YEDİNCİ BÖLÜM
RİSALE-İ NUR’DAN KISA DERSLER
Ağır hayat şartları îman hizmetine mâni olmamalı
Evet, insâniyetin yaşamak daman ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfât ile ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden, bereketin kalkmasıyla ve fakr ü zarûret, maîşet ziyâdeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerâit-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemâdiyen, ehl-i dalâlet, nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i dîniyeye tercih ettiriyor. Bu acîb asrın bu acîb hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tiryak-misâl ilâçlarının nâşiri olan Risâle-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sâdık fedâkâr şâkirtleri mukâvemet edebilir. Öyle ise, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadâkatle, tam metânet ve ciddî ihlâs ve tam îtimat ile ona yapışmak lâzım ki, o acîb hastalığın tesirinden kurtulsun.
Kastamonu Lâhikası, s. 70.
Başa gelebilecek sıkıntılar sebebiyle, hizmetten pişmanlık duymamalı ve vazgeçilmemeli
Azîz, sıddık kardeşlerim,
Sâir yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zâhirî sebebi olan Risâle-i Nur’un o zahmet çekenlere kazandırdığı îmân-ı tahkîkî ile hüsn-ü hâtime ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a’mâl-i sâliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiyatı, sarsılmaz bir sadâkat ve sebatkârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasârettir. Şâkirtlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idâresi yerinde olanlara, sarf edilen paraları muzaaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibâdetlere çevirmesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktizâ ediyor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zâten hapsin haricinde onlara faydasız sevaplar mesûliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mesûliyetsiz ve arkadaşlarının mütekâbil tesellîleriyle hafıfleşen meşakkat, onlar için medâr-ı şükrandır.
Şuâlar, s. 265-266.
Dünyanın meraklı fakat önemsiz hâdiseleriyle meşguliyet, îman hizmetine mâni olmamalı
Azîz kardeşlerim, siz katî biliniz ki, Risâle-i Nur ve şâkirElerinin meşgul olduklan vazife rûy-i zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merakâver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve’nin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz, kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın.
Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fânî hayatta zâlimâne olan düstur-u cidâl dairesinde gaddarâne, merhametsiz ve mukaddesât-ı îniyeyi dünyaya fedâ etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, onların o cinâyetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin çalıştıkları ve vazifedar olduklan fânî hayata bedel, bâkî hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gâyet dehşetli ecel celladının hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i îmânın saadet-i ebediyelerine birer vesîle olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde katî ispat etmektedir; şimdiye kadar o hakîkati göstermişiz.
Elhâsıl, ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücâdele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nûr-u Kur’ân ile cidâlde onların en büyük meselesi -muvakkat olduğu için-bizim meselemizin en küçüğüne-bekâya baktığı için-mukâbil gelmiyor. Mâdem onlar dîvânelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden, kudsî vazifemizin zararına, onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?
Bu âyet http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b472.gif -1- ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b473.gif yani "Başkasının dalâleti sizin hidâyetinize zarar etmez. Sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız..." düsturun mânâsı, "Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz."
Mâdem bu âyet ve bu düstur, bizi zarara bilerek râzı olanlara acımaktan menediyor, biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyânî bilip, vaktimizi zâyi etmemeliyiz.
Emirdağ Lâhikası-I, s. 43-44.
Evet, bu zamanda merak ile radyo vâsıtasıyla ciddî alâkadarâne küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve mânevî pekçok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevî bir dîvâne olur; ya kalbini dağıtır, mânevî bir dinsiz olur; ya fıkrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.
Evet, ben kendim gördüm; lüzumsuz bir merak ile, mütedeyyin iken âmî bir adam, biri de ilme mensubiyeti varken eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlûbiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten Seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlûbiyetinden mesrûriyetini gördüm. Böyle âmî bir adamın alâkası, bir geniş daire-i siyâset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı mücâhid bir Seyyide tercih etmek, acaba dîvâneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acîb bir misâli değil midir?
Evet, haricî siyâset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münâsebeti bulunan siyâsetin geniş dairelerine âit mesâili, basit fikirli ve idâre-i rûhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine âit lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp, ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakâik-ı îmâniye ve İslâmiyeye âit zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında kemâl-i merak ile onlara göre mâlâyânî ve lüzumsuz mesâil-i siyâsiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.
Evet, herbir adam vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadardır, fakat bu alâkadarlık muvakkat cereyanlara kapılıp, millet ve vatanı ve hükûmetin menfaatini bâzı şahısların muvakkat siyâsetlerine tâbî etmek,belki aynını telâkkî etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve rûhundan idâre-i şahsiye ve beytiye ve dîniye ve hâkezâ, çok dairelerden hakîki vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi, belki yüzdür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar alâkaların zararına olarak,o birtek lüzumsuz ve ona göre mâlâyânî olan siyâset cereyanlarına fedâ etmek dîvânelik değil de nedir?
Kastamonu Lâhikası, s.31.
Dünyanın menfi boğuşmalarını merak edip takip etmek zarardır
http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b474.gif -2-âyetine en âzam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından,
onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanlan takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirâne mücâdelelerini seyretmek, belki o acîb zulümlere bakmak da câiz değil. Çünkü, zulme rızâ zulümdür. Taraftar olsa, zâlim olur; meyletse, http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b475.gif -3-âyetine mazhar olur.
Evet, hak ve hakîkat ve din ve adâlet hesâbına olmadığına ve belki inat ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan dünyada emsâli vukû bulmayan gaddarâne bir zulüm hesâbına olduğuna katî bir delil şudur ki: Bin mâsum çoluk, çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek ve tabakât-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler, milyonlar mâsumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idâme ve sulhü reddetmektir.
İşte böyle hiçbir kânun-u adâlete ve insâniyete ve hiçbir düstur-u hakîkate ve hukûka muvâfık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur’ân teberrî eder. Yardımcılıklarına, tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur’ân’a, Islâma yardım, belki kendine tâbî ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zâlimlerin kılıçlanna dayanmak, hakkâniyet-i Kur’âniye, elbette tenezzül etmez.
Ve milyonlarla mâsumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’ân’a farz ve vâciptir. Gerçi zındıka ve dinsizlik o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyânına taraftar olmak bir çaredir.Fakat şimdiye kadar o taraftarlık bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.
Hem zındıka, nifak hâsiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip, sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faydasız boynunda kalır. Risâle-i Nur şâkirtlerinin vazifeleri îman olduğundan, "hayat meseleleri" onlan çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakîkate binâen, değil on üç ay, belki on üç sene dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız; ben bakmadım, ne kaybettim?
Kastamonu Lâhikası, s. 154-155. Tecâvüzkâr düşmana tevâzu ve muhabbetle yaklaşılmaz
Buna dikkat ediniz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecâvüze sevk eder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifâde etmesinler...
http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b476.gif -3-
âyet-i kerîmesi fermânıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rızâ-i küfür, küfür olduğu gibi; zulme rızâ da zulümdür.
Mektûbât, s. 345.
Dinsizlere, îman ve Risâle-i Nur’a hücum eden hodfüruşlara karşı tevâzu tezellüldür. İzzet-i dîniyeyi ve şeref-i ilmiyeyi muhâfaza için kahramancasına sebat ve bir kuvve-i mâneviyeyi göstermek gerek.
Bu zamanda dinsizlik hesâbına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve îmâna ve Risâle-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedâfü’ vaziyetimizde tevâzu ve mahviyet göstermek büyük bir cinâyet ve hıyânettir. Ve o tevâzu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezîle olur. .Onlara karşı izzet-i dîniyeyi ve şerâfet-i ilmiyeyi muhâfaza etmek için kahramancasına bir sebat, bir kuvve-i mâneviyeyi gösteımek, acaba hiçbir vecihle hodfüruşluk olur mu? Hiçbir şöhretperestlik ve enâniyet olur mu?
http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b477.gif -4-âyet-i kerîmesinin sırrıyla nefs-i emmâreme îtimat edemem; nefis kusursuz olmaz. Fakat, şimdi, bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribâtları zamanında müdâfaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir. Ve on adet muhtaçlardan beş altı bîçareyi Nurun ilâçlarından mahrum etmektir. Bu nokta için ben kendi kuvvetime, meziyetime hiç îtimat etmeyerek, yalnız hakîkat-i Kur’âniye ve onun tefsiri olan hakâik-ı îmâniyedeki kuvvete istinâden dünyaya îlân ediyorum ki, bütün dinsizler toplansalar, ben onlara karşı çekinmeyerek meydan okuyorum; ve başımı eğmiyorum; ve izzet-i ilmiyeyi kırmıyorum. Eğer bu bir benlik ise, o hiçbir cihetle bana âit değil ve benlik olamaz, salâbet-i îmâniye olur. Zâten ben nasıl tabiatı, îcad îtibâriyle inkâr ediyorum; öyle de, beşeri gurura, enâniyete, firavunluğa sevk eden iktidârı da, tabiat gibi, inkâr ediyorum.
Emirdağ Lâhikası-II, s.122.
Nur Talebeleri yalnız Risâle-i Nur için dünyaya bakarlar
Biz Risâle-i Nur ,şâkirtleri, dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risâle-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli’de mahkemeye verilen cüz’î bir kısım Risâle-i Nur, sahiplerine iâdesinin aynı zamanında, yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risâle-i Nur’un serbestiyeti cüz’î olmasından, rahmet dahi cüz’î kaldı. İnşaallah, yakında benim de risâlelerim iâde edilecek, tam serbest ve intişârı küllîleşecek ve rahmet dahi tam olacak.
Emirdağ Lâhikası-l, s. 33.
Hizmette netice düşünülmez; kemmiyet değil, gayret ve keyfiyet önemlidir
Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine binâ etmekle bir nevî tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sukût-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbab altında Risâle-i Nur’un şimdiye kadar fütûhâtı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler bîçarelerin îmanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukâbil yüzer ve binler hakîki mü’min talebeleri yetiştirmesi Muhbir-i Sâdıkın ihbârını aynen tasdik etmiş ve vukuât ile ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sînesinden onu çıkaramaz-tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şâkirtleri Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir; bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.
Kastamonu Lâhikası, s. 72
***
Cenâb-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gâyet kudsî ve gâyet ehemmiyetli ve gâyet kıymettar ve her ehl-i îmâna menfaatli bir hizmette taksimü’1-mesâi kâidesiyle iştirak etmişiz. Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşâdı bize kâfidir.
Hem mâdem bu zamanda herşeyin fevkınde hizmet-i îmâniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem, kemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem, muvakkat ve mütehavvil siyâset âlemleri ebedî, dâimî, sabit hidemât-ı îmâniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medâr da olamaz.
Risâle-i Nur’un tâlimâtı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadâkat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakkî etmeliyiz.
Kastamonu Lâhikası, s. 57.
***
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfi hareket değildir. Rızâ-i İlâhîye göre sırf hizmet-i îmâniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhâfazayı netice veren müsbet îman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz...
Ben eskiden beri tahakküme ve terzîle karşıboyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım
birçok hâdiselerle sabit olmuş... Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakîkati için; bana karşı yapılan muâmelelere sabırla, rızâ ile mukâbele ettim. Cercîs Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muhârebelerinde çok cefâ çekenler gibi sabır ve rızâ ile karşıladım...
Çünkü asıl mesele bu zamanın cihâd-I mânevîsidir, mânevî tahribâtına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhâfaza etmek içindir.
http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b478.gif düsturu ile ki, "Bir câni yüzünden; onun kardeşi, hânedânı, çoluk çocuğu mesûl olamaz." İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhâfazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecâvüze karşı istimâl edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dahilideki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muhârebât ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihâd-ı mâneviyenin en büyük şartıda vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka âittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefız.
Emirdağ Lâhikası-II, s. 213-214.
Risâle-i Nur Müslümanları ittihâda muvaffak oluyor
Ulemâ-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Velcemaatin dâhî muhakkiklerinin İslâmî akîdelere dâir çok tetk ve muhâkemâtla ve âyât ve hadîsleri muvâzene ile kabul ettikleri usûlü’ddin düsturları şimdiki Risâle-i Nur’un meşrebini muhâfazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ, hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a kısmıda bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakîkat-i ihlâs tam muhâfaza edildiği için, her nevi, ehl-i İslâm içine giriyor. Şiâlıkta mutaassıp ve Vehhâbîlikte de müfrit feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıp hocalann en enâniyetlisi, beraber, Nur dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bâzı misyonerler de, dîn-i Îsâ’nın (a.s.) hakîki rûhânîsi de o daireye gireceklerine emâreler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesânüd, bir musâlâha lüzûmunu hissedip medâr-ı münâkaşa meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmâm-ıAli’nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarâhat derecesinde haber verdiği Risâle-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz.
Emirdağ Lâhikası-I, s. 207
Risâle-i Nur umûmun malıdır herkes neşredebilir
Mesmûâtıma nazaran, şemsi ve isimlerini söylemeyi münâsip bulmadığımız müellifler, Zülfıkâr’dan ve sâir Risâle-i Nur’dan bâzı kısımları kendi nâmlarına neşretmelerine râzıyım ve helâl ediyorum ve memnun olurum. Onlar da Nurun şâkirtleridirler, bu sûrette Nurları neşrederler. Yirmi seneden beri çoklar, hattâ büyük hocalar, eserlerinde ve müellifler de Nurun meselelerinden çoklarını almışlar ve alıyorlar. Hattâ, değil böyle dost zâtları, belki resmî makamları bulunan ve eserler yazan ve Nurların intişarlarına taraftar olmayan ve eserleri reva bulmak niyetiyle Nurun neşrine mâni olanları dahi helâl ediyoruz. Çünkü onların men’leri başka bir tarzda ve daha faydalı intişâna ve fütûhâtına vesîle oluyorlar. Ben, hâ1-i hazıra bakmadığım için bilemiyorum; istemeyerek işittim ki, eser yazan ve Nurdan çalan resmî büyük zâtlar diyorlar: "Risâle-i Nur’u okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz." Güyâ Nurlar onların eserlerini setrettirecek. Halbuki, Nurlar, o eserlerdeki hakîkatleri tasdik eder, onlara kuvvet ve revaç verir. İnşaallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar. Fakat İzmirli hâkimin dediği gibi, "Risâle-i Nur, gizlenmiyor ve başka kitaplara benzemiyor ve temellük edilmiyor; nerede bulunursa bulunsun, `Ben Nurdan gelmişim’ der."
Hem Risâle-i Nur’un sekiz senedir en mühim parçaları İstanbul’a gidiyordu ve kemâl-i şevkle müellifler okuyorlardı. Esâsen Risâle-i Nur ise, ona şâkirt olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.
Emirdağ Lâhikası-I, s. 251.
Nefs-i emmârenin desîselerine aldanmamalı ve ihlâsla mukábele etmeli
Bir kardeşimiz kusurunu görmediği münâsebetiyle, onu îkaz için yazılmış ince bir meseledir. Belki size faydası olur diye yazdık.
Bir zaman, evliyâ-i azîmeden nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli mücâhede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra nefs-i emmârenin kendi desâisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyâde söz dinlemez ve daha ziyâde ahlâk-ı seyyieyi idâme eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyât halitasından çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassüngâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücâhedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübârek zâtlar, hakîki nefs-i emmâreden değil, belki mecâzî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmâm-ı Rabbânî dahi bu mecâzî nefs-i emmâreden haber veriyor.
Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyât bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki, onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip-veya tam bir fedâiliğe-her hissini maksadına fedâ etsin ve Risâle-i Nur’un erkânları gibi, herşeyini, enâniyetini bıraksın. Bu acîb asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile, hem hakîki, hem mecâzî iki nefs-i emmâre ittifak edip, öyle seyyiâta, öyle günahlara severek giriyor; kâinatı, hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zarfında, yirmi paralık bir sıkıntı ile altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım.
Hem, on dakika zarfında, büyük bir mücâhede-i mânevîde, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs-i emmârenin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gâyet zulümlü ve zulümâtlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, "Ne için ben atmadım?" diye, en çirkin bir riyâ ve rekâbet damarını hissettim. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risâle-i Nur ve bilhassa İhlâs Risâleleri, o iki nefsin bütün desâisini izâle ve onların açtığı yaraları tedâvi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri, birden izâle etti; ve mânevî bir isliğfar olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezâsı olan içindeki elemden ve azaptan kurtuldum.
Kastamonu Lâhikası, s.175-176.
***
BU SIKINTILI ZAMANDA NEFSİM SABIRSIZLIKLA BENİ TÂCİZ EDERKEN, BU FIKRA ONU TAM SUSTURDU; ŞÜKRETTİRDİ, SİZE DE FAYDASI OLUR DİYE LEFFEN TAKDİM EDİLEN BU FIKRA, BAŞIMIN YANINDA ASILI DURUYOR.
1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyâde zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2. Sen, âni ve fânî zevklerin bekâsını arıyorsun; onun için, onun zevâliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör
hissiyâtınla bu yanlışının tam tokatını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.
3. Senin başına gelen zulümler ve musîbetlerin altında kaderin adâleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar; fakat, kader senin gizli hatâlarına binâen, o musîbet eliyle seni hem terbiye, hem hatâna keffâret ediyor.
4. Hem, yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, katî kanaatin gelmiş ki, zâhirî musîbetler altında ve neticesinde, inâyet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var.
http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b487.gif -6-
çok katî bir hakîkati ders veriyor. O dersi dâimâ hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kânun-u İlâhî, senin hatırın için-o pek geniş kânun-u kaderî-değiştirilmez.
5. http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b479.gif -7-
kudsî düsturunu kendine rehber et; hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma.
Düşün ki, fânî zevkler saııa mânevî elemler, teessüfler bırakıyor; sıkıntılar, elemler ise, bilâkis mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen dîvâne olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zâten lezzetler şükür için verilmiş...
Emirdağ Lâhikası, s. 195.
Bu zamanda, Kur’ân’ın hıfzı ile beraber, Risâle-i Nur’larla hizmet etmek elzemdir
Sizlerin ümidimin pek fevkınde gayret ve faaliyetiniz, beni âhir hayatıma kadar mesrur ve müteşekkir edecek bir mâhiyettedir. Bu defa mektubunuzda, "Hıfz-ı Kur’ân’a çalışmak ve Risâle-i Nur’u yazmak; bu zamanda hangisi takdim edilse daha iyidir?" diye suâlinizin cevabı bedihîdir. Çünkü, bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır ve her harfinde, ondan, tâ binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kıraati, her hizmete mukaddem ve müreccahtır. Fakat, Risâle-i Nur dahi, o Kur’ân-ı Azîmüşşânın hakâik-ı îmâniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vâsıta ve vesîle ve hakâikını tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.
Kastamonu Lâhikası, s. 43.
Desîse ve hilelere metânet ve sebatla mukábele etmek gerektir
Perde altındaki düşmanımız münâfıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyâset ve idâreyi zâhirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risâle-i Nur’un fütûhâtına menfaati olan eski plânlarıını bırakıp, daha münâfıkâne ve şeytanıda hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dâir buralarda emâreleri göründü. O plânların en mühim bir esâsı, has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkünse Risâle-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acîb yalanları ve desîseleri istimâl ediyorlarki, Isparta ve havâlisi gül ve nur fabrikasının kahraman şâkirtleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadâkat ve metânet lâzım ki,dayanabilsin. Bâzı da, dost sûretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. "Aman, aman, Said’e yanaşmayınız; hükûmet takip ediyor" diye zayıfları vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hattâ bâzı genç talebelere, hevesâtlarını tahrik için, bâzı genç kızları musallat ediyorlar. Hattâ, Risâle-i Nur erkânlarına karşı da, benim şahsımın kusurâtını, çürüklüğünü gösterip, zâhiren dindar ehl-i bid’adan bâzı şöhretli zâtları gösterip, "Biz de Müslümanız, din yalnız Said’in mesleğine mahsus değil" deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşîlik hesâbına o safdil ehl-i diyânet ve hocaları âlet edip, istimâl ediyorlar. İnşaallah bunların bu plânlarıda akîm kalacak.
Böyle heriflere dersiniz: "Biz, Risâle-i Nur’un şâkirtleriyiz. Said de, bizim gibi bir şâkirttir. Risâle-i Nıır’un menbâı, mâdeni, esâsıda Kur’ân’dır. Yirmi senedir emsâlsiz tetkîkât ve tâkibâtla beraber, kıymetini ve galebesini en muannid düşmana da ispat etmiştir. Onun tercümânı ve bir hizmetkârı olan Said ne halde olursa olsun, hattâ Said de-el-iyâzübillâh-Risâle-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadâkatimiz ve alâkamızı inşaallah sarsmayacak" deyip, o kapıyı kaparsınız. Fakat, mümkün olduğu kadar Risâle-i Nur’la meşgul olmak, elinden gelirse yazmak ve mübâlâğalı propagandalara hiç ehemmiyet vermemek ve eskisi gibi tam ihtiyat etmek gerektir.
Emirdağ Lâhikası-I, s.122.
Ehl-i ilim ve ehl-i takvâya dostâne tavır takınmak gerekir
Size yazmıştık ki, muârızlara adâvetle mukâbele etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takvâ, ehl-i ilme karşı dostâne vaziyet alınız. Fakat, bu noktaya dikkat ediniz ki, Risâle-i Nur’un zararına ve şâkirtlerinin
salâbet ve metânetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler niyet-i hâlise ile girmezse, belki fütur verirler. Eğer enâniyetli ve hodfüruş ise, Risâle-i Nur şâkirtlerinin metânetlerini kırarlar, nazarlarını Risâle-i Nur’un haricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metânet lâzımdır.
Kastamonu Lâhikası, s. 148.
***
http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b480.gif -8- sırrıyla, ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi hasmının hakîki hâlini bilmedikleri için, haksız olarak mübâreze etmesini, Aşere-i Mübeşşerenin mâbeynindeki muhârebe gösteriyor. Demek, iki velî, iki ehl-i hakîkat, birbirini inkâr etmekle, makamlarından sukut etmezler-meğer, bütün bütün zâhir-i şeriata muhâlif ve hatâsı zâhir bir içtihat ile hareket edilmiş ola. Bu sırra binâen
http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b481.gif -9- ’deki (·) ulüvv-ü cenâb düsturuna ittibâen; (.) ve avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, îmanlarını sarsılmadan muhâfaza etmek; (.) ve Risâle-i Nur’un erkânlarının haksız îtirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzûmuna binâen; (.) ve ehl-i ilhâdın iki tâife-i ehl-i hakkın mâbeynindeki husûmetten istifade ederek, birinin silâhıyla, îtirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp, ikisini yere vurmak ve çürütmekten içtinâben, Risâle-i Nur şâkirtleri-bu mezkûr dört esâsa binâen-muârızlara hiddet ve tehevvürle ve mukâbele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdâfaa için, musâlâhakârâne, medâr-ı îtiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.
Çünkü, bu zamanda enâniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enâniyetini eritmeyip, bozmuyor, kendini mâzur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifâde ediyor.
İstanbul’da mâlûm îtiraz hâdisesi îmâ ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bâzı zâtlar ve hodgâm bâzı sofi-meşrepler ve nefs-i emmâresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bâzı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risâle-i Nur’a ve şâkirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revâcını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhâfaza niyetiyle îtiraz edecekler. Belki dehşetli mukâbele etmek ihtimâli var. Böyle hâdiselerin vukûunda bizlere îtidâl-i dem ve sarsılmamak ve adâvete girmemek ve o muârız tâifenin de rüesâlarını çürütmemek gerektir.
Kastamoııu Lâhikası, s. 144.
Maddî mânevî hava bozulunca hizmette fütûr getirmemeli, sabır ve metânetle şükredilmeli
Bizimle alâkadar bir zât, pekçokların şekvâ ettikleri gibi, eskiden şiddetli bir tarîkatte okuduğu evrâdındaki zevk ve şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe ettiğini müteessifâne şekvâ etti. Ona dedik:
Maddî hava bozulduğu vakit nasıl ki sıkıntı veriyor, asabî sînelerde inkıbaz hali başlıyor; öyle de, bâzan mânevî hava bozuluyor. Husûsan mâneviyâttan yabânîleşmiş bu asırda ve bilhassa hevesât ve müştehiyât-ı nefsâniyeyi taammüm etmiş memleketlerde ve husûsan şuhûr-u muharreme ve şuhûr-u mübârekede mânevî havayı tasfiye eden âlem-i İslâmın intibah ve teveccüh-ü umûmisi, o mübârek şuhûrun gitmesiyle tevakkuf etmesinden fırsat bulup, havayı bozan dalâletlerin tesirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikâtı altında bir derece hayat-ı dünyeviye ve hevesât-ı nefsâniyenin tasallutlarının noksâniyetinden, ehl-i
İslâm ve ehl-i îmanda, hayat-ı uhrevîye çalışmak iştiyâkı, baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesât-ı nefsâniyenin inkişâfıyla o iştiyâk-ı uhreviyeyi gizlemesi ânında, elbette böyle kudsî evradlarla zevk, şevk yerinde, esnemek ve fütur gelir.
Fakat mâdem http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b482.gif -10-sırrıyla; meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı a’mâl-i sâliha ve umûr-u hayriye daha kıymetli, daha sevaplıdır. O sıkıntıda, o meşakkatteki ziyâde sevâbı ve makbuliyeti düşünüp, sabır içinde mesrurâne şükretmek gerektir.
Kastamonu Lâhikası, s. 93.
Nefsin kusurunu görmemek, tevbe istiğfar yolunu kapar
Şeytanın mühim bir desîsesi, insana kusurunu îtiraf ettirmemektir; tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem, nefs-i insâniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdâfaa etsin, âdetâ taksirâttan takdîs etsin. Evet, şeytanı dinleyen bir nefis kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil
ettirir. http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b483.gif-11- sırrıyla,nefsine nazar-ırızâ ile baktığıiçin ayıbını görmez.
Ayıbınıgörmediği için îtiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yûsuf
Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlişan,
http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b484.gif -12- dediği halde, nasıl nefse îtimat edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu îtiraf eden, istiğfar eder. Istiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek,o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu îtiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse,o kusur kusurluktan çıkar. Îtiraf etse, affa müstehak olur.
Lem’alar, s.83-84.
Hırs hizmet ve gayrete mânidir
İsraf, hırsı intâc eder. Hırs, üç neticeyi verir.
BİRİNCİSİ kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir;
tenbelliğe atar. Ve meşrû helâl az malı HAŞİYE terk edip; gayr-i meşrû, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini fedâ eder.
HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ haybet ve hasârettir. Maksûdunu kaçırmak ve istiskâle mâruz kalıp, teshîlât ve muâvenetten mahrum kalmak; hattâ http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b485.gif yani, "Hırs, hasâret ve muvaffakıyetsizliğin sebebidir" olan darbımesele mâsadak olur.
Hırs ve kanaatin tesirâtı, zîhayat âleminde gâyet geniş bir düstur ile cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkınıonlara koşturduğu gibi, hayvanâtın hırs ile meşakkat ve noksâniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir...
ÜÇÜNCÜ NETİCE : Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden,
ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir.
Elhâsıl, kanaatsizliği intâc eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemâdiyen şekvâ ettirir.
Lem’alar, s.139-140.
Adâvet ve tarafgirlikle ihtilâfa düşmemek lâzımdır
Eğer denilse, "Hadîste, http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../hizm/b486.gif -13-denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktizâ ediyor. Hem, tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zâlim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü, bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa ilticâ eder, kendisini kurtarır.
"Hem tesâdüm-ü etkârdan ve tehâlüf-ü ukûlden hakîkat tamamıyla tezâhür eder."
Elcevap : Birinci suâle deriz ki: Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tâmir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptâline değil, belki tekmil ve ıslâhına çalışır. Ammâ menfi ihtilâf ise-ki, garazkârâne, adâvetkârâne, birbirinin tahribine çalışmaktır-hadîsin nazarında merduttur. Çünkü, birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.
İkinci suâle deriz ki: Tarafgirlik, eğer Hak nâmına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat, şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesâbına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam, o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukâbil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona-hâşâ- lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suâle deriz ki: Hak nâmına, hakîkat hesâbına olan tesâdümü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakîkatin her köşesini izhâr edip, hakka ve hakîkate hizmet eder. Fakat, tarafgirâne ve garazkârâne firavunlaşmış nefs-i emmâre hesâbına hodfüruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesâdüm-ü efkârdan bârika-i hakîkat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak nâmına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider. Kábik-ı iltiyâm olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-ı âlem buna şahittir.
Mektûbât, s. 258-259.
***
Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâdavet et; onun ref’ine çalış. Hem, en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslâhına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur;onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır; öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.
Mektûbât, s.256.
HÂŞİYE: İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimâiyenin medârı olan "sanat,ticaret, ziraat" tenâkus eder. O millet de tedennî edip sukût eder. Fakir düşer.
1 Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez. (Mâide Sûresi:105.)
2 Gerçektende insan çok zâlim, çok cahildir.(Ahzâb Sûresi:72.) 3 Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur. (Hûd Sûresi: 113)
4 "Ben nefsimi temize de çıkarmam. Çünkü nefis dâimâ kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka." (Yûsuf Süresi: 53.)
5 Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. (Fâtır Sûresi:18.) 6 Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır. (Bakara Sûresi: 216.)
7 Kadere îman elemi ve hüznü giderir. (Hadis-i şerif: Râmûzü’l-Ehâdis:1:193.) 8 Gaybı ancak Allah bilir.
9 [O takvâ sahipleri...] öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. (Âl-i İmrân Sûresi:134.)
10 İşlerin en hayırlısı, en zahmetli olanıdır.
11 Tarafgirlikle bakan hiçbir kusuru göremez.
12 [Yûsuf dedi ki:] "Ben nefsimi temize de çıkarmam.Çünkü nefis dâimâ kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse,o başka.(Yûsut Sûresi: 53.)
13 Ümmetimin ihtilâfı rahmettir. (KeşfüI-Hafâ,1:66-68)