ziyadeleşmişti. Ağır durumuna rağmen talebelerinden kendisini Urfa’*ya götürmelerini istedi. Ancak yetkili makamlar onun hiç bir yere çıkmamalarını is*tiyordu. Buna rağmen istediği gerçekleşti. Allah (Azze ve Celle) onun dececelerini yüceltmeyi dilemişti. Ölüm döşeğinde bile oradan oraya sürülerek, çetin bir imtiha*nı kazanmış, 25 Ramazan 1379 h. (23-3-1960) tarihinde yüceler yücesine intikal etmişti. Allah onu en geniş olarak Rahmetine ulaştırsın. Onu Resûl-ü Muhtâr, Sa*habe-i Kirâm, Enbiyâ ve Sıddîkîn’le beraber eylesin. İ’lây-ı kelimetullah yolunda yaptığı cihâdına karşılık Allah onu en hayırlı bir şekilde mükâfatlandırsın.
Bediüzzaman Urfa’daki Ulu Cami kabristanına defnedildi. Lakin Allah düşmanları onu öldükten sonra olsun rahata kavuşmasını çok görmüşler, birkaç ay geçtikten sonra kabrini açıp bilinmeyen bir yere defnetmişlerdi. Bu yolla belki de, ona ittiba’ edenleri dağıtabileceklerini zannetmişlerdi. Ancak bu karanlık ruhlu insanlar nereden bileceklerdi ki, bu Mücâhid-i Azîmin, kitapları ve yaptığı mücahede vasıtasıyla İslâ*mın hidayetiyle nurlanan ahbabları ve talebelerinin kalplerinde yaşadığını. Onun ter temiz ruhu böylelikle dünya zindanından kurtulmuş, âhiret hürriyetine kavuşmuştu. Ne büyük mücâhid. Onu izleyen ne şanslı takipçiler.
Hâtime
Hazırlamış olduğumuz bu tebliğde gördük ki, Üstad Bediüzzaman’ın hayatı birbirinden ayrı özellikler taşıyan cihâd tarzlarını ihtiva etmektedir. Ancak şartlar değişse de, olaylar farklılaşsa da cihâdına devam etmiştir. Doyayısıyla olayların değişmesiyle cihad şekli de değişmiştir. Ancak ilk ve son hedefi her zaman emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker ve Allah’a îmana dâvet yollarıyla bu din-i mübîne hizmet etmek olmuştur. Bediüzzaman’ın büyüklüğü, her zaman cihâd yoluna ciddi*yetle sarılmasından anlaşılır. Hiç bir zaman bu yoldan geri kalmamış, zaafa ve te*reddüde düşmemiştir. O her zaman üzerine basa basa İslâmın hak, düşmanlarının ise batıl üzere olduğunu savunmuştur. Daima, atttığı her adımı belirli esaslara göre atmıştır. Onun mücâhedesi, içinde bulunduğu şartlar muvâcehesinde en faziletli yolu benimsemiştir. Allah’ın kendisine bir imtihan olarak verdiği zorluklardan asla şi*kâyet etmemiş, bütün bunları Allah’a sığınarak aşmıştır. O, bu dünyanın fâni oldu*ğunu çok iyi bilmekteydi. Bu yüzden, ömrü boyunca kalbinde Allah sevgisinden başka bir sevgiye yer vermemiştir.
Bediüzzaman’ın büyüklüğünün bir yönü de, onun bütün mücâhedesi esnasında Sünnet-i Resûlüllaha (a.s.m.) ittiba etmesidir. Böylelikle o, ümmetin sevgilisi haline gelmiş, ona zulmedenler ve düşmanlık besleyenler onu yolundan çevirememiştir. Kendisine zulmedenlerin hepsine hayır, hidayet ve sırât-ı müstakime ulaşma te*mennisinde bulunmuştur. Allah Onu rahmetinin en genişine nail etsin ve onu en hayırlı bir şekilde mükafatlandırsın. O, cihâdının neticesini dünyadayken görebilmek için yaşamadı. Lakin ter temiz ruhu şimdi Cennet-i Naîm’de gayet mes’uddur. Zira insanların Allah’ın hidayet yoluna döndürülmesi yolunda büyük hizmetler gören eserleri kendisine ziyadesiyle hasenat kazandırmaktadır. O, her zaman yararlanılan bir ilim hazinesi bırakmıştır ve Resûlüllahın (a.s.m.) bir hadisinde buyurduğu gibi kı*yamete kadar görevini sürdürecektir.
____________________
1 Prof. Dr. ALİ EL-KETTÂNÎ
İspanya Kurtuba İslâm Üniversitesi Rektörü. 1941’de dünyaya geldi. Aslen Tunuslu. İhtisas alanı elektrik enerjisi. Salave Tangier’deki Fransız okullarında tahsil gördü. Şam’da ikinci eğitim devresini tamamladı. Lausanne’daki Federal Teknoloji Enstitüsüne devam etti. 1963’de elektrik mühendisi olarak mezun oldu. Lausanne’de bir yıl nükleer mühendislik sahasında çalıştı, daha sonra Pittsburg’daki Teknoloji Enstitüsüne giderek 1966’da plazma fiziğinde doktorasını ta*mamladı. Başta ABD MIT (Massachussetts Institute of Techonology) Pittsburg Üniversiteleri, Suudi Arabistan’da Kral Fahd Üniversitesi olmak üzere birçok üniversitede görev yaptı. İslâm, Bilim, Teknoloji ve Gelişme Vakfı eski başkanı.
Prof. Dr. Ali Kettânî, ayrıca dünyada “Müslüman azınlıklar” konusunda ihtisas sahibi nadir şahsiyetlerden birisidir. Bu sahada kaleme aldığı “Günümüz Dünyasında Müslüman Azınlıklar (İngilizce, Arapça) kitabı başta olmak üzere birçok makaleleri yayınlanmıştır.
Prof. Dr. Kettânî’nin diğer iki eseri de şunlardır:
1- Amerika ve Avrupa Müslümanları.
2- İspanya’da İslâmın Yeniden Dirilişi.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BİR ÖMRÜN DEĞİŞMEZ PRENSİBİ MÜSBET HAREKET
ALÂADDİN BAŞAR 1
Müsbet hareket, Risale-i Nur’un ilim ve irfana, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodu. Bu meslek bütün mücedditlerin ortak yoludur. Hepsi, Allah
Resulü’nden (a.s.m.) aynı dersi almış ve asırlarının şartlarına göre bu yolda yürümeğe azamî hassasiyet göstermişlerdir. Gazzalîler, Rabbanîler, Geylanî*ler, Mevlânalar hep bu mukaddes yolun yolcularıdır. Hepsinin ortak gayesi, insan*ları Hakkın rıza çizgisine çekmek, ebedî saadetlerine vesile olmaktır.
“Âlimler peygamberlerin varisleridir” 2 hadis-i şerifine en ileri mânâsıyla mazhar olan bu kutlu zevat içerisinde Bediüzzaman Hazretlerinin hususî bir yeri vardır. Onun bu hususiyeti, asrının dehşetinden ileri gelmektedir.
“Rüyada Bir Hitabe” başlıklı yazısında, her asrın mebusları içinde bulunan müba*rek bir heyetin kendisine şöyle hitab ettiğini haber verir: “Ey helâket ve felaket as*rının adamı, senin de bir reyin var. Fikrini beyan et.”
Diğer mücedditlerin mücahedeleri, İlâmı ana istikametinden uzaklaştırmak iste*yen ve müminleri ehl-i sünnet itikadından saptırmaya çalışan birtakım gafillere ve bedbahtlara karşı olmuştur. Bediüzzaman asrı ise çok daha farklıdır. Onun zama*nında, imanın erkânına ilişilmiş, neden ve niçin yollu sorularla müminlerin kalblerine şüpheler sokulmuş, imanları tehlikeye atılmıştır. Ayrıca, küfür, dalâlet ve sefahat bi*rer şahs-ı manevî halinde ve dünya çapında organize edilmiş olarak imana, İslâma ve ahlâka musallat olmuşlardır.
İşte tarihte misli görülmemiş bu ifsat hareketlerine karşı, tebliğ ve irşad vazife*sini manen yüklenen o büyük Üstad, bir yandan şüpheleri giderici ve müminlerin imanlarını taklidden tahkik seviyesine çıkarıcı kıymetli dersler verirken, diğer yandan bu engebeli, dikenli, mayınlı ve uçurumlarla dolu yolda Müslümanların nasıl yürü*meleri gerektiğini ders veren lahika mektupları kaleme almıştır.
İşte müsbet hareket, bu ulvî yolculuğun esası ve yürüyüş ritmidir.
Bediüzzaman Hazretleri, kendisini menfi bir harekete sevketmek için yapılan bütün işkencelere, zulümlere, oynanan bütün şeytanî oyunlara sadece acı bir tebüs*sümle karşılık vermiş. O’na zulmedenler de dahil olmak üzere, bütün bu beşeriyetin imanını kurtarmak için çıktığı o mukaddes yolculuğunu, itidal-i dem ile, sarsılmadan ve adavete girmeden tamamlamıştır.
Bediüzzaman Hazretleri, bütün ömrü boyunca tatbik ettiği tebliğ ve irşad pren*siplerinin bir hülasası mahiyetinde olan ve bir cihette Allah Resulü’nün (a.s.m.) Veda Hutbesi’ni andıran son mektubuna şu cümlelerle başlar:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâ*hiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Biz*ler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” 3
Bu cümlelerde müsbet ve menfi hareketlerin en önemlileri nazarımıza sunulmuş durumda.
Rıza-yı İlâhi için çalışmak müsbet; riya, gösteriş ve menfaat için çabalamak menfi.
Hizmet-i imaniyye müsbet; küfür ve dalâlete, isyan ve sefahate çalışmak menfi.
Allah’a tevekkül müsbet; vazife-i ilahiyyeye karışmak menfi.
Asayişi muhafaza müsbet; kavga ve ihtilaf çıkarmak, huzur ve emniyeti ihlal et*mek menfi.
Sabır ve şükür müsbet; sabırsızlık ve isyan menfi.
* * *
Müsbet, kelime mânâsıyla isbat edilmiş demektir. İsbat edilen, ortaya konulan, istifadeye sunulana müsbet denir.
Müsbet imardır, menfi ise tahrip...
Dünün boş arsasına bugün bir bina kurmuş ve istifadeye sunmuşsanız bu bir müsbet harekettir. Ama mevcut bir binayı ortadan kaldırmış, faydasız hale getirmiş*seniz buna da menfi denir.
Menfi, nefyedilmiş demektir. Nefiy ise sürgün etmek, ortadan kaldırmak, yoklu*ğunu iddia etmek mânâlarına geliyor. Küfre giren insana imansız denilmesi de bun*dandır. Bu adam, kendi iman sarayını yıkmıştır. Keza, iffet ve ahlâk köşkünü harab eden adama da ahlâksız deriz. Burada da bir menfi hareket söz konusu...
Sağır bir insan sesler âleminin cahilidir. Ona göre, ses diye bir şey yoktur. Ken*disine şefkatli bir heim el uzatıyor ve kulağını tedavi ederek onu işitme nimetine kavuşturuyor. Artık bu adam için sesler âlemi sabit olmuştur. Ve hekimin yaptığı da müsbet bir harekettir.
İşiten bir kulağı sağır hale sokmak ise menfi hareket...
Görme hadisesinde de öyle. Gözü görmeyen insanın şu kâinat hakkında bilgisi ancak elinin temas kurabildiği eşyaya münhasırdır. Bu adamın gözünü tedavi ettiği*nizde, nazarı yıldızlarda, güneşde, ayda, dağlarda, ovalarda dolaşmaya başlar ve hususî dünyası sınırsız denilebilecek ölçüde genişlenir.
Müsbetler de, menfiler de sayısız denecek kadar çok. Bunlar içerisinde müsbetin en ileri derecesini şu ifadelerde buluyoruz.
“Rıza-yı ilahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmak.”
Hizmet-i imaniyye, insanoğluna yapılabilecek en büyük yardımın ifadesi, en bü*yük müsbetin simgesidir. Kalpten küfür sökülüp atılacak, yerine iman bina edilecek*tir.
Bu hizmet sonunda, bir insan iman nimetine kavuşursa, daha önce, sadece gör*düğü eşya ile alâkadar olan bu adam, artık bütün âlemlerin Rabbine vasıl olmuş, maddede boğulan aklı âlemlerin yaratıcısını bumuştur. Vazifesiz, sahipsiz, hamisiz olmaktan kurtulmuş, ölüm ötesini bilememenin ızdırabından halas olmuştur. Şimdi o, görmeyi halk eden bir Basir, işitmenin mucidi bir Semi’, sûretlerin tasvircisi bir Musavvir, hayatları yaratan bir Muhyi bulmanın ve O’na iman etmenin safasını sür*meye başlamıştır.
İşte bu adamın imanına yapılan bu yardım, ne kör gözü açmaya benzer, ne de işitmeyen kulağı. Kendisine sunulan bu iman hizmeti, onun için ebedî bir ihsandır ve fani dünyası için yapılan yardımlardan sonsuz derece büyüktür, ehemmiyetlidir. Cennette ne körlük var, ne sağırlık. Ne açlık var, ne susuzluk... Hiçbir elemin or*tada yeri yok. Hiçbir yokluk, hiçbir noksanlık o beldeye ayak basamamış. Bu akıl*lara sığmaz lütufların karşısında, yine akıl almaz azaplarıyla cehennem var. Cennete ermenin ve cehennemden kurtulmanın temeli, esası iman. Onun içindir ki insanlığa yapılabilecek en büyük hizmet de, iman hizmeti...
İşte Bediüzzaman Hazretleri o engin himmetini, bu milletin imanının kurtulma*sında merkezleştirmiş büyük mürşid, manevî hekim ve eşsiz müceddiddir.
Bütün mesaisini iman vadisinde hasreden bu büyük mürşid:
“Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var, başka cereyan*larla alakam yok” 4 buyurarak, müsbet hareketin iman hizmeti, menfinin ise iman*sızlık cereyanı olduğunu veciz bir şekilde ifade buyurur.
İman müsbet, küfür menfi olduğu gibi, bütün hayırlar, güzellikler müsbet, bun*ların zıtları ise menfi. O halde, müsbet hareket denilince, insan kalbine öncelikle iman hakikatlarını hakim kılmak ve bu iman temeli üzerine başta ibadet ve güzel ahlâk olmak üzere hayrın, doğrunun, faydalının bütün şubelerini bina etmek anlaşı*lır.
Gönül yapmak müsbet, kalb kırmak menfi. Şefkat müsbet, öfke menfi. Sabır müsbet, isyan menfi. Affetmek müsbet, intikam menfi. İltifat müsbet, hakaret menfi. Hüsn-ü zan müsbet, su-i zan menfi...
İmanın sabit olduğu bir kalbde, güzel ahlâk ve yüksek seciyeler, bütün şubele*riyle, neşv ü nema bulacaktır. Öyle ise gerek ferdî, gerek içtimaî hayatta hangi yüksek hasletin, hangi güzel ahlâkın inkişaf etmesini istersek isteyelim, bunun yolu iman hakikatlarını kalblere tahkiki bir sûrette yerleştirmekten geçer. Bediüzzaman Hazretleri bu yolda yürümüş ve bilfiil muvaffak da olmuştur.
* * *
Bir nur talebesinin, Risale-i Nur’un müsbet hareketle ilgili bütün esaslarına riayet ederek halis bir iman hizmeti yaptığı halde, insanları ıslah vadisinde umduğu neti*ceye ulaşamaması halinde, yeise düşmemesi için mezkûr düstur şöylece noktalanır:
“Vazife-i ilahiyyeye karışmamak.”
Nurlardan aldığımız derse göre, ilâhî vazife neticeleri yaratmaktır.
Rezzak O olduğu gibi Hadi de odur. Biz rızık babında nasıl sadece tohum ekip, gerekli bakımı yaptıkdan sonra, bir habbenin on, yüz, yahut bin olmasına karışmı*yor, bunu ancak Allah’ın kudret ve rahmetinden bekliyorsak, kalplere ektiğimiz ha*kikat tohumlarının da sünbül vermesine karışmayacağız. Kalbler Allah’ın yed-i kud*retindedir ve Hadi ancak O’dur. Okuduklarımız ve anlattıklarımız muhatabımızın kalbinde ancak onun lütfuyla sünbül verir, bizim irademizle değil...
Biz düğmeye basarız, ışığı Allah yaratır. Biz kibriti çakarız, ateşi Allah yaratır.
Kalblerde hidayet nurunu parlatan da O, muhabbet ateşini yakan da.
Biz O Rahim Rabbimizin lütfuna sığınır, O’na dua ve iltica ederiz. Biz de O’nun kuluyuz, karşımızdaki insanlar da. O’nun kullarını O’nun rızasını umarak, O’nun yo*luna dâvet ederiz. Bundan ötesi bizim irade sınırımızı aşar ve sorumluluk sahamızın dışında kalır.
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’inde “Peygamber üzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur,” buyuruyor. 5
Bu Rabbanî hakikat, niçin müsbet hareketinde en önemli bir şartı olmuş, diye bir soru geliyor insanın aklına. Bu soru ile birlikte, hayalimizde müsbetin zıddı canlanı*yor: Menfi...
Demek ki, diyoruz, kendi vazifesini yapmakla meşgul olanlar, menfi harekete vakit bulamazlar. Ve yine diyoruz ki, kendi görevlerini bir tarafa bırakıp sadece dış hadiselerle, sosyal neticelerle ilgilenenler, umduklarını bulamayınca, önce tedirgin olurlar ve sonunda ümitsizliğe düşerek menfi hareketlerle teselli bulmağa çalışırlar. Tebliği terkedip dedikoduya koşar, ıslahdan vazgeçip tahribe saparlar. Sevdirmeyi bırakıp nefret ettirirler.
Bunlar İslâmı tebliğ yoluyla neşir ve ilân etmedeki boşluklarını zorbalıklarla ka*pamak isterler. Halbuki Tefsir âlimlerimiz, bize bu zorlamanın sadece dinî meselede değil, hiçbir hususta caiz olmadığını beyan ediyorlar. Ve “dinde ikrah yoktur” âye*tini “zorlama denen şey dinde yoktur; bu, dine uygun bir davranış şekli değildir,” 6 diye izah buyuruyorlar.
Dinde zorlama yoktur, çünkü zorlama müsbet bir hareket değildir. Zorlama ile insan ne irfana kavuşur, ne ilme, ne ahlâka..
İkrah ağacında irşad bitmez.
Bir çocuğa bile zorla iş yaptırmak mümkün olamazken, kişinin kalbine imanı zorla nasıl sokabiliriz? Kalb zorlamaya gelmez. İkrah ancak bedene yapılabilir. Kalbe ne sevgi zorla yerleşir, ne de nefret, Tam tersine, zorlama muhatabınızı inatlaş*maya götürür ve sevdiğinizden nefret etmesine, nefret ettiğinize de sevgi bağla*masına sebep olur.
Bu gerçeği güzelce ders veren bir darb-ı mesel: “Atı suya zorla sokabilirsiniz ama, ona zorla su içiremezsiniz.”
* * *
Tebliğin önemli bir şartı da tohumu ekmeyi usulüne uygun olarak yapmaktır. Bu noktada Üstadımızın şu tavsiyesiyle karşılıyoruz:
“Risale-i Nur’un mesleği, nezihane, nazikane, kavl-i leyyindir.” 7
Dâvâmızı en güzel şekilde ve en yumuşak ifadelerle anlattığımız halde, sözleri*miz tesirini göstermezse, yeise düşmememiz gerekiyor. Zira, ekilen tohumun mahsul vermesi için tarlanın elverişli, iklimin de müsait olması lâzım. Zemherir ayında gül yetiştiremez, kum ve çakıldan meyve alamazsınız. Burada muhatabınızın iç âlemi önem kazanıyor.
“Hidayete erecekleri en iyi bilen Allah’dır”. 8
Ayet-i Kerimesi, tebliğ görevini hakkıyla yapan bir mümin için en büyük bir te*selli kaynağıdır.
* * *
Bir diğer temel cümle:
“Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkın*tıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”
Cümlenin giriş kısmındaki mesaj, daha çok devlet yöneticilerine bakıyor. Asayi*şin ancak müsbet bir iman hizmetiyle temin edilebileceği ders veriliyor. Nur hizme*tinin ulaştığı kimseler, problem olmak şöyle dursun, “asayişin birer manevî bekçisi” oluyorlar. 9
İkinci mesaj ise bu hizmetin erlerine:
“Şayet sizi yanlış anlayarak yahut büsbütün anlamayarak, ihlas ile yaptığınız bu iman hizmetine mukabil sizlere sıkıntı verirlerse sakın menfi hareketlere te*vessül etmeyin; sıkıntıları sabırla ve şükürle karşılayın.”
Bir Nur talebesi, Üstadın bu şükür tavsiyesini şöyle değerlendirir: “Nice insanlar dünyevî, hatta gayr-ı meşru istekler uğrunda her bir sıkıntıya katlanırlarken, ben Allah Resulünün iman dâvâsını, tevhid dâvâsını, ahlâk dâvâsını ilan ve i’la etme uğ*runda bir takım eza ve cefalara maruz kalıyorsam, bunu bir lütf-u İlâhî bilip şükret*meliyim.” İman hakikatlarını kalblerde hakim kılmanın, İslâmın emirlerini ferdin fiil âlemine aksettirmenin yolu sabırdan, şefkatten geçer. Menfi harekete müsaade yok! Zaten, dahilde niza ve kavga olamaz. Kendi yüzünü yumruklayan birisine rastladınız mı? Ağrıyan gözünü yuvasından çıkarıp atanı gördünüz mü? Romatizmalı bacağını baltalayana şahid oldunuz mu? Dahilî cihad hakkında Bediüzzaman’dan bir hakikat dersi:
“Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahil ise öyle değildir. Dahildeki hareket müs*bet birşekilde manevî tahribata karşı, manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçdeki cihat başka, dahildeki cihat başkadır.” 10
Bu sözlerin sahibi, yirmi sekiz senelik hapis ve sürgün hayatına, defalarca zehir*lenmesine, nice zulümlere maruz kalmasına rağmen “yüzde on zındık dinsizin yü*zünden, yüzde doksan masuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve asayişi muhafaza” 11 etmeğe çalışmış, bunun için de, “Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakma” ya gayret etmiştir.
* * *
Büyük Üstad, iman hizmeti yapmaya talib Nur talebelerine Kur’ân-ı Kerimden fethettiği dört hatvelik bir güzergâh çizmiştir:
“Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tariki...” 12
Acz ve fakr, ubudiyetin esasıdır. Şefkat Rahîm ismine, tefekkür ise Hakîm is*mine isal eder. Rahîm ismine mazhariyet, iman hizmetini netice verir.
Her isme olduğu gibi bu isme de en ileri seviyede mazhar olan Resulullah Efendimiz (a.s.m.), dünyaya geldiği dakikada “Ümmetîl Ümmetîl” diyerek ümme*tinin imanını, salâhını ve necatını Rabbinden dilediği gibi, bu umman şefkat mah*şerde de kendini gösterecek ve Üstadımızın beyanıyla “mahşerde herkes hatta peygamber dahi nefsî derken, O (a.s.m.) yine ümmetî ümmetî diyecek” ve ümme*tinin mağfiretini, cehennemden halas bulup cennete kavuşmalarını makam-ı Mah*mud’da Allah’dan niyaz edecektir.
Şu helaket ve felaket asrının müceddidi, mürşidi Said Nursî Hazretleri, Allah Re*sulünün (a.s.m.) “ümmetî” feryadını ruhunun tâ derinliklerinde hissetmiş, O’nun endişesine ve ızdırabına ortak olmaya çalışmıştır.
Eşref Edip Bey’le yaptığı bir mülakatta lisanında şu ateşin sözler dökülür:
“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtar*maya konuşuyorum.” 13
Bu sözler, “ümmetî! ümmetî!” feryadının asrımızdaki en büyük aks-i sadasıdır. Zaten, Allah Resulünün (a.s.m.) bu feryadında en büyük pay da bu dehşetli asra düşmektedir.
Bir baba bütün evlatlarını sever ama, onlar içerisinde hasta olanı, ölümle pençe*leşeni daha çok yadeder. Kalbi onun için daha çok çarpar. İşte Bediüzzaman Haz*retleri ümmetî feryadından asrımıza düşen büyük payın tercümanlığını en mükem*mel mânâda yapmış, telif ettiği yüz otuz parça risaleleriyle ümmet-i Muhammed’in imanını kurtarmaya çalışmış, bu uğurda herşeyden geçmiş ve sıkıntı, ızdırap, zehir*lenme, mahkeme, hapis, sürgün dolu bir mücahede hayatı sürmüştür.
“Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyo*rum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediği eza kalmadı.” 14
İman dâvâsı uğrunda büyük sıkıntılara katlanmak da Allah Resulünün (a.s.m.) sünnetindendir. Üstadımız bu sünneti kemaliyle yerine getirmiştir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü (a.s.m.) Taif’te kendisini taşla*yan ve yüzondört yerinden yaralayan insanlara beddua etmemiş ve o eşsiz şefka*tiyle “Ya Rab! Bunlar bilmediklerinden böyle yapıyorlar” diyerek onların hidayetle*rine dua etmişti. O’nun (a.s.m.) bu dehşetli asırdaki büyük varisi Bediüzzaman Haz*retleri de aynı yolda yürümüş ve kendine her türlü zulmü ve haksızlığı lâyık bulanlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan ‘şefkat’ itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum.” 15
Bir başka risalesinde, kendisiyle beraber talebelerinin de çeşitli eza ve cefalara maruz kaldıklarını, ağır imtihanlar geçirdiklerini beyan ile şöyle buyurur:
“Bizim vazifemiz onlar hakkında yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslenmemesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebat ile çalışmala*rını tavsiye ederim.” 16
Büyük Müceddid’in müsbet hareket noktasında üzerinde hassasiyetle durduğu önemli bir mesele de, İslâma farklı metotlarla hizmet eden Müslümanların, birlik ve beraberliğini temin etmektir. Bu ehemmiyetli nokta üzerinde çok tahşidat yapmış ve meşreb farklılığının ihtilafa dönüşmemesine gayret etmiştir. Misâl olarak, İhlas Risalesindeki dokuz emirden ilk üçünü kaydetmek isterim.
“1. Müsbet hareket etmektir ki, yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhab*bet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek.
3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, ‘mesleğim haktır’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden ‘hak yalnız benim mesleğimdir,’ veyahut ‘güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturunu rehber et*mek.” 17
* * *
Bütün ömrü boyunca hep müsbet hareket etmiş bulunan Üstad Hazretleri bu*nun zarurî bir lâzımı olarak her türlü menfinin de karşısında olmuştur.
Risale-i Nurdaki imanî bahislerle imansızlık cereyanının, küfrün, şirkin ve dalâletin karşısına çıktığı, riya, gösteriş, teveccüh-ü nas belalarına karşı İhlas Risalesi’ni telif etmiş, Müslümanlar arasında düşmanlık, kin, gıybet gibi afetlerin mecra bulamaması için Uhuvvet Risalesi’ni kaleme almış, İslâm birliğinin en büyük bir düşmanı olan kavmiyetçiliğe karşı 26. Mektubun 3. Mebhasını yazmış, kısacası her menfiye karşı onu tesirsiz kılacak, onun panzehiri olacak bir eser telif etmiştir.
Bu cümleden olarak, büyük bir içtimaî yaramız olan “tekfir” meselesi üzerinde de hassasiyetle durmuştur.
Ehemmiyetine binaen bu konu üzerinde biraz durmak istiyorum.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Müslümanlar için esas olan hüsn-ü zandır” prensibinden hareketle, tekfirden büyük bir hassasiyetle sakınmıştır.
“Said’i bilenler bilirler ki mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfür bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez” 18
Günahkâr bir mümini hemen küfürle itham etmek ve onu İslâm dairesi haricine atmak büyük bir cinayettir ve ehl-i sünnet itikadına zıttır.
Ehl-i sünnetin görüşüne göre, günah-ı kebair işleyen kâfir olmaz.
“Günah-ı kebair işleyen kâfir midir, değil midir?” münakaşası Ehl-i Sünnet âlim*leri ile Haricîler ve Mutezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler günah işleyenin kâfir olup ebediyyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mutezile, büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mümin olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikattan uzaklaşarak “dalâlete” düştüler.
Yakın tarihimizde bir fetret devri daha yaşadık. Nice hurafeler ve köhne fikirler yeniden piyasaya sürüldü. Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mutezile nedir, hatta elfaz-ı kü*für nedir pek bilmiyorlardı. Bazı sloganlar ezberlemişlerdi. Onları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resulullah Efendimizin (a.s.m.) tekfirle ilgili tehdit hadisinin de gafiliydiler...
Bu hadis-i şeriflerinde Allah Resulü (a.s.m.) şöyle buyurmakdaydı:
“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” 19
Tekfir konusunda Risale-i Nur Külliyatından “Sünuhat” adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini İslâmdan uzaklaştırır.
“Demiş bu şey küfürdür. Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfire*dir. O haysiyet ile o zat küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise masume ve imandan neşet ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da haize olan başka evsafa malik oldu*ğundan o zat kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neşet ettiği yakinen bi*line... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez.
“Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler! 20
Demek ki bir müminde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahattan yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlar “kâfire” tabir ediliyor. Yine o müminin, imanından kaynaklanan birçok da masum sıfatı bulu*nuyor. İşte bu sıfatlar, o zata kâfir dememize mani. Onun dilinden küfrü icab eden bir söz çıkmışsa, yahut o mümin imandan kaynaklanmayan, ancak kâfirlere yakışa*cak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yani o adamın bunları küfür niyetiyle, İslâmı inkâr kasdıyla yaptığını kesinlikle bil*medikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz.
“Sıfatın delâletinde şek var,” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yani, o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın onun kâfir olduğuna delil olduğu şüp*heli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kati olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mümin olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak ben müminim, Müslümanım diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakin var, kesinlik var, katiyet var. Ama küfrün var*lığında şek, yani şüphe var, zan var tahmin var. Biz yakini şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
Bazan bir Müslümanın ağzından, gaflet ve cehalet eseri olarak, elfaz-ı küfürden sayılan bir söz çıkabilir. Bunun mes’uliyeti elbetteki çok büyüktür. Hatta bazı âlim*lerimiz, böyle bir müminin, mazideki bütün hasenatının mahvolduğunu beyan buyu*rurlar. Ama bu müflis adam yine de Müslümandır, kâfir değil...
Bu noktada bir temel hükümden söz etmek isterim:
İman nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur.
Buna göre, ağzından küfür lafzı çıkan bir mümine kâfir denilebilmesi için, onun bu sözün neticesi olan küfrü kalben tasdik, lisanen de ikrar etmesi gerekir.
Bediüzzaman Hazretleri istikametten sapan bazı kimselerin, “Kim Allah’ın indir*diğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir,” âyet-i kerimesini delil tu*tarak Kanun-u Esasiyi çıkaran ve hürriyeti ilan eden siyasileri tekfir etmelerine de karşı çıkmış ve “biçare bilmezdi ki, ‘lemyehküm’ bimana, ‘lem yussaddık’dır” 21 buyurmuştur. Yani, kim Allahın indirdiğiyle hükmetmezse şartının mânâsı, kim Allah’ın indirdiğini tasdik etmezse demektir. Üstadın bu izahı ehl-i sünnet itikadının ifadesidir. Zira, ehl-i sünnete göre bir İlâhî emri yerine getirmeyen, ona göre amel etmeyen bir mümin, o emri tasdik ettiği müddetçe ancak günahkâr olur, fasık olur, fakat kâfir olmaz.
Fahreddin Razi hazretleri Tefsir-i Kebirinde bu âyet hakkında ileri sürülen bütün görüşleri sıralamış ve en isabetli görüşün Hz. İkrime’ye (r.a.) ait olduğunu kaydet*miştir.
Hz. İkrime (r.a.) şöyle buyurmaktadır:
“Hak Teâlanın ‘kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse’ ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah’ın hükmü oldu*ğunu bilip, sonra da lisanıyla onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez.” 22
Tekfir bahsini Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerinin şu fetvasıyla nokta*layalım:
“Bir kimsenin sarfettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yö*nüyle küfürden kurtarıyorsa,müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslü*manlar hakkında hüsn-ü zan esastır..” 23
Fetvanın haşiyesine şöyle bir kayıt konulmuştur:
“Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır. Fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtaramaz.”
* * *
Yine Nur Külliyatından “Münazarat”ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramızdan da bu vesileyle söz etmek isterim.
Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayret normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tar*tışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlup düştüğünü hisseder etmez, muhata*bını hemen tekfire yelteniyor. “Sen bu görüşünle hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin”, diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyice yükseltiyor ve kendisinden emin bir eda ile, “Kur’ân-ı Kerimde, Yahudileri ve Nas*ranîleri dost edinmeyin,” buyurulmuyor mu, diye size çıkışıyor.
Bu dehşetli hastalığın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut:
“Bu nehiy Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri ha*sebiyledir. Hem de bir adam, zatı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve sanatı içindir.” 24
Demek ki Ayet-i Kerime yahudiliği ve hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, hristiyan bir devleti hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına gi*rer. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek ise bu yasağın dı*şında.
Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor:
“Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” Yani, bir Müslümanın ehl-i kitaptan, meselâ hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevebilecek, ama hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir.
İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mal oluyor.
Bu panelde, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin daima müsbet hareket ettiğini ve her türlü menfinin karşısında bulunduğunu, zamanın müsaadesi nisbetinde, açıkla*maya çalıştım. Onun o bereketli ömrünün şaşmaz prensibi olan müsbet hareketi, bir tebliğle yahut birkaç misâlle, lâyık olduğu vechile anlatmak elbette mümkün değil*dir. O büyük Mürşid’in bütün tarihçe-i hayatı ve beşerin istifadesine sunduğu yüz otuz parçadan mükerrep Risale-i Nur külliyatı birlikte mütalaa edildiğinde bu hakikat daha vazıh ve berrak olarak kendini gösterecektir.
Sizleri Büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî ve Nur Külliyatıyla başbaşa bırakı*yor, hürmetlerimi sunuyorum.
____________________
1 Prof. Dr. ALÂADDİN BAŞAR
1947 yılında Erzurum’da doğdu. İlk, orta ve yüksek tahsilini aynı ilde tamamladı. 1969 yı*lında İşletme Fakültesinden mezun oldu. 1970 yılında asistan, 1974’de doktor, 1978’de doçent, 1988’de profesör oldu. Halen, Erzurum’da İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesinde Sayısal Yön*temler Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktadır.
Alaaddin Başar’ın, Zafer Yayınlarınca yayınlanan dört kitabı vardır: “Kadın Nedir”, “Bir Ka*der Sohbeti”, “Bakış Açımız” ve “Var Oluş”. Yazarın ayrıca, Risale-i Nur Külliyatındaki ıstılahları esas alarak hazırlamakta olduğu ve “Nurdan Kelimeler” başlığını taşıyan bir çalışması sürmekte*dir. Bu cümleden olarak, Zafer Dergisi’nce beş adet kitapçığı yayınlanmıştır. Deneme, felsefî de*neme ve makale üsluplarıyla kaleme alınan bu çalışma tamamlandığında müstakil kitap olarak neş*redilecektir.
2 el-Aclûnî, Keşf’ül-Hafa, 1745. Hadis
3 Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası II, Enver Neşriyat, s.241.
4 Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Sözler Neşriyat, s. 66
5 Maide Suresi, 99
6 Elmalı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, cilt: 2, s. 860.
7 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Envar Neşriyat, s. 176.
8 Yunus Suresi 56
9 Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 652.
10 Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası II, Envar Neşriyat, s.242.
11 Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 653.
12 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Envar Neşriyat, s. 476.
13 Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 629.
14 A.g.e., s. 629.
15 Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Envar Neşriyat, s. 372.
16 Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası II, Envar Neşriyat, s. 80-81.
17 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Envar Neşriyat s. 151.
18 Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Envar Neşriyat, s. 423.
19 Riyazü’s-Salihîn, 1764. Hadis.
20 Riyazü’s-Salihîn, Sünuhat, Sözler Yayınevi, s. 20.
21 Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s.
22 Fahruddin Razi, Tefsir-i Kebir (Tercüme), Akçağ Yayınları, c. 9, s. 86.
23 A. Z. Gümüşhanevî, Ehl,i Sünnet yolu, Bedir Yayınevi, s. 68
24 Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, s. 26.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
ÇAĞIN DÜŞÜNÜRÜ BEDİÜZZAMAN
CACİLİA MERYEM DEMİR 1
Saygıdeğer hanımlar, beyler, sevgili kardeşlerim.
Ben Almanya’da katolik bir ailenin içerisinde büyüdüm. Şimdi bugün kiminle sohbet etsem, kendi vatandaşlarımdan, Alman olsun veya Müslüman olsun, ya he*men, ya biraz sonra şu soru soruluyor: “Ne zamandan beri Müslümansın?”
Ben de “ben zaten hep Müslümandım” diyerek cevap verince, Müslüman ola*nın da, olmayanında tepkisi büyük bir şaşkınlık oluyor.
Tabii cevap olarak, şu kadar senedir dememi bekliyorlar. Ama bu soru çok fazla şey içeriyor.
Müslüman olanlar kısa bir düşündükten sonra benim cevabıma katılıyorlar. Ve Müslüman olmayanlar da, “Müslüman doğuş”un anlamını öğrenince şu cevaba olan tepkileri değişiyor.
Müslüman, İslâma mensup olan, Arapçadan gelip, “inanan”, “Allah’a teslim olan bir insan” demek. Ben bir Hıristiyan olarak da böyle bir tutumda olabilirim, yani Allah’a inanıp ona teslim olabilirim. Ve her Müslüman bilir ki, her çocuk Müslüman olarak ve fıtratında imanı taşıyarak dünyaya gelir.
Böyle soruların arkasında insanların temel ve kesin tutumları saklı. İnsanlar karşı*sındakini belli şemalara veya kalıplara yerleştirmek istiyorlar.
Bunlar zamanla hayatta çevreden, toplumdan kendiliğinden öğrenilen, edinilen tecrübelerden kendilerine çizdikleri belli başlı kalıplar.
İnsanlar bu şekilde işi basitleşritiyor. Ve böylece de karşısındakini basit bir kalıba sokma tehlikesine giriyor.
Bu konuda Peygamberimizin (a.s.m.) soru şeklinde bir hadisleri var: “Yoksa onun kalbinin içini mi gördün?”
Bence bu soru, özellikle bizim inancımızdaki müsamaha tutumuna hitab ediyor. Kur’ân’daki birçok âyette ve hadislerde, müsamaha ve sabır karşımızdakilere takına*cağımız tavır olarak karşımıza çıkıyor.
Aynen dürüstlük ve merhamet değerleri gibi, İslâmiyette herşeyin üzerinde tu*tulan prensipler, Müslümanlar için geçerli.
Buna rağmen, Batı dünyası, Hıristiyan Garp kültürüne göre, kendilerinin yardım etmeyi seven, merhametli ve barış simgesi olduklarını iddia eder ve diğerlerinin, yani Müslümanların müsamahasız, diğer dinlere karşı kötü bir tavır içinde olduklarını söyler. Garb dünyası, İslâmiyeti tutucu bir din olmakla suçluyor ve bununla bera*ber, Müslümanların düşünce tavırlarının (dar) tutucu olduğunu söylüyor. İslâmda dinî özgürlüğün olmadığını, ve genelde kabul edilmiş insan haklarının, İslâmiyette yeri olmadığını öne sürüyor.
Evet, biz Müslüman olarak dış dünyada bu şiddetli suçlamalara maruz kalıyoruz. Müslümanlar gerçekten bu kadar bencil mi?
Kendileriyle fazlasıyla meşgul oldukları için, universal güncel konularla, problem*lerle, çözüm girişimleriyle temasa geçmiyorlar mı?
Eğitim eksikliği, maddi imkânsızlıklar mı var?
Benim İslâmiyet hakkında ilk öğrendiğim, aklımı kullanarak herşeyin arkasını araştırıp anlamak oldu. Din konusunda araştırıcı olmayı öğrendim. Çünkü inanç sa*dece kalple değil, mantıkla da ilgili bir mesele.
Kur’ân, gözü kapalı bir inanç istemiyor. Kur’ân bizden sorumluluğumuzun bilin*cine varmamızı, yaratılışı düşünmeyi ve arkasından da Yaratan birinin olduğunu görmemizi istiyor.
İnsanlığın temel soruları olan hayatın anlamı, niçin dünyada olduğumuz, niçin hastalık, çaresizlik ve belâlar olduğu soruları, her insanın cevap bulmaya çalıştığı so*rular, tabiî görmezlikten gelerek sürekli ertelemediyse (bastırmadıysa).
Ben İslâmda bu sorulara, düşüncelerimi ve şuurumu genişleten ve ufkumu açan birçok değişik cevaplar buldum. Kâinat kitabının yazarı ve yaratıcısı olan ve bu ki*tabıyla kendini ve isimlerini tanıtan ve varlığını yansıtan o tek Allah hakkında çok zengin bir bilgi hazinesi buldum.
Öyle bir din ki, ilim, özellikle tabiat ilimleri ve din, birlik içinde, birbirini tamamlı*yor ve kâinatta her bilim ve ilim o tek zata götürüyor. İşte böyle cihanşümûl ve temel esaslı oluşu beni hayran bırakmıştı. Benim başından beri İslâmı ve onun dünya görüşünü, Yaratanı ve yaratılışı gerçekte oldukları gibi tanıma şansım oldu. Ve sanki bu gerçekleri hep böyle biliyormuşum da şimdi sadece en güzel şekilde tarifini öğrendim gibi hissediyorum.
Güya “yabancı ülke İslâm” gibi sloganlarla Almanya’da İslâm konferansları veri*liyor. Amaç, Müslümanlar hakkındaki önyargıları yıkma ve karşılıklı daha iyi anlaş*mak. Burada, yeri gelmişken söylemek istiyorum, bana inanç dünyasında yol gös*teren Bediüzzaman Said Nursî’dir. Fakat onun eserlerine biraz sonra değineceğim.
Ve sonradan, ben başka Müslümanlarla ilk karşılaşmalarımda, seminerlerde ve hanım gruplarında din hakkında birşeyler öğrenmek amacıyla biraraya gelindiğinde, dikkatimi çeken birşey oldu. Tartışılan şeyler hep zahirî, şeklî şeylerdi, meselelerin doğru dürüst çekirdeğine, özüne inilmiyordu.
Asıl konuların henhangi bir kaide etrafında dönerek tartışılması, meselâ temizlik, etek uzunluğu, kıyafet şekli, gıda maddelerinin içindeki katkı maddeleri, domuz etinden veya yağından olup olmadığı gibi konular olması benim çok dikkatimi çekmişti.
Ben bunların ruhumun açlığını doyuracağına inanmıyordum.
Emirler ve yasaklar, bunları öğrenmek tabii ki önemli, ama bunları değerlendir*mede, vaziyete göre uygulamada çok dikkatli olmalı ki, kuralların asıl gayeleri ve özünde neyin önem taşıdığı gözden kaçırılmamalı. Ve yine burada, bazı insanları gereksiz yere vicdanen vesveseye ve ihtilâfa götürme tehlikesi var.
Şöyle bir örnek verebilirim:
Ben inanıyorum ki, Kur’ân’ın domuz etine koyduğu haram hükmüne biaen, in*sanların, meselâ yoğurtta jilatin olduğu için, kendilerine koydukları yasakları birbi*rinden ayırd etmek gerekir.
Sûre 7, âyet 199: “Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden de yüz çevir.” Ku’ân böyle söylüyor. Fakat diğer tarafta da benim tesbit ettiğime göre, bir hoca ne kadar katı olursa, ne kadar nehiy ve yasaklar üzerinde durursa, o kadar dindar görülüyor.
Halbuki bunun tam tersi olması gerekir.
Sonuçta sadece dış görünüşü ortaya koyan bu teferrüatlarla sürekli meşgul ol*mak, kişinin inancından bu detaylara takılıp, dininin özünü ihmal etme tehlikesini doğuruyor.
Tabii bazen, jelatin içeren bir yoğurttan vazgeçmek, kişinin kendisiyle uğraşma*sından, karakterini oluşturmasından, dürüst olup insanları (kardeşlerini) sevmekten, ve çocuklarını yetiştirirken sorumluluklarını yerine getirmekten daha kolay olabili*yor.
Buna dair gözlemlediğim son birşey de, çocuklarımızın ruhî ve manevî bir boş*luk içersinde yetişiyor olmaları. Birçok ebeveyn, çocuklarına şuurlu bir inancı akta*racak durumda (seviyede) değiller. Çocukların herşeyi kolayca kapabilecek çağları olan o çok değerli yılları, birşey öğrenmeden geçiyor.
Birçok anne-baba dinleri hakkında birkaç bu tip şeklî kural, emir ve birkaç an’a*neden başka birşey bilmiyorlar.
Bunların hepsine rağmen, yine de çocuklarına din ve dindarlığı aktarmak istedik*leri için de, birçoğu otoriter ve tutucu bir şekilde onlardan körü körüne bu kurallara uymalarını bekliyorlar.
Bu tutum sadece Almanya’da başkalarının, öğretmenlerin ve eğitimcilerin eleş*tirileriyle karşı karşıya bırakıyor, bu davranış, Kur’ân’ın yetiştirme tarzına da ters dü*şüyor.
Kur’ân’ın metodu: “Bu sana yasak, bu sana yasak değil, ve buna uymak zorun*dasın” şeklinde değil.
Tekrar tekrar akla hitab ediliyor ve emirler ve tavsiyeler öyle sunuluyor ki, “bu şekilde daha doğru değil mi?” diye bizi düşünmeye sevk ediyor ve mantığa hitap ediyor. Sorumluluğumuzun bilincine varıp, anlayarak (kabul etmeliyiz).
Bu şekilde vazifelerimizi daha güzel yerine getirebiliriz, ve o zaman Allah’ın bize her buyurduğu emir için, ve şeriatın o küçük kurallarına dahi şükrederiz.
Körü Körüne tatbik etmek, bize bireysel şahsiyet kazandırmaz. Bu körlük kısıt*lama getirir, kişi özgür ve serbest olmaz. Halbuki inanç ve din, beraberinde özgür*lüğü getirir.
Mantığa ve akla dayanan şuurlu davranış, kişiyi dinî meselelerde ölçüyü kaçır*maktan korur, bu ölçüyü dengede tutabilmenin, önemli noktaları önemsizlerden ayırd edebilme bilincini kazandırır.
Ben birçok kişinin bu detaylarda kaybolduğunu ve açıklamaların ve teferruatın çokluğundan boşluğa düştüklerine şahit oldum.
Biz bu teferruatlar takılıp, detaylar üzerinde tartışarak, bunanla hem zamanı hem de enerjimizi boşa harcıyoruz. Asıl problemler çözümsüz kalıyor.
Birçok ilahiyatçı ve din adamı, düşünücelerinde inatçı (katı) ve esnek değil, ve herhangi bir eleştiriye karşı çok sabırsızlar.
Çoğunun düşünce tarzı çok basit. Sadece “evet” veya “hayır” ve sadece “olur” veya “olmaz” seçeneği var. Bir olayın bütün bakış açılarını göz önünde tutarak onu değerlendirme, fayda ve zararlarını tartma alışkanlığımız yok. Ancak, en başta da “Müslüman doğuş” sorusuyla anlatmaya çalıştığım gibi, her zaman çok basit sorular olmadığı gibi, cevaplar da çok basit olmuyor.
Bizim problemimiz Müslüman olmayışımız değil. Müslümanlar sayıca Hıristiyan*lardan sonra en büyük çoğunluğu teşkil ediyorlar
Ama bir insanın sadece “ben Müslümanım” demesi, onun iyi bir insan ve iyi bir Müslüman olduğunu göstermez.
Diğer taraftan da Müslümanların çoğu, dinleri konusunda çok hassas ve olayları dinî bakış açısından analiz edip sınıflandırmaya vâkıf değiller. Sonuçta birçoğu ger*çekten önemli olan noktayı anlayıp, İslâmın tayin ettiği yönü bulamıyorlar. Bizim problemimiz, dediğim gibi, istikametsizlik ve dinimizin teferruatı ve detaylarında takılmak.
Mantık, akıl ve ilim dışarıda bırakıldıkça, kapılar dinî bağnazlığa açık kalır. Fana*tizmin herhangi bir şekli dinle bağdaşmaz, inanca son derece ters düşer.
Bu konuda Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) bir hadisleri var: “Halleriyle ve söz*leriyle ifrata düşenler, kendilerini helâka sürüklediler (cehenneme gittiler).” 2
Müslüman cemiyetinin içinde bulunduğu hastalıklarının listesini hayli uzatabiliriz.
Bu meselelerin içinden nasıl çıkacağımızı (meselelere nasıl yaklaşacağımızı), Be*diüzzaman Said Nursî bize çok açık bir şekilde, doğrudan Kur’ân’dan olarak kesin cevaplarla anlatıyor.
Onun hizmeti, dikkatleri tekrar öze ve asıl hedefe çekip, dinin en başlangıçtaki gayesine yöneltmekti.
Evet, birçok insan, dinin aslında ne olduğunu bilmiyor. Din, siyasi bir ideoloji değil, vicdanın bir yön tayincisi, herkesin şahsıyla ilgili bir vicdan meselesi.
Din, Bediüzzaman’ın söylediği gibi, herkesin sahip olduğu kutsal bir emanettir. Bu sebeple de, hiç bir şekilde suistimal edilmemesi gerekir, hem de hiç bir alanda.
Bediüzzaman’ın düşünceleri ve fikirleri, yurtdışında yaşayan biz Müslümanlara, diğer insanlarla ve içinde yaşadığımız toplumla diyalog kurmada çok yardımcı olu*yor.
İnsanların, Hıristiyanların görüşleri değişti
Özellikle Hıristiyanların, dünya ahlâk anlayışı için dinler üzerinde çalıştıkları bir zamanda, biz kalıplaşmış görüşlerle Hıristiyanların karşısına çıkamayız (meselâ ata*lardan kalma iddialar gibi: teslis inancı, veya İsa Allah’ın oğludur, veya günahkâr doğuş, v.s. diyerek, cahilce bir intiba bırakmak istemiyoruz) ve İslâma karşı besle*nen peşin hükümlere ve bilgisizliğe etkili bir şekilde karşı çıkabilirsek, ancak o za*man Hıristiyanlarla birlikte yapıcı bir şekilde zamanın sorularını cevaplandırmakta muvaffak olacağız.
Gerçekte, Kur’ân sayesinde bizim elimizde hakiki bir medeniyet için herşey var, ve bunun içersinde en önde gelen prensipler, doğruluk ve merhamet.
Bediüzzaman Said Nursî bize Kur’ân’ı bu asır için çözdü, ve bize Risale-i Nur’la Kur’ânın istikbale doğru çizdiği yolu gösterdi.
Risale-i Nur’la
Tek Allah’a inanç,
Allah’ın rahmeti,
İbadet,
Haşir ve Âhiret,
Herbir insanın sorumluluğu,
Doğruluk ve kardeşlik,
Muhammed’in (a.s.m.) sünnetine ittiba,
Farz ibadetleri yerine getirmek ve büyük günahlardan kaçınmak gibi İslâmın gerçek değerleri tekrar hayat buldu.
Toplumla diyaloğumuzda kendi dinî tanımımızı karşımızdakine anlatabilmek zo*rundayız, toplumu ve onun sorunlarını nazara almalıyız.
Diyalog içinde olduğumuz kardeşlerimizle onların görüşlerindeki, peşin hü*kümlü, sathî, zahirî ve teferruatlarla şekillenmiş olan İslâm “karikatürünü” düzelte*bilmek için, görüşmelerde dinin esasları ve gerçek mahiyeti noktaları üzerinde du*rulması gerekir. Bundan da en çok kendimiz ders almalıyız.
Ve karşımızdaki de “uhuvveti pekiştirme” anlamında bu karşılıklı fikir alışverişin*den etkilendiyse, birçok şeye ulaştık sayılır.
Kendime sık sık soruyorum, Risale-i Nur olmadan diyalogları nasıl başarırdık, karşımızdakiyle acaba belli bir hedefi olan bir fikir alışverişini en azından yürütebilir miydik?
Zira Risale-i Nur, senelerini dinlerinin en ince ayrıntıların öğrenmeye harcamış olan İslâm âlimleri için bile yeni soru tarzıyla değişik bir boyut getiriyor.
Meselâ, Risale-i Nur’un dürüstlük hakkında olan bahsinden, farklı inanç ve görüş*leri olan insanlarla işbirliği için şu düsturların listesini hazırladık.
Diğer inançlara sahip olan insanlarla, kilise temsilcileriyle ve bu diyaloğa ilgi du*yanlarla ilk mülâkatlarımızda, bu düsturlar tartışmanın konularından biri oluyordu, ve hâlen de olmakta. Şimdi size bu düsturları aktarmak istiyorum:
Dürüstlük hakkında
İnananlar arasındaki işbirliği üzerine
1- Müspet hareket etmek, yani kendi görüşüne sevgiden dolayı, diğer görüş*lere düşman olmamak.
2- Hangi meşrepte olursa olsun, medâr-ı muhabbet ve ittifak olacak çok râbıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak etmek.
3- Kendine düstur olarak şunu kabul etmek: Herhangi bir görüşü savunan “benim görüşüm doğru ve en iyisi” diyebilme hakkına sahip. Lâkin, başkasının gö*rüşünün haksızlığını veya çirkinliğini îmâ eden “Hak yalnız benim görüşümdür” veya “güzel benim meşrebimdir” diyemez.
4- Ehl-i hakla ittifak, tevfîk-i bir sebebi ve diyânetteki izzetin bir medârı oldu*ğunu düşünmek.
5- Bâtılın karşısında hakkı savunmak.
6- Aksini iddia eden birşey yoksa, karşıdakine daima hüsn-ü zan beslemek.
7- Enaniyetini kırmaya çalışmak.
8- Gurur ve kibirden uzak durmak.
9- Bilinçli veya bilinçsiz duygular uyandıran su-i zandan uzak durmak.
10- Başkalarının hissiyatını tahrikle yaralamamak, münakaşa ve riyaya meydan vermemek.
11- Sevgi dolu iyiliksever ve bağışlayıcı olmak.
Allah’a insanlara olan sevgimizden dolayı, ehl-i hak olarak bu düsturları tatbik etmeye özen göstermemiz gerekir.
Başkalarıyla irtibatımızda Kur’ânın her inanana, Yahudi olsun, Hıristiyan veya Müslüman olsun, hangi dinden olursa olsun, herkese seslendiğini ve bunların iyi iş*lerde birbirleriyle yarış içinde olmaları gerektiğini buyurduğunu gözönünden bulu*durmalıyız.
Çünkü hepimiz Allah’a döneceğiz.
Hak ve adalet uğruna hayırlı işlerde yarışanlarda kaybeden olmaz ne dünyada ne de âhirette.
Hıristiyanlarla görüşmelerde, konu onlarla dostluğumuz olunca, Said Nursî’nin de açıklık getirdiği bir hadîsi anmadan geçemiyoruz. Sizlere bunu aktarmak itiyo*rum:
“Âhir zamanda Îsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyânet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar rûhânîleri ile dahi, medâr-ı ihtilaf nokta*ları muvakkaten medâr-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecâviz dinsizlere karşı itifâka muhtaçtırlar.”
Kendi diyaloğumuz açısından değerlendirilecek olursak, bu verilerle biz Alman*ya’da Baden Württemberg’de yön gösterici olduk. Orada bizzat kilise temsilcileri bize acele etmememizi, kendi konumlarında henüz o noktaya gelmediklerini söy*lediler.
Eğer biz Müslümanlar daha bilinçli olsaydık ve bu meselelere bu şekilde kendi*mizi adasaydık, kiliseler ve toplum kendi görüşlerini değiştirmek zorunda kalırlardı. Çünkü biraz önce bahsettiğim peşin hükümler hâlen geçerli: İslâm hoşgörüsüz, ka*dınlar eziliyor, v.s.
Arzu edilen, şuurlu ve inanarak yaşayan Müslümanların çoğalması. Özellikle şu*urlu olmaları çok önemli.
Gerçekten de Türkiye’de sevindirici gelişme ve hareketlenmeler oluyor. Sayısız dinî dergiler, televizyon ve radyo programları, maneviyat ağırlıklı tartışmaları or*taya koyuyorlar.
Bediüzzaman Said Nursî’nin İslâma, Kur’ân’a imana kapı açan eserleri maalesef henüz herkese ulaşmamış. İnsanlar, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerine kafa yormak için vakit ayıramıyorlar. Zira eserler lisanen ve mânen çokyüksek bir sevi*yede. Burada tercüme olarak anlamlı ve kısa özetler şeklinde kitaplar basılması ge*rekir.
Risale-i Nur’dan ruhen faydalanan Müslümanların sayıları çoğalmalı ki, mânevî potansiyel ve nüveleri daha hızla çoğalsın ve daha iyi bir gelecek için, içinde bulun*dukları dışlanmış durumdan sıyrılabilsinler.
Bediüzzaman’ın hayatını, yani fikirlerini tanımak, sadece bu muhteşem insanı tanımak değil, onunla herşeyden önce İslâmı, bu inancı, onun esaslarıyla öğreniyo*ruz.
Bu manâda ben beyimle beraber işe koyuldum, Said Nursî’nin kısa bir biyogra*fisini hazırladık.
Ben onunla İslâmı tanıdım ve dinimi ve inancımı zenginleştirdim ve bu kitapçığı okuyan herkes aynı şeyleri hissetti ve bu çoşkuyla karşıladılar.
Son olarak kardeşlerime şu mesajı vermek istiyorum:
Şunu hiçbir zaman unutmıyalım ki, İslâmda merhamet ve adalet prensibi herşe*yin üzerindedir ve başkalarını ne tavırla, ne sözle kırmaya ve yaralamaya hiç hak*kımız yok.
Ve özet olarak Risale-i Nur hakkında şu sözleri söylemek istiyorum:
Allah olmazsa iman olmaz.
İman olmazsa din olmaz.
Ve din olmazsa, kâinatın sırları gizli kalır, çözülmez. (Ali Demir)
Allah hepimizi doğru yola iletsin, hidayete erdirsin.
____________________
1 CACİLİA MERYEM DEMİR (Araştırmacı-Yazar)
1962’de Almanya’nın Edingen şehrinde dünyaya geldi. Liseyi bitirdikten sonra Yüksek Mü*hendislik ve Teknik Kimya Asistan Okulundan mezun oldu.
1982’den bu yana çeşitli dergilerde İslâm dini ile ilgili Almanca araştırma yazıları yazdı. Yine Almanca olarak Said Nursî’nin Biyografisi, Peygamberimizin Hayatı adıyla iki eseri yayınlandı. Almanya’da İslâm Cemiyetleri ve İslâmiyetin resmen kabulü ile ilgili çalışmalar yaptı. Meryem Demir evli ve iki çocuk annesidir.
2 Müslim, İlim 7, Ebu Davud, Sünnet:5.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BEDİÜZZAMAN’IN DÜŞÜNCESİNDE DİL YÖNÜYLE İ’CÂZ-I KUR’ÂN
ABDÜRREZZAK ABDURRAHMAN ES-SA’DÎ 1
Bediüzzaman’ın düşüncesinde dil yönüyle i’câz-ı Kur’ân
Bediüzzaman’ı yakından tanıdıktan sonra, selef ve halef uleması arasında onun bir benzerini bulabilmek için çok çalıştım ve sonunda anladım ki, ulemadan hiç biri*sini Bediüzzaman’a benzetmek, onun bir benzerini bulmak çok güç. Çünkü Bediüz*zaman, bu ümmetin selef âlimlerinin içinde, onlara nazaran ne sadece ‘en faziletli’si ne de sadece ‘en ileri marifet sahibi’ olanıdır. İslâm tarihi boyunca nice mütefekkir*ler, mücahidler, âlimler ve fakihler vardır ki, dünya durdukça onlar şerefle ve ihti*ramla anılacaklardır. Ancak Bediüzzaman, umumî ve husûsî hatlarıyla bütün hayatı açısından, sahip olduğu ilim, maarif ve geniş muhakeme melekesi, cihadı ve dâvâsı açısından tek başına bir ümmettir. Geçmiş İslâmî kültürü bütünüyle kavramış, yaşa*dığı asrın tüm yeniliklerini kucaklamış; geçmişin mirasını inkar etmeksizin, mevcut yeniliklerden gafil olmaksızın eskiyle yeniyi gayet uyumlu bir şekilde kendisinde toplamıştır.
İnsanın zihninde ister istemez, Bediüzzaman’ın marifet (bilgi) yönünden tek yönlü olduğu, sınırlı bir ilimde genişlemesine bir ıttılâa (kapasiteye) sahip bulunduğu düşüncesi belirebilir. Zira o, bir cihad, dâvâ ve irşad adamıdır. Cihadında ve dâvâ*sında kullanabileceği bir ilmi elde etmeye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç ise tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmî ve şer’î ilimlerle karşılanabilecektir. Ortaya koyduğu ilmi eserleri dikkatle gözden geçiren bir kimse, sahip olunması gerekli ilimler açısından böyle bir vehmi terkedecektir. Çünkü o, ulûm-u şerîadaki derinliğinin yanısıra modern ilim*lerde de geniş bir kapasiteye sahiptir.
Bediüzzaman’ın sahip olduğu geniş maariften birisi, Arap dilindeki birikimi, sarf, nahiv ve belâğat yönlerinden derin bilgisi, bu dilin lügatını, edebiyatını, nesrini, şi*irini ve benzerlerini çok iyi kavramış olmasıdır. Sarf ve nahivden bahsetse zamanı*nın Mibrad’ıdır. Lügattan söz etse, asrının Halil’idir. Arap belâğatından ve İ’câz-ı Kur’ân’dan bahsetse, ulemanın Cürcânî’si, beliğlerin Sekkâkî’sidir.
Bu tebliği, Bediüzzaman hakkında yeterli bilgi ve materyal elde edememe kor*kusu ve endişesi içinde yazmaya çalıştım. Bu yüzden de, kemiyet ve keyfiyet ağır*lığı taşıyan bir tebliğ sunabilme açısından itmi’nan sahibi olabilmek için, nahiv, lügat ve belâğat gibi lügat-ı Arabiyyenin dallarından herbirini şamil bir araştırma yapmaya mecbur kaldım. Böylelikle, en başta hayatıyla ilgili konulardan bahsettim; ta ki ele aldığı konular panel için sunulmaya layık olsun. Tebliğin sonunda ise şu ibareye yer verdim:
“Bir mülahaza: Bu tebliğ gerektiğinde değiştirilebilir.” Bu ibare, tebliğdeki bahis*lerde ve taleblerde bazı değişiklikler yapılabileceğine dair en uygun bir senettir. Hiç şüphesiz, Bediüzzaman’ın sahip olduğu belâğat, sarf ve nahiv ilimleri hakkında, bu dallardan her bir dal ile alakalı uzun uzun bahisler kaleme almak yeterli değildir. En uygun olanı, Bediüzzaman’ın belâğat yönünü incelemektir. Hatta böyle bir ko*nuda ilmi bir risale yazan kişinin bu çalışması kendisine master ve doktora ünvanı kazandırabilir.
1. BÖLÜM
Bediüzzaman’a göre dil yönüyle i’câz-ı Kur’ân
Bediüzzaman Said Nursî, büyük bir inayet eseri olarak, 1882’den 1888’e kadar süren Arapça tedrisatıyla ilmi hayatına başlamıştır. Bu esnada sadece sarf-nahiv okumuyordu. Bunu, onunla tanınmış Fethullah Efendi arasında geçen şu konuşma*dan anlayabiliriz:
Molla Fethullah, Molla Said’e:
“Geçen sene Suyutî (yani bu zatın Kitabü’l-Behceti’l-Mardiyye fî Şerhi’l-Elfiyye isimli kitabını) okuyordunuz. Bu sene Molla Cami’yi mi okuyorsunuz?”
Molla Said şöyle cevap verir:
“ ‘Cami’yi bitirdim.”
Molla Fethullah hangi kitabı sorduysa “bitirdim” cevabını alınca hayrete düşer. Bu kadar kitabı kısa bir zaman içinde bitirmesini aklına sığıştıramaz. Bunun üzerine genç Said’i imtihan eder. Ancak bütün sorularına gayet ikna edici cevaplar alınca şaşkınlığı daha da artar.
Bu örnek, Bediüzzaman’ın sarf, nahiv ve belâğat yönlerinden Arap diliyle ne kadar insicamlı olduğu, hatta Arapçayı ne kadar çok sevdiğini açıkça gösterir. Çünkü o, Kur’ân’daki halavetten, Arapçanın üsluplarındaki güzellikten büyük zevk alır ve bu dilin, Allahü Tealânın rızasını kavuşmada vasıta olan ibadetlerin dili oldu*ğuna inanır.
Risale-i Nur Külliyatını yakından inceleyen bir kimse, bu eserde Kur’ân-ı Kerim’*deki i’câz-ı lügavîye (dil yönüyle i’câz) dair gayet geniş ve doyurucu bir şekilde yer verildiğini görecektir. Hiç şüphesiz bu hal, mezkur eserin lügavî (dil) yönünden me*tanetini, Arapça konusundaki ihtisasını ve ince nazarını gösterir. Bu ciheti tam an*lamıyla anlatmak epey uzun yer ve zaman alır. Ben sadece konuyla alakalı bazı ör*nekler vermekle yetineceğim.
Hakkında bir re’y (görüş), tercîh ve mufassal içtihad bulunan konuların özellikle*rine temas edelim.
Kur’ân-ı Kerim’deki Arap harfleri
Bediüzzaman, Allah-u Teala’nın Kur’ân-ı Kerim’deki her bir Arap harfine bir sırr-ı i’câzî yüklediği ve bunu sadece ihtisas ve ma’rifet sahiplerinin idrak edebileceği düşüncesindedir. Ayet-i kerimelerden örnekler vererek bu konuyu açıklık getirir.
- Sûrelerin başında yer alan huruf-u hecâî hakkındaki görüşleri.
Bediüzzaman, huruf-u mukattaa hakkında, Allah’ın, harfleri bazı sûrelere bir açı*lış yaptığını, her birisine nazil olduğu asrın en fasih ve beliğ söz söyleyenleri âciz bırakacak şekilde lügavî ve manevî olarak sayısız i’câz yüklediğini beyan eder.
Bakara sûresinin ilk âyeti olan "Elif Lâm Mîm" kelamı hakkındaki yorumunda Bediüzzaman şunları zikreder:
“Evvelen; "Elif Lâm Mîm" sûrelerin başında yer alan diğer kardeşleriyle beraber hurûf-u hecanın yarısını teşkil etmektedir. Ki, bu harfler bütün kelimelerin temel unsur*larıdır. Aynı zamanda, sûrelerin başında yer alan bu müfred harflerin sayısı 78’dir. Eğer mükerrer olanları bir kenara bırakırsak geriye 14 harf kalacaktır. Bunlar; Elif, lâm, mîm, sâd, kêf, hê, yâ, tı, sin, hâ, kâf, nûn, ayn.” 2
Bediüzzaman birbirine zıt zıfatlara sahip olan harflerin olması halinde bunlara “Ezvâc” (ikil), sıfat olarak zıddı olmayan harflere “Evtâr” (tekil) deyimini kullanmıştır.
Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerim’deki i’câz-ı harfî hususunda başka isbat yolları de*nemiştir. İşte bunlardan bazıları:
“Mânâdan soyulmuş, şu hece harflerinin zikri, muârızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, şu mânâsız harflerin lisan-ı haliyle ilan ediyor ki: ‘Ben sizden beliğ mânâları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu ta’dât ettiğim harflerden bir nazire yapınız, velev iftira ve hikâyelerden ibaret bile olursa olsun!’ ” 3
“Harfleri ta’dât ile hecelemek, yeni kıraata ve kitabete başlayan mübtedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki: Kur’ân, ümmî bir kavme ve mübtedi bir muhite muallimlik yapıyor.” 4
Harflerdeki intizam
Bediüzzaman, kelimat-ı Kur’âniyedeki hecâ harflerinin nazmını, Kur’ân lafzındaki fesahat esbabından birisi olarak görür ve buna bir örnek olarak Âl-i İmrân sûresi 154. âyetini örnek olarak gösterir. Bu âyette Cenab-ı hak şöyle buyurmaktadır:
“Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden ihlas ile iman etmiş olanları o uyku sarıverdi... Allah, gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilir.”
Bu âyetteki Arap harflerinin i’câzı konusunda Bediüzzaman aşağıdaki açıklama*ları yapmaktadır:
“İşte şu âyette bütün hurûf-u hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksam-ı huruf, beraber olduğu halde selasetini bozmamış. Belki, bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasib, mütesanid bir name-i fesahat katmış. Hem, şu lem’a-i i’câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan ‘yâ’ ile ‘elif’ en hafif ve birbirine kalbolduğu için, iki kardeş gibi her birisi yirmibir kere tekrarı var.' ” 5
Kur’ân-ı Kerim’deki Arapça lafızlar
Bediüzzaman, Arapça lafızlar üzerinde itinayla durmakta, Kur’ân lafızlarının çok ince bir dengeyle vaz’edildiğini, her bir kelamın, her bir kelimenin, hatta her bir harfin, hatta ve hatta bazı yerlerdeki sükûnun dahi bir çok vecihlere sahip olduğunu belirtir. Her bir muhatabın, âyetlerdeki muhtelif kapılardan girerek bundaki nasibini ve hazzını alabilmesi için onlara müteaddid vecihler sunar.
Bediüzzaman bu konuda "Dağları birer kazık yapmadık mı?" 6âyetinden hareketle, bu âyetin her muhataba göre farklı vecihlerinin bulunduğunu açıklar. 7
Kur’ân-ı Kerim’de bu âyetin benzerleri alabildiğine çoktur.
Lafzın hakikî lügat mânâsından mecazî ıstılah mânâsına geçiş
Herkesçe malumdur ki, lügat mânâsıyla kelimeler, aslî mânâlarıyla kullanılır ve Araplar bir lafzı asıl mânâsıyla, hakiki anlamda kullanır. Zamanla dil gelişmiş, bu ke*limeler kanun, örf ve benzeri alanlarda ıstılahî mânâlarıyla kullanılır olmuştur. böyle*likle lafızlar, hakiki mânâsıyla mecazi mânâ arasındaki bir bağlantıdan dolayı mecazi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Lügat (dil) uleması bu konunun üzerinde önemle durmuşlar, telif ettikleri eserle*rinde bundan bahsetmişlerdir. Bunlardan birisi 39 h. tarihinde vefat eden Ebu’l-Hüseyin Ahmed b. Faris’tir. Es-Sâhibî isimli eserinde bu konuya genişçe yer ver*miş, “Kelamın Hakaikı ve Mecazı Konusunda Arabın Kuralları Babı” 8 başlığı altında bir bölüm ayırmıştır. Bunun yanısıra “Babü’l-İstiâre” başlığıyla, istiareyle alakalı Arapla*rın kurallarını dile getirmiş, bunun bir kelimeyi bir başka konuyla alakalı olarak kul*lanmak şeklinde uygulandığını, örneğin Arapların, ayrılığa düşüldüğünde “Asâları yarıldı” dediklerini, aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’de bu sanata örnek olarak yeniden yaradılışı ifade için “Einnâ le-merdûdûne fil-hâfirah” 9 kelamının kullanıldığını söy*ler.
Bediüzzaman aynı konuya besmelede geçen “er-Rahmânirrahîm” cümlesiyle ilgili değerlerdirme yaparken temas etmektedir. Ona göre bu iki ismin mânây-ı asl*îsi kalbin rikkatiyle alakalıdır. Böyle bir hal ise Hâlık’ımız hakkında muhal bir durum*dur. O halde bu iki isim aslında bir mânâdan diğer mânâya nakledilen ve birinci mâ*nâyla irtibatlı olan iki sıfatı ifade etmektedir. Rahmet, lügat yönüne bakılmaksızın, bütün insanlara temas eden in’am ve ikram mânâsını gerektirmektedir. Mânâ-yı mecazinin mânây-ı hakikinin lafzıyla, üslubuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların me’luf ve malumları olmayan mânâları ve hakikatları zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmektir. Tıpkı küçük bir çocuğun yakınlığını ve sevgisi kazanmak için onunla ko*nuşmak gibi.
Bediüzzaman’a göre kelamdan maksud olan şey mânânın ifadesidir. Ancak bu, mânânın kalbe ve hisse vasıl olmasıyla tamam olabilir. Bu ise, muhatabın me’luf ol*duğu bir diğer mânânın, hakiki mânâ üzerine giydirilmesini gerektirir. 10
Lügavî ve şer’î mânâları açısından “din” lafzı
Arap lügatında din “mücazat ve mükâfat” anlamlarını taşır. Şöyle denilir; “Yap*tığı bir davranışından dolayı, ona karşılığını verdim ve onu mükafatlandırdım.” Aynı şekilde “Yevmiddin” “Din günü” ifadesi “Yevmü’l-cezâ-davranışların karşılığının verile*ceği gün” anlamını taşır. Yine Arapçada şöyle bir örnek vardır: “Ne yaparsan karşı*lığını öyle görürsün.” 11 Din aynı zamanda tâat anlamını da ifade eder. Amr b. Gülsüm şöyle der:
“Ne günlerdir ki, aldatma bizim için şeref oldu:
Melike itaat bize şart iken, yaptığımız isyan oldu.”
Aynı şekilde din, âdet ve durum anlamı taşır. Arablar şöyle der; İşte benim di*nim ve âdetim hala böyledir. Diğer yandan, Lügatü’l-Arab âlimlerinin zikrettiği dine dair başka mânâlar da vardır. 12
Bediüzzaman, Allah’ın buyurduğu “Yevmüddin” kelamından lügavî ve şer’î ol*mak üzere iki mânâ çıkarmıştır.
Bediüzzaman’ın görüşüne göre, “din” kavramının lügat mânâsı, cezâ (karşılık), yani hayır olsun, şer olsun yapılan bütün fiillerin karşılığının verildiği cezâ günüdür.
Şer’î mânâsı ise, Allah’ın insanoğluna yüklediği hakaik-ı diniye ve nizâm-ı İlahiye mecmuasıdır. Bu yolla insan, sebeplere müraat eder ve bunları müsebbebatla irti*batlandırır. Aynı şekilde bunlarla itikad, amel ve kavl arasında irtibatlar kurar. 13
Bediüzzaman’ın lügavî seçimleri
Bediüzzaman Arap lügatından mümkün olduğu ölçüde farklı delaletler arasında seçimler yapar. Lafzın ifade ettiği mânâları yol bulabildiği ölçüde ortaya koyar ve bazan bunlardan birini diğerine tercih eder. Örneğin ‘Rab’ kelimesi Arapçada ‘malik, bir şey üzerinde hakkı olan’ gibi anlamları ifade eder. Buna göre bir şeyin rabbi onun sahibidir. Ancak bu kelime Allah’da başkaları için sadece mukayyed ol*mak şartıyla izafe edilebilir.
“er-Rabbü’l-muslih”, bir kişinin herhangi bir şeyi ıslah etmesi halinde kullanı*lır. 14
Bediüzzaman ise, “Rab” kelimesinin en son kullanılan lügat mânâsını seçmiştir. Şöyle der; “Her bir cüz’ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz’lerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder.” 15
Lafızların mânâlarındaki izafetler
Bediüzzaman Kur’ân-ı Kerim’deki i’câz-ı lügaviyeyi çeşitli yollarla ibraz etmeye çalışmıştır. Bunlardan birisi, kelimenin lügat mânâsını alabildiğine genişleterek, mu*hataplardan, mütekellimlerde ve gaiblerden oluşan bir grubun daha fazlasını içine alacak kadar şamil hale getirmeye çalışır.
"Bize doğru yola ilet." 16İlahî kavlinde, ‘hedy’in mânâsı olarak hidayeten ve hediyyeten doğruyu gösteren mânâsını buluruz, Burada hedy yolu beyan edil*miştir. Hedy ise dalâletin zıddı olan reşâd (istikametten sapmamak)tır. 17
Bediüzzaman bu mânâlara bir ilave yapar ve dört ayrı şekilde bu âyetin tefsirini yapar:
“İhdinâ ile istenilen şeylerin ayrı ayrı ve müteaddit olması,
İhdinâ mânâsının da ayrı ayrı ve müteaddit olmasını icab eder.
İhdinâ, dört masdardan müştaktır.
İhdinâ, sebat ve devam mânâsını ifade eder.
Zengin olan isterse, ziyade mânâsını; fakir olan isterse, i’tâ mânâsını; zaif olan isterse, iâne ve tevfik mânâsını ifade eder.” 18
Bir kelimenin bir başkasının mânâsına tazmini (katılması)
Tazmin, Arapların kullandığı üsluplardan birisidir. Ulema bu üslup hakkında bahis açmaya büyük özen gösterirler. Tazmin, bir kelimenin başka bir kelimenin mânâsına katılması, böylelikle mecrasının değiştirilmesi demektir. Böyle bir uygulamanın ga*yeleri hayli çoktur. Bunlardan birisi, aynı anda iki mânânın verilmesidir. Bu, bir tek mânânın verilmesinden daha güçlü bir uygulamadır. Eğer bir fiil ‘lâzım’ olur, o fiilin zımnındaki mânâ ‘müteaddi’ olursa, neticede o fiil de ‘müteaddi’ olacaktır. Tam tersi de olabilir; Bir fiil tek yönlü ‘müteaddi’ olabilir ve ifade ettiği mânâ ise iki yönlü ‘müteaddi’ olabilir. Bu durumda her iki mânâ için de geçerlidir. Bir misal ve*recek olursak:
“Ha-fe-ra” (kazdı) fiili tek yönlü ‘müteaddi’ bir fiildir. Ancak “Hafertü bi’ran” (bir kuyu kazdım) şeklinde kullanılacak olursa “sayyera-değişti” mânâsı zımnında bulun*duğu için iki yönlü müteaddi olmaktadır. Böylelikle “Hafertü vesate’d-dâri bi’ran-Evin ortasına bir kuyu kazdım” şeklinde kullanırız. Buradaki “bi’ran” kelimesi “men” zamirinin yerine takdir olunamadığından dolayı “temyiz” olarak i’rab edilemez.
Örneğin “a-zi-me” fiili “yüceldi” anlamında lâzım bir fiildir. Ancak bunun zım*nında “niyet etti” anlamı kastedilirse müteaddi olacaktır. Nitekim şu âyette aynı mânâ vardır; "İddetleri dolmadıkça nikah bağını bağla*maya niyetlenmeyin." 19
Tazmin, lügatçilerin bahsettikleri gibi takdir değildir. 20
Bediüzzaman, tazmin konusundaki değerlendirmelerini "Allah onların kalplerini mühürlemiştir." 21âyet-i kerimesinin tefsiri esnasında yapmıştır. "hateme" (mühürlemiştir) fiil-i müteaddi olduğu halde "alâ" ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak ahirete nazır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. Ve keza hatmin alamet-i mânâsını ifade eden vesm’i (damga) tazammun ettiğine işaret*tir. Sanki o hatm, o mühür, kalplerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alamettir ki, daima melaikeye görünür.” 22
Aynı yorum şu âyet-i kerime için de geçerli olabilir; “Onun sünnetine muhalefet edenler, başlarına bir bela gelmesinden yahut pek acı bir azabın kendilerine erişme*sinden sakınsınlar.” 23 Burada zikredilen “hâlefe” fiili, “harece” fiilini tazammun etmektedir. Lazım iken müteaddi olmuş ve “Onun sünnetinden çıkanlar.” anlamını taşımıştır.
2. BÖLÜM
Bediüzzaman’a göre Nahvî açıdan i’câz-ı Kur’ân
İkinci bölümün başında, Bediüzzaman’ın küçük yaşlarından itibaren Arap dili ilimlerini elde etmesi ve bu alanın derinliklerine kadar nüfuz etmesini dile getirmiş*tik. Bu bölümde ise, Bediüzzaman’ın nahvhi yönünü ele alacağız ve onun nahv-i Arabîye ne derece vasıl olduğunu, nahvi kaideleri doğrultusunda i’câz-ı Kur’ân’ı nasıl ortaya koyduğunu isbat eden örnekler vereceğiz. Bediüzzaman hakikaten çok küçük yaşlardan itibaren nahiv ta’limine başlamış, ilm-i nahvin ana metinlerini ve şerhlerini hıfzetmişti. Hatta sarf ve nahivle ilgili tedrisi birkaç seneyle sınırlıydı. Da*hası, bu ilimden başka diğer şer’î ilimleri tedris etmemişti. Çünkü ona göre, lügat ilimleri nassların anlaşılmasında ve şer’î hükümlerin istinbatında esastı.
Bediüzzaman’ın sarf ve nahiv hakkındaki görüşü
Bediüzzaman şöyle der:
“Felsefe-i beyaniye müşabih, Nahvin dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise vâ*zıın hikmetini beyan eder. Kütüb-ü nahviyede mezkur olan, münasebat-ı meş*hure üzerine müessestir. Meselâ bir mâmüle iki âmil olmaz. Ve ‘Hel’ lafzı fiili gör*düğü gibi sabretmez, visal ister. Hem fail kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder. meselâ, hariç ve kâinatta cari olan kanunların birer aks-i misalidir.
“Tenbih: Bu münasebât-ı nahviyye ve sarfiyye olan hikmet-i vâzıh ise; felsefe-i beyan derecesinde olmaz ise de, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle: İstikra’ ile sabit olan ulûm-u nakliyyeyi ulûm-u akliyenin sûretlerine çeviriyor.” 24
Marifet ‘Elif-lam’ı (Kelimelerin başına gelip, onun belirgin bir mânâ taşımasını sağlar).
Nahiv âlimleri lâm-ı tarifi (Elif-lam) üç kısma ayırırlar:
1- Tarif-i ahd için kullanılan,
2- Tarif-i cins için kullanılan,
3- İstiğrak için kullanılan lam-ı tarif.
- Ahd için kullanılan lam-ı tarif ikiye ayrılır:
a) Ahd-i zikrî. Şu âyet-i kerimede olduğu gibi; “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lamba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne do*ğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtında tutuşturulur.” 25
b) Ahd-i zihnî. Şu örnekte olduğu gibi; Bir muhatabınızla aranızda özel bir ka*dıya akseden bir ahid olduğunda “Kadı geldi” demeniz gibi.
- Tarif-i cins için kullanımına gelince, bütün fertlerine bakmaksızın bir hakikatin beyanında söz konusudur. Şu âyet-i kerimede olduğu gibi; “Biz, hayat sahibi bütün her şeyi sudan yarattık.” 26 Aynı şekilde; “Erkek kadından daha hayırlıdır” ifade*sinde belli bir cinsin, diğer cinse olan üstünlüğünden bahsedilir.
- İstiğrak için kullanımına bakacak olursak, bu da iki kısma ayrılır.
1- Hakikat-ı efrad itibarıyla istiğrak. Şu âyet-i kerimeyi buna örnek gösterebili*riz; “İnsan çok zayıf olarak yaratılmıştır” 27
Bunun alameti, hakikat cihetince bütün mahallere hulul etmesinin sahih oluşu*dur.
2- Sıfât-ı efrad açısından istiğrak. Yine şu deyimi buna örnek verebiliriz; “Sen adamsın” Yani, sende saygıdeğer adamların sıfatları ve alametleri vardır, anlamı taşır. Bu sebeple, mecaz yönünden bütün mahallere hulul etmesi sahih olmakta*dır. 28
Ulema, "Dünya ve âhirette saâdet ve kurtuluşa erenler de onlardır." 29âyetindeki “Elif-lam” hakkında iki görüşe sahiptirler.
Birinci görüş: Bu, haricî ahd-i zikrî için kullanılmıştır ve “sana tebliğ edilen müt*takî insanlar ahirette kurtuluşa ermişlerdir” anlamı taşır.
İkinci görüş: Bu, cinsin tarifi ve hakikatin ta’yini içindir ve kurtuluşa erenlerin, hakları olduğu şekilde hakikat-i hallerinin tasvirine işaret edilmektedir. Aynı konuya bir diğer örnek, bir arkadaşınıza “Aslanı ve onun bulunduğu dağı biliyor musun ki, böyle ileri gidiyorsun?” demenizdir. 30
Bediüzzaman da son olarak belirttiğimiz görüşe şöyle diyerek katılmaktadır; "el-müflihûn"daki "el" hakıkatı tasvire işarettir. Sanki lisan-ı haliyle diyor ki: Eğer müf*lihlerin hakikatını görmek istersen, "ülâike"nin ayinesine bak, sana temessül ede*cektir. Yahut onların tayin ve temyizlerine işarettir. Sanki diyor: Ehli-i felah olanları tanımak istersen ‘ülâike’ye bak, içindedirler. Veya hükmün zahir ve bedihi olduğuna işarettir.” 31
İvaz tenvini
Arapça âlimleri, isimlere ilhak edilen tenvinin müteaddit kısımlarda geldiğini, bunlardan birisinin de ivaz tenvini olduğunu kabul etmişlerdir. Bu tenvin, hazfedilen bir harf, bir kelime veya bir cümleye bedel olarak kullanılır.
Harf yerine geçen ivaz tenvinine örnek, “kâdin” kelimesi gösterilebilir. Burada tenvin mahzuf olan yâ harfi yerine kullanılmıştır. Kelime yerine kullanılan ivaz ten*vinine örnek, 32"Küllün âmene" cümlesidir. Yani, “Küllü vâhidün âmene-İman eden her bir kişi” kasdedilir. Cümlenin yerine kullanılan ivaz tenvinine örnek; “O zaman siz ardından bakarsınız”. 33 Burada hazfedilen “Ruh çıkarken boğaza ulaştığında” cümlesidir.
Bediüzzaman, ivaz tenvinine bir başka ilavede daha bulunur. Zannederim böyle bir ilave yenidir. Bu, sıfat yerine kullanılan ivaz tenvinidir. Bunun örnek olarak şu âyet-i kerimeyi gösterir; 34"Ra'dün ve berkun" Yani; “Ra’dün kâsıfün ve berkun hâtı*fün”dür. 35
“el-Âlemîn”de geçen yâ ve nûn
Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır; 36"Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn" Nahiv âlimleri bu*rada geçen "el-âlemîn" kelimesini i’rab ederken, izafet gereği mecrur olduğunu, cerr alameti olarak kesreye niyabeten “yâ” harfinin geldiğini söylemişlerdir. Ancak, “nûn” konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Sîbeveyh ve el-Mibrad’a göre harekeden ve müfredde mevcud bulunan tenvinlerden ivaz olarak (harekenin yerine geçerek) kullanılmakta, cem’ sigasıyla kullanıldığından dolayı bu men’edilmektedir. 37
Denilir ki: Nun tenvinden ivazdır. Ez-Züccâc’a göre de harekeden ivazdır. 38 Nahiv âlimlerinin, akıl sahiblerinin cem’ sigası olan cem-i müzekker-i sâlim konusun*daki tarifleri işte böyledir. “Âlemûn” kelimesine ise bu cem’in içine ilhak edilmiştir. Çünkü, burada cem’ sigası için geçerli şartlardan istifade edilmemiştir. bunun müf*redi “Âlem”dir. Akıl sahibleriyle beraber diğer varlıkları şâmildir. Ancak cem’ şek*linde kullanılan “Âlemûn” galiben akıl sahipleri için kullanılır. Böylece cem’in irabı gibi i’rab edilir. “Yâ” ise, bir i’rab alâmetidir. “Nûn”da cem’ sigasının alametidir.
Bediüzzaman’a gelince, o bu konuda gayet dakik bir seçim yapmıştır. Yâ ve nûn’dan her birisi, hem sayıları 20-30’u bulan benzerlerindeki gibi birer i’rab ala*meti, hem de “âlemîn”de görüldüğü gibi birer cem’ alametidir. “Ehleyn” örneğin*deki gibi gerekli şartlara uymayan bir cem’ olması itibarıyla “âlemîn” kelimesi, cem-i müzekker-i sâlime ilhad edilebilir. Aynı zamanda “ışrîn” ve “ûlâ” örneklerin*deki gibi ism-i cem’ olarak da gelebilir.
Birinci görüşe göre “âlemîn” kelimesinin i’rabı; vav ve nun ref’dir, yâ ve nun nasb ve cerdir şeklinde yapılır. Bu, harflerle yapılan bir i’rabdır.
İkinci görüşe gelince, “hîne” kelimesinde olduğu gibi yâ’nın lâzım oluşuyla bir*likte nun’un zahiri harekesiyle i’rab edilir. Bu uygulama el-Ferrâ gibi bazı nahiv âlimlerince caiz görülmüştür. Buna göre, munsarıf veya gayr-ı munsarıf i’rab ile i’*rab edilmesi gerekir. Acaba, bunlar kıyas için yeterli olur mu veya işitenler için bu kadar özet yeterli midir? İşte iki görüş. 39
Zamîr-i fasl (ayırma zamiri)
Zamir-i fasl, kendisiyle haberle sıfat arasının ayrıldığı zamirdir. “Zeyd hüve el-kâim” (Zeyd, ayakta olandır) örneğinde olduğu gibi. Bu göze hitap eden bir tesmi*yedir. Kûfeliler, haber ve sıfat arasındaki benzerliği ortadan kaldırarak, konuşanın üzerine dayandığı şeyden hareketle “İmâden” şeklinde tesmiye ederler.
Nahiv âlimlerinin çoğunluğu, bu zamirin irabda mahalli olmayan bir harf oldu*ğuna hükmetmişlerdir. Zamir olarak tesmiye etmeleri ise, sûret ve terkip konusun*daki müşabehet alakasından dolayı mecazidir.
Denilir ki: Bu zamir, irabdan mahalli olmayan bir isimdir. İsim fiilde olduğu gibi.
Yine denilir ki: Bu, i’rabdan mahalli, mâkablinin i’rabıdır.
Ve yine denilir ki: Mâba’dının mahalline aittir.
Zamir-i fasl, mâkablindeki gâib ve hâzır sigaları, müfred, müsenna ve cem’ kalıp*larına mutabık olarak merfu’ zamir sigası üzerine gelir.
Bunun faydaları çoktur. Bazıları; 40
1- Evvelemirde, mâba’dinin sıfat değil haber olduğunu haber verir.
2- Cümleyi birbirine bağlamaktan ziyade, hükmü te’kid eder.
3- Bir mesnedi, kendisine isnad edilen şeyle sınırlar veya tahsîs eder.
"ve ülâike hümü'l-müflihûne." 41âyeti hakkında iki i’rab vardır:
Birinci i’rab: "ülâike" mübteda, "hüm" ikinci mübteda, "el-müflihûne" ikinci mübteda*nın haberidir. İsim cümlesi ise birinci mübtedanın haberidir.
İkinci i’rab: "ülâike" mübteda, "el-müflihûne" onun haberidir. "hüm" zamir-i fasldır ve i’rabda mahalli yoktur. 42
Bediüzzaman ikinci i’rabı tercih etmiştir. Bu zamiri hükmün mahkûm-u aleyh (hükmedilen şey) ile tahsisine yarayan bir zamir-i fasl olarak kabul eder. Yani bu zamirle, kendileri felaha ermekle müjdelenen kişiler tahsis edilmekte ve bu mânâ onlar hakkında te’kid edilmektedir. Aynı zamanda zamir-i faslda, Muhammed’e (a.s.m.) iman etmeyenlere bir ta’riz de vardır. Dolayısıyla Bediüzzaman, zamir-i fas*lın mesnedi, isnad edilen şeyle mutlak anlamda kasrettiğini söyleyenlerin mezhebini tercih etmiştir.
Diğer yandan, zamir-i faslın sadece haberin nekrâ olması halinde kasr ifade ede*ceğini, böyle olmadığı takdirde, mübtedanın kasrını ifade edecek şekilde haberin lâm-ı cins ile marife yapılması gerektiğini, aksi takdirde zamir-i fasla gerek kalmadı*ğını söyleyenler de vardır. Tıpkı; “Zeydü’l-emîr ve Amru’l-Şüccâ’” örneklerinde ol*duğu gibi.
Mübtedânın hazfedilmesi
Nahiv âlimleri tarafından mübtedanın vücûben veya cevazen hazfedilmesi, her bir hükmün bir yeri olması kabul edilen bir husustur.
Bununla birlikte, Bediüzzaman’ın da şu âyeti yorumlarken belirtiği gibi, mübteda cevazen hazfedilir; "hüden lil müttekîne" 43 Buradaki "hüden" kitaba ait olan mahzûf müb*tedanın haberidir. Burada takdir olunan ifade “hüve hüden lil-müttakîn”dir. Bediüz*zaman buradaki mübteda ve haberin birbiriyle ittihad ettiklerini söyler. Sanki müb*tedanın kendisi haberin içinde gibidir. Hatta zihinde bunlar birbirlerine mügayir düşmez. Bu ayrılmaz bütünlük, mübtedanın hazfına icazet vermeye bir karine*dir. 44
Bu âyetle ilgili yapılan mezkur i’rabın Bediüzzaman tarafından tercih edilişi, altı i’rab vechinden birisini teşkil etmektedir. Ulema bunlardan dört tanesini ref’, iki ta*nesini de nasb mahallinde kabul etmişlerdir. Ref’ mahalleri şunlardır:
1- "hüden", "zâlike" nin haberidir. Yani, "zâlike hüden" kasdedilir. "el-kitabu"den "zâlike" bedeldir.
2- "hüden" ikinci haberdir. Birinci haber ise "lâ raybe fîhi" tir.
3- "hüden" muahhar mübtedadır. "fîhî" ise mukaddem haberidir. ez-Züccâc âyeti şöyle takdir etmiştir; “Fîhi hüden velâ raybe”.
4- "hüden" mahzuf mübtedanın haberidir. Bu görüş, biraz önce beyan ettiğimiz gibi Bediüzzaman’a aittir.
Nasb hallerine bakacak olursak:
1- "hüden" mukadder bir fetha ile mansûbtur. Çünkü bu, "fîhî" kavlindeki zamîre hâldir. Yani; “Onun hidayet verici olduğunda şüphe yoktur.”
2- "hüden", "el-kitabu" a hâldir. 45
Mübtedaya masdar bir haber getirme
Eğer, masdar bir haber veya hâl olarak vaki’ olursa, Sîbeveyh ve cumhur ule*masına göre bu müştak olarak te’vil edilir. Örneğin; “Câe Zeydün râkizan”. Bir başka örnek; “Zeydün âdilün” anlamında kullanılan “Zeydün adele” cümlesi.
Bediüzzaman, "hüden lil müttekîne" 46 âyetini yorumlarken, buradaki masdarın haber olarak vaki’ olduğunu söyler. "hüden" masdardır ve mukadder mübtedaya haber ola*rak vaki’dir. Dalayısıyla ism-i fail olarak te’vil edilmiştir. Takdir edilen şekli, "hüve hüden lil müttekîne"dir.
Bediüzzaman’ın bu görüşü, nur-u hidayetin tecessüm edişinin ve bizzat cevher-i Kur’ân oluşunun bir remzidir. 47
Temyîzü’l-Mahûl
Temyîz: Zâtlardan haber veren câmid, nekra ve müfessir bir isimdir.
Temyiz-i müfessir nisbet olarak gelir. Bu durumda ya hâl olarak, ya da gayr-ı hâl olarak gelir.
1- Failden hâl. Şu âyette olduğu gibi; "Veşteale'r-re'sü şeybâ" 48 Aslı; "Veşteale şeybü'r-re'si" dir.
2- Mef’ulden hâl. Şu âyette olduğu gibi; "Ve feccerna'l-arda uyûnen" 49 Bunun aslı; "Ve feccernâ uyûne'l-ardi" dır.
3- Muzâftan hâl. Şu âyette görüldüğü gibi; "Ene ekserü minke mâlen" 50 Bunun aslı; " mâlî ekseru mâlen" dir.
Bunun dışındaki hâl özelliğini taşıyanlar, şu sözlerle gösterilebilir; "İmtilâü'l-inâi mâen" ve "Ve lillâhi dürruhu fârisen".
Temyiz-i hâl konusunda Bediüzzaman, "Fe zâdehümullâ meradan" 51 âyeti ışığında yorum yapmaktadır. Ona göre "Meradan" kavlinde temyiz-i müfessir nisbet olarak bulunur. An*cak bu, mef’ulün bih’ten hâldir. Aslı, "zâdellâhu maraduhum" dur.
Bediüzzaman bu i’rabı tercih edişinin illeti olarak, i’câz-ı Kur’ânîyi gösterir. Bu*rada, gizli, batınî ve kalbî hastalığa işaret olduğu gibi, zahire ve bütün fiillere de işaret bulunmaktadır. Adeta bu habis hastalık onların bütün vücutlarını istila etmiş, hatta vücutlarının tamamı hastalığın kendisi haline gelmiş gibidir. Hastalığın yarala*rının ziyadeleşmesi, aynı kişilerin kendileri zatlarında da ziyadeleşmesidir. Buna ben*zer olarak şöyle denir; “İşteale’l-beytu nâran” (Ev ateş halinde tutuştu.) Burada ifade edilen mânâ, ateşin evi öylesine sarması ve bütün evin bir alev yumağı haline gelmesidir. Bunun ifadesi için “İşteale narun el-beyte” (ateş evi tutuşturdu) denil*mez. Çünkü bu sadece, gören birisi tarafından verilen bir haber niteliğindedir. 52
Birbirinin yerine geçen hurûf-u cerr
Nahivciler tarafından çok iyi bilinmektedir ki, muayyen maksud bir mânânın edası için cerr harfleri bazan birbirinin yerinde kullanılmaktadır. Kelamullahta ve Arapların sözlerinde bunun örnekleri alabildiğine çoktur. Cenab-ı Hak şöyle buyur*maktadır; "İzâ nûdiye li's-salâti min yevmi'l-cumuati" 53 Yani: "fî yevmi'l-cumuati" şeklindedir. Bir başka âyet; "Fe reddû eydihum fî efvâhihim" 54 Yani: "İlâ efvâhimim" şeklindedir. Bir diğer âyet; "Velekad nasakümullâhü bi bedrin" 55 Yani: "fî bedrin" şeklindedir. 56
Bediüzzaman, bildiğim kadarıyla daha önceden bir benzerinin gelmediği bir şe*kilde bu konudan bahsetmiştir. O, nahiv ulemasından ve Sîbeveyh’ten aynı sözleri naklederek, “min, ilâ ve bâ” gibi harf-i cerrlerin mânâlarını sıralar.
Bediüzzaman, harf-i cerrlerin, mânâları hakkındaki müşterek delaletler başlığı al*tında sayılan mânâlardan daha fazla delalete sahip oldukları görüşündedir. Mânâ belki bir tanedir. Ancak, aralarındaki münasebetten dolayı başka mânâlar da çık*maktadır. Bu hal daha ziyade mecâz ve hakikat-ı örfiye alanında görülür. Örneğin “ayn” kelimesi, bir tek “göz” mânâsını ifade ederken, su kaynağı gibi başka mâ*nâları da taşımaktadır.
Bediüzzaman Said Nursî, mânânın gerektirdiği şekilde bir harf-i cerrin diğerinin yerine gelebileceğini söyler. 57 İşte bu tenâvübe (birbirinin yerine kullanmak) ör*nek olarak, "Vemâ ünzile ileyke" 58 âyet-i kerimedeki uygulamayı gösterir. Buradaki “ilâ” harf-i cerri hakkında şöyle der; “Aleyke’ye bedel "ileyke"nin zikri: Resûl-ü Ek*remin (a.s.m.) teklif edilen risalet vazifesini cüz-i ihtiyarisiyle haml ve kabul etmiş olduğuna ve bu hizmet Cibrîl tarafından görüldüğünden, Resul-ü Ekremin (a.s.m.) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünkü “Alâ”da ihtiyar olmadığı gibi, vasıta-i nüzû*lün daha yüksek olduğuna delalet eder.” 59
"Ve izâ halev ilâ şeyâdînihim" 60 Âyet-i kerimesinde geçen "ilâ" harf-i cerrini Bediüz*zaman "maa" mânâsında mekâna delalet ettiği şeklinde yorumlar. Bununla ilgili şöyle denir; "halevtü maahü ve bihi ve ileyhi". Yani bütün bunlar halvet fiili etrafında biraraya gelmek*tedir. 61
Burada işaret edilmektedir ki, hiç şüphesiz onlar acz ve zaaf hükmüyle ilticâ et*mekte, fitne ve ifsad hükmüyle de mü’minlerin sırlarını kafirlere ulaştırmaktadır*lar. 62
Teb’îz için kullanılan “min”
"ve mimmâ rezaknâhum yünfikûne" 63 âyetindeki "min" hakkında Bediüzzaman’ın açıklamaları şöyledir; “Teb’îzi ifade eden min israfın reddine; "mimmâ"nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna; "rezaknâ" minnetin olmamasına. Çünkü, veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır.” 64
Besmelede geçen câr ve mecrûrun müteallakı
Nahiv kaidelerince sabittir ki, câr ve mecrûr, maksud olan mânânın yerine ge*lebilmesi için fiil veya müştak bir kelimeye taalluk ederler. Müteallak (kendisiyle bağlantılı olan) âmm veya hâss olabilir. Her birisi fiil veya müştak olabilir. Fiil muzari veya emir sigasıyla gelebilir. Bunlar câr ve mecrûrdan önce veya sonra gelebilirler.
Müteallak-ı hâss mezkur olabilir veya kendisine delalet eden bir delil olduğunda hazfedilebilir. Müteallak-ı âmm genellikle mahzûftur, zira bu malûmdur. 65 Âmm fiiller ise; Kâne, İstakarra, Sebete, Hasale, Vecede. Müştakları ise, Kâinün, Müsta*karrun, Sâbitün, Hâsılün ve Mevcûdün.
Eğer bir cümlede hass ve muayyen bir şey zikredilmişse, müteallakı da harf-i cerrin doğrultusunda mânâya münasib olmalıdır. 66
"Bismillah" kelamındaki "be" mahzuf olan bir kelimeyle müteallaktır. Ancak bunun takdirinde âlimler ihtilafa düşmüşlerdir. Konuyla ilgili görüşler şunlardır:
1- Bazı âlimler, müteallak fiil-i muzari-i hâsstır ve sonunda takdir edilir. Zemah*şerî’nin görüşüne göre şöyle olmalıdır; “Bismillahi akrau ve etlû” (Allah’ın ismiyle okur ve tilavet ederim.)
2- Bazıları, bu cümlenin sonunda fiil-i mazi-i hâssın gelmesi gerektiğini söyler. Buna göre; “Bismillahi kara’tü” (Allah’ın ismiyle okudum) şeklinde takdir edilir.
3- Bir kısmı da besmelenin önüne bir fiil-i emri takdir etmişlerdir. Buna göre; “İkra’ bismillahi” veya “İkraû bismillahi” (Allah’ın ismiyle oku veya okuyun). Bu görüşü el-Ferrâ ileri sürmüş ve şöyle demiştir; “Çünkü Cenab-ı Allah kullarının bu fiili gerçekleştirmelerini teşvik için bu tesmiyeyi öne çıkarmıştır.”
Zikredilen bu üç takdirde, câr ve mecrûr makamı, bu fiillerle nasbedilmiştir.
4- Bazı Basra âlimleri, müteallakın mahzuf bir masdar olduğuna hükmetmişler*dir. Takdir edilen şekil şudur; “İbtidâî bismillah” (Başlamam Allah’ın ismiyledir) Bu*radaki câr ve mecrûrun makamı merfu’dur. Çünkü o, mahzuf mübtedanın haberi*dir. 67
Bediüzzaman’ın görüşü, "be"nın müteallakı mukadder bir fiildir. Ancak o, mu*kadder fiil için bir tek siga üzerinde durmamış, bir emir takdir etmiştir. Yani: “Kul bismillah” (Bismillah de!) Veya muzari bir fiil takdir etmiştir. Yani: “Estaînü bismil*lah” veya “Eteyemmenü bismillah”
Aynı şekilde müteahhar fiil-i müzari de takdir etmiştir. Yani: “Bismillahi akrau” (Allah’ın ismiyle okuyorum)
Buradan da anlaşılıyor ki Bediüzzaman, besmeledeki "be"nın müteallakı olan fiil hâss, mukadder, mukaddem veya muahhar bir fiildir diyen kişinin görüşüyle aynı düşünmektedir. 68
“Elhamdülillah” cümlesindeki “Lâm”ın müteallakı
Haber bir zarf, câr veya mecrûr olarak gelebilir. Örneğin; “Zeydün indeke” (yanındaki Zeyd) veya “Zeydün fi’d-dâr” (evdeki Zeyd) gibi. Bunların mutlaka bir müteallak ile taalluk etmeleri şarttır. Böylece haber hakikaten gerçekleşir ve ondaki zamir zarfa, câra veya mecrûra intikal eder. 69
Müteallakın takdiri âmm veya hâss olabilir. "El-hamdü lillâhi" cümlesinde ulema, müb*teda olan "El-hamdü"kelimesine bir haber olması için, “Kâinün”, “Sâbitun” veya umum ifade eden sigalardan bir benzerini takdir ederler.
Bediüzzaman, besmeledeki müteallakın hâss ve ihtisasa delalet eden “elif-lam”ın mânâsından müstefâd (istifade etmiş) olduğu görüşündedir. Bunun takdiri; “Elhamdü muhtassun lillahi” cümlesidir. Bu ise ihlasın ve tevhidin bir remzidir. 70
“Mâ-i Nâfiye”ye (olumsuzluk mânâsı ifade eden ‘mâ’ya) “Bâ” ziyadesi
“Bâ” hurûf-u cerrdendir ve bir çok kullanım yeri vardır. Bunlardan birisi, nefy*den sonra gelen habere eklenişidir. Örneğin; “Leyse Zeydün bi-kâim” (Zeyd ayakta değildir) Aynı durum şu âyette de vardır; "vemallahu bi ğâfilin" 71 Bu tür ziyadeler mânâ*nın te’kidi yönünde fayda sağlar. 72
Bediüzzaman, 73"ve mâhum bi mü'minîne" âyetindeki "be" ziyadesi hakkında açıklama ya*parken iki noktaya dikkat çeker. Ona göre “Mâ Zeydün sahiyyen” cümlesi ile “Mâ Zeydün bi-sahiyyin” cümlesinin birbirine karıştırılmamısı gerekir. Çünkü birincisinin mânâsı ikram sahibi kişilerden birisi olsa da bilfiil cömertlikte bulunmamasıdır. İkin*cinin mânâsı ise, Zeyd’in bizzat müsamaha sahibi olmadığı ve bilfiil güzel karşılasa da cömert insanlardan olmadığıdır. Bu âyette kastedilen grup ise özellikle münafıklar*dır. Çünkü onlar, her ne kadar iman ettik deseler de, bizzat imana uygun şahsiyet*ler değildirler. 74
Hemze-i tesviye ve em-i müâdile
Hemze-i tesviye: Bu cümleye dahil olan hemze olup, onun yerine masdarının hulûl etmesi sahihdir. Şu âyet-i kerimede olduğu gibi; "Onlar için mağfiret dilesen de, dile*mesen de birdir." 75Yani onlar için istiğfarın olup olmaması müsavidir. 76
Em-i müttasıle: Mâkabli ve mâba’diyle beraber olan, birinden birine müstağnî olmayan bir edattır. Buna aynı zamanda , tesviye mânâsını ifade etmede hemzeyle muâdil olması sebebiyle “Em-i muadile” de denilir.
Hemze-i tesviye, bir cevap gelmesini gerektirmeyen ve sadece iki cümle orta*sında gelen em-i muttasılanın önünde yeralır. Ve bu iki cümle iki müfredin te’vi*linde sözkonusu olur. 77
"Sevâün" kelimesi istivâ (müsavilik) anlamına gelen masdar bir isimdir. Diğer mas*darların vasıflandırıldığı gibi, bununla tavsif edilir. Bu durumda mânâsı “Müstevin” (müsavi)dir. Tıpkı şu âyette buyurulduğu gibi; "Fî erbaati eyyâmin sevâen li's-sâilîn" 78 Bu*rada “Eyyâmün müsteviyetün” anlamı kastedilmektedir.
Bediüzzaman bu meseleden bahsederken, buradan i’câz-ı Kur’ânînin inceliği so*nucunu çıkarır ve buna şu âyet-i kerimeyi şahid gösterir; 79"İnnellezîne keferû sevâün aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhum" Bediüzzaman’ın konuyla, bu âyetin i’rabıyla ve içindeki nahvî i’câzıyla ilgili görüşlerini zikretmeden önce, burada cereyan eden i’rab vecihlerini beyan edelim. Bunlar:
1- "Sevâün", "inne"nin haberidir. Mâba’di fail oluşundan dolayı merfu’dur. Adeta şöyle denilmek istenir; “Küfre düşen insanlardır ki, onları inzar etmenle etmemen ara*sında bir fark yoktur.” Ancak yapılan bu i’râba itiraz bulunmaktadır. Çünkü burada fail olarak bir cümle bulunmaktadır. Cumhur ise failin ancak müfred bir isim olabile*ceğini söylemektedirler.
2- "Sevâün" mübtedadır. Mâba’dindeki cümle fail makamındadır ve haberin yerine geçmiştir. Takdir edilen mânâ; “Onlara göre inzarın varlığıyla yokluğu müsavidir.” bu cümlede, "Sevâün" ve mâba’di olan cümle "inne" nin haberidir. Fiilden haber gelmesi caizdir. Çünkü ondan murad lafzıdır veya genişletmeye yönelik zımnen medlul olan mutlak sözdür. Yoksa, tamamen bulunduğu konum murad edilmez.
3- "Sevâün" mukaddem haberdir. Sonraki gelen cümle muahhar mübtedadır. Cümlenin tamamı "inne" nin haberidir. "la yu'minne" kavlinin i’rabda konumu yoktur. Bu durumda mânâ; “Senin inzar etmen ve etmemen onlar için farketmez” dir. 80
Bediüzzaman’ın bu âyet hakkındaki görüşünü daha yakından değerlendirecek olursak, onun yukarıda saydığımız i’rablardan üçüncüsünü aldığını görürüz. Bediüz*zaman şöyle der:
“Bunun içindir ki, onlara karşı inzarın adem-i inzar gibi faidesiz kaldığına, "Sevâün" kelimesiyle işaret yapılmıştır "enzertehüm em lem tünzirhum "cümlesindeki hemze ile "em" müsavatı ifade ettiğinden, "Sevâün" kelimesine te’kiddir. Yahut "Sevâün" kelimesinden müsavatın bir mânâsı, hemze ile "em" den ikinci mânâsı irade edilir. Çünkü, müsâ*vatın medarı ya adem-i faidedir veya mûcibin adem-i vücûdudur.” 81
3. BÖLÜM
Bediüzzaman’a göre belâğat açısından i’câz-ı Kur’ân
Beyanı, banaları ve bedaatiyle ulûm-u Arabiyye arasında yer alan ilm-i belâğat, diğer ilimlere nazaran tıpkı bedende başın bulunduğu konuma sahiptir. Belâğat, Arapçanın sırlarını içinde saklar. Maksud mânânın eda edilmesi esnasında Arapça kelama sihir, cemal ve incelik kazandıran latifeleri ihtiva eder.
Belâğat, ulema tarafından kaideleri belirlenmiş bir ilimdir. Bu yolla i’câz-ı Kur’*ân’ın vecihlerini keşfetmişler, Kur’ân beyanının hususiyetlerini, lafızları arasındaki te*âlüfü (yakınlığı), güzelliklerini, sühûlet-i nazmını, selâmet-i terkibini, ifadelerindeki tatlılığı, kelimelerindeki cezâleti idrak etmişlerdir. Böylelikle Arapların akılları, hayret ve şaşkınlık içine düşmüşler, onun seviyesine ulaşmakta kendilerinin ne kadar eksik olduklarını görmüşler, Onun anlattıklarına kıyasla ve onun bir benzerini getirmede ne kadar aciz olduklarını anlamışlardır. Onlardan birisi olan Velid b. Muğîre, bütün tekebbürü, inkarı ve inadıyla şöyle demişti; “Vallahi Onun kelamında bir halavet var; onda bir güzellik var; onun altı kaynak, üstü yapraktır. O en üstündür, ondan daha üstünü olamaz. O, bir beşer kelamı değildir.”
Ulema, belâğat ilmi vasıtasıyla i’câz-ı Kur’ân’ı idrak edebilmişlerdir. Yine aynı şekilde Onun yüceliğini, hiç bir ilmin ulaşamadığı bir menzilde olduğunu anlayabil*mişlerdir. Dolayısıyla, muhtelif asırlarda yaşayan ulemanın ve araştırmacıların nazar*larını bu yöne yöneltmeleri, belâğat ve kaidelerinin Kelamullah üzerinde tatbiki, ne*ticede Onun azim i’câzının gün ışığına çıkarılması konularında eserler te’lif etmele*rine şaşmamak gerekir.
Bediüzzaman da bu ilme alabildiğine dalmış, mührünü belâğat sahasına ve Kur-’ân-ı Kerim meydanına vurmuş ve belâğat-ı Kur’ân konusunda derin hakikat*lerden bahsetmiştir. Telif ettiği eserlerinde, önündeki kapıların Allah’ın yardımıyla bir bir açarak, Kur’ân âyetlerini belâğî, şer’î ve aklî yollarla, benzersiz bir şekilde tefsir etmiştir. O bir yandan belâğat kaidelerinden faydalanırken, buradan hareketle i’câz-ı Kur’ânîyi beyan etmektedir. Her kim, belâğat-ı Kur’ân’dan bahseden Bediüz*zaman’ı yakından tanıma fırsatı bulursa, onu tıpkı Ebu Ubeyde Ma’mer b. el-Mü*sennâ, Cürcânî ve Sekkâkî gibi büyük belâğat âlimlerinden birisi olarak görecektir.
Doğrudan aceleci bir şekilde Bediüzzaman’ın belâğat yönüyle i’câz-ı Kur’âna bakış açısını değerlendirmeye geçmeyeceğim. Kendi ölçülerimle Bediüzzaman’ın fikirlerine ve bu konudaki bakış açısına bazı temaslar yaparak işarette bulunacağım. Zira, geniş olarak böyle bir konunun ele alınabilmesi için ciltler dolusu eser yazmaya ihtiyaç vardır.
Kur’ânî belâğat-ı nazm:
Nazm-ı Arabî, Arap ulemasının fikrini meşgul etmiş bir meseledir. Bu konuyla ilgili, i’câz-ı lügavî ve belâğat-ı Kur’ân alanlarında çalışmalar yapmışlardır. Bu konu üzerinde ehemmiyetle duran ilk kişi Ebu Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ’dır. 82 Şeyh Abdülkâhir el-Cürcânî 83 belâğat açısından ışık tutacak eserler yazmıştır. Bunlar; 1- Delâilü’l-İ’câz; 2- Esrârü’l-Belâğa.
Bu iki eserde nazm meselesi geniş olarak ele alınmıştı. Ancak takip eden âlimle*rin Kur’ânî belâğat-ı nazm konusuyla husûsan, belâğat açısından nazmın konumuna umûmen bağlantılı çalışmaları asrımıza kadar devam etmiştir.
Bazı âlimler vardır ki, belâğatın sadece Arapça lafızlar etrafında odaklaştığını savunurlar. Bazı âlimler de, belâğatın bir cihetle ibarelerdeki lafızlar arasında, bir di*ğer cihetle de mânâlar arasında güçlü bağlantıları vardır. Bu bağlantıları da “Nazm” olarak tesmiye ederler. Bu sonuca Cürcânî ve onu takip edenler ulaşmıştır.
Sadeca lafızlarda belâğat bulunmaz. Ancak, toplu kelamlar ve kardeşane yakın*lığı olan mânâlar gölgesinde bu gerçekleşebilir. Lafızlar tek başına ve kelimeler münferiden i’câza bir sebep teşkil etmezler. Bilakis, i’câzın vatanı sadece ve sadece nazmdadır. 84
Bediüzzaman’dan nazm meselesiyle ilgili aldığım her bir iktibas, alabildiğine de*rin mânâlarla doluydu. Çünkü o, i’câz-ı Kur’ân-ı Kerim’in ondaki belâğata ve nazma baktığı görüşündeydi. İki ayrı eserinde, nazmın i’câzın esası oluşunu şöyle açıklıyor:
“Şu İşârâtü’l-İ’câz adlı eserden maksadımız; Kur’ân’ın nazmına, lafzına ve iba*resine ait i’câz işaretlerini ve remizlerini beyan etmektir. Çünkü, i’câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i’câz Kur’ân’ın nazmındaki nakış*lardan ibarettir.” 85
Bir başka yerde şunları söyler:
“Derece-i i’câzda belâğat-ı Kur’âniyedir. O belâğat ise, nazmın cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden ve üslublarının bedaatinden, garib ve müstahsenliğinden ve beyanın beraatinden..tevellüd eden bir belâğat-ı harikulâdedir.” 86
Bediüzzaman nazmın çerçevesini şöyle çizer:
“Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiisi nazm-ı maânidir. Nazm-ı maânî ise man*tıkla müşeyyeddir. Mantıkın üslubu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise karşısında olan dakaik-ı mâhiyatta nâfizdirler. Dakâik-ı mâhiyat ise; âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddir. Nizam-ı ekmelde her bir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letâif denilen belâğat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinân-ı hilkatte cilvegar olan, ezhara perestiş eden ve şair denilen bülbüllerin nagâma*tıdır. Bülbüllerin nagâmatına âheng-i rûhanî veren ise nazm-ı maânîdir.” 87
Diğer yandan Bediüzzaman, belâğat hissinin zaafa uğraması, sonuçta tabiat-ı belâğiyenin insanlar tarafından lafızperestlik mecrasına saptırılmasından yakınmak*tadır. Şöyle der:
“Araptan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemiler, belâğat-ı Arabiyede üdeba sıra*sına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırından çıktı... Bu sırra binaen cereyan-ı ef*kara mecra ve belâğat çiçeklerine çimengah olmaya çok derece nakıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiisi olan nazm-ı mânâya mukabele ederek belâğatı müşevveş etmiştir.” 88
Belâğat mânâsı
Arap dilinde belâğat, vüsûl ve neticeye ulaşmaya delalet eder. Bir neticeye ulaşıldığında şöyle denir; “Belğatü’l-gayete” (hedefe ulaştım). Belâğat âlimlerinin ıstılahında ise iki ayrı mezhebin görüşü vardır:
1- Cürcânî gibi âlimlerin bulunduğu mütekaddimin mezhebine göre, amaçlar açısından sözler arasındaki nahiv mânâlarının kasdedilmesinden sonra kelamın vasıf*landırıldığı bir özelliktir. 89
2- Sekkâkî, İbn Esîr ve benzerlerinin takip ettiği müteahhirûn mezhebine göre, müfredatın fesahatıyle birlikte müktezây-ı hale mutabık kelam söylemektir. 90
Bediüzzaman, yukarıdaki belâğatla ilgili verilen tariflerden ikincisini kabul ederek şöyle der:
“Belağat, muktezây-ı hale mutabakattan ibarettir. Kur’ân’ın muhatabları, muh*telif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve müka*lemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta’mim için hazf yapıyor, çok yerlerde nazm-ı kelamı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belâğat ve ulûm-u Arabiyece gü*zel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.” 91
Bediüzzaman belâğatın mânâsını açıklamak için şöyle der; “Muhakkaktır ki: Tenzilin hassa-i cazibedarı i’câzdır. İ’câz ise: Belâğatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâğat ise: hasais ve mezâyâ, bahusus istiare ve mecaz üzere müessestir. Kim istiare ve mecaz dürbünüyle temaşa etmezse, mezayasını göremez.” 92
Besmele ve Fatiha Sûresindeki Kur’ânî İ’câz-ı Nazm
Bediüzzaman, i’câz-ı Kur’ân’ın esası olarak belâğat-ı nazmını gösterir ve bunu iki kısma ayırır; Hilye’ye benzer kısım, Hulle’ye benzer kısım.
Birincisi: Dizilmiş inciler, neşredilmiş zinetler ve murassa’ nakışlar gibi, kelimeler arasındaki nahvî ve harfî mânâları taşıyan madenlerdir.
İkincisi: Âlî bir libas ve fâhir bir hulle gibidir. Bu, mânâlara muvafık bir üslûb ola*rak gelmektedir. Teşbihe dair meselelerin önemlilerinden olan ilm-i beyan buna kefil olmuştur. 93
Bediüzzaman, “besmele”deki nazma dair yorum yaparken, burada mu’cizane belâğat mertebelerinin varlığından bahseder. Onun görüşleri doğrultusunda bu âyette görülen nazm-ı bedi’i şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Besmeledeki "be"nın müteallakı bir tek sigayla kayıtlı değildir. Bediüzzaman, onun öncesinde ve sonrasında, nazmın iktiza ettiği şekilde mazi, muzari ve emir si*galarıyla bazı fiiller takdir etmiştir. Şöyle der; “ "be" harfinden müstefad olan ‘Esteînu’ veya örfen malum olan ‘Eteyemmenü’ veyahut mukadder olan ‘Kul’ün istilzam ettiği ‘İkra’ fiillerinden birine müteallıktır.” 94
2- “ ‘Errahmânirrahîm’deki iki sıfatın Lafza-i Celâlden sonra zikirlerini icab eden münasebetlerden birisi şudur ki: Lafza-i Celâlden, celâl silsilesi tecelli ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemâl silsilesi tecelli ediyor. Evet, her bir âlemde emir ve nehiy, sevap ve azap, terğîb ve terhîb, tesbih ve tahmid, havf ve recâ gibi pek çok füruât, celâl ve cemâlin tecellisiyle teselsül edegelmektedir.
“İkincisi, Cenab-ı Hakkın ismi, Zât-ı Akdesine ayn olduğu cihetle, Lafza-i Celâl, sıfat-ı ayniyeye işarettir.”
Rahman, büyük nimetlere; Rahîm, küçük nimetlere delalet ettikleri cihetle; Ra*him’in, Rahman’dan sonra zikri, yukarıdan aşağıya inmek mânâsına olan ‘San’atü’t-Tedellî’ kaidesine dahildir. Bu ise, belağatça makbul değildir.
Bediüzzaman bu suale şöyle cevap verir:
“Evet, kaşlar göze, gem ata mütemmim oldukları ve onların noksanlarını ikmal ettikleri gibi; küçük nimetler de, büyük nimetlere mütemmimdirler. Bu itibarla, mütemmim olan, haddizatında küçük de olsa, faideyi ikmal ettiğinden, büyükten daha büyük olması icab eder. Kilit ile anahtar, lisan ile ruh gibi.” 95
3- Fatiha sûresinde geçen "Rabbi'l-âlemîne" kavlinden sonra geçen iki ayrı sıfatla ala*kalı olarak, bunun dakik nazm-ı İlâhîdeki bir sırr-ı belâğîyi ortaya çıkardığını söyler. Bediüzzaman şu açıklamayı yapar; "Errahmâni'r-Rahîmi" makabliyle bu iki sıfatın naz*mını icab eden şöyle bir münasebet vardır ki; biri menfeatleri celb, diğeri mazarrat*ları defetmek üzere terbiyenin iki esası vardır. Rezzak mânâsına olan "er-Rahmân" bi*rinci esasa, Gaffar mânâsını ifade eden ‘ "er-Rahîm" de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.” 96
4- Bediüzzaman "Bismillâhirrahmânirrahîm" ile Fatiha sûresindeki "El-hamdü lillâhi" arasında çok sıkı bir bağın bulunduğunu söyler. "Errahmâni'r-Rahîmi" cümlesinde Hâlık’ın azim ve dakik nimetlerine işaret eden iki vasfın bulunduğunu, bunun da nimetlere hamdi ve şükrü gerektirdiğini belirtir. Sûrenin hemen başında yer alan "El-hamdü lillâhi"nin hemen ardından bu iki sıfatın getirilmesi, hatta bu sûrenin Kur’ân-ı Kerim’in en başında yer alması bu hikmettendir.
Bediüzzaman şöyle der; “Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye ‘Şüphesiz biz cinleri ve insanları ancak ibadet etsinler diye yarattık’ 97 fer*man-ı Celilince, ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmâlî bir sûreti ve küçük bir nüsha*sıdır. "El-hamdü lillâhi"nin bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeye işaret*tir.” 98
Bediüzzaman, sadece bir tek şekil almayan nazmındaki mütenevvi incelikten hasıl olan îcazdaki i’câz-ı Kur’ân’ı fesahat derececinde açıklar. Şöyle der; “Kur’ân’ın inci gibi lafızlarının dizilmesi; bir hayta, bir çeşide, bir nakşa münhasır değildir. Belki; zuhurca, hafâca, yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit çok tenasüblerden hasıl olan pek çok nakışlar üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. Zaten i’câzın esası, ihtisardan sonra ancak böyle nakışlardır.” 99
Bediüzzaman, bu konuyu daha da açıklamak için Fatiha sûresinde geçen ifade*lerden hareketle çeşitli örnekler vermektedir:
“"Sırâta'l-lezîne en amte aleyhim" ile mâkablindeki her bir kelime arasında bir münase*bet vardır. Meselâ: "El-hamdü lillâhi" ile münasebeti vardır. Çünkü nimet, hamde delil ve karinedir. "Rabbi'l-âlemîne" ile münâsebattardır. Çünkü, terbiyenin kemali, nimetlerin tevalî ve teâkubu ile olur. "Errahmâni'r-Rahîmi" ile alakadardır. Çünkü, "ellezîne" den irade edilen ‘enbiyâ, şüheda, suleha, ulema’ rahmettirler. "Mâlik-i yevmi'd-dîni" ile alakası vardır. Çünkü, nimet-i kâmile, ancak dindir. "na'büdü" ile alakası var. Çünkü, ibadette imamlar, bunlardır. "nesteî'nü" ile var. Çünkü, tevfike ve iâneye mazhar bunlardır. ‘İhdinâ’ ile var. Çünkü, hidayette muktedâ-bih onlardır. "sırâta'l-müstekîme" ile vardır. Çünkü, doğru yol, ancak onların mesleğidir.” 100
6- Bediüzzaman "Mâlik-i yevmi'd-dîni" ifadesinin "Errahmâni'r-Rahîmi" şeklindeki iki sıfatın ardından gelmesini şöyle yorumlar:
“"Mâlik-i yevmi'd-dîni" mâkabliyle şu sıfatın nazmını iktiza eden sebep şudur ki: Şu sıfat, rahmeti ifade eden makabline neticedir. Zira kıyametle, saadet-i ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet, rahmetin rahmet olması ve ni’metin ni’met olması, ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır. Evet, saadet-i ebediye olmazsa, en büyük ni’metlerden sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesi görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik, en latif nimetlerden sayılan şef*kat ve muhabbet, ebedi bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçer*ler.”
Bunun ardında Bediüzzaman, “Din gününün mâliki olma” ifadesinin ihtisası ifade etmediğini, zira Cenab-ı Allah’ın her şeyin maliki olduğunu söyler bunun kullanıl*masıne sebep olarak ta’zimi gösterir. "yevmi" ifadesini açıklarken şunları söyler; “Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemahal ötekiler de devirlerini ikmal edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik, yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde tayin edilen manevi millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de (velev uzun bir za*mandan sonra olsun) devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir. Ve keza, bir gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin (haşrin tulu-u fecriyle, şahsî bir nev’ hükmünde olan) in*sanlara ihsan edileceğine şüphe edemez” 101
7- "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteî'nü" âyetinde Bediüzzaman’a göre dört durum vardır:
“Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün aza ve zerrata racidir ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur.
“İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriata itaat etmiş olur.
“Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıt*riye-i kübraya tabi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sacid ve âbid olmuş olur.
“Dördüncüsü: "iyyâke" kelimesinin takdiminden doğan hasr, abdin, Cenab-ı Hakka karşı yaptığı ibadet ve hizmetle, vesait ve esbaba olan tezellülden kurtulu*şuna işarettir.” 102
8- Bediüzzaman, Kur’ânî tabirlerin üç ayrı konuda farklılaşmasının hikmetiyle il*gili şu suali yöneltir:
“ "en amte" fiil, "mağdûbi" ism-i mef’ul, dâllîne ism-i fâil olarak zikirlerinde ve keza, üçüncü fırkanın sıfatını ve ikinci fırkanın sıfatına terettüp eden akıbetini ve birinci fırkanın ünvan-ı sıfatını aynen zikretmekte ne gibi bir hikmet vardır?”
Bu sorunun cevabını yine bizzat kendisi verir:
“ ‘Ni’met’ ünvanı, nefsin daima meylettiği bir lezzet olduğundan ihtiyar edil*miştir. Fiil-i mâzi olarak zikrindeki sebep, evvelce beyan edilmiştir. (Yani, mazi si*gasıyla ‘en’amte’nin zikri; tekrar ni’meti talep etmeye bir vesile olduğuna ve Al*lah’a racî olan zamiri de bir yardımcı ve bir şefeatçi vazifesini gördüğüne işaret*tir).
“İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ah*kamın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir. Yahudilerin temerrüdü gibi. Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’ân-ı Kerim, o zulmün akıbeti olan gadab-ı İlâhîyi zikretmiştir ki, nefisleri, o zu*lüm ve fısktan tenfir ettirsin. İstimrar ve devam şe’ninde olan isimlerden ism-i mef’ul olarak zikredilmesi ise, şer ve isyanların devam edip, tevbe ve afv ile inkıta etmedikleri takdirde kat’ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir.
“Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-i nefsin, akıl ve vicdanlarına galebesiyle, batıl bir itikada tabi olarak nifaka düşen bir kısım nasârâdır. Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur’ân-ı Kerim, o fırkayı aynı o sıfatla zik*retmiştir. Ve ism-i fâil olarak zikrindeki sebep ise; dalâletin dalâlet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dahil olacağına işaret*tir.” 103
Müsnedin muzâri veya ism-i fâil oluşu
İsm-i fâil, zamanla mahdud olmaksızın, sabit bir hads ile mevsûf olan bir zâta delalet etmek üzere kullanılan müştak bir kelimedir. Fiil-i muzâri ise, şimdiki ve ge*lecek zaman içinde yenilenen bir durumu ifade eden fiildir. Buradan hareketle Be*diüzzaman fiil ile tabir ve isim ile tabiri birbirinden ayırmaktadır. Örneğin “innemâ nahnü müstehziûn" 104âyetini değerlendirirken, burada müsnedün fîh’in ism-i fâil olarak geldiğini, çünkü istihzâ vasfının onlarda sabit hatta onlardan ayrılmaz bir özellik olarak bulunduğunu söyler. "Allahü yestehziu bihim" 105 âyetinde ise müsnedün fih’in fiil-i muzari olarak gelmesi, Allah’ın öyle insanları tahkir etmesine ve küçült*mesine işaret içindir. Ta ki bu insanlar, bu ifadelerle elem çekip müeteessir olsunlar. Yine benzer durum "Ellezîne yu'minûne bi'l-gaybi" âyetinde vardır. Burada, “El-Mü’minûne bil-gayb” denilmemiştir.
Müsnedin nekre oluşu
Belâğat âlimleri, bazı belâğat kaideleri gereği bir cümlenin çeşitli yerlerinde müsnedin marife veya nekra olarak gelebileceğine hükmetmişlerdir. Nekra olarak geliş sebeplerinden birisi, tefhîm (yüceltme) ve ta’zîm ifadesi içindir.
Bu görüşü Bediüzzaman da kabul etmiş, bu konuya çeşitli yerlerde açıklık ge*tirmiştir. Bunlardan birisi "Hüden li'l-müttekîyn" âyetinin yorumunda yer alır:
“Hüden"deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur’ân öyle ince bir de*receye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü, ma’rifenin zıddı olan ‘nekre’, ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-u zuhurdan neş’et eder. Buna binaendir ki, ‘tenkir’ ba*zan tahkiri, bazan ta’zimi ifade eder, denilmiştir.” 106
Mevsûlün ma’rife oluşu
Müsnedün ileyh, mevsûliyet gereği ma’rife olur ve mânâsının hazır zamanı ifade etmesi muayyen hale gelir. Örneğin; “Ellezî kâne meanâ ems sâfera” (Dün bizimle birlikte olan kişi yola çıktı.) Böylelikle ismi marife olmamış olur. Ancak böyle bir yol muayyen hale gelmemişse, mevsul başka amaçlar için gelir. İşte bu belâğat âlimle*rinin üzerinde birleştikleri noktadır. Mevsûlün oluş sebeplerinden birisi, muhatabın hataya karşı uyarılmasıdır. Şu âyet-i kerimede olduğu gibi; "İnnellezîne ted'ûne min dûnillâhi ibâdün emsâlikum." 107 Mevsûlün bir diğer faydası, mahkû*mün bih’in (hakkında hükmedilen) durumunun ta’zimi için gelmesidir. Çünkü müs*nedün ileyh, işitenlerce malumdur. Bediüzzaman "Ellezîne en'amte aleyhim" 108 âyeti*nin bu konuya örnek olduğunu söyleyerek, şöyle der; “Mâhud ve malum olan şeylerde kullanılması usûl ittihaz edilen esmâ-i mevsûleden "Ellezîne" tabiri, onların zulümât-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki, onları taharri ve talep ve aramaya lüzum yoktur.” 109
Bir Arap şairi şöyle der: "Bizim için semanın derinliklerinde bir ev bina etti; ki, onun direkleri çok yüce ve çok uzundur."
Mazî ve muzari ile ta’bir
Belâğatın şekillerinden ve kelamın muktezâ-yı hale mutabakatından bir tanesi de fiil-i muzari kasdedilerek fiil-i mazinin veya fiil-i mazî kasdedilerek fiil-i muzarinin ta*’biridir. Bediüzzaman bu kaideyi "Vellezîne yu'minûne bimâ ünzile ileyke vemâ ünzile min kablike" 110 örneğiyle açıklar. " yu'minûne " fiil-i muzaridir ve maksud olan "Ellezîne âmenû" dur. Aynı şe*kilde "ünzile" fiil-i mazidir. Maksud olan ifade fiil-i muzaridir. Yani: “Yünzilü” ifadesidir. Bediüzzaman şöyle devam eder:
“Ünzile" maddesi itibarıyle, Kur’ân’a iman, Kur’ân’ın Allah’dan nüzûlüne iman demek olduğunu gösteriyor. Kezalik Allah’a iman; Allah’ın vücûduna iman, ahi*rete iman, ahiretin gelmesine iman demektir.
“Ünzile" maziye delâlet eden heyeti itibarıyla, henüz nazil olmayanın nüzûlü, na*zil olanın nüzûlü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahaza, "yu'minûne" eki istik*bal, "Ünzile" nin maziliğinden neşet eden noksanı telafi eder. Yani henüz nazil ol*mayan kısım, "Ünzile"nin şümûlü dahilinde değilse de, "Yü'minûne"nin şumûlü altındadır. Bu tenzil meselesi, Kur’ân’ın çok yerlerinde vuku’ bulmuştur. Bazan mazi, istik*bale misafir gider. Bazan de muzari; mazinin memleketine gelir. Bunda, çok latif bir belağat vardır. Şöyle ki:
“Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş bir şeyi maziye delâlet eden sîga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır; anlar ki, muhatap yalnız o değildir. Belki, arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulun*makla, kendisine tevcih edilen hitapları, nidaları, İlahî hitabeleri, arkasında bulu*nan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir.” 111
Atıf ve bunun terki
Bediüzzaman, cümlelerin birbirleriyle şiddetli bir ittisal ile bağlanması ve arala*rında teânukun olması gibi hallerde Kur’ân-ı Kerim’in atıf yoluyla cümleler arası irti*bat kurmadığını söylemiştir. Bu durum şu âyetlerde kendini gösterir; "Elif, lâm, mîm", "zâlike'l-kitâbu", Lâ raybe fîhi", "Hüden lilmüttakîn 112 Bu cümleler birbirleriyle sımsıkı bağlıdırlar. Her birisi bir öncekiyl ve sonrakiyle tenasüb içindedir. Her birisi, bir di*ğerine hüccet olarak gelmiştir. Neticede, yine her birisi, bir diğeri için hüccet olu*şunun birer neticesidir.
İşte bunlar, belâğat âlimlerinin karar kıldıkları esaslardır. Buna göre, cümlelerin atıfla takyid edilmesi, onların tağyiri üzerine bir delil olmaktadır. Şöyle denilmiştir; “Atıf, tağyiri iktizâ eder. Atıf, ancak bu şekilde cümleler arası bağlantı sebeplerin*den birisi olmuştur.” 113
İltifat
Lügatte iltifat, yönelme, dönme anlamı taşır. Şöyle denir; “İltefettü iltifâten” veya “İltefettü ileyhi”. Bunlarda yüzünü o şeye yönelttiği kasdedilir. 114
Istılahta: Kelamda gaibden hitaba veya tekellüme veya aksine intikal etme*dir. 115 Şu âyet-i kerimelerde olduğu gibi;
"Hatta siz gemilerde bulunursunuz; o gemiler hoş bir rüzgârla akıp gider, yolcuları da onunla ferahlanırlar." 116
"O Allah ki, rüzgârları günderir, bulutları harekete geçirir. Sonra o bulutları ölü bir beldeye sevk eder ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra tekrar diriltiriz." 117
İltifat, kelama güzellik katan ve nefislere yer ettiren soylu Arap üsluplarından birisidir. Çünkü bir üsluptan bir diğerine geçiş, dinleyenlere heyecan ve hareketlilik getirir. Böylelikle bu ilim, Arapların indinde bir sanat haline gelmiştir.
Diğer âlimler gibi Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerim’de, belâğat yönüyle mucize oluş amacına yönelik olmasa da, çok sayıda iltifat üslubunun kullanıldığına işaret etmiştir. Bunlardan birisi, "İyyâke na'büdü" âyetinde geçer. Çünkü bu ifadeyle, önceki "Elhamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn. Errahmânirrahîm" ifadesi dikkate alındığında, gaibden hitaba iltifat edilmiştir. Eğer iltifat gerçekleşmemiş olsaydı şöyle denililecekti; "İyyâke na'büdü" 118
Tağlîb
Tağlîb, Arap dilinin sanatlarına açılan kapılarından birisidir. Araplar, bir şeyi bir başka şeye galib kılar ve bir hükmü bir başkasına aktarır. Aynı zamanda müzekkeri müennese galib kılarlar. Örnek olarak; Anne ve babaya “ebeveyn”, Şems ve Ka*mere “Kamereyn” denir. Aynı kural gereği, müfred kelimeyi, mürekkep kelimeye galip kılarlar. Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir’e “Ömereyn” denilmesi gibi.
Akıllı olan, diğerlerine galib kılınır. "Sizleri böyle çoğaltır" 119 âye*tinde olduğu gibi. Buradaki hitap akıl sahibi insanları ve diğer hayvanları şamildir. Ancak akıl sahipleri hayvanlara nazaran ön planda olduğu için muhatap olarak onlar alınmıştır.
Bir başka âyette; "O hayvanlardan bazıları kar*nının üzerinde yürür." 120 Burada kullanılan “men” zamiri akıllılara tağliben akıl sahibi olmayan hayvanlar için kullanılmıştır.
Bediüzzaman, tağlîb konusuna örnek olarak "Âlemîn" kelimesini gösterir. Bu ke*lime “Âlem” kelimesinin cem’idir ve Allah’ın dışındaki akıl sahibi olanlar ve diğerleri dahil bütün varlıklar için kullanılır. Bediüzzaman şöyle der:
“Raaytuhum lî sâcidîn" 121 de olduğu gibi, burada da (âlemîn lafzında) ukalâya mahsus cem’ sîgasıyla gayr-i ukalâ cem’edilmiştir. Bu ise, kavaide muhaliftir?
“Evet, âlemin ihtivâ ettiği uzuvların birer âkıl, birer mütekellim sûretinde tasav*vur edilmesi, belâğatın en makbul bir prensibidir. Zira, kâinatın ‘âlem’ ile tesmi*yesi, kâinatın Sâniine olan delaleti, şehadeti, işareti içindir.” 122
Kur’ânî tekrarlardaki belâğat
Kur’ân-ı Kerim’deki tekrarlar, onun belâğatıyla ve i’câzıyla çok yakından bağ*lantılıdır. Her ne kadar kıssalarda, ahkâmda veya müfredatta tekrarların olması sanat yönünden bir zorluk teşkil etse de, lafız ve manânın ifadesi itibarıyla, îcâzen ve itnâ*ben üslubta ve tasavvurda bir yenilik doğurmaktadır.
Tekrar, nefsî bir amacı yerine getirmektedir. Çünkü tekrar edilen şey, psikoloji ilmince kabul edildiğine göre, insan fiillerinin ve tepkilerinin sebebi olarak gösterilen şuûrî olmayan melekelerle intibak etmektedir. Aynı özelliği pazarlamacıların ve tüc*carların kullandıkları reklam araçları arasında da görmekteyiz. Zira bu insanlar, tesirli olabilecek mütenevvi ve münasib sûretlerde yaptıkları promosyonları devamlı tek*rarlamaktadırlar.
Kur’ân-ı Kerim’de gelen tekrarlar, muamelat ve ahkama kıyasla daha ziyade akîdenin sağlamlaştırılması ve Hâlıkın birliğine yönelik bulunmaktadır. Bu tekrarlar, ehl-i ilim tarafından sıkıcı, hatalı ve sanata aykırı olarak görülmez. Tam tersine, bu tekrarlar belâğîdirler ve muktezây-ı hâle mutabıktırlar. Kur’ân-ı Kerim tekrarlar aracılığıyla muhtelif makamlarda, yeni elbiseler içinde bir tek hakikati bizlere gös*termektedir. Bu tekrarlar arasında en ufak bir teâruza rastlanmaz. Bilakis bunlar, te*kâmülü ve bütünlüğü sağlayıcı niteliktedirler.
Bediüzzaman, tekrarat-ı Kur’âniye konusuna hakkıyla temas etmiş, bunda bir çok mânâ ve hükmün bulunduğunu belirtmiştir. Şöyle der:
"Elhamdü lillâh" cümlesi, her biri niâm-ı esasiyeden birine işaret olmak üzere, Kur’*ân’ın dört sûresinde tekerrür etmiştir. O ni’metler de:
1- Neş’e-i ûlâ
2- Neş’e-i ûlâda bekâ
3- Neş’e-i uhrâ
4- Neş’e-i uhrâda bekâ” 123
İşte bu şekilde Bediüzzaman, tekrarlardaki esrarı icmali bir sûrette açıklamıştır. Ancak, tekrarın yerleri ve her bir tekrarın hedefi hakkında bir açıklama yapmamış*tır. "Elhamdü" maddesindeki mutlak tekrar sayısı, aslında bu sayıdan daha fazladır. Eğer kasdedilen "Elhamdü lillâh" sîgası ise, yaklaşık kırk defa tekrarlanmıştır.
Biz, Bediüzzaman’ın Kur’ân sûrelerinin başında yer alan şekliyle bu sîgayı kas*detmiş olduğuna inanıyoruz. Ancak Fatiha sûresinin ilavesiyle bu rakam beşe çık*maktadır. Bunlar:
1. Fatiha Sûresi,
2. En’âm Sûresi,
3. Kehf Sûresi,
4. Sebe’ Sûresi,
5. Fâtır Sûresi.
Bediüzzaman Kur’ân’daki tekrarlar konusuna temas ederken, takdirî olarak bir itiraz yöneltir ve buna şöyle cevap verir:
“Fe bi eyyi âlâi rabbikumâ tükezzibân" ve "Veylün yevmeizin" gibi pek çok âyetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar, belâğata münafidir, usanç veriyor?
“Cevap: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazan usanç veriyor, fakat umumi değildir. Her yere, her kelama ve her kitaba şâmil değildir. Usanç verici addedilen pek çok zahiri tekrarlar, belâğatça istihsan ve takdir edilmektedir.” 124
Teşbîh
Teşbih lügatte, “benzetme’ demektir. “Hâzâ şebihe hâzâ” (Bu buna benzer) şeklinde kullanılır. Istılahta ise; Mütekellimin (konuşanın) kasdı doğrultusunda bir sı*fatın veya daha fazlasının aralarındaki iştirakten dolayı iki veya daha fazla şey ara*sında benzerlik kurmaktır.
Teşbih, Arapların nazarında soylu bir üsluptur. İki şey arasında bir benzerlik ku*rulurken vuzûh ve mübalağa ile mevsuf (sıfatlandırılan) hakkındaki sıfatın isbatını he*defler. Şöyle denildiği gibi; “Fülânün tüşbihü fülânen fi’t-tûl” (Falan falancaya uzunlukta benziyor.) veya “İnne’l-arda tüşbihü’l-kürate fi’ş-şekli” (Dünya şekil olarak topa benziyor). Bu örnekler konuyu gayet açık ve vâzıh bir şekilde açıklamaktadır.
Bediüzzaman, temsîli Kur’ân-ı Kerim’deki en önemli belâğat ve i’câz yönlerin*den birisi olarak görür. Çünkü bunun vasıtasıyla vehim akla mağlub olur, hayal fikre inkıyad etmeye mecbur kalır. Böylelikle gâib hâzır hale gelir; ma’kul olan hissedilir olur; mânâ mücessemleşir. Bununla müteferrik (parçalı) mecmû’; karışıklar birbirine meczolmuş; muhtelifler müttehid; münkatı’lar (birbirinden kopuk olanlar) muttasıl (bitişik); uzlettekiler müsellah (techizatlı, silahlı) hale gelir. 125
Bediüzzaman’a göre teşbihin amaçları şunlardır:
1- Temsil medih makamındadır. Tıpkı şu âyette Ashab-ı Resûlüllah için sözko*nusu olduğu gibi; “onların İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Onlar filizini çıkarmış, sonra giderek kuvvet bulmuş, kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzer ki, ekincilerin pek hoşuna gider.” 126
2- Temsil zemm makamındadır. Şu âyette olduğu gibi; “onların hali köpeğe benzer: Üstüne varırsan dilini çıkarıp solur; kendi haline bıraktığında yine dilini çıka*rıp solur.” 127
3- Temsil, ihticâc (hüccet gösterme) ve istidlal makamındadır. Şu âyete olduğu gibi; “O münafıkların hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah birden nurlarını alıp götürmüş ve onları karanlıklar içinde bırakmış; onlar da artık hiç bir şeyi göremez olmuşlar*dır.” 128
4- Temsil, azametin beyanı esnasında iftihar makamındadır. Şu âyette olduğu gibi; “Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gü*nünde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürül*müştür.” 129
5- Temsil, i’tizâr makamındadır. Şu âyette görüldüğü gibi; “Dediler ki; Bizi ça*ğırdığın şeye karşı kalplerimiz örtülüdür; kulaklarımızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda da bir perde vardır.” 130
6- Temsil, vaaz makamındadır. Şu âyette görüldüğü gibi; “..O bir yağmura benzer ki, bitirdiği ekin çiftçilerinin hoşuna gider; sonra kuruyuverir de, onu sarar*mış görürsün; derken saman olup çıkar.” 131
7- Temsil, vasıf makamındadır. Şöyle ki; “Görmez misin, kelime-i tevhidi Allah nasıl hoş bir ağaca benzetmiştir ki, onun kökü sabit, dalı ise semadadır. O güzel ağaç, Rabbinin izniyle her an meyvesini verir. Allah böylece insanlara misaller verir ki, düşünüp öğüt alsınlar.” 132
Bediüzzaman temsili şöyle tarif eder; “Sonra, esâs-ı temsîl, teşbihtir. Teşbihin şe’ni hiss-i nefret, rağbet, meyelân, kerahiyyet, hayret ve heybetin tahriki*dir.” 133
Bir başka yerde ise şöyle der; “İ’lem eyyühel-azîz! Kur’ân-ı Mu’cizül Beyan, hakikatleri durub-u emsal ile beyan ediyor. Çünkü daire-i ulûhiyete ait hakaik-i mü*cerrede, daire-i mümkinatta, ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Müm*kün ve miskin olan insan da, daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun şuûnatını, ahvalini düşünür.” 134
4. BÖLÜM
Bediüzzaman’ın metodu, üslûbu ve ıstılahları
Bir araştırmacı, Bediüzzaman’ın takip ettiği ilmî metodu belirlemede büyük bir zorlukla karşılaşır. Ne var ki, terbiye ve hareket tarzı açısından takip ettiği metod, güneş gibi bütün vuzûhuyla kendini gösterir. O, bir âlim, bir fakîh, bir müfessir ve bir müceddiddir. Hakka ve sırat-ı müstakîme çağırır. İfrat ve tefritten uzak vasat yolu kendine metod edinmiştir. Bu metoddan bahsetmek için ayrı bir çalışma ya*pılması gerekir.
Bediüzzaman’ın te’lifat yaparken takip ettiği metoda gelirsek, bunda çeşitli yönler, müteaddid gayeler bulunmaktadır. Çünkü ortaya çıkardığı eserler, hem bi*rer ahlak kitabıdırlar, hem akîde kitabıdırlar, hem tefsir ve ulûm-u Kur’ân kitabıdır*lar, hem belâğat, sarf ve nahiv, lügat kitabıdırlar, hem İslâmî düşünce kitabıdırlar, hem sîret-i Nebeviyye ve ulûm-u hadîs kitabıdırlar ve benzeri enva-i maarife dair ki*taptırlar.
Te’lif ettiği eserlerinde Bediüzzaman’ın takip ettiği metod umûmi bir özelliğe sahip olmakla birlikte, bazı belirgin özelliklere sahiptir. Bunlardan bazıları:
1- Bediüzzaman zikrettiği konularda, ilim tahisilinde bulunduğu gençlik yıllarında edindiği bilgi birikimine dayanmaktadır. Bir çok te’lif eserinde muayyen bir kaynağa dayanmaz, çok azına müracaat eder. Bu ise onun zihninin kuvvetini, bilgi birikimin*deki derinliği ve bilgileri kullanmadaki sür’atini gösterir. Diğer yandan bizleri şaşırtan bir diğer husus, onun telifatlarından çoğunu, matbu’ bir müracaat kaynağına bak*maksızın, araştırmacılar için hazırlanmış kütüphanelere gitmeksizin hapishanelerde veya savaş meydanlarında yazmasıdır. Bediüzzaman’da görülen bu ilmî kabiliyetin bir çok sebeplerinden birisi, kanaatimizce, ilim ve mârifet konusunda Allah’a karşı olan takvasıdır. Bu özellik onda ruhî haller, ruhânî izler ve safâ-i İlâhî bırakır ki, tıpkı şu âyetin masadakı olarak kalbinden ekser ilimler zuhur eder:
“Allah’tan korkun. Allah size böylece ilim öğretiyor, dünyada ve ahirette sizi sa*adete ulaştıracak hükümlerini ders veriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” 135
2- Bediüzzaman’ın metodundaki özelliklerden birisi, Kur’ân-ı Kerim’e hizmet, İslâmiyete davet yolunda modern ilimleri ince bir şekilde kullanması, böylelikle Kur’ânî nassları muasır anlayışa uygun ve ikna edici, hem öğretenin hem de öğre*nenin gönülden teslim olacağı şekilde yorumlamasıdır.
3- Mezkur metodun bir diğer özelliği, mesâil-i şeriatın ortaya konulmasında ve bu doğrultuda dâvet ve nasihatın gerçekleştirilmesinde gözlenen şümûliyettir. Be*diüzzaman’ın te’lif ettiği eserler bir aydına, bir amîye ve bir âlime aynı anda hitap etmekte, bunlardan her birisi kendine münasib şekilde ondan kâmil bir ifade çıkar*maktadır. Bu eserler, umûmen ve husûsen bütün insanlara şâmil olacak şekilde hi*tab eder. Her bir okuyucu, konumu ne olursa olsun, Bediüzzaman’ın başkasına değil sadece kendine hitap ettiğini düşünür.
4- Gördüğümüz kadarıyla, muhtelif meselelerde te’lif edilen eserlerin çoğun*luğu, bir tek nehre dökülmekte, oradan bir tek denize ulaşmaktadır. O da Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu eserlerin tamamı, tefsîrî, i’câzî, ahlâkî, akâidî, lügavî, teşriî, aklî, fel*sefî, tarihî, iktisadî ve diğer ilimler açısından Kur’ân-ı Kerim’in hizmetine sunulmuş*tur.
5- Bediüzzaman’ın takip ettiği metodun ön mümeyyiz vasıflarından birisi, gayet kesin, müdellel ve mukni’ bir şekilde ehl-i dalalete ve inkarda inad edenlere gerekli cevapları vermesi, hasımlarını susturması, onları zahiren olsun, batınen olsun hakkı itiraf etmeye çağırmasıdır. Bu yolla İslâmî düşünceyi müdafaa etmiş, Kur’ân düş*manlarınca atılan şüphe tohumlarını izale etmiştir.
Bediüzzaman’ın lügavî meselelerdeki metodu
Bediüzzaman’ın ana dili Arapça olmamasına rağmen, gayet cesurane bir şekilde Arap dilini müdafaa ettiğini görmekteyiz. Bu hal bizlere, onun sarf ve nahiv ilimle*rindeki derinliğini, küçük yaşlardan itibaren lügaten ve belâğaten ulaştığı yüksek seviyeyi açıkça gösterir. Aynı zamanda yazdığı kitaplarında, mesâil-i lügaviye ala*bildiğine çok yer vermiştir.
Arapçaya olan derin sevgisinden dolayı, bunun başına gelen bazı durumlar onu üzer. “Araptan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâğat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırından çıktı.” 136 şeklinde bu gelişmeler*den yakınmaktadır.
Bediüzzaman’ın Arapçaya olan bu yakınlığının bir belirtisi olarak, bazı eserlerini Türkçe ve Kürtçe değil de doğrudan Arapça olarak te’lif etmesini gösterebiliriz. İşârâtü’l-İ’câz fî Mezânni’l-îcâz isimli eseriyle, çeşitli Arapça risalelerden oluşan El-mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nûrî ve sayın İhsan Kasım es-Sâlihî’nin bu iki eseri tahkik ederken yazdığı mukaddemesinde belirttiği bazı aserleri buna örnek gösterebiliriz.
Bediüzzaman’ın Arapça’ya olan bu tutkusu, Allah’ın Arapça olarak indirdiği Kur’ân-ı Kerim’e ve yine Allah’ın bütün insanlığa nezîr ve beşîr (uyarıcı ve müjdele*yici) olarak gönderdiği Hz. Muhammed’e (a.s.m.) olan sevgisinden kaynaklanmakta*dır.
Bediüzzaman’ın mesail-i lügaviyede ortaya koyduğu metodun bazı mümeyyiz vasıfları bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
1- Ana kaynak eserlere ve büyük âlimlere dayanmıştır. Zemahşerî’nin Tefsir-i Keşşâf’ına, Sîbeveyh’in kitabına, Sekkâkî’nin Miftâhü’l-Ulûm’una, Cürcânî’nin Delâ*ilü’l-İ’câz’ına 137 ve daha bir çok önemli şahsiyete ve eserine istinad etmiş, küçük yaşlarda çoğunu hıfzettiği bu eserlerden bir çok meselenin izahında faydalanmıştır.
2- Arapçadan, onun inceliklerinden, nahivden, Arapça cümlelerin i’rab vecihle*rinden, âyât-ı Kur’âniyedeki nazmın belâğatındaki i’câzdan ve âyetlerin birbirleriyle olan irtibatında çok yerde bahsetmektedir. Bu açıdan Zemahşerî’nin Keşşâf’ındaki üslubundan etkilenmiştir.
3- Bediüzzaman’ın belâğat açısından i’câz-ı Kur’ân’ı beyan metodu, nazm-ı Kur’ânî üzerinde yoğunlaşmıştır. Tefsir ettiği hiç bir âyet yoktur ki, o âyeti sarih bir şekilde nazm yönünden ele almasın. Ayetteki kelimeleri birbirleriyle irtibatlandırır. Sonra aynı âyetin mâkabli ve mâba’diyle bağlantılı yönlerini gösterir. Daha sonra da, bu irtibatlar üzerine ahlak, akîde ve teşrî’ konularında manevî emirler bina eder.
4- Said Nursî, belâğat-ı Kur’ân’dan bahsederken, nahv-i Arabîye istinad eder. Çünkü o, Arap dilindeki kaidelerden çıkan belâğatı anlamak için nahiv ilmini temel kabul eder. 138
5- Bediüzzaman lügat, nahiv ve belâğat kaidelerini açıklarken Kur’ân âyetlerini şahid olarak gösterir. Şiir veya nesr gibi diğer kaynakları daha az delil olarak kulla*nır.
6- Bediüzzaman, bediî güzelliklerin zikrini az olarak kullanır. Çünkü; “Fenn-i maânî ve beyanın mezâyâsının belâğatçe mühim bir şartı, kasten ve amden garazın cihetine emârât işaret ve alâmâtın nasbıyla kasd ve amdini göstermektir. Fenn-i bedhiin ve tezyinat-ı lafziyenin şartı ise, tesadüf ve adem-i kasddır. Veyahut tesa*düfî gibi tabiat-ı mânâya yakın olmaktır.” 139
7- Çoğunlukla Bediüzzaman, belagat düşüncesine yakınlaştırmak için emr-i ma*nevîyi hissî bir şeye benzetir. Besmelede ve Fatiha sûresinin başında gelen "Errahmâni" ve "Errahîmi" isimlerinin zikredilişini şu benzetmeyle açıklar; “Evet, kaşlar göze, gem ata mütemmim oldukları ve onların noksanlarını ikmal ettikleri gibi; küçük nimetler de, büyük nimetlere mütemmimdirler. Ve keza, büyükten beklenilen menfaat, kü*çüğe mütevakkıf ise; o küçük, büyük sırasına geçer; o büyük dahi, küçük hük*münde kalır. Kilit ile anahtar, lisan ile ruh gibi.” 140
Bediüzzaman’ın üslûbu
Bediüzzaman Said Nursî’nin telifatında takip ettiği üslûp, birçok edip ve âlimce uygulanıp, yaşadıkları asırda bu üslûp vasıtasıyla ayrıcalıklı bir yere geldikleri esaslı ve köklü bir üslûptur. Bediüzzaman bizzat kendisini, iki ayrı merhalede iki ayrı sıfatla vasfetmiştir. Risalelerini telife başlamadan önceki zaman olan 1926 senesine kadarki “Eski Said” dönemi; ikincisi de, Risâle-i Nur’u telife başlamasından itibaren yaşadığı “Yeni Said” dönemi.
Bu iki ayrı merhalede Bediüzzaman’ın takip ettiği üslupların farklı olduğunu görmekteyiz. O, birinci merhalede gayet îcâzlı ve muhtasar bir üslûp benimsemiş*tir. Çünkü yaşadığı dönem olan 1. Dünya Savaşı yıllarının ilk zamanlarındaki şartlar*dan etkilenmiştir. Bu esnada Bediüzzaman, bu harb esnasında bir savaşçı ve önde gelen kumandanlardan birisiydi. İşte bu dönemde, yanında hiç bir müracaat kaynağı olmaksızın bir eser telifine başlamıştı. Bu öyle bir eserdi ki, îcâz ve ihtisar yönüyle diğerlerinden farklı özelliklere sahipti. Zira o şartlar, şerh ve izaha izin vermiyordu.
Bu dönemde, gayet zeki olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düşünü*yordu; başkalarının anlamalarını düşünmüyordu. Kullandığı ibareler lafız itibarıyla öyle kısaydı; ancak, şerh ve izaha ihtiyaç olacak bir çok mânâyı da içinde bulundu*ruyordu.
Yine bu dönemde Bediüzzaman, Kur’ân’ın dilindeki, nazmındaki ve îcâzındaki uzun uzun ibarelere ihtiyaç duyulan ince meselelerden bahsediyordu. Bunu yapar*ken, kelimelerden mürekkep mânâlarda son derece kısıtlı ibareler kullanıyordu. Bu özelliklerin tamamını İşârâtü’l-İ’câz isimli eserinde görmekteyiz. Mezkur eser, büyük kısmını ancak ehl-i ihtisasın anlayabileceği îcâzlı ve dakîk nükteler ihtiva etmekte*dir. 141
İkinci dönemde ise (Yeni Said dönemi), geniş ibareler, şerhler, tafsilatlar, çok sayıda taksimatlar, teşbihatlar, konunun müfredatına dair açıklamalar alabildiğine kendini gösteriyordu. Bunu yaparken, bütün talebelerinin anlayabileceği, hatta bü*tün insanların kavrayabileceği bir ifade tarzını benimsemişti. Neticede çokları bun*dan etkilenerek, onun yolundan yürümeye başladılar. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Risâle-i Nur, ilimlerden ve hayat kanunlarından hareketle çevresinde büyük bir kitle teşekkül ettirmiştir.
Onun görüşüne göre; “Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iş*tibak etmemek; ve tabiatı taklid; ve harice temessül; ve mesîl-i garazda sedad; ve maksad ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki: Kelâmda hissiyat da tamam olma*dan çifte atmak, başkasıyla meczetmek, selasetini tağyir eder.” 142
Bediüzzaman üslûpları üç kısma ayırır:
“Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin Tûsî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi.
“İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkâhir’in ‘Delâilü’l-İ’câz” ve “Esrâr’ul-Belâ*ğa’sındaki müşa’şa ve parlak kelamı gibi.
“Üçüncüsü: Üslûb-a âlîdir. Sekkâkî ve Zemahşerî ve İbn Sina’nın bazı muhte*şem kelâmları gibi.” 143
Bediüzzaman, kendi nefsini bu üslûplardan üçüncüsüne çekinerek koyuyor ve şöyle diyor; “Şu kitabın mealindeki Arabiyyü’l-ibare, lasiyyema makale-i salisedeki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti şu kitabı üslub-u âlî’*ye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın te’siri cüz’îdir.” 144
Belâğat ve lügat yönüyle yorumlama
Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerim’deki i’câz-ı lügavînin kuvvetini izhar edebilmek için, bazı nassları ele almakta, belagat ve lügat yönleriyle bunların tahlilini ve yoru*munu yapmaktadır. Bunun bir örneği şu âyettir:
"Velein messethüm nefhatün min azâbi Rabbike" 145
Bu âyet-i kerimede, zikrediler azabın azlığıyla birlikte şiddetli bir korkutma, inzâr ve tahvîf bulunmaktadır.
Bediüzzaman’a göre bu kelâmdaki maksad ve esas, pek az bir azab ile fazla kor*kutmak vardır ve bu kelâmda olan mezkur kelimeler ve kayıtlar, tamamen o mak*sadı takviye için çalışırlar. Şöyle ki:
1- Şek ve ihtimali ifade eden "in" şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsiz*liğine işarettir.
2- "Nef'hatün" sîgasıyle ve tenviniyle azabın ehemmiyetsizliğine îmadır.
3- "Messe" kelimesi, azabın şedit olmadığına işarettir.
4- Teb’îzi ifade eden "min",
5- Ve şiddeti gösteren “Nekâl” kelimesine bedel, hiffeti îma eden "nef'hatün" keli*mesi,
6- Ve "rabbi" kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azâbın kıllet ve ehemmi*yetsizliğine işaret etmektedir. 146
Belâğat ve nahiv yönüyle yorumlama
Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur; “Zâlike’l-Kitâbü lâ-raybe fîh” 147
Bediüzzaman bu âyetin bütün müfredatındaki terkib ve muhtevasıyla gayet ince bir belâğî maksat gizlediğini söyler. Bunu şöyle açıklar:
“1- "Elif lâm mim zâlike" kasem olduğu cihetle, Kur’ân’ın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkur letaif cihetiyle, dâvânın isbatına işaret eder. Ve keza, "zâlike" zât ile sıfatı gösteren bir işaret olması itibarıyla hem Kur’ân’ın azametine, hem azameti isbat eden sıfât-ı kemaliyeye işaret eder. Ve keza, "zâlike" işaret-i hissiyeye mah*sus iken, işaret-i akliyede kullanılması, tazim ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi, ma*kul olan Kur’ân’ı, mahsus sûretinde göstermesi, Kur’ân’ı, ezhan ve enzârın na*zar-ı dikkatine arzetmekle tesettürü icab eden hile, za’fiyet ve çirkin şeylerden münezzeh olduğunu izhar ve itiraf ettirmektir. Ve keza, "zâlike" nin ‘lâm’ vasıta*sıyla ifade ettiği bu’d, Kur’ân’ın kemaline delâlet eden uluvv-ü rütbesine işarettir.
“2- Ve keza "el-kitâbu" deki ‘el’ hasr-ı örfîyi ifade ettiğinden, Kur’ân’ın azametine ve başka kitapların mehasinini cem’etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir. Ve keza ‘Kitâb’ tabiri, ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümmînin mahsûlü olmadığına işarettir.
“3- Ve keza "Lâ raybe fîhi" zamirinin her iki ihtimaline binaen Kur’ân’ın kemalini isbat ediyor veya te’kid eder. Ve keza, istiğrakı ifade eden "Lâ" Kur’ân’ın her kö*şesinde remz ve her yerinde zikredilen deliller, bürhanlar, hücuma gelen şek ve şüpheleri def’ ile, Kur’ân’ın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilan eder.
“4- Ve keza, zarfiyeti ifade eden "fî" tabiri, Kur’ân’ın sathına ve zahirine ko*nan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile defedilebileceğine işaret*tir.” 148
Belâğata dair bazı uygulamalar
Allah-u Teala şöyle buyurur; "Femâ rabihat ticâratühüm vemâ kânû mühtedine" 149 "Fakat bu alışverişleri onlara bir kâr getirmemiş ve bir daha da doğru yolu bulamamışlardır."
Bediüzzaman bu âyetten aşağıda gelen belâğatla ilgili hükümleri çıkarır:
“Yani, ‘ticaretlerinin kârı olmadı.’ Akıllı bir tüccarın, kârı olmayan bir alış-verişe girişmemesi lâzım olduğuna ve kârı olmamasıyla beraber, re’sülmâlin de elzem ve evlâ olduğuna işarettir. Onların bu ticaretlerinde, ne eczâsında, ne ahvâlinde ve ne vesaitinde, ne cüz’î ve ne de küllî bir fayda bulunmadığına işarettir. Evet, bazı ticaretlerde matlûb kâr olmasa da, ahvalinde veya vesâitinde az çok bir fayda olabilir. Fakat bu ticaret ise şerr-i mahzdır, faydalardan tamamen mahrum bir za*rardır.” 150
Bazı inceleme sonuçları
Fikirleri, ilimleri ve tasnifatıyla ilgili Bediüzzaman’la olan derin bir yolculuktan sonra, bu şahsiyetin, eski-yeni bir çok sahada geniş bir ilme sahip olduğu sonucuna ulaştım. Onda gördüğüm bir takım üstün husûsiyetleri şöylece sıralayabilirim:
1- Onun, değerlendirilmesi ve ihtimam gösterilmesi gerekli nahvî (gramer açı*sından) bazı içtihadları vardır.
2- Lüğavî ve eski terkiplerle ilgili kullanımları, büyük ihtimalle ehl-i ihtisasın ço*ğuna gizli kalmış kullanımlardır.
3- Her ne kadar kendinden öncekilerce zikredilmemiş olsa da, kendine has bazı nahiv, lügat ve belâğat ıstılahları bulunmaktadır.
4- İ’câz-ı Kur’ânînin beyanında nahiv ve belâğat kurallarından istifade etmiştir.
5- Kuvvet-i ilmi ve ıttılâıyle ilimlerin inceliklerine ulaşabilmiş, bu alanda geçmiş*teki büyük âlimlere ait de olsa, bir fikri gerektiğinde reddetmekten kaçınmamıştır. Örneğin, Harîrî’nin telif ettiği Makâmât isimli eserin 116. sayfasındaki bazı tespitle*rini Muhâkemât isimli eserinde reddetmiştir.
6- Doğrudan Arapça olarak telif ettiği eserlerinde, içinde yaşadığı şartların etki*sine ve dilinin Arapça olmamasına rağmen, üslûb, siyâğat, terkip ve metod açısın*dan geçmiş ulemânın kitaplarındaki seviyeden aşağı değildir.
7- O, nahvi belâğat-ı Kur’âniyenin anlaşılmasında bir temel olarak kabul etmiştir.
8- Bediüzzaman ilmî hayatına, temel metinler ve şerhlerini tedris ederek başla*mıştır.
9- Kur’ân-ı Kerim’in dili olması hasebiyle, Arapçaya aşık derecesinde bir mu*habbeti vardır.
10- Arap lisanındaki asâletin, bazı Arap olmayanların müdaheleleri ve kendile*rinden bazı şeyler katmalarıyla giderek kaybolmasından büyük üzüntü ve teessür duymuştur.
Bazı tavsiyeler
Bediüzzaman’la ilgili çalışmaların, sadece ticari maksatlarla onun eserlerini neş*retmekle kısıtlı kalmamasını ve aşağıda gelen iki şartın gerçekleştirilmesini tavsiye ediyorum:
Evvelen: Bediüzzaman’ın eserlerine büyük bir titizlikle eğilerek, muhkem bir şekilde tasnif edilmesi; her bir esere, ondaki ulûm ve maârif hakkında ne varsa gös*teren ilmî bir fihristin yapılması, bununla birlikte kapalı kalan bölümlerin şerhedil*mesi.
Sâniyen: İlm-i nahv ve belâğat noktasında odaklaşan ulûm-u Aarabiyye alanında Bediüzzaman’ın durumu ve başarısıyla alakalı bazı mütehassıs çalışmaların ortaya konulması. Yüksek tahsil yapan talebelere tavsiyem, belâğat ve nazm-ı Kur’ânî yönleriyle Bediüzzaman’ın düşünce yapısı konusunda araştırma yapmalarıdır.
____________________
1 Prof. Dr. ABDÜRREZZAK ABDURRAHMAN ES-SA’DÎ
1949 Irak doğumludur. Arap Dili ve Edebiyatı Profesörüdür. 1979’da Ezher Üniversitesinde masterını yaptı. 1984’de Mekke Ümmü’l-Kura Üniversitesinde doktorasını tamamladı. Halen Irak’ta Temel Bilimler Fakültesi Dekanlığını yapmaktadır. Yayınlanmış birçok eseri vardır.
2 Bu meselenin misalleri için bkz. İşârâtü’l-İ’câz, s. 32 ve devamı.
3 A.g.e., 33-34
4 A.g.e., 34
5 Bu meselenin misali ve devamı için bkz. Sözler, s. 351-52.
6 Nebe Sûresi, 7
7 Sözler, 363-64.
8 Es-Sahibî, İbn Faris, 321
9 Naziat; 34
10 İşârâtü’l-İ’câz, 15
11 Lisânü’l-Arab, 13/169
12 A.g.e.
13 İşarâtü’l-İ’câz, 20
14 Lisânü’l-Arab, 1/399
15 İşârâtü’l-İ’câz, 18
16 Fatiha, 5
17 Lisanü’l-Arab, 15/353
18 İşârâtü’l-İ’câz, 23
19 Bakara; 235
20 Tazmin konusunda daha geniş bilgi için bkz: el-Eşbâh ve’n-Nezâir, 1/241-253
21 Bakara; 7
22 İşârâtü’l-İ’câz, 85
23 Nur; 63
24 Muhakemat, 92
25 Nur; 35
26 Enbiya; 30
27 Nisâ; 28
28 Şerhu’l-Kutr, İbn Hişam, 113; Şerhu’l-Eşhûnî, 1/186
29 Bakara; 5
30 Tefsir-i Keşşâf, Zemahşerî, 1/147
31 İşârâtü’l-İ’câz, 69
32 Bakara; 285
33 Vâkıa; 84
34 Bakara; 19
35 İşârâtü’l-İ’câz
36 Fatiha; 1
37 Kitabü Sîbeveyh, 1/8, 3/311; el-Muktedab lil-Mibrad, 1/5
38 İ’râbü’l-Kur’an, en-Nühâs, 1/120
39 Şerhu’l-Eşhûnî, 1/97-98
40 Haşiyetü’s-Sıyân alâ Şerhi’l-Eşhûnî, 1/292
41 Bakara; 5
42 İ’râbu’l-Kur’an, en-Nuhâs, 1/133; et-Tıbyân, el-Abkârî, 1/21; Haşiyetü’ş-Şihâb alâ’l-Beydâvî, 1/251; İşârâtü’l-İ’câz, 67
43 Bakara; 2
44 Tefsiru’l-Beydâvî, 1/203; Şerhu’l-Eşhûnî, 1/224; İşârâtü’l-İ’câz, 39
45 İ’rabü’l-Kur’an, en-Nuhâs, 1/130; et-Tıbyân fî İ’râbi’l-Kur’an, el-Abkârî, 1/16
46 Bakara; 2
47 İşârâtü’l-İ’câz, 39
48 Meryem; 4
49 Kamer; 12
50 Kehf; 24
51 Bakara; 10
52 İşârâtü’l-İ’câz
53 Cum’a; 9
54 İbrahim; 9
55 Âl-i imran; 123
56 Şerhu’l-Eşhûnî, 2/226
57 İşârâtü’l-İ’câz
58 Bakara; 4
59 İşârâtü’l-İ’câz, 52
60 Bakara, 14
61 el-Lisân, 14/238
62 İşârâtü’l-İ’câz
63 Bakara; 3
64 İşârâtü’l-İ’câz, 47
65 Haşiyetü’ş-Şihâb el-Hafacî alâ Tefsirî’l-Beydâvî, 1/32
66 Şerhu’l-Eşmûnî, 1/212
67 İ’rabü’l-Kur’an, en-Nühâs, 1/116
68 İşârâtü’l-İ’câz, 13
69 El-Eşmûnî, 1/209
70 İşârâtü’l-İ’câz, 17
71 Bakara; 74
72 Muğni’l-Lebîb, İbn Hişâm, 1/149
73 Bakara; 8
74 İşârâtü’l-İ’câz
75 Münâfikûn; 6
76 Mugni’l-Lebîb, 24
77 A.g.e., 61
78 Fussilet; 10
79 Bakara; 6
80 Bkz: Tefsir-i Keşşâf, 1/151; et-Tıbyãn, 1/21; Muğni’l-Lebîb, 1/189; Tefsiru’l-Beydâvî, 1/266
81 İşârâtü’l-İ’câz, 74-75
82 Vefat; 206 h.
83 Vefat; 471 h.
84 Delâilü’l-İ’câz, Cürcânî, 30
85 İşârâtü’l-İ’câz, 11
86 Sözler, 341
87 Muhakemât, 77
88 Muhakemât, 78
89 Delailü’l-İ’câz, 30
90 Es-Sanâateyn, el-Askerî, 17
91 İşârâtü’l-İ’câz, 50
92 Muhakemât, 63
93 İşârâtü’l-İ’câz, 25
94 İşârâtü’l-İ’câz, 14
95 İşârâtü’l-İ’câz, 15
96 İşârâtü’l-İ’câz, 19
97 Zâriyât; 56
98 İşârâtü’l-İ’câz, 17
99 İşârâtü’l-İ’câz, 25
100 İşârâtü’l-İ’câz, 25-26
101 İşârâtü’l-İ’câz, 19
102 İşârâtü’l-İ’câz, 21-22
103 İşârâtü’l-İ’câz, 29
104 Bakara; 14
105 Bakara; 15
106 İşârâtü’l-İ’câz, 41
107 A’râf; 194
108 Fatiha; 7
109 İşârâtü’l-İ’câz, 26
110 Bakara; 4
111 İşârâtü’l-İ’câz, 51-52
112 Bakara; 1-2
113 İşârâtü’l-İ’câz, 39
114 Lisânü’l-Arab, 2/84
115 Mu’cemü’l-Mustalahâtü’l-Belâgıyye, 94
116 Yunus; 22
117 Fâtır; 9
118 İşârâtü’l-İ’câz, 15
119 Şûrâ; 11
120 Nur; 45
121 Yusuf; 4
122 İşârâtü’l-İ’câz, 18
123 İşârâtü’l-İ’câz, 16
124 İşârâtü’l-İ’câz, 31
125 İşârâtü’l-İ’câz
126 Fetih; 29
127 A’râf; 176
128 Bakara; 17
129 Zümer; 67
130 Fussilet; 5
131 Hadid; 20
132 İbrahim; 24-25
133 İşârâtü’l-İ’câz
134 Mesnevi-i Nûriye, 96
135 Bakara, 282
136 Muhakemât, 78
137 İşârâtü’l-İ’câz, 44
138 Muhakemât, 79
139 Muhakemât, 100
140 İşârâtü’l-İ’câz, 15-16
141 İşârâtü’l-İ’câz, 3
142 Muhakemât, 96
143 Muhamekât, 98
144 A.g.e.
145 Enbiya; 146
146 İşârâtü’l-İ’câz, 37
147 Bakara; 2
148 İşârâtü’l-İ’câz, 88-89
149 Bakara; 16
150 İşâratü'l-İ'câz
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
RİSALE-İ NUR AÇISINDAN DUA VE UBUDİYYET KAVRAMLARI
OSMAN CİLACI 1
Lügatte dua, “Allah’a yalvarma, birini çağırma, bir yere gönderme” mânâlarına gelir. Ubudiyyet ise, “Kulluk, kölelik, birine aşırı bağlılık” demektir. 2 Dua, insan kalbinin Allah ile konuşması, Onun nimet ve yardımını istemesidir. İbadet insandan Allah’a doğru sonsuz bir konuşma yoludur. Namaz insanın Allah ile doğrudan alaka kurduğu bir ibadettir.
Dua, olağanüstü bir olay karşısında kulun Rabbine hitab etme düzeyine ulaşma*sıdır. 3
Allah’a ibadet etmek için yaratılmış olan insan kendini günah işlemekten her za*man koruyamaz. Bu açıdan zaman zaman Yaratan’ına yalvarmak, günahlarından tevbe ederek Ondan bağışlanmasını istemek durumundadır. 4
Dua, Müslümanın şahsiyetinin gelişmesini ve sağlam karekterli olmasını sağlayan bir ibadettir. 5 “Ben öyle sağlam bir imana sahibim ki, Sen’den başka kimsenin önünde eğilmem. Sen benim Allah’ımsın, beni Sen yarattın” duasını daha küçük yaştan itibaren kalb ve diliyle tekrarlayan Müslümanın karakterini sağlamlaştıran bu dua, onun Allah’tan başkası huzurunda eğilmesine izin vermez.
Dua, kulun Allah nazarındaki değerinin bir ölçüsüdür:
“Ey Muhammed! De ki; Sizin duanız olmasa Rabbim size ne diye değer ver*sin.” 6 Bu hususu teyit eden bir diğer âyette şöyle buyurulur:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” 7 “Dua et*mekten kibirlenenler hakir olarak cehenneme gireceklerdir.” 8
Yüce Rabbimiz bizden her zaman dua etmemizi istemiş, samimiyetle yalvardı*ğımız takdirde kabul buyuracağını bize duyurmuştur. “Allah katında duadan daha değerli bir şey yoktur” 9 buyuran Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de bunu vur*gulamıştır. Allah’a yapılan dua hiçbir zaman karşılıksız kalmayacaktır. 10 Aynı za*manda dua mü’minin silâhıdır. 11
Kalitesi ve tekerrürüne göre ruh ve bedene tesir eden duanın, kutsiyet ve ahlâk duygusunu da aynı zamanda kuvvetlendirdiği bilinen bir gerçektir. Duanın doğur*duğu huzur tedavi için kuvvetli bir yardımcıdır. 12
Dua ve ibadet insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en büyük özelliktir. Dua, rız*kın genişlemesini, sağlığın artmasını, ömrün hareketli olmasını sağladığı gibi bazı felaketleri de önler. 13
İnanmış insanın hayatında önemli bir yeri olan dua ancak yaşanarak bilinebilir, onun yazı ile anlatılması güçtür.
İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde dua etmek ihtiyacından uzak kalmamıştır. Duadan maksat, unutur gibi olduğumuz bir an Onun huzuruna yeniden çıkmak*tır. 14
Kur’ân dışında üçü muharref olmakla beraber dört ilahi kitap, insanları Allah’a duaya dâvet etmiştir. Nitekim, iptidai kabile insanları bile duygularını birtakım dua ve dans şeklinde ifadeye çalışmışlardır.
Büyük İslâm mutasavvıflarının dualarında orjinal yalvarma örnekleri bulunmak*tadır. Rabia Hatun’un, “Ey Rabbim, eğer ben cehennem korkusu ile sana ibadet ediyorsam beni o cehenneminde yak” diye başlayan duasındaki samimiyeti iyi an*lamak ve yaşamak lâzımdır. 15
Vird ve zikir de duanın başka şekillerdeki tezahürü olarak değerlendirilmeli*dir. 16
Dua ve Ubudiyyet birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki mühim mefhum*dur. Mücerret mânâda, isteklerimizi Allah’a duyurmanın en mükemmel aracı olan dua, kulun Ubudiyyet vazifesinin bir ifa vasıtasıdır. Ubudiyyet ise ibadetlerle yerine getirilir.
Dinlere göre farklılıklar gösteren ubudiyyet inanç ve tatbikatı, o din mensu*bunca kendi şartlarında ve kendine has kaidelerine göre yerine getirilir. Bunun dı*şında yine her dinde, ubudiyyetin muayyen şartlarını yerine getirmekle yetinmeyen züht ve takva ehli kişiler vardır.
İnsanlarda fırsaten mevcut olan ubudiyyet, onların kalb ve imanlarını kuvvet*lendiren, ahlâkî ve fikrî yapılarını yücelten bir olgunluk alametidir. 17
İnsanın mesud ve bahtiyar hayat sürmesini sağlayan, ona insanlığın şerefini idrak ettiren Dua ve Ubudiyyet, kulun aczini itiraf ederek Halık’ına karşı kulluk vazifeleri*nin en doruk noktasındaki tezahürüdür.
Hayatını öncelikle imanın kurtarılmasına hasreden Bediüzzaman Said Nursî (1876-1960) hemen bütün eserlerinde, çok çeşitli imanî ve İslâmî problemler ya*nında hususiyle Dua ve Ubudiyyet mevzularına geniş yer vermiştir. Ona göre fert, Allah’a kul olduğunu idrak ettiği ölçüde nefsini birtakım sultaların esaretinden kurta*rabilir. Bu da dua ile başlar, ubudiyyetle kemale erer.
Bediüzzaman imanı kuvvetlendirmek ve İslâmı bütün cemiyete maletmek yo*lunda giriştiği mücadelede ömrü boyunca haddi aşmaktan, siyaseti, mücadelesinin mihveri haline getirmekten son derece tevakki etmiş, biricik kurtuluşun Kur’ân’a sımsıkı sarılmak olduğunu vurgulamıştır.
Said Nursî uzun yıllar hapislerde kalmasına rağmen Risale-i Nur telif ve neşrini inkıtaa uğratmamıştır. Van’ın Erek Dağı’nda birkaç talebesiyle münzeri hayatından (1923-25) sonra Onun asıl çileli ömrü başlamıştır. 18 Hayatını gönüllerde iman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmekle geçirmiş, millet ve memleket için canını vermek*ten çekinmemiştir. 19 Kendisine zulmedenlere bile bedduada bulunmaması Onun bir başka özelliğini teşkil etmektedir.
“Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez” diyen Bediüzzaman’ın, ihlasla giriştiği ve ömrünün sonuna kadar aynı safiyette sürdürdüğü iman ve Kur’ân hizmeti ne yazık ki bazı kalem erbabınca anlaşılamamış, Onun mücadelesi bir siyasî ekole hizmet veya ayrı bir dinî cereyan gibi vasıflandırılarak neşriyat yapılmıştır. 20
Bediüzzaman’ın yüz otuza ulaşan eserleri yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında okunmaktadır. Risaleler Arapça, İngilizce, Almanca, Fransızca, Urdu*ca vb. dillere tercüme edilmiştir. 21 Eserleri üzerinde akademik mahfillerde (mas*ter, doktora) araştırma ve incelemeler yapılmıştır. Son yıllarda Risale-i Nur Külliya*tı’nın fihrist, lügatçe, iyi bir kâğıt mizampaj ve basım tekniği ile yapılan neşirleri, onlardan daha büyük istifadeyi temin etmiştir. Bu çalışmalara Türkçe yönünden daha da ağırlık verilmesi 22 çok teferruatlı görülen başlıkların (nokta, hülasa, zeyl, mesele, burhan, şule, şemme, risale, zerre, habbe, hubab, katre, takriz, telvih, nük*te, lemeât, söz vb.) asgariye indirilmesi ihmal edilmemesi gereken bir husus olarak mutalaa edilmelidir.
Asrın idrakine uygun bir üslup ve mantık dokusu içinde İslâmın günümüz insa*nına anlatılarak, iman boşluğunun evveliyetle doldurulması gerektiğine inanan Be*diüzzaman, bütün eserlerinde Kur’ân’ı esas almıştır. Onun eserlerine Kur’ân-ı Ke*rim’in mânevî bir tefsiri nazarıyla bakmak mümkündür. Dr. Muhammed İkbal ile aynı zamanlarda dünyaya gelmiş olan Said Nursî de Onun gibi Batı’nın aldatıcı ve parlak görünüşüne aldanmamış, Batı medeniyetinin iç yüzünü ortaya çıkarmanın lü*zumlu olduğunu müdafaa etmiştir.
İman hakikatlerini açıklamayı baş gaye edinen Risale-i Nur, mü’minlerin iman açısından yeniden yapılanmasında büyük rol oynamıştır. Sadece Türk tarihinde de*ğil, insanlık tarihinde de büyük inkılapların cereyan ettiği bir asırda, nerede ise bir yüzyıla yakın ömür süren Said Nursî, fikri hayatında zikzaklar çizmeyen bir âlimdir. Bu bakımdan Risale-i Nur, “Tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil şahadettir; taklid değil, tahkikdir.” 23 Ona göre asrımız insanını en büyük derdi iman zaafıdır; bunun neticesi sathileşen İslâmî idraktir. Öyle bir nesil yetişmeli ki, bu nesil ehl-i dalalete boyun eğmesin, nasıl hareket edeceğini bilsin, dünyayı avucuna alsın, fakat kalbinde ona asla yer vermesin!
Risalenin telifinden günümüze takriben yetmiş kusur yıl geçmiş bulunuyor. Bu*gün, yazıldığı döneme nisbetle, ülkemizde ve dünyada okuyanı, merak edeni, araş*tıranı her geçen gün artış kaydediyor. Bu alakayı celbeden en büyük hususiyetler*den biri Müslümanların vazifelerini ehemmiyet derecesine göre sıralayamamaları, iman ve Kur’ân hakikatlerini neşretmeyi ikinci, hatta üçüncü derecede mutalaa et*meleridir. 24
Ona göre bugün İslâm âleminin üç büyük düşmanına (cehalet, ihtilaf, fakirlik) karşı girişilecek mücadelede muvaffakiyet sağlanmadıkça İslâm dünyası kendinden bekleneni tam mânâsı ile veremeyecektir. 25
Tarihi seyri içinde çok çeşitli mevzuları nakli ve akli delillerle izah eden Bediüz*zaman, evveliyetle insana değer vermiş, onun imanî ve fikrî yapısının kemalini sağ*lamak istemiştir. 26 Bu bakımdan kul Hâlikine karşı aczini itiraf ederek Dua ve Ubudiyyet’e sımsıkı bir şekilde sarılmalıdır. Takriben 6000 küsur sayfaya bâliğ olan Risale-i Nur Külliyatı’nın hemen her yerinde alaka kurulduğu nisbette Dua ve Ubu*diyyet mevzularına temas edildiği görülecektir.
Biz bu tebliğimizde Dua ve Ubudiyyet’in tali derecede ele alındığı bölümlerden çok, doğrudan Dua ve Ubudiyyet’i mevzu edinen bölümleri tesbitle çeşitli açılardan tahlil etmeye çalışacağız.
Umumi olarak incelendiği zaman Risale-i Nur Külliyatı’nda Dua’nın, Mektubat, Sözler ve Mesnevi-i Nuriye’de, Ubudiyyet’in de, Sözler ve Lem’alar’da mufassal bir şekilde yer aldığı görülür. 27 Teferruata girildiği takdirde Külliyat’daki dualar şu başlıklar altında toplanabilir:
1- Âlemin yaratılış sebebi.
2- Cenab-ı Hakkın dua etmemizi isteyişi.
3- Bediüzzaman’ın bazı duaları, beddua etmediği.
4- Bidatlardan sakınmanın dua ile olacağı.
5- Kâinatta her varlığın dua ettiği.
6- Duanın bereketi, usulü, mânevî ilaç oluşu, tesiri.
7- Duanın, halis bir iman neticesi oluşu.
8- Fiili ve kavli dua.
9- Hz. Yunus, Hz. Eyyub, Hz. Peygamber (a.s.m.), Hz. Ali ve Veysel Karani’*nin duaları.
10- İmanın duayı lüzumlu kıldığı.
11- Duanın menbaı ve hastalıklı insanın duası.
12- Yağmur duası ve neticelerinin görülmesi.
13- Umumi duaların kabul şartları.
14- İnsanın asli vazifesinin iman ve dua olduğu.
15- Her duanın kabul edilip edilmemesi.
16- Hastalık hali ve bunun duayı gerektirdiği.
Aynı şekilde ibadet ve ubudiyyet mefhumları Risale-i Nur Külliyatı’ndan araştı*rıldığı zaman belli başlı şu mevzuların yer aldığı görülür:
1- Allah’tan başka ibadet edilecek büyük yoktur.
2- Dünya-âhiret saadeti ibadetle kaimdir.
3- Kâinattaki bütün varlıklar Allah’a ibadet ederler.
4- Hastalık ve tefekkürün ibadetle alakası.
5- İbadetin ehemmiyeti ve faydaları.
6- İnsanların ve cinlerin Allah’a ibadet için yaratıldıkları.
7- İbadetin anlamı, şartları ve rekabet kabul etmeyişi.
8- Şahsî kemalâtın ibadetle elde edilebileceği, kalb, akıl ve hayal kuvvetlerini ibadetle meşgul etmek gerektiği.
9- Kur’ân okumanın başlıbaşına bir ibadet olduğu.
10- Bütün ibadetin fihristesinin namazda toplandığı.
11- Takvanın en mükemmel ibadeti teşkil ettiği.
12- Ubudiyyetin esasının insanın acz, fakr, kusur ve noksanını bilmek olduğu.
13- İbadetin tecrübe değil, teslimiyet gerektirdiği.
Dua ve ubudiyyetle alakalı mevzuları böylece ana hatlarıyla tespit ettikten sonra şimdi aynı mevzuların teferruatlı olarak Risale-i Nur Külliyatı’nda nasıl geçtiğini, izah ve yorumunun nasıl yapıldığını görmek için Sözler’e bakalım:
Bediüzzaman bu eserinde 28 dua mevzuunu tetkikle, “De ki: Eğer duanız ol*masa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” 29 âyet-i kerimesi ile başlıyor ve hemen sözün başında “İmanın duayı bir vesile-i kati olarak iktiza ettiği, fıtrat-ı insa*niye onu şiddetle istediği gibi, Cenab-ı Hak “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” diye ferman ediyor cümleleriyle dikkatleri çektikten sonra, “bana dua edin, size cevap vereyim” 30 âyet-i kerimesi ile mevzuyu pekiştiriyor.
Malum olduğu üzere Onun eserleri her şeyden önce Kur’ân’ın bir tefsiri mahi*yetindedir ve mevzular iyi anlaşılsın diye temsil ve teşbihlere yer verilmiştir. “Risale-i Nur Külliyatı Kur’ân-ı Kerim’in cihanşumül bahçesinden derilen bir gül demetidir.” 31
Risale-i Nur Külliyatı’nda dikkatimizi çeken diğer bir husus, mevzuların, yeri geldikçe soru-cevap şeklinde izah edilmesi, yeri geldikçe de mücmelen yazılan bö*lümün mufassal olarak ele alınmasıdır. Nitekim Dua mevzuuna da Bediüzzaman aynı tarzda girmiş ve: “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumi*dir, her duaya cevap var’ dersen, işte benim cevabım” sözleriyle mevzuu şöyle tevcih etmiştir:
“Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem aynı matlubu vermek Cenab-ı Hakkın hikmetine tabidir. Hasta bir çocuk, hekime seslenerek ‘bana bak’ der. Hekim: ‘Ne istersin, cevap ver’ der. Çocuk: ‘Şu ilacı bana ver,’ der. Hekim, ya aynen çocuğun istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalı*ğına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hakim-i Mutlak, hazır nazır olduğu için abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir.” 32
Bediüzzaman’a göre dua bir ubudiyyettir. Ubudiyyet ise, semerat-ı uhrevidir. Dünyevî maksatlar ise o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. Mevzuu biraz daha tavzih etmek için yine aynı eserinde şöyle diyor:
“Meselâ yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vakti*dir, yoksa o ibadet ve dua yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa o dua, o ibadet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
“Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. Ubudiyyet ise, halisen livechillah olmalı, yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli; Rububiyetine karışmamalı. Ted*biri Ona bırakmalı, hikmetine itimat etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.”
Bu izahlardan da gayet vazıh olarak anlaşılmaktadır ki, Bediüzzaman burada önce duayı açıklamakta, kulun vazifesini izah ettikten sonra dua-ubudiyyet alakasını belirtmektedir.
Yukarıda meali verilen âyeti tefsir sadedinde, “Bütün mevcudât, herbiri birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı ilâhiyeye giden bir duadır” ifadesiyle kâinatta her varlığın, kendine mahsus lisanıyla Cenab-ı Haktan talepte bulundukları, “fıtrî lisanlarıyla Cevâd-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar” neticesine ulaşmaktadır. Ona göre, duanın dördüncü nevini teşkil eden dua, bizim duamızdır ve iki kısımdır: 1- Fiilî ve hâlî, 2- Kalbî ve kalî.
“Meselâ eshaba teşebbüs dua-yı fiilidir. Esbabın ictimaı, müsebbibi icad etme için değil belki lisan-ı hal ile müsebbibi Cenab-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i mar*ziye almaktır. Lisan ve kalbi ile dua etmek ise, eli yetişmediği bir kısım metalibi is*temektir.” Bu veciz açıklamadan sonra Bediüzzaman Sözler’deki dua mevzuunu şu cümleleriyle noktalamaktadır:
“İşte ey aciz insan! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvve*tin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış... Bir abd-i külli ve bir vekil-i umumi gibi ‘Ancak senden yardım isteriz’ 33 de; kâinatın güzel bir takvimi ol.” Bu izahta, beş vakit namazda okuduğumuz Fatiha sûresindeki bir âyete atıf yapılarak mevzuun ehemmiyeti bir kere daha pekiştirilmiştir.
Risale-i Nur Külliyatı’nda Dua mevzuunu Mektubat eserinde şu şekilde ifade et*mektedir: “Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?” Bu suale Bediüzzaman*’ın cevabı:
“Esbab-ı kabul derecesinde olmalı. Çünkü bazı şerait dahilinde dua makbul olur. Ezcümle dua edileceği vakit istiğfar ile mânen temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavât-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve ahirde yine salavat getirmeli*dir.” 34
Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi Cehen*nem azabından koru.” 35
Said Nursî, bu ve benzeri âyetlerle dua etmek, “Hem hulus ve huşu ile dua et*mek, her namazın sonunda bilhassa sabah namazından sonra, hususan mescidlerde, hususen leyali-i meşhurede, Ramazanda, Leyle-i Kadir’de dua etmek kabule karin olması Rahmet-i İlahiye’den kaviyyen me’muldür” 36 sözleriyle, duanın adabını, makbuliyet şartlarını, vakitlerini, duaya istiğfar ile başlamak gerektiğini, kabul olması müjdelenen hususî anlarını, dua edilecek mahalleri, mübarek gecelerde dua etme*nin faziletini, âyet ve hadis-i şeriflerle dua etmenin bereketini mücmelen beyan et*mektedir.
Bediüzzaman, Sözler (23. söz, 1. mebhas, 5. nokta)’de izah ettiği “De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” 37 âyet-i kerimesini bu kere Mektubat (24. mektubun 1. zeyli)’ında beş nükte halinde açıklamaktadır:
“1. Nükte: Dua bir sırr-ı azim-i ubudiyettir; ubudiyetin ruhu hükmündedir. Üç nevidir:
“1. İstidat lisanıyla dua; buna ictima-ı esbab bir nevi duadır, denir.
“2. İhtiyac-ı fıtrî lisanıyla dua; bütün zihayatların iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan hacetleri için Halik-i Rahim’den bir nevi duadır.
“3. İhtiyaç dairesinde zîşuurların duasıdır ki bu da iki kısımdır. Halis kalbin lisa*nıyla ise, ekseriyet-u mutlaka iki makbuldur. İkinci kısım, meşhur duadır. Fiili ve kavlî diye ikiye munkasimdir; meselâ çift sürmek fiili bir duadır.
“2. Nükte: Duanın tesiri azimdir. Hususan duâ külliyet kesbederek devam etse, netice vermesi galiptir. Halik-i Âlem istikbalde o Zât’ı (Hz. Muhammed), nev-i be*şer nâmına, o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı halk etmiş. İşte ey Müslüman! Senin rûz-ı mahşerde böyle bir şefiin var. Bu şefiin şefaatini kendine celbetmek için Onun sünnetine ittiba et!
“3. Nükte: Dua-yı kavlî-i ihtiyarinin makbuliyeti iki cihetledir; ya aynı matlubu ile makbul olur veyahut daha evlası verilir. Meselâ birisi kendine bir erkek evlat is*ter, Cenab-ı Hak Hz. Meryem gibi bir kız evladını verir. ‘Duası kabul olunmadı’ denilmez; ‘daha evlâ bir sûrette kabul edildi’ denilir. Bazan kendi dünyasının sa*adeti için dua eder, duası ahiret için kabul olunur; ‘duası reddedildi denilmez’; belki ‘daha evlâ bir sûrette kabul edildi’ denilir. Biz Cenab-ı Hak’tan isteriz, O da hik*metine göre bizimle muamele eder. Meselâ hasta bal ister, tabib-i hâzık, sıtması için sulfata verir. Buna ‘Tabib beni dinlemedi’ denilmez. Belki ‘âh-u fîzarını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi’ denir.
“4. Nükte: Duanın en güzel, en lâtif, en leziz, en hâzır meyvesi şudur: Dua eden adam bilir ki, birisi onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir. Onun kud*ret eli herşeye yetişir. Bir Kerim Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Bu kişi Onun huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyar, dünya kadar ağır yükü üzerinden atıp ‘Elhamdü lillah’ 38 der.
“5. Nükte: Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir; çünkü dua eden adam, duasıyla gösteriyor ki, bütün kâinata hükmeden birisi var, en küçük işlerime ıttılaı var. Nitekim, ‘Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size cevap ve*reyim.’ 39 Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi. Burada mantıkî bir cümle ile mesele en veciz şekilde anlatılmıştır.”
Umumi hatlarıyla bu beş nüktede izah edilen Dua ve Ubudiyyet kavramlarının insicamlı ve mantıkî bir silsile takip ettiği görülmektedir. Burada mevzua evveliyetle duanın, ubudiyetin büyük bir sırrı olduğu izah edilerek girilmekte, duanın büyük bir tesiri bulunduğu, âlemin yaratılış sebebini de duada aramak lüzumu vurgulanmak*tadır.
Halk arasında bazılarının “Dua ettim ama kabul olunmadı vb” tarzdaki serzeniş*lerine en güzel ve muknî cevaplar burada 40 verilmekte, bazı misaller getirilerek mevzuu avamın da anlaması temin edilmektedir. Burada (3. nükte) ehemmiyetle üzerinde durulan husus, “Cenab-ı Hak’tan isteriz, O da hikmetine göre bizimle mu*amele eder” cümlesinde özetlenmekte, “Meselâ hasta bal ister, tabib-i hazık, sıtması için sulfato verir” izahı ile de mesele vuzuha kavuşturulmaktadır.
Bediüzzaman’a göre “Duanın en güzel, en leziz, en hayırlı meyvesi onun bir dinleyeninin” bulunmasıdır. Yine Ona göre dua halis bir imanın neticesidir. Halis bir iman duayı, dua da imanı zaruri kılar. Burada Bediüzzaman’ın “bütün ehl-i imanın mütemadiyen kemal-i hulus, iştiyak ve dua ile istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin, O Rahim-i Mutlak bütün onların duasını, kabul etmesin” 41 tarzındaki tespitlerine hassaten dikkatlerinizi çekmek isterim. Gayet vazıh olarak anlaşılmakta*dır ki, mü’min tam bir olgunlukla, inkıtasız şekilde duaya mülazemette bulunacak, mutlak kabulünü de yalnız Hâlık-i Kerim’inden bekleyecektir.
Bediüzzaman bir başka eserinde, 42 “Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nu*munedir; dua eden kimse de, kalbimde dolaşan arzu ve isteklerimi, Cenab-ı Hak işitir deyip Kâdir olduğuna itikat etmelidir” cümlesiyle, Dua mevzuuna bir başka zaviyeden bakarak, tevhid ve ibadet sırlarına duanın bir numune teşkil ettiğine dik*katimizi çekmektedir. İstek ve arzularımızı Cenab-ı Hakka arzetmenin yegane yolu*nun dua olduğu bu açıklamanın akabinde yer almaktadır. Yine aynı eserinin bir başka yerinde 43 “Bana dua edin size cevap vereyim” 44 âyetinin tefsiri sade*dinde şu izahatı veriyor:
“Bazı dualar icabete iktiran etmez diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadet*tir. İbadetin semeresi ahirette görülür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadet için birer vakittirler, duaların semeresi değildirler. Keza, zâlim*lerin tasallutu ve belaların nuzulü bazı hususî dualara vakittir.”
“Bazıları herhangi bir arzusuna iletir iletmez Cenab-ı Hak’tan müsbet bir tecel*liye hemen mazhar olmak ister. Eğer arzusunun isâf biraz gecikirse, “Dua ediyo*rum, ediyorum, emelime kavuşamıyorum vb.” şekilde serzenişte bulunur, hatta yakınlarına artık bundan sonra duayı bırakacağını bile söyler. Yukarıdaki satırlar böyle düşünenlere karşı Risale-i Nur’un mantıkî, ilmî, psikolojik ve muknî cevapla*rıdır. Bu tür sual ve cevapları mütalaa edenler, hem imanlarını şüpheden kurtarmış, hem de kalblerini mutmain kılmış olurlar.
Mesnevî-i Nuriye’nin bir başka yerinde (s. 200) Dua üç kısma ayrılmaktadır:
1- İnsanın lisanıyla yaptığı kavli dua.
2- Nebâtât, eşcârın, bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları ihtiyaç dualar.
3- Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin, lisan-ı istidat ile hissedilen istidadî duaları herşey Cenab-ı Hakkı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.
Daha önce yeri geldiğinde açıkladığımız üzere burada da kâinattaki bütün varlık*ların kendi lisanlarıyla Cenab-ı Hakka niyazda bulundukları, dua ettikleri izah edil*mekte, mevzu ile alakalı âyet-i kerimelere bazan atıf yapılmaksızın zımnen dikkatler oraya çekilmektedir.
Risale-i Nur Külliyatı bir bütün olarak mutalaa edildiğinde görülecektir ki çoğu zaman Dua ve Ubudiyyet mefhumları birlikte izah edilmiş, bu iki terimin birbiriyle olan alâkasına dikkat çekilmiştir.
Bediüzzaman Lem’alar (s. 136)’da Ubudiyyet hakkında şu satırları kaleme almış*tır:
“Ubudiyyet bir emr-i ilahiye ve rıza-ı ilahiye bakar. Ubudiyyetin daisi emr-i ilâhi ve neticesi rıza-ı Hak’tır. Semerât-ı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ilel-i gaiye ol*mamak, hem kasten istenilmemek şartıyla dünyaya ait faydalar ve istenilmeden verilen semereler ubudiyete münafi olmaz.”
İslâm’da ubudiyet mühim bir yer işgal eder 45 ve Cenab-ı Hakka kulun yakın*lığının bir işareti sayılır. Kul ne kadar samimiyet ve ihlasla ubudiyete mülazemet ederse, o nisbette Kadir-i Mutlak’ın sevgilisi olur. Bu ehemmiyetli noktayı hemen bütün eserlerinde yeri geldikçe vurgulayan Said Nursî, burada da aynı ehemmiyeti bir kere daha izah ederek şöyle demektedir:
“İşte bu sırrı anlamayanlar, Evrad-ı Kudsiye-i Nakşibendi’yi veya Cevşen-i Ke*bir’i o faydaların bazılarını maksud-ı bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar, göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur... Onlar niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.” 46
Bediüzzaman’a göre “Ubudiyetin esası olan acz ve fakr, medar-ı necat ve ha*las yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.” 47
Diyebiliriz ki, Onun hemen bütün eserlerinde üzerinde durduğu en mühim husus ihlas olmuştur. İhlassız hiçbir müsbet neticenin alınamayacağı da bir hakikattir. Ubudiyetin tam mânâsıyla ifasında da kulun ihlaslı davranışının büyük ehemmiyetini izah eden Said Nursî, Ubudiyette aslolan bir diğer temel faktörü de şöyle açıkla*maktadır:
“Ubudiyette ancak teslimiyet vardır, tecrübe yoktur; çünkü seyyid, abdini imtihan edebilir; keza insan Rabbini tecrübe edemez.” 48
Yine Bediüzzaman’a göre “İbadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir; şahsî ve nev’î kemâlâta vasıtadır. Al*lah ile kul arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.” 49
Said Nursî ihlas sahibi bir kul Halikine ubudiyyetle yaklaşır ve Onun rızasını da yine bu yolla kazanabilir tesbitinden sonra:
“Ey nefis! İnsan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan dünyaya bakan bir mahluktur. Ubudiyyet ise, onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakka, çevi*ren mebde ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir.” 50
Hayat ve kâinat arasındaki alakaya çeşitli zaviyelerden dikkat çeken Risaleler, adeta bu iki mefhumun birbirini tamamlayışlarına önem verilmesi zaruretini dile getirmekte, kavramın bu iki ubudiyyetle olan bağlantısına veciz bir şekilde dikkat çekmektedir.
“Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi kâinatın sebeb-i hilkati ve neticesidir. Kâinatın Sani-i Hayy-ı Kayyûmu... zi*hayatlardan nimetlere karşı teşekkür ve evamir-i Rabbanisine karşı itaat ve ubu*diyyetle mukabele etmelerini ister.” 51
“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde eder...” 52 âye*tinin tefsiri hakkında Bediüzzaman Said Nursî şöyle diyor:
“Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, arştan ferşe, yıldızlardan sineklere kadar herşey Cenab-ı Hakka ibadet, hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri mazhar ol*dukları esma ve kabiliyetlerine göre çeşit çeşittir.” 53
Enteresan ve calib-i dikkat bir dua numunesi de Hz. Eyub’undur (a.s.). Bediüz*zaman’ın kaleminde okuyalım:
“Hz. Eyyub (a.s.) hastalığın azim mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla taham*mül edip kalmış, sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar kalb ve lisanına iliştikleri için: ‘Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor’ 54 diye münacaat edip, Cenab-ı Hak hâlis ve safi, gararsız, o müna*câatı kabul etmiş.” 55
Said Nursî, Hz. Eyyub (a.s.) hakkındaki, Onun duasını ihtiva eden âyet-i kerimeyi kısaca beyan ettikten sonra sözü, cemiyetimizin içinde bulunduğu duruma getirerek şöyle bir neticeyi gözler önüne seriyor:
“Hz. Eyyub’un (a.s.) zâhiri yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî, rûhi ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek Hz. Eyyub’tan daha ziya*de yaralı ve hastalıklı görüneceğiz; çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.” 56
Bu beliğ izahatla içtimaî bünyemizi neşterleyen Bediüzzaman’ın derman eylediği derin efkâr karşısında hissiz davranmak kâbil midir? Hangi mü’min bu muknî, içti*maî, ruhî ve mantıkî açıklamalardan nefsi bir ders çıkarmak lüzumundan kendini müstağni kılabilir?
Said Nursî’nin birçok âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere mantıkî, ruhî, tatminkâr ve mukni yorumlar getirdiğini ifade etmiştik. Şimdi arzedeceğimiz “Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zul*medenlerden oldum” 57 âyet-i kerimesi de bunlardan biridir. Balığın karnında ka*lan Hz. Yunus’un (a.s.) Cenab-ı Hakka karşı bu büyük münacatı aynı zamanda mü*him bir vesile-i icâbe-i duadır. O vaziyette esbab bilkülliye sükut etmiştir; çünkü o halde Ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin.
Bediüzmaman bu âyet-i kerimeyi tefsirden sonra sözü yine cemiyetin içler acısı durumuna getirerek bir sosyolog edasıyla şu ibretamiz tabloyu dikkatimize sunuyor:
“Hz. Yunus’un (a.s.) birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyet*teyiz. Gecemiz istikbaldir, istikbalimiz nazar-ı gafletle Onun gecesinden yüz de*rece daha karanlık ve dehşetlidir... Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hz. Yunus’a (a.s.) iktidaen, umum esbabtan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimize iltica ederek aynı duayı tekrarlamalıyız. Nasıl ki o münacatın neticesinde Hz. Yunus’a (a.s.) balık bir binek, bir denizaltı, deniz bir güzel sahra, gece mehtaplı bir lâtif sûret almış, biz dahi o münacatın sırrıyla bu duayı okumalıyız.” 58
Bir evvelki âyet-i kerimede olduğu gibi Üstad bu âyet-i kerimeyi de günümüz şartları muvacehesinde tefsir etmekte kıyamete kadar baki Kitab-ı Mübinimiz’in bu vasfını daha ispata çalışmaktadır.
Bu tür nakillere daha fazla yer vermemekle beraber Külliyat’tan parça parça da istifade edilebileceğini meraklı her insanın zihnini kurcalayan dinî birçok suale içti*maî, ruhî, mantıkî ve tatminkâr cevapları bu eserlerde bulabileceğini belirtmeliyiz. Onun ilmi dayanağı, insicamlı mantık örgüsü, problemleri idrakı, ufkunun genişliği, ifadelerinin berraklığı, ihatalı bakış açısı vb. Risale-i Nurlara aksetmiş hususiyetlerden bazılarıdır.
Sözlerimi Onun ibadetle alakalı şu veciz cümlesiyle 59 noktalamak isterim:
“İbadetin ruhu ihlastır, ihlas ise, yapılan ibadetin, yalnız emredildiği için yapıl*masıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilirse, o ibadet bâ*tıldır.”
____________________
1 Doç. Dr. OSMAN CİLACI
1940’da Antalya’da doğdu. İlk, orta öğrenimini Antalya’da, yüksek öğrenimini İstanbul İla*hiyat Fakültesi’nde tamamladı (1964). Ortaöğretim kurumlarında öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Vatanî görevinin ardından Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’ne Dinler Tarihi öğretim görevlisi ola*rak tayin edildi. Branşıyla ilgili araştırmalarda bulunmak üzere Ortadoğu ülkelerine (1975, 1977) ve Almanya’ya gitti (1980). Dinler Tarihi Anabilim Dalı’ndaki doktorasını Erzurum İlahiyat Fa*kültesi’nde tamamladı (1976). Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Dinler Tarihi öğretim üyeli*ğinde bulundu (1970-76). Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yardımcı Doçentliğine tayin edildi (1985).
Millî ve Milletlerarası kongre ve sempozyumlara tebliğle katıldı. Süleyman Demirel Üniversi*tesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Dinler Tarihi Anabilim Dalı’na naklen tayin edildi (1994). Telif ve tercüme 20 eseri bulunmaktadır.
Bazı eserleri:
Kur’ân Işığında Üç Peygamber Üç Kitap, (1976). İlahi Dinlerde Oruç, Hac ve Kurban, (1980). Psiko-Sosyal Açıdan İlahi Dinlerde Dualar, (1980). Hıristiyanlık Propagandası ve Mis*yonerlik Faaliyetleri, (1982). Muhammed Kutub, Barnaba İncili, (Arap. çev.) (1988). Abdurrah*man Aygün, Barnaba İncili, (Osm. sad.) (1989). Dinler ve İnsanlar, (1990). Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, (1994). Günümüz Dünya Dinleri, (1995).
2 Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lugat, Ankara, 1971.
3 Dr. Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, (Çev: S. Ateş) Ankara, 1975, s. 9.
4 en-Nevevi Muhyiddin, el-Ezkhar, Kahire, 1952; el-Makdisi Kitabu’l tevvabin, Beyrut, 1986.
5 Tahiru’l-Mevlevi Olgun, Müslümanlık’ta İbadet Tarihi, İstanbul, 1963, s. 79.
6 el-Furkan, 77. Buhari’nin belirttiğine göre (İman: 2) iman anlamına da gelen dua, bu âyete göre “...İma*nınız olmasaydı Rabbim size ne diye değer versin” şeklinde tefsir edilmiştir.
7 ez-Zâriyat, 56.
8 el-Mü’min, 60.
9 Tirmizi, Da’avât, hadis no: 3370.
10 “Bana dua ediniz, karşılığını vereyim...” (el-Mü’min, 60).
11 Keşfu’l-hafâ, I. 485.
12 Alexıs Carrel, dua, (Çev: M. Alper Yücetürk) İstanbul, 1962, s. 20.
13 Prof. Dr. M. Cemal Sofuoğlu, Açıklamalı Dua Kitabı, Ankara, 1992, s. 22.
14 Fenelon, Kızların Eğitimi, (Çev: B. Fırtına, İ. Öztürk) İstanbul, 1967, s. 74.
15 Cavit Sunar, Ana Hatlarıyla İslâm Tasavvufu Tarihi, Ankara, 1978, s. 17.
16 Osman Cilacı, İlahi Dinlerde Dualar, Konya, 1982, s. 24 vd.
17 Geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. Suad Yıldırım, Kur’ân’da Uluhiyyet, İstanbul, 1987.
18 İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, İstanbul, 1987, II, 314.
19 Eşref Edib, Bediüzzaman Said Nursî Hayatı, Eserleri, Mesleği, İstanbul, 1952; Necmettin Şahiner, Bi*linmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul, 1979; Cemal Kutay, Bediüzzaman Said Nursî, İs*tanbul, 1980.
20 Bkz. Prof. Dr. Neşet Çağatay, Türkiye’de Gerici Eylemler, Ankara, 1972; Dr. Neda Armaner, İslâm Di*ni’nden ayrılan Cereyanlar, Nurculuk, Ankara, 1964.
21 Hüseyin Aşûr, İslâm Dünyasının 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî, (Milletlerrası Sempozyumu), İstanbul, 1992, (Bildiriler).
22 21. Bizzat Bediüzzaman “Kader bana Türkçeyi az vermiş, hatta hiç vermemiş, dikkatinizle bana yardım edin” (Volkan, 24.3.1909, sy.83) sözleriyle bunun zaruretine işaret etmiş bulunmaktadır.
23 Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 239.
24 Ahmet Akgündüz, İslâm Dünyasında Kimlik Problemi ve Bediüzzaman Said Nursî, (Bildiriler) İstanbul, 1992, s. 92.
25 Geniş bilgi için bkz. Necmettin Şahiner, Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor, İstan*bul, 1977.
26 “Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risale-i Nur’u, ben O’nun zamanında gelseydim Mesnevi’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi ise Risale-i nur tarzındadır” (Bediüzzaman Said Nursî).
27 Teferruat için bkz. İsmail Mutlu, Risale-i Nur Külliyatı Fihrist ve İndeksi, İstanbul, 1994.
28 Sözler, 23. sözün I. Mebhas, 5. noktası.
29 el-Furkan, 77.
30 el-Mü’min, 60.
31 Ali Ulvi Kurucu, Asâ-yı Mûsa, s. 256.
32 Sözler, s. 287.
33 el-Fatiha, 5.
34 Mektubat, 23. Mektup, 1. sual, s. 270.
35 el-Bakara, 201.
36 Mektubat, 270.
37 el-Furkan, 77.
38 el-Fatiha, 2.
39 el-Mü’min, 60.
40 Mektubat, s. 291.
41 Mektubat, s. 291.
42 Mesnevi-i Nuriye, s. 74.
43 Mesnevi-i Nuriye, s. 190.
44 el-Mü’min, 60.
45 Bir âyet-i kerimede, “Ey insanlar! İbadet ediniz...” (el-Bakara, 21) buyurulur.
46 Lem’âlar, s. 136.
47 Lem’âlar, s. 137.
48 Mesnevi-i Nuriye, s. 126.
49 İşârâtü’l-İ’câz, s. 140.
50 Sözler, s. 327.
51 Lem’âlar, s. 325.
52 el-Hac, 18.
53 Sözler, s. 317.
54 el-Enbiya, 83.
55 Lem’âlar, s. 14.
56 Lem’âlar, s. 14.
57 el-Enbiya, 87.
58 Lem’âlar, s. 13.
59 İşârâtü’l-İ’câz, s. 142.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
İKTİSAD RİSALESİ
SABAHATTİN ZAİM 1
Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca imanı kurtarıcı ve İslâmı yayıcı çalışmalar yapmış, bütün baskılara göğüs gererek mü’min bir insanın vasıf ve davranışlarını belirtmeye, toplumun İslâmî esaslara göre şekillenmesi için gerekli temel unsurları geliştirmeye çalışmıştır. Bunun için etrafında toplanan muhlis bir insan halkasını eği*terek bir fide gibi topluma yaymıştır. Dikilen bu fidanlar, bilâhare büyüyüp çoğala*rak bütün yurt ve cihan sathına yayılmıştır. Eserleri, çeşitli dillerde konuşan insanla*rın istifadesine sunulmuştur. Bediüzzaman Hazretlerinin bütün çalışmalarında ileri sürdüğü fikirler Kur’ân ve sünnete dayanır. Bir diğer ifade ile Kur’ân ve sünneti as*rın idrak edeceği biçimde takdim ve tefsir etmeye gayret etmiştir.
Bugünkü tebliğin mevzuu Bediüzzaman Hazretlerinin İktisad Risalesi’nin izahıdır. Bu risalenin tahlil ve izahına geçmeden önce şu hususun belirtilmesinde fayda vardır. Bediüzzaman Hazretleri bütün izahatını Kur’ân ve sünnete dayandırdığı için ikti*sadî mevzuları da aynı kaynaklara istinad ederek incelemiş ve fikirlerini bu esaslara dayandırmıştır. İktisadî mevzuların Kur’ân ve sünnete dayalı olarak izah, tahlil ve ifade edilmesi günümüzde İslâm iktisadı adı altında yapılmaktadır. Şu halde Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadî mevzularda beyan ettiği fikirler, İslâm iktisadının tetkik ve tahlili çerçevesi içinde bulunmaktadır. Mevzuu, bu mânâda ele alırsak, İktisad Risalesi İslâm iktisadının bir bölümünü ele alıp incelemektedir. O da İslâmda tüketici davranışları modelidir. Bediüzzaman Hazretleri diğer eserlerinde İslâm iktisadı ile ilgili muhtelif mevzulara da temas etmiş ve âyet ve hadislere dayalı tefsir ve izahatta bulunmuştur. İktisad Risalesi’nin esası ve özü tüketici davranışlarında israfın haram oluşunun hikmetini ve müsbet ve menfî tesirlerini izah etmekte toplanmaktadır. "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” (Araf Sûresi, 7:31.)
Bu mevzu, esasında bugünkü dünyamızda insanlığın temel meselelerinden birini teşkil etmektedir.
Tüketici davranışında israf, hem mikro iktisat açısından, ferdin tüketim ve tasar*ruf dengelerini bozar, hem de makro iktisat açısından kaynakların dağılımını ve ekonomideki tasarruf ve tüketim oranlarını etkiler. Milletlerarası sahada da gelir dengelerinin bozulmasına yol açar.
Bugünkü dünyada bir israf ekonomisi hüküm sürmektedir. İnsanlar devamlı tü*ketime teşvik edilmektedir. İhtiyacının üstünde tüketime yöneltilmektedir. Lüks tüketim artmakta, reklâm yoluyla sun’i ihtiyaçlar ortaya çıkartılmaktadır. Kullanılan eşyaların tamir edilebilir ve dayanıklı olması yerine, hemen kullanılıp atılması yolu yaygınlaştırılmaktadır. Plastik malzemelerin kullanımı ile “kullan at” formülü neticesinde hem çevre ve tabiat kirlenmekte, hem de kaynaklar tüketilmektedir. Bugünkü çevre meselesinin temelinde tüketimdeki israf yatmaktadır.
Faiz gelirinin çoğalması, zekâtın azalması ile bozulan gelir dengeleri neticesinde, aşırı zengin rantiye sınıfların lüks ve israf temayülü artmakta, üretim kaynakları on*ların talebini karşılayacak yöne sevkedilmekte, üretim arzı bu yönde gelişmektedir. Buna mukabil, geliri düşük büyük insan kütlelerinin zaruri ihtiyacını karşılayacak za*ruri ihtiyaç mallarının üretimine yeterli kaynak ayrılmamakta, bu mallarda arz ve talep dengesi bozulmakta, üretim yeterli olmadığından fazla talep karşısında fiyatlar artmaktadır. Çünkü zaruri ihtiyaç mallarında talep elastikiyeti düşüktür. Buna rağ*men ilk zaruri ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Halbuki devamlı reklâm, kredi, banka kartı vs. imkânların geliştirilmesiyle tüketim devamlı teşvik edildiğinden, rek*lâmlarla insanlar daima, daha çok, daha gelişmiş ve daha yeni malları tüketime teş*vik edildiğinden büyük halk kütlesinin aile bütçesinde gelir-gider dengeleri bozul*maktadır. Bunun sonucunda fertler ve devletler borca girmekte, binnetice iktisadî hürriyetlerini de kısmen kaybetmektedir. Tüketim meylinin nefsani baskısına boyun eğenler, izzetinden, gereğinde namusundan ve hattâ dinî ve mânevî duygularından fedakârlık yapmak zorunda kalmaktadır. Rüşvet, iltimas, irtikâp, zina bu yüzden ço*ğalmakta, aile yapısı bozulmaktadır. Bütün dünyaya musallat olan enflasyon ve dış ticaret açıklarının temelinde bu davranış bozukluklarının tesirini aramak lâzımdır.
Bu dengesizlikler ideolojilere tesir ederek, sosyalist, marksist fikirlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Dünya kapitalist ve sosyalist şeklinde iki gruba ayrılmış, kıyasıya mücadele edilmiştir. Fakat tüketici davranışlarındaki temel hatt-ı hareket kaidesi, iktisadî-adam (homo-economics) değişmediğinden her iki sistemde de israf önlenememiştir. Sosyalist sistemde zoraki tedbirlerle lüksü ve israfı yaygınlaştırıp dengelemeye çalışmışlardır. Bu sefer de üretimde başarısız olduklarından toplumun bütünündeki makro dengeler cari planlamaya rağmen sağlanamamıştır. Hülâsa bu bozuklukların temelinde israf alışkanlığı, şükür ve kanaat yoksunluğu yatmaktadır.
İşte İslâmın getirdiği prensipler tüketici davranışını Kur’ân ve sünnete dayalı ka*idelerle düzenlemeye çalışan bir Müslüman insan modelini geliştirmektedir. Bediüz*zaman Hazretleri İktisad Risalesi’nde bunları veciz ifadelerle dile getirmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri İktisad Risalesi’nde meseleyi şöyle vazetmektedir:
İnsan, Halıkının verdiği nimetlerden istifade ederken ve onları kullanıp istihlak ederken şükretmekle muvazzaftır. Şükreden insan Allah’ın kendisine verdiği nimeti, onun kadrini bilerek ve diğer hem cinslerini de düşünerek, ihtiyacı ölçüsünde ve ih*tiyacı nisbetinde kullanmalıdır. Üretim faaliyetleri İmam Gazali’nin tasnifiyle üç gruba ayrılır:
1) Zaruri ihtiyaç maddelerinin üretimi: Bunlar insanın beş temel özelliğinin muhafazasına yarayan bütün mal ve hizmetlerin üretimini kapsar. İnsanın beş temel özelliği; iman, hayat, akıl, üretme ve servet sahibi olmaktır.
2) Hayatı kolaylaştırıcı ve rahatlatıcı üretim faaliyetleri: Bunların üretimi yukarıda belirtilen beş temel özelliğin muhafazası ve devamı için şart olmamakla be*raber hayattaki meşakkat ve güçlükleri giderici ve konforu arttırıcı üretim faaliyet*leridir.
3) Zerafeti arttırıcı üretim faaliyetleri: Bunlar rahatlık sağlamanın da öte*sinde estetik, güzellik, zerafet ve sanat duygularını tatmine yarayan mal ve hizmet*lerin üretimiyle ilgilidir.
İhtiyaçları bir başka tasnife göre: 1) Gıda, 2) Giyim, 3) Harcama, 4) Sağlık, 5) Eğitim, 6) (Sosyal İktisadî ve İdarî) Güvenlik, 7) Ulaşım ihtiyacı olmak, üzere yedi grupta toplayabiliriz.
Bunlardan ilk üçünü fertler, kendi sa’y ve gayretiyle sağlamaya çalışır. Son dör*dünü de toplum düzeninden mesul olan organlar temin etmekle mükelleftir. Bu mesul organlar, hükûmet ve mahallî idareler ve diğer çeşitli kamu kurumları olabi*leceği gibi varlıklarını Allah yolunda toplumun hizmetine sunmuş vâkıfların kurduğu vakıflar da olabilir. Bunlara özel ve kamu sektörü yanında üçüncü sektör adı da verilmektedir. Bu görevler, zekât ve sadakalar yoluyla ferden veya vergi ve zekât yoluyla kamu organlarınca karşılanabilir.
Şu halde bir toplumda mü’min ve muvahhit varlıklı fertler, ihtiyaçlarını karşılar*ken, kendi ihtiyaçlarını makul ölçülerde karşılamak, artan imkânlarını, bu imkânlara sahip olamayan hemcinslerinin istifadesine sunmakla mükelleftir. Zira, Peygambe*rimiz, Allah’ın affetmeyeceği insan tiplerinden birisi, “diğer insanlara karşı yükümlü bulunduğu mesuliyetlerden bihaber olandır” diye buyurmaktadır. Bu hususta birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerif mevcuttur.
Bunlardan birkaçını burada hemen zikredelim.
Âyet-i kerimeler:
1) “Allah’ın rızasını kazanmak ve gönüllerindeki imanı kuvvetlendirmek için mal*larını hayra sarfedenlerin durumu bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağınca iki kat üzüm verir. Bol yağmur yağmasa bile en azın*dan bir çisinti düşer ve yine bolca üzüm verir.” (2/265)
2) “Hayır olarak harcadıklarınızın hepsi kendiniz içindir. Yapacığınız harcamayı, ancak Allah’ın rızasını kazanmak için harcayın. Hayır kasdıyla verdiğiniz ne varsa, size tam olarak noksansız verilir ve siz asla haksızlığa uğramazsınız.” (2/272)
3) “Yapacağınız hayırlar kendilerini Allah yoluna adamış, Allah’tan başka hiçbir düşüncesi olmayan, o sebeple yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkân (istiğna) bula*mayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı zengin sayılan fakirlere verilmelidir. Çünkü onlar ortalıkta görünmezler, yüzsuyu dökerek birşey isteyemezler. Yaptığınız ve yapacağınız hayırlarınızı Allah eksiksiz bilir ve karşılığını verir.” (2/273)
4) “Mallarını gece ve gündüz, açık ve gizli hayra sarfedenlerin mükâfatlarını Rableri verecektir. Onlar için ne korku, ne de üzüntü vardır.” (2/274)
5) “Allah faiz gelirini eksiltir, hayırsevenlerinkini arttırır.” (2/276)
6) “Ey inanç sahipleri, size verdiğimiz zenginliklerden bir kısmını yoksullara har*cayın. Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı (kıyamet) günü gelmeden hayır işleyin.” (2/254)
7) “Mallarını hayır yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz dane ol*mak üzere yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu boldur. Herşeyi bilendir.” (2/261)
Hadis-i şerifler:
1) “Bir kimse kardeşine yardım etmeye uğraşırsa Allah da ona yardım eder.”
2) “Doğrulukta ve iyilikte yardımlaşın, fakat kötülük ve günahta yardımlaşmak*tan kaçının.”
3) “Bir ülkede bir kimse açlıktan ölürse, bütün ülke halkı ondan sorumlu olur.”
4) “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.”
Bir toplumda kaynakları üretime yönlendirirken insanların zaruri ihtiyaçları ta*mamen karşılanmadıkça ikinci ve üçüncü kademedeki ihtiyaçların tatmininden te*vakki edilmelidir. Bugün dünyamızda zaruri ihtiyaçlarını karşılayamadığı için hergün yüzbinlerce insan ölmektedir. Çünkü komşuları aç iken, tok insanlar onlara bigâne kalmaktadır. Halbuki Peygamberimiz, “Bir kimse, komşusu sefalet içinde aç iken ve kendi elinde imkânları varken buna bigâne kalırsa, bizden değildir” diye buyurmak*tadır. Bu hususun izahında Bediüzzaman Hazretleri şöyle seslenmektedir:
“Fakr u zaruret zamanında aç ve muhtaç olanların elemlerinde ehl-i vicdana rikkat-ı cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırır. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.”
Bu sebeple eskiden mü’min ve muvahhit insanlar etrafındakileri imrendirmemek için sokakta alenî olarak birşey yemez, hattâ taşıdığı gıda maddelerini açıkta götür*meyip üstünü örterdi. Bu düşüncelerle, ihtiyaçlarını tatmin edecek imkânlara sahip olan bahtiyar kullar, bunun kadrini bilmeli, Halıkına dâima şükretmelidir. Gündelik hayatımızda bu ihtiyaçlarımızı karşılarken, Halıkımıza karşı yapacağımız şükrün edası, Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “Nimete karşı ticaretli bir ihtiramda bulunmak*tır.” Bunun adına iktisat denir. İktisada riayet etmeyen insan israfta bulunmuş olur. İsraf şükrün zıddı olup, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır.
Şu halde para verip, satın alarak soframıza getirdiğimiz ekmeği yerken, bu ni*metin, toprağa tohumun ekilmesi safhasından başlayarak, biçilip buğday haline gelmesi, öğütülüp un yapılması, fırında pişirilip ekmek olduktan sonra evlere nak*line kadar, birçok insanın işbirliği ve işbölümü ile gerçekleştiğini düşünmeli, bu şuur içinde onu yiyerek Allah’ın lütfettiği bu nimete karşı Bediüzzaman Hazretlerinin ta*biriyle “ticaretli bir ihtiramda” bulunmalıyız. Yani onu hasara uğratıp horlayarak, yarısını tabağımızda bırakarak, çöpe dökerek “hasaretli bir istihfafa” maruz bırakma*malıyız. Halbuki günümüzde, arzettiğim gibi yüzbinlerce insan açlıktan ölürken, bı*rakınız çok zengin ülkeleri, bizim gibi orta zenginlikteki toplumlarda bile hergün bin*lerce ekmeğin yenmeyip, tabaklarda bırakılan yemeklerin çöplere atıldığını görüp, duyup okumaktayız. İşte bunun adı israftır ve “nimete karşı hasaretli bir istihfaftır.” Halbuki yapmamız gereken şey bu nimetleri istihlak ederken, onlara karşı ticaretli bir ihtiramda bulunmaktır.
Bunu bilen mü’min ve muvahhit ecdadımız, yere düşen ekmeği öpüp başına koyar, sofradaki ekmek kırıntılarından bir tekinin yere düşmemesine dikkat ederdi.
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle bu davranışın adına iktisat denir. Gö*rüldüğü gibi bugünkü popüler hale gelmiş iktisat ilminin mânâsı bu temele dayan*maktadır. Bu sebeple, iktisat ilminin, iktisat kitaplarında, sınırlı kaynakların, insanların sınırsız ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamasının yollarını arayan bir ilim olarak tarif edildiğini hatırlarsak, Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadı tarifindeki isabet ve derinlik daha iyi anlaşılmış olur.
İktisad Risalesi’nde yer alan:
Allah’ın lütfettiği nimetlere karşı ticaretli bir ihtiram ifade eden iktisadı, unsur*larına ayırırsak altı önemli vasfı ihtiva ettiğini görürüz:
I- “İktisat bir şükr-ü mânevîdir.”
İnsan cesetten ibaret olmadığına göre Halıkına karşı, gündelik zaruri ihtiyaçlarını karşılanmasında ki, bunların başında gıda ihtiyacı gelir, lütfedilen nimetlere karşı ru*hunun derinliklerinden gelen bir şükrü ifa etmenin mânevî hazzı ile israftan kaçınıp iktisada riayet etmelidir.
II- “İktisad, nimetteki rahmet-i İlâhiyeye karşı hürmet ifade eder.”
İnsan, kâinatın kendisi için yaratılıp kâinattaki bütün varlıkların, Halık tarafından insanın emrine tahsis edildiği şuuru ve idraki içinde kendisine sunulan nimeti Rah*met-i İlâhiye olarak değerlendirmelidir. Çünkü kulunun rızkını Cenab-ı Hak tekeffül etmiştir ve kiminin rızkını bol, kimininkini dar eylemiştir. Bunun şuurunda olan bir insan, nail olduğu nimeti bir rahmet-i İlâhiye olarak değerlendirmelidir.
III- “İktisat bir sebeb-i berekettir.”
İktisada riayet eden insanın elindeki ni*meti, Allah rahmet-i İlâhiyeye karşı gösterdiği hizmet ve ihsan ettiği nimetine karşı edâ ettiği şükürden dolayı bereketlendirir; iktisada riayet etmeyip israf edenden de bereketi kaldırır.”
Bediüzzaman Hazretleri bu mevzudaki bir hatırasında şöyle diyor:
“Yıllarca evvel bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin o zamanın müftüsü birkaç defa bana dedi, ‘Ahalimiz fakirdir.’ Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya ka*dar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Şehrin müftüsünün sözü hatırıma geldi. ‘Fesübhanallah’ dedim. Bu bağların mahsulatı, şehrin hacetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir. Hayret ettim. Beni aldatma*yan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım. İkti*satsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menabi-i servetle beraber, o merhum müftü ‘Ahalimiz fakirdir’ diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmek ile zekât vermemek, se*beb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vukuat vardır.”
Bugünkü İslâm dünyasının durumu da genellikle böyledir. Zenginlik içinde fakir*lik çekilmektedir. İslâm dünyası bugün önemli kaynaklara sahip olduğu halde fakir*lerinde şükür ve kanaat yoksunluğu, zenginlerinde israf ve hısset sebebiyle iş bö*lümü içinde işbirliğini sağlayamamakta, nâmerde muhtaç hale düşerek borçlanmak*tadır. Bugün en zengin ve fakir ülkeler İslâm dünyasında olup, zengini ve fakiri de borca batmış bulunmaktadır. Çünkü kardeş olması gereken Müslümanlar karşılıklı adavet duyguları içinde birbirine karşı silâhlanmakta, silâhları kendileri üretemedik*leri için borçla satın almakta ve satanların elinde izzetlerini kaybederek istiskale uğ*rayacak derekeye düşmektedirler.
IV- Gıda ihtiyacının karşılanmasında iktisada riayet etmek, mânevî ve ticarî faydaları yanında tıbbî ve tedavi bakımından da sağlığa kavuşturucu bir tesir yapar.
Çünkü makul ve lüzumlu ölçüde gıda alınması vücudu taşımaya yardımcı olur. Fazlasının alınması halinde ise vücut onu taşır. Fazla gıda, bedene ha*mallık yaptırır, onu yorar. İktisada riayet, “bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat*tir.”
Üstadın ifadesiyle:
“İslâm ulemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dahi-i meşhur Ebu Ali İbni Sina, yalnız tıp noktasında, "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz." âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:
........
Yani, ilmî tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat yeme. Şifa hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye ağır ve yorucu hal, taam taam üs*tüne yemektir. Yani vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek ye*mek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmak*tır.”
Bazılarımızın veya bir çoğumuzun bugün uyguladığı gıda sistemini dikkate alır*sak, vücudu taşımaktan ziyade, vücudun taşımak zorunda kalacağı miktarda gıda aldığımızı ve vücudun onları hazmedemeden biriktirerek taşımak zorunda kaldığını görürüz. Bu gıdaların fazlalığı yanı gıdalanmada israfa gidilmesi ile şeker kolesterol, total lipid gibi fazla besinle oluşan yağ ve benzeri birikintilerin çeşitli hastalıklara se*bebiyet verdiğini hatırlarsak, tegaddi tarzında iktisada riayetin ve israftan kaçınma*nın dördüncü fazileti anlaşılmış olur.
V- Beşinci fazilet:
Üstadın ifadesiyle “İktisada riayet, insanı mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzettir.” “İktisat eden maişetçe aile belâsını çekmez” hadis-i şerifin sır*rıyla iktisat eden maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çekmez. Evet, iktisat kat’i bir sebeb-i bereket ve medar-i hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’i deliller var ki had ve hesaba gelmez.”
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Ezcümle ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetiyle diyorum ki: İktisat vasıtasıyla bazen bire on bereket gör*düm. Ve arkadaşlarım gördüler. Burdur’da nefyedilmişken, bazı zengin arkadaş*larım parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için zekâtlarını bana kabul et*tirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim. ‘Gerçi param pek azdır, fakat ik*tisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.’ Mükerrer ve musır*rane tekliflerini reddettim. Ca-yı dikkattir ki iki sene sonra bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahilhamd onlardan yedi sene sonra o az para iktisat bereketiyle bana kâfi geldi. Hayatımın bir düsturu olan ‘nâs’tan istiğna’ mesleğimi bozmadı.
“Evet iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye nam*zettir. Bu zamanda israfata medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan, haysiyet, namus, rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zarar ile maddî yüz pa*ralık bir mal alınır.”
Dikkat edilirse bugün fakir olan veya kendini fakir hisseden milletler, büyük dış borç yükleri altına girdiğinden millî hükümranlık hakları ile millî izzetlerinden çok şey kaybetmekte ve devamlı borç almak mecburiyetinde kalarak mânevî dilencilik zille*tine duçar olmaktadır. Bunun sebebi o millet efradının ve tahsisen toplumu yönetici kadrolarda bulunanların, kanaat yoksunluğu ve iktisada riayet etmeyip israfa kapıl*malarıdır. Halbuki Peygamberimiz Allah’a dua edip münâcatta bulunurken “Allahım, günah işlemekten ve borç altına girmekten sana sığınırım” demişlerdir. Burda görü*len günah işlemekle borca girmenin-tabiyatıyla zaruret olmaksızın-eş değer tu*tulmasıdır. Bu sebeple mü’min ve muvahhit insanların tüketim için Kur’ân ve sün*nete uygun davranışlarında şu esaslara riayet etmeleri gerekir:
1) Tüketim harcamalarında, gelirini gayr-i meşru sahalara harcamayacak har*cama sahaları İslâmî meşruiyet çerçevesiyle şuurlanacaktır. Âyet-i kerimede Allah şöyle emretmektedir: “Ey inananlar, size verdiğimiz rızıkların iyilerinden, helal ve temiz olanlarından yiyin, Allah’a şükredin...” (2/172, 2/168, 5/87-88, 6/142, 16/144)
2) Tüketim harcamalarında lüks ve gösteriş istihlakinden kaçınacaktır. Âyet-i ke*rimede şöyle buyurulmaktadır: “Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip, Allah’a ve âhiret gününe inanmayanları Allah da sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu bu kimse için, bu arkadaş ne fenadır.” (4/38, 2/264, 270)
Müslüman insan, bulunduğu cemiyetteki hayat seviyesine göre yaşayacak, fakiri imrendirecek, onun hasedini tahrik edecek şekilde gösteriş için tüketim yapmaya*caktır.
3) İstihlakin meşru olduğu sahalarda da istihlak miktarını zaruri ihtiyacına göre sınırlayacak, nimeti tek tanesine kadar korumaya gayret ederek israf etmeyecektir. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
4) Tüketimde israfa kaçmayacağı gibi, zaruret olmadıkça da borç altına girme*yecektir.
VI. İktisada riayet nimetteki lezzeti hissettiren bir sebeptir.
Bediüzzaman Hazretleri bir teşbihte bulunarak ağızdaki lezzet alma duygusunu; kuvve-i zaikayı bir kapıcıya, mideyi efendiye benzetmektedir. O saraya gelen ve sarayın efendisine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nevinden ancak beş de*recesi muvafık olur demektedir.
Üstad burada, iktisat ilminin meşhur azalan fayda kanununa işaret buyurmakta*dır. Tüketimde iktisada riayet edersek, marjinal tüketim biriminin faydası yüksek olur. İsrafa giderek tüketimi çoğaltırsak azalan fayda kanunu gereğince marjinal bi*rimin faydası azalır, israf çoğaldıkça sıfıra doğru iner, hatta negatif olur.
Bediüzzaman Hazretleri şöyle devam eder. “Eğer insan iktisat edip hacat-ı za*ruriyeye iktisar ve ihtisas ve hasretse “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır.” (Zâriyat Sûresi, 51:58.) sırrıyla, “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” Hûd Sûresi, (11:6.) sarahatıyla, ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkı bulunacaktır.”
Üstadın ifadesiyle, “Cenab-ı Hak kemali kereminden, en fakir adama en zengin adammış gibi ve gedaya (yani fakire) padişah gibi lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.”
Bu sebeple, İslâmî kaidelere uygun yaşamayan insanlarda gelir ile rızık makûsen mütenasiptir. Gelir arttıkça rızık azalır. Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Keriminde, yarattığı bütün mahlukatın rızkını taahhüt etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, burada mu*kadder bir suali cevaplayarak âyet-i kerimeyi tefsir etmektedir. Yani Allah, insanla*rın rızkını taahhüt ediyorsa niçin yüzbinlerce insan açlıktan ölmektedir?
Üstad bunu şöyle cevaplıyor:
“Rızık ikiye ayrılır:
“1) Birincisi hakiki rızıktır. Onunla insan yaşayacaktır. Bu rızık, âyetin hük*müyle taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkını herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mec*bur olmaz.
“2) Rızk-ı mecazidir. Su-i istimalat ile hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup terk edemiyor. İşte bu rızık taah*hüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyenin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle, o bereketsiz, menhus malı alır.”
Bugün dünyamızda fakir insanların maruz kaldığı musibetler, zaruri ihtiyaçlarını rızk-ı mecazi durumuna düşürmelerinden veya rızk-ı mecaziyi, zaruri ihtiyaç sanma*larındandır. Bugün Türkiye dahil birçok geri kalmış ülkede, dışarıdan ithal edilen ve borçlanmaya sebep olan mallar, rızk-ı hakiki kategorisine giren mallardan ziyade, rızk-ı mecazi grubuna girenlerdir. Reklâm, görenek, kanaatsizlik sebebiyle esasında hayatı kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olan bu malları ithal etmeye kalkıyoruz. Halbuki gerçek üretim gücümüz, yani gelirimiz, bunları almaya yeterli değil. Kanaatsizlik ettiğimiz için borçlanarak o malları alıyoruz. Borçlandıkça faiz batağına batıp daha çok fakirleşiyoruz. Birçok geri kalmış fakir ülkede, yöneticiler, rızk-ı kâzip nokta*sına, müstemlekeciler tarafından kısmen de olsa zorla sevkedilmişlerdir. Meselâ, bazı Afrika ülkelerinde ülke toprakları buğday, mısır gibi zaruri gıdasını üretmeye tahsis edileceğine kakao, vs. üretimine yöneltilmiş ve halk rızk-ı hakikisini temin için müstemlekeciye muhtaç hale düşürülmüştür.
İktisat bahsinde, önemli bir fark üzerinde durmak gerekir. O da iktisat ve tasar*ruf ile cimriliğin farkıdır.
VII- İktisat ile Hıssetin farkı:
Allah israfı ve cimriliği sevmez. Üstadın ifade*siyle, “Ca-yı hayrettir ki müsrif ve mübezzir insanlar, iktisat edenleri ‘hısset’ (cimrilik) ve tamahkârlıkla itham ediyorlar. Hâşâ! İktisat izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzirin zahiri merdâne keyfiyetlerinin iç yüzüdür.” İsraftan kaçınmak tasarrufa yol açar. Tasarruf, ihtiyaç anında zarurete düşmemizi önler. Ak akçe kara gün içindir.
Allah, âyet-i kerimesinde şöyle emreder. “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise bolluk vericidir. Allah’ın ihsanı boldur.” (2/268)
“Sahabeden Abdullah İbni Ömer’in misali, ‘çarşıdaki vaziyet iktisattan ve ke*mal-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasın*dan gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hıssettir, ne de bu israftır.’ İmam-ı Âzam bu sırra işaret olarak, "Lâ isrâfe fil hayra, kemâ lâ hayra filisrâfi" demiştir. Yani ‘hayırda ve ihsanda-fakat müstahak olanlara-israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.’ ”
İsrafın sonucu: Hırsın tahriki
VII- İsraf hırsı intaç eder? Hırs da üç netice verir:
1) Kanaatsizlik
2) Haybet ve hasaret ve başarısızlık
3) İhlası kırması, amel-i uhreviyeyi zedelemesidir.
1) “Kanaatsizlik; sa’ye, çalışmaya şevki kırar.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:
“Şükür yerine şekva ettirir, tembelliğe atar. Ve meşrû, helal, az malı terk edip, gayr-ı meşrû, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder. İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gö*zünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan ‘sanat, ti*caret, ziraat’ tenakus eder. O millet ise tedenni edip sukut eder. Fakir düşer.”
Bu yüzden İslâmda baht oyunları, kumar vs. zahmetsiz kolay kazanç yolları, köşeyi dönmecilik gibi davranışlar yasaklanmıştır. (5/90-91)
Kanaatsizliğin artışı, şükür yerine şekvanın çoğalması, sa’yden kaçış sosyalizmi doğurmuştur. Meşrû, helal, az malı terk edip gayr-ı meşrû külfetsiz bir mal arama duygusu da kapitalizmi doğurmuştur.
2) Hırsın ikinci neticesi haybet ve hasarettir.
“Rızk-ı helal, arz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyaç ile değil. Belki o rızk-ı helal iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar ve ih*tiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir. Kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise mâden-i hasaret ve sefalettir. Hırs ve kanaatin tesi*ratı, zihayat âleminde gayet geniş bir düstur ile cereyan etmektedir.”
3) Hırs ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler.
Çünkü bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccüh-ü nası ister. Teveccüh-ü nası murat eden ihlâs-ı tammı bulamaz. Bu netice çok önemli, dikkat çekicidir.
Sonuç olarak Üstadın ifadesiyle, “israf kanaatsizliğe yol açar. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar. Tembelliğe atar, hayatından şekva kapısını açar; müte*madiyen şekva ettirir. Hem ihlası kırar, riya kapısını açar, hem izzetini kırar, di*lencilik yolunu gösterir.
“İktisat ise kanaati intaç eder: Kanaat izzeti intaç eder. "Hadis Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer." Hem sa’ye ve çalışmaya teşci eder, şevkini ziyadeleşti*rir, çalıştırır, iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğna etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riya kapısı kapanır.”
____________________
1 Prof. Dr. SABAHATTİN ZAİM
1926, İştip doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (1947), Ankara Üniver*sitesi Hukuk Fakültesi (1950) mezunu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde (1953-89) ve birçok üniversitede (Melik Abdulaziz Üniversitesi, 1980-82, ABD Cornell Üniversitesi 1955-57) öğretim üyesi (Prof. Dr.) olarak görev yaptı. İslâm Kalkınma Bankası Yöneticileri Seçme ve De*ğerlendirme Komitesi Üyeliği (1977-78), İslâm Konferansı İslâm Bankacılığı müşavirliği, Türk-İş Sendikacılık Koleji öğretim üyeliği (1965-76), Melik Abdülaziz Üniversitesi Milletlerarası İslâm Ekonomisi Yüksek Müşavere Heyeti üyeliği (1978-82), Ankara ODTÜ Mütevelli Heyeti Üyeliği (1977-79), 1985’ten beri İslamabad (Pakistan) Milletlerarası İslâm Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği; Milletlerarası Endüstri İlişkileri Cemiyeti, Türk-Libya Dostluk Cemiyeti, Türkiye-Suudi Arabistan Dostluk Cemiyeti üyeliklerinde bulundu. Daha çok, İslâm ekonomisi ve İslâm ülkeleri arasında ekonomik işbirliği imkânları araştırılması konularındaki makale ve kitaplarıyla dikkat çekti.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
İLİM ANLAYIŞI VE İLİMLERİN SINIFLANDIRILMASI AÇISINDAN RİSALE-İ NUR’LARIN BİR DEĞERLENDİRMESİ
ALPARSLAN AÇIKGENÇ 1
İlim, ilk anlamda “bilgi”yi ifade etmektedir. Bu genel ve ilk anlamın göz önünde tutulması, ilimlerin sınıflandırılmasında bize bir ip ucu verebilir. Önce, “ilimlerin sınıf*landırılması” derken, “ilim” teriminin disiplinleri dile getirdiğini vurgulamamız ge*rekmektedir. Fakat bu sınıflandırmanın bir önşartı gibi görülebilecek bir meselenin ele alınması açısından “ilim” kavramının, bu genel ve ilk anlamında incelenmesini ileri sürmekteyiz. Bundan kasdettiğimiz ise, ilmin, en genel anlamından en özel an*lamına doğru bir hareketle ilimlerin sınıflandırılmasına ulaşmaktır.
Bu açıdan konuya yaklaşırsak, elde ettiğimiz bütün bilgileri, zihinsel birikimler olarak değerlendirebiliriz. Ancak eğitim ve öğretim yoluyla elde edilen birtakım bilgiler, nitelik ve içerik yönünden diğer bilgilerden ayrılmasına rağmen zihinsel bi*rikim olmaları açısından diğer bilgilerle aynı cins altında türlerine ayrılmaya mah*kumdurlar. Bu tür bilgiler, tecrübeye bağımlı, ancak tecrübeden daha uzak olan bil*gilerdir. Çünkü tecrübeye yakın olsalar, soyutlaştırılıp genelleştirilemezler. Böylece, en genel anlamda iki tür bilginin varlığından söz edebiliriz: Birincisi, günlük yaşan*tıda bize gerekli olan ve böylece âdeta tabiî olarak elde ettiğimiz, “yaşantısal bilgi*ler”dir; ikincisi, belli bir yöntemle ve belli bir konu çerçevesinde elde edilen saf so*yut bilgidir ki, buna “ilim”, veya “bilimsel bilgi” demekteyiz. Çünkü bu tür bilgi, ar*tık yaşantısal bilginin dağınıklığından kopmuş, belli bir düzene girerek soyut kavram*larla ifade edildiği bir topyekün bilgi kümesi oluşturmuştur ki, buna bir disiplin ola*rak belli bir ilmin adını vermekteyiz.
Bu açıklamalarımızdan şu sonuç çıkmaktadır: Bizim genelde “bilgi” olarak ad*landırdığımız her şey, bütün zihinsel birikimlerimizdir. Bu genel tanım içerisinde, zi*hinimizde olan her şey; genel tecrübeler, inançlar, varsayımlar, kurumlarn, görüş*ler, anlayışlar, fikirler, önyargılar vs. hepsi bilgi olarak mütalâa edilmektedir. O halde, zihnimizde olan her şey bilgimizin bir parçasıdır; ve biz onları yanlış bile olsa*lar, zaman zaman hem günlük hayatta, hem de bilimsel çalışmalarımızda kullanırız. O halde “bilgi, sadece mutlak olarak doğru olan hükümdür” denirse, bizce bu, bilgi*den ne anladığımızı ifade etmekte yetersiz kalır; çünkü mutlak doğru, sadece bilgi*nin belli bir türüdür.
Burada bizi ilgilendirmesi açısından ilimler üzerinde duracağımız açıktır. Bu yüz*den bilgiyi, burada genel anlamda ilmî bilginin her türüne hasretmek istiyoruz. Do*layısiyle teknik anlamda “ilim”, bütün kevniyat bilimlerinin bilgisini kapsamaktadır ki, fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi bilimler yanında sosyoloji, tarih, antropoloji gibi sosyal bilimler ile felsefe, ahlâk, psikoloji gibi insan bilimlerinin ve tefsir, hadis, kelam, fıkıh gibi İslâmî bilimlerin de bilgisini bunlar altında mütalaâ etmekteyiz. Böylece en genel anlamda ele alınınca, buradaki çalışmamızı ilgilendirdiği yönüyle, ilim kavramı, bilginin sadece özel bir türüne hasredilecektir.
Burada bizi ilgilendiren, kendi ilim anlayışımız içerisinde, Risale-i Nurların yerini belirlemeye çalışmak ve bunun önemini ortaya koymaktır. Bu yüzden konuyu önce ilimden ne anladığımızı ortaya koyarak ele aldık. Şimdi ise, ilimlerin genel bir tasni*fine ulaşarak Risale-i Nurların bu tasnif içindeki yerini bulmaya çalışacağız. Bu çalış*mamız, şu açıdan önem arzetmektedir; ilk önce Risale-i Nurlarda bir ilim olup ol*madığı, sonra bir ilmin varlığı gösterilebilirse bunun ne tür bir ilim olabileceği or*taya konabilir. Şunu hemen belirtelimki, buradaki yaklaşımımız, yöntem olarak İs*lâmî açıyı esas alacaktır. Bu açıdan neyi kasdettiğimiz daha önceki bir çalışmamızda ayrıntılı olarak açıklandığından burada bu konuya fazla girmeden sadece uygulama*sına geçilecektir. 2 Bu ilmin tarifinde ve sınıflandırılmasında Kur’ân ve Hadis temel kaynak olarak kullanılacak bunların yorumlanması ve temel hareket noktası olarak ele alınmaları, konumuzu ilgilendiren ilimler açısından sunulacaktır. Bu yaklaşımımı*zın, dayandığı temeli savunma 3 açısından ilgili delillerimizi de kısa olarak açıkla*maya çalışacağız.
Bu durumda ilimlerin genel değerlendirilmesinde İslâm’ın temel kaynaklarına birgöz atmamız söz konusu olduğundan bu kaynaklardan çıkarılabilecek sonuçları incelememiz gerekmektedir. Meselâ Kur‘ân’da özel bir ilimden söz edildiğine rast*lamaktayız. Aslında bu özel ilmin kaynağı, bizzat vahiydir; bu yüzden mahiyetini anlayabilmemiz için Kur’ân’a baş vurmak zorundayız.
Kur’ân’ı gayet dikkatlice incelersek görürüz ki, Kur’ân her şeyden önce bilgiyi nitelendirmektedir. Şayet bilginin, Kur’ân açısından nasıl nitelendirildiğini anlamaz veya bunu gözardı edersek, Kur’ân’ın asıl hedefini kaybetme tehlikesi ile karşı kar*şıya kalırız. Çünkü hem Kur’ân, hem de sünnet, bilgiye çok büyük önem vermek*tedir. Ancak önem verilen bilginin belli bir özellikle nitelendirilmesi gerektiğini Kur’*ân özenle işlemektedir. Bizim burada ele alacağımız Risale-i Nurların ilmî değer*lendirilmesi de bu nitelendirme çerçevesinde olacağından, konuyu bu bakış açısın*dan ele almaya çalışacağız. İlk önce Kur’ân ve Sünnet’in ilme verdiği önemle ko*nuya girelim.
“Kulları içinde Allah’a en çok saygı duyan, âlimlerdir” 4 demekle Kur’ân, sa*dece ilmin önemini vurgulamakla kalmayıp aynı zamanda âlimleri çin ulaşılması ge*reken en yüce mertebeyi de belirlemektedir. Bilginin bilgi olarak değerini en açık bir şekilde sergileyen şu âyet; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? 5 bizce ilmî bilgiye işaret etmektedir. Diğer taraftan Peygamberimiz; “Rabbim, ilmimi artır” 6 diye dua etmekle emrolunmuştur. Bu âyetlerde olduğu gibi diğer bir çok âyetler*den, dolaylı olarak ilmin önemine işaret eden anlamlar çıkarmak mümkündür. 7
İlmin önemini bilgi olarak vurgulayan hadisler de sayı olarak büyükbir rakam ar*zetmektedir. Bunlardan sadece bir kaçına bakacak olursak görürüz ki, Buharî’de “ilmin azalması, cehaletin artması” dünyanın sonu (eşrâtu’s-sa’e) olarak belirtilmiş*tir. 8 Ayrıca Peygamberimiz şöyle demektedir: “...Hiç bir âlim kalmayınca insanlar da cahil kimseleri, idarecileri (ru’esâ) olarak seçerler. Bunlara bir şey sorulduğunda, ilim sahibi olmadıkları halde cevap verirler; böylece hem kendileri sapıtırlar, hem de insanları saptırırlar.” 9 Yine bir çok hadis kitaplarında Peygamberimizin şöyle dediği nakledilmektedir:
“İlim peşinde koşanın, yaptığından memnun oldukları için Melekler, kanatlarını onlara açarlar. Âlim için, yerde ve gökte ne varsa, hatta denizlerdeki balıklar bile dua (istiğfar) ederler. Âlimin, ibadet eden bir kimseye üstünlüğü, Ay’ın, diğer yıl*dızlara (ışığı ile) olan üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Zira peygamberler para ve mal değil, ancak ilim miras bırakırlar. Bunu elde etmek is*teyen, büyük bir memnuniyetle onun peşinden koşsun.” 10
Yine bir hadiste şöyle denmektedir: “İnsan öldükten sonra şu üç şeyin dışında tüm yaptıkları (sevap açısından) sona erer; devamlı verilen sadaka, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat.” 11 Ve yine: “Âlimin mürekkebi, şehidin kanından üstün” tutulmaktadır. 12 Bütün bunların daha göze hitap eder bir du*ruma girebilmesi için sayısal ifadeler de kullanılmıştır. 13 Ebu Davud’un Sünen’inde ise, özetle şu hadisler yer almaktadır: “İlim giden yol, cennete giden yoldur”; “Dolunay yıldızlardan ne kadar parlak ise, âlimler de gece gündüz ibadet eden za*hidlerden o kadar üstündür”; “Âlimler, peygamberlerin vârisidir”; “Birinden ilim is*tenir de, o da bildiğini öğretmezse, ahirette Cehennem ateşi ile cezalandırılır.” Tirmizî ise, Sahîh’inin “Kitabu’l-İlm” bölümünde şu genel anlamları içeren hadislere yer vermektedir: “İlim peşinde koşmak, Cennete kapı açmaktır”; “ilim yolunda gi*den, o yoldan dönmedikçe Allah yolundadır.” İbn Mâce’nin Sünen’inde ise, “Kita*bu’l-İlm” bölümü olmamasına rağmen bu konuda çok önemli bir hadise rast*lamak*tayız: “İlim peşinde koşmak her Müslüman için farzdır.” 14
İlmin ne kadar önemli olduğunu gösteren bu zikrettiğimiz âyet ve hadislerde, ilim kelimesi “bilgi” olarak yorumlanmıştır. Nitekim bu kelime gerçekten de “bilgi” anlamında kullanılmış olmasına rağmen, Kur’ân ve Sünnet bağlamını dikkate aldığı*mızda ilim’den belli bir tür bilginin kasdedildiğini kolaylıkla görebiliriz. Meselâ şu âyette şöyle denmektedir: “Yemin olsun ki, sana İlim’den gönderildikten sonra, şayet onların arzularına uyarsan, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.” 15 Peygambere gönderilen vahiy olduğuna göre, buradaki ilmin, vahiy ol*ması gerekir. Gerçekten de Kur’ân’da bir çok yerde ilim, vahiyle gelen bilgiye de*lalet etmektedir: “Kim, ilim geldikten sonra seninle mücadele ederse, ona şöyle de...”; 16 “Geçmiş Peygamberlere, kitaplarımızı kendi dilleriyle indirdiğimiz gibi, sana da hikmetlerle dolu Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik. Eğer sana ilim gönderildiği halde inanmayanların heveslerine uyarsan, Allah’a karşı ne bir dostun, ne de bir ko*ruyucun bulunur”; 17 “...Bu Kur’ân, ancak Allah’ın ilmi ile indirilmiştir”; 18 “Ger*çekten Biz, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik.” 19 Bütün bu âyetlerden Kur’an’ın vahiyle ilmi özdeşleştirdiği sonucunu çıkaramayız. Nitekim ilim ile vahyin aynı şey olmadığını açıkça ortaya koyan âyetler de vardır: “Şüphesiz ki, biz onlara, inanan bir topluluk için bir yol gösterici ve rahmet kaynağı olmak üzere, ilimle açık*ladığımız bir kitap getirdik.” 20 İlmin, bilgi olarak önemini ortaya koyan bu âyet, vahyin “belli bir ilm”i getirdiğini belirtmektedir. Yine 13/Ra’d, 43’te “Kitabın ilmi*ne sahip olanlar” ifadesi, vahiyle vahyin getirdiği bilgi arasında bir ayırım yapmakta*dır. Bu ayırım diğer bir çokâyetlerden de anlaşılmaktadır. 21
Fakat vahiyle ilmin özdeşleştirilmemesi, arlarındaki bağın inkârını gerektirmez. Aksine bütün bu âyetler, ilimle vahyi gayet dakik bir şekilde irtibatlandırmaktadır. Bu irtibatı, aşağıda özellikle Risale-i Nurlara ilişkin olarak daha geniş bir şekilde ele alacağız. Önce buradaki tahlil neticesinde ortaya çıkan, ilmin iki yönüne daha işaret etmek istiyoruz; birincisi, “vahyî ilim” diyebileceğimiz, bizzat Kur’ân’ın ilettiği bilgi*ler, ikincisi ise, vahyî ilimle nurlandırılan, her ne şekilde olursa olsun kendi elde et*tiğimiz bilgilerdir. Bunu daha açık bir şekilde ortaya koyabilmek için şimdi, Kur’ân açısından vahyin ilimle olan ilişkisini ortaya koymaya çalışacağız.
Kur’ân’ın bir bakıma toplumdaki uzantısı olarak sünnet, vahiy ile ilim arasındaki dakik bağı, gayet güzel yansıtmaktadır. Aslında vahiy-ilim ilişkisi hadislerde o kadar güçlüdür ki, ilk devir âlimlerimiz el-ilim denildiğinde neredeyse sadece hadis bilimini anlamışlardır. Bu gerçek, hadis kitaplarımızın “Kitabu’l-İlm” bölümlerinde âşikar bir şekilde sergilenmiştir. Hatta şu hadiste vahyin daha geniş kapsamı olan din, bu ilim-vahiy bütünlüğü içerisinde Müslümanların dikkatine arz edilmiştir: “Allah, kime bir iyilik dilerse, onu dinde bilginleştirir (yufakihhu fi’d-din).” 22 O halde vahiy ile ilim aynı (özdeş) olmamalarına rağmen, aralarında çok yakın ve dakik bir ilgi kurulması, vahyin ilme ayrı bir boyut kazandırdığını göstermektedir. Bu boyut, Kur’ân açısın*dan şüphesiz ki, iman boyutudur. Nitekim bir çok âyetler, bazı şeylerin sadece mü’minler tarafından bilindiğini belirtmektedir: “İman edenler, bunun, Rabbleri ta*rafından gönderilen bir gerçek olduğunu bilirler”; 23 “Doğrusu zulmedenler hiçbir bilgiye dayanmadan kendi arzu ve heveslerine uydular”; 24 “İnsanlar içinde öyle*leri vardır ki, hiç ilmi, yol göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp dururlar”; 25 “Size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitap ve Hikmet’i ve daha bilmediğiniz bir çok şeyleri öğreten bir peygamberi, aranızdan (seçerek) gönderdik.” 26 Bu durumda Kur’ân’ın ilimle vahyi aynı bağ*lama sokmasını şu şekilde yorumlayabiliriz: Vahiy, ilme nüfuz ederek onu aydınlatır ve böylece bir hakikat olmasını sağlar. İşte vahyin, ilme kazandırdığı iman boyutu böylece kendini gösterir. Vahiy-iman-ilim ilişkisi içerisinde âlimin kazandığı tutum, tarafsızlık ve nesnellik adına, elde edilen ilme kayıtsız kalmayı tavsiye eden tutum*dan çok farklıdır. Zira bu kişi ile elde ettiği ilim arasındaki ilişkiden ortaya çıkan tu*tum, “aydınlanmış ilim” olarat tâbir edebileceğimiz çok özel bir durumdur. Böyle bir durumda, ilim genel anlamda kalmayıp nitelendirilmiş olmaktadır.
Bu duruma, çeşitli şekillerde işaret edildiğini, Risale-i Nurlarda görmekteyiz: “Ziya-yı kalpsiz, olmaz nur-u fikir münevver; o nur ile bu ziya mezcolmazsa zul*mettir.” 27 Bediüzzaman’ın, üzerinde çok önemle durduğu şu hakikat, “vicdanın nuru, ulûm-u diniyedir” 28 bu konuya ışık tutmaktadır. Zira ulûm-u diniye, vahiy mahsulü olduğundan kalbi aydınlatması, vahiy-ilim ilişkisinin bir sonucudur. Münev*ver kalbin, düşünce için ne kadar gerekli olduğunun dile getirilmesi de aydınlanmış (münevver) ilim olarak adlandırdığımız ilmî tutuma işaret etmektedir. Vahyî ilmin, nitelendirdiği bu ilim, diğer ilim türlerine bir yol gösterici olması ile ilişkilenir. Bu konuyu biraz daha değişik açılardan ele alalım.
“Aydın ilim” diyebileceğimiz bu nitelendirilmiş bilgi, vahiy ile gelen Allah’ın Mutlak İlmi ile kaynaşmış sadece zihinsel bir durum değil, aynı zamanda davranışlara ve yaşantılara yansıyan uygulama ile bağımlı tecrübi bir varoluş düzeyidir. Bu yüz*dendir ki, Müslüman âlim, bilgisine kayıtsız kalamaz; aksine ilmi ile amel etmesi, il*minin bizzat gereği olup amel edilmesi gereken ilmin peşinden koşması da onun bir görevidir.
Bu genel sonucumuz açıkça gösteriyor ki, Kur’ân ve Sünnet, bilginin türleri hakkında herhangi bir ayırım yapmadan, ilmi bilgi olarak önemsemektedir. Ancak ister bilim, ister felsefe, isterse teknolojik bilgi olsun, vahiy ile nitelenmemiş ise, Kur’ânî aydın ilim düzeyine çıkmamış demektir. Aydın ilim, vahyin iman ile nüfuz ettiği bilgidir ve İslâmî çerçevede bu, her türlü bilginin ulaşması gereken bir dü*zeydir. Bu ilmin zıddı, cehalettir; kişi ne kadar bilgili olursa olsun ve her ne türlü bilgilere en üst düzeyde dahi sahip bulunursa bulunsun, bu ilmî düzeye erişmezse, onun bilgisi cehaletle eş anlamlıdır ve insanlık için zararlıdır:
“Doğrusu, bilgileri olmadığı halde bir çokları, heveslerine uyarak insanları doğru yoldan saptırırlar.” 29
“Çocuklarını aptalca öldüren bilgisizler ve Allah’a iftira ederek, O’nun kendile*rine verdiği rızkı haram kılanlar mutlaka hüsrandadırlar.” 30
“İnsanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uyduran bilgisizlerden daha zalim kim olabilir?” 31
Bu âyetlerdeki ahlâkî bağlam göz önünde tutulursa, “ilimsiz” (bi-ğayri ilm) veya “câhil” derken kasdedilen şey, bu kişilerin hiç bir bilgiye sahip olmadıkları değil, ak*sine sahip oldukları bilginin iman ile vahiy tarafından aydınlanmamış olmasıdır. Zira âyetlerin bağlamında ele alınan kişilerin, gayet bilgili kişiler olduğu anlaşılmaktadır. O halde bunlar, aydın ilim düzeyine erişmemiş kimselerdir. Bu husus, bir çok âyette yine açıklık kazanmaktadır:
“Hûd, kavmine şöyle dedi: ‘Ben size, benimle gönderileni ulaştırıyorum. Ne var ki, sizi, cahillik yapan bir toplum olarak görüyorum.’” 32
“Onların çoğu (vahyin bildirdiği) hususta cehalet içindedirler.” 33
“Rahman olan Allah’ın kulları, yeryüzünde tevazu ve vakarla yürürler. Cahiller kendilerine laf atıp sataştıkları zaman aldırmadan, ‘selametle’ deyip geçer*ler.” 34
Demek ki, İslâmî çerçevede “cahil”, sadece bilgisiz olan değil, aynı zamanda ilmi olup vahyi, ilmine iman ile nüfuz ettiremeyen kimsedir. Bu konu, gayet açık ve etkileyici bir uslupla Risale-i Nurlarda işlenmiştir. Biz sadece bir iki örnekle yetine*ceğiz:
“Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-ı âli*yesi var ki, o hakikat, bir İsm-i İlâhî’ye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve müte*nevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kema*lât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamlak bir surette nâkıs bir gölgedir.” 35
Buradan anlaşılıyor ki, aydın ilme vahiy olmaksızın sadece parça parça ve eksik bir şekilde ulaşılabilir; bu ise, İslâm’ın arzu ettiği bir durum değildir. Çünkü vahiy, sadece ilmi nitelendiren bir yön değil, aynı zamanda bizzat bir ilimdir. Özellikle Kur’ân’ın “gayb” olarak adlandırdığı Allah’ın varlığı, zâtı, âhiret, vahyin mahiyeti, insan hürriyeti gibi bir çok konular sadece vahiyle bilinebilecek konulardır. O halde bunların bilgisi vahyî ilimdir; bu da vahyin aynı zamanda bir bilgi içerdiğini de gös*termektedir.
Risale-i Nurların işlediği bu konuyu, şu örnekle biraz daha açmaya çalışacağız; farzedelim ki, büyük bir ilim adamı, kan dolaşımını yeni bir buluşla açıklayıp al ve akyuvarların mahiyetini açıklığa kavuşturarak kan kanserinin tedavisini çok basitleşti*ren yeni bir yöntem keşfetsin. Ancak bu buluşu ile artık insanların hastalıklardan nasıl kurtulabileceğini anladığına inanarak, ilahî bir gücün bunlarla ilgisini inkâra kalkışsın. Bu durumda onun, maddiyata ait ilmi doğru olsa bile genel âlem anlayışı içerisinde bu ilmini yerleştirmesi, Allah’ın inkârına yol açtığı için ulaştığı sonuç yanlış olacağından onun ilmi bir safsatadan ibaret kalacaktır. O halde, Bediüzzaman’ın be*lirttiği gibi, “Tıp, bir fendir. Onun da nihayeti ve hakikatı, Hakîm-i Mutlak’ın ‘Şâfi’ ismine dayanıp, eczahane-i Kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviye*lerde görmekle tıp, kemâlâtını bulur, hakikat olur,” 36 böylece safsata olmaktan kurtulur. Yine bu hakikata istinaden; “dinsiz felsefe, hakikatsız bir safsatadır ve kâ*inata bir tahkirdir.” 37
Bundan anlaşılıyor ki, ilmin nitelendirilmesi, aslında bir ahlâkî boyut getirmekte*dir. Bu boyutu hadisler daha çok işlemiş ve böylece Müslümanın kafasında İslâmî bir bilgi zihniyeti uyandırmıştır. Meselâ bu ahlâkî boyutu işleyen bir hadiste şöyle de*nilmektedir: “Kim bilgiyi, lâyık olmayan birisine öğretirse, domuza değerli taşlar*dan, altından ve zümrütlerden yapılmış bir gerdanlık takmış gibi olur.” 38 Bunun dışında yine Peygamberimizin “Ya Rabbi! Faydasız ilimden sana sığınırım” diye dua ettiği bildirilmektedir. 39 Demek ki, vahiyle aydınlanmamış bilgi, fayda yerine in*sanlığa zarar getirmektedir. Yine bundan anlaşılıyor ki, İslâmî çerçevede bilgi, ya*şantıya kayıtsız kalınca ve nitelendirilmezse, önemli görülmemektedir. Yalnız şunu tekrar belirtelim ki, nitelendirme, temelde ahlâkî bir boyut olduğu için bütün bu faydasız bilgi uyarıları, insan tarafına çekilmelidir. Zira faydasız bilgiyi üreten yine insandır. Ancak vahyin bildirdiği ilimde bu özellik olamaz. Zira bu şekilde gelen ilim, bizatihi aydındır. Bu ahlâkî yönü vurgulayan, şu hadisi de zikredebiliriz: “Dünyevî bir amaç için bilgi peşinde giden Cehenneme gider.” 40 O halde aydın ilim temel olarak, bilgide takınılması gereken bir tavrı da ortaya koymaktadır.
Buraya kadar ulaştığımız sonuç, ilimlerin en genel bir sınıflandırmasını ortaya koymaktadır: Birinci olarak, yaşantısal bilgiler dediğimiz günlük hayatta elde etti*ğimiz ve normal hayat şartları için gerekli bilgileri ayırdık; ikinci olarak, belli bir yöntem dahilinde kâinatın bilgisine dair elde ettiğimiz bilgiler, ve üçüncü olarak da doğrudan vahiyle Kur’ân’ın bize ilettiği bilgiler ki, buna da vahyî ilim olarak işaret ettik. Vahyî ilim, yukarıdaki âyetlerden de anlaşılacağı gibi, bizzat vahiydir. Ancak, Kur’an’ın herhangi bir âyeti, bizzat vahiy olduğu halde, bu âyetten bizim anlayışı*mızla istihraç ettiğimiz bir yorum, vahyî bilgi olmayıp, vahye istinad eden bilgidir. Bu bilgi, genelde irşad ve tebliğ için kullanıldığından, vahiyle karıştırılmasını önle*mek için buna “tebliğ ilmi” diyeceğiz. Aydın ilim ise, ya doğrudan vahyî ilmin, veya vahye istinad eden tebliğ ilminin diğer tüm bilgilerimize nüfuz ettirilmesi ile ulaştı*ğımız yaşantısal-ilmî bir durumdur. Şimdi sonucumuzu ilimlerin en genel
bir tasnifi olarak aşağıdaki tabloda gösterebiliriz.
Görüldüğü gibi, vahyî ilmin, yorumlanması ile ve onun yöntemini aynen tatbik etmekle ulaşılan bilgi, tebliğ ilmidir. Tamamiyle vahye istinad ettiği için amacı, vahyin amacı ile aynıdır. Kevniyat ilimleri gibi, kâinatın bilgisini elde etmek bunun amacı ve hedefi değildir. Yukarıdaki âyetlerden anladığımız şudur ki, Kur’ân’da ilim kavramı, hem vahyin getirdiği bilgiye, hem vahiyden insanın elde edebileceği bil*giye, ve hem de insanın kâinata dair elde edebileceği bilgilere (ki bunları da burada kevniyat ilimleri olarak tanımladık) atıfta kullanılmaktadır. O halde bu en genel üç sınıf bilgie Kur’ân açısından ulaştığımızı savunabiliriz.
Bu durumda asıl konumuz olan, Risale-i Nurların, bu üç sınıf ilimden hangisine girdiğini şimdi araştırabiliriz. Vahyî ilim, Kur’ân (ve diğer semavî kitaplar) olduğuna göre, bu sınıf araştırmamız dışında tutulacaktır, zira başka hiçbir eser bu ilim sınıfına dahil değildir. Risale-i Nurlarda kevniyat ilimlerinin konularından sık sık bahsedilmesi, bu eserlerin bu sınıfa tâbi tutulabileceğini ilk anda akla getirebilir. Fakat Risale-i Nurların dikkatle incelenmesi, bu konulardan kevniyat ilimlerinden olduğu gibi bah*sedilmediğini gösterecektir. Meselâ kan dolaşımından Risale-i Nurlarda bahsedil*mekte, fakat bu konu biyolojide olduğu gibi bir sorun olarak ele alınmamakta, asıl amaç için bir vasıta olarak kullanılmaktadır. 41 Yine Risale-i Nurlarda felsefeye dair birçok konuların ele alınması, onların felsefe olduğunu göstermez. Çünkü, asıl amaç, vahyin de amacı olan hidayet, veya Üstadın da sık sık kullandığı bir tâbirle, “imanı kurtarmak”, olduğundan bütün bu meseleler asıl amaç için vasıta olarak kul*lanılmıştır. Hatta kelama dair bir çok konu ayrıntılı bir şekilde Risale-i Nurlarda iş*lenmiş olmasına rağmen yine bu eserlerin amacı, kelam dersi vermek değildir. 42 Bu, Risale-i Nurların aslında tebliğ ilmi çerçevesinde ele alınması gerektiğini bize göstermektedir. O halde bu hakikatı, daha iyi gösterebilmek için bu ilmin özellikle*rinden yine Risale-i Nurlardan örnekler vererek bahsedelim.
1. Tebliğ ilminin, en önemli ve temel gayesi, hidayettir. Çünkü bu ilim sadece ve sadece vahyi esas alır ve böylece onun gayesini kendine de hedef tayin eder. İşte bu hakikatin gayet mücmel, fakat beliğ ifadesi Risale-i Nurda şöyle ifade edil*mektedir: “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.” 43 Bunun güzel bir açıklama*sını da Bediüzzaman’ın şu hatıratında görmekteyiz; “Van valisi Tahir Paşa, kona*ğında bana üst kısmında bir oda vermişti, ben orada kalıyordum. Gece odama çık*tığımda o zaman hakaikten doksan kitap ezberimde idi; her gece üç saat okuyarak üç ayda bir devrediyordum. Cenab-ı Hakka şükür kardeşlerim, o mahfuzâtım, o tekrarlarım Kur’ân’ın hakâikine çıkmaya bana basamak oldular. Sonra ben, Kur’ân’a çıktım; baktım, herbir âyât-ı Kur’ân, kâinatı ihata ettiğini gördüm. Artık Kur’ân bana kâfi geldi, başka bir şeye, kitaba ihtiyacım kalmadı.” 44 Bunu ayrıca şöyle anlat*maktadır:
“Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gâfil kafasına müthiş tokatlar indi, el-mevtu hakkun kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded is*tedi, bir yol aradı... Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylanî (r.a.)’ın Futûhu’l-Gâyb nâmındaki kitabiyle tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: Ente fi dâri’l-hikmeti fa’tlub tabîben yudavi kalbek. Aciptir ki, o vakit ben ‘Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ âzası idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalı*şan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir... Ben dedim: ‘Sen tabibim ol!’... Kitabı tama*men okudum ve çok istifade ettim. Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm... Hâlis bir tefe’ül ederek açtım... Bana musırrane şunu tavsiye edi*yordu: ‘Tevhid-i kıble et.” Yani, ‘birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma.’ Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme mu*vafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: ‘Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?’ Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı câzibedâr hâsiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki, ‘bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’ân’ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.’ Ona yapıştım... Demekki, Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir.” 45
2. İşte burada Risale-i Nurların, sadece “aklî mesâil-i ilmiye değil, aynı zamanda kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniye” olarak tasvire dilmeleri, onların tebliğ ilmine ait olmasından kaynaklanmaktadır. Tebliğ ilminin bu şekilde doğrudan Kur’ân’dan kay*naklanması ayrı bir özelliğini daha dile getirmektedir:
“Sözlerdeki hakâik ve kemâlât, benim değil Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir. Hatta Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’ânîye’den süzülmüş bazı katarat*tır. Sair risaleler dahi umumen böyledir.” 46
Buradan anlaşılıyor ki, tebliğ ilminin doğrudan Kur’ân’dan kaynaklanması, yön*tem olarak kullandığı tutumu göstermektedir.
3. Tebliğ ilmi, aynı zamanda “tecdid”dir; o halde bu ilmin mümessili de “mü*ceddid”dir. Tecdid ise, vahyî hakikatların değiştirilmeden kendi asrındaki ilimler sevi*yesinde ve müvacehesinde yeniden ifade edilmeleridir. Demekki “tecdid”, “tağyir” veya “tebdil” değil, sadece hakikatın, zamanın fehmine uygun olarak dile getirilme*sidir. Fakat elbetteki, bu şekilde dile getirilen hakikat bazı yenilenmeye uğramış de*mektir. Bu yenilenme sayesinde, artık yetersiz kalmış ve böylece etkisini kaybetmiş bilgiler, tekrar yeterli ve etkili bir duruma getirilmiş olurlar. Risale-i Nurlarda bu tecdid özelliğini açıkça müşahede etmekteyiz:
“Hem yazılan eserler, risaleler,-ekseriyet-i mutlakası-hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: ‘Şu zamanın yarala*rına devadır.’ İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.” 47
“Eski zamanda, esâsat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin mârifetleri delilsiz de olsa, beyânatları makbul idi; kâfi idi. Fakat şu zamanda dalâ*let-i fenniye, elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak maz*har-ı i’cazından olan temsilâtında bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti... Elhâsıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve te’sir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruum*dur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.” 48
“Eski mübarek zatların ekser dîvanları ve ulemânın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esâsâtına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsıl*mıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O dîvanlar ve risaleler çoğu has mü’minlere ve ferdlere hitape derler; bu za*manın dehşetli taarruzunu def’ edemiyorlar. Risaleti’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir mâ*nevî mucizesi olarak imanın esâsâtını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade ci*hetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkese bu za*manda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyor*lar... Hem Risaleti’n-Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliyâ misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesâir letâifin teâvünü ayağiyle hare*ket ederek evc-i âlâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü ye*tişmediği yerlere çıkar, hakâik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” 49
Tebliğ ilminin dili, tâbiri yerinde ise, gayet “keskin”dir. Diğer bir deyişle, çok etkileyici bir üslubu ve sürükleyici bir havası vardır. Bu durum aslında, tebliğe me’*mûr olan zâtın, ruhî, kalbî ve hâlî tutumundan kaynaklanmaktadır. Mübelliğ, tüm varoluş düzeyinde kendini tebliğe adamıştır. Yaşantısı, gayesi, varlığının mânâsı, hep tebliğdir. Kendisinin bizzat yaşamadığı bir hakikatı, mübelliğ yazmaz. Bu yüz*dendir ki, yazdığı her aklî mesâil-i ilmiyede de, ve her kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i ima*niyede de karşısındakini etkiler, tabiî ki karşıdaki de samimî olarak kulak veriyorsa! Bu konunun bazı örneklerini Risale-i Nurlardan dinleyelim:
“İlm-i kelam vasıtasıyla kazanılan mârifet-i İlahiyye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşallah Risale-i Nurun bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyan’ın cadde-u nuranisinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.” 50
“Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, imandır; mârifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklid değil, tahkiktir; iltizam değil, iz’andır; tasavvuf değil, hakikattır; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.” 51
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı islâha çalışmı*yor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâsusus avam-ı mü’minî*nin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasiyle, bo*zulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’caziyle, o geniş yaralarını, Kur’*ân’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.” 52
5. Tebliğ ilmi, diğer bütün ilimlerin içine nüfuz ederek onları niteleyen ve böy*lec aydın ilim düzeyine ulaştıran bilgidir. Bu sonucumuz da şunu gösteriyor ki, her Müslüman âlimin bir ilmi, ya doğrudan Kur’ân’dan kendisi veya onu çıkaran bir âlimden ders alarak elde edip ilmine vahyî yönü kazandırması onun ilminin bir ge*reğidir. Bunun çarpıcı bir örneğini göstermek için vahyî bilginin, felsefî bilgiye nasıl nüfuz ettirilerek nuranî (aydın) bilgi düzeyine çıkarıldığını Risale-i Nurdan bir örnekle açıklamaya çalışalım:
“Ey dünya-perest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir ka*bir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in’ikâs edip göz görünceye kadar genişliyor. kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, bir*biri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hâzır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, mâdum bir dünyayı mevcud zannedersin. Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-ı vücûdu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatca dar, fakat senin gaflet ve vehm ü haya*linle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musîbetin tahrikiyle kımıldan*san, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uy*kunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer, hayatın çaydan daha sür’atli akar.
“Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayva*niyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, mârifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden “lâilahe illallah” kelime-i kudsiyesi ile kalbi söylettirmek, ruhu işletmektir.” 53
Burada varlık ve yokluk kavramlarının, zaman olgusuna uygulanması ile ortaya çıkan psikolojik bir yanılgıya işaret edilmekte ve bu yanılgının insanı ne türlü felâ*ketlere sürükleyeceği vahiy ilmi açısından gayet etkileyici bir şekilde işlenmektedir. Dolayısiyle hem felsefe, hem de psikoloji, tebliğ yolunda istihdam edilmiştir. Şayet burada asıl gaye, felsefe veya psikoloji olsaydı, o zaman varlık ve yokluk kavramla*rının mahiyeti felsefî açıdan incelenecek ve psikolojik yanılgıların nasıl meydana geldikleri, belki de deneysel ve gözlemsel yollarla açıklanacaktı. Halbuki bu konuları pek fazla mesele yapmadan, İslâm’ın hayata aksetmesi için gerekli tebliğ ilminin açıklanmasına geçilmiştir. O halde tebliğ ilminin amacı, ilimlerin birbirinden kopuk ve ilişkisiz kalmasını, özellikle de vahiyle ilişkilerinin kopmasını önlemektir. İşte Risa*le-i Nurların özellikle asrımızda yapmak istediği budur. Zira, bu hakikata göre, insa*nın mânevî ve kalbî yönünü aydınlatan tebliğ ilmidir; aklî yönünü aydınlatan ise, kevniyat ilimleridir (Bediüzzaman bunlardan birincisine “ulûm-u diniye”, ikincisine de “fünûn-u medeniye” olarak işaret etmektedir). Her ikisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder; ayrıldıkları zaman, birincisinden taassup, ikincisinden ise, hile ve şüphe doğar. 54
6. Ulaştığımız sonuç gösteriyor ki, tebliğ ilmi, diğer bütün ilimlerdeki bilgiyi kendi gayesi ve hedefi doğrultusunda kullanır. Fakat bu kevniyat ilimleri dediğimiz ilimler tarzında o konularla ilgilenmez. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Bediüzza*man; “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir” 55 demektedir. O halde ilmini ders veren Kur’ân gibi, aynı amaç yönünde hareket eden eserler de bu aslî gaye için di*ğer ilimlerden bahsedeceklerdir, fakat bu ilimlerin konularının ayrıntılarına girmeye*ceklerdir.
7. Amacı hidayet olduğu için tebliğ ilmi, genellikle hiç ayırım yapmadan her ta*bakadan insanı hedef alır. Bu yüzden, en basit konudan en derin konulara kadar, en basit anlatma şeklinden en dakîk ve ilmî usûllere kadar her türlü mevzu ve vasıtayı kullanır. Böylece her kesimden insan, kabiliyeti ve kendi gayreti nisbetinde ondan istifade eder. Ancak âlim bir zatla, ümmî bir kimsenin istifadeleri, elbetteki farklılık arzedecektir.
“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah ile bir muhaveremi hikâye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddi*n’in (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: ‘Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılaı var.’ Beni onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti. Ben de o kardeşime dedim ki: ‘Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mesele*lerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın... Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikatı gö*rünse, senin muhabbetin ya zâil olur, veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü Sünnet-i Se*niyye dairesinde, hakikat mesleğinde ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek; muhabbette noksan olmak, bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanaca*ğım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.’ Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti. Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannı*nız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zatlar vazifeye, hizmete bakıp o noktadan bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurlu mahiyetim, benden kaçmanıza bir vesile our. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik had*dim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle siz*lerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüz*den hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” 56
Sonuç Bu açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, tebliğ ilmi İslâm’ın hayata yansıma*sında temel teşkil etmektedir. Risale-i Nurların bu tür bir ilme ait olması gerektiğini işlememiz aynı zamanda böyle bir ilmin varlığının delilidir. Bu açıdan bu ilmin varlı*ğını, ayrıntılı ele almayı burada gerekli görmedim. Ayrıca Risale-i Nurlara ilaveten, geçmiş İslâm tarihinde bu tür ilim sınıfına giren eserler vardır. Bunlara en uygun örnek, Ebu Tâlib el-Mekkî’nin Kût ul-Kulûb’u ve Gazalî’nin İhya’sıdır.
İşte, bu hakikat gözönünde tutulursa, Risale-i Nurların mâhiyeti daha iyi anlaşıla*cağı gibi, bu eserler hakkındaki birçok yersiz tartışmalar da ortadan kalkacaktır. Şunu da unutmayalım ki, Bediüzzaman da diğer İslâm mücahidleri gibi, İslâm’ın ha*yata yansıması için mücadele vermiş ve bu amaç için bu eserleri, yine Müslüman bir âlimin görev anlayışı içerisinde telif etmiştir. Ona yapılacak itirazların, aynı anlayış içerisinde yapılması, sadece ilmin bir gereği değil, aynı zamanda bizzat İslâm’ın bir âlimde aradığı aydın ilim özelliğidir.
____________________
1 Prof. Dr. ALPARSLAN AÇIKGENÇ
1952’de Erzurum’da dünyaya geldi. Lisansını Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi (1974), M. A. University of Wisconsin-Milwaukee (1978), Ph. D. The University of Chicago’da (1983) yaptı. 1983-84’de O.D.T.Ü’de öğretim görevlisi olarak çalıştı. Aynı üniversitede 1984-87 yı*lında Yard. Doç. Dr. olarak görev yaptı. 1987-1994 tarihlerinde doçentliğe yükseldi. 1992-93’*de International Institute of Islamic Thought and Civilization, Kuala Lumpur Malaysia’da Pro*fesör olarak çalıştı. 1994’de Gazi Osman Paşa Üniversitesinde görev yaptı. Halen Malezya’da aynı üniversitede dersler vermektedir.
Türk Felsefe Derneği ve Azerbaycan İlimler Akademisi Fahri Üyeliği (1990) bulunmaktadır.
Başlıca eserleri:
1. Bilgi Felsefesi (İstanbul: İnsan Yayınları, 1992).
2. Being and Existence in Sadrâ and Heidegger: A Comperative Ontology (Kuala Lumpur: International Institute of Islamic Thought and Civilization, 1993).
2 Bk. Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi (İstanbul: İnsan Yayınları, 1992).
3 Daha geniş açıklama için yine yukarıda adı geçen çalışmamıza başvurulabilir.
4 35/Fâtır, 28).
5 39/Zumer, 9.
6 20/Tâhâ, 114.
7 Meselâ bkz. 3/ Al-i İmrân, 18; 4/Nisâ, 157; 6/En’âm, 119, 140-144; 16/Nahl, 25; 31/Lokmân, 20; vs.
8 Kitabu’l-İlim, 71, 72.
9 Buharî, Kitabu’l-İlim, 86.
10 Ebu Dâvud, “İlm”, 1; Tirmizî, “İlm”, 19; Neseî, “Tahâre”, 112; İbn Mâce, “Mukaddime”, 17; Ahmed İbn Hanbel, IV, 239, 241; V, 196.
11 Müslim, “El-Vasiyye”, 1631; Buhari, el-Edebu’l-Müfred.
12 Ali el-Muttaki el-Hindi. Kenzu’ul-Ümmâl (Beyrut, 1985), X, 14; 28714-5. El Hatîbu’l-Bağdadi bu hadi*sinu ydurma olduğunu belirtir; bkz. Tarihu’l-Bağdâd, II, 193. İbn el-Cevzi de aynı görüştedir; bkz. el-İlelu’l-Mütenâhiye (Faysalâbad, Pakistan: İdaretu’l-Ulumi’l-Eseriyye, 1981), I, 71-2. Bu konuda bir çok hadislerin uydurma olduğu söylenmektedir. Buna rağmen bizce, bunlar hadis olmasa bile Peygamberimizin, o zaman aşıladığı bilg izihniyetini yansıttıkları için Müslümanlar tarafından kolaylıkla benimsenmişlerdi. Bu bakımdan bilgiyi, önemine binaen yücelten bir hadis, uydurma bile olsa, o zaman için Müslümanların bilgiye verdiği önemi yansıtacaktır. O halde bu tür bahisler bile bilginin, İslâmî çerçevedeki önemini göstermek için zikredi*lebilir.
13 Meselâ bkz. Franz Rosenthal. Knowledge Triumphant: The Concept of Knowledge in Medieval Islam (Leiden: E. J. Brill, 1970), 20. Yukarıda, Buharî dışındaki diğer hadis kitaplarının “Kitabu’l-İlm” bölümlerinin taramasında bu kitaptan yararlandım.
14 İbn Mâce, “Mukaddime”, 17, 224; I, 81 (Mısır, 1952). Diğer rivayetler için bkz. Kenzu’l-Ümmâl, X, 131; 28651-29654.
15 2/Bakara, 120.
16 3/Al-i İmrân, 61.
17 13/Ra’d, 37.
18 11/Hûd, 14.
19 27/Neml, 15.
20 7/A’râf, 52.
21 Meselâ bkz. 11/Hûd, 14; 19/Meryem, 43; 27/Neml, 40; 6/En’âm, 143.
22 Buharî, “Kitabu’l-İlm”, 64.
23 2/Bakara, 26
24 30/Rum, 29
25 31/Lokman, 20
26 2/ Bakara, 151.
27 Sözler (İstanbul: Envâr Neşriyat, 1991), Lemeât, 705.
28 Münâzarat, (İstanbul: sözler Yayınevi, 1977), 72.
29 6/En’âm, 119.
30 6/En’âm, 140.
31 6/En’âm, 144.
32 46/Ahkâf, 23.
33 6/En’âm, 111.
34 25/Furkan, 63.
35 Sözler, 262-3.
36 A. e., 263.
37 A. e., 132.
38 İbn Mâce, “Mukaddime”, 17, 224; I, 81 (Mısır, 1952). Diğer rivayetler için bkz. Kenzu’l-Ümmâl, X, 131; 28651-28654.
39 Muslim, “Kitabu’z-Zikr”, 73; Ebu Davud, “Vitr”, 32; Tirmizî, “Daavât”, 68; Nesâî, “İstiaze”, 13, 18, 21, 64; İbn Mace, “Mukaddime”, 23; “Duâ”, 2, 3; Ahmed İbn Hanbel, II, 168, 198, 340, 365, 451; III, 192, 255, 283; IV, 371, 381.
40 Kenzu’l-Ummâl, X, 196; 29034.
41 Sözler, 593.
42 Nitekim Risale-i Nurların kelami lminden farklı oluşu şöyle dile getirilmektedir: “İlm-i kelam vasıtasıyla kazanılan mârifet-i İlahiyye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşallah Risale-i Nurun bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın cadde-i nuranisinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.” Mek*tubat, (İstanbul: Envâr Neşriyat, 1991), 330.
43 Sözler, 265.
44 Davam içerisinden alıntı, Rahmi Erdem (İstanbul: Timaş Yayınları, 1993), 94-5.
45 Mektubat, (İstanbul: Envâr Neşriyat, 1991), 355-6.
46 A. e., 369.
47 A. e., 375.
48 A. e., 376-7.
49 Kastamonu Lâhikası, (İstanbul: Envâr Neşriyat, 1990), 11-2.
50 Mektubat, 330.
51 A. e., 376.
52 Kastamonu Lâhikası, 30.
53 Lem’alar (İstanbul: Envâr Neşriyat, 1990), 136-7.
54 Bkz. Münâzarat, 72.
55 Bkz. 13. dipnot.
56 Kastamonu Lâhikası, 88-9.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
BİLGİ ÇAĞI’NDA İSLÂM BİLİMİ VE BEDİÜZZAMAN
MİM KEMAL ÖKE 1
“...Yoksulluğumuz, acılarımız içinde, sevdiğimiz şeylerin tümü uğruna savaşa*bilmenin sevincine ulaştık. Halbuki siz, tam aksine insanın vatan kavramıyla ilgisi olmayan yönlerine saldırınız... Kör bir öfke kaynağı gibi dövüşüyorsunuz, dü*şünce düzeninden çok silâhlara, patlamalara önem vererek, her şeyi silip süpür*mek inadıyla... Siz askerlerinize toprak, buğdaylarınıza ambar, kendinize uydur*duğunuz endüstri, baskı altında tuttuğunuz düşünceleri anlıyorsunuz Avrupa derken... Yeryüzünün bir anlamı olduğuna hiçbir zaman inanmadınız; bu da sizi herşeyin aynı olduğu, iyi ile kötünün istenilen şekilde tanımlanabileceği düşün*cesine ulaştırdı. İnsancıl ya da kutsal bir ahlâkın yokluğu karşısında dayanabile*ceğiniz tek değerin hayvanlar âlemindekiler, yani zor ve hile, olabileceğini sandı*nız. Sizce insan bir hiçti, ruhu öldürebilirdi; tarihin en duygusuz devirlerinde bi*reyin çabası üstünlük peşinde koşmak, ahlâkı ise yeni ülkeler işgal etmekteki gerçekten başka bir şey olamazdı... Kutsala karşı savaşmaktan yorgun düştü*ğünüz için, ruhları parçalamak, toprakları yakıp yıkmaktan ibaret bu macerada dinlendiniz...” 2
Bu satırlar, Sırp katiller için yazılmamıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi uy*gulamalarını telin için Fransız filozofu Albert Camus’un kaleminden çıktı. Nobel ödüllü romancı İsyan Eden Adam adlı denemesinde de, sanki bugünü yansıtırcasına şunları kaydediyordu:
“...Aşk ve mantık cinayetleri vardır. İkisini ayıran sınır belirsizdir. Fakat, ceza kanunu oldukça açık bir şekilde bunları birbirinden taammüd farkı ayırır. Biz ta*ammüd ve mükemmel cinayet devrindeyiz. Canilerimiz artık aşk mazeretini ileri süren silâhsız çocuklar değildir. Bilakis, yaşlı başlı insanlardır ve müdafaaları red*dedilemez. Delilleri herkese hizmet eden, katilleri yargıç haline getiren felsefe*dir... Evvelce bir haykırış gibi yalnız başına kalan cinayet, artık bir bilim gibi ev*rensel olur. Dün yargılanırdı, bugün kanunlaşır...” 3
i) “Bilgi Toplumu”nun çelişkilerle örülü doğuşunun anatomisi:
Bugün güç, şiddet elbisesi ile etnik soykırımlara dökülüyor. Saldırganlığın önüne dikilecek ahlâkî frenlerin balataları ise boşalmıştır. “Yeni Dünya Düzeni” adı altında bir zamanlar bel bağlanan glasnost sonrası umutlar, güçlünün yerküremizi global bir mezbahaya çevirmesiyle ne kadar kısa bir zamanda söndü. Uluslararası arenada bir yanda kanlı bir kaos egemen olurken, öte yandan bazı uzmanlar sistemin “psikosferi”nin ciddi bir kabuk değiştirme sürecine girdiği savunuyorlar. “Zeitgeist”i eğer doğru okuyabilirsek, dünyamız “Bilgi Çağı”nın eşiğini çoktan geçmiş bile... Değişim mühendislerine, füturologlara ve “vizyonu” olan gözlemcilere bakılırsa İletişim Devrimi, insanoğlunun tarihinde eşi bulunmayan bir “Bilgi Toplumu”nun kapısını açmış. İkibinli yıllara yaklaşırken “büyük yönelimler”in (megatrendler), bile*şim sektöründeki sürekli ve süratli ilerlemelerin insanın hayata bakış açısını dahi kökten bir değişime tabi tuttuğu belirtiliyor. Öyle ki, düne kadar gerçeğin ta kendisi olarak nitelendirilen güç, askerî ya da iktisadî unsurlara bağlı iken, söz konusu global transformasyonla bu kudret, bilgi eksenine oturuvermiş. İddiaya göre, XXI. yüzyıl en çok petrol rezervi olan, en çok otomobil üreten, altın fiyatlarına hükmeden, tahıl ambarı olmakla övünen değil; en hızlı ve en güçlü yongayı en ucuz fiyatla üreten ülkelerin yüzyılı olacaktır. 4 Bahis konusu yonga, bir çok transistörü bir araya getiren minik bilgisayar çipi (chip)dir.
Tabii ki, bu tebliğin amacı, günümüz icat ve keşiflerinin panoramasını arzetmek değildir. Zaten, belki de sizler, çeşitli yayın organlarını takip ederek, artık kişinin “Internet” adlı bilgi otoyolunda adeta “sörf” yaparak, plajda, Laptop bilgisayarı, modemi ve cep telefonu ile kütüphanelere girdiğini, borsa oynadığını, evinin alış*verişini yapıp, vakti kalmışsa müze dahi gezdiği biliyorsunuz. Moleküler biyolojideki açılımlarla, mekanik robotlara “yapay zekâ” yüklendiği; biyoteknolojinin nimetleri ile insanın kromozom atlasının çıkarılarak genetik dokuya müdahale edilerek ölüm*cül hastalıkların tedavisinin mümkün olabileceğini de öğrenmişsinizdir. Savunulan şudur ki, söz konusu gelişmeler, ayak uydurabildiği ölçüde, bilginin kitlevileşmesini de beraberinde getirdiği için, sosyal yarar ilkesi uyarınca, insanoğluna huzur ve re*fah dolu yepyeni bir Eldonado vaad etmektedir. “Bilgi Toplumu; uzlaşma, hoş*görü, çoğunluk ve katılımın daha kolay elde edilebilir olduğu bir kültürel ortamı getirecektir. Çünkü, insanlar arasındaki çatışmada zıtlaşmaların çoğu, bilgi eksikli*ğinden kaynaklanmaktadır...” 5
Oysa ki, Bilgi Toplumu, emekleme safhasında iken insanın tabiat tahripkârlığı ile ekolojik denge altüst olmakta, gezegenimiz, Malthus’u haklı çıkarırcasına, kendini tüketmektedir. Internet, teröristlerin bülteni haline gelebilmekte; üstelik sivri akıllı*ların gayreti ile (bazı aksesuarların ilavesiyle) bilgisayar, interaktif bir şekilde cinsel fantazilerin tatminine hizmet edebilmektedir. Dahası, genetik mühendislik gayret*leri, ticari kaygılarla, bir yandan rahim tüccarlığını teşvik etmekte 6 Klonlama me*todu ile Dr. Frankestein’ları hortlatmakta, hatta tetiği çekildiğinde sadece genetik kodları verilen bir ırkı imha edebilecek silâhları üretmeye yol açacak kadar geniş bir istismar sahasını aralamaktadırlar.
Hal böyle iken, gidişi sorgulama bilincinde olanlar da yok değil. Eğer biz, Druc*ker gibi düşünenlerin argümanlarını kabul edip, dünyanın moderniteyi aşma eşiğine geldiğine inanıyorsak; 7 o zaman söz konusu fenomenin temel taşını büyütece al*dığımızda. Bilim Devrimi, ebeliğini yaptığı Sanayi Devrimi ile, karşımıza çıkacaktır. Bilim Devrimi, insanoğlunun tarihsel serüveninde bir kopuştur ve bu kopuşun ana*tomisi yapılmadan yarına hazırlanmanın imkânı bulunmamaktadır.
ii) “Mekanik Evren” anlayışının katı gerçekleri:
Bilim Devrimi, Kopernik’le başladı; Newton’la belli bir sisteme oturdu. Bu sis*tem kısaca tanımlanabilirse, Laplace’ın da katkılarıyla, doğanın yasalarının belirle*nimciliğinden başka bir şekilde izah kabul etmemede israrlı bir Mekanik Düzen’dir. Dünya adeta kozmik bir otomat gibidir. İşleyişindeki fizikî ve aritmetiksel kuralların, Bacon’un israrıyla gözlem ve deney metoduyla kavranabileceği dev bir saat! Za*mana egemen olan evrimsel ilerleme tamamen bir rastlantılar zinciridir. Öyle ki, hayat bile, Darwin’in türlere ilişkin kuramı ışığında, herhangi bir ilâhî âlem tasavvuru neticesinde değil de salt bir tesadüf “eseri” oluşmuştur. Yaratılışa bu çerçevede herhangi bir metafizik değer atfetmek söz konusu olamazdı. Çağdaş bilim, evreni*nin kurgusunu sanki “anlamsızlık sendromu”na bağlı kılmıştır. 8 Bu bakışla insan bile zaman atlasında çevre şartlarının determinizmine ayak uydurarak tabiatın gen havu*zunda zuhur etmiştir. 9 Avrupa’nın tarihselliği Kilise ile çatışmayı yazdığı için insanın öfkesinin muhatabı da Allah olacaktı. Bilim Devrimi’nin insanı, efsanedeki Promete misali, kutsala olan hıncını sözüm ona Yaratıcısından zincirini kırmakla özgürlüğe erişebileceğini sanarak tazmin etme yoluna gitmiş ve Descartes’in felsefesi ışığında Allah’ı dünyadan sürgün etmeyi denemiş ve madde ötesini kuruntu, uydurmaca ya da spekülatif iddialar şeklinde istiskal etmeyi yeğlemiştir. Allah’ından, onun içine üfürdüğü ruhtan özünden kopan “akıl” yeterdi ve o akıl, artık modern rasyona*lizmde kişinin davranışlarına izin veren, onaylayan yegane otorite haline gelecekti. İlâhî kaynaktan bağını kesen kişi, tabiatın sekülerleşmesiyle hümanizmi uğruna insan olmayı “mutlaklaştıracaktı.” Nasr’ın tabiri ile, o andan itibaren “Herşey insana feda edilmiştir. Feda edilenlerin ilki de Tanrı olmuştur.” 10 Pozitivistlerin kateşizmine ba*kılırsa, “sosyal bir yaratık” ya da “düşünen bir hayvan olan insanın gayesi, evrim kanunları doğrultusunda, türler arasında meydana gelen mücadelede “hayatta ka*labilmesiydi.” Böylece, Bilim Devrimi’nden, hatta daha öncelere giderseniz Röne*sans’tan bu yana Batı’da bilim, zihnî güçlere sahip bir dünyevi bir yaratık olan insa*nın maddî refahı için doğayı tahahhümüne münhasır kılındı.
H. Spencer, toplumsal ilişkilere, biyolojiden hareketle yön veren kuramında Sosyal Darwinciliğe geçit verecekti. Aynen insanlar gibi, milletlerarası uluslararası sistemde doğal ayıklamaya tabi tutulmaktaydılar. Hobbes’un “büyük balığın küçüğü yutmasına” cevaz veren içtimai reçetesine bakılırsa Sanayi Devrimi sonrası Avru*pa’nın kapitalizmin son aşamasını idrakle emperyalizme kapılmaması, tarihin vazge*çilmez kaderiydi. Güçlü olmak için, bir yandan Darwin’in türlere ilişkin savlarını bi*yolojik materyalizm istikametinde ırkçılığa dayandıran Avrupa felsefî geleneği, diğer yandan da militarizmi, devletlerin nesnel güçünün yegane lojistiği olarak görmeye başlayacaktı. Bu kültürel arkaplan üzerine inşa edilen sosyal bilimler disiplinin dış politikaya bakış açısının, yaklaşımı, katı eleştirilere maruz kalmakla birlikte hâlâ ge*çerliliğini koruduğuna inanılan Morgenthau’nun çalışmaları sağlayacaktı.
Amerikalı profesörün işlediği ana fikir şudur: Uluslararası alanda geçerli olan tek gerçek “güç” unsurudur. Güçlü olan üstün duruma geçer ve sözünü dinletir. Bun*dan dolayı dünya arenasında sürekli olarak bir güç mücadelesi hüküm sürer. Devlet*ler durmadan kuvvet kazanmaya ve karşılarındakini güçsüz bırakmaya çabalarlar. Yazarın okuyucuyu “gücü olan haklıdır” önermesine değin vardıran bu eğilimi, emperyalizmi statükoyu bozmak şeklinde değerlendirmesiyle sınırlandıracaktır. Güç, çıkar için istenmektedir ve çıkar kavramı ahlâk (ethics), estetik ve din gibi kayıtlar*dan bağımsız bir eylem anlayışıdır. Devletlerde bireylerin aksine, erdemlilik aran*mamalıdır. Nitekim, Lincoln ahlâkî değerleri övülen bir başkan bile, siyasî felsefesini şu şekilde kaydetmiştir:
“En iyisinin nasıl olması gerektiğini bilirim; ama en iyi elimden ne gelirse öyle yapar ve sonuna kadar böyle yapmaya çalışırım. Eğer sonunda en iyi olanı ya*pabilirsem, benim için söylenmiş olan sözler hiç bir kıymet ifade etmeyecektir. Sonunda, kötü bir yere gelir ve iyi olanı yapamamış olursam bütün melekler be*nim haklı olduğuma yemin edeceklerdir ve netice değişmeyecektir.”
Siyasî gerçekliğin “altın” kurallarının işleyişine ilişkin getirilen bir örnek kabilin*den Dünya Savaşı arifesinde İngiltere’nin tutumunu gösteriyor, Morgenthau. Whi*tehall, Belçika’nın tarafsızlığını ihlal ettiği gerekçesiyle Almanya’ya karşı savaşa girmiştir İngiltere için, Belçika-Hollanda’nın düşman bir kuvvet tarafından işgalinin önlenmesi dış politik çıkarlarındandı. Ama, ilhakçı devletin Almanya’dan başka bir ülke olduğu takdirde Londra’nın kılını kıpırdatmayacağını devrin diplomatik yetkili*leri anılarında itiraf etmektedirler. Aynı şekilde, Batı’nın Kuveyt’i Saddam’ın hışmın*dan kurtarmada gösterdiği gayretkeşliğin Sırp jenosidi ile karşılaşan Bosna’dan esir*genişi de, Batı’nın “çifte Standardı”nın değil; bilakis Morgenthau’nun çizdiği çer*çeve içinde yegane kıstasının göstergesi kabul edilmeliydi. Bu felsefeye göre gü*cün, her ne şekilde olursa olsun, kullanımı “telin” edilmiyor. Morgenthau’ya göre Batı medeniyetinin sözüm ona başarısı bu gücün zaman zaman kâh dengelenmek, kâh bölünmek sûretiyle tahdit edilmesindedir. Yoksa, uluslararası ahlâkî normların oluşumu, dünya kamuoyuna mal edilmesi sistemin talebi ya da temennisi değil*dir. 11 Liberalizm, ister en vahşi döneminde olsun, ister ehlileşitrilmiş (ya da “tek dişi kalmış canavar” derekesine getirilmiş) olsun “Laissez affair laissez passe/Bırakı*nız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” diyebildiği sürece Camus’un Nazilere feryadını sistem hep üretecek, yine üretecekti.
iii) Postmodernizm ve “Global Kriz”in anahatları:
Bilimin “putlaştırılması” sonunda gelinen durakta bugün Batı’da kendilerinin de itiraf ettiği gibi “yaygın bir hayal kırıklığı, insan kötülüklerini düzelteceğine dair ise bir inanç kaydı vardır.” 12 Hele Havel’in şu ifadesi kayda hayli değer:
“...Bu buhranın çağdaş uygarlık ruhu ile yani metafizik kesinliği kaybolması, transandanın yaşaması, her türlükişilik ötesi ahlâksal otoritenin, hatta her türlü yüceliğin kaybolmasıyla belirlenen çağdaş uygarlık ruhu ile doğrudan bağlantılı olduğu kanısındayım...” 13
Havel, modern çağda yaşanan “Tanrı’dan yüz çevirme olayının insanoğlu için bir “mega intihar”a sürüklenmek olduğunu da belirtir. Gözlemcilerin “Tanrı’nın İnti*kamı” 14 diye adlandırdıkları toplumun “de-sekülarizasyon” sürecinde bilimin “normatifleşmesi” ihtiyacı ön plana çıkacaktır. Özellikle sosyal bilimlerde demokra*sinin fazilet rejimi olduğu, bu rejimi istismardan ahlâklı yurttaşların koruyabileceği vurgulanırken; aynı şekilde uluslararası ilişkiler disiplininde de değerden soyutlanmış bir tedrisatla dünyada barışın sürdürülemeyeceğinin altı çizilmektedir. Bu medeniyet için ahlâkı, kutsalı, hayata iade projesi olmalıdır. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi pek kuru sıkı bir abartma ama felsefenin sonunun geldiği gözlemi post-modernist düşünürler tarafından giderek paylaşılır hale gelmekte... Kaldı ki, Kuhn’un episte*molojisine göre, değerden arınmış, “objektif” bilim olmamıştı. Kuhn’un görüşleri Paul Feyerbard tarafından daha da ileri götürülerek, rakip paradıgmaların seçiminin bireyin estetik zevkine bağlı yapıldığı ileri sürülecekti, Popper’ın aykırı tesbitleri de sinince bu Batı’nın yansızlığı ile böbürlendiği bilgi teorisinin aslında egemen ideolo*jisinin hizmetinde olduğu kanaati yaygınlaşacaktı. 15
Modernitenin bilgi teorisinin-epistemelojisinin-aslında “müspet” bilimlerdeki buluşların seküler paradigmayı bozguna uğratmasıyla sağlanacaktı. Niels Bohr (teorik fizikçi), James Lovelock (kimyager), Rupert Shaldrake (bitki biyoloğu) ve İlya Prigogine (fiziko kimyacı ve Nobel ödülü sahibi) ve diğer bilimadamlarının ça*lışmaları Newtoncu mekanikçilerin ve kartezyen dünya görüşünün ana kavramlarını paramparça etmiştir. Ayrıntılarına girmiyoruz; ama bilgi kültüründeki değişimi Capra şöyle özetler:
“Fizikte ve şu andaki madde ile ilgili teorilerimizde oluşan fikir ve kavramlardaki keskin değişmelerin, maddenin doğası ve insan düşüncesiyle ilişkisinin derin sezgilerine, mekanik görüşten holistik ve çevrebilimci dünya görüşüne doğru köklü bir değişme getirmiştir. Modern fizik tarafından öngörülen dünya görüşü, günümüz toplumuyla uyuşmamaktadır. Tamamen farklı sosyal ve ekonomik bir yapı, kelimenin gerçek anlamıyla kültürel bir devrim gerekecektir.” 16
Görüldüğü gibi, söz konusu araştırmaların vücut verdiği yeni paradıgma “sezgi ve niyet”e yer açan bir bilim felsefesi içinde sunulmaktadır. Sosyal bilimlere yansı*ması da vurgulanmalı. Konumuzla irtibatlı olduğu için uluslararası ilişkilerin işleyişini sadece fiziko-matematiksel unsurlardan oluşan bir sistem analizine indirgeyen ho*camız Rosenau’nun 1990’larda geldiği fikri kavşak önemlidir. Rosenau, uluslararası ilişkilerin görünürdeki düzensiz yapısının altında yatan temel kurgunun keşfedile*memesinden kaynaklandığını açıklamaktadır.
“Dünya hadiselerinin düzensizliği altındaki düzeni aramak başta saçma gibi görünse de, ortada iki farklı düzen kavramının varlığı anlaşıldığında bu zıtlık çö*zülmektedir. Bunlardan birinde düzen kavramı sebeplilik faraziyesine, herşeyin bir sebebi olduğu ve hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediği düşüncesine işa*ret eder. Sebepler halihazırda bilinmeyebilir; çünkü onları gözlemlemek için gere*ken teknoloji, imkânlar ya da zaman mevcut olmayabilir; ama temeldeki düzen faraziyesi tecrübî değil nazarî ihtimallerden ortaya çıkmaktadır. Yani tesadüfî unsurlardan çok sebebiyet unsurlarının işlediği farzedildiğinde, nazarî olarak hiç*bir şey idrak dışı değildir. Bu anlamda dünya, basit ve ispat edilemez (fakat aynı zamanda da reddedilemez) bir faraziyeye göre, açıklama çalışmalarında gözlem vasıtaları yetersiz kaldığı için şaşırtıcı ve esrarlı olsa bile düzenli bir yerdir. Bu sebeple bir karışıklığa meydan vermemek için inanca bağlı olan ve incelemeyi or*ganize eden bu temel düzenden, bundan sonra Düzen I olarak söz edilecek*tir...” 17
Bilim teorisinin buhranı, bazılarına göre yaşadığımız “Postmodern” günlerin va*kıası... Batılı, özellikle Fransız felsefecilerine bakılırsa, dünyada “melankoliye varan belli bir yön yitimi” yaşanıyor. Sahip olduğumuz tüm saflığı ve değerlerdeki tüm kesinliği yitirmemizden ötürü dünyanın cana yakın sıcaklığı yok oldu. 18 İnsa*noğlu, bu kavşakta “yıkıntıdan artakalanlarla varkalımı” yaşıyor. 19 Bu çerçeveden bakıldığında, “denilebilir ki post-modernite, muzaffer bir pozitif bilimin kesinliklerin*den genelleştirilmiş bir belirsizliğe geçişi karakterize etmektedir.” 20 Gerçi, tarihin postmodern durağını, sol adeta bir “moda, yenilik heveslisi şımarık yeni liberal en*tellektüellerin zihin sporu, sosyalizmin yenilgisinden faydalanan fırsatçıların hamlesi” olarak yorumlamayı yeğlese veya bu hamleyi “geç kapitalizmin isterilerini yerine getiriyor” diye küçümsese de “bu hareketin aynı görünümleri, alternatif bir dünya*nın inşasını mümkün kılmaya yetecek ne denli bir toplumsal gelişimin düzeyinin mevcudiyetinin işaretleri olarak yorumlanabilir” şeklinde tasvir eden izan sahibi dü*şünürlerde yok değildir. 21 Bu kanıyı kabullenme yürekliliğinin Batı düşüncesini bir açmazla başbaşa bıraktığı açıktır. Şöyle ki, Batı Bilim Devrimi ile kutsala dönüş ka*pısını mühürlemiştir, bir kere. Kaldı ki, o kapının kepengini açmaya yönelik nostaljik teşebbüsler karşılarında tahrif edilmiş bir din, bilime gözünü kapamış Engizisyon Ki*lisesi’nin karanlık sicilini bulacaklardır ki; tamirinin mümkün olamayacağını kendileri bile itiraftan geri kalmamakta, hatta karanlık Ortaçağ skolastisizmine dönüş kâbusu*dur diye istememektedirler. İşte, bu hayati dönüm noktasında İslâm’ın vaadettikleri ufuktur, vizyondur, gelecektir. Ancak, Armağan da haklı olarak uyardığı gibi, bazı paramentrelerinin cazibesi ile postmodernite, Müslümanlarda meydanın İslâmî bir alternatife kaldığı tarzındaki düşünce kolaylığına sebep olmamalıdır. 22 Çünkü, Müslüman Türklerin de kendi tarihselliğin ışığında temizlemekle mükellef oldukları bir arka bahçeleri mevcuttur.
iv) “Müslüman” Türk aydınlarının çağını yakalama “destanı”:
Batı’daki bu gelişmelerin İslâm âlemine, özellikle de Türkiye’ye yansımaması mümkün değildi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e giden yol üzerinde, özellikle II. Abdül*hamid yönetimine muhalefetin Avrupa’da yoğunlaştığı günlerde Jön Türkler, “Bu devlet nasıl kurtulur?” hayatî sorusunun cevabını bilimde bulmuşlar ve aynen Batı’*nın tecrübesinin düplikasyonu ışığında pozitivist düşüncenin toplumda terakkiye en*gel gördükleri dinin yerini almasıyla vaad edilen ütopyaya kavuşabileceğini düşün*müşlerdi. “Eski Said”in geri kalmış Şark’ta “Medresetüzzehra” açılması doğrultu*sunda Dersaadet’te yaptığı teşebbüslerin kendisinin Toptaşı Tımarhanesi’ne gönde*rilmesine yeterli sebep teşkil ederken bir Jön Türk, “Hayat, taazzuv ve tenasül ile muttasıf alamat-ı kimyeviye ve fizikiyeden ibaret”tir diyordu! 23 Hanioğlu’na göre, pozitivizmin ve biyolojik materyalizmin XIX. yüzyıl sonunda Batı Avrupa’daki emperyalist yayılmacı düşünceleri çok eleştiren bir söylem ortaya çıkarmış olması aydınlarımıza çok cazip gelmişti. “Ayrıca, Hıristiyan olmayan bir felsefe, pozitivizm resmi ideolojimiz durumuna gelirse Batı dünyasıyla daha kolay eklemlenebiliriz dü*şüncesi de etkili olmuş olabilir.” 24 Ne var ki, Garpçı Jön Türkler, ilk aşamada İs*lâm’ı hedef almak istemediler-toplumsal tepkiyi göğüsleyemeyecekleri kaygısıyla olsa gerektir!.. Bu nedenle, Abdullah Cevdet gibi Jön Türkler eski İslâm düşünür*lerinin de biyolojik materyalist olduklarını iddiaya kalkıştılar. Hatta, daha da ileri gi*derek, İslâm’ın bizzat biyolojik materyalizm olduğunu ispatlamaya çalıştılar. 25 Yine ilginçtir, Jön Türkler, bir yandan da İslâm’ı Sultan Hamid’in mutlakiyetçi yö*netimine karşı muhalefet aracı olarak “kullanmaktan” çekinmemişlerdi. II. Abdül*hamid’in idaresinin İslâm’ın siyasî tavırlarıyla çeliştiğine dair mesajların o günlerde aralarında Said-i Nursî’nin de bulunduğu İslâmcı düşünürler tarafından da paylaşıldı*ğını görmüş olmalıydılar. Söz konusu taktiğin İslâm ulemasıyla ittifak arayışlarının “vazgeçilmez hafifliği” “felsefî” düzeyde sürdürmeyi politika haline getirmiş İttihad ve Terakki’nin, 1908 Devrimi ile aktif siyasete katılımlarını, bilimi din ile ikame etme ısrarlarının tabii ve zorunlu bir neticesi olarak değerlendirmektedir. 26
Said-i Nursî’nin “İttihad-ı İslâm” şemsiyesi altında savunulan hürriyetin İslâm âlemini emperyalizmden felaha kavuşturabileceğini bizzat urban ve aşair arasına girerek, irşadda bulunduğu II. Meşrutiyet ortamında başta Abdullah Cevdet olmak üzere bazı Garpçı Jönler, ülkedeki serbestiden yararlanarak artık doğrudan dinin gereksiz ve bilim dışı olduğunu isbata çalışmak çabası içine gireceklerdi. 27 Dinsiz*lik ithamlarının bizim bilim havarilerini fazla üzmediği kendi beyanlarıyla sabittir. Akıl Muhtar Bey “Çok şükür (Allah’a değil ha!) dün imtihanları bitirdim” derken Ahmed Rıza Bey de kardeşine şöyle yazıyordu: 28
“...Benim Nazik Karındaşım Fahirem,
“Hazret-i Muhammed’in güzel sözlerinden biri de ‘Beşikten mezara kadar ilmi taleb ediniz’ kelam-ı hikmetidir. Halbuki bu büyük nasihatı o bizim kahrolacak ca*hil imamlar, softalar: (İlimden murad Kur’ân ilm-ihal okumaktır) diye tağyir ettik*lerinden vaktiyle yani Hazret-i Muhammed zamanında ve biraz sonra Araplar beyninde hendese, cebir, hey’et, coğrafya, tıp gibi fununda mahir birçok meş*hur âlimler yetişmişken bin sene sonra Ümmet-i Muhammed üç buçuk guruşluk alış verişin hesabını bakkal Yorgi’nin çırağına yaptırma derecelerine tenezzül etti, çünkü o garp âlimlerinin fenne dair yazdıkları birçok kitapları kimse eline al*madı. İlm-yukarıda dediğim gibi-mızraklı ilm-ihaldir denildi. Lânet olsun, ilm-ihallerinin mızrağı ....... girsin. Ben kadın olsaydım dinsizliği ihtiyar eder de İslâm olmasını istemezdim. Üzerime üç karı ve istediği kadar odalıklar almasına cevaz veren kocama cennette huriler hazırlayan, başımı, yüzümü dolap beygiri gibi örttürdükten ma’ada beni herbir eğlenceden men’ eden kocamı boşayamamak, döverse sesimi çıkarmamak gibi daima erkeklere hayırlı, kadınlara muzir kanunlar vaz’ eden bir din benden uzak olsun, derdim.
“Tuhaf! Bu da bir nev’ sinir hastalığı olmalı, dine dair bahs açıldı mı kendimi zapta muktedir olamıyorum... Zaman böyle kalmayacak, ne faide ki biz erken veyahut bahtsız bir memlekette doğmuşuz!..”
Pozitivist fikir repertuarlarını seçkincilik, Sosyal Darwincilik ve bir tür “ırkçılıkla” tamamlayan Jön Türkler’in Gustave Le Bon’un Paris’de ünlü şapkacının müşterileri arasında yaptığı ankete ilgi duymaları şaşırtıcı gelmemeli. Bu çalışmasında Le Bon, bin iki yüz şapkacı müşterisinin beyinlerinin büyüklüklerini giydikleri şapka numara*larına göre tespit etmişti. Daha sonra yaptığı tasnife göre, Parisli hizmetçiler beyin büyüklüğü bakımından en ufak ortalamaya sahi oluyorlar, onları izleyen kategoriler görülüyor; nihayet, âlimler ve ediplerin ise beyin büyüklüklerinin bunlarınkinin çok üzerinde olduğu anlaşılıyordu!.. 29
Jön Türklerin pozitivizmi, hele Abdullah Cevdet’in “İçtihad” mecmualarındaki yayınları Birinci Dünya Harbi’nde Mekke Şerifi’ni Osmanlı’ya isyan etmesine “bahane” oluşturmuşsa da Mütareke yıllarında Kürtçülüğünü ön plana çıkaran bu Garpçı yazar, İslâm dünyasının modernleşmesini Luther’inkine benzer reformların uygulanmasına ya da Ali Bulaç’ın tabiriyle İslâm’ın “protestanlaşına” bağlı görü*yordu. 30 Hanioğlu, şöyle der:
“Dinin arka plana geçtiği bir Türk toplumu düşüncesi Abdullah Cevdet’in ‘utopia’sının önemli parçalarından birisidir. Ve göreceğimiz ‘Batılılaşma’ tezle*riyle birlikte bu ‘utopia’ 1923 sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî ideolojisi ile büyük benzerlik göstermektedir.” 31
Öyle anlaşılıyor ki, ruhunu satarak terakkiye kavuşacağını sanan Dr. Faust misali, Jön Türkler ve onların Garpçı mukallitlerinin açtığı yoldan gidilince Türkiye, umu*lanın aksine bilimde “rönesansını” yakalayamadı. Pusulasını kaybeden Türk’ün baş*kalarının kendisine açtığı sorunlara, selameti için, yine onlarca dikte ettirilen içtimai reçeteleri aradıkça insanoğlunun Osmanlı için kaydettiği meşum akıbete uğramak*tan kaçamayacakları açıktı:
“İmparatorluğun teknolojik potansiyelinin Avrupa ve Kuzey Amerika’nın ilmî ilerleme ve başarılarının gittikçe daha gerisinde kalındığını fark eden Osmanlı otoriteleri, hedeflerini gerçekleştirmek için Batı teknolojisini önemli bir vasıta olarak görüyorlardı... Osmanlı tarihi boyunca Batı’nın icad ettiği silâhları ve son olarak da uçakları kullanmasını bilmiş ve at sırtında kurup genişlettiği imparator*luğunun son müdafaasını uçak kabininde yapmış; ancak çağını yakalarken yıkıl*mıştır.” 32
Çağını yakalarken kendisine “çağdaş” diye belletileni yakalamak uğruna kanını, enerjisini tüketerek yıkılmak... Kendi gündemini tayin edemeyenler için kurulan tu*zak, sanki... Kendi reçetelerini uygulamaya kalkışanlar için de yayılmacı Sanayi Toplumu’nun farklı bir pususu vardır. II. Abdülhamid’in dert yandığı gibi “ıslahat yapacak nefes alma müddetinin” tanınmaması... Dış politikada gaile üstüne gaile açılarak bakıma alınması gereken devletin meşgul edilmesi... Gelelim, günümüze, buhranın “çağdaş boyutu”na. Sık alıntılar okuyucuyu bunaltmasın. Perviz Mansur, günümüz İslâm düşüncesini krizini bir paragrafta resmetmiş:
“Müslümanların bugünkü varoluş biçimi sahih değildir. İnancının kutsal amelle*rini işlerken yaşadığı saadet anlarının ve ilâhî rahmetin dışında, Müslüman ken*disini dünyada yabancı hissetmektedir. Kültür ve uygarlık açısından bu çağın ço*cuğu değildir; ya nostaljik bir geçmişte ya da ütopik bir gelecekte yaşamaktadı; fakat bugünde yaşamadığı kesindir. Dünyaya yeniden şekil vermeye dâvet karşı*sında bir görüşü var, fakat plânı yok; rüyası var, gerçeği yok; inancı var fakat gücü yok. Onun nihai misyonu ile şimdiki durumu arasına hain tarihin gölgesi düşmüştür. Onun evrensel ahlâk nizamı ile geçici düzensizliği arasında iktidarsız*lık ve zorbalık uçurumu vardır.” 33
Modernite’nin bilgi teorisinin dayatıcı meydan okumasına karşı Müslüman aydın*ların tavrı ilginçtir: Batılı modern bilim Müslümanların VIII ile XIX yüzyıllar arasında geliştirdiği ve büyük çapta İspanya üzerinden Avrupa’ya geçmiş olan bilimin geliş*miş bir uzantısı değil midir? Öyleyse XIX. ve XX. yüzyıllardaki gerikalmışlığın aşıl*ması zaten Müslümanın “yitik malı” olan bu bilimin anavatanına avdeti olmalı; an*cak, onunla birlikte “harim-i ismetimize” sızmaya kalkan kültürü gümrük kapısından içeri sokulmamalıdır. Bu arada bazılarının dini sürekli olarak bilime onaylatma kaygı*larının semptomları da yaşanacaktır. 34 Fetullah Gülen hocaefendinin de belirttiği gibi, “İlimleri Kur’ân’dan dinden ve imandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit; Kur’ân’ı müspet ilimlerin peşinden koşturmak ve onu adeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattı.” 35 Öte yandan, Batılı bilimin İslâm dünyasında tanınmaya başlandığı dönem boyunca, bu bilime, bugün dahi, so*ğuk ve uzak duranlar da yok değildi. Kartezyen felsefenin öngördüğü “düaliteyi” adeta kabul edercesine bazı Müslüman âlimler, İslâm’ın modernleşmesi veya pro*testanlaşması akıbetinden kaçmak uğruna özün ahengine uymasa da tarihselliği ön plana çıkararak “gelenek” bildikleri üzerine kapanıp, ilahiyata teksif olarak, tama*miyle dünya hayatından kopmayı yegane meşru müdafaa aracı bileceklerdi. Cum*huriyet’in “tevhid-i tedrisat” adı altında özetlenebilecek eğitim felsefesi karşısında sosyal bilimleri gözardı edilecek; tevhid-i tedrisata hakim kılma gayreti ancak XXI. yüzyılın eşiğinde ne çarpıcıdır ki, yine yukarıda tasvir ettiğimiz Batı’daki epistemo*lojik krizin yansımasıyla ancak Müslüman âlimlerin gündemine girebilecekti. Niha*yet, Müslüman münevverler, beşeri bir faaliyet olan ilim ve fenni insanın diğer dü*şünce tarzlarından ayrı tutamayacaklarına; bilginin onu doğuran ve yayan kültürün felsefesini ve dini bakış açısını yansıtıp, aktaran bir “İletişim aracı” olduğuna inan*maya başladılar. Hele, Batı’nın dış politika ve ekonomik ihtiraslarıyla bir yumak ol*muş bilimselliğinin sicili malum iken, “Bilimin İslâmileştirilmesi” Müslümanlar için, bilgiyi yeniden evrensel boyutuna kavuşturma projesi olarak görülmeye başlana*caktı.
v) “İslâmî Paradigma”nın önlenemez yükselişi:
İslâm biliminin öyküsü bir yerde Filistinli Prof. İsmail Faruki’nin ayrıntılı bir ça*lışma planı geliştirmesiyle başlar. 36 Planın başlıca beş hedefi vardır: (a) Günümüz sosyal bilim disiplinlerine vakıf olmak; (b) Bu alandaki İslâmî mirası iyice bilmek; (c) İslâm ile herbir disiplin arasında ilişki tesis etmek; (d) İslâmî değerleri ve mirası mo*dern sosyal bilim disiplinleriyle yaratıcı bir şekilde sentez etmek; (e) ve İslâmî dü*şünceyi yeni bir uyanışa doğru harekete geçirmek... Faruki, bu hedeflere yönelik uygulamayı da adım adım açıklar. Projenin yaklaşımı ilk başta eleştirilerden kendini kurtaramaz. Materyalist bir metafizik ve laik bir ahlâkla aşılanmış disiplinleri İslâmî*leştirmek, yüz güzelliği için yapılan epistemolojik bir plastik ameliyatla aynı görülür. Ayrıca, “Batı’nın düşünce emperyalizmi” ile şekillenmiş akademik disiplinlere İslâmî ruh üflemekle bilginin İslâmîleşmesi mi sağlanacaktır, yoksa, tam aksine, amacın hi*lafına, İslâm’ın batılılaştırılması mı tamamlanacaktır? 37 Söz konusu ihtirazi kayıtlar, İslâmî paradigmanın yükselişinde dikkate alınacaktır. Nasr, 38 Attas 39 Ser*dar 40 Açıkgenç 41 gibi yazarların İslâm’ın bilgi sosyolojisinin temellerinin asrın idrakine uygun inşasındaki katkıları İslâm biliminin yöntem ve gayesindeki farklılığını gözönüne serecektir.
İslâm Bilimi gözlem ve tecrübe gibi araştırma metodlarını reddetmez; fakat kendini de bu araçlarla sınırlamaz. Nedenselliği inkâr etmez; “sebepler dünyası”nın (âlem el-esbab) son tahlilde Allah’ın iradesi olan dikey nedenin şuuruna varmaya dâvet eder. 42 Bu bilinç kişiye şunu söyler: “Entellektüel faaliyetimizin rahmi olan zihine, ruhtan neşet eden bereketli tohumlar saçılmadıkça, insanın beş duyu evre*ninde donmuş hiçbir fenomen varlıkla giriştiği harmoninin esrarengiz müziğini ele vermez.” 43 İnsan ruhu; nefis, kalp ve akıl gibi farklı adlarla anılan bir yeteneğe sahiptir. Düşünme ve kavrama ile meşgul iken kendisine “akıl”, bedeni yönettiği zaman “nefis”, sezgisel aydınlanmayı kabul edince “kalp” denir. 44 İslâm bilim geleneğinde kalp, aklın (the Intellect) merkezi ve zihinsel faaliyetin nispeten dışsal bir yansıma olduğu orijinal bilginin esas vasıtasıdır. Bu da bizi kâinatı “okumada” ilâhî kaynağa, yani Vahye götürmektedir. “Bilgi (ilim) Allah katındadır.” 45 Vahiy bilgisi Kur’ân ise bir hatırlatmadır (zikir). İnsan tabiattaki ayat (done) ve kavramlara (esma) bakarak varlığı yazılanları kavrar. İslâmî bakış açısına göre sahih bilimin gayesi Allah katında zaten mevcut olan bilginin örtüsünün kaldırılmasından başka birşey değildir. İnsanın tefekkürü kalpteki bilginin zihin alanına yansımasıdır. Demek ki, Kur’ânî sınıflandırmada bilginin (ilm), vahiy veya mükemmel olarak takdir edilmiş mutlak kısmı (hakkelyakîn); tecrübilik ve sezgi yani gözlem, deney, tarihi belgeler (aynelyakîn) bölümü ve akılcılık veya muhakeme usulüyle elde edilmiş neticeleri (il*melyakîn) şeklinde bir düzeni mevcuttur. Hiyerarşiye dikkat edildiği sürece, âlimle*rin ihtilafları ümmetin rahmeti olmuş ve İslâm biliminin tevhidi perspektifi sapkınlığı önlemiştir.
İnsan ilmin ve dinin tecelli makamı, O’nun halifesi olması itibariyle adeta Sema ile arzı, madde ile mânâ dünyalarını birleştiren bir eksendir. İnsan, kulluğunu kimlik edindiği halde, zübde-i âlem, eşref-i mahlukattır. İnsan, ilmi ve Allah’ın hilkatden muradını bulur ve kendini o hizmete teksif eder, adar. Allah’ın muradı, insanı mâ*nevî rüşde erdirmek ve kemale götürmektir. Bu kemal; Allah’ın kemalatıdır ki, in*sanda zahir olacak, insanın yüreğinde ve fikrinde nurunu yayacak ve işlerinde güzel eserlerini gösterecektir. Yeryüzü, bu sûretle imar ve ıslah edilecek ve insanlar bu ruhla kardeşçe yaşamak imkânını bulacak, fenalıklar duracak ve iyilikler yürüyecek*tir. 46 Demek ki, İslâm sosyolojisinde evrim yok, tekamül vardır ve Kur’ân, tarih*sel ve insanî yürüyüşü dikey kabul edip, “süfliyetten ulviyete” doğru hareket ve değişimi öngörür.
Bu çerçevede yapılacaklar bellidir: İslâm dünyası ayakta kalacaksa, modern bi*limi iyice tanımalı, onu İslâmî öğretilerin ışığında eleştirmeli, İslâm kaynaklarından çıkartılmış bir paradıgma oluşturarak tarihi ve felsefesi yeniden diriltilmiş İslâmî bilim geleneklerini temel alan İslâmî bilim tarihinde yeni bir sayfa açmalıdır. Başka bir deyişle Batı’nın hırçınlığı ile tepkisel bir inatlaşmayı sürdürmek değil modernitenin seküler paradıgmasının insanlık üzerindeki boğucu hakimiyetini ve büyüleyici etkisini de aşmak olmalıdır. Bu ümmetin yanı sıra insanlığın da kurtuluşudur. İşte, İslâm bi*liminin tabiatında varolan bu ahlâkî veçhesi, Batı’da da dikkatleri çekmekte ve hay*ranlık uyandırmaktadır. Çünkü, zaten onlar kendi ahlâkî olmayan, değerlerden so*yutlanmış bilim modeli tarafından belaya düşürülmemişler miydi? Farklı tonlardaki açılımlarına rağmen Müslüman bilginler, Batılı bilim modeline bir alternatif oluştur*mada epey mesafe katetmişlerdir. Fakat, bu “İslâmî paradigma”nın henüz tam bir kabul gördüğünü söylemek erkendir.
vi) Ahlâkî Epistemolojiye Bediüzzaman Metodolojisini aşılamak:
Eğer fen bilimlerindeki ilerlemeler Mekanik Evren telakkisini hırpalamasa, Batı’*da post-modernistlerin tenkitleri bir yandan, İletişim Devrimi ile kapısı açılan Bilgi Çağı’nın getirdiği beşeri transformasyonlar öte yandan, birbirlerine kavuşan nehir*ler gibi çağlaya köpüre insanoğlunu global değişimin bilincine zorlamasa, bilemiyo*rum belki biz hâlâ Bediüzzaman Said Nursî’yi sadece XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında yaşayıp, pozitivizmin Müslüman Türk toplumunu zihnî esarete vurmaya ahdettiği bir dönemde İslâm’ın kahraman müdafii, çağının müçtehidi ola*rak görecektik. Onun Kur’ân’ı neden âyet âyet ele almaktansa toplu bir tefsire tabi tuttuğunun hikmetini de bilemeyecektik. Aslında, bana öyle geliyor ki, Risale-i Nur literatürü bugün Müslümanların krizi olmaktan çıkmış insanoğlunun-Batı tarafından da kabul edilen-ortak buhranı haline gelmiş moderniteyi, bilgi teorisi ile aşma sü*recinde tefekkür edildiğinde Bediüzzaman’ın yarının içtihadı, daha doğrusu Bilgi Toplumu’nun epistemolojik temelleri ile uğraştığı görülecektir. Mesele, onun yaz*dıklarını bizim deşifre edip, İslâm Bilimi’nin yeniden inşasında kullanabilecek aklî ve sezgisel kıvama varabilmemizdedir.
Bediüzzaman Bilgi Çağı’nı görürcesine “Elbette nev-i beşer, âhir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir” diye buyurmamış mıdır? 47 Devamla, Bediüzzaman, İslâmî paradigmanın oluşturulmasında ve bu çerçevenin sosyal bilimlere yansımasında bu*gün göznuru döken nice Müslüman bilimadamının araştırdığı veya takıldığı noktaları adeta görmüş gibi, çözümlerini Risale-i Nur’da sergilemiştir. Meselâ, yukarıdaki tar*tışmalardan kıl ve kalp ekseninde cereyan eden yöntem sorununa temas edelim. Burada Bediüzzaman Müslümanların burhana tabi olduğunu; akıl, fikir ve kalbi ile iman hakikatlerini (evreni) kavradığını kaydeder. “Onun için akıl ve bilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı akliye istinaden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.” 48 Ancak, diyelim akılla “bulunmuş”, Avrupa ve Amerika’dan getirilen fen “nur-u tevhid” içinde yoğrulmalıdır. Onun deyişiyle, “Kur’ân’ın bahsettiği tefekkür ve mânâ-yı harfi nazarıyla, yani onun sanatkârı ve ustası namıyla onlara bakmalı”dır. 49 “İlim odur ki, kalbte yerleşsin. Yalnız akılda olsa insana mal olmuyor.” 50 Aralarındaki ahenkli sentezi ise şu veciz ölçüyle işa*ret etmektedir:
“Vicdanın ziyası ulüm-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin im*tizaciyle hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İfti*rak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüt eder.” 51
Allah’ın hilkatte muradı, insanın gayesi, tekamül nazariyemiz ve bu çerçevede İslâm Bilimi’nin temel sorunsalının nasıl izah edildiği hususlarında aşağıdaki alıntılar, şerhe gerek duyulmayacak kadar açıktır zannediyorum:
“...Hilkat-i âlem, kanun-u tekamüle tabidir. İnsan ise; âlemin semerat ve ecza*sından olduğundan, onda dahi meylül istikmalden bir meylütterakki mevcuttur. Bu meyl ise telahuku efkârdan istimdat ile neşvünema bulur. Telahuk-u efkâr ise; tekemmülü melodi ile inbisat eder. Tekemmülü mebadi ise; fünun-u ekvanın to*humlarını sülb-ü hilkatten zamanın terbiyegendesi bir zemine ilka ile telkin eder. O tohumlar ise tedrici tecrübeler ile büyür ve neşvünema bulur.” 52
“İnsan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahi*yet ve istidat itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulum-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü’l-essı da iman-ı billah*tır.” 53
“Şu kâinattan maksad-ı ala; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i in*saniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulum ve kemalat ile yetişmek*tir.” 54
Buraya kadar İslâm bilimine epistemolojik Bediüzzaman metodolojisinin katkıları örneklerle kaydedildi. Sosyal disiplinlere uygulanışı konusunda, kendi branşım “ulus*lararası ilişkiler”e ışık tutması açısından tek bir aktarma ile iktifa etmek istiyorum. Tebliğimin başındaki Camus’nun hiddetini de hatırlamanız ricasıyla... Sözler, sayfa 119: Modernite’nin felsefî şöyle özetleniyor:
“...Hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, ‘kuvvet’ kabul eder. Hedefi, ‘menfaat’ bilir. Düstur-u hayatı, ‘cidal’ tanır. Cemaatlerin rabıtasını, ‘unsuriyet, menfî mil*liyeti’ tutar. Semeratı ise, ‘hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid’dir. Halbuki: Kuvvetin şe’ni, ‘tecavüz’dür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde ‘boğuşmaktır.’ Düstur-u cidalin şe’ni ‘çarpışmaktır.’ Un*suriyetin ‘tecavüz’dür. İşte, bu hikmettendir ki: Beşerin saadeti selb olmuştur.”
Morgenthau’nun gerçekçiliği, günümüze değin süren uluslararası rekabet ancak böyle anlatılabilirdi. Peki, “normatifleşmek” mecburiyetinde olan “Uluslararası Top*lum” bilim dalının örgüsü ne olmalıdır? Cevap alıntıyı takip eden paragrafta:
“Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel ‘Hakk’ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, ‘fazilet ve rıza-yı İlâhî’yi kabul eder. Hayatta düs*tur-u cidal yerine, ‘düstur-u teavün’ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; un*suriyet, milliyet yerine “rabıta-i dini ve sınıfı ve vatanî’yi kabul eder. Gayatı, he*vesatı nefsaniyenin tecavüz altına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalat-ı insaniyeye sevkedip insan eder... Hakkın şe’ni, ‘ittifak’tır. Faziletin şe’ni, ‘tesanüt’tür. Düstur-u teavünün şe’ni ‘birbirinin imdadına yetişmek’tir. Dinin şe’ni, ‘uhuvvet’tir. “İncizap”tır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, ‘Saadet-i Dareyn’dir.”
Sorunsalın çizgileri böyle konulduğunda bilimin, uluslararası ilişkilerde de, hede*finin bir tür “tevhid mühendisliği” olduğu anlaşılacaktır. Tahakkukunda ne Sırplar, ne de Sırplaşmak mümkün olacaktır. Tabii, cihandaki sulh, yurtta sulha bağlıdır. Her ne kadar yukarıdaki alıntı, evrensel mahiyette de olsa dahili siyasette huzur ve hür*riyetlerin kullanımı arasındaki ahenk Bediüzzaman’ın tabiri ışığında, dost İbrahim Et*hem Deveci’nin tahlilleriyle şu kitapta toplanmıştır: Ben Dindar Bir Cumhuriyetçi*yim.
-Ben de efendim, ben de!..
____________________
1 Prof. Dr. MİM KEMAL ÖKE
1955’te İstanbul’da doğdu. Şişli Terakki Lisesinden sonra, İstanbul Amerikan Robert Kole*jini bitirdi. İngiltere’de Cambridge’te iktisat ve tarih dallarında yüksek tahsilini 1977 yılında ikmal etti. Sussex (MA), Cambridge (M. Phil) ve İstanbul Üniversitesinde ihtisas yaptı. 1979’da Bir*leşmiş Milletler Güvenlik Kuruluna bağlı Filistin Dairesinde çalıştı. Yurt dışındaki dergilerde muh*telif makaleleri ve yakınçağ Osmanlı tarihine ait kitapları vardır. 1984’de doçent, 1985’de TRT Kurumunda Türk Siyasal Tarihi dallarında genel müdür danışmanı oldu. Bu arada TRT’ye çeşitli tarihi diziler hazırladı. 1990’da profesörlüğe yükseldi. Halen Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevini devam ettirmekte, günlük bir gazetede tarihi makaleler yazmakta, çeşitli kültürel vakıf*larda yönetim kurulu üyesi olarak hizmet vermekte, görsel medya türünde televizyon programı yapım çalışmalarına, fikrî ve tarihî araştırmalarına devam etmektedir. 10’un üzerinde Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanmış eseri ve çok sayıda ilmî makalesi mevcuttur.
2 Albert Camus, Bir Alman Dosta Mektuplar’dan aktaran Öke, “Bir Sırp Dosta Mektuplar”, Zaman, 14. viii. 1995.
3 Aktarılan yer: Öke, “Tarih Tortudur!”, Türkiye, 9. viii. 1995.
4 Hüsnü Erkan, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme (Ankara, 1993), s. 52.
5 Aynı yerde, s. 107.
6 Münevver Ahmed Enis, çev: K. Dönmez; Cinsel Ahlâk ve Biyolojik Tehlike (İstanbul, 1994); Aynı yazarın “Cesur yeni DNA: İnsan Tanrı rolü mü oynuyor?” Modern Tıbbın Ötesi (İstanbul, 1994) içinde.
7 A ve H. Toffler, çev: M. Harmancı; XXI. Yüzyılın Şafağında Savaş ve Savaş Karşıtı Mücadele (İstanbul, 1994).
8 Peter F. Durcker, çev: B. Çorakçı; Kapitalist Ötesi Toplum (İstanbul, 1994); A. Toffler, çev: A. Seden; Üçüncü Dalga (İstanbul, 1981); J. Naisbitt/P. Aburdene, çev: E. Güven; Megatrends 2000, (İstanbul, t.y.).
9 J. Donald Walters, çev: Ş. Yalçın; Modern Düşünenin Krizi: Anlamsızlık Sorununa Çözümler (İstanbul, 1995), s. 21.
10 Teoman Duralı, Biyoloji Felsefesi (Ankara, 1992) s. 34-35.
11 Seyyid Hüseyin Nasır, çev: Ş. Yalçın; Makaleler I (İstanbul, 1995), s. 64.
12 H. J. Morgenthau, çev: B. Oran/Ü. Oskay; Uluslararası Politika (Ankara, 1970), C. I, s. 4, 12, 16, 296, 300.
13 A. Bergin, “Psychoteraphy and Religious Values”, Journal o Consulting and Clinical Psychology, no: 48 (1980), s. 95.
14 Uzaktan Soruşturma’dan nakleden Ali Bulaç, Din ve Modernizm (İstanbul, 1995) s. 265-6.
15 Paul Karl Feyerabend, çev: E. Başer; Akla Veda (İstanbul, 1995). Ayrıca: Korkut Tuna, Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine (İstanbul, 1993).
16 Aktarılan yer: İbrahim Receb, “Sosyal Bilimlerde Teori Geliştirme Üzerine İslâmî Yaklaşımlar”, İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, I/I (Güz 1993), s. 19.
17 Aktarılan yer: Lüey Safi, “Şeriat ve Sosyal Hadiselerden Netice Çıkarmak: Birleştirici Bir Yaklaşıma Doğru”, İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, 3/2 (Yaz 1995), s. 63-64.
18 G. Stauth/B. S. Turner, “Nostalji Postmodernizm ve Kitle Kültürü Eleştirisi”, Mehmet Küçük, derleyen; Modernite Versus Postmodernite (Ankara, 2. baskı: 1994), s. 265. içinde.
19 D. Kellner, “Toplumsal Teori Olarak Postmodernizm: Bazı Meydan Okumalar ve Sorunlar,” Küçük, a.g.e., s. 236.
20 A. Jeanniere, “Modernite Nedir?”, Küçük, a.g.e., s. 23.
21 Küçük, önsöz, s. 9 ve 300.
22 M. Armağan, Gelenek ve Modernlik Arasında (İstanbul, 1995), s. 36.
23 Ş. Hanioğlu, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-1902 (İstanbul, 1985), s. 604.
24 Hanioğlu, Milliyet, 31. vii. 1995.
25 Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi (İstanbul, 1981), s. 130, 135.
26 Hanioğlu, Jön Türkler, s. 49.
27 Hanioğlu, A. Cevdet, s. 325.
28 Aktarılan yer: Hanioğlu, Jön Türkler, s. 47.
29 Aynı yerde, s. 614.
30 Hanioğlu, A. Cevdet, s. 335.
31 Aynı yerde, s. 341.
32 E. İhsanoğlu/M. Kaçar (der.); Çağını Yakalayan Osmanlı! Osmanlı Devleti’nde Modern Haberleşme ve Ulaştırma Teknikleri (İstanbul, 1995), s. XVI. Vurgular, benim.
33 Ziyaüddin Serdar, der; Hilal Doğarken; İslâm’da Bilgi ve Çevrenin Geleceğin (İstanbul, 1994) içinde (s. 98).
34 İlhan Kutluer, “Bilimsellik Üzerine” (İstanbul, 1983), s. 26. Bu tutumun eleştirisi için, bkz. Ziyaüddin Serdar, “İki Efendi Arasında: Kur’ân mı, Yoksa Bilim mi?”, M. Armağan (der.) İslâm Bilimi Tartışmaları (İstanbul, 1990), s. 197-206.
35 M. Abdülfettah Şahin, İnancın Gölgesinde (İzmir, 1992), C. II, s. 131.
36 İsmail Raci El-Farukî, çev: F. Koru; Bilginin İslâmîleştirilmesi: Genel İlkeler ve Çalışma Planı (İstanbul, 3. baskı: 1995).
37 İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi’nden polemikler yakından takip edilebilir.
38 S. H. Nasr, çev: Ş. Yalçın; Bir Kutsal Bilim İhtiyacı (İstanbul, 1995).
39 N. El Attas çev: M. E. Kılıç; Modern Çağ ve İslâmî Düşünürün Problemleri (İstanbul, 1989); İslâm ve Laisizm (İstanbul, 1994); Wan M. Nor, çev: Y. Ceylan; “Al Attas’ın Eğitim Felsefesi ve Metodolojisinin Ge*nel Hatları,” İslâmî Araştırmalar, CVII/I, 1993-4.
40 Bkz. dn. 33.
41 Alparslan Açıkgenç; Bilgi Felsefesi (İstanbul, 1992).
42 Nasr, “İslâmî Bilim”, 1A, s. 9-10.
43 Ali Bulaç, Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş (İstanbul, 1995), s. 139.
44 Wan Muhammed Nor, “Al-Attas’ın”, 1A, s. 42.
45 Ahkaf, 23.
46 Ömer Fevzi Mardin, Allah’ın Hilkatde Muradı (İstanbul, 1952), s. 6-7.
47 Sözler, 246.
48 Hutbe-i Şamiye, s. 23.
49 Tarihçe-i Hayat, s. 127.
50 Hakikat Çekirdekleri, s. 2.
51 Münzarat, s. 78. Benzeri bir ifade için, bkz: Mektubat, s. 487.
52 Muhakemat, s. 13-14.
53 İman ve Küfür Muvazeneleri, s. 96.
54 Sözler, s. 275.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
KUR’ÂN’I ÖNE ÇIKARMAK
ABDÜLAZİZ BAYINDIR 1
Problemler Kur’ân ve Sünnete göre çözülür
“Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın; birbirinizden ayrılmayın.” 2
“Elif lâm mim. Şu yüce Kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, sakınanlar için yol göstericidir.” 3
“Elif, lam, ra. Bunlar gerçeği açıklayan Kitabın âyetleridir. Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.”4
“Ey inananlar! Allah’a ve Peygamberine boyun eğin, Kur’ân’ı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde ‘dinledik’ diyenler gibi olmayın.” 5
“Bunlar Kur’ân üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi vardır?” 6
“And olsun ki, Kur’ân’ı, düşünmek için kolaylaştırdık; ama hani düşünen?” 7
Müslümanlar Kur’ân üzerinde akıl yormayı ve ona sıkı sıkıya sarılmayı asırlarca unutmuşlardır. Kur’ân, sevap kazanmak için okunan, vaaz ve nasihat için belli bir*kaç âyeti açıklanan bir kitap haline gelmiştir.
Kur’ân üzerinde akıl yorma gereği unutulunca o, ulaşılamaz, erişilemez bir kut*sal sayılmış ve bizim onu anlayamayacağımız şeklinde bir kanaat doğmuştur. Bu kanaate tutunanlar eskilerin herşeyi hallettiğini, bize düşenin onları anlamak oldu*ğunu ısrarla savunagelmişlerdir.
Bediüzzaman, Kur’ân’ın hakimiyet-i mutlakası başlıklı yazısında bu acıyı şöyle dile getirir:
“Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüp ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
“Erkân ve ahkâm-ı zaruriye-ki yüzde doksandır-bizzat Kur’ân’ın ve Kur’ân’*ın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilâfiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilâfiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm bir tefavüt vardır. Mesele-i içtihadiye altın ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek, mezc edip tâbi kılmak caiz midir?
“Cumhûru, burhandan ziyade, me’hazdeki kudsiyet imtisale sevk eder. Müç*tehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı.” 8
Kur’ân ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem
Allah Teâlâ bütün dikkatleri Kur’ân’a ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesel*leme çekmektedir.
“Ey insanlar! Rabbinizden size bir burhan (Hz. Muhammed) geldi, size apaçık bir nur (Kur’ân) indirdik.” 9
“Allah’a inanan ve ona sarılanlar var ya Allah onları bir rahmet ve iyilik içine so*kacak ve Kendine götüren doğru yola koyacaktır.” 10
İlim adamlarının yeri
Yetkili ilim adamlarının dindeki yeri şu âyetlerden çıkarılmıştır:
“Ey inananlar! Allah’a boyun eğin, elçisine boyun eğin, sizden olan yetkililere de. Bir konu üzerinde çekişince, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu hemen Allah’a ve Resulüne götürün. Bu hem daha hayırlıdır, hem de sonu daha iyi olur.” 11
Kur’ân ve sünnette açıkça belirtilen hükümlerde Müslümanlar çekişmezler. Me*selâ domuzun, leşin, ribânın ve başkasının hakkını yemenin haram olduğuna hiçbir Müslüman karşı çıkamaz. Çekişme Kur’ân ve sünnette açıkça belirtilmemiş konu*larda olur. Bunların halinin Allah’a ve Peygambere bırakılması demek âyet ve hadis*lere dayanılarak o konularda ictihad yapılması demektir. İctihadı yetkili hale gelmiş, buyruk sahibi (ûlû’l-emr) âlimler yapacaktır.
Konu ile ilgili ikinci âyet şudur:
“Senden önce gönderdiğimiz peygamberler, kendilerine vahyettiğimiz er kişi*lerden başkası değildi. Eğer bunu bilmiyorsanız ehl-i zikre sorunuz. Onları mucize*lerle, kitaplarla göndermiştik. Sana da Zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, kendilerine gön*derilenin ne olduğunu insanlara açıklayasın. Belki düşünürler.” 12
Âyetteki ehl-i zikrin, öncelikle ellerinde ilahi kitap bulunan Yahudi ve Hıristiyan*lar olduğu anlaşılmaktadır. Ama buradaki ehl-i zikir, bilgisini tazeleyen, Kur’ân ehli âlimler olarak da yorumlanmıştır.
Hz. Peygamber (a.s.m.) “Âlimler, peygamberlerin varisleridir” 13 buyurmuş*tur. Bu sebeple âlimler, Hz. Peygambere yüklenen Kur’ân ile hükmetme görevini yapmalıdırlar.
“Allah’ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet? Sakın onların heveslerine uyma. Onlardan kaçın ki Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırma*sınlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bir takım günahlarına karşılık başla*rına bir kötülük gelmesini istiyordur. Zaten insanlardan çoğu gerçekten yoldan çıkmıştır.
“Yoksa Cahiliye devri hükmünü arıyorlar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah’ın hükmünden güzel olabilir?” 14
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme mirasçı olacak âlimlerin kökü kesilirse insanları Kur’ân ve sünnete kim yönlendirir. Kur’ân’ı anlamaya çağıran açık âyet*lere rağmen onun ulaşılamaz, erişilemez bir kutsal sayılmasının ve bizi onu anlaya*mayacağımız şeklindeki delilsiz ve dayanıksız düşüncelerin hesabı nasıl verilebilir?
Kimse bundan yüz sene evvelki teknoloji ile kumaş dokumayı, inşaat veya ula*şımı aklından bile geçirmiyor ama bunların 1300 sene evvelki ictihadlara göre dü*zenlenmesini savunanlar çıkabiliyor.
Bediüzzaman’ın konu ile ilgili görüşleri manidardır:
“Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî (tabii) olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-i tabiidir.
“Meselâ, hükmün me’hazı olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur’*ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nadiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lakaytlığa alışır, cumu*det peyda eder.” 15
Kur’ân ve Sünnete uymak, ancak hak mezheplerden birine uymakla mümkün sayıldığı için mezhep uleması olağanüstü ve kutsal kişiler olarak algılanmıştır. Bedi*üzzaman konuyu şöyle dile getiriyor:
“Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabii olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kudsiyete intikal ederdi. Ve bu sûretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.
“Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatası yüzünden paslanıp hica olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geç*mişlerdir.” 16
Kur’ân olmazsa insanlar niye Müslüman olsunlar ki?
“Ehl-i Kitap’tan ve müşriklerden olan kâfirler, kendilerine apaçık bir kanıt gelin*ceye dek dinlerinden ayrılacak değillerdir.
“O (kanıt) Allah’ın elçisidir ki, tertemiz sayfalar okur.
“Onlarda dosdoğru hükümler bulunur.” 17
Asıl sorumluluk Kur’ân’ı dinledikten sonra başlar
“Böylece Biz Kur’ân’ı Arapça bir hüküm ve hikmet olarak indirdik. Sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan, and olsun ki, Allah katında sana bir dost ve seni koruyan çıkmaz.” 18
“Bu Kur’ân, onunla uyarılsınlar ve tek bir Tanrı bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsın diye insanlara tebliğ edilmiştir.” 19
Kur’ân yeniden öne çıkarılmalı
İnsanları genellikle kendi ustalığımızla İslâma çağırırız. Ama Hz. Peygamber sal*lallahu aleyhi vesellem onlara hep Kur’ân okurdu. Çünkü Allah Tealâ böyle em*retmektedir:
“Bu Kur’ân, insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüt*tür.” 20
“Bu Kur’ân, onunla uyarılsınlar, tek bir Tanrı bulunduğunu bilsinler ve akıl sahip*leri öğüt alsın diye insanlara tebliğ edilmiştir.” 21
“Rablerinin huzuruna toplatılacaklarından korkanları Kur’ân ile uyar. O’ndan başka bir dost ve aracıları yoktur. Belki sakınırlar.” 22
“Gerçekten biz Kur’ân’ı senin dilinle kolaylaştırdık ki, Allah’a karşı gelmekten sakınanları müjdeleyesin ve inatçı milleti uyarasın.”
“Kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik, şimdi onlardan birini hissediyor veya bir kımıldama işitiyor musun?” 23
“Siz aşırı giden kimselersiniz diye size göz yumup Kur’ân’la uyarmaktan vaz mı geçelim?” 24
Kur’ân’dan uzak kalmanın cezası ağırdır
Biz Allah Teâlâ’nın huzurunda Kur’ân’a göre sorumlu olacağız. Ama Müslüman*lar nice zaman, Allah’a karşı, bazı kimselerin ictihad ve kanaatlerine göre sorumlu olacakları düşüncesini paylaşır olmuşlardır. Bu da önder bilinen kişinin hata etmeye*ceği anlayışını doğurmuştur. Halbuki, hata etmeyen yalnız Allah Teâlâdır. Hz. Pey*gamberin dahi hata yaptığını, bunların Allah Teâlâ tarafından düzeltildiğini biliyoruz.
Şeytan ve aveneleri bundan yararlanarak kendi saptırmalarını önder kişilerin gö*rüşü gibi takdim edebilmektedir. Allah Teâlâ Kur’ân’dan başka hiçbir kitabı koruma altına almadığından buna engel olmamız mümkün değildir. Hz. Peygamber sallal*lahü aleyhi vesellem hakkında çok sayıda hadis uydurulmasına engel olunamamış ki İslâm büyükleri ile ilgili uydurmalara engel olunabilsin.
Ayrıca bir kimse ne kadar bilgili ve faziletli olursa olsun hata edebilir. Öyleyse yapılacak tek şey, Kur’ân’a göre sorumlu olacağımız düşüncesini zihinlere tekrar kazımak ve hayatımızı Kur’ân’a göre, baştan aşağı gözden geçirmektir. Yoksa ahi*rette şöyle bir durumla karşılaşabiliriz:
“O gün yanlış davranışlara batmış kişi iki elini ısırır da der ki; ‘Ah keşke ben de o Peygamberle birlikte bir yol tutmuş olsaydım.
“Ah!.. Yazık oldu bana, keşke falancayı dost edinseydim.
“Gerçekten de beni Kur’ân’dan saptırmış. Hem de o bana kadar gelmişken. İşte şeytan insanı böyle yüzüstü bırakır.’
“Peygamber diyecektir ki, ‘Ya Rabbi, doğrusu benim kavmim bu Kur’ân’ı kendilerinden uzak tuttular.’” 25
Şefaat etmesini beklediğimiz bir sırada Hz. Peygamber, bizi Allah’a böyle şikâ*yet ederse halimiz ne olur?
Zaten âlimlerimiz bizden Kitap ve Sünnete uymamızı istemişlerdir. Ma’n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki, İmam Malik’in şöyle dediğini işittim, “Ben sadece bir insanım, hata yaptığım da olur doğruyu bulduğum da. Görüşüm üzerinde düşünün, Kitap ve Sünnete uygun olanını alın, Kitap ve Sünnete uygun olmayanını da bırakın.” 26 Ebu Hanife ve diğer âlimlerimizden de bu gibi sözler rivayet edilmiştir.
Mezhepçilik Kur’ân’dan uzaklaşmanın cezasıdır
“Benim doğru yolum budur, bu yolu tutun. Sakın başka yolları tutmayın, onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır. Onun size tavsiyesi işte budur, belki sakınırsınız.” 27
“Rabbinizden size indirilen Kitaba uyun, O’ndan başka dostlara uymayın. Ne az söz dinliyorsunuz?” 28
Dinî kitaplar Kur’ân’ın tefsiri olma yerine ona perde haline getirilince müctehid*lerin görüş ayrılıkları onlara uyanları birbirine düşürmüştür. Ümmetin ihtilafı rahmet olmaktan çıkmış, sıkıntı kaynağı olmuştur.
Bediüzzaman’ın konu ile ilgili görüşleri şöyledir:
“Eğer cemaat-i İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ân’a müte*veccih olsaydı, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu su*retle nüfus üzerinde bütün mânâsıyla hakim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle ta*berrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.
“Bununla beraber, zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiyeyle mezc edip, ona tabi gibi kılmakta büyük bir hatar vardır. Zira Musavvibenin 29 muhalifi olan Tahtiecilerden biri der ki: ‘Mezhebim haktır; hata ihtimali var. Başka mezhep hatadır; sevaba ihtimali var.’
“Halbuki cumhur-u avam, mezhepte imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtieyi fil*cümle teşmil edebilir. bu ise, hatar-ı azimdir. Bence, Tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden inhisar zihniyeti illetiyle malüldür. Ve Kur’ân’ın camiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.
“Hem Tahtiecilik fikri, su-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İs*lâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehabbüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.” 30
Bunlar Müslümanların düşman karşısında tek vücut olmaları devrini kapatmış, birbirlerini yoketme gayretlerine devamlılık kazandırmıştır.
“Allah kendi yolunda saf bağlayıp, sanki tek bir vücutmuş gibi vuruşanları se*ver.” 31
Ne yapmalı?
Yapılacak şey basit bir metod değişikliğidir. Herhangi bir konunun hükmünü araştırırken, fıkıhta belirtildiği gibi önce Kur’ân’a, sonra sünnete, sonra icmaa baş*vurmalı, bunlardan sonra müctehidlerin görüşlerini okumalıdır. Halka dinlerini anla*tırken de bu sıra gözetilmelidir. Meselâ orucu bozan şeyler okunmak isteniyorsa önce ilgili âyeti kavramalı, sonra hadislere ve icmaa bakmalıdır. Müctehidlerin gö*rüşlerini bunların ışığında okumak gerekir. İşte bu davranış bizi Kur’ân ve sünnete bağlayacak ve kötü niyetlilerin kitaplarımıza sokmuş olabileceği hurafeleri ortaya çıkaracaktır.
Bediüzzaman’ın konu ile ilgili teklifi şöyledir:
“Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile rev*nekdar ve kudsiyetle hâleldar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bulunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir:
“1. Ya müellifinin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zulümdür.
“2. Yahut, tedrici bir terbiye-i mahsusayla kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir su*retine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidinin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarih de zamana muhtaçtır.
“3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çı*kararak, üstünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın halis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkamı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va’zındaki olan halavet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.” 32
“İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe içten bağlan*ması zamanı henüz gelmedi mi? Sakın daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı; onlardan çoğu yoldan çıkmıştır.” 33
____________________
1 Doç. Dr. ABDÜLAZİZ BAYINDIR
1951’de Tortum’da doğdu. 1976’da Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesinin fıkıh ve İslâm Hukuku Bölümünden mezun oldu. Temmuz 1976’da stajer olarak İstanbul Müftü Yardımcı*lığı görevine başladı. 1979’dan 1995’e kadar İstanbul Müftülüğü Şer’iyye Sicilleri Arşivi’nde uzman olarak çalıştı. İstanbul Müftülüğü bünyesinde kurulan “Fetva Heyeti”nin başkanlığını yaptı. 1983-1993 yılları arasında İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda yapılan ilmî toplantıların orga*nizatörlüğünü yaptı ve birçok tebliğ sundu. “Şer’iyye Sicilleri Işığında Osmanlılarda Muhakeme Usulleri” adını taşıyan tezle Mayıs 1984’te İslâm Hukuku dalında İlahiyat doktoru; İslâm iktisadıyla ilgili çalışmalarıyla 1987’de Ke*lâm ve İslâm Hukuku Anabilim Dalında doçent oldu.
Abdülaziz Bayındır’ın Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi için yazdığı maddeler vardır. Büyük Larousse Ansik*lopedisi’nin İslâm ve Osmanlı Hukuku ile ilgili bütün maddelerini yazmıştır.
1993 yılında Süleymaniye Vakfı’nı kurdu. Bayındır evli ve dört çocuk babasıdır.
Eserleri:
İslâm Muhakeme Hukuku Osmanlı Devri Uygulaması. Paranın Değer Kaybetmesiyle Ortaya Çıkan Problemler ve İslâm Hukukuna Göre Çözüm Yolları, İslâm Açısından Enflâsyon ve Çözüm Yolları, (1983). İslâmda Faiz Mefhumu ve Unsurları, Para, Faiz ve İslâm, (1987). Osmanlılarda Nazari ve Tatbiki Olarak Faiz, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, (1992). Türkiye’de Şirket Yapısı ve Borsacılık, İslâm Açısından Borsa kitabı içinde yayınlandı, (1995). Hukukla İlgili Ahkâm Âyetleri. İslâma Uygun Bankacılık ve Finans Kurumları. Çok sayıda fetva ve makaleler.
2 Al-i İmrân 3/103.
3 Bakara 2/1-2.
4 Yusuf 12/1-2.
5 Enfal 8/20-21.
6 Muhammed 47/24.
7 Kamer 54/17, 22, 32 ve 40.
8 Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul 1995, C. 2, S. 2046.
9 Nisa 4/174.
10 Nisa 4/175.
11 Nisa 4/59.
12 Nahl 16/43, 44.
13 Buhari, İlim 10; Ebû Davûd İlim 1; İbn-i Mâce Mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel 5/196.
14 Mâide 5/49, 50.
15 Risale-i Nur Külliyatı, C. 2, S. 2046.
16 Risale-i Nur Külliyatı, C. 2, S. 2046.
17 Beyyine 98/1-3.
18 Ra’d 13/37.
19 İbrahim 14/52.
20 Al-i İmran 3/138.
21 İbrahim 14/52.
22 En’am 6/51.
23 Meryem 19/97-98.
24 Zuhruf 43/5.
25 Furkân 25/27-30.
26 İbnu’l Kayyım, I’lâmu’l-Muvakkiîn, Beyrut, 1407/1987, 1-75.
27 En’am 6/153.
28 A’raf 7/3.
29 “Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder” diyenlere ilm-i usul ıstılahınca Musavvibe denir.
30 Risale-i Nur Külliyatı, C. 2, S. 2047.
31 Saf 61/4.
32 Risale-i Nur Külliyatı, C. 2, S. 2046.
33 Hadid 57/16.
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
KUR’ÂN’IN ALLAH KELÂMI OLDUĞUNU İSPATTA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN ORİJİNAL BİR USÛLÜ
SUAD YILDIRIM 1
İcaz-ı Kur’ân disiplini, Kur’ân-ı Kerimin Allah kelâmı olup, benzeri bir söz söy*lemenin beşer takatı haricinde olduğunu ispatlamaya çalışır. Kur’ân-ı Kerimde mü*teaddit âyetler, Kur’ân’ın Allahın vahyi ve Hz. Muhammed’in (a.s.m.) onun resulü olduğundan şüphe eden edipleri Kur’ân’a benzer bir söz söylemeye çağırır. Bu meydan okuma (tehaddî) gerek Asr-ı Saadette, gerek o asırdan beri günümüze ka*dar devam eden zaman boyunca cevapsız kaldığından Kur’ân’ın i’cazı ortaya çık*mıştır. İcaz ile meşgul olan âlimlerimiz onun mucizevî özelliğini, esas itibariyle bela*gatinde aramışlardır. Belagat, halin gerektirdiğine uygun söz söylemek demek olup, güdülen maksada, en etkili bir ifade ile ulaşmayı hedefler.
Beliğ kelâmın özelliklerini ortaya koymak için beyan, bedi, meani ilimleri geliş*tirilmiş, kelâmlar bu ilimlerdeki kıstaslara göre değerlendirilmişlerdir. Fakat belagatin geçerli sübjektif kıstasının, zevkedilip anlatılması zor olan bir özellik olduğunu unut*mamak gerekir.
İyi bir dil ve belagat öğrenimi görüp, büyük bir tecrübe birikimine sahip olanlar bile böyle derse Arap edebiyatına vâkıf insanların hayli azaldığı bir ortamda Kur’ân belagatini kimlerin tadabileceği sorusu kaçınılmaz olacaktır.
Daha önceki dönemde Kur’ân’ın belagatini anlama işinde Arap olmayanlar Araplara istinad ediyorlardı. Yani diyorlardı ki: Her ne kadar biz Arap edebiyatına vâkıf değilsek de, Kur’ân’ın Arapça kelâmlar içinde eşsiz olduğu ve onun ifade tar*zına, üslubuna ulaşan bir kelâm bulunmadığı Araplarca bilinmekte, anlaşılmaktadır.
Fakat şimdi Araplar da edebî zevkten, Arap dili ve belegatının imkânlarından, Arap ifade uslüplarından uzaklaşınca Kur’ân belagatini takdir etmekten aciz oldukla*rını söylemektedirler. Hatta bu sebepten ötürü, Kur’ân’ın i’cazını anlamanın başlıca yolunun, ondaki gaybî haberleri, fennî keşiflere yapılan işaretleri gözönünde bulun*durarak, zamanın bütün kitapları aşındırmasına rağmen Kur’ân’ı eksitmediğini göre*rek, bu harikulade vasfın, ancak Allah’ın vahyedilen kelâmı olmasıyla izah edilebile*ceğini göstermek olduğunu söyleyen birçok Arap görmüşümdür. Bu fikre büyük ölçüde benim de katıldığımı ifade etmek isterim. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’de i’cazı her yönü ile anlatmaya çalışmış, nazım ve belagat cihetinin yanında bilhassa camiiyyet, şebabet, beşer ihtiyacına kifayet, fennî keşiflere dair ihbarat yönleri üze*rinde de durmuştur.
Fakat biz bu tebliğde onun i’cazını anlatırken kullandığı kendine mahsus bir üs*luba ve diyalektiğe dikkat çekmek istiyoruz. Asrımızda yaşayan Müslümanlar, Türk, Arap, Acem... bütün Müslümanlar bu üsluba oldukça muhtaç görülmektedirler. Zira Kur’ân’a dair çok şüphe ortaya atılmaktadır. Öyle ki onun i’cazı bir tarafa, Allah ka*tından geldiği meselesi bile inkâr edilmekte, bu hususta müminler arasında birtakım şüpheler kasıtlı olarak yayılmaktadır.
Kur’ân’daki mevzuların beşeri eserlerdeki konulara benzemesi, ondaki ifade tarzlarıın beşerin ifadeleri gibi olması, objektif ve önyargısız bakılması halinde bunun böyle anlaşılacağı, hatta anlatımda zaman zaman insicamın kaybolduğu, konudan konuya geçildiği, netice itibariyle insanlardan nice akıl, fikir ve ilim sahiplerinin de Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu kabul etmedikleri, hatta çok Müslümanların da İs*lâmın istediği tarzda Kur’ân’ın ulviyetini anlamayıp şüpheler içinde yuvarlandıklarını ileri sürmektedirler.
Bu sualler şeytanın, 20. asırda yaşayan Müslümanların, genel olarak tüm insan*lığın önüne koyduğu tuzaklar olup gerçekten birçok kimse, bu suallerin ağırlığı al*tında ezilmişlerdir. Fakat Üstad Bediüzzaman bu sualleri öylesine tahlil edip ele al*mıştır ki, onların tutarsız olan taraflarını ortaya koymuş gerçek sual olmayan, tuzak sualleri tersine çevirerek, şeytanın kemendini kendi başına dolamıştır. Neticede İ’*cazı reddettirmek için vasıta yapmak istediği o soruları, Kur’ân’ın Allah kelâmı ol*duğuna ispata götüren yollar haline getirmiştir. Ayrıca bunlar dil ile ilgili konular omadığından, Arapça bilmeyi gerektirmediğinden, konuları kavramayı her dilden insana mümkün kılmıştır.
Bu sual ve cevaplar onun başından geçen bir hayali vakada cereyan ettiğinden, yaşanmış bir tecrübe kuvvetini ve heyecanını da dile getirdiğinden, oldukça etkile*yicidir. Camide huşu içinde Kur’ân dinlerken şeytan bu şüpheleri, sûret-i haktan gö*rünerek ufaktan ufağa ilka etmiş, cevaplarını aldıkça sepetindeki bütün pamukları dökmüş, sonunda süklüm büklüm uzaklaşmıştır. Şeytanın vesvesesini reddetmesin*den hemen sonra, yapılan tartışmayı mücmel olarak 1920’de Lemeat’da yazdı. Öyle anlaşılıyor ki istifade edenlerin daha yaygın olması için bu sefer biraz daha tafsilatlı olarak on yıl sonra, yazdıklarını genişleterek Mektubat isimli eserinde istifa*deye sundu.
Bunları müellif soru cevap tarzında şeytanla ciddi bir tartışma sûretinde yazmıştır ki bunun, ilgi çeken, şevk veren bir uslüp olduğu malumdur. Şimdi bunu bir değer*lendirme şekline dönüştürüp monoton bir tarzda benim, indirek bir uslüpla anlat*mam sıkıcı olacaktır. Bilindiği üzere okuyucuların ilgisini çekmek için monoton bir fikir serdi, zaman zaman yazarlar ve hatipler tarafından sual cevap haline getirilir. Bu konu ise, zaten aslında sual-cevap tarzında te’lif edilmiştir. Onun için ben indirek uslüp yerine, direk uslübu kullanacağım. Sadece özetleyip sadeleştirmekle yetine*ceğim. Ta ki tartışma heyecanını değerli muhataplarım seyretme imkânı bulabilsin*ler.
Şeytan şöyle dedi:
- Sen Kur’ân’ı pek üstün, çok parlak görüyorsun. Tarafsız düşün, yani bir de beşer kelâmı olduğunu farzet. Acaba o meziyetleri görecek misin?
Gerçekten ben de ona aldanıp beşer kelâmı farzettim. Gördüm ki: Nasıl meselâ Bayazıt’ın elektrik akımı kesilince ortalık karanlığa düşer. Aynen onun gibi böyle bir bakış ile Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki benimle ko*nuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan medet istedim. Birden kalbime bir nur geldi, güçlü bir müdafaa kuvveti verdi. Şeytana dedim ki:
- Ey Şeytan! Tarafsız muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insanlardan olan maiyyetinin uygulandığınız tarafsızlık, aykırı tarafı tut*maktır. Muvakkat bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a beşer kelâmı diye bakmak, aykırı tarafı esas tutmaktır. Batılı benimsemedir.
Gerçekten bu noktada insan, tarafsızlık aşkına Şeytana aldanabilir. Oysa hakla batıl konusunda tamamen tarafsız olmak makul olmaz. Meselâ, kâinat vardır ve bunda kudret, ilim, sanat, hikmet, irade her taraftan tezahür etmektedir. Bunlar da bu nizamın bir Yaratıcısı olmasını gerektirir. Şimdi en basit bir masanın, bir saatin bile ustasız olamayacağını hayat boyunca tecrübe edip bilirken, bunlar hakkında us*tanın varlığı ile yokluğunu eşit durumda düşünmezken, ondan yüzlerce defa daha hârika olan kâinat nizamını incelerken, tarafsız muhakeme adına, Yaratıcının varlığı ile yokluğunu müsavi saymak, asla makul olamaz. Şu halde, bütün tecrübe ve göz*lemimiz Yaratıcısının varlığı yönünde olduğundan, bu yönde delil varsa, onlar da öbür delillere eklenmelidir. Yokluk tarafına delil olursa, ancak bu durumda o delil üzerinde düşünmelidir.
Keza Kur’ân muazzam bir eserdir. Kâinatın Yaratıcısına layık bir açıklamadır. On dört asırlık tecrübe de bunu göstermiştir. Zira ona uyanlar manen ve maddeten yükselmişlerdir. Böyle olunca ve bizim ferdî gözlem ve değerlendirmemiz de genel kanaate uyuyorsa, bu taraf ağır basmalıdır. Gerekçesi olmaksızın, olumsuz tarafı tutmak menfiliktir, münkirliktir. Faraza, ona lâyık olmayan yönler bulunursa, ancak o takdirde, bu delil değerlendirmeye katılmalıdır. İşte bir kere de böyle yapınca, göğe layık olan ve gökte bulunan yıldızı yere indirdikten sonra, bütün deliller kuv*vetinde bir tek kuvvet lâzımdır ki onu semaya yerleştirebilsin. Bu da adeta imkânsız bir şeydir.
Şeytan:
- Öyle ise beşer kelâmı farzetmekten vazgeçelim, ne Allah’ın kelâmı, ne de beşerinki deme. Ortada farzet!
Ben dedim:
- O da olamaz. Zira bir malda iki kişi hak iddia ettiğinde bakılır: İki dâvâcı biri*birine yakın ise, o vakit o mal ya bir başkasının elinde kalır veya ikisinden başka bi*rinin elinde veya her ikisinin elleri yetişecek tarzda bir yere bırakılır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir. İşte Kur’ân pek kıymetli bir maldır. Beşer kelâmı, Ce*nab-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf öylesine uzaktır. İşte seradan Süreyya’ya kadar, birbirinden uzak o iki taraf arasında bırakmak mümkün değildir.
Hem ortası yoktur. Zira varlık ve yokluk gibi iki zattır. Öyle ise Kur’ân için elsa*hibi (zilyed) Allahın tarafıdır. Öyle ise onun elinde bırakılıp öylece isbat delillerine bakılır. Eğer öteki taraf onun kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütürse, ancak o zaman elini ona uzatabilir! Yoksa uzatamaz.
Heyhat! Binlerce kat’i burhanların mıhlarıyla Arş-ı azama çakılan bu pırlantayı, bütün münkirler biraraya gelse bile ellerini uzatıp oradan ayıramazlar.
İşte ey şeytan! Sana rağmen, insaflı kişiler bu sûretle olan, gerçekçi muhakeme ile durumu değerlendirirler. Küçük küçük delillerle devamlı sûrette imanlarındaki yakîn fazlalaşır.
Çok kişi tarafından taşınan bir yükü, meselâ değerli bir naaşı götürenler pek ağırlık hissetmezler. Her biri parmağının ucunu dokundurması ile tabut havada gi*der. Fakat tabut yere indikten sonra, güçlü de olsa bir kişinin kuvveti onu kaldır*maya yetmez.
Kur’ân beşer kelâmı farzedilse, yani Arşa bağlı o muazzam pırlanta yere atılsa, çok burhanların sağlamlığında bütün mıhların kuvvetinde birtek burhan lâzım gelir ki, onu yerden kaldırıp Arş-ı maneviye çıkarabilsin. Bunu başarmak ise pek zor ol*duğundan, bu zamanda çok kimse imanını kaybetmektedir.
Şeytan dönüp dedi:
- Kur’ân beşer kelâmına benziyor, onların konuşmaları şeklindedir. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışmalı, her yönden harikulade olmalı. Nasıl Onun sanatı beşer sanatına benzemiyorsa kelâmı da benzememeli?
Cevaben dedim:
- Nasıl Peygamberimiz (a.s.m.) mucizeleri ve hasaisi dışında aynen diğer insan*ların tabi olduğu şartlara tabi olurdu. Bunun hikmeti: Ümmetinden olan insanların maruz kalacağı herşeye maruz kalarak, bütün o durumlarda insanlara örnek tutumu göstermesidir. Yoksa örnek alınamazdı. İşte Kur’ân-ı Kerim de bütün insanlara ve cinlere rehberdir. Zira bütün âlem dersini ondan öğreniyor. Meselesini onun lisa*nıyla zikrediyor, âdâb-ı muaşereti bile ondan öğreniyor.
Hz. Musa’nın (a.s.) Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsa idi, beşeriyet onu dinlemeye tahammül edemezdi. Keza işlerinde, ihtilaflarında Ona başvuramaz*lardı.
Nitekim, özellikle Arapça bilmeyen bizim gibi milletlerin çocukları, Kur’ân’ı bir nağme, lahuti bir şey sanır. Şahsen ben ortaokul çağımda Kur’ân’ı böyle düşünmü*şüm. Birgün âyetin mealini işitip onun da bizim konuşmalarımızda olduğu gibi mâ*nâsının olduğunu öğrenince hayli tuhaf olmuştu. Benzeri halet-i ruhiyeyi müteaddit şahıslardan işittim. Bu durum şunu gösteriyor: Çocukları küçük yaştan Kur’ân’ın mânâsı ile tanıştırmalıyız.
İşte şeytan bundan bir yol bulmaya çalışarak, Kur’ân tamamen farklı değil, insanların konuşmaları tarzında, diye insanı şoke etmek istiyor.
Üstad Bediüzzaman ise, Şeyta’nın bu silahını onun aleyhine döndürüyor: Bizim anladığımız, konuştuğumuz mânâda kelâm olmayacak ne demek? Elbette olacak! Ya ne zannediyorsunuz? Böyle olmazsa asıl o zaman eksiklik olurdu. Kur’ân sadece okunup dinlenen bir nağmeden ibaret değil, hakikatleri insanlara ders veren bir ke*lamdır, bir kitapdır” diye susturuyor.
Fakat Kur’ân beşer kelimelerini istiare etse de, onun yeri hep müstesna kalır: Mensuplarının örnek alma, muarızlarının ona benzer söz söyleme gayretlerine rağ*men 1400 seneden fazla zaman boyunca yazılmış Arapça kitaplardan hiçbiri Kur’*ân’a benzemez. Demek ki Kur’ân beşer dilini kullanmasına rağmen beşer kelâmın*dan farklıdır. Bu farklılığı sıradan bir insan bile ayırd edebilir.”
Şeytan yine dönüp dedi ki:
- Kur’ân’daki meselelerin benzerlerini bazı zatlar din namına söylüyorlar. İnsan*ları din yolu ile düzeltmek isteyen bir beşer böyle bir kitap hazırlamış olamaz mı?
Cevab: Evvela, dindar bir insan, dine bağlılığı sebebiyle, hakikat budur der. Al*lahın emri böyledir der. Yoksa Allahı kendi keyfine göre konuşturmaz. Kur’ân, Al*lah adına yalan uydurandan daha zalim kimse olamaz, derken dine inanan bir insan hiç bunu yapabilir mi?
Saniyen: Birbirine seviyesi yakın olanlar birbirlerini taklid edebilir, fakat bu da muvakkat olur. Zira dikkatli kimseler çok geçmeden işin farkına varırlar. Şayet sah*tekârlık ederek bir kimse, seviyece çok altında olduğu birinin kılığına girecek olursa, meselâ bir çoban, kendisini İbn Sina diye kabul ettirmek istese, zaten hiç kimseyi kandıramaz, etrafa maskara olur. İşte Kur’ân-ı beşer kelâmı farzeden kimse, adeta bir ateş böceğinin rasadçılarca bin sene boyunca gerçek yıldız göründüğünü kabul etme durumuna düşer. Sahtekâr bir müstahdem, bir ömür boyu, profesör kürsü*sünde ders verdiği halde hiç falso yapmasın, hep doğru bilgiler versin. Sorulan so*rulara doyurucu cevaplar versin. Bu mümkün olan bir şey değildir.
Salisen: Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğunu farzetmek, tesirleriyle insanlara hayat ve mutluluk veren bir eserin, etrafını almış bulunan dikkatli, meraklı, üstün zekâların senelerce inceledikleri halde hiçbir yapmacık göremediklerini kabul mânâsına gelir ki, mümkün değildir.
Rabian: Hayatı tam bir denge ve intizam içinde geçen, bedevileri medeni mil*letlere Üstad eyleyen, prensipleri ile İslâm ordusunu iki cihanı fethedecek bir niza*ma kavuşturan, o muazzam ordunun bütün ferdlerinin akıllarını, kalblerini, ruhlarını terbiye edip geliştiren, ahlâkın en ileri derecesinde olan, yakından tanıyanlara uğ*runda canlarını feda ettirecek derecede kendisini sevdiren, Muhammedul emini, haşa, Allah’ı bilmez, Allah’tan korkmaz ve Allah adına yalanı, rahatlıkla uydurup söyler kabul etmek lâzım gelir ki yüz derece imkânsızdır.
Çünkü bu meselenin ortası yoktur: Kur’ân ya Arştadır. Yahut yerdedir. Arştan düşerse ortada kalmaz. Yerdeki en sahtekâr birinin, en düzmece bir uydurması saymak gerekir. Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen bile, bozulmamış hiç bir aklı kandırıp bu iftiraya inandıramazsın.
Şeytan:
- Nasıl kandıramam; işte insanların en zekilerinden bir çoğuna Kur’ân’ı ve Mu*hammed’i inkâr ettirdim.
Cevap
a) Evvela: Çok uzaktan bakınca, en büyük şey, en küçük şey görünebilir. Dün*yadan daha büyük bir yıldız, uzaktan bir mum kadardır denilebilir.
b) Sathi bir nazarla, muhal bir şey mümkün zannedilebilir.
c) Kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir ilgisizlik, cehilce bir hükümsüz inkâr eden kabul-i adem içindedir, aklı hareket etmeye mec*burdur. Aklını kaybetmedikçe de bunu kabul edemez. Hem ey şeytan! Batılı hak, muhali mümkün gösteren gaflet, dalalet, safsata, inad, mağlata, mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, imkânsızlıklar ihtiva eden küfür ve inkârı, bed*baht insanlara yutturmuşsun.
d) Kur’ân’dan istifade eden, onu en parlak rehber görerek, ilimde, irfanda, ah*lâkta yükselen milyonlarca örnek insanı bu vasıflarının zıdları ile tavsif etmeyi ge*rektirir ki aklı olan hiç kimse bunu iddia edemez.
Elhasıl:
Sıradan kimse Arapça binlerce kitabı ve Kur’ân’ı okuyup dinledikten sora: “Kur’ân hiç birine benzemiyor, ya hepsinin dûnundadır veya fevkindedir. Altında olduğunu düşmanları bile iddia edemediğine göre, hepsinin üstündedir.”
İşte ilm-i usul ve fenn-i mantıkça, sebr ve taksim denilen en kat’i hüccetle deriz ki: Kur’ân ya Rabbülalemine yakışan kelâmıdır, yahut ahlâksız, Allah’tan korkmaz, insanlardan utanmaz birinin düzmesidir. Geçen delillere karşı sen bunu diyemedin ve diyemezsin. Öyle ise, Rabbimizin kelâmıdır. Çünkü bu işin ortası yoktur, ortası olması da imkânsızdır. Kur’ân ve Hz. Muhammed aleyhinde bu iddiayı ileri sürecek kimse çıkamaz. Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bile diyorlardı: “Muhammed çok akıllı idi, güzel ahlâklı idi.” Mademki bu mesele iki şıkka münhasırdır ve madem ikinci şık imkânsızdır, madem bu meselenin ortası yoktur. Öyleyse Kur’ân Kelâmul*lah, Muhammed Resulullahdır.
İşte ey şeytan! Şimdi başka bir sorun varsa söyle!
- Bunlara karşı gelemem. Fakat çok ahmaklar var ki beni dinliyorlar. Ve insan sûretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar. Senin sözlerin gibi eser*lerin yayılmasına sed çekerler. İşte bundan ötürü, sana teslim-i silah etmem!
Görüldüğü gibi, merhum Bediüzzaman’ın bu delilinin hülasasının hülasası şudur: Kur’ân ya Rabbü’l-âleminin sözüdür yahut beşeriyet içinde-hâşâ-en sahtekâr, en ahmak, en utanmaz, Allah’ı tanımaz ve Onu saymaz birinin düzmecesidir. İkinci ih*timali en azılı bir düşman, en inatçı bir münkir bile iddia etmemiş ve edememiştir. Bilakis Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Resulullah olduğunu kabul etmeyenler onun akıllı, tedbirli, güzel ahlâklı, dürüst olduğunu söylemişlerdir. Oysa birinci ihtimal le*hinde büyük küçük pek çok delil vardır. Yani Kur’ân, Âlemlerin Rabbine yakışan bir kelâmdır. Öyleyse ikinci ihtimal bâtıl olduğuna göre, ister istemez birinci önermenin doğruluğu kesinleşmektedir. Böylece, Arap dili ve belagatına vakıf olmayan Kur’ân talebeleri bile hizb-i şeytanı susturacak bir hüccet elde etmektedirler.
____________________
1 Prof. Dr. SUAD YILDIRIM
1941’de Diyarbakır-Ergani’de doğdu. Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi (1959), Ankara Üni*versitesi İlahiyat Fakültesi (1964) mezunu. Doktorasını aynı fakültede tamamladı (1973). Diya*net İşleri Başkanlığı’na bağlı müftü yardımcılığı, müftülük (1964-65) ve müfettişlik (1967-68) gö*revlerinde çalıştıktan sonra Erzurum A. Ü. İslâmî İlimler Fakültesi’ne doktor asistan oldu (1968). Burada doçentlik ve profesörlüğe yükseldi (1987). 1987’den sonra bir müddet Riyad İmam Mu*hammed Üniversitesi Medine İslâm Tebliği Fakültesi’nde dersler verdi. 1993’te Sakarya Üniver*sitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığına getirildi.
İslâmî ilimler konularında inceleme ve araştırma yazıları Yeni Devir (1977-82), Sızıntı (1979-85), Altınoluk (1987-89), İslâm (1982-89), Yeni Ümit (1988-95), Zaman (1987-95) gazete ve dergilerinde aralıklı olarak yer aldı. Telif eserleri dışında, Arapça ve Fransızcadan çevirileri vardır.
Eserleri: Kitab-ı Mukaddes, Kur’ân ve Bilim (M. Bucaille’den, çeviri, 1981), Peygamberimi*zin Kur’ân’ı Tefsiri (1983), Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân İlimlerine Giriş (1983), En Mühim Mesaj: Kur’ân (M. Draz’dan, çeviri, 1985), Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık (1988), Tefsir-i Kebir (Fahreddin Razi’den, çeviri, bir heyetle birlikte, 1988).
-
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1995
MESNEVÎ-İ NURİYE METİNLERİNİN POETİK YÖNÜ
HASAN EL-EMRÂNÎ 1
Mukaddime
Kudâme b. Ca’fer’in (260-327 h.) ortaya koyduğu tarif doğrultusunda şiir mef*humunu zorlaştıran bir durum yoktur; hatta kınından sıyrılmış kılıç gibi âşikârdır. Kudâme şöyle der: 2
“Şiir: Bir mânâya delâlet etmek üzere vezinli ve kâfiyeli olarak söylenen bir sözdür.”
Bu tarif, şiirin zahirî görünümü üzerine kuruludur ve dolayısıyla içindeki cevher gözardı edilmiştir.
Genelde yaygın olan tarif bu şekildedir. Ancak, eski ve yeni önde gelen şairler ve âlimlerce bu tarif pek benimsenmemiş, kabul görmemiştir.
Belirttiğimiz bu konuyla ilgili delil olabilecek en eski kaynaklardan birisi, Abdül*kâhir el-Cürcânî’nin Hasan b. Sâbit’le ilgili olarak söylediği şu sözleridir:
“Abdurrahman b. Sâbit henüz bir çocukken, babası Hasan’a döndü. O bir yan*dan ağlarken, bir yandan da şöyle diyordu: ‘Bir kuş beni ısırdı (soktu).’ Hasan ona, ‘Onu kovala ey oğlum!’ dedi. Oğlu şöyle dedi: ‘Entarimin üzerini adeta sarmıştı ve ısırması (sokması) eşekarısı gibiydi.’ Bunun üzerine Hasan şöyle demekten kendini alamadı; ‘Vallahî oğlum şiir söyledi.’ ” 3
Hakikaten Hasan, Abdülkâhir el-Cürcânî’nin söylediği gibi, oğlu Abdurrahman’ın şairliğine veya onun tabiatindeki ve zihnindeki şiire yatkınlığı müşahede etmişti. Gerçi o vezinli ve kâfiyeli bir kelâm serdetmemişti. Ancak bu şairâne teşbih çok gü*zeldi.
Şiir rûhuna sahip olmayan birisi için vezin ve kâfiyenin bir yardımı olmaz. Bu konuda Hasan’a Amr b. el-Âs’ın bir şiiri okunduğunda onun verdiği şu cevap mani*dardır; “Amr bir şair değildir, lakin o gayet akıllı birisidir.” 4 Aynı şekilde, İbni Se*lâm’ın (139-231 h.) İbni İshak tarafından bazı nazm nassleriyle ilgili rivayetleri hak*kında şu ifadeleri kullanmasında görmekteyiz; “Bu bir şiir değildir. Olsa olsa kafiye*lerle te’lif edilmiş bir kelamdır.” 5
Malumdur ki, Hasan b. Sâbit ve Abdülkâhir el-Cürcânî en eski şiir üstadlarıdırlar. Şiir alanında en asil ve en tanınmış bir konuma sahiptirler.
Müslüman filozoflar bu konuyla fazlasıyla ilgilenmişlerdir. Bunlardan birisi Fara*bî’dir ve şöyle der; “Eskilere göre şiirin dayanağı ve cevheri, onun kendisiyle anla*tılan esas olayla uyumlu bir söz olmasıdır. İçindeki sair anlatılanların, dayanak ve cevher mesabesinde olma zarureti yoktur. Zira bunlar şiiri daha değerli kılacak yan unsurlardır. Şiirin temel direklerinden en büyüğü anlatılan olay, en küçüğü ise ve*zindir.” 6
Farabî, şiîrî sözle hitâbî söz arasını ayırdeder ve şöyle der; “İkna edici söz söy*leme konusunda belirli bir seviyeye sahip bulunan, bu doğrultuda gayet muknî ve vezinli kaviller ortaya koyan şairlerin çoğunun bu sözleri insanlar tarafından şiir ola*rak telakkî edilir. Ancak bunlar, hitâbet metoduyla ortaya konulmuş hitâbî kaviller*dir.” 7
İbni Raşîk (390-456 h.) bazı kitaplarında, yeni bir unsur olarak “kasd ve niyet”i de bunlara ilave ettikten sonra, 8 Kudâme’nin şiir hakkındaki kavlini alır. Aynı kita*bın bir başka yerinde, şiirin cevherine yakın bir tarifle, şiiri tarif eder ve şöyle der; “Şâire, şâir denmesinin sebebi, başkalarının şuûruna varamadığı şeyleri kavramış olmasıdır. Eğer ki, bir şair yeni bir mânâ ortaya koymamış ve bir şeyler bulamamış veya bir lafzın içinde mânâları ifade edememiş ise, o kimsenin şairliği hakikî değil mecazîdir. Onun yaptığı tek şey vezinli söz söylemektir. Bana göre bu bir fazilet değil, bir kusurdur.” 9
İbni Haldûn da bu sözlerden farklı şey söylemez; “Arûz vezniyle söz söyleyen*lerin kavilleri haddizâtında vezinli ve kâfiyeli kelamlardır. Bizim kasdettiğimiz şiirin ne yapısı, ne de resmi buna uymaz. Onların şiir konusunda nazara aldıkları san’atlar, sözlerdeki i’râb, belâğat, vezin ve husûsî kalıplardır. Onların bu anlayışı bize göre bir değer ifade etmez. Dolayısıyla, bu konunun hakikî yönünü ifade etmek üzere bir tarif yapmamız gerekecektir. Deriz ki: Şiir, istiâre ve evsâf üzerine mebni, vezin ve rivayet açısından bütün cüz’leriyle müttefik, içindeki cüz’lerden her birisi amaç yö*nüyle mâkabli ve mâba’dinden müstakil ve Arabların kendine mahsûs üslûpları üzere cârî belîğ bir kelamdır.” 10
Açıkça görülmektedir ki İbni Haldun, vezin ve rivayet gibi diğer unsurlara intikal etmeden önce, belâğat-ı kelâm, istiâre ve evsâf ile işe başlamaktadır.
Eleştirmenler ve filozoflar, nazm ve şiirsel söz arasındaki bu çekişmede ayrılığa düşmüşlerdir. Zira, yukarıda Farabî’nin sözüyle vurguladığımız manzum hitâbî söz*lerdeki gibi şiirsel yönü olmayan bir nazm bulabiliriz. Diğer yandan, nazm unsurları taşımadığı halde, şiirsel bazı sözlerle de karşılaşabiliriz.
Modern ve muasır batılı eleştirmenler de bu durumdan uzak değillerdir. Hatta T. S. Elliot ses ağırlıklı olarak şiirdeki musîkiye hiç azımsanmayacak bir değer verir. Ona göre, bir kelimedeki ilk mânâ ile onun çağrıştırdığı ikinci mânâ arasındaki irtibat bu yolla kendini gösterebilir.
Buraya kadar anlatılanlar ışığında, manzum olmayan metinlerde de şiirselliğin bulunabileceğini anlamış bulunmaktayız.
El-Câhız, şiirin tercümesini imkânsız görmektedir. Çünkü, bu yöndeki bir teşeb*büs, “ondaki vezin yapısını iptal edecektir.” 11 Biz de deriz ki; Tercüme yoluyla şiirlik özelliğini kaybetmiş bir şiirin, şiir olarak kabul edilmesi düşünülemez. İşte biz*ler Celâleddin’in Mesnevî’sini, El-Attâr’ın Mantıku’n-Tayr’ını, El-Hayyâm’ın Rubâiy*yât’ını okuyoruz. Bu kitapları tercümelerinden okumamıza rağmen. İçindeki şiirsel heyecanın hala sönmediğini hissedebiliyoruz.
Bu açıdan Bediüzzaman, her ne kadar manzum olarak kelâm serdetmese de bir şairdir. Hatta “Bediüzzaman şair bir nefis, ince bir ruh, müştâk bir kalp, ince ve na*rin bir vicdan sahibidir. ‘Büyük şair’ olma sıfatlarının tamamına sahiptir. Ancak o, şiir söylememiştir. Yani o, tıpkı şairlerin nazım olarak yazdıkları gibi manzum ifadeler kullanmamıştır. Ancak Mesnevî isimli eserinde söyledikleri nesr üslûbunun ayırdedici özelliklerini, şekil ve kalıp olarak bir takım vasıflarını taşıyor olsa bile, şairane bir ruha sahiptir. Fikirlerindeki derinlik, mânâlardaki inceliğin yanısıra kulağa ve ruha hoş gelen ifadeler yüklüdür.” 12
Şiirsellik açısından bazı unsurlar olmasa da, bu özelliği aksettiren esaslar nelerdir?
Bütün söylediklerimizden hareketle, Mesnevî-i Nûriye metinlerinde görülen şiir*selliği ele almak büyük önem arzetmektedir. Burada, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’*nin Mesnevî’si ile karşılaştırmalı olarak ele bu konuya eğileceğiz. Zaten bu çalış*mamızdaki temel hedef de budur. Tevfîk yalnız Allah’tandır.
Bediüzzaman Said Nursî’ye göre bir metindeki poetik (şiirsel) yöne yaklaşımını ele almak açısından, Mesnevî-i Nûriye isimli eserinin şiir ve edebiyatla alâkalı bir çok eleştirel bakışları ihtiva ettiğine işaret etmemiz faydalı olacaktır. Aynı zamanda oku*yucunun büyük bir engelle karşılaşmadan ve duraksamadan kavrayabileceği tarzda bediî metinler bu eserde yer almaktadır. Özellikle risalelerinde takdim ettiği ruhî münâcâtlarında bu durum açıkça görülmektedir. Bunların başında genelde şuna benzer açıklamalar yer alır; “Bu parçalar şiire benzer, fakat şiir değiller. Kasdî naz*medilmemişler. Belki, hakikatların kemal-i intizamı cihetinde bir derece manzum sûretini almışlar.” 13 Bu ifadelere rağmen, zikredilen ifadeler şiirin bütün özellikle*rini taşımaktadır. Dahası, el-Halil’in tef’îlât kalıplarına ve özellikle Recez (müstef’ilen*ne) kalıbına uygun şekilde, vezinli olarak ifade edilmiştir. İşte böyle bir fikrî cezbe esnasında söylediği şu sözleri bizi doğrular mahiyettedir:
“Şânı ne yücedir Onun (c.c.) ki, ziya hamdeder Ona envarıyla,.
Su ve hava nehirleri ve fırtınalarıyla,
Ve gökyüzü ve ağaçlar kuşları ve meyveleriyle,
Ve bulutlar ve gökyüzü yağmurları ve kamerleriyle,
Onun tenviriyle ziyanın parıldayışı, Onun teşhirindendir,
Onun estirmesiyle havanın dalgalanışı, Onun tavzifindendir.
Onun teshiriyle suların fışkırışı, Onun tedhîrindendir (depolamasındandır),
Hepsi Kadîr (c.c.) için gayet beliğ, gayet açık birer medihtir.
Onun tedbîri ile taşların süslenmesi, Onun tasvîrindendir,
Onun tezyîniyle çiçeklerin gülümsemesi, Onun tahsînindendir,
Onun in’amıyla meyvelerin boy göstermesi, Onun ikramındandır.
Hepsi Fâtır (c.c.) için gayet güzel ve zâhir birer şükürdür.
İşte bu şekilde, Recez kalıbıyla ifade edilen bu güzel cezbe-i fikriyye sürüp git*mektedir. buna ilave olarak kafiye çeşitlerinden ortaya çıkan ses renkliliği de kendini göstermektedir. Acaba bu, tef’îlî (aruz vezniyle yazılmış) veya serbest şiir olarak anılan “Tenğîm” 14 üslûplarından bir tanesi değil midir? Bediüzzaman’ın bu ifade*leri bir şiir olarak nitelendirmemesi tevazû babından kabul edilemez mi? İşte bütün bu söylenenlerden hareketle, uygulamaya bakmaktan kendimizi alamıyoruz.
Eleştirmenlerin ve edebiyatçıların şiir mefhumunu ve yapısını sınırlamaya, şiirsel metinlerin unsurlarını açıklamaya, ondaki husûsiyetleri ibrâz etmeye ve konumunu tarif etmeye büyük özen göstermeleri mantıklı bir haldir. Bu açıdan, önem verilen bu noktalara uyulması onlar açısından tabii olarak gereklidir. Ancak gerçek olan bir diğer nokta ise, ayrıcalıklı bir derinliğe ve anlayışa sahip olup da geniş tasavvurlara ve mefhûmlara ulaşarak, bir takım hakikatleri elde edenlerin çoğunun gerçek mâ*nâda ne eleştirmen, ne de edebiyatçı oluşudur. Bunlardan bazıları filozof, bazıları müfessir, bazıları tarihçi, bazıları da sosyologdurlar. Yunan filozoflarından Socrates’*in, Eflâtun’un ve Aristo’nun, Müslüman bilginlerden İbni Sinâ, İbni Rüşd, Farabî, Taberî, Ebî Hayyân-ı Tevhîdî, Ebî Hayyân-ı Endelûsî, İbni Esîr ve İbni Haldun’un eserlerine ve onlardan etkilenen diğer âlimlere bakacak olursak, bu iddiamızın ne kadar doğru olduğunu görürüz.
Buradan hareketle Bediüzzaman’ın şiir anlayışını ele alırken ve onun açısından nazari ve tatbikî olarak bir metnin poetik yönünü beyan ederken yeni bir şey or*taya atmış olmuyoruz. 15
Telif ettiği eserlerin delaleti vechile Bediüzzaman, bir yazar, bir âlim, bir müte*fekkir, derin ve geniş görüşlü bir edîbdir. Bir çok meseleye bir uzman nazarıyla yaklaşmış, taklidden uzak husûsî bir nazarla konuları ele almıştır. Bazı edebî konulara temas ederek, bunlara yeni bir bakış açısı getirmiş, okurlara özel bir zevk tattırmış*tır. İmanî edebiyat direği üzerine derinlik ve yenilik dolu geniş bir kompozisyon tesis etmiştir.
Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye’de arzettiği edebî noktaları baştan sona anlat*mak çok güçtür. Ancak bizler, anlaşılması öncelikle gerekli bazı hususlar üzerinde durmakla yetineceğiz. Ta ki, bu zâtın nazarındaki poetik anlayış tam olarak kendini gösterebilsin.
Edîb ve Kur’ân
Kur’ân-ı Kerim, içindeki acâibi nakzedilemeyen ve bir benzerinin getirilmesinden aciz kalınan Allah’ın kitabıdır. O, beyan açısından bir mu’cizedir. İnsanlar arasındaki ediblerden hiç birisinin benzerini vücûda getiremeyeceği seviyede edebî bir merci’ olmaya devam etmektedir. Arzî olsun, semavî olsun asırlardır bu edebi özellik var olagelmiştir. Müslümanlardan olsun, diğer din mensuplarından olsun, edebî açıdan bir çok edebiyatçıya tesirde bulunmuş, böylelikle onlar Kur’ân’ın engin ufuklarına uzanmışlar, onun dipsiz deryasına dalmışlar, onun bereketli yağmurlarından kana kana içmişlerdir. Müslüman âlimlerin, i’câz kitapları gibi geride bıraktıkları sayısız edebî ve san’atlı eserlerine kendinizi bırakınız. Sonra, Kur’ân-ı Kerim’in bütün insan*lığın tanınmış ediplerine nasıl etki ettiğini şaşkınlık içinde göreceksiniz. İşte Rus Puş*kin, işte Alman Goethe, işte Fransız Victor Hügo ve daha niceleri. Kur’ân-ı Kerim onları adeta şaşkına çevirmiş gibidir ve onlar Kur’ân’ın azametini var güçleriyle haykırmaktadırlar. Hügo’nun Kur’ân hakkındaki sözleri bu iddiamızı yeterince des*tekler:
Kur’ân ezelî değil midir?
Bu konuda ilmim yok!
Veya Kur’ân mahlûk mudur?
Bilmiyorum!
Ancak O, kitapların kitabıdır.
İşte benim imanım budur:
Müslümanların inanması gerektiği gibi.
Ob der Koran von Ewigkeit sei?
Darnach frag’ ich nicht!
Ob der Koran geshaffen sei?
Das weiss ich nicht!
Dass er das Buch der Bucher sei,
Glaub’ ich aus Mosleminen-pflicht. 16
Bediüzzaman kesin bir kanaatle, Kur’ân’ın mebde’ ve hitâm (başlangıç ve son) olduğuna inanmakta ve bunu her fırsatta vurgulamaktadır. Bu hal onun kurduğu edebî çatı ve bakış açısında açıkça görülmektedir. Edebî anlayışına Kur’ân’ın yaptığı tesirle, kazandığı büyük şuur kendini bir çok yerde gösterir. Bir örnek verecek olursak:
“Bil ki! Ben yaşadığım müddetçe, Mevlanâ Celâleddin’in dediği gibi (k.s.) derim:
“Men bende-i Kur’ânem, eğer cân dârem. Men hâk-i râh-ı Muhammed muhtâ*rem.
“Çünkü ben, Kur’ân’ı bütün feyizlerin menbaı olarak görmekteyim. Eserlerim*deki hakâikın mehâsini ancak füyûzât-ı Kur’âniyedendir. Bu yüzden her bir ese*rimde İ’câz-ı Kur’âniyenin meziyetlerini bir nebze dahi olsa zikretmeden kalbim rahat etmez.” 17
O halde bir edîbin Kur’ân’dan istifade edebilmesi için, rûh-u Kur’ân’la içiçe ol*ması, Onun nûranî aydınlığına uzanması, Onun maksad ve hedeflerine ermesi ge*rekir. Diğer yandan Kur’ân’ın keşfettiği mütekâmil ve harika âlemlerin önündeki perdeleri aralayarak, buralara nazar etmesi lâzımdır. Sadece görünüşteki belâğatla ilgili özelliklerine takılıp kalmamalıdır. “Amma Kur’ân’ın hakkaniyetli ahkâmının noksan bırakıldığı meseleye gelince: Evet, beşerin hayalperest edibleri, onun hük*müne zıt bir sûrette kâinat denilen şu muhteşem kasrın esâsâtından ve mekîn desâ*tirinden ve yaldızlı taşlarından ve çiçekli ağaçlarından; yalnız nazmın bazı nukuşunu ve bir kısım meânîsini arşın sahibine verip, geri kalan semâvî yıldızları telâhuk-u ef*kâr desisesiyle yerin sakinlerine taksim eylerler...
“Evet, Kur’ân, binler makamların mukteziyatının merâtibine bakarak ve muha*tabînin hissiyatına ma’kes olan bütün mânâları kendi üslûpları içinde sararak cem’ etmiş olmasındandır ki; hem Kur’ân yetmiş bin hicâptan geçerek ervâh ve kulûbun a’mâkına girerek kudsî hitabıyla tabakât-ı beşer üzerinde seyr ü sefer edip feyzini neşr ile ünsiyet verdiğindendir ki; her devir Kur’ânı tam anlar, bilir ve onun kemâlini itiraf eyler. Demek o kitab-ı aziz, ince, rakîk ve sathî bir şey değil*dir, belki bir bahr-i zehhâr ve bir şems-i feyyâz ve bir kitab-ı amîk ve dakîk*tir.” 18
Edîb ve toplum
Yukarıda görüldüğü gibi edebiyat, Rabbanî hakikatlerin tecellî edebilmesi için, eşyânın zahirî görüntüsünün ötelerini gösteren acîb bir ayna mesabesindedir. Bu durumda edîbe ahlakî bir görev olarak lüzumlu olan şey, mesajını açık bir şekilde ortaya koyup, her hâlükârda hakka mürâat etmesidir. Hiç bir şekilde bu yoldan sapmamalı, veya edebî yönünü sapmaya bir vasıta kılmamalıdır. Bu durumda ede*biyat, bir hidayet rehberi olmasının yanısıra, topluma büyük bir vebal de yüklemek*tedir. Bir edîbin bütün gayretlerini hürriyet ve zincirlerden kurtulma dâvâsına has*retmesi doğru değildir. Çünkü ümmetin bir edîb üzerinde hakkı vardır. Dolayısıyla edîbin bu hakkı yerine getirmemesi ve ihmal etmesi câiz değildir. Zira her bir edîb, ümmetin rehini gibidir. Ümmetin gerçeklerini gözardı eden bir edîbi düşünmek bile istemiyoruz. Onun en mühim görevi, vatanına gelecek tehlikeler, sirayet edecek hastalıklar için ümmetin kulağı olmaktır. Hal böyleyken, İslâm beldelerinde Müslü*manlar arasından çıkıp da, şeâir-i İslâma ve Müslümanların akîdelerine saygısız dav*ranmak nasıl kabul edilebilir? İşte böylelerine Bediüzzaman şöyle seslenir:
“Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilan et*meye hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olan herzeler ile İslâmi*yeti lekelendirmeye kat’iyyen hakkın yoktur.
“Seni kim tevkîl etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak da*lâletini neşr ile ilan ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalâleti*ni kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhûr-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilanı, milleti dalâlete davettir, hukûk-u ümmete tecâvüzdür.” 19
Lafız ve mânâ
Lafız ve mânâ meselesi eski eleştirmenlerin ele aldıkları en önemli meselelerden birisidir. Öyle ki, güvenilir eleştirel kitaplardan hemen her birisinde bu konuya yer verilmiştir. İlk eleştirel eserlerin kaleme alındığı ikinci asırdan bu yana bu hal göz*lemlenmektedir. Örnek olarak Câhız bu alanın ilklerindendir ve kitaplarının çoğunda mezkur konulara yer vermiştir. Ne var ki, aceleci bir tavırla Câhız’ın eserlerine na*zar edenler, onun bazı hükümlerinde tenakuza düştüğü vehmine kapılırlar ve bazan lafza, bazan da mânâya eğildiğini iddia ederler. Halbuki böyle bir şey asla vaki de*ğildir. Ebî Amr’ın kendine has değerlendirmesi doğrultusunda bir konuda lafzın me*ziyetlerini zikrederken, bir başka konuda mânânın güzelliklerini ayrıntılı olarak anla*tır. Sabırlı olmayan veya Câhız’ın sabrını taşımayanlar onun bu ifadelerini tenâkuzlu olarak değerlendirir. Kaldı ki Câhız’a ait bir çok nass insanlar arasında dolaşmakta*dır. Çoğunluğu da ya anlaşılmış veya te’vil edilmiştir. Şu gelen cümlede Câhız mânânın yola serpilmiş bir hakikat olduğunu dile getirir; “Mânâlar Arab ve Acemin, bedevî ve köylünün tanıyacağı şekilde yola serpilmiş hakikatlerdir. Bunun şe’ni veznin ikâmesi, lafzın tehayyürü, mahrecin suhûleti, suyun kesreti, yapının sıhhati ve arıtmanın sağlıklı oluşudur.” 20 Câhız’ın sözlerini şerheden ve onun üzerindeki şüphe kırıntılarını izaleye çalışan veya öyle zanneden kadim âlimlerden birisi Abdül*kâhir el-Cürcânî’dir. Özellikle Delâil-i İ’câz isimli eserinde, lafızdan muradın ne oldu*ğunu beyan etmiştir. Ona göre lafız hiç bir meziyyeti olmayan müfred bir kav*ramdır. Lafzın yapısını terakki ettiren nazımdaki meziyet ise, onu muğlak ve çev*resinden kopuk bir âlemden, diğer âlemlerle bağlantılı bir âleme dönüştürür. Baş*kasından ziyade bu bağlantı, onun kendine ait bir yapıya ve varlığa kavuşmasına yardımcı olur.
Eleştirmen, lafızla mânâ arasındaki alâkayı tahdid etmek amacıyla, kendi arala*rında kullandıkları bir teşbihi zikreder. Beşinci asrın eleştirmenlerinden olan İbni Ra*şîk ise şöyle der:
“Lafız bir bedendir; ruhu ise mânâdır. Birbirleriyle olan irtibatları, ruhun cesedle olan irtibatı gibidir. Onun zayıflamasıyla zayıflar, güçlenmesiyle güçlenir. Mânâsı sağlam olduğu halde, lafzı sakat olan bir şiir nâkıstır ve sakîl karşılanır. Tıpkı, bazı bedenlerin, içlerinde ruh barındığı halde topallık, şaşılık, körlük ve benzeri nâkısa*lara maruz kalması gibi. Aynı durum, lafzı düzgün ve ahenkli olduğu halde, mânâsı zayıf olması halinde de söz konusudur. Tıpkı, bedenen sağlam olunduğu halde, bir takım rûhî hastalıklara maruz kalınması gibi.” 21
Hiç şüphesiz bu zât (İbni Raşîk) ashâb-ı zevk ve ehl-i nazardan bir kişi olarak lafız ve mânâ arasında sağlam bir irtibat kurmuştur. Bediüzzaman Said Nursî de bu alâka üzerinde duranlardandır. Ancak o, çokça kullanılan ve mânâyı ruh, lafzı cesed ola*rak ifade eden teşbihi ele alırken, bunda bir kusur görmüş veya bunun hakikati müs*takîmane bir şekilde iade etmediğini söyleyerek, önceki teşbihe itiraz mahiyetinde bir başka teşbihi takdim etmiştir. “Kelâmın lafzı, ona cesed değil belki libastır. Mâ*nâsı ise onun ruhû değil, belki bedenidir. Onun hayatı ise. mütekellimin niyyeti ve hissidir. Ruhu ise, mütekellim tarafından nefhedilen mânâsıdır.” 22 Bu ibareler, mezkur teşbihin ta’dilini ve bazı ilavelerin yapıldığını gösterir. Ta’dil, lafzın cesed yerine elbiseye, mânânın ruh yerine bedene teşbih edilmesidir. İlave ise, niyet ve hissin, metne ruh üflenmesine bir sebeb olarak gösterilmesi, yani niyetten önce mânânın vücûdunun ma’dum olduğunun ifade edilmesidir. Buna modern eleştiride “Maksadiyyet-i Nass” (metinde kasdedilen mânâ) olarak tabir edilir. Çünkü, eğer bu maksadiyyet anlaşılmazsa, nass kendi içinde kapalı kalacak, sonuçta murad edilme*yen bir şekle bürünecektir. Böylece, mürselden (mütekellim) mürsel ileyhe (muhatab) intikal eden risâle (tez) zayi olacaktır. Çünkü taşıması gereken unsurlar tamamlanmamıştır.
Teşbihin Bediüzzaman tarafından hakikat-i cesed şeklinde ta’dil edilmesine gelir*sek; Şüphesiz cesed bakîdir; fani değildir. Çünkü eşyâ (varlıklar) fenâ için değil bekâ için yaratılmıştır. Fenâ-yı hakîkinin ise vücûdu yoktur. “Cenâb-ı Hakkın şu tasarru*fatından ve şuûnatından anlaşıldı ki, arz meydanında yapılan nebatî haşirler ve neşir*ler ve sair içtimâ ve iftiraklar maksud-u bizzat değildir. Ancak bu cüz’î semereler, bir takım misal ve numûnelerdir ki, bunların sûret ve neticelerine o mecma-ı ke*birde muameleler tatbik ve icrâ edilsin.” 23
Madem ki, cesed bakîdir. Bu durumda fanî olan onun libâsıdır. Dolayısıyla mâ*nâyı lafız cesedinin ruhu olarak nitelemeye mahal yoktur. Çünkü; “Lafızların tebed*dülüyle mânâ tebeddül etmez, bâkî kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır.” 24
Ancak, cesedin bekâsı onun geldiği kaynaktan istiklâliyeti mânâsını taşımaz. Aynı zamanda onun, insanın dilediği gibi tasarrufta bulunduğu mülkü anlamını taşımaz. “Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bir emanettir. Mehasinin hep mevhûbe*dir; seyyiatın meksûbedir.” 25
Madem ki, cesed bir ödünç ve emanettir. Bunun gibi, mânâ da cesed menzile*sinde bir ödünç ve emanet konumundadır. İşte bu emanet, edîbe bir mes’uliyet yüklemektedir. Sadece bu yolla insan kendindeki cevheri ve vücûdu, her şeyin üzerinde olan hakikî hürriyeti kazanabilir. Böylece seyyid-i mahlukât ünvanını taşı*maya hak kazanır.
Lafız ve mânâ, kelâmı oluşturan en bariz iki unsurdur. Ancak kelâmın yüksek ta*bakası bazı şartları gerektirir. Bediüzzaman, kelâmın yüksek tabakası, kuvveti, hüsnü ve cemâlini dört unsurla tahdid eder; Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Halbuki, edîblerin bir çoğu sadece makam üzerinde durarak yanılmışlardır. 26 Bu mesele üzerinde kafa yoracak olursak, modern eleştirinin de bu dört unsur üzerinde durmadığını görürüz. Bir nass, muğlak ve muhtelif unsurlardan uzak olması itiba*rıyle kendi zatında bir şahsiyyete malik değildir. Bilakis bu unsurlar hakikatte “Kim dedi? Kime dedi? Niye dedi? Nerede dedi?” 27 noktasına kadar ağını ve sınırını genişletir. Bir kelâm belirli bir risâle (tez) taşır ve bir mütekellimden, yani “mür*sel”den sadır olur. Bunun da muhatabı, yani “mürsel ileyh”i bulunur. Ne var ki bir tez ancak “Maksadiyyet-i nass”ın idrakiyle ikmâl olabilir. O halde bunları sıralayacak olursak; 1. Mürsel 2. Mürsel ileyh 3. Risâle (tez) 4. Maksadiyyet
Bir kelâmın tabiatı bu dört unsurun çerçevesinde şekillenir. Bu unsurlardan biri*sinin her zail oluşunda veya farklı şekilde kendini gösterişinde, öne sürülen tez bü*yük karışıklıklara maruz kalacaktır. Kelâm eğer bir emir veya nehiy ifade ediyorsa, mütekellimin derecesi ölçüsünde bir irade ve kudreti ifade eder. Onun ulviyyeti ve kuvveti ile daha da güçlenir. 28 Buradan hareketle bazı bünyevîler (kelime ve cümle kalıplarına dikkat edenler) yanlış hükme vararak, “nass esastır, nassdan başka bir şey yoktur.” diye haykırır hale gelmişler, böylelikle adeta müellifin ölümünü ilan etmişlerdir. Aynı zamanda nassın hakikatına cahil kalmışlardır. Hiç şüphesiz nass, bir lafızlar topluluğu değildir.
Bir kelâmın arasında lügavî, sarfî (gramer), terkîbî ve delâlî açılardan irtibatlar bulunur. Ancak, yukarıda zikredilen dört unsur da söz konusudur. Zira, bunlar ol*madığı takdirde bir nass, meçhûle yelken açan bir gemi misaline dönecektir. Mez*kur bünyevîlerin müellifi adeta öldürmeleri ise, aslında nassın bizzat kendisini öldür*mek anlamına gelir. Çünkü bir nass, varlığını, delâletini ve etkinliğini ancak mür*selle, muhatabla, makamla ve maksadla elde edebilir. Bir nass, mütekellim ve mu*hatab değişmese de, maksadın ve makamın muhtelif olmasıyla değişikliğe uğrar. Makam ve maksad bir tek olabilir. Lâkin, muhatabın o anki psikolojisi, nassın tevcî*hinde ve muradın tahdidinde önemli rol oynamaktadır. Örneğin şu Hadiste Hz. Peygamberin (a.s.m.) buyurduğu gibi; “Ben-i Kureyzâ yurduna ulaşmadan ikindi namazını kılmayın.” 29
Eğer ki, mütekellim ve muhatab tegayyür ederse, mütekellim muhatab, muha*tab da mütekellim konumuna gelebilir. Bir nassın lafızları değişmedikçe, nazmı da değişmez. Muhatabın değişmesiyle çoğu zaman onun delaleti de değişir. Belağatçı*lar bu konuda bir hususa dikkat çekerek, bazı belâğat vecihlerinden bahsetmişlerdir. Mürsel ve mürsel ileyhin tegayyürüyle delaletin de tegayyür edeceğini keşfetmiş*lerdir. Böylelikle emr-i hakikî ile emr-i mecazîyi birbirinden ayırdetmişler, emr-i mecazî sîgası (kalıbı) içine duâ, tevessül, iltimâs ve benzerlerini dahil etmişlerdir.
Sonra, kelâm gerçek konumunu mütekellimle kazanır.
“Meselâ: ‘Yâ ardu’blaî mâeki ve yâ semâü akliî’ 30 yani ‘Yâ Arz! Vazifen bitti suyunu yut. Yâ semâ! Hacet kalmadı, yağmuru kes.’ Evet, temenniden neş’et eden arzular ve o arzulardan neş’et eden fuzûliyâne emirler nerede! Evet, emr-i nâfiz, büyük bir âmirin mutî ve büyük bir ordusuna: ‘Arş!’ emri nerede?” 31
Bu açıklamalara ilave olarak Bediüzzaman, okuyucusunun nazarına bir sûret yaklaştırmakta, böylelikle kelâm-ı Hâlık ile kelâm-ı mahlûku kıyaslamakta ve şu gü*zel tasviri yapmaktadır; “Evet, envâr-ı hidayeti ilham eden ve Şems ve Kamer’in Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur’ân’ın melâike-misâl zîhayat kelimâtı nerede; beşerin hevesâtını uyandırmak için sehhâr nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimatı nerede!..Evet, herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakâik-i imaniye*nin birer menbâı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer madeni ve doğrudan doğruya Arşu’r-Rahmân’dan gelen ve kainatın fevkinde ve haricinde insana bakıp inen ve İlim ve Kudret ve İradeyi tazammun eden ve hitâb-ı ezelî olan elfâz-ı Kur’âniye nerede; insanın hevaî, hevâperestâne, vâhî hevesperverâne elfâzı nerede!” 32
Şiir
Bediüzzaman’ın şiir hakkındaki değerlendirmesi, harf ve kasîde gibi şiirle bağlantı kurması, bizleri şiir ve şiiriyyete (poetik) yeniden eğilmemizi gerektirmektedir. Eğer ki şiir hak ise, o daha ziyade külliyâtla önem vermiş, cüz’iyâtı aşmıştır veya en azın*dan bu cüz’iyâttan hareketle hakâik-ı vücûdu araştırmaya koyulmuştur. Dolayısıyla Bediüzzaman, şâir (şuurlu) bir şairdir. Aynı zamanda o, şiire derin bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.
Onun bazı ibareleri şiire ve şairlere kuru gelebilir. Ancak derinlemesine teem*mülde bulunan bir kimse, onun gerçek şairlerle, kendisini şair zanneden bazı hayal*perestler arasında yerini ayırdedebilecektir. Bütün şiddetiyle şiir oluşunu haykıran ifadeler nasıl kuru karşılanabilir? Bilakis hemen her bölümünde şiir katreleri damla*maktadır.
Şiir ve harikulâdelik
Bediüzzaman’a göre şiir harikulâde bir şeydir. “Şairin, sıradan bir insanın ufkun*dan ötelerine kadar bakış açısı genişleyen ve kainatın büyüklüğü ve cemâline râm olan bir kimse” 33 oluşundan dolayı, şiir çok önemlidir. Bu sebeple şair, her za*man harikulâdeyi aramaya çabalar. Ancak, böyleleri şiirsel harikulâdeliklere kapılıp, onların peşinden koşarken çoğu zaman hezimete uğrarlar ve elîm bir sukût yaşar*lar. “Şiirin hârikulâdelerden bahsi, alel ekser adîdir.” 34 Örneğin, Arap poetiğinin tanınmış isimlerine bir göz atıp, onların yönelişlerini ve sayhalarını mukayese ede*cek olursak, bakış açıları ve değerlendirmeleri hususunda aralarındaki mesafeyi ko*laylıkla görebiliriz. Onlara göre şiir, dehşet ve harikulâdeliği taşımalıdır. İşte bunlar*dan birisi şöyle der; “Günümüz şiiri, adî ve umûmi olmayan bir kelâmdır: Şüphesiz o, sınırları belirtilecek olursa, harikulâdedir.” 35
Adonis’in bu iddiasından en az yarım asır öncesi Bediüzzaman’ın keşfettiği haki*kat de bu değil midir?
Uygulama safhasına geldiğimizde, modern Arap ediplerinin önde gelenlerinden ne elde edebiliriz? Soğuk ve ruhsuz kelâmlardan başka hiç bir şey. Hiç şüphesiz, bunlardan harikulâdelik aranmaz. Olsa olsa, mânâsız hayallerden ibaret bir takım zır*valar olabilir. İşte bu acziyetin en ileri boyutlarını gösterir. Eğer harikulâdelik matlû*bumuz ise, poetik (şiirsel) dille hakâik-ı vücûda alabildiğine yakınlaşmamız gereke*cektir. Daima âdet putlarına boyun eğip, onun günahlarına kendini esir etmiş bir kimse nasıl harikulâdeye ulaşabilir? Arzî, meşhûd, mahdûd ve ma’hûd (bağımlı) bir kimse, “Günümüz Arab şiiri, şiir-i arz vasfı verilebilecek seviyede dünyaya sım sıkı sarılmıştır” 36 ifadesinde kendini bulan bir yolla, âdet zincirlerini kırarak nasıl ulvî bir şiirselliği yakalayabilir? Poetik açıdan harikulâdelik, içindeki hakâik-i cevheriyyeyi keşfedebilmek için, ancak bu dünya hayatı üzerindeki perdeleri yırtmaya güç yeti*rebilecek bir kişi tarafından ortaya konabilir. Aksi takdirde, sınırlı bir görüş açısına mahkûm olup, bu hakikatleri göremeyecektir. Tıpkı Kur’ân-ı Kerim’de verilen şu örnekte olduğu gibi; “Onlar dünya hayatını zahiren çok iyi bilirler; ancak onlar, ahi*ret hayatından gafildirler.” 37
Ahiret hayatından gafil olanlar aynı zamanda, bu dünya hakikatinin batınına ve hakâikine karşı da gafildirler. Zahiri ve a’razlarıyla bağlantılı olan içyüzünden de ga*fildirler. Buradan hareketle, böylelerinin harikulâdeliğe ulaşmaları asla mümkün ol*maz. Olsa olsa harikulâdeliğe hevesli bir tavır sergileyebilirler.
Harikulâdelikle muttasıl olan hakikatler, hareket yönüyle iman, fiil, tahavvül, bir nebze sükûn, sebât ve taklîddir. “Mümkin ünvanı altındaki eşyanın vücûdunda te*gayyür var. Yani keyfiyetleri, halleri değişir. Binaenaleyh, mümkin olan bir şeyin daima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması, o şeyin ahvâl ve keyfi*yetleri için bir nevi âdemdir. Âdem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. Bina*enaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahvâl ve şuûnatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş’et eden teessürât, teellümât, bir cihetten çirkin ise de, birkaç cihetten de güzeldir.” 38
O halde, hakiki şiir, külliyâta önem verir; cüz’iyâtla ise ancak küllîye bir yol bu*lunuyorsa ilgilenir. Beyânın kemâli ise tafsîlden kaçınarak, tafsîlin icmâli bir şekilde ifade eder şekilde bir lemha ve işaretle iktifa etmektir. Kur’ân-ı Kerim’in beyandaki tarzı işte budur. İbhâma-îcâz mânâsında-meyleder ve tafsîli güzel karşılamaz. “Eğer desen: Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudâttan bahsettiği gibi etmiyor. Bazı mesâili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umûmîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûret-i basî*tane-i zâhirânede söylüyor? Elbette irşad ister ki: Lüzümsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsîl ile takrîb etsin ve mugâlatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyîr etmemek*tir.” 39
Şiir ve keşf
Modern edebiyatçılar, şiirdeki tezin “keşfedilmeye muhtaç olan âlemin keşfi” 40 olduğunu savunurlar. Bu gerçek yine Bediüzzaman tarafından çok za*man öncesi ortaya konulmuş, şiirdeki cevherin keşf ve fethedilmesi gerektiği onun tarafından beyan edilmiştir. Ancak bu hangi keşf ve hangi fethtir? İşte burada yollar ayrılmaktadır. Deniz adeta ikiye bölünmektedir; bir tarafta içmesi kolay olan tatlı su, bir tarafta içilmeyen tuzlu su vardır. Umûmî sıfatlara sahip olan insan, Bediüzza*man’a göre; “İnsanın hilkatinden maksad, mahfî Hazine-i İlahiyeyi keşf ile göster*mek ve Kadîr-i Ezelîye bir bürhan, bir delil, bir ma’kes-i nûranî olmakla, cemâl-i ezelînin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir ayine olmaktır.” 41
Şair ise, insaniyet hükmüyle, bir fâtih ve kâşif olmaya davet edilir. Poetiğin vası*taları, feth ve keşfin de vasıtalarıdır. Onun lisânı “şecere-i kelimât”tır 42. İşte bak, bu ağaç nasıl meyveler verecek?
Bir ayna olarak şiir
Umumi olarak sanatta, hususi olarak da şiirde ayna teorisinden bahsedebiliriz. Belki de ilk olarak Eflatun, benzeşme hakkındaki kendi nazariyesini şerhedebilmek için, böyle bir teşbihi kullanmıştır. Benzeşme yönüyle san’at ise, üçüncü derecede kalır. Yine benzeşme yönünden âlem-i misâlde mer’î olan vâkıa, hakikatin tâ kendi*sidir. San’at ise, mer’î olan vâkıa için bir benzeşmeden başka şey değildir. O halde, benzeşme benzeştirme için yapılmaktadır. O halde san’at, özellikle de şiir, âlem-i misâlden uzak hissî âlemin zahirini aksettiren bir aynadan başka bir şey olamaz. Bu hal bizlere eşyâ hakkında gayr-ı hakikî bir sûret sunmaktadır. Bu konuyu açıklamak üzere Eflâtun bilinen teşbihini öne sürer; Buna göre şiir vakıayı aksettiren bir ayna*dır. Günümüze kadar bir çok edebiyat ekolleri bu teşbihi kullanagelmişlerdir. İn’ikâs nazariyesi, bir yönüyle Eflatun’un nazariyesindeki ‘in’ikâs’tan farklı değildir. Her ne kadar buradaki maddi hareket noktasının, Eflatuncuların nazariyesiyle tamamen ters düşşe de. Aynı şekilde senin “eline bir ayna alıp, bütün cihetlere yöneltmen gere*kir. Her halükârda sen bir güneşi, semâvattaki bütün varlıkları, yıldızları, hatta ken*dini ve diğer insanları, hayvanları, bitkileri ve diğer varlıkları elde edebilirsin.” 43
İşte bu şekilde san’atkarlar, kendi aynalarındaki eşyayı aksettirmekten öteye gi*dememişler, bu yolla eşyanın hakikatini değil sadece görüntüsünü önümüze koya*bilmişlerdir.
Bediüzzaman ise, teşbihi zahiren muhafaza etmekle birlikte, bu yoldan uzak bir tarz benimsemiştir. Buna göre şiir, vakıadan kopuk, mücerred bir benzetme ola*maz. Olayların batınını aksettirmeksizin, zahirini aktarmak noksaniyettir. Bu sebeple Bediüzzaman hakiki şiiri, yüce hakikatlere ulaştıran yollardan birisi haline getirmiştir. Eğer şiir bir ayna olacaksa, o sadece vakıayı aksettiren bir ayna değil, üzerinde Cemâl-i Ezelî’nin tecellî ettiği, içinde ölümsüz gerçeğin barındığı bir ayna olmalıdır. Şayet aynanın bu yönü iptal edilir veya bir darbeye maruz kalırsa yolundan sapa*cak, görevi ortadan kalkacak ve sonuçta “Şecere-i kelimât” habis bir şekilde dal-budak salacaktır.
“Şu görünen âlem, İlâhî bir dükkan ve bir mahzendir. İçerisinde envâen türlü türlü mensucât kumaşlar, mekûlât yemekler, meşrubât şerbetler vardır. Bir kısmı kesif, bir kısmı latif, bir kısmı zâil bir kısmı daimî, bir kısmı katı bir lüb, bir kısmı mâyi ve hakezâ, her çeşit bulunur.” 44 Eğer bir şair kesîf ile rakîki (ince), zâil ile dâimi birbirinden ayırdedemiyorsa ve şiiri sâfi bir cevher olarak sunamıyorsa ne kıymeti vardır?
İşin kötü tarafı, bazı gayr-ı müslim modernistlerin zâtın (yapının) kurtuluşu için “başkalaşım”ı çare olarak göstermeleridir. Adeta, yapının binası, o yapıyı idrak et*mekle değil de, onu ortadan kaldırmakla başlar gibidir. “Böylelikle ‘başkalaşım’, mârifet (bilgi) keşfinin bir unsuru olması açısından, oluşumun da önemli bir unsuru*dur.” 45 Bu “başkalaşım”, kendi yapısını idrakten aciz olduğu halde, nasıl bilginin keşfinde önemli bir unsur olabiliyor? Anyı zamanda, bunun mârifeti için te’vile de ihtiyaç yoktur. Bu yüzden yazar (Adonis) başkalaşım hakkında alenen şöyle haykırır; “Bu aslen batı kaynaklıdır.” 46 Başkalaşımı takdis eden görüşe bir bakalım ve onunla Bediüzzaman’ın eşyayı ele alırken kullandığı araştırmacı nazar arasında bir muvazene kuralım. Bediüzzaman, başkalaşımla olan alakanın hakikatini keşfeder mahiyette, onun “kafir batının bir eseri” 47 oluşunu şairane bir üslûbla şöyle beyan eder:
“Kâfirlerin medeniyeti ile mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:
“Birincisi, medeniyet libasını giymiş, korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, ba*tını da yakıyar. Dışı süs, içi pis, sûreti me’nûs, sîreti mâkûs bir şeytandır...
“İkincisi, batını nur, zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sûreti muâve*net, sîreti şefkat, câzibedâr bir melektir.
“Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kainata bir mehd-i uhuv*vet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlukâtı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, iman bütün mü’minleri bir ba*banın cenâh-ı şefkatı altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.
“Küfür ise, öyle bir bürûdettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyâda bir nevi’ ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve her şeyi her şeye düşman yapı*yor.
“Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattır. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firak ile muttasıl ve mahduttur. Amma, kafirlerin medeniyetinde görülen mehasin ve yüksek terakkiyât-ı sanayi, (bunlar) tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşadâtından, edyân-ı semâviyeden in’ikâs ve iktibâs edil*miştir.” 48
Eflatun’un güney ve ayna istiâresinde olduğu gibi, Bediüzzaman da aynı örneği kullanmış, ancak ona göre güneş ve ayna esir olarak nitelendirilmiştir. Bu tekrar sırrından kaynaklanır. Dolayısıyla bu iki şahıs arasındaki mesafe oldukça uzaktır. Çünkü Bediüzzaman hakaik-ı vücûdun tecellisine yönelik, olayları daha farklı bir şekilde açıklamaktadır. Şöyle der:
“Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir ayinede güneşi görse, ayi*neyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Ta ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; güneş ayinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir.
“Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir ayinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit bir muhabbet-i bekâ, o ayine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil. Belki o ayinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâlin cilvesine karşı muhabbetindir ki, belahet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir ‘Yâ Bâki Ente’l-Bâki’ de! Yani: Madem sen varsın ve bâkisin; fenâ ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!” 49
Hayal
Şiir sıradan bir tâbir değildir ve nesirden farklıdır. Burada, mezkur iki tür arasın*daki üstünlük konusuna girecek değiliz. Ancak, eleştirmenler, kavl-i şi’rî ile kavl-i hi*tâbî arasını ayırdıklarını söylemeliyiz. Bu iki alan arasındaki fark, şiirin daha ziyade tahayyül (hayal kurma), hitâbetin ise iknâ üzerine kuruluyor olmasıdır. 50 “Bu yüzden şiir hakkındaki en isabetli görüş, onun mukaddimelerinin (öncüllerinin) doğru veya yanlış olabildiği, doğruluk ve yalancılık açısından değil, muhayyel (hayal ürünü) olarak değerlendirildiği şeklindedir.” 51
Bediüzzaman’a göre hayal, insandaki hislerin en genişidir. 52 Bununla birlikte, “o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez.” 53 Diğer yandan hayalin ala*nıyla aklın alanından farklıdır. Hayal bir şeyle kayıd altına alınamaz. Aklî âlemin ha*ricine dalıp, orada dolaşma kudretine sahiptir. Hiç bir kayıtla sınırlandırılamadığı için, hiç bir nurla aydınlatılamaz ve sonuçta çok yanlışlara sapar. Bu hareketliliği se*bebiyle,-zabt altına alınamadığından dolayı-hakâikın idrakinde kullanılan vesileler arasında yer almaz. “Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayâlat*tan pek vâsi’ ve pek yüksektir.” 54 Buradan hareketle zemmedilen hayal ile övü*len hayal arasındaki farkdan anlaşılmaktadır. “Her bir hâsse için bir ibadet vardır. Onun hilâfında kullanılması dalâlettir. Meselâ: Baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için dalâlettir. Kezâlik, şuarânın hayalen yaptıkları hayret ve mu*habbet secdeleri dalâlettir. Hayal onun ile fâsık olur.” 55 Şüphesiz Bediüzzaman bu ifadelerinde Kur’ân-ı Kerim’in hidayet yolunu açıklarken, “her vadide dolaşıp, yapmadıklarını söyleyenler” olarak gördüğümüz dalâlete düşmüş ve hayallere müfritâne bir şekilde dalmış şairlerle, “iman edip, salih ameller işleyen, Allah’ı çokça zikreden, zalimlere karşı mücadele verip, zafere ulaşan” hüdâperest şairler arasını ayırdetmektedir. Zira bunlar, hakka sımsıkı sarılıp asla ondan yüz çevirmezler; hakkı kendi aralarında ve hayalin bir unsuru olan çağrışım halkaları arasında bir engel olarak kabul etmezler. Bilakis onlar, âlem-i gayba ve âlem-i şuhûda olan imanları ile başkalarının idrak edemediği şeyleri idrak edebilirler. burada Bediüzzaman’ın şart koştuğu dört beyân unsurunu tekrar hatırlayalım ve Nâbiğatü’l-Ca’dî’nin şu beyti okuduğunda Hz. Peygamberin (a.s.m.) yanında hazır bulunalım:
"Şerefimiz ve sınırlarımızla semâya ulaştık. Ve şüphesiz biz, bunun daha üzerine mazhar olacağız."
Zahiren onun hayalinde bir aşırılık gözlemlenmektedir. Bu yüzden Nebî (a.s.m.) şöyle sormuştur; “Nereye yâ Ebî Leylâ?” Bu suale karşılık şair, gayba imanı olma*yan bir şairin asla cevaplayamayacağı şekilde, kendisi için gayet latif bir çıkış yolu bulur ve şöyle der; “Seninle birlikte Cennete yâ Resûlallah”. Bunun üzerine Nebî (a.s.m.) şaire bir lütuf olarak ve onun bu söylediklerinin bir hayal olmadığını vurgu*lama kasdıyla “Evet, inşaallah” buyurur.
Şiir ve kapalılık 56
Eğer beyân bir faziletse, bunda şiir de, nesir de müsâvidir. Daha önceden be*lirttiğimiz gibi, şiirin kendisini zirvelere ulaştıracak husûsi bir dili vardır. Bu yüzden bu dil bazı zamanlarda kendini kapalılıktan kurtaramaz. Ancak bu kapalılıkta öyle bir şeffaflık bulunur ki, sana bazı ufuklar açar ve âlem-i şehâdeti aşarak, vahyin rehber*liğinde nurlanmış ruhâni bir arınma yoluyla âlem-i gayba ulaşır. Hal böyle olunca, Bediüzzaman’ın bazı ifadelerinin, onun da inkar etmediği şekillerde kapalı olarak gelmesini yadırgamamak gerekmektedir. Diğer yandan Bediüzzaman, bu konudaki tutumunu açıklamakta, bunun sebeplerini beyan etmektedir. Bu meyanda altı sebep sıralamaktadır. Bunlardan en şaşırtıcı ve şiddetli olanı, dessâs olarak nitelendirdiği nefsine hitab etmesi ve nefsinin, remzen dahi olsa yönelttiği sorulara sür’atle cevap verdiğini dile getirmektedir. Bu şekilde Bediüzzaman remzi çokça kullanmıştır. An*cak, yakından göreceğimiz gibi, remiz onun tarafından sırlarını keşfe yol olmayan kapalı bir mağara haline de getirilmemiştir.
İkinci bir durum, remzin Kur’ân-ı Kerim’in feyizlerinden birisi olmasıdır. Öyle ki, bu yolun sürekli kullanılmasından dolayı sırları açılmıştır. Adeta bu feyizlere yakın*layştırmak için Kur’ân tarafından özellikle ele alınan bir yol olmuştur.
Üçüncü sebebe gelince, Bediüzzaman’ın süslü ifadelerle okuyucusuna hitab et*mekten, yahut okuyucuyu razı edebilmek için meseleleri basitleştirmekten içtinâb etmesidir. Bazılarına göre mehasin zannedilen, ancak hakikatte kötülük olan tasan*nûya kıymet vermez. Böylelikle nefsini bir takım enaniyet kirlerinden de uzak tut*muş olur.
Sonra, onun sözleri, aklının sözleri olmasından ziyade kalbinin sözleridir. Kalbin sözleri ise, daima vicdanla bir nevi ortaklık kurmaya muhtaçtır. Ta ki, her bir kişinin kolaylıkla elde edemeyeceği şekilde kalp zevkini alabilsin.
Diğer yandan Bediüzzaman alışılmış olan selefin üsluplarına muhalefet etmiştir. Bu açıdan fukahâ, ulemâ ve ehl-i tasavvuf müsâvidir. Bu, aklın nurlarıyla kalbin ışıkları arasında sağlanan gayet muhkem bir meczetme sayesinde gerçekleşmiştir. Böylelikle Bediüzzaman, selef âlimlerinden olan ehl-i aklın ve yine selef-i salihînden ehl-i kalbin yolundan dışarı çıkmıştır.
Şüphesiz şiir, sana bütün anahtarlarını verme veya tüm sırlarını sağlama konu*sunda bağlayıcı değildir. Haddizâtında ondaki lezzet, seni devamlı olarak keşfe muhtaç edecektir. Neticede ondaki lezzet azalmayacak, mikdarı ihata edilemeye*cektir. Tıpkı güneş misali, nurlarının ve sırlarınının tam olarak ihata edilemeyeceği gibi. Şiir bir bahçe gibidir. Bazı dalları yakın, bazı dalları yüksek ağaçları vardır. “Eğer sen bir bostanda olsan, bütün meyvelerine ulaşamadığın zaman tamamen onu terkedecek misin?”
Son olarak, aklî itmi’nan ancak bürhanlar, deliller ve hüccetlerle gerçekleşebilir. Seyahat-ı rûhiye ise mantıktan, delillerden ve bürhanlardan uzaktır. O halde kapalı*lık sebebiyle şiirdeki bazı sırların üzerinin örtülü kalmasına şaşmamak gerekir.
Şiir ve tasavvuf
Şiir ve tasavvuf ikiz kardeşler gibidir. Her ikisi de, kolaylıkla idrak edilemeyen mechulleri araştırarak perdeleri yırtmaya yönelik batınî bir mücâhede ve gayrettir. Yine her ikisinde de bu yolun yolcusu şairin karşılaşacağı dehşet ve hayret vardır. Başkalarının pek bilmedikleri tarzda, şairin ve mutasavvıfın lisanları birbirine para*leldir. İnsanların geneli arasında alışılmış olan hitâbın yerine bu ikisinde remiz, işâret ve lemha sözkonusudur. Ancak bu bizleri şöyle demeye yöneltmemelidir; Şiir “bir keşf ve rü’yet olması açısından gâmızdır (kapalıdır). mütereddiddir, mantıkî değil*dir.” 57 Şiir, hatta keşf ve rüyet olması itibariyle, kendisinde özel bir mantığının olması gereklidir. Bu husûsi mantık şiirin anlaşılamayacak şekilde gâmız olmasını önleyecektir. Böylelikle, şiir te’vîle kabil olacak şekilde şiirsel (poetik) bir canlılık kendini gösterecektir. Şiir metninin bizzat kendisini geri plana itecek kadar te’vîle yönelmeksizin ve asıl murad edilen şeyin dışına çıkılmaksızın bir çok mânâya açık olabilecektir. Şiir ve tasavvuf, hayata özel bir lezzet veren bâtınî ve zâtî mücâhede şekilleridir. Çünkü bunlar, bu şehâdet âlemini tayyedip, gayb âlemine kucak aç*maya yöneltir. Hiç şüphesiz, mücâhede tadını yitirmiş bir hayat mânâsını da kay*betmiş demektir. Aynı zamanda rahat da mücâhedenin ta kendisidir. Ancak tembel*lik, hareketsizlik ve vurdumduymazlık anlamında olan ve muhakkak bir mevti ifade eden zahirî rahattan bahsetmiyoruz. Zira hayat hareket, ölüm suskunluktur. “Rahat bir hayat insanı ruhî açıdan yer bitirir; tıpkı bitkileri yiyip bitiren böcekler gibi.” 58 Şiir, tıpkı tasavvuf gibi ebediyyete düşkündür. Ebediyyet ise öncelikle kendi zâtının idrakiyle başlar. William Blake’in dediği gibi “ebediyyetin kapısı zerrenin merkezin*den açılır” 59
Şiir ve tasavvuf arasındaki ilişki bazan öylesine gelişir ki, bir kimse “şairler muta*savvıftır’ veya ‘mutasavvıflar şairdir’ diyecek hale gelir. Bu insanlar bizlere öyle şiir*ler bırakmışlardır ki, bunlarda kolaylıkla harikulâdelikler bulabiliriz. İslâmî kültürümüz bunun bir çok örnekleriyle doludur. İbni Fârıd’ı mı, Hallâc’ı mı, İbni Arabî’yi mi, Ferîdüddin Attâr’ı mı yoksa iki Şirâzîleri mi zikredelim? Bunları tek tek saymamız çok zor. İşte Celâleddin er-Rûmî; “Mesnevî-i Rûmî”sinde şiir ve tasavufu birbirine kavuşturur tarzda şâhidler sunuyor. Bediüzzaman Said Nursî, İmam Celâleddin’e duyduğu hayranlıkla “Mesneviyyü’l-Arabî” isimli eserinin bir çok yerinde onu şâhid gösteriyor. Bu hayranlığı ifade edebilmek için, Celâleddin’in eseri için kullandığı isme istiâre olarak, Bediüzzaman’ın da aynı ismi kullanması kafi gelecektir. “Mesne*viyyü’l-Arabiyyü’n-Nurî”yi tahkik eden İhsan Kasım es-Sâlihî bu konuda şöyle der; “Bediüzzaman bu risalelerine ‘Resâilü’l-Arabiyye’ veya ‘El-Mecmuatü’l-Arabiyye’ ismini vermişti. İlk baskı yapılırken kapağa şu ibare yazılmıştı: ‘Katarât min Füyûzâ*ti’l-Furkâni’l-Hakîm’. Ancak bu risalelerin, insanlar arasında yaygın olarak dolaşan Celâleddin er-Rûmî’nin meşhur eseri el-Mesnevî’nin etkisine benzer şekilde kalpte, akılda, ruhta ve nefiste etkiler uyandırması, özellikle bunun Türkiye’de gerçekleş*mesi, ‘Mesneviyyü’r-Rûmî’ye benzer şekilde tecdîd-i iman, imanın kalplere yerleş*tirme, inkarcı ruhlara yeniden hayat verme ameliyelerini gerçekleş*tirmesi sebebiyle Bediüzzaman bu eserine ‘mesnevî’ ismini vermiştir. Farsça olarak yazılan ‘Mesne*viyyü’r-Rûmî’den ayırdedebilmek için bu eserine ‘Mesneviyyü’l-Ara*bî’ demiş*tir...” 60
Diğer yandan şiir, hakikat-ı mutlakaya ters düşmeyecek şekilde keşf yönünde sa’y ü gayret göstermesi gerekir. Aynı durum tasavvuf için de geçerlidir. Bu yönde bazı esasların bulunması gerekir. Aksi takdirde istikametli yolun dışına sapmalar ve yanılmalar olacaktır. Şiir ve tasavvufta gaye dehşet değildir. Bu sadece tarik-i müstakîmi gösteren duygulardan birisi olabilir. Aynı zamanda bu, tecrübe yolların*dan birisi de değildir. Ne zaman ki dehşet bir hedef olur, hayret esas maksad olur ise, cevheri ve arınmışlığıyla tasavvufta olduğu gibi şiir kaybolur. Sadece vakit ge*çirmeye yarayan bir oyuncak ve eğlence aracı olabilir. Ancak, değeri, inceliği ve cazibesi aynı anda yok olur gider. Eğer hal böyle olur da, tasavvuf istikametini ko*ruyabilirse, şiire muavenet eder. Şiir istikametli yoldan sapsa bile tasavvuf onun önünde bir engel ve set olacaktır.
Çünkü tasavvuf zâtta fâni olmaktır. Bu yüzden zâti tecrübenin ferdî tecrübe ola*rak kalması gerekmez. Bilakis, insanî cevherini verme gayretinin olması gerekir. Böylelikle zât-ı cemâiyyeye (şahs-ı mânevîye) ulaşmak bir hedef haline gelir.
İşte bu yönüyle İslâmî tasavvufu diğerlerinden ve özellikle hakikatten uzaklaşmış tasavvufî anlayışlardan ayırdetmek gerekir. Bir mutasavvıfın müşhahedelerini ölçüp-tartacağı mizânlarının olması gerekir. Ta ki hidâyeti dalâletten ayırdedip idrak ede*bilsin.
Bediüzzaman, olayların batınına dalmaya çalışan işrâkîler ve âlem-i gayba nüfûz eden ruhânîler hakkında açıklamada bulunduktan sonra şu noktaya dikkat çeker:
“Zira onların nazarları mukayyed olduğundan hakikat-ı mutlakayı ihata ede*mez. Bunlar ancak hakikatın bir tarafını bulur ve ifrat-tefrit ile tasarrufa başlarlar. Bunun için tenâsübü bozup, müvazeneyi ihlal ediyorlar.
“Meselâ: Envâ-i cevâhiri havî zinetli ve kıymetli bir defineyi keşfetmek için bir kaç adam denizin dibine dalarlar. Denizin dibinde araştırma yaparken birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin müştemilâtını tamamen bu gibi el*maslardan ibaret olduğuna hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka çeşit cevhe*rin bahsini işittiğinde onların buldukları cevâhirin kendi bulduğu elmasın nakışları olduklarını tahayyül eder. Diğeri kürevî bir yakut bulur. Öteki arkadaşı da bir başka çeşidini buluyor. Ve hakezâ her birisi definenin esas müştemilâtı kendi bul*duğu çeşitten ibaret olduğunu ve arkadaşlarının buldukları çeşitler de definenin zevâid ve teferruatından olduğunu itikad eder.” 61
Hâzım el-Kartacanî’nin dediği gibi, şair sıdk veya kizb yönüyle kendi şiirine bakmaz; lakin ona muhayyel bir kelâm nazarıyla bakar. Daha önceden yeterince açıkladığımız hayal konusu, kevnî hakikatlerle zıt düşmemelidir. Aristo ekolüne göre şiir bu özelliği taşıması halinde, felsefeden daha önemli, tarihten daha hakikatli bir konuma yerleşir. Hal böyle olunca şairin hisleri her an uyanık, batınî kulakları açık, zihni aydın olmalı, olayları birbirine karıştırmamalıdır. Şiir tıpkı tasavvuf gibi, güzel, ama aynı zamanda yorucu bir yolculuk değil midir? “Allah’ın yolunda sülûk eden zât çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rast gelir ki, bunların da her birisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri, birbirine haltedip karıştıran, galat ve yanlış hareket eder. Meselâ: Bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin terennümünü, güzel sadasını işitir. Eğer o terennüm ile atın kişnemesini farketmeyip andalipten kişnemeyi talep ederse, kendi nefsiyle mugalata etmiş olur.” 62
Şiir ve remiz
Remiz poetik ilminin bilinen üslûplarından birisidir. Aynı şekilde remze dair üs*lûplar da çoktur. Şiirde sûrete (şekle) önem vermek remizin vecihlerinden birisidir. Beyânî sîgalara (kalıplara) dayanan mertebelerin en düşüğü sûrettir. Teşbih, kinâye ve beyân sûretlerinin en üstün sûreti imiş gibi muhtelif örnekler verilerek yapılan istiâre gruba girer. Hatta bazı eleştirmenler istiâreyi şiir için gerekli bir şart olarak görmüşler, bu konuda geniş yorumlar yapmışlardır. Remizlerden bazıları yakın ve uzak olur. Remz, mücerred bir lem’a görevi üstlenerek, nazarın önünde sınırsız ufuklar açar.
Bediüzzaman remzî üslûbu kullanırken, okuyucusunu yanıltmaz ve onu muhay*yer bırakmaz. Bilakis, onun elinden şefkatle tutarak nur-u hakka ulaştırır. Ta ki, da*lâlet ve evhâm onun nazarında bütün yönleriyle inkişaf edebilsin. O halde remiz bir hedef değildir. Bilakis, esas görevini aşmayacak şekilde, tabir vesilelerinden bir ta*nesidir. Eğer dilersen, Bediüzzaman’a kulak ver, bak ne diyor; “Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır?” 63 Bu ifadelerle onun, dünyaya yönelmeye çağırdığını hissede*ceksin. Ancak önce kendine bir sor; “Bu üç vecih nedir? Dünyanın kaç vechi var? Her birisi neye delâlet ediyor?” Tahayyürde kalmak, keşfin en önemli esasların*dandır. Çünkü bu yolla şüpheden uzaklaştıracak soruların kapısı aralanır. Ancak bu soruların önemi, bunların hakiki anlamda sual olmasıyla ölçülür. O halde tahayyür, bu yoldaki merhalelerden birisini teşkil etmektedir. Böylelikle yukarıdaki soruların cevapları gayet rahat ve kolay bir şekilde peşpeşe gelecektir:
“Birisi: Ahirete bakar. Çünkü onun mezraasıdır.
“İkincisi: Esmâ-i Hüsnâya bakar. Çünkü onların mekteb ve tezgahlarıdır.
“Üçüncüsü: Kasden ve bizzat kendine bakar. Bu vecihle insanların hevesâtına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur. Nur-u imanla dünyanın ev*velki iki vechine bakmak, manevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise, dünya*nın fenâ yüzüdür ki, zâtî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur...” 64
Remz dili şiir ve tasavvuf arasında ortak payda olunca, Bediüzzaman tarafından kullanılan en etkili üslûplar arasında yer almıştır. Dördüncü Risâle olan “Bahr-i Tevhidden Bir Katre” ve özellikle “Zeylü’l-Katre” imanî ve remzî edebiyat açısın*dan çok yüksek bir seviyededir. Buradaki remiz, eski Yunan mitolojilerinde olduğu gibi, konuların toplu halde sathî bir şekilde anlatımı, ruhuna aykırı olsa, konunun dı*şında kalsa da süslü ifadelerin metne doldurulması demek değildir. Tıpkı, remzin mücerreden haricî bir zinet olarak değerlendirildiği modern şiirsel metinlerin ço*ğunda görüldüğü gibi. Bu şekilde tarihî işaretlerin veya lafızlardaki âlemlerin poetik tecrübeyle hiç bir bağlantısı olmaksızın biraraya getirilmesi gerçek san’at değildir. Bediüzzaman şeffaf bir remiz anlayışı ortaya koyarak, basarî rü’yet (gözle görüşten) önce, kalbî rü’yeti yenilemeye ağırlık vermiştir. Bu rü’yet, eski bir şairin rûhi bir arınma anında hatırına gelen bu ifadeleriyle aynıdır: “Ve hiç olmasa, onun değeri yücelmese de / Şüphesiz onun ışığını ancak basîret sahibi görecektir.”
Remiz, önde gelen bu şahsiyetlerin adeta yiyeceği-içeceği olması itibarıyla zahiri nefyetmez. Ehl-i batın iddiasıyla ortaya çıkanların söyledikleri gibi, batın ile alakası mevhûmdur. Eskiler ve modernistler, şairler ve mutasavvıflar bu açıdan müsavîdir*ler. Zira böyle bir nefy, her ne kadar bu iddia sahipleri tersini ileri sürseler de, haki*katin iptali demektir. Bunlar şöyle der; “Sûfî tecrübe bu kitâbet (yani Kur’ânî yazım) hakkında, okunması ve anlaşılması açısından farklı bir ufuk açar. Bu nass-ı Kur’ânîye zengin ve çeşitli boyutlar kazandırır.” 65
Bediüzzaman Said Nursî’nin anladığı ve edebî eserlerinde ortaya koyduğu şekle göre remiz, şartları kıyaslamaya dayalı rü’yetten hareket eden şeffaf bir remizdir. Böylelikle, hayâl-i mahmûd (övülen bir hayal) ile, gaybın nurâniyeti ve şuhûdun vu*zûhunu biraraya getirmiştir. Bu anlattıklarımız, konunun açıklanması açısından şimdi*lik yeterlidir. Şimdi “Zeylü’l-Katre”deki ilk remze kulak verelim:
“Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak menduptur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da Âlem-i İslâmı ihata et*miş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-i uzmaya dahil olsun ki, o cemaatin icmâ ve tevâtürü, onun namazda söylediği her dâvâya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.” 66
Bu şekilde Bediüzzaman, takrirî ve sâdık, ama gayet keskin bir üslûpla ele al*mayı alışkanlık edindiği kunulardan başlayarak, akla, mantığa, şuura ve vicdana hitab eden bir üslûpla okuyucusuna ulaşır. Fikrin keskinliğiyle, şiirin inceliğini biraraya getirir. Böylelikle Bediüzzaman metnin poetiğine şaşırtıcı bir giriş yapar.
“Bazı nesir türlerinde de remizler söz konusu olur. Bunlara poetik remizler vasfıyla yaklaşmak mümkündür. Ancak nev’î farklılığı gözardı etmemek şartıyla. Şekil ve durum yönünden başlayarak, söz söyleme san’atının genel mahiyetine kadar hepsi istiâreyle ilgilidir ve eşyanın mecâziyeti ismini alırlar.” 67
Bediüzzaman’a göre poetik remizlik, çeşitli açılardan bazı şairlerle paralellik ar*zetmesine karşılık, bazı cihetlerle onlardan ayrılmaktadır. Özellikle, Bediüzzaman’ın müşâhedeye dayanarak keşfettiği bir çok konuları karşısındakini uyutmak için değil, tasrîh etmek için çok istekli olduğu durumlarda bu söz konusudur. Ancak bu müşâ*hedeler gözle ve maddî olarak değil, kalbî ve manevî olmaktadır. Şöyle der; “Ar*kadaş! Tahtel-arz yaptığım hayalî bir seyahatte gördüğüm bazı hakikatleri zikrede*ceğim.” 68
Müşâhede yolunda karşılaştığı bazı hakikatleri Bediüzzaman şöyle anlatır; “Ben kader-i İlahînin sevkiyle pek acip bir yola girmiştim. Ve pek çok belâlara ve düş*manlara tesâdüf ettim. Fakat, acz ve fakrımı vesile yaparak Rabbime ilticâ ettim. İnâyet-i ezeliye, beni Kur’ân’a teslim edip, Kur’ân’ı bana muallim yaptı. Bu risalede yazılan her bir kelime, her bir kayıt, kazandığım bir muzafferiyete işarettir. Bu risâ*lede yazılan hakikatler, zıtlarına bir imkân-ı vehmî kalmayacak derecede yazılmış*tır.” 69 Aceleci bazı okurların zihninde bu ifadeler farklı mânâlarla algılanabilir. An*cak, Bediüzzaman’ın inâyet eseri olarak ihtiyâr ettiği remizlerden kasdı, bizleri daha dikkatle okumaya davet etmek istemesidir. 70
Ancak bu müşâhede eğer manevî ise, bu sadece şairin aklını kaybetmeyeceği şekilde şuurla müşahede etmesiyle gerçekleşebilir. Hakkın rü’yeti yolunda halkı (yaradılışı) kaybetmek iddiasında değildir. “Hakezâ böyle müşâhede ettim ve aklım beraberimdeydi” gibi ifadeleri sık sık kullanır.
Şüphesiz aklın hazır bulunması başka şey, nefs-i emmarenin hazır bulunması başka şeydir. Yanmak için tecerrüde ihtiyaç vardır. Bunun ilk menzili ise, nefsin hazlarından ve hevâsından tecerrüd etmektir. Vücûdun tahakkuku, vücûdun in’i*dâmıyla mümkün olur. Bu noktada Bediüzzaman, zât-ı “hudâ”nın tahakkukunu zât-ı “bî hudâ”nın nefyi yolunda gören Muhammed İkbal’le buluşur. “Binaenaleyh, vü*cûd istersen, mün’adim ol ki vücûd bulasın” 71 Celâleddin er-Rumî belki de aynı şeyleri şöyle ifade etmektedir; “Zannetme ki bu şiiri kendi zâtımdan söylerim; Şuurlu ve uyanık oldukça bir kelime dahi söylemez dudağım.” 72
Eğer aklın hâzır olması gerekiyorsa, o vardır. Bu kabul edilmiş bir gerçektir. Ancak o, mesajını ve hudûdunu tanımaya çağırmaktadır. Ta ki, nûr-u hakka ulaş*mak mümkün olabilsin. İşte bu tanıma, yanmanın bir nev’i olarak ortaya çıkmıştır:
“Ey akıl, sen su misali; ben ise kendi dünyamızda
Ve birlikte kaynamak için kendi kazanımızda.” 73
O halde, aklın kadr ü kıymeti, mârifetin idraki için muhabbet kazanında kayna*maktan geçmektedir.
Akıl, felsefe ve hikmetin arkadaşıdır. Ancak hakikat, en üstün derecelerde tecelli edebilmek, mahduddan mutlaka ulaşabilmek için kalbe muhtaçtır. Ve yine kemal derecesi olan şiire ulaşabilmek için de yanmaya muhtaçtır.
“Yakınlık ateşi olmaksızın hakikat bir hikmet olur,Kalpten yanmayı dilediğinde ise şiir olur.” 74
Yaygın olarak kullanılan karşılığıyla Bediüzzaman bir şâir değildir. Ardında husûsi vezinlerle mevzûn olarak çeşitli kasîdeler bırakmamıştır. 75 Ancak o, poetik vasıta*ların tamamına sahiptir. İmanî edebiyatını vicdanı sarsan, kulağı şenlendiren, şuuru harekete geçiren, zihni alevlendiren, hayale sonsuzluk denizine dalıp-çıkma fırsatı tanıyan poetik kalıplarda sunmuştur.
Bülbül ve gül örneği
Bediüzzaman’ın ele aldığı remizlerden çoğu, bizzat kendisine aittir ve başka birisi tarafından ifade edilmemişlerdir. Ancak bu durum, remiz şairlerinden bir çoğuyla aynı noktalarda buluşmasına engel değildir. Onların dile getirdiklerini, o da yerine göre ifade etmiştir. Aynı zamanda bir tek remiz delalet yönüyle teceddüd edebilir. Hatta bu konuda husûsî münakaşalar ve fikir ayrılıkları ortaya konulmuştur. “Bülbül ve gül” remzi, bir çok şark eserlerinde, Fars, Arab ve Hindli edebiyatçılar arasında yaygın olarak kullanılmıştır. Hatta bazan bu remiz ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Burada mezkur konuya bir lemha ve işaretle iktifa edeceğiz. Andelib (bülbül) ma*tem eden bir aşık, gül ulvî bir mâşuktur. Andelib mürid, gül şiir olarak söylenen bir hakikattır ki, âşık-ı mürid onun için yanar tutuşur. Bununla cezbe tarikine ve heye*can mesleğine dahil olur. Gerek genişlik açısından, gerekse ayrıntılı bir nev’ olarak, bu kıssayı dile getiren şairlerden birisi, Hindistanlı İslâm şairi Muhammed İkbal’dir. “Sadru’ş-Şâir” isimli kasidesinde şöyle der:
“Şairin sadrı güzellik sırrıyla mücellâdır,
Onun Sinâ’sından güzellik nurları doğar.
Onun bakışlarından tatlılık alabildiğine ziyadeleşir.
Onun beyanındaki sihrin tabiatı, çekicilikte çok kuvvetlidir.
Onun nefeslerinden bülbül şarkı söylemeyi öğrendi.
Kanını feda etmesinden gülün yanakları tutuştu.
Kelebeğin kalbinde bir heyecan,
Ve bu aşk, acaba onun hangi destanında var?” 76
Metinde geçen bülbül ve gül arasındaki bu komşuluk, gelişi güzel bir ifade eseri değildir. Burada malum kıssaya remzen bir işaret vardır. Bu, bülbülün gül uğruna kendi kanını feda etmesidir. İşte bu yüzden, bülbülün feda ettiği kan gülün yanakla*rını ateş misali kızartmıştır. Ancak bütün anlatılanlar bundan ibaret değildir. Şair bu*rada, zavallı aşık bülbüle ötüş usûlünü öğretmektedir. Bu ise ancak şairin aşk-ı ha*kiki ateşinde yanmasıyla gerçekleşebilir. Bu gerçekleşirse, onun Tûr-u Sînâ’sında bir ateş yanacak, daha sonra bu mübarek ateşi göğsüne yükledikten sonra, anlatılan bunca acîp eser ortaya çıkacaktır.
“Kelimetü’l-Hubb” kasidesinde bülbül ve gül kıssasına ikinci kez yer veren İkbal şu beyitleri sıralar:
“Şu sözler kalbin cezvesindendir; o bir sır olmayan bir sırdır.
Onu sana açayım mı, kim bunu işitmek ister? Ve kim nerede işitir?
Çisildeyen yağmur onu semâdan çalıp, güle gizlice söylemiş,
Ve bunu da bülbül işitmiş gülden; Ve sabâ rüzgârı da bülbülden alıp taşımış.” 77
Bülbül ve gül arasındaki aşk bir sır olarak değerlendirilmemiştir. Şüphesiz o, semâ ile arz arasında uzanan bir nûr-u İlâhî hattıdır.
Bediüzzaman Mesnevî’nin sonunda bülbül ve gül kıssasına yer vermiş, bunun felsefesini şerhederek, şiirin sûret ve cevherini ince bir hikmet ile bir araya getir*miştir. Şöyle der:
“Meşhur bülbül kuşu, gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Bülbül kendi diliyle konuşur. Biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmedemiyoruz. Melâike ve ruhâniyatın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağâma*tının mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. Amma o bülbülün cüz’î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşâhedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhâvere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telez*züzdür. Demek onun nağâmât-ı hazînesi, hayvanî teellümattan gelen teşekkiyat değil, belki atâyâ-yı Rahmâniyeden gelen bir teşekkürattır.” 78
Bu hatîb-i Rabbânî olan andelib, kevnî teşbîh görüntülerinin vecihlerinden bir tanesidir. Hâlık-ı kâinatın, kainat ve ondaki bütün mahlukat üzerindeki in’am-ı ezeli*sinin mazharlarının nasıl ilan edileceğini öğreten her nev’i mahlukatın bir andelibi bulunur. Her bir nevi mevcudatın, hatta yıldızların da bir ser-zakiri ve nur-efşân bir bülbülü vardır. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi, en münevveri, en bâ*hiri, en azîmi, en kerîmi, sesçe en yüksek, vasıfça en parlak, zikirce en etem ve sû*retçe en ecmel, kainat bostanında, arz ve semâvatın bütün mevcudâtını latif sece*atiyle, leziz nağâmatıyle, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren; nev-i beşerin andelib-i zîşânı ve benî Âdem’in bülbülü Muhammed-i Arabî’dir.
“Sakın zannetme ki, bu ilan ve dellallık ve tesbihâtın nağâmatıyle teganni, bül*büle mahsustur. Belki ekser envâın her bir nev’inin bülbül misali bir sınıfı vardır ki, o nev’in en latif hissiyatını, en latif bir tesbih ile, en latif sec’alarla temsil edecek birer latif ferdi veya efradı bulunur. Bülbüle; nahli, fahli, ankebût ve nemli, yani arı ve vasıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevâm ve küçük hay*vanların bülbüllerini kıyas et.” 79
Ayna örneği
Ayna örneğine dayanma ve onu bir remiz olarak kullanma ehl-i felsefe arasında çok yaygın bir tedavüle sahiptir ve uzun zamanlardan bu yana şairler tarafından çok sık olarak istifade edilmiştir. Görmekteyiz ki, Eflatun’dan Bediüzzaman’a kadar ay*nanın delâlet yönüyle ele alınışı, şiirin mahiyeti ve tabiatının tahdidi açısından ger*çekleşmiştir. bazı zamanlarda ayna hakikatleri ve cevherleri aksettirir. Bazı zaman*larda ise sûretlerden ve ârazlardan başkasını göstermez.
Mutasavvıf şairler, kâh yakın delâletleri açısından, kâh uzak delâletleri açısından bu remiz çeşidini kullananlardandır. Ayna bazan marifet-i zâtiyeye ulaştıran bir köprü olmuştur. Tıpkı Enverî’nin söylediği gibi:
“Aynada kendime nazar ettim; tarağımdan yüzlerce nasihat işittim.” 80
Aynı zamanda ayna, âlem-i asgar ve âlem-i ekberin tecelligâhı ve menzilleridir. Bu menzillerin de kendi aralarında dereceleri vardır.
Şairler bazı ehâdis-i Nebeviyyede bunun kullanımını te’yid eder tarzda örnekler bulmuşlardır. Bunlardan bir tanesi Hz. Peygamberin (a.s.m.) şu sözüdür; “Mü’min kardeşinin aynasıdır.” Mevlânâ Celâleddin Mesnevî’sinin bir yerinde bu örneği çok iyi massetmiş, başlık olarak “Mir’ât” kelimesini seçmiştir. Celâleddin şöyle der:
“Ey insanlar arasında zulmü müşahede eden kişi;
Senin imtihanın, onların imtihanlarındandır, be adam.
Onların içinden seni gözetleyip bulur;
Cefadan, zulümden ve arbededen.
Şüphesiz şu insan sensin,
Ve şu ezâyı sen sürekli kendi nefsine yapmaktasın.
Şu saatte nefsine ne kadar lanet etsen haktır.
Ayân-beyan görmezmisin ki, bu şer nefsinin kendi zatındandır?
Ve illâ sen, o halde nefsinin kendi zatının düşmanısın.
Mü’minlerin bazıları için bir aynadır,
Nebî’den gelen bir haberde varid olduğu gibi.” 81
Ayna sadece eşyâyı, sûretleri ve hakikatleri aksettiren bir alet değildir. Bazılarına göre aynı zamanda, âkis (aksettiren) ile ma’küs (akseden) arasındaki sınırları kaldıran ve kendinde in’ikas eden feyizlerden terettüb eden bir birliği ifade eder. Tıpkı Ebi’l-Hayr’ın dediği gibi:
“Şüphesiz ben tek başıma en nihayetine dek hem âşık, hem maşûk ve hem aşkım.
Ve ben tek başıma hem gören göz, hem mesteden güzellik ve hem aynayım.” 82
Delâletleri açısından ayna örneğine Bediüzzaman büyük önem vermiş, çokça kullanmıştır. Bu konudaki metodu gereği bu örneği, ona âlem-i şehadet karşılığı olarak kullanmıştır. Ta ki bu yolla insanların basiretleri açılsın ve âlem-i gaybla ilgili bu örnekte remzen ifade edilen hakikatleri görebilsinler. Konuyla ilgili şunları söy*ler:
“Bir adam elinde olan âyinesini bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misâlî bir hâne, bir şehir, bir bahçe o ayinede görünür. Ednâ bir hareket ve küçük bir tegayyür ayinenin başına gelse, o hayali hâne ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakiki hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünkü senin elindeki ayinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız ayinenin sana verdiği mikyâs ve mizan iledir.” 83
O halde ayna, evhamları değil hakikatleri aksettiren bir vasıtadır. Ancak aynanın aksettirdiği şeyle bir taallukunun olması gerekmez. Bilakis, aksettirdiği görüntüye bir delâlette bulunabilir. Çünkü nihayetinde âkis ve mâküs (ayna ve görüntü) fenâya mâruzdurlar. Sadece hakikat bakî kalacaktır.
Bediüzzaman’ın aynanın sûretine istinad ederek ikinci bir kez takdim ettiği bu teşbih, konumuzu te’kid eder mahiyettedir. Burada, hakikâtlerin görüntüleri veya in’ikasları yahut tecellileriyle değil de doğrudan hakikatlerle olan taallukunu gör*meye davet etmektedir. Şöyle der:
“Senin hayatın ve ömrün, ayinedir. Senin dünyanın direği ve ayinesi ve mer*kezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin öl*mesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak vaziyettedir.” 84
Güneş örneği
Bediüzzaman’ın lisanında en fazla deveran eden remizlerden birisi güneş rem*zidir. Bilindiği gibi güneş remzi, sûfî kültürde ünsiyetle irtibatlı olarak kullanılır. Ka*mer bu delaleti karşılamaya yetmez. Ayna ve güneşin her ikisi yine sûfî literatürde vücûdun masdarı ve mutlak kaynak şeklinde te’vil edilmiştir. Dolayısıyla ayna-güneş örneğiyle yaradılışı irtibatlandırmak kesinlikle garip karşılanmamalıdır. Bediüzzaman*’da ayna örneği neredeyse yok denecek kadar az iken, aşk remzi müteaddit sûret*lerde ve muhtelif üsluplar ile kullanılmıştır. Bunlardan çoğunluğu ise yaradılışın menşeiyle alakalıdır. Onun dışındakilerde böyle bir özelliği ancak zahiri batın yapa*cak kadar te’vil ve içtihad yoluna başvurmakla bulabiliriz. Bu konudaki acziyetimiz sebebiyle, neredeyse onlarla şöyle demeye davet edilmişiz:
“Zikretmediklerimden olan oldu,
Ve hayır zannedildi; ve sen de bir haber sorma.”
Celâleddin er-Rûmî, bir yönüyle Bediüzzaman gibi ayna örneğinden bahseder. Ona göre ayna yaratıcı nuranî ve mukaddestir. Toprağın kesâfetinden uzaktır. Şöyle der:
“Ayna, nûr-u akdesten bir şuâdır.
Hissi bir düşkünlükten doğan bir maksad değildir.
Öyleyse, onun yaratıcı olduğu söylenmeli,
Çünkü o mahlûk... değildir.” 85
“Medinetü’l-Işk” kasidesinde Celâleddin mahdud hissî te’vilin bir eseri olarak, hadsiz hudutsuz bir âlemin ufuklarına ulaşma gayreti içindedir. Şöyle terennüm eder:
“Ma’şûk âşıka dedi: Ey delikanlı!
Sen gurbette birçok şehirler gördün,
Bana haber ver: Bu şehirlerden hangisi daha güzeldi?
Şöyle cevap verdi: Benim kalbimi çekip koparan şu şehirdir.
Ve şüphesiz bu iki cihandan en iyisi şu mekândır ki,
İsteğime orada nail oldum, ey Allah’ım, senin yanımda olmanla.” 86
Mâşukun güneşle teşbîh edilmesi mutasavvıf şairler arasında alışılagelmiş bir şeydir. Bunlar, destansı ifadelerle güneşi Cemâl-i Mutlak’a işaret etmek üzere bir remiz olarak kullanmaktadırlar. İşte, mutasavvıflar tarafından Şeyh-i Ekber olarak anılan İbni Arabî de güneş remzine bu maksada yönelik yaklaşanlardandır. Bu re*mizde, ışığıyla etrafı aydınlatmasıyla bir lezzet bulmuş, mevâcid ve şatahâtına bir yorum getirmiştir. Çünkü bu güneş, başka hiç bir güneşe benzemez. Şair bu ko*nuyla ilgili şöyle der:
“Ve dediler ki, güneş bir yörüngede döner,
Acaba şemsin menzili sadece yörüngesi midir?
Onun ayakları üzerine bir arş kurulduğunda,
Sadece melekût çizgisi kalır.” 87
Bir başka yerde şöyle der:
İbni Arabî’ye göre güneş, aynaya yönelik değil, ayna güneşe yöneliktir. Bu ha*kikatten de Cemâl-i Ezelî’ye ulaşılır.
İbni Arabî bu mânâ üzerinde dururken aynı zamanda, Şeyhinin kızına “Ayn’üş-Şems ve’l-Bahâ” lakabını vermiş, sûfî ışıkları için bunu bir remiz olarak ittihaz et*miştir. İbni Arabî, şeyhi olan Ebî Şücâ’ Zâhir b. Rüstem b. Ebi’r-Recha el-İsfahânî’*nin kızından “Tercümânü’l-Aşvâk” isimli eserinde şöyle bahseder; “O, âlimler ara*sında bir güneş, edipler arasında bir gül bahçesidir” 88
Yukarıda zimrettiğimiz gibi Bediüzzaman güneş remzini çokça kullanmıştır. An*cak o, kendinden öncekilerin ele aldığı şekilde konuya yaklaşmamıştır. Aynı şekilde bu remzi ayna ile gelişi güzel irtibatlandırmamış, umumî sıfatlarla ele almamıştır. Bunun yerine her bir güzelliği doğrudan Cemâl-i Ezelî’nin, her bir celâli Celâl-i Mutlak’ın birer cilvesi olarak değerlendirmiştir. Zira o her zaman Bakî’yle alaka kurmuş, fanîlerle ilgilenmekten kaçınmıştır.
Ona göre “Bâki bir hüsn fanî bir müştâka razı olmaz.” 89 Bu yüzden tevhid bir güneştir; 90 Kur’ân bir güneştir; 91 nübüvvet bir güneştir; 92 salih bir âlim gü*neştir; 93 Allah (c.c.) bir güneştir. 94 Bunlardan hareketle Bediüzzaman, güneş hakkında haddi aşar tarzdaki te’villerin ve delâletlerin önünü de bir bakıma tıkamak*tadır.
Bediüzzaman’ın poetik yönünü gösteren en önemli delillerden birisi de, bazan Farisî olarak ve mahsûs vezinlerle te’lif ettiği manzum münâcâtlardır. Yer yer Arapça olarak ifade ettiği silsileli tatlı cümleler bulunur. Bu münâcâtların çoğunluğu ve en belirgin olanları Mesnevi isimli eserinde yer almaktadır. Sadece bu eser hak*kında yapılacak incelemelere büyük ihtiyaç vardır. İnşaallah en yakın zamanda, bu çalışmamızı daha geniş bir şekilde tamamlama imkânına kavuşuruz.
____________________
1 Dr. HASAN EL-EMRÂNÎ
1949 senesinde Fas’da doğdu. 1981’de master ve 1988’de doktorasını tamamladı. Halen I. Ahmed Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığını yapmaktadır. Fas’ta yayınlanan el-Mişkat adlı derginin Yazı İşleri Müdürlüğünü yürütmektedir.
Edebiyat ve oriantalizmle ilgili eserleri bulunmaktadır.
2 Nakdü’ş-Şi’r, 64.
3 Esrârü’l-Belâga, 191.
4 Fuhûletü’ş-Şuarâ.
5 Et-Tabakât, 7-8.
6 Cevâmiü’ş-Şi’r, Farabî, 172.
7 Cevâmiü’ş-Şi’r, 173.
8 El-Umde, 119.
9 El-Umde, 116.
10 El-Umde, 475.
11 El-Hayevân, 1/75.
12 Muhtârât Mine’l-Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nûrî, Edib İbrahim Debbâğ, 13.
13 Sözler, 189.
14 “Şi’ru’l-hurr, şi’ru’t-tef’îlî, şi’ru’l-muntalak... gibi mürekkep ıstılahlar yerine, daha geniş kapsamlı olan “Tenğîm”i kullanmayı uygun gördük. Daha geniş bilgi için Memleketü’l-Ramâd isimli eserin mukaddimesine bakınız.
15 Şiiriyyet (Poetik) ıstılahı Bediüzzaman’ın ifadelerinde hakim bir kavram değildir. Ancak bu kalıbı, günü*müzde geçerli olan anlayışa çok yakın bir şekilde Mesnevî-i Nûriye’nin çeşitli yerlerinde kullanmıştır. Bu eserin 178. sayfasında şöyle der; “Ayetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayâlattan pek vâsi’ ve pek yüksektir.”
16 Goethe: Le Dıvan / West-ostlıcher Dıwan; Aubier, Collection bilingue, Paris 1950, pp. 230-231.
17 Mesneviyyü’l-Arabiyyün-Nûrî, 156.
18 Mesnevî-i Nûriye, 373 (Terc: Abdülkâdir Badıllı).
19 Mesnevî-i Nûriye, 80-81 (Terc: Abdülmecid Nursî).
20 El-Hayevân, 3/131-132. Ayrıca Dr. İhsan Abbas’ın “Tarihu’n-Nakdi’l-Edebî İnde’l-Arab” isimli ese*rinde bu konuyla ilgili yaptığı tartışmaya bakınız. 5. Baskı, 1986, Sh. 98 vd.
21 El-Umde, 1/252.
22 Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nûrî, 156.
23 Mesnevî-i Nûriye, 43.
24 Mesnevî-i Nûriye, 176.
25 Mesnevî-i Nûriye, 60.
26 Sözler, 400.
27 Sözler, 400.
28 Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nûrî, 156.
29 Sîret-i İbn Hişâm, Ben-i Kureyzâ Gazası, 2/234 ve devamı; “Resûlüllah (a.s.m.) bir müezzine insanlara şöyle seslenmesini emreder: İkindi namazını Ben-i Kureyza’ya ulaşmadan kılmasınlar.” Aynı konuda İbni İshâk’ın değerlendirmesi için Ravdu’l-Üns isimli eserine bakınız.
30 Hûd Sûresi, 44.
31 Sözler, 401.
32 Sözler, 403.
33 Colin Wilson, Şiir ve Tasavvuf, 35
34 Mesnevî-i Nûriye, 178.
35 Adonîs, Mukaddemetü Li’ş-Şi’ri’l-Arabî, 139.
36 Adonîs, 129.
37 Rûm Sûresi, 7.
38 Mesnevî-i Nûriye, 174.
39 Sözler, 226.
40 Bu ifade Fransız şair R. Char’a aittir. Adonîs tarafından “Remzü’ş-Şi’r” isimli eserinin önsözünde ikti*bas olarak yeralmıştır.
41 Mesnevî-i Nûriye, 169.
42 Mesnevî-i Nûriye, 168.
43 Devlet, Eflatun, 264.
44 Mesnevî-i Nûriye, 168.
45 Adonis, En-Nassu’l-Kur’ânî ve Âfâku’l-Kitâbe, 15.
46 Adonis, 15.
47 Adonis, 16.
48 Mesnevî-i Nûriye, 81.
49 Mesnevî-i Nûriye, 160.
50 Bu konuyla ilgili daha fazla bilgi için, Hâzım el-Kartacanî’nin “Minhâcü’l-Büleğâ ve Sirâcü’l-Üdebâ” isimli eserdeki “Minhâcü’s-Sâlis” bölümüne bakınız.
51 Minhâc, 63.
52 Mesnevî-i Nûriye, 60.
53 Mesnevî-i Nûriye, 60.
54 Mesnevî-i Nûriye, 178.
55 Mesnevî-i Nûriye, 179.
56 Bu konuyla ilgili geniş bilgi için bakınız: Mesneviyyü’l-Arabiyyü’n-Nurî, 318.
57 Remzü’ş-Şi’r, 15
58 Colin Wilson, Eş-Şi’r ve’s-Sûfiyye, 8-9.
59 Colin Wilson, 34.
60 Mesneviyyü’l-Arabî, Mukaddemetü Muhakkik, 7-8.
61 Mesnevî-i Nûriye, 123-124.
62 Mesnevî-i Nûriye, 122.
63 Mesnevî-i Nûriye, 72.
64 Mesnevî-i Nûriye, 72.
65 En-Nassu’l-Kur’ânî ve Âfâku’l-Kitâbe, 30.
66 Mesnevî-i Nûriye, 69.
67 Âtıf Cevdet Nasr, Er-Remzü’ş-Şi’rî İndes’Sûfiyye, 86.
68 Mesnevî-i Nûriye, 60.
69 Mesnevî-i Nûriye, 45.
70 Mesnevî-i Nûriye, 45.
71 Mesnevî-i Nûriye, 63.
72 Kasîde: Tâiru’l-Kudsî, Terc: Dr. Muhammed Ğanîmî, 204.
73 Kasîde: Âru’l-Akl, A.g.e., 207.
74 Kasîde: El-Hikmetü ve’l-Akl, Muhammed İkbal, (Muhtârât..)448.
75 Bu ifadeler Bediüzzaman’ın Farisi olarak ve manzûm şekilde bazı harika şiir örnekleri ve münâcâtlar takdim edişine engel değildir. Bediüzzaman’ın Arapça olarak sunduğu ve cezbe-i fikriyye olarak tabir ettiği Nücûm-u Kur’ân Envârından Son Nur isimli risalesinde bu durum açıkça kendini gösterir. “Cezbe” kelime*sini kullanışı sûfî bir havayı akla getirir. Diğer yandan bazı bölümlerde, farklı şekillerde serbest şiir örnekleri vermektedir. Aynı zamanda Recez kalıbında manzum ifadeleri bulunur.
76 Muhtârât, 446.
77 Muhtârât, 454.
78 Sözler, 328-329.
79 Sözler, 329.
80 Muhtârât, 165.
81 Muhtârât, 202.
82 Er-Remzü’ş-Şi’rî, 167.
83 Mesnevî-i Nûriye, 136.
84 Mesnevî-i Nûriye, 137.
85 Er-Remzü’ş-Şi’rî, 150.
86 Muhtârât, 200.
87 Tercümânü’l-Aşvâk, 170.
88 Tercümânü’l-Aşvâk, 8.
89 Mesnevî-i Nûriye, 38.
90 “Bir insan, gövdesinin cihât-ı sittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesâfe-i baîdeden celb ile gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de, küfrün zahmetlerine misaldir.” (Mesnevî-i Nûriye, 71)
91 “Nübüvvet öyle bir çekirdektir ki: İslâmiyet şeceresi bütün semerâtıyle, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur’ân dahi, seyyar yıldızları ismâr eden şems gibi, İslâmiyetin on bir rüknünü intâc etmiştir.” (Mesnevî-i Nûriye, 78)
92 “O hutbe-i ezeliyeyi okuyan zât, kâinatın kemâlatını keşfeden canlı bir güneştir. Saadet-i ebediyeyi ih*bâr ve tebşîr ediyor.”(Mesnevî-i Nûriye, 23)
93 “Ondan sonra gelen asırların O zâttan aldıkları feyizlere dikkat etmek üzere geri dönelim. Bak arka*daş! Bütün bu asırlar o Asr-ı Saadetin güneşinden Ebu Hanife, Şafii, Ebu Yezid, Cüneyd-i Bağdadî, Abdül*kâdir-i Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddîn-i Arabî gibi binlerce nuranî yıldızlar ayrılıp âlem-i beşeri tenvir et*mişlerdir.” (Mesnevî-i Nûriye, 26)
94 “Cenâb-ı Hakkın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzat mübâşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvîr ettiği gibi.” (Mesnevî-i Nûriye, 100)