Hz. Âişe söylenenlerden uzun müddet habersizdi
Hz. Âişe söylenenlerden uzun müddet habersizdi
Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy’in başlattığı, Hassan bin Sabit, Mistah bin Üsâse, Hamne bint-i Cahş ve halktan bazı saf Müslümanların, münâfıkların tuzağına düşerek etrafa yaydıkları iftira hâdisesinden Hz. Âişe’nin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır:
“Medine’ya gelince ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa [humma] tutuldum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında Ashab-ı İfk’in iftirâları dolaşıyormuş. Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim. Aleyhimdeki iftirâları Resûlullahla annem ve babam da duymuşlar, fakat bana hiçbir şeyden bahsetmiyorlardı.
“Yalnız hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebî’den (a.s.m.) daha önce hastalandığım zamanımda görmüş olduğum lütuf ve şefkatı bu hastalığım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden ‘Hastanız nasıl?’ diyor ve bununla iktifâ ediyordu. Benim, iftiracıların uydurduklarından hiç haberim yoktu.”1
Söylenenleri Hz. Resûlullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe’nin anneleri duymuş olmasına rağmen, Hz. Âişe’ye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz şekilde Hz. Resûlullahın kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat, bunun sebebinden haberi yoktu.
Hz. Âişe, iftirâyı nasıl ve kimden öğrendi?
Hz. Âişe, iftirayı kimden ve nasıl öğrendiğini de şöyle anlatır:
“Aradan yirmi küsûr kadar gece geçmişti. Hastalığımı atlatmış, nekâhet devresine girmiştim.
“Bizler, o zaman Arap olmayanların evleri yanında edindikleri şu helâları, kokusundan tiksindiğimiz için, evlerimizin yanında bulundurmaz, Medine’nin kırlarına çıkardık. Kadınlar, her gece oraya ihtiyaçlarını gidermek için çıkarlardı.
“Ben, yine bir gece Mıstah bin Üsâse’nin annesi ile, hacet giderme yerimiz olan Menası’ tarafına çıkmıştım. Mıstah’ın annesi, çarşafına takılarak düşünce, ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!’ diyerek oğluna bedduâ etti.
“Ben, ‘Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?’ dedim. Sustu, cevap vermedi.
“İkinci kere ayağı dolaşıp düştü. Yine; ‘Mıstah, yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!’ diye bedduâ etti.
“Ben, ‘Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?’ dedim. Yine susup cevap vermedi.
“Üçüncü kere düştü. Yine; ‘Mıstah, yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!’ diye bedduâ etti.
“Ben yine ‘Ey ana! Ne diye oğluna bedduâ ediyorsun?’ Bedir Savaşında bulunmuş bir zata sövülür, bedduâ edilir mi?’ dedim.
“O, ‘Vallahi, ben, ona senin aleyhinde söylediklerinden dolayı bedduâ ediyorum’ dedi.
“O, neler söylemiş?’ diye sordum.
“Bunun üzerine, Mıstah’ın annesi, iftiracıların söylediklerini bana teker teker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi.
“Vallahi, üzüntümden hacetimi gidermeye bile güç yetiremedim ve döndüm. O kadar ağladım ki, ağlamaktan ciğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.”1