BİRİNCİ BÖLÜM
RİSALE-İ NUR VE MESLEĞİ NEDİR?
Risâle-i Nur Nedir? Risâle-i Nur, Kur’ân’ın Î’câzını gösteren bir tefsirdir
Eski Harb-ı Umûmiden evvel ve evâilinde, bir vâkıâ-ı sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır.
Dedim: "Ana korkma; Cenâb-i Hakkın emridir. O Râhim’dir ve Hâkim’dir."
Birden, o halette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: "Î’câz-ı Kur’ân’ı beyan et."
Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak.Doğrudan doğruya Kur’an
kendi kendini müdâfaa edecek.Ve Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda
izhârına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.
Barla Lâhikası, s.9.
Risâle-i Nur, istikbâli de aydınlatan bir Kur’ ân tefsiridir
Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhânı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve mâden-i ilm-i hakîkatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.
Şuâlar, s. 577.
***
Lillâhilhamd, Risâle-i Nur, bu asn, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş.
Kastamonu Lâhikası, s. 6.
***
Risâle-i Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin, kendi makâmında riyâseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.
...........
Evet, bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi olan Risâle-i Nur, heyet-i mecmuası, sâir şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvâfık ve hakîkat-i ilmiyeye münâsip olarak, birkaç nevîde ve bilhassa hakâik-ı îmâniyenin izhârında, intişârında azîm kerâmetleri olduğu gibi, üç kerâmet-i zâhiresi bulunan Mu’cizât-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Ayetü’1-Kübrâ gibi risâleleri dahi, herbiri kendine mahsus kerâmetleri bulunduğunu çok emâreler ve vâkıalar bana katî bir kanaat vermiş. Hattâ sekerâtta bulunan talebeleri,ne îmânını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine ınüteaddit vâkıalar şüphe bırakmıyor Bir saat tefekkür, bir sene ibâdet-i nâfile hükmünde, bir misâli Nurun Hizb-i Ekberi’dir diye müşâhede ettim ve kanaat getirdim.
Kastamonu Lâhikası, s. 9.
Risâle-i Nur tarîkat değil,doğrudan doğruya Kur’ ân’ ın feyzinden mülhem bir hakîkattir
Risâle-i Nur, tarîkat değil, hakîkattir; âyât-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne Şarkın ulûmundan ve ne de Garbın fünunundan alınmış değil, Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın bu zamana mahsus bir i’câz-ı mânevîsidir; menfaat-i şahsiye yoktur.
Kastamonu Lâhikası, s.150.
***
Risâle-i Nur sâir telifât gibi, ulûm. ve fünûndan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstâdı yok, Kür’ân’dan başka mercîi yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifın yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzûl ediyor.
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 79.
Risâle-i Nur, şu zamanın ihtiyaçlarına uygun bir ilâçtır
Hem, yazılan eserler, risâleler-ekseriyet-i mutlakası-hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, rûhumdan tevellüd eden bir hâcete binâen âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bâzı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: "Şu zamanın yaralarına devâdır." İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden .anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvâfık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.
Mektûbât, s. 363.
***
Esrâr-ı Kur’âniyeye âit yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münâsip bir ilâç, bir merhem ve zulümâtın tehâcümâtına mâruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu îtikâdındayım. Bilirsiniz ki; eğer dalâlet cehâletten gelse, izâlesi kolaydır. Fakat, dalâlet fenden ve ilimden gelse, izâlesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan, ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar, hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan mâlûm Sözler’i, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini-vermiş tasavvurundayım.
Mektûbât, s. 27.
Risâle-i Nur Kur’ân’ın tesiri büyük hakîki bir tefsiridir
Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî Cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, îmanda dahi bu dünyada mânevî bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde Cennet lezâizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle-aklı başında olanlarını-kurtarıyor.
Ayetü’l-Kübrâ, s.192.
***
"Neden, senin Kur’ân’dan yazdığın Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var? Ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bâzan bir satırda, bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor."
Elcevap: Güzel bir cevaptır. Şeref, i’câz-ı Kur’ân’a âit olduğundan ve bana âit olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet îtibariyle öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, îmandır; mârifet değil, şehâdettir, şuhundur; taklit değil, tahkîktir; iltizam değil, iz’andır;tasavvuf değil, hakîkattir; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.
Şu sırrın hikmeti budur ki:
Eski zamanda, esâsât-ı îmâniye mahfuzdu, teslim kavî idi.Teferruâttâ, âriflerin mârifetleri delilsiz de olsa, beyânatları makbul idi. Fakat, şu zamanda dalâlet-I fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan,her derde layık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’câzından olan tcmsilâtından bir şûlesini, acz ve
zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten,
hizmet-i Kur’ân’a âit yazılarıma ihsan etti. Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakîkatler gâyet yakın gösterildi. Hem, sırr-ı temsil cihetü’1-vahdetiyle en dağınık meseleler toplattınldı. Hem, sırr-ı temsil merdiveniyle en yüksek hakîkate kolaylıkla yetiştirildi. Hem, sırr-ı temsil penceresiyle hakâik-ı gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye şuhûda yakın bir yakîn-i îmâniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefıs ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.
Elhâsıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gâyet aczimle tazarrûumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ ân’ ındır.
Mektûbât, s. 365.
***
Risâle-i Nur’un mesleği sâir tarîkatler, meslekler gibi maâlûp olmayarak, belki galebe ederek, pekçok muannidleri îmâna getirmesi, pekçok hâdisâtın şehâdetiyle, bu asırda, bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniye olduğunu ispat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle, bu memlekette, bu husûsi ve cüz’î ve yalnız şahsî bizmet veya mağlûbâne perde altında veya bid’alara müsâmaha sûretinde ve tevilât ile bir nevî tahrifât
içinde hizmet-i dîniye tam olamaz diye,hâdisât,bize kanaat vermiş.
Emirdağ Lahikası-I,s.62.
Risâle-i Nur ispata dayanan bir Kur’ân tefsiridir
Risâle-i Nur, Kur’ân’dan çıkan bürhânî bir tefsir olduğundan Kur’ân’ın nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekrarâtı gibi onunda lüzumlu,hikmetli,belki zarûri ve maslahatlı tekraratı vardır.Hem Risâle-i Nur,zevk ve şevk ile dillerde,usandırmayan,dâimâ tekrar edilen Kelime-i Tevhîdin olmasından,zarûri tekrarâtı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.
Şualar,s.65.
Risâle-i Nur’un Husûsiyetleri Risâle-i Nur îmânî meseleleri aklî ve ilmî delillerle de ispat eder
Müceddid-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârukî ders verirken diyordu:
"Bütün tarîkarların en mühim neticesi hakáik-ı îmâniyenin inkişâfıdır.Ve birtek mesele-i îmâniyenin vuzuh ile inkişâfı,bin kerâmâta ve ezvâka müreccahtır."
Hem, diyordu: "Eski zamanda büyük zâtlar demişler ki,Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelecek,bütün hakáik-ı îmâniye ve İslamiyeyi delâil-i alkiye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek. Ben istiyorum ki,ben o olsam, belki( HAŞİYE ) o adamım diye.
HAŞİYE:Zaman ispat etti ki,o adam adam değil, Risâle-i Nur’dur.Belki,ehl-i keşif Risâle-i Nur’u ehemniyetsiz olan tercümanı ve nâşiri sûretinde,keşiflerinde müşâhede etmişler; "Bir adam" demişler.
İman ve Tevhid, bütün kemâlât-ı insâniyenin esâsı, mâyesi, nûru, hayatı olduğunu ve http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b424.gif düsturu, tefekkürât-ı îmâniyeye âit bulunması ve Nakşî tarîkatinde hati zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır" diye tâlim ederdi.
Mâdem bu kahraman imam böyle diyor ve mâdem bir zerre kuvvet-i îmâniyenin ziyâdeleşmesi bir batman mârifet ve kemâlâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvâkın balından daha tatlıdır; ve mâdem bin seneden beri îman ve Kur’ân aleyhinde terâküm eden Avrupa feylesoflarının îtirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i îmâna hücum ediyor ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i dâimenin anahtarı, medârı, esâsı olan erkân-ı îmâniyeyi sarsmak istiyorlar; elbette herşeyden evvel îmânımızı taklitten tahkîka çevirip, kuvvetlendirmeliyiz.
Bir müddet tefekkür,bir senelik nâfile ibâdetten daha hayırlıdır.(Hadîs-i şerif: Keşfü’l-Hafâ, 1:1004.)
Ayetü’l-Kübrâ. s. 139-140.
***
Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, halî mesâil-i îmâniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler.
Mektûbât, s. 340.
Risâle-i Nur, ilimler içinde hakîkat ve Tevhîde yol açar
İlm-i mantıkta "kaziye-i makbûle" tâbir ettikleri (yani büyük zâtların, delilsiz, sözlerini kabul etmektir). mantıkça yakîn ve katiyeti ifâde etmiyor. Belki, zann-ı gâliple kanaat verir. İlm-i mantıkta, "bürhân-ı yakînî" hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor. Cerh edilmez delile bakar ki; bütün Risâle-i Nur hüccetleri, bu bürhân-ı yakînî kısmındandır. Çünkü ehl-i velâyetin amel ve ibâdet ve sülûk ve riyâzetle
gördüğü hakîkatler ve perdeler arkasında müşâhede ettikleri, hakâik-ı îmâniye. Aynen onlar gibi, Risâ/e-i Nur, ibâdet yerinde ilim içinde hakîkate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakîkatü’l-hakâika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-I akîde ve usûlü’d-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakîkat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefi dalâletlere galebe ediyor; meydandadır.
Teşbihte hatâ olmasın; nasıl ki Kur’ân’ın gâyet kuvvetli ve mantıkî hâkîkati sâir dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtanp onlara bir nokta-i istinad oldu, taklidî ve aklın haricindeki usüllerini de bir derece muhâfaza etti; aynen öyle de, bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nuru olan Risâle-i Nur dahi felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i îmânın, taklidî olan îmanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i îmâna bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki; bu emsâlsiz dehşetli dalâletler içinde, yine avâm-ı mü’minînin îmânını şüphelerden ve İslâmiyetini hakîkatsizlik vesveselerinden muhâfaza ediyor. Evet, her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de, ehl-i îman bu zamanın çok dehşetli dalâletinin galebesinden, "Acaba İslâmiyette bir hakîkatsizlik mi var ki, sarsılmış" diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit, birden işitir ki, bir risâle çıkmış; îmânın bütün hakîkatlerini katî ispat eder, felsefeyi mağlûp edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup îmânı kurtulur ve kuvvet bulur.
Emirdağ Lâhikası-I, s. 90.
Risâle-i Nur çabuk ve kolay anlaşılır bir tarz takip eder
Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimdne hazırlanan dinsizlerin îtirazlannı ve kâfir feylesofların terâküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudîlerın ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def edip mukâbele eden ve her asırda Kur’ân’ın pekçok kahramanlan ve mânevî kaleleri vardı. Şimdi ihtiyaç bir ikiden yüze çıkmış. Ve müdâfîler yüzden iki üçe inmiş. Hem, hakâik-ı îmâniyeyi ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakîkatleri tâlim eden Risâle-i Nur, elbette İmâm-ı Ali Radıyallahü Anhın bu iltifâtına lâyıktır.
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 95.
Risâle-i Nur diğer âlimlerin eserlerinden farklıdır
Evliyâ dîvanlarını ve ulemânın kitaplarını çok mütâlâa eden bir kısım zâtlar tarafından soruldu: "Risâleti’n-Nur’un verdiği zevk ve şevk ve îman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?"
Elcevap: Eski mübârek zâtlann ekserî dîvanlan ve ulemânın bir kısım rısâleleri îmânın ve mârifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlannda îmânın esâsâtına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı îman sarsılmıyordu.
Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir sûrette taarruz var.
O dîvanlar ve risâlelerin çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risâleti’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olarak îmânın esâsâtını kurtarıyor ve mevcut îmandan istifâde cihetine değil; belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile, îmânın ispatına ve tahkîkine ve muhâfazasına ve şübehâttan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek
gibi, ilâç gibi lüzûmu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.
O dîvanlar derler ki: "Velî ol, gör. Makâmata çık, bak; nurlan, feyizleri al."Risâleti’n-Nur ise der: "Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakîkati müşâhede et, saadet-i ebediyenin anahtan olan îmânını kurtar."
Risâleti’n-Nur, en evvel tercümânının nefsini iknâa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmâresini tam iknâ eden ve vesvesesini tamamen izâle eden bir ders, gâyet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet karşısında tek başıyla gâlibâne mukâbele eder.
Hem, Risâleti’n-Nur sâir ulemânın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders,vermez ve evliyâ misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizâcı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hâreket ederek evc-i âlâya uçar, taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakâik-ı imâniyeyi kör gözüne de gösterir.
Kastamonu. Lâhikası, s.10.
***
Risâle-i Nur, sâir ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki îmân-ı tahkîkî ilimleri, başka ilimlere ve mârifetlere benzemez, akıldan başka çok letâif-i insâniyenin de kuvvet ve nurlarıdır.
Sikke-i Tasdîk-e Gaybî, s.143.
Risâle-i Nur her yerde ve herşeyde Tevhid nûrunu gösterir
Cevşenü’l-Kebîr ve Risâle-i Nur ve Hizb-i Nûrî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümât karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı Tevhîdi gösteriyor.
Ezcümle, iki gün evvel, ism-i Hakem nüktesini okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzûmesinin bahsini, Risâle-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış; demiş: "Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder," tevehhüm etmiş.
Yanımda ona okundu; ayıldı. "Bu, bütün bütün başkadır" dedi. Demek, kozmoğrafyacılar gibi, ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u Ehadiyeti gösteriyor, orada da düşmanlannı takip ediyor, en uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: "O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir; bil, ayıl!" Başına vurur.
Hem kâinatı, baştan başa âyineler hükmünde, tecelliyât-ı esmâya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakîkat gibi huzur-u dâimî kazanmak için kâinatı, ya nefyetmek veya unutmak ve hâtıra getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve dâimî kâinat vasatında bir ubûdiyet dairesini açtığını gördüm.
Kastamonu Lâhikası, s. 174.
Risâle-i Nur, hakîkatleri menfiyi nazara vermeden anlatır
Risâle-i Nur’un mesleği odur ki; zihinlerde bir iz bırakmamak için, sâir ulemâya muhâlif olarak, muârızların şûphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.
İşârâtü’l-İ’câz, s. 4.
Risâle-i Nur, bu dünyada dahi îmandaki lezzeti, imansızlıktaki sıkıntı ve elemi gösterir
Çoklar tarafından hem bana, hem bâzı Nur Kardeşlerime suâl etmişler ve ediyorlar ki:
"Neden bu kadar muârızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukâbil Risâle-i Nur mağlûp olmuyor. Milyonlar kıymettar hakîki kütüb-ü îmâniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde; sefâhet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle, çok bîçare gençleri ve insanları hakâik-ı îmâniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum ve enı gaddarâne muâmele ve en ziyâde yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risâle-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda, Risâle-i Nur’un intişârı, hattâ çoğu el yazması ile altı yüz bin nüsha-risâlelerinden-kemâl-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyak ile kendini okutturmasının hikmeti nedir, sebebi nedir?" diye, bu meâlde çok suâllere elcevap deriz ki:
Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî Cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, îmanda dahi bıı düııyada mânevî bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve,fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde Cennet lezâiz i gibi mânevî lezzetler bııluııduğunu ispat ediyor.
Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle-aklı başında olanlarını-kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hâl var:
BİRİNCİSİ : Akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çaresi, ehl-i sefâhetin aynı lezzetinde, elemini gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b425.gif âyetinin işaretiyle, bu zamanda, âhiretin elmas gibi nîmetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i îman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbî olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler...(İbrâhim Sûresi:3.)
Ayetü’l-Kübrâ; s. 191-193;199-200.
Cehennem azâbını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risâle-i Nur, o meslekten gidiyor.
Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen tiryâkiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan ve seyyiâttan vaz geçirmek yolu ile, ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenâb-ı Hak, Gafûrü’r-Rahîmdir. Hem, Cehennem pek uzaktır" der; yine
sefâhetine devam edebilir. Kalbi, rûhu hissiyâtına mağlûp olur.
İşte, Risâle-i Nur’daki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevk eder. O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Sözün üçüncü Mevkıfındaki uzun muvâzene, en
sefıh ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor; dersini kabul ettiriyor.
........
BU ASIRDA İKİNCİ DEHŞETLİ HAL : Eski zamanda Küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu, küfr-ü meşkûku çabuk izâle ederlerdi. Allah’a îman umûmi olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle, çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette olan bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakâik-ı îmâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı îmâniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakîkat-i kudsiye lâzımdır ki, onların tecâvüzâtını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin.
İşte, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeâtı bulunan Risâle-i Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’ân’ın elmas kılıncı ile kınyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeye ve îmânın hakîkatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor...
Evet, Risâle-i Nur îman ve küfür muvâzenelerini ve hidâyet ve dalâlet,mukâyeselerini bu mezkûr hakîkatleri bilmüşâhede ispat ediyor.
Ayetü’l-Kübra, s. 191-193; 199-200.
Risâle-i Nur tahkîkî îmânı kazandırır
Bâzı mûterizler Risâle-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için demişler: "Herkes Allah’ı bilir. Adi bir adam, bir velî gibi Allah’a îman eder" diye Nur’lann pek yüksek ve pekçok kıymettar ve gâyet lüzumlu tahşidâtını ziyâde göstermek istemişler. Şimdi, İstanbul’da, daha dehşetli bir fikirde, anarşî fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münâfıklar, Risâlc-i Nıir gibi ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu îman hakîkatlerine ihtiyacı düşürmek desîsesiyle diyorlar ki: "Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacıınız çok yok" diye mukâbele etmek istiyorlar.
Halbuki, Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihâta eden Rubûbiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve irâdesiyle olduğuna katî îman etmek ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b426.gif kelime-i kudsiyesine, hakîkatlerine îman etmek, kalben tasdik ettirmekle olur. Yoksa, "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbâba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hattâ hadsiz şerikleri hükmünde esbâbı mercî tanımak ve herşeyin yanında hazır irâde ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlannı ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a îman hakîkati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mûnevî cehennemin dünyevî tâzibinden kendini bir derece tesellîye almak için o sözleri söyler.
Evet, inkâr etmemek başkadır, îman etmek bütün bütün başkadır.
Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczâsı kadar şâhitleri bulunan Hâlık-ı Zülcelâli inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat, Ona îman etmek, Kur’ân-ı zîmüşşânın ders verdiği gibi, o Hâlıkı sıfatlan ile, isimleri ile umum kâinatın şehâdetine istinâden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhâlefet ettiği vakit kalben tevbe ve nedâmet etmek iledir. Yaksa, büyük günahlan serbest işleyip, istiğfar etmemek ve aldırmamak o îmandan hissesi olmadığına delildir.
Emirdağ Lâhikası-I, s.199
Allahtan başka hiçbir ilâh yoktur.
***
İman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten tâ büyük humıa ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misâlî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişaflan olduğu gibi; îmânın o derece kesretli hakîkatlerı var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sâir erkân-ı îmâniyenin kâinat hakîkatleriyle alâkadar çok hakîkatleri var ki; "Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve
kemâlât-ı insâniyenin en büyüğü îmandır ve îmân-ı tahkîkîden gelen tafsilli ve bürhanlı mârifet-i kudsiyedir" diye, ehl-i hakîkat ittifak etmişler.
Evet, îmân-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan îmân-ı tahkîkîde pekçok merâtip var. O merâtiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlannın kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki, taklidî îman bir şüpheye karşı bâzan mağlûp olur. Hem, îmân-ı tahkîkînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var; belki, esmâ-i İlâhiye adedince tezâhür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem, bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle îmanlı zâtlara şübehât ordulan hücum da etse, bir halt edemez.
Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları akla ve mantığa istinâden telif edilip, yalnız o mârifet-i îmâniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakîkatin yüzer kitaplan keşfe, zevke istinâden, o mârifet-i îmâniyeyi daha başka bir cihette izhâr etmişler. Fakat, Kur’ân’ın mu’cizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakâik-ı îmâniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyânın pekçok fevkınde bir kuvvet
ve yüksekliktedir. İşte Risâle-i Nur bu câmî ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip; bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insâniyet zararına ve adem âlemleri hesâbına tahribâtçı küllî cereyarlara karşı Kur’ân ve îman nâmına mukâbele ediyor, müdâfaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidâta ihtiyacı vardır ki; o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i îmânın îmânını muhâfazasına Kur’ân nûruyla
vesîle olsun. Hadîs-i şerifte vardır ki, "Bir adam seninle îmâna gelmesi, sana sahrâ dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır." Bâzan bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten daha hayırlı olur. Hattâ Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevî tefekküre yetişmek içindir.
Emirdağ Lâhikası-l, s.102-103.
Risâle-i Nur’un Mesleği ve Vazifeleri Risâle-i Nur’un dâvâsı memleketi ve âlem-i İslâmı alâkadar eden küllî bir hâdisedir
Risâle-i Nur’a âit dâvâ ve îtiraz, cüz’î bir hâdise ve şahsî bir mesele değil ki, çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükûmeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir sûrette celb edecek bir küllî hâdise hükmünde ve umûmi bir meseledir.
Şuâlar, s. 237.
Risâle-i Nur, her insana en büyük dâvâyı kazandınyor
Herkesin ve bilhassa Müslümanlann başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açıimış ki, her adam; eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için, bilâtereddüt sarf edecek. İşte o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insâniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızlan ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat Sahibinin ve Mutasamfının binler vaad ve ahidlerine istinâden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin-îman mukâbilinde- bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer îman vesîkasını sağlam elde etmezse, kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkîk, bir yerde, kırk vefiyâttan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekerâtta müşâhede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte, o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen hârika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp; ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyâniyât ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden; biz Risâle-i Nur şâkirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyâde olsa da, ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır, diye kanaatımız var.
Ey hapis musîbetinde benim yeni kardeşlerim! Sizler, benim ile beraber gelen eski kardeşlerim gibi, Risâle-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onlan ve onlar gibi binler şâkirtleri şâhit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki: O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesîkası ve senedi ve beratı olan îmân-ı tahkîkîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in mu’cize-i mâneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risâle-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir, benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gâyet gaddarâne desîselerle hükümetin bâzı erkânlannı iğfal ederek bizi imhâ için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktuklan halde, Risâle-i Nur’un çelik kalesinde, yüz otuz parça cihazâtından ancak iki üç parçasına ilişebilmişler. Demek, avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.
Hem, korkmayınız! Risâle-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin mebuslan ve erkânlannın ellerinde mühim risâleleri, iki üçü müstesnâ olarak, serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishâneleri tam bir ıslâhhâne yapmak için, bahtiyar müdürler ve memurlar, o nurlan mahpuslara ekmek ve ilâç gibi tevzî edecekler.
Meyve Risâlesi, s. 32-34.
Risâle-i Nur, dağlar kadar büyük umûmi bir tahribâtı tâmir ediyor
Risâle-i Nur yalnız bir cüz’î tahribâtı, bir küçük hâneyi tâmir etmiyor; belki, küllî bir tahribâtı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşlan bulunan bir muhît kal’ayı tâmir ediyor; ve yalnız husûsi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedârik ve terâküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmi ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun, bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kınlmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umûmiyi Kur’ân’ın i’câzıyla, o geniş yaralannı Kur’ân’ın ve îmânın ilâçlan ile tedâvi etmeye çalışıyor.
Elbette böyle killlî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda, Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın i’câz-ı mânevîsinden çıkan Risâle-i Nur o vazifeyi gömıekle beraber, îmânın hadsiz mertebelerinde terakkiyât ve inkişâfâta medârdır.
Kastamonu Lâhikası, s. 25.
Risâle-i Nur, bu zamanda hilâfet vazifesini yapıyor
Hazret-i Hasan Radryallahü Anhın altı aylık hilâfeti ile beraber, Risâle-i Nur’un, Cevşenü’l-Kebîr’den ve Celcelûtiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakâik-ı îmâniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek, tam beşinci halîfe nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adâlet-i hakîkiye ile bu asırda insanlan mesut edebilir bir istidatta bulunan Risâle-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın bir muâvini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir.
Emirdağ Lâhikası-1, s. 71.
Risâle-i Nur’un gâyesi îman kurtarmak ve rızâ-i İlâhîdir
Efendiler! Siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risâle-i Nur’la uğraşıyorsunuz! Katiyen size haber veriyorum ki, ben ve Risâle-i Nur, sizinle değil mübâreze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risâle-i Nur ve hakîki şâkirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gâyet büyük bir hizmet ve onlan büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhâl olarak o saadet ve selâmet hizmeti bir mübâreze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.
Evet, hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubâlilik göstemeleriyle, yirmi otuz sene sonra dince, ahlâkça, nâmusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, nâmuskâr, kah raman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i dîniye ve ahlâk-ı içtimâiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedâkâr millet, bütün rûh u cânıyla Kur’ânın hizmetinde emsâlsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risâle-i Nur gibi bir hakîkatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlannı düşünüyoruz.
Evet efendiler! Gerçi Risâle-i Nur sırf âhirete bakar, gâyesi nzâ-yı İlâhî ve îmânı kurtarmak; ve şâkinlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlannı îdâm-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat, dünyaya âit ikinci derecede gâyet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşîlik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bîçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü, bir
Müslüman başkasına benzemez. Dîni terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim, dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idâre edilmez.
Emirdağ Lâhikası-l, s. 20.
Risâle-i Nur küfr-ü mutlakı kırar
Evet, şimâlden gelen küfr-ü mutlâk cereyanını durduracak, yalnız Risâle-i Nur’dur. Siyâset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyâsetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var.
Emirdağ Lâhikası-1, s. 204.
Risâle-i Nur yalnız îman dersi değil, içtimâî ders de verir
Makâm-ı iddiâ, Risâle-i Nur’un içtimâî derslerine ilişmek fikriyle, "Dînin tahtı ve makâmı, vicdandır; hükme kânuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimâî keşmekeşler olmuştur" dedi.
Ben de derim ki:
"Din yalnız îman değil, belki amel-i sâlih dahi dînin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zinâ, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimâiyeyi zehirlendiren pekçok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde, her hânede, belki herkesin yanında dâimâ bir polis, bir hafıye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksin. İşte, Risâle-i Nur, amel-i sâlih noktasında, îman cânibindeıı, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi hatırına getirmekle, fenalıktan kolayca kurtarır.
Şuâlar, s. 240
Risâle-i Nur, İslâmiyet ve vatan zararına olan her türlü cereyâna karşı koyar
Biz, Risâle-i Nur’la, bu memleketin ve istikbâlinin en büyük iki tehlikesini defetmeye çalışıyoruz...
Birinci Tehlike : Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir sûrette girmeye çalışan anarşîliğe karşı sed çekmek.
İkincisi : Üç yüz elli milyon Müslümanlann nefretIerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.
Emirdağ Lâhikası-I, s.125.
***
Şimdi Kur’ân, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:
Birincisi : Komünist, dinsizlik cereyânı. Bu cereyan, yüzde otuz kırk adama zarar verebilir.
İkincisi : Eskiden beri; müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi nâmında bir komite. Bu dâ yüzde on yirmi âdamı bozabilir.
Üçüncüsü : Garplılaştırmak ve Hıristiyanlara benzemek ve bir nevî purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyâsîler heyetidir. Bu cereyan yüzde, belki binde birisini, Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.
Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyâna karşı dâimâ Kur’ân hakîkatlerini muhâfazaya çalışmışız.
Emirdağ Lâhikası-II, s.178.
Risâle-i Nur, vatan ve millete faydâlı hizmetler görür
Evet, eserler tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli îmân-ı tahkîkî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishânesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risâlesi’yle, gâyet uslu ve mütedeyyin sûretine girmeleri, hattâ iki üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de
öldürtmekten çekinmeleri ve o hapishâne müdürünün ikrârıyla, hapishânenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeâya reddedilmez bir senettir, bir hüccettir.
Emirdağ Lâhikası-l, s. 17
Risâle-i Nur, hürriyet, emniyet, adâlet ve âsâyişi tahkîkî îmanla temin eder
Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı hakîkatiyle ve i’câzının tılsımıyla, benim ve Risâle-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gâye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün îdâm-ı ebedîsinden îmân-ı tahkîkî ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübârek milleti de her nevî anarşîlikten muhâfaza etmektir.
Emirdağ Lâhikası-I, s. 27
***
Benim eski hayatımı zannedip, ihânetle hiddete gelecek tahmin etmişler. Bilâkis aldandılar. Biz, bütün kuvvetimizle anarşîliğe bir sedd-i Zülkameyn gibi, bir sedd-i Kur’ânî tesisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşîlik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.
Emirdağ Lâhikası-I, s. 30.
***
Risale-i Nur’un gerçi siyâsetle alâkası yoktur, fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşîliği ve üstü olan istibdâd-ı mutlakı esâsiyle bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adâleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdâfaanâmesi hükmünıdeki Meyve Risâlesi’dir.
Şuâlar, s. 237-238.
***
Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki; binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerın istirahatine ve onlardan belâlann def’ine fedâ etmek için bana bir hâlet-i rûhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulunduklan tahkirât ve ihânetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin âsâyişine, husûsan mâsum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare hastalann ve fakirlerin dünyevî istirahatlerine ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi fedâ etmeye hazırım...
Emirdağ Lâhikası-l, s. 29.
Risâle-i Nur ıslâh ve terbiye vazifesi de yapıyor
Ben Rusya’da esir iken, en evvel Bolşevizmin fırtınası hapishânelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel hapishânelerden ve tarihlerde serseri nâmıyla yâd edilen mahpuslardan çıkmasına binâen, biz Nur şâkirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada, mümkün oldukça mahpusların ıslâhına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam faydası görüldü. Burada daha ziyâde fayda olacak ki, bu nâzik zaman ve zeminde Nurun dersleriyle geçen fırtınacık( HAŞİYE ) yüzden bire indi. Yoksa ihtilâftan ve böyle hâdiselerden istifâde eden ve fırsat bekleyen haricî muzır cereyanlar, o baruta ateş atıp bir yangın çıkacaktı.
HAŞİYE: Bu fırtına ise, Afyon hapsinde bir isyan çıktı, hiçbir Nur talebesi karışmadı.
Şuâlar, s. 423.
Risâle-i Nur dinsiz felsefe ile mücâdele eder
Risâle-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir. Belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlât-ı insâniyeye ve sanatın terakkiyâtına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ân’ın hikmetine hâdimdir, muâraza edemez Bu kısma Risâle-i Nur ilişmiyor. İkinci kısım felsefe, dalâlete ve ilhâda ve tabiat bataklığına düşürmeye vesîle olduğu gibi, sefâhet ve lehviyât ile gaflet ve dalâleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla, Kur’ân’ın mu’cizekâr hakîkatleri ile muâraza ettiği için, Risâle-i Nur ekser eczâlannda mîzanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvâzenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakim menfaattar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektepliler Risâle-i Nur’a îtirazsız çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler. Fakat gizli münâfıklar nasıl ki bir kısım hocaları bütün bütün mânâsız ve haksız bir tarzda ehl-i medresenin ve hocalann hakîki malı olan Risâle-i Nur aleyhinde istimâl ettikleri gibi bâzı felsefecilerin enâniyet-i ilmiyelerini tahrik edip, Nurlar aleyhinde istimâl etmek ihtimâline binâen bu hakîkati Asâ-yı Mûsâ ve Zülfikâr mecmualarının başında yazılsa münâsip olur.
Asa-yı Mûsâ, S. 9-10.
Risale-i Nur’a Hizmetin Fazilet Ve Faydaları Risale-i Nur’a hizmetin iki mühim neticesi
Kalemle Nurlara hizmet ve sadakatle talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır:
1. Âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle. îmanla kabre girmektir.
2. Bütün şakirtlerin manevî kazançlanna. Nur dairesindeki şirket-i mâneviye sırrıyla, umum onların hasenatlanna hissedar olmaktır.
Hem, bu talebesizlik zamanında melaikelerin hürmetine mazhar olan HAŞiYE talebe-i ulûm-u dîniye sınıfına dahil olup alem-i berzahta, talii varsa. tam muvaffak olmuşsa-Hafız Ali ve Meyve’de bahsi geçen meşhur talebe gibi şüheda hayatına mazhar olmaktır.
Emirdağ Lâhikası-l, s. 187.
HAŞİYE: Bazı ehl-i keşifin katî müşahedesiyle sabittir.
Risale-i Nur’la meşguliyetin dünyevî ve uhrevî faydaları
Risâle-i Nur’u yazmanın uhrevî ve dünyevî pekçok faydalarıolduğu, bunların da:
1. Ehl-i dalâlete karşı manen mücahede etmek,
2. Üstadına neşr-i hakîkatte yardım etmek,
3. Müslümanlara îmân cihetinde hizmet etmek,
4. Kalem ile ilmi tahsil etmek,
5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî ibadeti yapmak,
6. İmân ile kabre girmektir:
Beş türlü de,dünyevî faydaları var.
1. Rızıkta bereket,
2. Kalbde rahat ve sürur,
3. Maîşette sühûlet,
4. İşlerinde muvaffakiyet,
5. Talebelik faziletini almakla, bütün Risâle-i Nur Talebelerinin dualarına hissedar olmak olduğu ve bunların yakında gençlik tarafından idrak olunup, üniversitenin bir Nur mektebi haline döneceği yazılıyor.
Şualar, s. 369.
Risale-i Nur’la meşgulken vefât eden, şehadet makámı kazanır
Azîz, sıddık kardeşlerim,
Cenab-ı Erhamü’r-Rahimîne hadsiz şükür olsun ki, bu acîb zamanda ve garip yerde, talebe-i ulûmun kıymetli şerefini ve ehemmiyetli hizmetlerini kazanmayı sizler vasıtasıyla; bizlere de müyesser eyledi. Ehl-i keşf-i kubûrun müşahedesiyle, müteaddit vakıatla, tahsil-i ulûm anında vefat eden bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehitler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hatta meşhur bir ehl-i keşfe’l-kubûr, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahiv okuyan bir talebenin kabrinde Münker-Nekir’e nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş ve müşahede edip işitmiş ki; melek-i sual ondan sordu: "Men Rabbüke" "Senin Rabbin kimdir?" dediği zaman, o nahiv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: "Men" müptedadır, "Rabbüke" onun haberidir." Nahiv ilmince cevap vermiş. Kendini medresede zannetmiş. İşte bu vakıaya muvafık olarak ben, merhum Hafız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risale-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehitler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaat ile ona ve onun gibi Mehmed Zühdü’ye ve Hafız Mehmed’e bazıdualarımda derim: Ya Rabbî! Bunları Kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-ı îmaniye ve esrar-ı Kur’aniye ile kemal-i ferah ve sevinçle meşgul eyle, amin. İnşaallah.
Şualar, s. 276.
Risale-i Nur, talebelerinin îmanla kabre girmelerini sağlar
Azîz, sıddık kardeşlerim, .
Latîf, manidar ve beşaretli iki hadiseyi beyan ediyorum.
Birincisi : Me’yusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar.
Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren, hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor; her cihetle, günahlar, serbestçe insanı sarıyorlar. "Bu kadar günahlara karşı insanlann husûsi ibadatıve takvası nasıl mukabele edebilir?" diye me’yusane düşündüm. Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur Talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur Şakirtleri hakkında, necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işârât-ıKur’âniyeyi ve beşâret-i Aleviye ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedimki: "Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?" diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi. ki: Risale-i Nur’un hakîki ve sadık şakirtleri mabeynindeki düstur-u esasî olan iştirak-i a’ma1-i uhreviye kanunuyla ve samîmi ve sadık tesanüd sırrıyla, herbir halis ve hakîki şakirt, bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince dilleriyle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara karşı bin dil ile mukabele eder. İhlas ve sadakat ve Sünnet-i Seniyyeye mutabakat ve hizmet derecesine göre o küllî ubûdiyete sahip olur.
Bu büyük kazancı elden kaçırmamak gerektir. Bazı melaikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi, halis ve hakîki müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata nıüstehak olur, inşaallah.
İkincisi : Eski zamanda on dört yaşımda iken icâzet almanın,alâmeti olan üstad tarafından bir cübbe bana giydirmek vaziyetine manileri bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığını; saniyen o zaman büyük alimler bana karşı üstadlık vaziyetini değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana bir cübbe giydirmek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadıve evliya-i azîmeden dört beş zatın da vefat etmeleri cihetiyle elli altı senedir icâzetin zâhir alâmeti olan cübbeyi giymek, bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı, bu günlerde yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlana Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin kendi cübbesini pek garip bir tarzda bana giydimıek için gönderdiğini, bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek yüz yaşında HAŞİYE cübbeyi giyiyorum, Cenab-ı Hakka şükrediyorum.
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s.134.
HAŞİYE:
Risale-i Nur şâkirtlerinden ve ahiret hemşiremizden Asiye namında hir hanım eliyle o mübarek emaneti aldım. Risale-i Nur’ a hizmet kalbe rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat verir
Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak sûretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, rûha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor.
Şualar, s. 410.
Risale-i Nur’a hizmet geçim kolaylığı sağlar
Risale-i Nur’un bir talebesi, Risale-i Nur’a çalışmadığının bir sebebi, derd-i maîşetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi. Biz de ona dedik: Risale-i Nur’a çalışmadığın için derd-i maîşet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her talebe îtiraf ediyor ve ben de ediyorum ki: Risale-i Nur’a çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalbde ferahlık ve maîşette sühûlet görüyoruz.
Kastamonu Lahikası, s. 93.
Ben, pek katî bir sûrette ve bine yakin tecrübelerim neticesinde katî kanaatım gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki; Risale-i Nur’un hizmetinde bulunduğum günde, o hizmetin derecesine göre kalbimde, bedenimde, dimağımda, maîşetimde bir inkişaf, inbisat, ferahlık, bereket görüyorum. Hem orada iken, hem burada çok kardeşlerimden aynı haleti hissettim ve ediyorum. Ve çoktan îtiraf ediyor ki, "Biz de hissediyoruz" derler. Hatta, size geçen sene yazdığım gibi, benim pek az gıda ile yaşadığımın sırrı, o bereket imiş.
Hem İmam-ı Şafiî’den (r.a.) rivayet var ki, "Halis talebe-i ulûmun rızkına ben kefalet edebilirim" demiş. "Çünkü rızıklarında vüs’at ve bereket olur." Madem hakîkat budur ve madem halis talebe-i ulûm ünvanına Risale-i Nur şakirtleri bu zamanda tam liyakat göstermişler; elbette şimdiki açlık ve kahta mukabil, Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zarûret-i maîşet özürüyle, maîşet peşine koşmak yerine en iyi çare, şükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliğine tam sarılmaktır.
Evet, her tarafta, bu derd-i maîşet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder; ehl-i diyanet de, kendini mazur bilir, "Zarûrettir; ne yapalım" der.
Demek ki, Risale-i Nur şakirtleri, bu açlık ve zarûret musîbetine karşı yine Nurla mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi îmanını kurtarmak değil; belki başkasının îmanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da, hizmete ciddî devam ile olur.
Kastamonu Lahikası, s. 148.
Risale-i Nur’ a hizmet maddî ve manevî sıkıntılardan kurtarır
Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. Adeta manevî havanın bozukluğundan, maddî ve umûmi bir sıkıntı hastalığınıvernıiş. Hatta bana da bir gün sirayet etti. Bizim her derdimize ilaç olan Risale-i Nur ile meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.
Kastamonu Lâhikası
Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste katî kanaatim gelmiş ki, Risale-i Nur ile kıraaten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musîbet tezauf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder.
Şualar, s. 267.