Akil nedir ve nasil kullanilmalidir?
- Akil nedir ve nasil kullanilmalidir?
Akil için “Anlama âleti. Düsünme kabiliyeti. Zekâ. Zihin.”, “Madeni kalp ve ruhta, suai dimagda bulunan bir nur-u manevî.” gibi degisik tarifler yapilmistir.
Felsefeciler akli degisik mânâlarda anlamis, farkli sekillerde tarif etmisler; ama üzerinde anlastiklari tek bir tarif gösterilemiyor. Bu ne demektir? Yâni, insanoglu henüz aklinin mahiyetini anlamis degil.
Akil hakkinda yapilan güzel bir tarif: “Akil, zâtiyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle alâkadar bir cevherdir.”
Hem maddeden mücerret, hem de maddeyle alâkadar olmak nasil olur? Su misal konuya açiklik getirebilir.
Çalisan bir buzdolabina yahut çamasir makinesine elimizi rahatlikla dokundurabiliyoruz ve bizi elektrik çarpmiyor. Demek ki, elektrik, zâti ile o cihazda yok. Ama fiiliyle onunla alâkadar. Akil ile beyin arasinda da, aynen olmasa bile, benzer bir ilgi vardir.
Aklin vazifesi üzerinde çok seyler söylenmis. Bunlardan oldukça kabul görmüs birisi su: “Akil anlama âletidir.”
Akil âlet olunca, bir de onu kullanan olacaktir. Herhalde, gözü kullanip bakan, dili kullanip tadan kim ise, akli kullanip anlayan da o olmali. Bu da, ruhtan baskasi degil. Nitekim, yanlis is gören birisini ikaz ederken, “aklini kullan” demiyor muyuz? Bu sözü herhalde o adamin eline, koluna yahut iç organlarina söylemiyoruz.
Iste, aklini kullanmasini istedigimiz o ruh, akli tarif edemiyor. Nasil etsin ki, daha kendi mahiyetinden habersiz, onun da cahili.
Her âletin bir kapasitesi, her terazinin tartabilecegi asgarî ve azamî yükler vardir. Bir tonluk kantarla, ne on tonluk demir tartilabilir, ne de on gramlik altin. Her iki halde de, âlet bize bir fikir vermez, sadece hareketsiz kalmakla yetinir.
Insanin bütün duyu organlari da birer terazi gibidir. Nitekim insan, çiplak gözle mikroplari da göremiyor, isigi dünyamiza ulasmamis yildizlari da. Bir mikroskop, bir teleskop onun görüs ufkunu biraz genisletir, ama yine de belli sinirlarin disina tasamaz. Insanin isitmesi de öyledir, koku almasi da.
Gelelim “anlama” meselesine. Her âleti yerli yerinde kullanmayi düsünen, hiçbirine gücünün üstünde yük yükletmeyen, onlari hirpalamayan, ezmeyen, perisan etmeyen insan, nedense, sira akla gelince bütün bu tedbirleri unutur; ona her seyi yüklemeye kalkar. Metafizik sahanin bile en ince meselelerini anlamaya, en derin problemlerini çözmeye, en uzak gerçeklerini kesfetmeye çabalar. Halbuki aklin da is görebilecegi belli sahalar vardir. Hele bazi konularda insanin, degil konusmasi, tahmin yürütmesi bile dogru degildir.
Aklin, rehbersiz dolasamayacagi nice sahalar var. Bunlardan birisi: Kâinat niçin yaratilmistir?
Akil ancak “kâinatin nasil yaratildigi” konusunda bir seyler söyleyebilir. Onun yaradilis gayesi, aklin sahasini asar. Insan, bu vadide, sadece akli ve kâinati yaratan Allah’in kelâmini dinleyecektir.
Insan, her mahlûkun hikmetli ve gayeli yaratildigini, kendisinin de basibos olamayacagini akliyla kavrayabilir. Ama yaraticisina, Rabbine karsi neler yapmasi gerektigine kendisi karar veremez. Her nimetin sükür gerektirdigini anlayabilir, ancak bunun nasil yapilacagi konusunda tahminler yürütemez.
Aklin tek basina yanasamayacagi bir baska saha, “Cenâb-i Hakk’in zâtidir. Insan bu konuda izinsiz konusmaya nasil cesaret edebilir ki, daha aklinin ve ruhunun mahiyetlerini anlayabilmis degildir.
Bir baska saha, ölüm ve ötesi; kabir, hasir, hesap, mükâfat ve ceza.. Bunlar hakkinda tahminler yürütmek de akli asar. Bütün bu ve benzeri konularda, aklin geregi, Ilâhî fermana aynen uymaktir.
“Fikrin sönük ise Kur’an’in günesi altina gir. Imanin nuriyle bak ki, yildiz böcegi olan fikrin yerine, her bir âyet-i Kur’an, birer yildiz misüllü sana isik verir.” (Sözler)
Kur’an günesinin altina girenler, aydinliga kavusur, yeni dogmus gibi olurlar. Dar fikirleri birden bire genislenir. Görmeyen gözleri açilir. Daha önce bir adim olsun atamadiklari sahalarda yol almaya, yüzmeye, uçmaya baslarlar. Ama elbette, belli bir sinira kadar. Çünkü kuldurlar, mahlûkturlar.
Gerçekte, akil için yol birdir. O da ne sunun, ne bir baskasinin sözüne degil, vahyin ta kendisine uymaktir.
“Allah birdir. Onun yolu da birdir. Görmez misin ki, iki seyin arasinda var oldugu kabul edilen dogru tektir. Ama, cehalet ve sapiklik yollari çoktur. Nitekim, iki seyin arasinda düsünülen egri çizgiler sonsuzdur.” (Kinalizade)
Felsefe tarihi, akil üzerinde yapilan münakasalarla doludur. Bu tartismalarda aklin ne oldugu üzerinde uzun uzun durulmus, ama onun nasil kullanilmasi gerektigi çogu zaman dikkate alinmamistir. Halbuki bu ikincisi, birinciden çok daha önemlidir.
Malûmdur ki, insan bir âleti kullanmayi bildigi takdirde, ondan rahatlikla faydalanabiliyor. Onun inceliklerini bilmesi, çogu zaman, gerekmiyor.
Su âyet-i kerime mealini dikkatle okuyalim:
“Bir de sana ruhtan soruyorlar: De ki ruh Rabbimin emrindedir ve size ilimden ancak az bir sey verilmistir.”(Isra Suresi, 85)
Bu Ilâhî haber, akil için de aynen geçerli. Zaten “ruh”, “kalp”, “akil” kelimeleri çogu zaman ayni mânâda kullaniliyor. Bazi zâtlar, akli ruhun bir sifati olarak kabul ederken, diger bir kismi da, akil, kalp ve ruh kelimelerini, ayni mahiyetin degisik isimleri olarak degerlendiriyorlar.
Evet, gerek Kur’an-i Kerim’de, gerek Hadis-i Seriflerde aklin mahiyetinden çok, nasil kullanilmasi gerektigi üzerinde durulur. Sema ve arzin yaratilisi, insanin yaratilis safhalari, daglarin nehirlerin faydalari, arinin ilhama mazhariyeti, baharin hasire benzerligi gibi nice ibretli tablolar insan aklina takdim edilir. Ve ondan düsünmesi, anlamasi ve sükretmesi istenir.