Nur Talebesi Ağabeylerin Hayatları
ABDULLAH YEĞİN
(Araçlı Abdullah)
Abdullah Yeğin ağabey Kastamonu’nun Araç İlçesinde doğdu. Kastamonu'da orta mektepte okurken daha çocuk sayılacak yaşında, Üstadı tanıdı. 6. Mesele’de geçen "Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar. Bize Hâlıkımızı tanıttır." sualinin sahibidir. Üstadımızın bir emriyle sekiz sene Urfa Dersane-i Nûriye’sinde kaldı. 23 Mart 1960'da Urfa'ya vefat etmeye geldiğinde Üstad Hazretlerini karşıladı. Hepimizin istifade ettiği “Yeni Lûgat” isimli kıymetli eserini Üstadın şifahi emriyle hazırladığı hatıralarından anlaşılıyor. Abdullah ağabey Nur davasından defalarca mahkemeye verildi ve hapis yattı. Üstadımızın iki vasiyetinde adı “Abdullah” olarak geçmekte olup, birçok lâhika mektuplarında da yine “Abdullah” veya “Araçlı Abdullah” olarak adını okumaktayız.
Risale-i Nur’da Abdullah Yeğin
(Vasiyetnâmenin hâşiyesi)
Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo'lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih. (Em. Lâh. 137)
***....... Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayinat içinde de konulsun, tâ ki bazı insafsız insanlar “Bu Said günde beş-on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?” dememek için bu hakikati izhar etmek münasib olur.
Şimdi manevî evlâdlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nur’un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zâtların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum. Said Nursî (Em.Lâh.2-217)
***Ankara dârülfünununda Nur'a ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu'da mekteb gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara'daki Abdurrahman'ın oğlu Vahdet'i himaye ve muhafazaya çalışan Araç'lı Abdullah'ın mektubunda tam imanlı ve dindarane ve müjdekârane yazması......... (Em.Lâh.271)
bi hatıra
01.02.1973 ANKARA
Ankara'da Üniversite talebesiyiz, Emek Mahallesinde bir dershanede kalıyoruz. Sene 1972. Bir gün Abdullah Yeğin, Mustafa Türkmenoğlu, Mehmet Armutçuoğlu ağabeyler beraberce âniden dershanemize geldiler. Abdullah Yeğin ağabey’i ilk defa görüyordum. 6.Mes’elede geçen : “Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. "Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” sualini Abdullah ağabeyin sorduğunu duymuştum ve kendisini hep merak ediyordum. Sûret’inin ve sîret’inin güzelliğine hayran kalmıştım, içim ısındı, huzur bulmuştum yanlarında. Bir ders okunduktan sonra Abdullah ağabey merak ettiğimiz hâtıralarından biraz bahsetti. Aldığım notlar:
Buraya bir hoca gelmiş, ziyaretine gidelim
1940 da Kastamonu Lisesinde talebe iken benim gibi “Rıfat” adında dindar bir arkadaşım vardı. Bir gün bana “Buraya bir hoca gelmiş, ziyaretine gidelim” dedi. Ben de: “Peki gidelim” dedim. Vardığımızda Üstad yatağa yarı uzanmış, yâni bir yere dayanmış belinden yukarısı dik. Saçları kulaklarına kadar uzun, gözündeki gözlük hafif öne düşmüş hâlde elinde bir kitap vardı.
Biz selâm verip elini öptük. Bize gözlüğün üzerinden hafif bakarak “maşallah, maşallah” diyerek bir iki iltifat etti ve îman–âhiret dersleri verdi....
(kaynak: ağabeyler anlatıyor)
Cevap: Nur Talebesi Ağabeylerin Hayatları
Isparta’nın Uluborlu İlçesinde 1898 senesinde bu dünyaya gözlerini açan Ahmet Feyzi Kul ağabeyimiz, Nurlarla iştigali sıralarında daha çok İzmir’e yakın, Aydın’a bağlı Ortaklar Bucak’ının Çamlık köyünde yaşamıştır. 1930 lu yılların başlarında Üstad Bediüzzaman’ı tanımıştır. Üstadına yazdığı mektuba ‘Aydın Müftüsü’ diye imza atınca (Barla L. 187) 1935 Eskişehir hapsinden kurtulmuş; fakat daha sonraki Denizli ve Afyon hapislerinde yatmıştır. Afyon Mahkemesinde: ‘Bu asırda zuhur eden Risale-i Nur'a ve müellifine işaret eden, âyet ve hadislerden istihraç yapan “Maidetü'l-Kur'an” adlı eserinin çok mevzubahs edildiğini ve yine Afyon Mahkemesindeki “şaşaalı müdaafası”nın mahkemenin seyrini değiştirdiğini Sungur ağabey anlatıyor. “Maidetü'l-Kur'an” bizzat Bediüzzaman tarafından “Tılsımlar Mecmuası”na zeyl olarak konulmuştur. Hz. Üstad ona, 'Risale-i Nur'un manevi avukatı' diyor Nur talebeleri Ahmet Feyzi ağabeyin çok kuvvetli hitabet kabiliyetini ve ilm-i cifr’e vukufuyetini iyi bilirler. 1972 de Antalya’da vefat etmiştir, kabirleri Çamlık’tadır.
Afyon Mahkemesinde "Maidet-ül Kur'an" sıkıntısı
“Sâlisen: Haber aldım ki, çok çalışan, fakat ihtiyatsız Ahmed Feyzi'nin "Maidet-ül Kur'an" başında malûm mektubumu mahkeme heyeti bahane ederek -ki: "Said kendi hakkındaki medihleri vesaireyi tasdik etmiş." -benim mahkûmiyetime bir sebeb gösterilmiş. Ben mükerrer dedim ki, her şeyden evvel Ahmed Feyzi onu beyan edip -ki o mektup, kendi hakkındaki mektupları kabul etmemek ve sair bir kısmını ta'dil etmek lâzımken- lüzumsuz onları hiddete getiren şeyleri yazmış. Ben onun bin kusurunu görsem, ondan gücenmem. Fakat Nurlara zarar gelmemek için cesurane ve ihtiyatsız hareketten bir derece çekinmek lâzımdır.
Râbian: Feyzilerin bir kahramanı olan Ahmed Feyzi kardeşimiz de, Tahirî'nin koğuşu olan medresesinde aynen Tahirî gibi davranmalı. Ve gidenlerin yerinde, onların şakirdlerini Kur'an ve Nur dersleriyle ve yazılarıyla teşvik etsin. Dün bana gönderdiği yeni talebelerin defterleri benim hazîn halimi sevince tebdil etti. Elhamdülillah dedim.” (Şualar 536)
Muhteşem ve şaşaalı müdaafa’dan
Afyon Ağır Ceza Mahkemesine
Sayın Hâkimler! Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitablarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur'anına ve Peygamberine (A.S.M.) hizmet etmek bir mü'minin vazifesi ve hakkı değil midir? Bizi bu hizmet-i diniyeden men'eden bir kanun maddesi var mıdır?
Âhirzamanda hadîsin haber verdiği şahısların mes'elesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuddur........ Sayın Savcı, bize kütübhaneleri dolduran binlerce Arabça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkid de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur'u seviyoruz.........
Tahsil hayatı üç aydan başka mevcud olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikalarıyla en münteha mesail-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?
Fâni zevahirin âlâyişine edna bir meyl ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen; levs-i fâninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına aslâ kıymet vermeyen; kimseden bir şey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arz edilenleri kabul etmeyen; iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak saburane mütehammilane her nevi mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikata ve envâr-ı Kur'aniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (A.S.M.) izharına vakfeden ve memleket ve milletin ızdırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden aslâ vazgeçmeyen, ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayya-yı cehl ve girdab-ı inkârdan kurtarmağa, hasbî ve İlahî bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur abidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz?
Sayın Hâkimler!
Biz aslâ siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mes'uliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fâni zevahire de zâten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı İlahîye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumu ile mübareze ithamını şiddetle reddediyoruz.
Afyon Cezaevinde mevkuf
Ortaklar Bucağı'ndan
Ahmed Feyzi Kul
Cevap: Nur Talebesi Ağabeylerin Hayatları
1931’de Afyon’un Bolvadin ilçesinin “Çoğu” Köyünde doğdu. 1948 Afyon hapishanesinde Üstad Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerini yakından tanıdı, hizmete girdi. 1951 yılında Kore savaşına “onbaşı” olarak katıldı. Üstadının verdiği Risaleleri ilk defa Japonya’ya götürdü. 1953’de askerden döndü.
Dönüşünün ertesi günü Üstad: “Ben seni vermeyeceğim. Ben seni hizmetime alacağım" diye emretti. Genç Bayram kendi ifadesi ile “Çocukluk hâllerimden ve Üstadımı tam anlayamadığımdan” diyerek baştan nazlanır. Herhâlde Koca Bediüzzaman’a ısrarlı ihtarlar, işâretler geliyordu ki; yakında en sâdık talebelerinden biri olacak olan Bayram’ı ısrarla istiyordu. Hâlbuki çok kimse Bediüzzaman’ın yanında kalmak, hatta 10 dakikacık bile olsa ziyaretine girebilmek için can atıyor, çok uzak yerlerden geliyorlardı.
Üstad, Bayram talebesinin köyüne kadar gitti 'Evladım, ben seni bekliyordum, gel' dedi, fakat yine olmadı. Üstad Bayram’da bir şeyler görmüştü; ikinci sefer yine gitti köye kadar, tekrar “gel evladım” dedi. Artık genç Bayram’a da ihtarlar mı gelmişti bilmiyoruz; “Baş üstüne Üstadım” deyip yürüdü, arkasına bakmadan bir yürüdü ki: Yanında binlerce küçük “Bayram”larla beraber hâlâ gidiyor..
1960’da Üstadın vefatından sonra “Ankara”da, ismiyle müsemma Hacı bayram civarındaki “27 Numara” denilen eve yerleşti. 1975’e kadar Ankara’da kaldı, Üniversite Nur talebelerinin kaldığı yüzlerce “Dersane-i Nûriye” ler açtı. Dersane hizmetlerinin Üstadından gördüğü tarzda; Anadolu’ya örnek olacak şekilde yayılmasında tam bir rehber oldu, sanki Üstadımızın o yönünü taşıyor veya temsil ediyordu.
1976’dan sonra “...Nurların Câmi-ül Ezher'i ve Medreset-üz Zehra'sının merkezi hükmünde...” olan “Isparta” ya yerleşti. Bu sefer Medreset-üz Zehra’nın merkezinin “mânevî rektörü” olarak bütün dünyaya örnek olacak hizmetlere vesile oldu. Binlerce gence, gözüyle gördüğü; kulağıyla işittiği Üstadını anlattı, “meslek ve meşrep” hassasiyetini aşıladı...
Son günlerinde gittiği Almanya’da sesi kısılmıştı.. “Tıpkı Üstadımın dediği gibi diyorum ki: Sesim kısılmış artık bana ihtiyaç kalmamış” demişti... belki de hissetmişti... Nitekim bu seyahatin dönüş yolunda 19 Kasım 1997 de Sofya yakınlarında “Ali Uçar ve Mehmet Çiçek” ile beraber geçirdikleri bir trafik kazasında şehid oldu. Barla kabristanına binlerce “Bayramların” dua ve tekbirleriyle defnedildi. Allah rahmet eylesin.. Âmin
Meşhur Maltepe baskını ve Bayram ağabey
Sene 1969, Ankara’ya gediğim ilk sene. Maltepe semtinde Üniversite talebelerinin Dersanesini Polis bastı. Ben de içerideyim. Gelen polislerin şefi kalın sesiyle “Selâmün aleykum” diyerek içeri girdi. Meğer bu polis üstadımızın son Ankara ziyareti sırasında Menderesin ricası üzerine geri dönmesini isteyip te; Üstadımızın “Ahmak, senin hatırın için dönüyorum” deyip başına başına vurduğu “Polis Abdülkadir” imiş.
Derste başta Bayram ağabey ve Mustafa Türkmenoğlu ağabey ve şimdi birçoğu yüksek içtimâ-i mevkilerde bulunan 100 den fazla üniversite talebesi vardı. Ahmed Cevad ağabey “Uhuvvet Risalesi” nden okuyordu. Ders bittikten sonra polis Abdülkadır “isimlerinizi yazacağız” dedi. Sonradan duyduğumuza göre zamanın Başbakanına işi intikâl ettirmişler “15 kişi kadar alın, diğerleri basına sızmasın, İnönü irtica yaygarası yapar..” diye tâlimat vermiş. Nitekim 16 kişi götürüldü ve sadece Ahmed Cevad ağabey “Medres-i Yûsufiye” ye girdi.
Baskın sırasında benim hiç unutmadığım en önemli müşâhedem: Bayram ağabeyin bizim gibi yeni kardeşlerin panik ve telaşını önlemek için, gülerek kalabalık arasında dolaşıp işin normâl bir hâdiseymiş gibi görüntülenmesine çabalamasıydı. Her nedense isim tespiti kimlik bakılarak değil beyâna göre yapıldı. Bir ara Bayram ağabeye yaklaşıp “Abi sahte isim verelim mi?” diye fısıldadım. Hiç unutmam gülerek ve sesli bir şekilde “evet evet öyle yapın” dedi. Çünkü O da benim gibi fısıltı ile cevap verse hâdiseye bir ciddiyet ve korku havası verebilirdi diye düşünüyorum şimdi. Orada o kadar güzel ve neşeli bir hava doğdu ki hepimiz sürur içinde idik, ağabeyler ilk 16 kişi arasına girebilmek için âdeta yarış ediyorlardı.
Cevap: Nur Talebesi Ağabeylerin Hayatları
Hulûsi Yahyagil 1895 Elazığ Harput doğumludur. Bediüzzaman Barla’da iken 1929 da Yüzbaşı olarak ilk ziyaretini yapmıştır. 1950 de Albay olarak emekli olmuştur. Kendi ifadeleri ile sadece 5-6 defa Üstadla görüşmüştür. 1986 da 91 yaşında iken Elazığ’da vefat etmiş olup, kabri Elazığ’dadır
Saff-ı evvel ağabeylerimizden birisi, belki de en birincisidir Hulûsi ağabey. Zira Üstadımız öyle söylüyor “O kardeşimiz birinciliği dâima muhafaza ediyor..” “Azîz Kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ve ne hiç birisi benim Hulûsi’me yetişmiyor... (Barla L. 317)
Nura taraftar bir Üniversite talebesi bana sordu: “Siz diyorsunuz ki; Risale-i Nur ilham eseridir?” Yukarıdakilere ilaveten dedim: “İnsan küçücük bir yazı yazsa, o yazının da tenkid edilecek ellere geçeceğini bilse, o yazıya ne kadar ihtimam eder. Haydi ihtimam etti, fakat hasta bir halde, zehirlenmiş bir zamanda, müfekkiresini toplarda böyle tenkitten koruyacak bir belâgatte, veciz ve nafiz sözleri bir araya nasıl getirir ve yazar. ... Peki bu hal ilham eseri değil de nedir?”
Kime anlatmak istiyorsa ona meramını anlatıyor
Konuşurken konuşması anlaşılmıyor, anlaşılmıyor. Beş altı kişi, bir defa, böyle oturuyoruz Barla’da. Bir şey söyledi, dedi “Kardaşım, bunlar anlamadılar hâ”. Ondan sonra sordu: “Sen anladın mı?” Dedi “Hayır!” Bana dedi “Sen anladın mı?” Dedim “Hayır!” Her ne ise, kime anlatmak istiyorsa ona meramını tefhim ediyor (o anlıyor). Şimdi, hal hatır sorduktan sonra “Haydi” diyor “biraz hocalık yapalım” kalkıyor, yatağın üstünde başlıyor anlatmaya. Biraz önce, dikkat ederek, sözlerini ancak müşkilatla anladığımız Zâtı, sanki kaldırdılar, yerine aynı kalıpta başka birini getirdiler. Gayet fasih ve beliğ konuşuyor, hiçbir kekeleme yok. Sel nasıl kayaları önüne alır, harıl harıl akarsa, öyle anlatıyor. İnsan mest-i hayran.
Ankara Dışkapı 1971
Ömürlerinin çoğu aynı Üstad ve Eserlere hizmet için geçirdikleri halde Nur’un bu iki muazzam kumandanı “Albay Hûlusi Bey ile Yüzbaşı Re’fet Bey” daha önce hiç karşılaşamamışlar. Hemen hemen aynı tarihlerde yani 1930 larda ikisi de Üstadı Barla’da ziyaret ettikleri hâlde; tam 40 yıl sonra birbirlerini yaşlanmış halleriyle gördüler. İlk def’a 1971 de Ankara’da Dışkapı Nur Apartmanındaki meşhur dersanede karşılaştılar.
Üstad’dan dualıydı
Hulûsi Ağabey’imizin Üstadımızdan dualı olduğunu; şimdiye kadar asker olduğu halde hiçbir zaman karakola bile çağrılmadığını duymuştum. Ankara’da o zaman hepimiz gözümüzle gördüğümüz acip bir hâdise yaşadık. “Seni vermeyeceğim” diyen Üstad”ın duasının makbuliyetini açıkça hepimiz hayretle müşahade ettik...“Fevzi Allahverdi” Ağabeyimizin kaldığı Dikimevi semtindeki dershanedeyiz. Hulûsi Ağabey, uzunca bir ders yaptı, sonra Kur’andan bir aşr-ı şerif okuttu. Secde âyeti okunduğundan, cemaate tilâvet secdesi de yaptırdı. Sonra birden kalktı, biz de arkasından kalktık, dershaneden topluca ayrıldık. Hulûsi Ağabey henüz ayrılalı on dakika olmadan, dershaneyi polisler basıyor, şikayet üzerine.. ama nâfile Üstad’ı Bediüzzaman “birinciliği hep muhafaza eden” bu kıymetli talebesini yine vermiyordu. Hulûsi Ağabey 1986 da vefatına kadar çok kalabalıklara dersler yaptığı, çok tanınmış bir Nurcu olduğu halde, en küçük bir sorgusunun yapıldığını duymadık. Halbuki gerek Üstadımızın sağlığında, gerek vefatından sonra, takibata uğramıyan, medrese-i yûsufiyeye girmeyen (hem de defalarca) başka bir ağabey yok gibiydi..
Cevap: Nur Talebesi Ağabeylerin Hayatları
1912 Kastamonu doğumlu olan Mehmed Feyzi Pamukçu ağabey, 1938 den itibaren 1943 senesine kadar Kastamonu’da Üstad Hazretlerine hizmet etmiştir. Denizli ve Afyon Mahkemelerinde Üstadla beraber hapis yatmış. Lâhikalarda çok sayıda mektupları ve Şua’larda Afyon müdâafası vardır. “Kastamonu” ve çevresinin mânevî mutasarrıfı “Mehmed Feyzi Pamukçu” ağabey senelerce etrafına feyz ve ilim saçmıştır. 1990 yılında vefat etmiştir. Kabri Kastamonu vilâyetindedir. Kabrine giden şehir yolları, Belediye tarafından “Mehmed Feyzi Efendinin kabrine gider” diye levhalarla, oklarla işaretlenmiştir.
Üstadla tanışması
“Bir mürşid arıyordum. Bir gün mâna âleminde “aradığın Mürşid geldi yanına git” dediler, rüyadır deyip pek aldırmadım. Bir yıl sonra yine “beklediğin zatın yanına git” dediler. Nasrullah Câmiine gittim “buraya dışarıdan gelen bir şeyh veya bir mürşid var mı?” diye sordum. Üstadın kaldığı evi tarif ettiler. Yanına gittiğim zaman ayağa kalkarak karşıladı ve bana sarıldı. “Kardeşim Feyzi ben seni bir yıl evvel çağırdım, niye gelmedin, bir yıl kaybın var” dedi.
Sakal mevzuu
“Sakal bırakmak sünnettir, kesmek haramdır. Bu sebeple sakal bırakacak Müslümanlar Türkiye’nin şartlarını iyice düşünerek hareket etsinler. Ben sakalımı hiç kestirmedim, hapishanede kesecekler diye çok üzülmüştüm. Hazret-i Üstad yanıma geldi “Kardeşim bu sendeki sakal benim sakalımdır, onu hiç kimse kesemez” dedi. Hakikaten berbere çağırdılar, bana baktı baktı “ben bu sakalı kesemem” dedi ve kesmedi öyle kaldı. Bir ziyaretimizde “kardeşlerim benim bu vaziyetimi tenkid edenler var. Bu âciz kendi ihtiyarımla burada oturmuyorum, sevgili Üstadımın emri ile oturuyorum” demişlerdi.
Risale- i Nurda Mehmed Feyzi
Feyzi Kardeşim! Sen, Isparta Vilâyetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın... Risale-i Nurla hizmet ise, îmânı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebelerini kazandırıyor. Bir adamın îmânını kurtarmak ise on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki îmân, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, kür-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi te’min eder. Velâyet ise, mü’minin Cennet’ini genişlendirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın îmanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.
İşte bu dakik sırrı, senin Isparta’lı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalpleri görmüş ki, benim gibi bir biçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyâlara, belki de eğer bulunsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler.
Bu hakikate binâen, bu şehre bir kutup, bir Gas-ı Âzam gelse, seni on günde velâyet dere cesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın. (Kas. L. 83)
***
Afyon Ağır Ceza Mahkemesine
İddianâmede beni Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle hem Risale-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle bu hareketimi medar-ı mes’uliyet saymış. Ben de buna karşı, bütün kuvvetimle bu ithamı kabül edip iftihar ediyorum. Çünki fıtratımda ilme karşı, gayet kuvvetli bir iştiyak var. Bir delili şudur ki: Denizli hâdisesinde menzilim taharri edildiği vakit beşyüzseksen aded mütenevvi kütüb -ü ilmiye ve Arabiye evimde bu- lunduğu resmen sabit olmuştur. Benim fakr-ı hâlimle ve gençliğimle ve lisân-ı Arabîde nok- saniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi beşyüz seksen cilt kitabı bana toplattıran fevkalâde bir talebelik şevki ve hârika bir aşk-ı ilmîdir. İşte bu fıtrî istidat ile daima hakikî bir Üstad arıyordum. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, uzakta aradığımı pek yakında elime verdi. ...
Afyon Ceza Evinde mevkuf Kastamonulu
Mehmed Feyzi Pamukçu
Cevap: Nur Talebesi Ağabeylerin Hayatları
Mustafa Sungur ağabey 1929 Eflâni doğumludur. Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsünü bitirmiş ve kendi köyünde bir müddet muallimlik yapmıştır.
1946 senesinde Külliyatta adları geçen; Muallim Ahmed Fuat, Mustafa Osman, Hıfzı Bayram, Mehmed Feyzi (R.H. aleyhim ecmain) ağabeyler vasıtasıyla Risale-i Nurları tanıdı ve okumaya başladı.
1947’de Emirdağ’ında Bediüzzaman'ı ziyaret etti.
1948’de Afyon mahkemesi münasebetiyle hapishaneye girdi.
1953'de Samsun Büyük Cihad gazetesine gönderdiği bir yazı yüzünden Samsun'da tekrar hapse alındı.
1954 senesinde Isparta'da şimdi müze olan evde Üstad Bediüzzaman'ın yanında temelli kalmaya başladı. Defalarca mahkemeye verildi, hapis yattı. Bediüzzaman Hazretlerinin en yakın hizmetkâr ve talebelerindendir.
Menderes seni maarif nâzırı yapsa...
Üstad, Sungur Ağabey’e diyor: “Menderes seni maarif nazırı yapsa. Mekteplerde Nurları okutacaksın dese, fakat arada sırada bazı meselelerde bizim dediğimiz gibi olacak dese, sen de kabul etsen... Nurdaki ihlâs bunu reddeder.”
Üstadı, cama dayanmış kavak ağaçlarını seyrederken gördük
Bir gün Üstadı cama dayanmış pencereden kavak ağaçlarını seyrederken gördük. Üstadımız bizi görünce: “Yüzer sinemadan, tiyatrodan on defa ziyade bunları seyretmek nefsimin hoşuna gidiyor” dedi.
Zübeyr ağabeyden bir tavsiye
Bir kardeş Zübeyir ağabeyden notlar yazmış, çok hoşuma gitti. O notlarda Zübeyr ağabey “Külliyatı iki kere hızlı okuyun, sonra lûgata bakın. Ne var ne yok önce görün” demiş. Zaten biz de ilk defa öyle yapmıştık.
Barla hayatım benim en saadetli günlerimdi
1947’de Üstad Barla’ya gidiyordu. Ben, Zübeyr ağabey ve Ceylan yanındayız. Üstad gitmeyle alâkalı bir şeyler söyledi fakat ben tam anlayamadım. Zübeyr ağabeylere “Üstad beni de yanına çağırdı mı? Yanına gideyim mi?” diye sordum onlar da anlayamamışlar.
Ben Üstadın yanına gittim. Üstad beni görünce : “Yahu sen niye geldin? Ben yirmi sene evvel gezdiğim Barla’yı tek başıma gezmek istiyordum. Benim hayâlim kuvvetli olduğu için yeniden o günleri yaşamak istiyordum... Barla hayatım benim en saadetli günlerimdi” demişti.
Asayişi muhafaza
Afyon hapsinde Re’fet Bey, Kerem isminde bir Afyonlu köylüye Risale veriyor. Sonra Kerem hastalanıyor, 15 gün tebdil-i hava veriyorlar. Kerem de ‘hadi giderken Üstadın elini öpeyim de öyle gideyim’ diyor. Üstad 80 yaşına yakın. Üstadın elini öperken Kerem’e ‘niye öptün?’ diye tokatlıyorlar. Bunu Üstad bize anlattı ‘benim yerime onu dövdüler’ dedi. Bunlara sabrettiğini, ‘asayişi muhafaza için menfi hareket etmiyorum, onlara beddua bile etmiyorum, yeter ki Risale-i Nur’a zarar gelmesin, gelen nesillerin imanı kurtulsun diye sabrediyorum’ dedi.
Sungur Ağabey şeyhle çekişince
Sungur ağabeyi Üstad Ankara'ya gönderiyor. Sungur ağabey orada (mütemadiyen) bir şeyhle çekişiyor, Ona kabul ettireceğim diye uğraşıyor. Üstadın yanına gelince, Üstad “sana manevî bir tokat vuracaktım, fakat Rahmet-i İlâhiye mâni oldu” diyor.
Cevap: Nur Talebesi Ağabeylerin Hayatları
1886 Tarihinde İstanbul Beykoz’da dünyaya teşrif eden Re’fet Ağabey, 1906 senesinde Harbiyeyi İstanbul’da bitiriyor ve “İşkodra” ya (Arnavudluk) teğmen olarak tâyin ediliyor. Re’fet Bey, dilekçe vererek gönüllü olarak meşhur Yemen savaşlarına katılıyor, savaşta İngilizlere esir düşüyor.
Esâretten döndükten sonra, “İstanbul Merkez Komutanlığı” emrine yüzbaşı rütbesiyle atanan Re’fet Bey, Cumhûriyet îlan edildikten sonra da, zamanın hükümeti tarafından, yüzbaşı iken 34 yaşında emekli ediliyor. Emekliliğinden sonra, Çankırı inhisar müdürlüğüne tâyin edilen Re’fet Bey, Ankara’nın başşehir yapılmasından sonra, mimar olan dayısı ile Türk Ocakları binasının inşaatında çalışır.
Re’fet Bey, 1932 senesinde kalem reisi olan eniştesi ile Isparta’ya gelir. Isparta’da, Isparta eşrâfından Hacı Mülâzım Efendinin kızı Kadriye Hanımla evlenir. Re’fet Bey, artık bir cihette Ispartalı olmuştur.
Evlendiği sene yâni 1933 senesinde Bediüzzaman’ın Barla’da olduğunu duyar. Aslında Re’fet Bey, Bediüzzaman’ı İstanbul Harbiye’de talebe iken “Eski Said” olarak Beyazıd Camiinde görmüş ve hayran kalmıştır. Fakat yanına yaklaşıp konuşamamıştır. Onu bir türlü unutamıyordu. İşte şimdi O’nun Barla’da olduğunu duyunca heyecanla ziyaretine gitmeği arzuluyor ve karar veriyor.
Bediüzzaman’ın sıkı tâkip altında olduğunu, görüşmenin riskli olduğunu söyledilerse de O, Kayınpederi Mülâzım Efendi ve üvey oğlu Bedreddin ile beraber Üstad’ı ziyaret eder. Bu ziyaretler devam ederken Üstad Hazretleri 1934 senesinde Barla’dan Isparta’ya Şükrü Efendinin şehir dışındaki bağ evine taşınır. Artık her gün “Hüsrev, Re’fet, Rüşdü” üçlüsü ile “tesvid ve tebyiz” için bu köşke Üstadlarının yanına gelmeye başlarlar. O senelerde Re’fet Ağabey “26.Lem’a İhtiyarlar risalesi” gibi bazı risâlelerin ilk müsevvid’i olma şerefi ile şereflenmiştir. Bir hususiyeti de ilmî sualleri ile çok meselelerin izah ve tashihine vesile olmasıdır. “Dünya öküzle balık üstündedir” gibi.. suallerin sahibidir.
Re’fet Barutçu Ağabey; 1934 Eskişehir, 1943 Denizli, 1948 Afyon hapishâneleri ve mahkemelerinde bulunmak şerefine de nâil olur. Yâni çok sevgili Üstad’ının her üç mahkemesinde de kaderin cilvesi ile bulunur. O’nu yalnız bırakmaz.
Üstad’ının vefatından sonra, altmışlı yıllarda İstanbul “Beşiktaş Vişnezâde Câmiinde fahrî İmamlık yapan Re’fet Bey, ömrünün son senelerini, Ankara Cebeci Semtindeki oğlunun evinde geçirmiştir.
2 Şubat 1975 senesinde burada vefat eden Re’fet Ağabey 90 yaşına yaklaşmıştı. Ankara Karşıyaka Kabristanında medfundur. Allah şefaatine nâil eylesin. Amin...
Üstadı ilk def’a Eski Said döneminde İstanbul’da gördüm
İstanbul Harbiye de okurken, Beyazıd Câmiinde meşhur hâfızlar sık sık Kur’an tilavet ediyorlardı. Ben de ara-sıra onları dinlemeye gidiyordum. Meğer Üstad da esaretten dönmüş, aynı câmiye hâfızları dinlemeye geliyormuş. İşte böyle bir günde, Bediüzzaman’ı hâfızları dinlerken gördüm. Diz üstü çökmüş, başı önüne eğik vaziyette, huşû içinde dinliyordu. Çok heybetli bir hâli vardı. Fakat yaklaşıp konuşamadım. Dikkat ettim çizmeleriyle namaz kılıyordu. Çizmeleri mest gibi kullanıyordu, camiden çıkarken ayağına lastikleri geçirdi. Arkasından bakakaldım... Seneler sonra Üstad’a bunu Isparta da anlattığımda, bana: “ Ben seni daha o zamandan talebeliğe kabul etmiştim” dedi. Re’fet ağabeyin bu hâtırası Lem’alar Mecmuasında Üstad Hazretleri tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:
“...İşte o zamanda, İstanbul'un Bayezid câmi-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlaslı hâfızları dinlemeye gittim. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, semavî yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zihayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette fermanını, hafızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Camiden çıktım.” (Lem. 231)
Üstadım kurtulur mu?
Üstad, Hüsrev ve Ben Pınarbaşı’na gezmeye çıkmıştık. Bir ara uzaktan birisi göründü, bize doğru geliyordu. Ben önüne geçip Üstad’ı rahatsız etmemesini söyledim. Fakat Üstad müsaade etti. Genç Üstad Hazretlerinin elini öperek “efendim, ben esrara müptelayım. Dua edin de, bu kötü içkiden nefret edeyim” dedi.
O zaman Üstad: “kardeşim sen farz namazını kılsan, ben sana dua edeceğim” dedi ve delikanlı gitti. Ben fırsatı kaçırmadan sordum “Üstadım kurtulur mu acaba?” Bugünkü gibi hatırlıyorum, kaşlarını çatarak “beli!! beli!!” diye cevap verdi. Beli; evet demektir. (Mayıs -1972)
Risale-i Nur’lar ihtiyarla değil, ilhamla yazılıyordu
Üstad’ın yanına her sabah saat yedi buçukta gidiyordum. Nasıl olduysa bir gün bir saat geciktim. Baktım Üstadın yanında Kadı Zeynel adında âlim bir zat var. Üstad’a kader mes’elesini sormuş. Üstad beni görünce: “Kardaşım kader ve cüz’i ihtiyar’a dair izahatta bulundum evvel gelseydin 26. Söz Kader Risalesine güzel bir zeyl olurdu.” dedi. Sonra Kadı Zeynel’e sordu, “kardeşim şüphen kaldı mı?” O da “elhamdülillah kalmadı” diyerek cevap verdi. Anladım ki, risaleler ilham-ı ilâhîdir, vaktinde kaydedilmeli.
Re’fet ağabeyin yaşadığı bu hâdise Kastamonu Lâhikasında te’yid ediliyor: “Maatteessüf ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için, çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler.” (Kast. Lâh.9)
Üstadın Bir Kerameti
Bir gün evde refikamla münakaşa etmiş, sonra da Üstad’ın yanına gitmiştim. Tabi ben bu hususta Üstada hiçbir şey bahsetmedim. Neyse biraz sonra oğlum Bedreddin geldi, Üstad’ın elini öptü, Üstad ona “Kardeşim git hemşireme selam söyle, üzülmesin, baban haksızdır” dedi ve onu gönderdi.
Ben hayretimden âdeta donup kalmıştım. Nerden bildi? Nasıl bildi? Şaşırdım kaldım. Anladım ki bu bir keramettir. Zaten Üstad’ın o kadar çok kerametine şahid oldum ki anlatmakla bitmez. Fakat O bunun gibi şeylere hiç ama hiç önem vermez, normal hayatını sürdürürdü.
__________________