Ruh, Cesede Nasıl Galip Gelir?
Ruh ile ceset iki rakiptir. Bir insanda bu rekabeti ruh kazanırsa, yani ruh inkişaf edip hükmünü icra ederse, ceset de nuranîleşir ve hatta ruh gibi hiffet bulur...
Ruh ile ceset iki rakiptir. Bir insanda bu rekabeti ruh kazanırsa, yani ruh inkişaf edip hükmünü icra ederse, ceset de nuranîleşir ve hatta ruh gibi hiffet bulur. Ruhun cesede veya nefse galip olması demek, kişinin hayatı boyunca, nefsinin aldığı lezzetleri değil, ruhunun aldığı zevkleri takip eden bir hayat formülüne sahip olması demektir.
Ruh ile ceset, tabiat olarak, yani fıtraten birbirine zıt varlıklardır. Ruh nuranî ve latif bir varlıktır; ceset ise maddî ve kesif bir varlıktır. Ruh zaman ve mekân kaydından mücerrettir, ceset ise zaman ve mekân ile mukayyettir. Ruh bir anda binlerce işi tedbir ve tedvin edecek bir haysiyettedir, ceset ise aynı anda iki işi yapamaz. Ruh hafif ve kayıtsızdır, ceset ise hantal ve sakildir. Ruh inbisat ve tekemmül ettikçe ceset incelir, ruha karşı direncini yitirir, onun gibi latif ve nuranî olmaya başlar. Ceset kalınlaşır ve hükmünü icra ederse, yani madde ve maddî kayıtlar inkişaf edip kesafet galip olursa, o zaman da ruh asliyetini kaybeder ve sakil bir hale dönüşür.
Onun için ruh ile ceset iki rakiptir. Bir insanda bu rekabeti ruh kazanırsa, yani ruh inkişaf edip hükmünü icra ederse, ceset de nuranileşir ve hatta ruh gibi hiffet bulur. Onun için Peygamberimiz (a.s.m.) miraca ruhuyla beraber mübarek cesediyle çıkmıştır. Onun mübarek cesedi de aynı ruh gibi letafet ve nuraniyet kazanmıştır. Bu yüzden her bir azasıyla hem görür hem de işitirdi. Bu mertebe her insana açıktır, ama herkes o mertebelere ulaşamıyor.
Ruhun cesede galip olması, ancak kuvvetli ve tahkiki bir iman neticesindeki riyazetle mümkündür. Buradaki riyazet tarikattaki riyazet anlamında değildir. İnsan maddî hayatını Kur'an ve sünnet çerçevesine yerleştirirse ve sünnetin prensipleriyle cesedi terbiye ederse, o zaman ruh inbisat ve tekemmül eder, maddî ceset de incelip nuranileşir.
Mesela sünnet ölçülerinde yiyip içmek, konuşmak, uyumak, malayani iş ve davranışlardan uzak durmak, güzel ahlaklı olmak, insanlara karşı mürüvvet sahibi olmak gibi haller insanı olgunlaştırır. Tabii bunların temeli tahkiki imanı elde etmektir. Zira bütün bunlar tahkiki iman üzerine bina olunacak şeylerdir.
Nur Talebeleri Risale-i Nur'dan tahkiki iman dersini aldıkları için ruhları maaliyat (aşkın, yüce) şeylerden haz alır. Malayani ve masiyet (boş ve gereksiz) olan şeylerden uzak dururlar. Bu da ruhun cesede galip gelmesinde önemli bir unsurdur.
Ruhun zevkleri
Ruh, yapısı itibariyle, Allah’ı tanımak, ahirete inanmak, kulluk görevini yapmak gibi güzelliği ve olgunluğu olan, yüksek ve onurlu olan şeylerden zevk alır. Ceset/beden/nefis ise, bitki ve hayvanların da zevk aldığı yiyecek, içecek, evlenmek ve uyumak gibi fani şeylerden lezzet alır. Ruhun cesede veya nefse galip olması demek, kişinin hayatı boyunca, nefsinin aldığı lezzetleri değil, ruhunun aldığı zevkleri takip eden bir hayat formülüne sahip olması demektir.
Ramazan ayı -samimi müminler için- ruhun cesede/mananın maddeye galebe çaldığı bir atmosferin örnek bir göstergesidir.
Bu demek değildir ki, nefsi ve bedeni maddî zevklerinden tamamen mahrum edeceksiniz. Bilakis, adalet mekanizması içerisinde, ebedî hayata lazım olan ruhî zevkleri ebediyete yakışır bir yoğunluğa göre, fani olan nefsin meşru zevklerini de onun kısa ömrünü göz önünde bulundurarak ayarlamak gerekir.
Evvela, helal dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye hiç gerek yoktur. İkincisi, meşru dahi olsa, gaflete sokacak dünyevî/nefsanî zevklerden uzak kalmakta büyük yarar vardır.
Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde hayatını tanzim eden bir kimsenin ruhu cesedine/nefsine galip demektir. Aksi olursa, nefsin hâkimiyeti söz konusudur. Bunlar işin temel unsurlarıdır. Yükseklerde kanat çırpmak için, bu esaslar üzerine ruhî harç koymak gerekir.
Bast-ı zaman, tayy-ı mekân
Bast-ı zaman, “zamanın genişlemesi, bereketlenmesi”, “az zamanda uzun bir zaman yaşamış olma hâli”; tayy-ı mekân ise “mekânı aşarak bir anda değişik yerlerde görünebilmek” demektir.
Biz bilgimizle, görgümüzle sınırlıyız. Ülfete, alışkanlıklara esir olmuşuz. Güneş ışığının, yaklaşık, yüz elli milyon kilometrelik bir mesafeyi sekiz dakikada kat ederek dünyamıza ulaşmasına artık hayret etmiyoruz. Hâlbuki bu çok harika bir kudret mucizesidir.
“Cenab-ı Hak ışıkta sergilediği bu mucizeyi, ruhu cesedine galip gelmiş bir sevgili kulunda da gösterebilir” dediğimizde hemen itirazlar başlıyor. Niçin? Çünkü; biz görgü mahkûmuyuz ve böyle bir şeye hiç şahit olmamışız. Bu hadiseyi her gün seyredebilsek o da nazarımızda gizlenecek, ona da hayret etmemeye başlayacağız.
“Rüyada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kur’an okumuş olsa idin birkaç hatim okumuş olurdun. Bu hâlet, evliya için hâlet-i yakazada inkişaf eder. Mesele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zaten zamanla mukayyet değildir. Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sürat-ı ruh mizanıyla cereyan eder.” (Mesnevî-i Nuriye)
Ruh cesede galip olunca birkaç mekânda bir anda bulunmak da gayet kolay olur. Rüyada bizim de ruhumuz bedenimize bir derece galip gelir. Çok uzak mesafelere bir anda gider, geçmişe ve geleceğe rahatlıkla geçeriz. Dedemizle de görüşürüz, torunlarımızla da…
Manen terakki ederek, melekleri gerilerde bırakan bir ruh, onların gayet rahatlıkla yaptığı bir işi niçin yapamasın? Bir anda birkaç mekânda neden bulunamasın?
Dünya dışı varlıklar ve Risale-i Nur
Dünya dışındaki varlıklara iki açıdan bakabiliriz: Birinci bakış açısı, Kur’an’ın bakış açısıdır. Diğeri ise, insan zihin ve hayalinin bakış açısıdır.
Kur'an'ın tarzı açısından, dünyamızın dışında yaşayan varlıklar; melek, cin ve ruhaniyat olarak isimlendirilir. Bunların yaşama şartları ise insanların yaşama şartlarına benzemez. Yani, hayat için gerekli olan hava, su, toprak, ateş gibi unsurlara ihtiyaç duymazlar.
Onlar, nuranî ve latif varlıklar olduğu için, bizim maddî gözümüze de görünmezler. Ama onların varlıkları hakkında, hem Kur'an hem akıl ittifak etmiştir. Bunun delilleri çoktur. Bediüzzaman Said Nursi Sözler isimli eserinin Yirmi Dokuzuncu Söz'ünde, bu meseleyi kati olarak ispat etmiştir. Onların hayatları ve hayatına lazım olan şeyler bizimkinden farklı olduğu için, onları kendimize kıyas edip öyle anlamaya çalışmak yanlış olur. Bu manaya işaret eden şu temsile dikkatle bakalım:
"İki adam, biri bedevî, vahşî, diğeri medenî, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hane amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acip bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü'n-nebattır, yalnız nebâtatla yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü's-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âli kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs'atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle, o sarayın sekeneleri o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerâit-i hayatiye o saraylarda bulunmuyor. O vahşî, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından, der: ’O saraylar, sekenelerden hâlidir, boştur, zîruh içinde yoktur‘ der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar. İkinci adam der ki: ‘Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, zîruhla, amelelerle doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur; zîhayat ve zîruhla doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu sanatlı sarayların, onlara münasip âli sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği ve onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delalet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.’"
Bir de, insan zihni ve hayali açısından bakacak olursak, dünyanın dışında tuhaf UFO’lar veya hayali, garip mahluklar gibi şeyler, asılsız ve heyula tarzında kurgulardır ki, insan zihninin bir hezeyanıdır. Ancak bilim kurgu tarzı, zihnî varsayımlardır. Yoksa aslı ve esası olsa idi, çoktan tezahür ederdi.
Bir de insan, her şeyi mutlaka kendine kıyas edip ona göre hüküm veriyor. Yani, dünyanın dışında varlık olsa bile, mutlaka insan tarzında olması gerektiğini varsayar ve ona göre kurgular. Bu da hayalden ve hezeyandan öteye geçemez. Risale-i Nur'da, dünya dışı varlıkların varlığı kabul edilir ve ispat edilir. Ama bu varlıklar, insan zihninin ve hayalinin ürettiği UFO ve uzaylı tarzında değil, Kur'an'ın tespit ettiği melekler, ruhaniler ve cinlerdir. Aslında bu uçuk kaçık, zihnî ve hayalî varlık anlayışı, felsefenin bakış açısıyla Kur'an'ın bakış açısı arasındaki farkı da gösteriyor. Felsefe, kâinatı tam olarak ihata edemediği için yorumları da havada kalıp hayalden öteye geçemiyor.
Alıntıdır...