Silsilei-Saadat. Altun Silsile
Silsile-i Saadât'ın birinci halkasıdır.
Peygamberimizin, hakkında "Ümmetimden birini (kendime) dost edineydim, Ebû Bekr'i edinirdim" buyurdukları büyük bir zattır. Rasûlüllahın sahip olduğu muazzam nûrun en gizli tecellîsine, Hicrette Sevr Mağarasında ulaştı. Bu mağarada Sevgili Peygamberimiz, kendilerine diz üstü oturmasını, gözlerini yummasını, dilini üst damağına yapış-tırmasını ve "Allah" ism-i celâlini kalbinden, sadece kalbinden tekrarla-masını emrettiler. İşte " zikr-i hafî yolu" böyle başladı ve bu yolun ilk yolcusu da, Hz. Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de bizzat faziletinden bahsettiği, böylece de faziletini inkârın küfre vardığı Hazret-i Ebû Bekrini's-Sıddıyk (r.a.) oldu.
Peygamberlerden sonra, Eshâb-ı kirâmın ve insanların en üstünü idi.
Asıl adı Abdullah bin Ebû Kuhâfe. Babasının adı Osman'dır. Fakat "Ebû Kuhâfe" lâkabıyla meşhurdur. Anasının adı Selma binti Sahr'dır. O da "Ümmül Hayr" lakabıyla meşhurdur. Hem ana hem de baba itibariyle Allah rasûlünün dedelerinden MÜRRE'de Peygamber Efendimizin (s.a.v.) temiz soyu ile birleşmektedir. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)den 2 yıl 3 ay küçüktür. Fil vak'asından sonra M. 573 yılında dünyaya gelmiştir. Müslüman olmadan önce adı, Abdül-uzzâ veya Abdul Kâ'be idi. Peygamberimiz (s.a.v.), imân ettikten sonra ismini "Abdullah" olarak değiştirdi. 38 yaşında müslüman oldu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in vefat ettigi gün halife seçildi. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63 yaşında iken hicretin 13 (M. 634) yılında Cemaziyel-âhir ayının yedisinde pazartesi günü hastalandı.15 gün hasta olarak yattıktan sonra vefat etti. Vasiyeti üzerine hanımı Esmâ yıkadı. Cenaze namazını Hazret-i Ömer kıldırdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in kabrinin bulunduğu Hücre-i seâdate defnedildi.
"Sabaha karşı kalkıp namaz kılanların babası" manasına gelen "Ebû Bekr" lakabını kendisine Peygamber Efendimiz verdi. Ki her gece gecenin son üçte birinde mutlaka kalkar, sabaha kadar ibadetle meşgul olurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjde-lenen on sahabenin birincisidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in kayın pederi, müminlerin annesi Hazret-i Âişe'(r.a) nin babasıdır. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'ın Resûlulah Efendimize fevkâlâde sadâkât ve sevgisi vardı. Peygamberimize karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle tarif edile-meyecek kadar çoktur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, Hazreti Ebû Bekir'i (r.a.) çok se-verdi. O'nun için bizzat kendisine:
— "Sen Allahü Teâlânın cehennemden atîki (cehennemde azâd ettiği kimse) sin" ve "Cehennemden atîk olan ( âzâd edilmiş kimse) görüp sevinmek isteyen kimse, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e baksın." buyurması bunun bir alâmetidir. Bir rivayette de, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in annesi Ümmül Hayr"-Selmâ'nın bir iki evladı olmuş ise de hiç birisi yaşamamıştı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz doğduğu zaman, annesi kucağına alıp, Kâ'beye götürmüş ve yaşaması için "Allahım bu çocuğu ölümden âzâd edip bana bağışla!" diye duâ etmiş; Ka'be'nin her yanından
—Ya Emetellah, sana müjdeler olsun ki, çocuğun yaşayacak, seni pek sevindirecek. Tevrat'ta adı Sıddîk olarak bildirildi, nidâsı geldi. Yanındakilerin hepsi bunu duydular. ve bu sebeble "Atik" ismini verdiler.
Veya, soyunda ayıp ve kusur görülmediği için bu lâkab verilmiştir, denildi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, ilk müslüman olan hür erkek, sı-fatının sahibidir. Kadınlardan ilk müslüman Hazret-i Hatice, kölelerden Zeyd b. Hârise ve çocuklardan Hazret-i Ali'dir. (Radıyallahü anhüm) Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz Müslüman olmadan evvel de Resûlullah'ın (s.a.v.) yakın arkadaşı idi. Büyük bir tüccardı. Bütün malını, evini barkını İslam uğrunda harcadı. İslamiyeti kabul etmesine kadar geçen 38 senelik hayatında hiç içki kullanmamış, sapıklık ve hurafelerden kaçınmış, if-fetiyle ve güzel ahlâkı ile tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında o da Peygamber Efendimiz gibi çok sevilir ve sayılırdı. Fakirlere yardım eder, muhtaç olanları gözetirdi. Dürüst ve itimat edilir bir tüccar olarak meş-hurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını teklif ettiği zaman, hiç tereddüd etmeden derhal İslâmiyeti kabul etti. Sonra babası, annesi ve torunları da müslümanlığı kabul etmiş, hepsi de Eshâb-ı Kiram'dan olmakla şereflenmişlerdi. Ki bu şeref, Eshâb-ı Kiramdan hiç kimseye, nasip olmamıştır.
Müslüman oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir:
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, İslâmiyeti kabul etmeden yirmi sene önce, bir rüyâ görmüştü: "Gökten dolunay inip, Ka'be-i muazzama'ya gelmiş ve sonra, parça parça olmuş. Parçalardan her biri Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) evine düşen parça ise, gök yüzüne yükselmişti. Hadiseyi gören Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen evin kapısını kapamış sanki bu ay parçasının gitmesine mani olmuştu."
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) heyecanla rüyâdan uyanmış, sabah olunca, hemen yahûdi âlimlerinden birisine koşup, rüyâsını anlatmıştı. O âlim cevabında: "Bu karışık rüyâlardan biridir, onun için tabir edilmez" demişti. Fakat bu rüyâ, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdinin cevabı, O'nu tatmin etmemişti. Nitekim ticari seyahatlerinden birinde, yolu Busra'ya uğramıştı. Gördüğü rüyânın tabirini Rahip Bahira'dan istemiş ve aralarında şu konuşma geçmişti:
— Sen neredensin?
— Kureyştenim
— Mekke'de bir peygamber ortaya çıkıp hidâyet nûru Mekke'nin her yerine ulaşacak. Sen hayatında onun veziri, vefatından sonra da halifesi olacaksın. Çabuk, şimdi O'na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselamın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce ona imân et!"
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bu rüyâsını ve tabirlerini, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) peygamberliğini açıklamasına kadar kimseye söyle-memişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) peygamberliğini açıklayınca, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen Peygamber Efendimiz (s.a.v.)e koşup,
— Peygamberlerin, peygamberliklerine delilleri vardır, senin delilin nedir? "diye suâl etmişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) :
— Peygamberliğime delil, o rüyâdır ki, bir yahûdi âlimden tabirini istedin. O âlim karışık rüyâdandır, itibar edilmez dedi. Sonra Bahira rahip doğru tabir etti. Ey Ebû Kuhâfe'nin oğlu! Seni Allah'a ve Resûlüne dâvet ediyorum." buyurmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz,
— Şehâdet ederim ki, sen Allahü Teâlâ'nın Resûlüsün ve senin pey-gamberliğin haktır ve cihânı aydınlatan bir nûrdur, diyerek, tasdik edip müslüman olmuştu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in müslüman oluşu, şu şekilde de ifâde edilmiştir: Peygamberimiz aleyhisselâma, peygamberlik emri gel-diğinde, "Bu sırrı kime söyleyebilirim, bu işi kime açıklayabilirim" diye düşünmüştü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile, yakın arkadaşlığı ve bu sebeple de O'na karşı pek fazla sevgisi vardı. Ayrıca Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) çok akıllı idi ve doğruyu görüp seçebilmesiyle meşhurdu. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) nübüvvet sırrını ilk ona açmayı düşündü. Sabahleyin, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e varmak ve bu sırrı ona açmak maksadıyla evden çıktı.
O gece, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da şöyle düşünüyordu: "Bana, de-delerimizin seçtiği din, hiç uygun gelmiyor. Zirâ, kimseye zarar ve fayda vermeye gücü olmayan bir heykele ibâdet etmek, akıllı bir iş değil. Yerin ve göğün yaratıcısı buna râzı olmaz. Bunu ise, Muhammed'den (s.a.v.) başkasına söylemek doğru değildir. Zirâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü olduğu tecrübe edilmiştir. Yarın, ziyâret için ona varayım, bu hâli arzedeyim. O ne derse, öyle amel edeyim!". Bu düşünce ile Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) sabahlamış, sabahleyin Peygamber Efendimiz (s.a.v.)e varmak için evden çıkıp, yolda karşılaşmışlar. Birbirlerine karşı:
— Şözleşmeden birleştik"demişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle söze başlamışlar:
— Bir meşveret için, sana geliyordum".
— Ben de, bir fikir sormak için yanınıza geliyordum"
— Söyle yâ Eba Kuhafe
— Sen her işte öndersin ya Muhammed! Önce sen söyle! Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
— Dün, bana bir melek görünüp, Hak Teâlâdan "Halkı dine davet eyle!" diye emir getirdi. Ben endişede kaldım. Bu gün sana geldim. Seni, İslâm dinîne davet ederim. Ne dersin?" buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.):
— Bu dine önce beni kabûl eyle! Çünkü, dün gece sabaha kadar bu fikirde idim. Şimdi ise bu sözü işittim" dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e İslâmiyeti anlattı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da kabûl edip, mü'minlerin serdârı oldu.
Hazret-i Ebû Bekir Efendimizin müslüman olmasına dair diğer bir bir rivayet:
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimize (s.a.v.) peygamberlik gelmeden önce ticâret maksadıyla Yemen'e gitmişti. Bu seferlerinde, Yemen'deki Ezd kabilesinden, 390 yaşında çok kitap okumuş bir ihtiyara rastlamıştı. Bu ihtiyar Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e bakıp:
— Zannederim ki sen, Mekke halkındansın" deyince, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)
— Evet, öyledir
— Kureyşten misin?
— Evet!
— Beni Temîmden misin?
— Evet!
— Bir alâmet daha kaldı. Şimdi bir de karnını aç, göreyim.
— Bundan maksadın nedir, söyle de öyle açayım?
— Kitaplarda okudum ki, Mekke'de bir Peygamber gelir. O'na, iki kimse yardımcı olur. Biri genç, diğeri ihtiyârdır. Genç olanı, nice zorlukları kolaylığa çevirir. Çok belâları giderir. O ihtiyar kişi ise, beyaz benizli, ince belli olup, karnı üzerinde bir siyah ben vardır. Zannederim ki, o kimse sensin. Karnını aç, göreyim, deyince Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) d açmış; göbeği üzerindeki siyâh beni görünce,
— Vallahi o kimse sensin" deyip, bir çok vasiyetlerde bulunmuştu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), işini bitirince, vedâlaşmak için ihtiyarın huzuruna varmış, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında bir kaç beyit söylemesini istemiş, bunun üzerine ihtiyar, oniki beyt okumuş, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'da bunları ezberlemişti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) seferden Mekke-i mükerreme'ye dönünce, Ukbe bin Ebû Mu'ayt, Şeybe, Ebû Cehil, Ebü'l Bühterî gibi, Kureyşin ileri gelenleri, ziyâret için evine gelmişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) onlara hitâben:
— Ben yokken Mekke'de aranızda mühim bir hâdise oldu mu?" diye sordu. Onlar da:
— Bundan daha garip bir hâdise olur mu ki, Ebû Tâlib'in yetimi, peygamberlik dâvâsı ediyor ve sizler, baba ve dedeleriniz, bâtıl din-densiniz, diyor. Eğer hatırın olmasaydı, O'nu bu zamana kadar sağ bı-rakmazdık. Sen onun iyi dostusun, bu işi sen hallet" demişlerdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) onlardan özür dileyerek ay-rılmış, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in Hazreti Hatice'nin (r.anha) evinde olduğunu öğrenip, kapıyı çalmış, Peygamber efendimiz kendilerini karşılayınca:
— Yâ Muhammed (s.a.v.) senin hakkında söylenilenler nedir?" demiş. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
— Ben Hak Teâlânın peygamberiyim. Sana ve bütün Adem oğullarına gönderildim. İmân getir ki, Hak Teâlânın rızâsına vâsıl olasın ve canını cehennemden koruyasın" buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) buna delil nedir? deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
— O, Yemen'de gördüğün ihtiyarın hikâyesi delildir, buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) "Ben Yemen'de pek çok ihtiyar ve genç gördüm " dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cevabında:
—O İhtiyar ki, sana oniki beyit emânet verdi ve bana gönderdi" di-yerek o beyitlerin hepsini okudu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bunu sana kim haber verdi, deyince;
— Benden evvelki peygamberlere gelen melek haber verdi" buyur-dular.
Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir (r.a.)
—Elini bana ver deyip, mübârek elini tutmuş ve:
— Eşhedü en lâ ilâhe illallâh.Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" deyip müslüman olmuştu. Bu sevinçle evine müslüman olarak dönmüştü. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Her kime imânı arzettiysem, yü-zünü buruşturur, tereddüdle bakardı. Ancak Ebû Bekir (r.a.) imânı kabûl etmekte hiç tereddüd ve duraklama etmedi." buyurulmuştur.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, müslüman olunca hemen, çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da, müslüman olmaları için iknâ etti. Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenen Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahman bin Avf, Sa'd Bin Ebu Vakkâs, Ebu Ubeyde bin Cerrâh gibi yüksek şahsiyetler onun tavsiyesi ile müslüman oldular.
İslâmiyeti kabul eden Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i dininden vazgeçirmek için Kureyş müşriklerinin azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye, bir ipe bağlayıp işkence etmeye başladı. Kendi kabilesi olan Beni Temim bu hazin durumu gördükleri halde aldırış etmediler. Bir gün Resûlüllah efendimiz, yeni müslüman olanlardan bir kaçı ile Erkam bin Erkam'ın (r.a.) Safa tepesindeki evinde oturuyorlardı. Başta Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz olmak üzere, hepsi, bu yeni dinin müşriklere açıklanmasını arzuladıklarını bildirdiler. Fakat henüz "açıkça tebliğ et" emri verilmemişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de:
—Ya Ebâ Bekr ! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz" buyurdu ise de, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in ve arkadaşlarının arzularının çoklu-ğundan onları kıramadı.
Hemen Mescid-i Haram'ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu halde bulunuyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü Teâlâya ve O'nun Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inanmanın lâzım olduğunu an-latmaya başladı. Müşrikler hep birden Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e ve ar-kadaşlarına saldırdılar. Yumruk ve tekmelerle ortalığı alt üst ettiler. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i fena halde tartaklayıp dövdüler. Utbe bin Rebia, demirli ayakkabılarıyla Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in yü-zünü gözünü kanlar içinde bıraktı, bilinmez hale getirdi. Beni Temim kabilesine mensup kişiler yetişip ayırmasaydılar öldürünceye kadar dövmeye devam edeceklerdi. Kabilesinden olan kişiler Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kâ'beye geldiler:
— Eğer Ebû Kuhafe'nin oğlu ölecek olursa, yemin olsun ki, biz de Utbe'yi gebertiriz!" dediler ve hemen Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yanına gittiler.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Beni Temim'liler, O'nu ayıltmak için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz, kısık bir sesle:
— Resûlullah ne yapıyor? O, ne haldedir? Ona da dil uzatmışlar, ha-karet etmişlerdi" diye sormuştu. Annesi Ümmül-Hayr'a dediler ki:
— Sor bakalım, birşey yer veya içer mi?. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yemeğe ve içmeğe ne isteği vardı, ne de bir gücü! Ev, tenhalaşınca annesi ona:
— Ne yersin, ne içersin?" diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz gözlerini açtı ve :
— Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?" dedi. Annesi,
— Vallâhi arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.):
— Hattâb'ın kızı Ümmü Cemîl'e git, Resûlullah'ı ondan sor!" dedi. Annesi Ümmül-Hayr, kalkıp Ümmü Cemîl'in yanına gitti ve:
— Oğlum, senden Abdullahın oğlu Muhammed'i (s.a.v.) soruyor. Acaba ne haldedir?". Ümmü Cemîl de:
— Benim ne Muhammed (s.a.v.), ne de senin oğlun hakkında bir bilgim var! İstersen seninle birlikte gidelim?" dedi. Ümmül - Hayr, "Olur" deyince, kalktılar. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yanına geldiler. Ümmü Cemîl, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i böyle perişan bir vaziyette, yara -bere içinde görünce, kendisini tutamıyarak çığlık kopardı ve :
— Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allah'tan dileğim, onlardan öcünü almasıdır" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Ümmü Cemîl'e:
— Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir?" diye sordu. Ümmü Cemîl, Ona:
— Burada annen var, söylediğimi işitir" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz de:
— Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz" deyince. Ümmü Cemîl:
— Hayattadır, hali iyidir" dedi. Tekrâr:
— Şimdi o nerededir?" diye sordu. Ümmü Cemîl:
— Erkâm'ın evindedir" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
— Vallahi, Resûlullahı gidip görmedikçe, ne yemek yerim, ne de bir şey içerim!" dedi. Annesi:
— Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın! dedi. Herkes uyu-yup, ortalık tenhalaşınca, Hazret-i Ebû Bekr, annesine ve Ümmü Cemîl'e dayanarak, yavaş yavaş Resûlullah'ın yanına vardı. Sarılıp öptü. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in bu hali, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)i çok üzdü. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
—Yâ Resûlellah! Babam, anam sana feda olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyaya getiren annem Selmâdır. Onun hakkında duâ buyurmanızı istirham ediyorum. Umulur ki, Allahü Teâlâ, Onu senin hürmetine Cehennem ateşinden kurtarır" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Selmâ'nın müslüman olması için Allahü Teâlâya yalvardı. Resûlullah'ın (s.a.v.) duâsı kabul olunmuş, annesi de hidayete kavuşup müslümanlığı kabul etmişti.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ne söylerse, itiraz etmeden hemen kabul ederdi. Hatta herkesin itiraz ettiği meseleleri bile itirazsız kabullenirdi. Meselâ, Peygamberimizin Mi'râc mûcizesini kabul etmeleri böyle oldu. Resûlullah Efendimiz, Mi'râc'tan dönüp sabah olunca, Kâ'be yanına gidip Mekkelilere Mi'râcı anlattı. İşiten kâfirler, alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vaz geçti. Bir kaç kafir de sevinerek Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in evine geldi. Çünkü bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:
— Ey Ebû Kuhâfe'nin oğlu! Sen çok kerre Kudüs'e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek ne kadar zaman sürer" dediler. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz:
— İyi biliyorum. Bir aydan fazla, dedi. Kâfirler bu söze sevindiler.
— Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek alay ederek ve Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek:
— Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı" dediler.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), Resûlullahın mübârek adını işitince hemen:
— Eğer O söyledi ise doğrudur, inandım. Bir anda gidip gelmiştir" deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını bilemediler. Önlerine baka baka gittiler ve:
— Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Kuhâfe'nin oğluna sihir yapmış" diyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen giyinip, Resûlullah'ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle,
— Yâ Resûlellah! Mi'râcınız mübarek olsun! Allahü Teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun" dedi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, imânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet geldi.
Resûlullah (s.a..v.) o gün Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Resûlullah'ın en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu beraberliği, Mekke'den Medine'ye hicrette de devam etti. Ona mağara arkadaşı oldu. Mağara'da üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medine'ye va-rıncaya kadar Resûlullah'ın bütün hizmetini o gördü. Medine'deki mescid yapılırken onunla beraber çalıştı. Hiçbir hizmetten, fedakârlıktan geri kalmadı.
Resûlullah Efendimizle birlikte bütün harplerde bulundu. Bir kısmında ordu kumandanlığı vazifesi yaptı. Muharebelerde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in yanında onun muhafızlığını yapardı. Efendimize karşı bedenini siper ederdi. Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar gösterdi. Tebük harbinde, sancaktarlık görevi yaptı.
İslâmın zuhûrundan 21 yıl sonra Mekke şehri, müslümanlar tarafından fethedilmiş. Mekke halkı Hazret-i Peygamberin huzuruna gelerek İslâm'ı kabul etmeye başlamışlardı. Hazret-i Peygamber, Safa tepesine oturmuş, yeni müslümanların biatını kabul ediyordu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz babasının yanına gelerek:
— Babacığım! Artık İslâm'ı kabul etme zamanı geldi. Haydi, seni Resûlullah'ın yanına götüreyim, dedi. Ebû Kuhâfe'nin kabul etmesi üze-rine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, babasının koluna girerek onu, iki cihanın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzuruna getirdi. Ebû Kuhâfe, gayet ihtiyardı ve gözleri de görmüyordu. Hazret-i Peygamber onları görünce ayağa kalktı ve muhabbet dolu bir sesle:
— Ya Ebâ Bekr ! İhtiyar babana niçin zahmet verdin? Onu buralara kadar yordun. Biz onun ayağına giderdik" diye iltifat buyurdu. İhlâs, takva ve sadakat güneşi Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)
— Ya Resûlallah, babamın sizin ayağınıza gelmesi daha uygundur" dedi.
Ebû Kuhâfe'nin de müslüman olmasıyla Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in ailesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde hiçbir aileye nasip olmayan büyük bir şeref ve fâzilete erişti. Çünkü bir ailede dört kuşak müslümanlık ve sahabîlik tacını giymiş oldular. Ebû Kuhâfe, oğlu Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in halife olduğu günleri gördü. Hazret-i Ömer'in hilâfeti devrinde müslüman olarak âhirete göç etti.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz hicretin dokuzuncu (M. 631) senesinde Hac kafilesi başkanlığında görev yaptı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, onyedi vakit namaz kıldırdı. Üç vaktinde de Peygamberimiz (s.a.v.), Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'e uyarak onun arkasında namaz kıldılar.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Hicretin10. (M. 632) senesinde, Peygamberimizin vefâtı üzerine Eshâb-ı kirâmın sözbirliğiyle halife seçildi. Peygamberlerin sonuncusu Muhammed Aleyhisselâm'dan sonra müslümanların halifesi, yani Peygamberimizin vekili ve müslümanların reisi, Hazret-i Ebû Bekrinis-Sıddîk (r.a) olmuştur. Ondan sonra da sırası ile Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali halife olmuşlardır. Bu dördünün üstünlük sıraları, halifelikleri sırası gibidir. Hazret-i Ali (r.a.) buyuruyor ki: "Beni, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile Hazret-i Ömer'den (r.a.) üstün tutan, iftira etmiş olur. İftira edenleri dövdükleri gibi, onu döverim". Hazreti Ali Efendimizin soyundan gelen Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri de "Gunyetüt-Talîbîn" kitabında şöyle yazıyor: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
—Allahü Teâlâdan istedim ki, benden sonra Ali (r.a.) halife olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed, Allahü Teâlânın dilediği olur. Senden sonra halife, Ebû Bekr-i Sıddîkdır".
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî yine buyurdu ki: Ali (r.a.) dedi ki: Peygamber (s.a.v.) bana dedi ki: "Benden sonra halife Hazret-i Ebû Bekir olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da Sen olacaksın!".
Hazret-i Ali (r.a.) buyuruyor ki:
— Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah (s.a.v.); "Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp, namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse, Allahü Teâlâ, o günahı elbette af eder. Çünkü, Allahü Teâlâ, Nisâ sûresi yüzdokuzuncu âyetinde: Biri günah işler veya kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü Teâlâyı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur, buyurmaktadır" dedi.
Resûlullah'ın (s.a.v.) vefat ettiği haberi, Eshâb-ı kirâm arasında yayı-lınca herkesin aklı başından gitti. Hazret-i Ömer kılıcı eline alıp, "Resûlullah öldü" diyenin kellesini uçururum, deyip ortaya çıktı. Herkes, üzüntüden ve Ömer'in (r.a.) bu halinden korktuğu halde, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, cesaretini muhafaza ederek, Eshâb-ı kirâmın ara-sına girdi. Onlara Resûlullah'ın da öleceğini, O'nun bir insan olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyi okudu. Tesirli sözler söyleyerek nasihat etti. Halkı sükûna ve huzura kavuşturdu. Derhal halife seçimi yapıldı. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz pazartesi günü halife seçildi. Salı günü, Mescid-i şerife gelip, Eshabı topladı. Minbere çıktı. Hamd ve se-nâdan sonra:
— Ey Müslümanlar! Sizin üzerinize halife ve emir oldum. Halbuki, sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Fena bir iş yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanettir. Yalancılık hiyanettir. Sizin zayıfınız, bence çok kıymetlidir. Onun hakkını kurtarırım. Kuvvetine güveneniz ise, bence zayıftır. Çünkü ondan başkasının hakkını alırım. Hiçbiriniz cihadı terk etmesin. Cihadı terk edenler zelil olur. Ben Allah'a ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz. Eğer ben Allah'a ve Resûlüne âsi olur, doğru yoldan saparsam, sizin de bana itaat etmeniz lâzım gelmez. Kalkınız, namaz kılalım. Allahü Teâlâ hepinize iyilik versin" dedi.
Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) vefat edince, birdenbire bazı kabile ve insanların İslâmiyetten ayrılma tehlikesi büyüdü. Her taraf dehşetle doldu. Yemen'deki ve başka yerlerdeki memurlar geri gelmeye, kara haberler getirmeye başladılar. Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Mekke, Medine ve Tâif'ten başka bütün Arabistan halkı İslâmiyetten ay-rıldılar. Mürtedlerin sayısı yanında Müslümanlar çok az idi. Fakat, Resûlullahın halifesi, zamân-ı seâdetteki gelişmeyi hiç değiştirmemeğe ve Resûlullahın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Halife seçiminden sonra, Eshâb-ı kirâm arasında Hazret-i Üsâme'nin sefere gidip gitmemesi hakkında ihtilaf edilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Üsâme'yi sekiz bin kişilik bir kuvvetle Şam tarafına göndermişti. Mübârek eliyle Üsâme'ye bir de bayrak vermişlerdi. Ordu henüz Medine'den çıkmamıştı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) vefat ettiler. Muhacirler ve ensar (r.a.) bu kuvvetin Şam'a gönderilmesini istemiyorlardı. Çünkü, bir tarafta yahudi ve hıristiyanlar, diğer tarafta mürted ve münafıklar dine saldırıyorlardı. Bu kadar kuvveti kendimizden uzak tutarsak halimiz ne olur! diyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "Kuvvetimiz olmadığını, her tarafın boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu evden çekip götürmeye kalkış-salar, yine, bayrağını Resûl-i Ekrem'in (s.a.v.) mübarek eliyle verdiği Üsâme'nın (r.a.) ordusunu Şam'a göndereceğim" buyurdu. Ve hemen orduyu harekete geçirdi. Orduyu bizzat Medine dışına kadar yaya olarak uğurladı. Ordu komutanı Peygamber Efendimizin sevgili kölesi Şehit Hazreti Zeyd'in oğlu Üsame idi. Üsame, babasının şehit olduğu atının üs-tünde Hazreti Ebû Bekir Efendimiz de yaya gidiyordu. Bu halden utanan Hazreti Üsame:
— "Ey müminlerin emiri, ne olur müsaade et de ben de atımdan ine-yim. Bu halden utanıyorum" dedi. O da cevaben:
— "Ya Üsame, Allah yolunda benim de ayaklarım tozlansın istemez misin" dedi ve yaya olarak uğurlamasına devam etti. Sonra bir ara kumandan Hazreti Üsame'nin kulağına eğilerek:
—"Eğer müsaade edersen Ömer benimle kalabilir mi?" diye Hazreti Ömeri rica etti. Hazreti Üsame de Hazreti Ömer'i verdi.
İslâm düşmanları bu kararlı hareketi görüp korktular. Müslümanlar kuvvetli olmasaydı, bu kadar kuvveti uzağa göndermezlerdi, dediler. Hazreti Ebu Bekir (r.a) Her tarafa birlikler gönderdi. Medine'ye hücuma hazırlanan düşman üzerine, gece şiddetli bir çıkış yaparak, sabaha kadar savaştı. Hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzaktaki mürtedlerle muharebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat, Hazret-i Ali (r.a.) Halife'nin devesinin yularını tutup,
— Ey Resûlüllah'ın halifesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muharebesinde söylediğini söylerim. O gün sana "Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!" buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur ise, müslümanlar, senden sonra düzen bulmaz" dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Hazret-i Ali'yi tasdik etti. Bunun üzerine Hazreti Halife Medine-i mü-nevvere'ye döndü. Sonra, onbir kabileye bölükler gönderdi. Bunlardan Hazret-i İkrime emrindeki asker, Yemâme'de, Müseyleme'nin kırkbin askerine karşı gelemedi. Halife, Hazret-i Halid bin Velid'i imdada gön-derdi. Hazret-i Halid, Yemâme'de de büyük zafer kazandı. Yirmi bin mürted öldürdü. İki bine yakın da müslüman şehid oldu. Amr ibn-i Âs (r.a.) da, Huzâ'a kabilesini hidâyete getirdi. Alâ bin Hâdremi (r.a.) Bahreyn'de çetin muharebeler yapıp mürtedleri dağıttı. Huzeyfe, Arfece ve İkrime, (r.a.) Ummân ve Bahreyn'de birleşip, mürtedleri bozdular. On bin mürted öldürdüler. Halife, Halid bin Velid'i (r.a.) Irak tarafına gön-derdi. Hîre'de yüzbin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki İran ordu-sunu bozdu. Basra'da otuz bin kişilik orduyu perişan etti. İmdada gelen büyük ordudan yetmiş bin kâfir öldürüldü. Sonra, çeşitli muharebelerle, büyük şehirler aldı. Halife, Medine'de yeni bir ordu topladı. Hazret-i Ebû Ubeyde kumandasındaki orduyu Şam taraflarına, Amr İbni Âs kumandasındaki orduyu da Filistin'e gönderdi. Sonra Yezid bin Ebi Süfyan'ı Şam'a yardımcı gönderdi. Sonra yeniden asker toplayıp, Hazret-i Muaviye kumandasında, kardeşi Yezid'e yardım gönderdi. Hazret-i Halid bin Velid'i de Irak'dan Şam'a sevketti. Hazret-i Halid, askerin bir kısmını Müsennâ'ya bırakıp, bir çok muharebe ve zaferlerle Suriye'ye geldi.
İslâm askerleri birleşerek Ecnadin'de büyük Rum ordusunu yendiler. Sonra, Yermük'de 46.000 İslâm askeri, Herakliyüs'ün 240.000 askeri ile uzun ve çetin savaşlar yapıp galip geldi. Yüzbinden ziyâde Rum askeri öldürüldü. Üç bin Müslüman şehid oldu. Bu muharebede İslâm kadınları da harp etti. Başkumandan Hazret-i Halid bin Velid'in ve tümen komutanı Hazret-i İkrime'nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Bütün bu zaferler, halifenin cesareti, dehası, güzel idaresi ve bereketi ile oldu.
Yermük savaşı yapılırken, Halife Ebu Bekrinissıddıyk Hazretleri Medine'de vefât etti.
Onun devrinde, İslâm devlet idaresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur'ân-ı kerîm'in hiç bir hükmü dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere de fırsat verilmemişti. Mürtedlerle yapılan bu harplerde Yemâme'de, bir çok hafız şehid olmuştu. Hazret-i Ömer'in de teklifi ile Kur'ân-ı kerîmin bir kitap halinde toplanması kararlaştırıldı. Bu görev, Zeyd bin Sâbit'e (r.a.) verildi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in en büyük hizmetlerinden biri de, Kur'ân-ı kerîm'in kitap halinde toplatması olmuştur. Cebrail aleyhisselam her sene bir kerre gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîm'i, Levh-i Mahfuz'daki sırasına göre okur, Peygamber (s.a.v.) efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Peygamber Efendimiz'in âhirete teşrif edeceği sene, Cebrail Aleyhisselam iki kerre gelip, tamamını iki kere okudular. Kur'anı Kerim, Peygamberimizin ve Esâbın çoğunun, tam olarak ezberinde idi. Bazıları da bazı kısımları ezberlemiş, bir çok kısımlarını yazmışlardı. Efendimiz aleyhisselâm âhirete teşrif ettiği sene, halife Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ezber bilenleri topladı. Yazılı olanları getirtti. Hazret-i Zeyd bin Sâbit'in başkanlığındaki bir hey'ete, bütün Kur'ân-ı kerîm'i kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, "Mıshaf" veya "Mushaf" denilen bir kitap meydana geldi. Otuz üç bin Sahâbi bu Mushaf'ın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Üçüncü halife Hazreti Osman (r.a.) hicretin yirmi beşinci senesinde, sûreleri, yerlerine göre sıraladı. Bu mushafa bakarak altı tâne daha Mushaf yazdırdı. Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medîne'ye gönderdi. Bugün, bütün dünyada bulunan Mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur. (Hazreti Ebu Bekir (r.a.) "Camiu'l Kur'an, Hazreti Osman (r.a.) Nâşiru'l Kur'an'dır)
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Eshâb-ı kirâmın ençok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat kaynağı olmuştur. İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resûlullah Efendimiz onun hakkında:
— Allahü Teâlâ kalbime ne akıttı ise ben de hepsini Ebû Bekir (r.a.)'in kalbine akıttım" buyurmuştur. Böylece O, Muhammed aheyhisselâmdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette O'nun yol arkadaşı idi. Mağarada beraber idiler. Hayatı boyunca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in yanıdan hiç ayrılmadı. Her işinde onun veziri oldu. Bir meselede Eshâb-ı kirâm ile istişare ederken Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i sağına, Hazret-i Ömer'i de soluna oturturdu. Görülecek mesele hususunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer sahabilerin görüşlerine yer verirdi. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in ilmi o kadar yüksekti ki, Eshâb-ı kirâmın (r.a.) en yükseklerinden olan Hazret-i Ömer bile onun idrakine yetişemiyordu.
Hazret-i Ömer bir gün Resûlullahın Hazreti Ebu Bekr'e bir şeyler an-lattığını gördü. Hemen yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü fakat gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, o kimseler Hazreti Ömer'i (r.a.) görünce,
— Yâ Ömer, Resûlullah (s.a.v.) dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim, dediler. Çünkü, Resûlullah efendimiz daima,
— Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz! buyururdu. Hazret-i Ömer,
— Dün, Hazret-i Ebû Bekir Kur'ân-ı kerîm'den anlayamadığı bir âyetin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım, dedi. Çünkü, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Halbuki, Hazreti Ömer (r.a.) o kadar yüksek idi ki, Resûlullah (s.a.v.)
— Ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu, buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabçayı çok iyi bildiği halde, Kur'ân-ı kerîm'in Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e anlatılan tefsirini anlıyamadı. Çünkü, Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur'ân-ı kerîm'in bazı mânâsını, esrârını, Resûlullah'a sorardı. Resûlullah Kur'ân-ı kerîm'in hepsinin tefsirini Eshâbına bildirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri için lâzım olan bütün ilimler, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'de mevcuttu. Yaşadığı zamanda Kureyş'in âlimi olarak tanınırdı. Çok güzel konuşurdu. Arap dilinin belâğatına vâkıftı. Resûlullah'tan (s.a.v.) çok feyizlere kavuşmuş, Kur'ân-ı kerîm'den hüküm çıkarmak hususunda üstün bir kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâ ve hakikatlarına hakkıyla muttali (öğrenmiş) idi. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin âlimleri, bir çok âyet-i kerîmelerin tefsirini O'ndan alıp bildirmişlerdir.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in hadîs ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah'ın her haline ve her işine pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı kirâm, bir çok meselede Resûlullah'ın nasıl hareket ettiğini Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'den soruyordu. Kendisinden, Hazret-i Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyyü'l-Mürtezâ, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Ömer, Huzeyfetül-Yemânî, Zeyd bin Sâbit (r.anhüm.) ve daha birçok sahabi hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdi. Hilâfet işleri meşguliyetinin çok olması ve her işittiğini rivayet edecek kadar uzun yaşamamış olması sebebiyle rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı azdır. Buna rağmen 142 adet hadis rivayet ettiği kaynak eserlerde zikredil-mektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin bazıları şunlardır:
— "Misvak ağzı temizlemeğe, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına kavuşmağa vesîledir."
— "Allahü Teâlâ'dan ömrünüzün başında ve sonunda âfiyet ve yakîn isteyeniz."
— "Doğruluğa ve iyiliğe dikkat edin, zîrâ bu kişiyi Cennete götürür. Yalandan ve kötülükten sakının, zîrâ bunlar Cehenneme götürür."
— "Peygamberler miras bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır."
— "Peygamberler, ruhunun kabz olunduğu yere (vefât ettikleri yere) defin olunurlar."
Ebû Bekr-inis- sıddîk, Eshâb-ı kırâmın en büyük fakihlerindendi. Resûl-i Ekrem'in zamanında bile fetva verirlerdi. Resûlullah'tan yayılan bütün ilimlere ve feyizlere ayna olmuştur. İslâmî ilimlerin her meselesini bilirdi (ve hükümlerinin hepsine hakkıyla vâkıftı. Eshâb-ı kirâmın içinde "Fukahâ–ı seb'a" adı ile meşhur olan yedi büyük âlimden biri de Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz idi. Fetvâlarının adedi itibarıyla bunların mutavassıtlarındandı. Kendi hilâfeti devrinde kurulan dinî müesseselerden (kuruluşlardan) biri de, "iftâ makamı" (fetvâ makamı) idi. Bu kuruluşun en önemli görevi, fıkhî (dinî meseleleri araştırıp, tetkik ve tahkik edip, dinî hükümlerde İcmâ'ın (birliğin) hâsıl olmasına çalışmaktı. Müslümanların so-rularına cevap vermek suretiyle, hem onlara faydalı olunuyor, hem de, ilmin gelişmesi temin ediliyordu. İslâmiyetin zimmîlere (gayri müslim va-tandaşlara) tanıdığı bütün haklar eksiksiz yerine getirilmekteydi.
Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) Neseb ilminde de çok yüksekti. Arapların soylarına ait vak'aları (olayları) en iyi bilendi. Aralarındaki kan davalarını halleder, onun hakemliğine ve kararlarına itirazları olmazdı.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, tasavvuf ilminin bütün yüksek marifetle-rine kavuşmuştu. Resûlullah'ın kalbine akıtılan feyizlerin, marifetlerin hepsi O'na da verilmişti. Resûlullah'tan sonra Allahü Teâlâyı en iyi tanıyan ve en çok ibadet eden O'dur.
Tasavvuf, Resûlullah'ın (s.a.v.) izinde bulunmak, O'nun gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. İnsanların yaratılışları ayrı ayrı olduğu için tasavvuf yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen evliyâsı, Resûlullah'tan gelen feyizlere, nurlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, di-ğeri de velâyet yoludur. Müslümanlar, nübüvvet yolunun bütün marifetle-rine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz vasıtası ile kavuşmuşlardı.
Nakşibendi Silsilesinin sertacı Hazreti Ebû Bekrini's-sıddıyk (r.a) dır.
İslâmiyeti kabul eden köleleleri, fiatının çokluğuna aldırış etmeden alır ve hürriyete kavuştururdu. Evinin bir köşesini mescid haline getiren Hazreti Sıddıyk (r.a.), orada mümin'lere namaz kıldırır ve kur'an öğ-renmelerine yardımcı olurdu. Yanık sesi ile ağlayarak okuduğu Kuran-ı Kerimi kafirler bile gizli gizli gelir dinlerlerdi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in fazîletleri, üstünlükleri sayıla-mayacak kadar ve kitaplara sığmayacak kadar çoktur. Bunların herbiri, Kur'ân-ı kerîm'in, hadîs-i şerîflerin ve Eshâb-ı kirâm ile diğer din âlimle-rinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden (s.a.v.) sonra birinci olma saadetinin sahibi, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'dır. Bu hususta icma vaki olmuştur. Eshabı Kiramın ittifakı vardır. Çünkü dini kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihad etmekte, düşmanlarla siddetli mücadele etmekte ve şânını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) diğer müslümanların en üstünü olmasının sebebi, imâna gelmekte, malının çoğunu ve canını fedâ etmekte ve her türlü hizmette, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadid sûresinin onuncu âyetinde: "Mekke-i Mükerreme'nin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü Teâlâ hepsine Cenneti va'd etti" âyet-i kerîmesi, onun için indirilmiştir. Ve yine Tevbe sûresinin yüz üçüncü âyetinde, "Önce imâna gelenlerden, her fazilette öne geçenlerden, hem Mekke'den gelen Muhacirlerden, hem de Medine'de bunları karşılayıp, yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikte, bunların izinde gidenlerden Allahü Teâlâ razıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü Teâlâdan râzıdır. Allahü Teâlâ, onlara cenneti hazırladı. Cennette sonsuz kalacaklardır" buyuruldu. Bu ayeti kerimenin de Hazreti Ebu Bekir'den bahsettiğine bütün sahabe ittifak etmiştir.
Feth sûresi onsekizinci âyetinde,
— Ağaç altında, sana söz veren mü'minlerden, Allahü Teâlâ elbette râzıdır" müjdesine, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da dahildir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) de
—Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri cehenneme girmez! buyurdu. Bu sözleşmeye "Bi'at-ür-Rıdvân" denir. Çünkü, Allahü Teâlâ, bunlardan râzıdır.
Bedir Gazâsında, Ramazan-ı şerîfin onyedinci Cuma günü, temmuz ayının öğle sıcağında, iki taraf hücum etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir, Ömer, Ebû Zer, Sa'd ve Sa'id ile (r.anhüm) kumanda yerinde oturmuştu. İslâm askeri sıkıntı çekiyordu. Sa'd ve Sa'id'i (r.a.) yardıma gönderdi. Sonra Ebû Zer'i (r.a.) gönderdi. Sonra , Ömer'i (r.a.) gönderdi. Bir saat geçti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), sıkıntının azalmadığını görerek, kılıcını çekip, atını sürmek istedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) elinden tutup,
—"Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr ! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuv-vetleniyor." buyurdu.
Hicretten evvel altı köle âzâd etmişti. Yedinci olarak Hazreti Bilâl-i Habeşî'yi (r.a.) âzâd edince, hakkında Velleyl sûresinin onyedinci ayeti indi:
— "Takva sahibi olan Cehennem ateşinden uzaklaştırılacaktır".
İbni Ömer (r.a.) Resûlullah'dan (s.a.v.) bildirdi. Resûlullah (s.a.v.), Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e:
—"Sen benim havuz başında ve mağarada arkadaşımsın" buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) kâfirlerden mağarada saklanınca, gizli ve alenî herşeyine vâkıf olan sadece Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) idi. O ise, sâdık, sıddîk, muhlis müminlerdendi. Halini bildiği için, bu korkulu yerde onunla arkadaşlığı tercih etti. Bu hicrette Allahü Teâlâ, Habibine, başka akraba ve yakınlarını değil, özellikle Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ı arkadaş etti. Bu hususiyet Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in şerefini ve diğerlerinden üstün olduğunu göstermektedir.
Hazerde ve seferde Resûlullah'dan hiç ayrılmadı, hep yanında bu-lundu. Resûlullah'ı o kadar severdi ki, malını, canını, her şeyini O'nun için fedâ etmeye hazır halde idi.
Tevbe sûresinin kırkıncı ayetinde :
—"Mekke kâfirleri onu Mekke'den çıkardıklarında ikinin ikincisi, (yani Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile mağaradaydılar." âyeti ile, Allahü Teâlâ onu, Resûlullah'ın ikincisi kıldı. Bunda Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz için son derece üstünlük vardır.
Nitekim:
1— Resûlullah insanları imâna davet etti. Ebû Bekr-i Sıddîk imân edenlerin birincisi oldu. Böylece imânda onun ikincisi oldu.
2— Sonra Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz insanları Allah'a ve Resûlüne imâna çağırdı. Birçokları bu çağrıyı kabul etti. Böylece davette de ikincisi oldu.
3— Her savaşta Resûlullah'ın yanında idi. Bedir'de de O'nun ya-nında ikincisidir.
4— Resûlullah hastalanınca, O'nun yerine insanlara imam olup, öne geçti. Bu hususta da ikinci oldu.
5— Resûlullah'dan sonra O'nun türbesine defin olunmada da ikincisi oldu. Bunlar hep O'na en yakın olma delilleridir.
Onların üçüncüleri Allahü Teâlâ idi. Allahü Teâlânın kendisiyle ol-duğu bir kimse ise, şüphesiz, şeref ve fazîletce çok üstündür.
MAĞARADA İKEN
İhya'da yazılıdır:
Bir gün Hazreti Ömerin yanında Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in ismi geçmişti. Hazret-i Ömer (r.a.) şöyle dedi:
— Ömrümdeki bütün amelimin Hazret-i Ebû Bekir'in, bir gün ve ge-celik ameli gibi olmasını isterdim. O'nun o mes'ud gecesi ki, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte mağaraya gitti. Mağaraya varınca: "Allah için, yâ Resûlallah içeri girmeyin! Ben gireyim. İçerde zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin" dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda bir çok irili ufaklı delikler gördü. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Bir iki delik kaldı. Onları da ayakları ile kapayıp, sonra Resûlullah'a, içeri girmesini söyledi. Resûlullah (s.a.v.) içeri girdi ve mübârek başını Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in kucağına koyup uyudu. Ayağını yılan soktu. Resûlullah uyanır korkusuyla, sabredip, hiç hareket etmedi. Gözyaşı Resûlullah'ın mübarek yüzüne dam-layınca: "Ne oldu yâ Ebâ Bekir?" buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz :
—Ayağım ile kapattığım delikten bir yılan ayağımı soktu. Ayağımı çekersem çıkıp size zarar vereceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah (s.a.v.)"ayağını çek" buyurdular. Ayağını çekince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. "Ey utanmaz yılan, benim mağara arkadaşıma, sırdaşıma eziyyet etmeğe Allahü Teâlâdan korkup, benden utanmıyor musun?" buyurdu. Yılan,
—Ey Allahın Habîbi, insanların, cinlerin Peygamberi. Sana yalnız in-sanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar, karıncalar, hepsi aşıktır. Hatta bu köleniz gözü yaşlı, büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinlemiş, mübarek yüzünüzü görmeğe aşık olmuştur. Bu mağarayı şereflendire-ceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu sıkıntılı mağarada gece gündüz demeyip yolunuzu bekliyorum. Sıddîk'ınız, bu karanlık mağaraya sabahı, siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîk sizi görmeme mani olunca benden korku ve haya kalktı. Bu küstahlığa cesaret ettim." diyerek özür diledi. Resûlullah (s.a.v.) özrünü kabul etti. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in yarasına mübarek tükrüğünden sürdü ve yara hemen iyi oldu.
YÜZÜĞE YAZI
Peygamberimize (s.a.v.) bir gümüş yüzük hediye getirmişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) Resülüllah (s.a.v.) Efendimiz,
— Yâ Atik, bu yüzüğü bir kuyumcuya götür, üzerine (Lâ ilâhe illal-lah) yazılsın, buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz yüzüğü alıp kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün üzerine:
— Lâ ilâhe illallah Muhammedür resûlullah" yaz, dedi. Resûlullah (s.a.v.) böyle emretmemişti, fakat Allahü Teâlânın ismi şerifi ile Resûl-i Ekrem'in ismi şerifinin ayrı olmasını uygun görmemişti.
Kuyumcu Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in söylediği gibi yazdı.
Sonra Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü Sultân-ı enbiyâya teslim etti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedürresûlullah, Ebû Bekir Sıddîk" yazılı idi.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz çok utandı, terledi. Bir cevap ve-remedi. Cebrâil aleyhisselâm gelip, Hâk Teâlânın selâmını söyledikten sonra,
— Ebû Bekir 'in kendi adının yazıldığından haberi yoktur, ben yaz-dırdım. Habîbim üzülmesin. Ebu Bekir benim ismimden senin isminin ayrı kalmasına razı olmayınca Ben de onun isminin ayrı kalmasını istemedim " buyurduğunu söyledi .
Hazreti CEBRAİL'İNBÜRÜNMESİ
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz müslüman olunca, Allahü Teâlânın rızası, Habibullâhın aşkı için seksen bin dirhem fakirlere sadaka olarak verdi. Kırk binini gizli, kırk bini de aşikâre vermişti. Bundan sonra giyecek elbisesi bile kalmamıştı. Sonra eski bir mutaf (keçi kılından dokunmuş elbise) eline geçti. Arkasına giydi. Namaz vakitleri haricinde göğsüne kadar tandıra girer, mutafı arkasına alırdı. Namazları evinde kılardı. Böylece üç gün geçti. Resûlullah (s.a.v.) dördüncü gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek,
— Ebû Bekir üç gündür mescide gelmiyor. Acaba hasta mıdır, gidip hatırını soralım, buyurdular. O sırada Cebrail aleyhisselâm siyah mutaf giymiş vaziyette geldi. Resûl-i ekrem cebrail aleyhisselamı böyle görünce hayret etti.
— Ey kardeşim cebrail bu ne hal? diye sordular.
— Yâ Resûlallah, gökteki bütün melekler böyle giydiler, dedi.
— Neden bu şekilde giydiler?" diye sorunca.
— Yâ Resûlallah! Ebû Bekir Hak Teâlânın ve senin dinin uğruna, kırkbini gizli, kırkbini de aşikâre olarak seksen bin dirhem sadaka verdi. Hiç giyeceği kalmadığı için üç gündür mescide gelemedi. Hak Teâlâ sana selam edip, Ebû Bekir 'e bir elbise gönderilmesini emir buyuruyor, dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) eshâbına,
— Kimde fazla elbise varsa versin! Hak Teâlâ ona çok sevap verip, firdevs Cennetinde bana komşu yapacaktır" buyurdu.
Eshâb-ı kirâmın hiç birinin fazla elbisesi yoktu. Sonunda bir sahabi başka birisinden bir elbise bulup, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e gönderdi. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz o elbiseyi giyip , Resûl-i Ekrem'in huzuru ile şereflenmek için yola çıktı. Henüz huzura varmadan Cebrail aleyhisselâm gelip,
—Yâ Resûlallah! Hak teâla sana selam edip, Ebû Bekir'i karşılamanızı emir buyurdu" dedi. Resûlullah (s.a.v.) Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'e karşı çıkıp musâfaha etti. Bütün Eshâb-ı kirâm da musâfaha edip, hepsi candan Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'i tebrik ettiler.
HALİFELİĞE İŞARET
Eshab-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Said-i Hudrî (r.a.) şöyle anlatıyor:
— Bir gün Resûlullah (s.a.v.) hutbe okuyordu. Hutbelerinde: "Allahü Teâlâ bir kulunu dünya ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı. O da, Allahü Teâlâ katında olanı seçti." buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) bunu duyunca ağladı. Kendi kendime, "Bu zatı hangi şey ağlatıyor. Kulunu Allahü Teâlâ, dünya ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı, o da Allahü Teâlâ katında olanı seçti. Bu sözün neresine ağlanır ki, dedim. Halbuki bu sözle Resülüllah Efendimizin vefatına işaret varmış. Meğer Hazreti Ebu Bekir'den başka kimse bunu anlayamamıştı.
Hazret-i Ebû Bekir bizim en âlimimiz idi. Resûlullahın (s.a.v.) ona, "Ey Ebû Bekir (r.a.), ağlama! Arkadaşlığı ve malı bana Ebû Bekir (r.a.)'den daha bereketli kimse yoktur. Eğer ümmetimden dost edinsey-dim, Ebû Bekir (r.a.)'i edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği ve muhabbeti vardır"
Peygamberimiz Hazret-i Ebû Bekir'in mescide açılan kapısı hariç, diğer bütün kapıları kapattırdı. Peygamberimiz, "Onun kapısında nûr görüyorum." buyurmuş, âlimler de, bu sözün kendisinden sonra onun halifeliğine işaret olduğunu söylemişlerdi.
İBNİ MÜNZİR, HAZRETİ ALİ'DEN (R.A.) BİLDİRİR:
— Bu ümmetin Resûlullahdan sonra en üstünü Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), sonra Ömer, sonra Osman'dır (r.a.)" sonra da kendisinin olduğunda ittifak vardır. Ebû Bekir (r.a.)den başka hiç kimse Cebrâil aley-hisselâmdan vahiy işitmemiştir.
Resûlullah efendimiz, Mi'rac gecesi Cebrâil aleyhisselâma:
— Ümmetimin hepsine süal, hesap var mıdır?" diye sordu. "Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'den başka herkese vardır. Ona:
—"Buyur! Hesapsız Cennete gir!" denilecektir. O da:
—"Dünyada beni sevenler, benimle beraber girmeyince, ben de girmem" diyecektir.
Hazreti Ebû Bekir (r.a) Diline hâkim olmak, lüzumsuz hiçbir söz söy-lememek için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr olmadıkça dünya ke-lâmı söylemezdi.
Bir hadîs-i şerîfte:
— Ebû Bekir'in imânı, bütün mü'minlerin imânları ile tartılsa, Ebû Bekir (r.a.)'in imânı ağır gelir" buyuruldu.
Hazret-i Ömer anlatır:
— Tebük gazâsında, Resûlullah (s.a.v.) herkesin sadaka getirmesini emir buyurmuştu. O sırada benim de malım çok idi. Her zaman Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz hepimizden fazla sadaka verirdi. Bu sefer de ben en fazla vereyim düşüncesiyle malımın yarısını götürdüm. Resûlullah,
— Ey Ömer evine ne kadar mal bıraktın!" buyurdu.
— Bunun kadar da evimde var dedim. O esnâda, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) geldi. Resûlullah (s.a.v.) Ona da,
— Evine ne kadar mal bıraktın? buyurdu.
—Hiç bir şey bırakmadım, eve Allah ve resülünü bıraktım, dedi. Bunun üzerine Efendimiz:
—İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır." buyurdu.
NEDEN ÖNÜNDE YÜRÜYORSUN
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz ile Ebûdderdâ (r.a.) beraber bir yolda giderken, dar bir yere geldiler. Hazret-i Ebûdderdâ önde, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz arkada yürürlerdi. O sırada, karşıdan Resûl-i Ekrem parlak ay gibi görünüverdi. Hazret-i Ebûdderdâ'ya:
— Neden Ebû Bekir (r.a.)'in önünde yürüyorsun! Onun daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Böyle gitmek edebe aykırı değil midir? " bu-yurdu. Ebûdderdâ (r.a.] hatasını anlayıp tevbe etti.
CİĞER KEBABI
Birgün Eshâb-ı kirâmdan bazıları Resûlullah'a, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'den şikâyet için geldi.
—Yâ Resûlallah, Ebû Bekir, odasında yalnız başına ciğer kebabı yer, kokusunu duyarız, bizi hiç davet etmez, dediler. Efendimiz:
—"Bir daha böyle yaptığında, bana haber verin, beraber evine gi-delim!" buyurdu. Bir gün haber verdiler. Resûl-i Ekrem, hemen kalkıp, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz'in evine gitti. Ateş ve kebap yoktu.
—"Yâ Ebâ Bekir, sen ciğer kebabı yiyormuşsun, bize de var mıdır?" buyurdu.
—Yâ Resûlallah, ben ciğer kebabı yemiyorum, pişen kendi ciğerimdir, dedi. Resûlullah, bunun nasıl olduğunu sorunca:
—"Hak Teâlâ, bana İslâm Dinini nasib etti. Habibine dost eyledi. Eshâb-ı kirâm arasında büyük yer verdi. Acaba kıyamet gününde hâlim ne olur, bu kadar nimetin sükrünü yapabilir miyim, diye koktuğumdan, ciğerim yanıyor." cevabını verdi.
VÜCUDUM CEHENNEM KADAR OLSUN
Birgün Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı ile mescidde otururken, Cebrail aleyhisselâm geldi. Resûl-i Ekrem'e,
— Ebû Bekir'in bir saat ibâdeti başkalarının yetmiş yıllık ibâdetinin yerini tutar, dedi. Resûl-i Ekrem, bir şey söylemeyip, Hazret-i Bilâl'e, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'i çağırmasını emir buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) hemen geldi. Resûlullah, Hazret-i Ebû Bekir'i karşıdan görünce, karşılayıp, yanına oturttu.
— Evde ne yapıyordun ne gibi bir amelle meşguldün? diye sordu. O da şöyle cevap verdi:
— Hatırama şu gelmişti: Hak Teâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını diledi (takdir etti). Hak teâladan, vücudumu Cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını ve yalnızca oraya beni koymasını başka kulunu koymamasını diledim. Böylece hem Hak teâlanın takdiri yerine gelmiş, hem de bütün insanlar Cehennem korkusundan kurtulmuş olurlar, cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in bu yüksek duasına hayran kaldılar.
BÜTÜN GÜZELLİKLER
Resûl-i ekrem bir gün:
— "Bu gün içinizde oruçlu olan var mıdır?" buyurunca; Hazret-i Ebû Bekir (r.a.), "ben oruçluyum" dedi.
— "İçinizde kim, bugün cenazede bulundu? buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "ben bulundum" dedi. Yine:
—" İçinizden kim, bugün bir fakire yemek verdi?" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "ben verdim" dedi. Sonra:
— "İçinizden kim, bugün hasta yokladı? buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, "Ben yokladım." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
— "Bu kadar hasletlerin bulunduğu kimse, muhakkak Cennete girer" buyurdu. Burada Cennete girmekten maksat, hesapsız Cennete girmektir, denilmiştir.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:
—"Bize her nîmet verene, iyilik edene mükâfatını verdik. Fakat Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'in iyiliğinin, ikrâmının karşılığını veremedik. O'na, Hak Teâlâ hazretleri, kıyâmette ikrâmda bulunacak, mükâfatını verecektir. Bana Ebû Bekir'in malının verdiği fayda gibi hiç kimsenin malının faydası olmadı. Dost edinseydim, Ebû Bekir (r.a.)'i edinirdim. Fakat ben, Hak Teâlânın dostuyum."
Hazret-i Ömer: "Ebû Bekir (r.a.), bizim Seyyidimiz, büyüğümüz, ha-yırlımızdır. Resûl-i Ekrem'e hepimizden çok sevgilidir" buyurmuştur.
NEREYE DEFNEDELİM
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, Resûlullah'ın vefâtından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu. Birgün kızı Âişe-i Sıddıka haz-retleri bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevabında:
—"Beni, Muhammed aleyhisselâmın ayrılığı böyle zayıflattı" bu-yurdu.
Hazret-i Âişe vâlidemiz anlatır:
— Babam vefat edince, Eshâb-ı kirâm nereye defnedelim diye te-reddüde düştüler. O halde uyumuşum. Kulağıma, "Dostu dosta kavuştu-run" diye bir ses geldi. Uyandım, Eshâb-ı kirâma anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini söylediler. Hatta mescidde namaz kılanlar da, işittik dedi-ler. Artık müşavereye lüzum kalmamıştı. Habib-i Ekrem'in yanına defnet-tiler.
SENİ ÖZLEDİK
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, son hastalığında:
— Halifeliği kime bırakacağım hususunda tekrar istihâre ettim. Hak Teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse de, Hak Teâlâya kavuşma zamanında kendisine iftirâ edilmesini istemez ve müslümanları aldatmayı uygun bulmaz" buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm,
— Ey Allah'ın Resûlünün halifesi! Senin doğruluğundan şüphemiz yoktur. Söyleceklerini söyle, dediler. Şöyle buyurdu:
— Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem'i rüyada gör-düm. İki beyaz elbise giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip musafaha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti.
— Yâ Ebâ Bekr, seni çok özledik, kavuşma zamanın yaklaştı, bu-yurdu.
— Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim. Resülüllah Efendimiz:
— Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızâsını ka-zanmış, zamanın en temiz olan Fâruk'u (Hazret-i Ömer'i) halife seç!" buyurdular. Yanındakileri göstererek: "Bunlar, dünyada vezirlerin, vefatın zamanında yardımcıların, Cennette komşularındır. Bana senin isminin gökte melekler arasında, yerde de halk arasında "Sıddîk" olduğunu haber verdiler" buyurdu.
—Yâ Resûlallah, anam babam sana fedâ olsun, bu iki kişiyi tanıya-madım ve onlar gibi kimse de görmedim, dedim.
—"Bunlar Cebrâil ve Mikâil'dir" buyurdular. Sonra gittiler. Uyandım. Yüzüm gözyaşlarından ıslanmış, evdekiler baş ucumda ağlıyordu." buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz (r.a.) ölüm hastalığında çocukla-rını Hazret-i Âişe'ye, iki oğlan, iki kız olarak ısmarladı. Hazret-i Âişe,
—"Benim bir kız kardeşim var, ikincisi hangisidir?" diye sordu. "Hanımım hâmiledir. Kızı olacağını zannediyorum." buyurdu. Hakikaten vefâtından sonra, hanımının bir kızı oldu.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz Hicretin onüçüncü yılında vefat etti. Vefatında Medine'de herkes ağladı. Hazret-i Ali (r.a.) işitince, o da ağlayarak geldi ve:
—"Hilâfet bugün tamam oldu" buyurdu. Kapı önünde durup:
— Yâ Ebâ Bekr! Sen, Resûlullah'ın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepi-mizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah'dan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullah'a en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbe-tin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullah'ın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O'na en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O'na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü Teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullah'a herkes yalancı derken sen, "Doğru söylüyorsun, inandım" dedin. Sen, O'nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü Teâlâ seni, Kur'ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile şereflendirdi. Resûlullah'a en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda, O'nun huzurunda, harplerde, O'nun yanında idin. O'nun ümmetinin halifesi, O'nun dininin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken sen Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en beliği, edibi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü'minlere şefkatlı, af edici baba idin. İslâm'ın ağır yükünü sen taşıdın. İslâm'ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilim idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin. Güçlükleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Allah'ın dinini, sen doğrulttun. İslâma, imâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok derindir) buyurdu. Ve çok ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar aktı. Sonra: "Allahü Teâlânın kazâ ve kaderine râzı olduk. Verdiği elemleri kabul ettik. Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah'dan ayrılık acısından sonra, bize senin vefatından daha acı bir musîbet gelmedi. Sen mü'minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allahü Teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzuruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktın korusun" buyurdu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, Hazret-i Ali'nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı.
Hazret-i Ali:
—İlk İslâm'a gelen ve en önce Resûlullah (s.a.v.) ile kıbleye karşı na-maz kılan Ebû Bekir'dir, buyurdu.
HAZRETİ EBU BEKİR EFENDİMİZİN MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Buyurdular ki:
—Takva akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakka âsî olmak, ah-makça yapılan işlerin en çirkinidir. Verilen emâneti yerine getimek en üstün doğruluk sayılır. Hiyânet olarak da, en önde yalan gelir."
Şüpheli şeylerden kaçınırdı.
Bir defasında bilmeden şüpheli birşey yiyip anlayınca hemen zorla istifra edip, midesini boşalttı ve sonra şöyle dua etti:
—"Allahım, bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan sorguya çekme!"
Birine nasihat veriyordu. Sonunda şöyle buyurdu:
— Ey kardeşim, sana yaptığım tavsiyeyi aklında tut ve kaybolmama-sına dikkat et! Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek."
Çok kerre dilini parmağıyla tutar ve:
—Başıma gelen herşey bunun yüzündendir" derdi.
Binekte iken devesinin yuları düşse, verin demez, deveyi çöktürür alırdı. Sebebini sordular,
—"Resûlullah bana, insanlardan birşey isteme diye emretti" buyurdu.
— "Allah sevgisini hâlis olarak tadanı, bu sevgi, dünyayı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaşır, kesilir."
—"Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur."
— "Ne söyleyeceğine ve ne zaman söyleyeceğine dikkat et!"
Ordu kumandanlarını bir yere gönderdiği zaman, onlara:
—"Kadınları öldürmeyiniz, çocuklara dokunmayınız, ihtiyarlara te-câvüz etmeyiniz, meyveli ağacı kesmeyiniz, ma'mur yerleri tahrip et-meyiniz, haddi tecâvüz etmeyiniz, korkmayınız ve gıdadan başka bir maksatla koyun ve deve kesmeyiniz ve manastırlarına çekilmiş insanlara zarar vermeyiniz" diye emirler ve nasihatlar verirdi.
Bir hutbesinde buyurdu ki:
— "Ey insanlar, Allah'tan af ve afiyet isteyiniz. Çünkü mü'mine, İslâm'dan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir."
— "Müslümanlardan hiçbiri, diğerini hâkir görmesin! zîrâ müslü-manların küçüğü, Allah yanında büyüktür."
— "Allahü Teâlâdan, kendisini, kıyamet gününde Cehennem ateşin-den korumasını isteyen bir kimse, müminlere karşı çok merhametli ve ince kalbli davransın!"
Oğlu Abdurrahman'ı, komşusu ile münâkaşa ederken gördü ve oğluna gücenerek:
— "Oğlum, komşu ile münakaşa yapma! Şu gördüğün insanlar dağılır gider ve sen yine komşunla başbaşa kalırsın" dedi.
Yine bir hutbesinde:
— "Ey insanlar! Allahü Teâlânın "Ey imân edenler, siz kendinize bakınız, siz doğru yolda bulundukça, yoldan çıkanların size zararı olmaz" (Mâide sûresi l05) âyeti celîlesini okuyorsunuz, fakat onu yerine koymuyor, başka mânâda kullanıyorsunuz. zîrâ ben, Resûl-i Ekrem'den şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanlar kötülüğü görüp mani olmadıkları zaman, Allahü Teâlânın, onların hepsini azaba uğratmasından korkulur" dedi.
Bir gün Eshâb-ı kirâma hitaben buyurdu ki:
— "Allahü Teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!"
— "Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah'ın himayesindedir. Allah'ın hakkını küçümseme, zîrâ yüzüstü seni Cehenneme atar."
— "Allahü Teâlâya olan hâlis sevginin zevkine varan, dünyalıktan vazgeçer ve bütün insanlardan yüzçevirir."
Hazret-i Ömer'e şöyle tavsiye buyurdu:
— "Hak ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır. Ve aynı zamanda fay-dalıdır. Bâtıl ise hafif ve aynı zamanda belâlı ve zararlıdır. Eğer tavsiyeme uyarsan, henüz erişemediğin ve mutlak surette sana ulaşacak olan ölümden sevimli bir şey senin için olamaz. Vasiyetime uymazsan da gaybda olan ölümden daha çok buğz ettiğin bir şey olmaz. Halbuki onu önlemeğe gücün yetmez."
— "Kişinin kelâmı, aklının beyânı, faziletinin tercümanıdır."
Yine bir hutbesinde buyurdu ki:
— "Bütün hamd ve senâlar Allahü Teâlâya mahsustur. O'na hamd eder O'ndan yardım dilerim. O'ndan af niyaz eder, O'na inanır, O'na güvenirim. Hidayeti ister ve körlükten O'na sığınırım. Allah'ın dürüst yürümeyi nasip ettiği kişi dosdoğru yol alır. Onun saptırdığı ise ne bir dost, ne de bir mürşid bulabilir… Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve saltanat O'nundur, hamd O'nadır. Dirilten de öldüren de O'dur. Ve O, hiç ölmeyen diridir. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır. Bütün hayırlar O'nun elindedir. O, her şeye gücü yetendir.
Bütün varlığımla inanırım ki, Muhammed Mustafa (s.a.v.) O'nun kulu ve Peygamberidir. "O'nu hak ve hakikat olan dini tebliğ vazifesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer dinlere galip gelsin. Putperestler beğen-meseler de bu böyledir." (Tevbe 33). O'nu bütün insanlığa bir rahmet ve bütün insanlık için bir dayanak ve delil olarak göndermiştir. O gön-derildiği zaman insanlar, olabilecekleri hallerin en kötüsü içindeydiler. Bilgisizlik karanlıklarına gömülmüş durumdaydılar. Dinleri uydurma, da-vetleri yalan ve sahte idi. Allahü Teâlâ hakikat dinini Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile aziz kıldı.
Ey mü'minler, Allah sizin gönüllerinizi, birbirine ısındırdı. O'nun ni-meti sayesinde sizler kardeş haline geldiniz. Daha önceleri bir ateş çu-kurunun tam kenarında idiniz. Sizi oradan çıkaran O oldu. İşte, Allah size işaretlerini böyle apaçık gösterir ki, doğru yola kavuşabilirsiniz. O halde ey imân edenler! Allah'a ve O'nun Resûlüne tam uyun! Allahü Teâlâ: "Resûle uyan, Allah'a uymuş demektir. Eğer yüz çevirirlerse ey Peygamberim, bu onların bileceği bir şeydir. Biz seni onların başına bekçi göndermedik" buyurmaktadır. (Nisa, 80).
Ey imân edenler! Size her işte, her durumda Allahü Teâlâdan kork-manızı nasihat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen du-rumlarda da hakikate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelam hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helâk olmuştur. Ey insanlar! Büyüklenmekden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!..
Ey insanlar! Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önümüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah'ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü Teâlâ, "Mahşer gününde herkes, dünyada hayır ve kötülük olarak yaptığı her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok esirgeyicidir." (Al-i İmran, 30).
O halde, Allah'tan korkun, O'nun emir ve yasaklarına iyice kulak ve-rin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka çıkarılacak ve küçük-büyük bütün davra-nışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı ve affedicidir.
Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun. Yardım istenilecek tek kudret, Allahü Teâlâdır. O'nun dışında hiçbir güç ne yapabilir, ne bozabilir.
"Muhakkak Allah ve melekler, sürekli olarak O Yüce Peygamber'e salât ve selâm getirirler. Ey imân edenler! Siz de o Yüce Peygamber'e salât ve selâm edin." (Ahzâb, 56).
Allah'ım! Kulun ve peygamberin Muhammed Mustafa'ya (s.a.v.) salât ve selâmların en seçkiniyle salât ve selâm et! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm etmekle şereflendir, yücelt! Bizleri, ona gönül verenler arasında haşret! Bizleri onun havzından su içen bahtiyarlardan kıl! Allah'ım, sana boyun eğmemiz hususunda bize yardımcı ol! Bizleri düşmanlarımız karşısında muzaffer kıl!.."
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
02. Selman-ı Farisi (r.a.)
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'nin künyeleri (Ebû Abdullah) olup hayr ve faziletlerine izâfetle "Selmanü'l-Hayr" namıyle de anılmışdır. Fârisî namı kendilerinin Arab asıllı olmadıklarına delalet etmektedir. İran'lıdır. Medineye gelişini ve Resülüllah (s.a.v) ile buluşmasını şöyle anlatıyor:
"Isfehan'ın Ceyyan köyünden İranlı bir genç idim. Babam bu köyün ağası ve sözü en çok geçen kişisiydi.
Doğduğum günden itibaren, babamın dünyada en çok sevdiği kim-seydim.
Gün geçtikçe, babamın bana olan sevgisi artıyordu, benim üzerime titriyor ve beni adeta bir kız gibi eve kapatıyordu.
Mecûsîliğe o kadar kendimi vermiştim ki, taptığımız ateşin bakıcısı olmuştum. Gece, gündüz hiç sönmeyen ateşin yakılma işi bana verilmişti.
Babamın büyük bir çiftliği vardı. Devamlı onunla meşgul olur, gelirini toplardı.
Bir defasında, meşguliyeti sebebiyle köye gidemedi ve bana şöyle dedi.
—" Oğlum! Görüyorsun çiftliği ihmal ettim. Bari sen git de oranın işiyle ilgilen". Çiftliğe gitmek gayesiyle yola çıktım. Yolda bir kiliseye rastladım. Orada ibadet eden hıristiyanların seslerini duydum . Bu dik-katimi çekti.
Babamın uzun süre beni başkalarıyla görüştürmemesi sebebiyle ne hıristiyanlar ne de diğer dinlere inananlar hakkında bilgim vardı.
Seslerini duyunca ne yaptıklarını seyretmek için oraya girdim . Onları iyice anlayıp dinleyince, dua ve ibadetleri hoşuma gitti ve dinlerine girmeyi arzu ettim. Kendi kendime şöyle dedim:
gösterdim. Oradan altın ve gümüş dolu yedi küp çıkardılar.
—" Biz de bu adamı gömmeyiz" dediler ve onu çarmıha gerip taşla-dılar.
Kısa zaman sonra, onun yerine başka birini tayin ettiler. Ben de ona —" Bu din bizimkinden daha iyi" Oradan ayrıldığımda, güneş batmıştı. Tabiî, babamın çiftliğine de gitmemiştim. Onlara:
—" Bu dinin asıl yurdu nerededir?" diye sordum. Onlar:
—" Suriye'dedir". diye cevap verdiler.
Akşam olunca eve döndüm. Babam ne yaptığımı sordu:
—" Babacığım! Ben kiliselerinde ibadet eden bazı insanlarla karşı-laştım. Onların dinleri hoşuma gitti. Yanlarında güneş batıncaya kadar kaldım". dedim. Babam yaptığımdan korkup dedi ki:
—" Yavrum! bu din iyi değildir. Senin ve atalarının dini olan daha iyidir". Ben de:
—" Hayır, onların dini bizim dinimizden daha iyi"dedim. Babam söylediklerimden ve dinimden döneceğimden endişelenip beni eve hapsetti ve ayaklarımı bağladı.
Bir fırsatını bulunca hıristiyanlara şöyle bir haber gönderdim:
—" Size, Suriye'ye gitmek isteyen bir kafile geldiğinde bana haber veriniz".
Az bir süre sonra, onlara Suriye'ye gitmek üzere yola çıkmış bir kafile uğrayınca, bana haber verdiler. Bir yolunu bulup ayağımın bağını çözdüm. Gizlice onlarla birlikte yola çıktım ve nihayet Suriye'ye geldik. Suriye'ye varınca, bilgi bakımından bu dinin mensuplarından en kuvvetlisi kimdir diye sordum:
—" Kilisenin idarecisi baş papazdır" dediler. Onun yanına gittim.
—" Ben hıristiyan olmayı arzu ediyorum, senin yanında kalmayı, sana hizmet etmeyi, senden bilgi edinmeyi ve burada ibadet etmeyi is-tiyorum"dedim. O da:
—" Yanımda kal" dedi. Ben de onun yanında kaldım ve ona hizmet etmeye başladım. Bir müddet sonra, adamın kötü birisi olduğunu anladım. Adam, dindaşlarına sadaka vermelerini istiyor ve onları sevap kazanmaya teşvik ediyordu. Ama o, Allah rızası için verilen sadakaları kendisi için ayırıp saklıyordu. Fakir ve yoksullara hiçbir şey vermiyordu. Tam yedi küp altın biriktirmişti. Gördüklerim hiç hoşuma gitmemişti. Adam bir müddet sonra öldü. Hıristiyanlar onu defnetmek için toplandılar. Onlara dedim ki:
—" Dostunuz kötü bir kişiydi. Sizin sadaka vermenizi ister ve sizi sevap kazanmaya teşvik ederdi. Fakat ona sadakaları getirdiğinizde kendisi için ayırıp saklar, yoksullara hiçbir şey vermezdi".
—" Bunu nereden anladın" dediler. Ben de:
—" Verdiklerinizi sakladığı yeri size gösterebilirim" dedim. Onlar:
—" Haydi, orayı göster" dediler. Onların verdiklerini sakladığı yeritabi oldum. Dünyada ondan daha dindar, âhirete ondan daha düşkün, gece gündüz ondan daha çok ibâdet eden hiç kimse görmemiş ve onu çok sevmiştim. Uzun zaman onun yanında kaldım. Ölüm döşeğine düşünce, ona dedim ki:
—" Ey Falanca! Beni kime bırakacaksın? Ne yapmamı emrediyor-sun?" Bana:
—" Oğlum! Benim gibi sadece Musul'da oturan birisini biliyorum. O dinini değiştirmemiş ve ahlâkını bozmamıştır. Sen ona git" dedi.
O da ölünce, Musul'daki kişiye gittim. Ona bışımdan geçenleri anlatıp şöyle dedim:
—" Falan şahıs ölürken bana, senin yanına gelmemi tavsiye etti ve senin hakk üzerinde olduğunu söyledi". O da:
—" Peki, yanımda kal" dedi. Ben de onun yanında kaldım. Onun iyi bir kimse olduğunu anladım ama çok geçmedi; o da öldü. Ölüm yatağına düştüğünde:
—" Ey Falanca! İşte Allah'ın emri sana geldi. Sen benim durumumu biliyorsun. Beni kime bırakacaksın, ne yapmamı emrediyorsun" dedim. O da:
—" Oğlum! Bizim gibi Nusaybin'de oturan falan şahsı biliyorum. Onun yanına git" dedi. O da toprağa verilince, Nusaybin'deki şahsın yanına gittim. Başımdan geçenleri ve bundan önceki kişinin tavsiyesini ona anlattım. Bana:
—" Peki, burada kal" dedi. Ben de onun yanına yerleştim. Onun da Suriye'li Musul'lu zatlar gibi iyi birisi olduğunu gördüm. Çok geçmedi, o da öldü. Ölmeden önce:
—" Beni tanıyorsun, Bana şimdi kime gitmemi tavsiye edersin?" de-dim. O da :
—" Oğlum! Bizim gibi, Ammuriye'deki falanca kimseyi biliyorum" dedi.
Onun yanına gittim ve başımdan geçenleri ona da anlattım. O:
—" Peki, yanımda kal" dedi. Öncekiler gibi doğru yolda olan bu şahsın yanında kaldım. Orada birkaç inek ve küçük bir davar sürüsü edindim.
Çok geçmeden, ötekilerin başına gelen onun da başına geldi. Ölmek üzereyken dedim ki:
—" Benim durumumu biliyorsun. Bana kimi tavsiye edersin, ne yap-mamı emredersin?" O da bana şunları söyledi:
—" Oğlum! Yeryüzünde bizim inandığımıza bağlı bir insanın kaldı-ğını zannetmiyorum. Fakat Arabistan'da bir peygamberin çıkacağı zaman yaklaşmıştır. O İbrahim'in diniyle gönderilecek, sonra kendi yurdundan, iki siyah dağ arasında hurmaları bulunan bir yere hicret edecek. Onun gizli olmayan peygamberlik alâmetleri vardır. Hediye kabul eder, sadaka kabul etmez. İki omuzunun arasında da peygamberlik mührü vardır. Eğer bu ülkeye gidebilirsen git". Nihayet ecel onu da aldı. Ondan sonra, Kelb kabilesinden bazı arap tacirler Ammuriye'ye uğrayıncaya kadar orada kaldım. Onlara:
—" Eğer beni de Arabistan'a götürürseniz şu ineklerimi ve şu küçük davar sürümü size veririm" dedim. Onlar da:
—" Tamam, seni götürelim" dediler. Onlara ineklerimle davarlarımı verdim ve beni de yanlarına aldılar. Vadi'l-Kura denilen yere geldiği-mizde, sözlerinden dönüp beni yahudilerden birine sattılar. Böylece o yahudinin hizmetine geçip kölesi oldum.
Bir müddet sonra, Kureyza oğullarından olan amca oğlu onun ziyâ-retine geldi ve beni satın alıp Medine'ye götürdü. Ammuriye'deki zatın söylediği hurma ağaçlarını gördüm. Anlattığı özellikleriyle Medîne'yi tanıdım. Onun yanında kaldım.
O günlerde, Peygamber (s.a.v.) Mekke'de kavmini İslâm'a davet edi-yordu. Fakat ben köle olarak bir sürü işte çalıştırıldığımdan onun adını duymamıştım.
Kısa bir süre sonra, Rasûlüllah (s.a.v.) Medine'ye hicret etti. Ben hurma ağacının tepesinde, efendimin emrettiği işleri yapıyor, efendim de ağacın altında oturuyorken ansızın yanına amcasının oğlu geldi ve ona dedi ki:
—" Allah Evs'le Hazrec'i kahretsin! Onlar şu anda, peygamber ol-duğunu iddia eden ve bugün Mekke'den gelen bir adam için küba'da toplanıyorlar". Bu sözleri duyar duymaz adeta beni sıtma tutmuştu ve öyle sarsıldım ki, efendimin üstüne düşmekten korktum. Hemen hurma ağacından indim ve o adama şöyle dedim:
— Ne diyorsun? Verdiğin haberi tekrar etsene..." Efendim kızıp beni sille tokat döğmeye başladı.
Sonra doğru Rasûlullahın yanına gittim. Ve kendisine:
— "Ben senin dürüst bir kimse olduğunu duydum. Senin muhtaç ve muhacir (göçmen) arkadaşların var. Bendeki şu hurmalar sadakadır. Bu sadakaya en lâyık sizi gördüm". Sonra hurmaları ona yaklaştırdım. Ashabına:
— "Sizler yeyin" dedi, ama kendisi elini uzatıp bir lokma bile yemedi. İçimden dedim ki:
— "Bu bir..!" Yanından ayrılıp hurma toplamaya gittim. Resûlüllah (s.a.v.) Kuba'dan Medîne'ye gelince yanına gidip şöyle dedim:
— "Ben senin sadaka yemediğini gördüm. Şu hediyedir. Sana ikram ediyorum". Resûlüllah (s.a.v.) bu defa yedi ve ashabına da yemelerini emretti ve hep birlikte yediler. Kendi kendime:
—" Bu ikincisi..." dedim. Bakîu'l-Garkad'dayken Rasûlüllah'a (s.a.v.) geldim. Orada ashabından birini gömüyordu. Baktım ki oturuyor. Üzerinde iki kat elbise vardı. Selâm verdim. Ammuriye'deki zatın söylediği peygamberlik mührünü belki görürüm diye sırtına bakarak etrafında dolaşmaya başladım. Peygamber Efendimiz kendisinin sırtına baktığımı görünce ne istediğimi anladı. Sırtından elbisesini attı. Ben de sırtına bakıp mührü gördüm ve tanıdım. Hem öperek, hem de ağlayarak üzerine kapandım. Resûlüllah (s.a.v.) dedi ki:
— "Sen nerden biliyorsun?"
Ben de başımdan geçenleri anlattım. Resülüllah'ın çok Hoşuna gitti ve ashabının da duymasını istedi. Onlara da anlattım. Şaşırdılar ve memnun oldular.
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V) BUYURDULAR:
—" Önce gidip koşuyu kazananlar dört kişidir;" Selmân-ı Fârisî o dört kişiden biri idi.
—" Selman, bizim ehl-i beytimizdendir."
—" Cennetin iştiyak duyduğu kimselerden biri de Selman'dır."
—" Allahü Teâlâ, ashabımdan dört kişiyi sever; onların biri de Selman'dır."
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, çok gani gönüllü zâhid bir kimse idi; Zahidlerin de, en büyükleri arasındaydı.
MENKIBE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, Kinde kabilesinden bir kadınla ev-lendi. Kadının odasına girdiği zaman gördü ki; Kıymetli eşya ve kıymetli taşlarla süslenmiş. Orayı öyle görünce şöyle dedi :
—" Eviniz, kızdırılmış cehennem mi oldu; yoksa kıble, Kinde'yemi döndü!.Daha sonra şöyle dedi:
—" Resülüllah (s.a.v) bana şöyle tavsiye etti: "Dünyadaki eşyan, an-cak, bir yolcunun gittiği yere götürebileceği kadar olsun."
Odadaki süsler tamamen sökülüp atılıncaya kadar içeri girmedi.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne, Hazret-i Ali'yi (r.a) sordular; şöyle anlattı:
—" O, öyle bir denizdir ki, ilmin evvelini ahirini aldı; taşmadı."
KALBİNİ TEMİZLE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, Huzeyfe b. Yeman ile Nebtıye'ye gitti. Orada namaz kılmak için bir yer aradı. Orada bulunan kafir bir kadın şöyle dedi:
—" Kalbini temizle, istediğin yerde namazını kıl.
Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri ağladı; Huzeyfe'ye şöyle dedi:
—" Bu sözü, bir hikmet olarak, kafirin kalbinden al. "
GECEKİ HALİ
Şöyle anlatıldı:
—" Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, gece karanlığı bastığı zaman, namaz kılmaya başlardı. Namazdan yorulursa, dili ile Allah'ı zikretmeye başlardı. Dili zikirden yorulduğu zaman da Yüce Allah'ın varlığına, bir-liğine delâlet eden âyetleri, onun büyüklüğünü düşünmeye başlardı. Bundan sonra nefsine şöyle derdi:
—" Dinlendin artık, namaza kalk."
Bir süre namaz kıldıktan sonra, diline şöyle derdi:
—" Dinlendin artık, Allah'ı zikretmeye başla. Bütün gece hali buydu."
MESLEĞİ
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'nin beş bin (dirhem veya dinar) maaşı vardı. Otuz bin (dirhem veya dinar) maaşla Medayin'e vali olmuştu. Bu gelirlerden şahsına pek bir şey harcamazdı; hepsini dağıtırdı.
Hutbeye çıkar, hutbe okurdu; üzerinde sadece bir abası vardı. Bir kısmına sarınır, bir kısmını da yere yayar üzerinde otururdu.
Bir evi yoktu ki, gidip otursun, gölgelensin; dinlensin. Bunun için gölgeyi izlerdi; nerede gölgelik varsa oraya gider otururdu.
Topladığı gelirlerden, kendi maaşı verildiği zaman onu alır, hemen dağıtırdı. Ondan bir şey yemezdi. Kendi elinin emeği ile geçinirdi. Eli ile yaptığı iş de, hurma yaprağından sepet örmekti.
El emeği ile ördüğü sepeti satar, paralarını biriktirirdi. Ondan sonra da o parayla et alır, balık alırdı. Pişirip hazırladıktan sonra cüzzamlı hastaları çağırır, onlarla birlikte oturur yerdi.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, bir şey alıp götüreceği zaman, kendi sırtında taşırdı. Fakirlere mahsus bir kıyafeti vardı. Yoldan geçerken, onu gören kimseler, onunla alay ederlerdi; Kendi valileri olduğunu an-lamazlardı.
Çok kere de, onun valileri olduğunu anlar, eşyayı alıp götüreceği yere kadar götürmek isterlerdi; onlara şöyle derdi:
— Olmaz, gideceği yere kadar ben götürmeliyim.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, hurma sepeti örmesini, satmasını, harcamasını şöyle anlatırdı; Allah ondan razı olsun:
— Ördüğüm sepeti hurma yaprağını bir dirheme alıyorum. Onu iş-ledikten sonra üç dirheme satıyorum.
Onun bir dirhemini yaprak aldığım yere veriyorum. Bir dirhemini de sadaka olarak dağıtıyorum. Bir dirhemi ile de, ailemin geçimini sağlıyo-rum. Hiç kimsenin, zekatını, sadakasını alıp yemezdi.
KİRLİ SU
Kölelerinden biri, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne şöyle dedi:
— Beni, belli bir para karşılığında azad et. Sordu:
— Bu parayı nereden bulup getireceksin; kendinden vereceğin bir şey var mı? Köle:
— Yok, deyince, tekrar sordu:
— Öyle ise, nasıl ödeyeceksin? Köle şöyle dedi:
— İnsanlardan isterim; dilenirim. Bunun üzerine köleye şöyle dedi:
— Sen bana, insanların yıkandıkları kirli suyu mu içirmek istiyorsun?
SECDE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, Acem diyarından İslam Dini'ne ilk gi-rendir. Bilâl-ı Habeşi ise, Habeşistan'dan ilk Müslüman'dır. Allah ikisinden de razı olsun.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne, Fârisî bir köle kadın düştü. O köle kadına şöyle dedi.
— Namaz kıl. Kadın şöyle dedi:
— Kılmam. Sonra şöyle dedi:
— Öyle ise bir kere secde et. Kadın bunu da kabul etmedi; şöyle dedi:
— Bu da olmaz. Sonra, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne sordular:
— Onun bir kere secde etmesinden ne kazanacaktın? Şöyle dedi:
— Eğer secde edecek olsaydı, namaz kılmış olurdu. İslam Dini'nde namazdan yana bir nasibi olmayan kimse, İslam Dini'nden yana hiç bir nasibi olmayan gibidir.
ONU SANA YAZMIŞ
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri, bir kadını istetmek için, Ebud-Derda'yı yolladı. Ebud-Derda gitti, kadını istedi; Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'nin faziletini anlattı. Bölgesinden İslam Dini'ne ilk girme şere-fine nail olduğunu bildirdi. Kadının akrabaları ona şöyle dediler:
— Biz onu Selman'a vermeyiz; istersen sana verelim. Ebud-Derda, kadını orada kendine nikahladı, çıktı. Gelip Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne şöyle dedi:
— Bir şey oldu, sana söylemeye utanıyorum. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri sordu:
— Nasıl bir şey oldu?
Ebud-Derda, durumu olduğu gibi anlattı. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri de dinledi, ve şöyle dedi:
— Onu istediğim için benim utanmam daha uygundur. Çünkü, Allahü Teâlâ, onu sana yazmış.
BANA GELİNCE...
Bir gün, Kureyş kavminden biri, Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'nin yanında övünüyordu. Onu dinleyen Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle dedi:
— Bana gelince... kendimi tanıtayım; anlatayım. Ben kokmuş sudan yaratıldım. Sonra da kokuşmuş bir cife olacağım. Ondan sonra da, işlerin tartıldığı amel terazisinin başına gideceğim. Eğer, iyilik gözü ağır basarsa, asıl üstün ben olurum, hafif gelecek olursa, kötünün de kötüsü ben olurum.
İKİNCİ ELBİSE
Hazret-i Ömer, bir gün Hutbe okuyordu; Allah ondan razı olsun. Şöyle dedi:
— Susunuzki, size duyurayım. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri şöyle dedi:
—Vallahi, seni dinlemek istemiyoruz.
Hazret-i Ömer sordu:
— Neden? Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri anlattı:
— Sen, kendini tebaandan üstün görüyorsun. Hazret-i Ömer tekrar sordu:
— Bu nasıl oldu? Hazreti Selman şöyle cevap verdi:
— Üzerinde iki kat elbise var. Halbuki burada başka kimsede böyle bir şey yok. Hazreti Ömer (r.a) dedi:
— Biraz müsaade et ey Allah'ın kulu. Sonra da:
— Ey Abdullah! Ey Ömer'in oğlu Abdullah! Söyle bu ikinci elbise kimindir? Hazreti Ömer'in oğlu cevap verdi:
— Yemin ederim ki o ikinci elbise benimdir. Bu cevap üzerine Selmân-ı Fârisî şöyle dedi:
— İşte şimdi seni dinler ve sana itaat ederiz, dedi. Allah hepsinden razı olsun.
İKİ İŞ
Selmân-ı Fârisî vali idi. Ebu Kalaba hazretleri yanına geldiğinde onu hamur yoğururken gördü:
— Bu da ne, senin hizmetçin yok mu? dedi. Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle buyurdu:
— Var, onu bir işe yolladım, humuru da ben yoğuruyorum. Ona iki işi de yaptırmayı uygun bulmadım, dedi.
ESHABIN HAKİKİ MANASI
Selmân-ı Fârisî Hazretleri Medayinde vali iken yanına iki kişi geldi.
— Sen Selman mısın? dediler. Oda :
— Evet dedi. Sonra tekrar sordular:
— Sen Resülüllahın eshabından mısın? dediler. Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle dedi: bilemiyorum ki. Bu defa iki kişi şöyle dediler:
— Galiba biz yanlış geldik. Aradığımız sen değilsin.
Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî Hazretleri:
— Aradığınız benim. Ancak henüz belli değil. Ben Resülüllah'ı gör-düm. Onun meclisinde bulundum, oturdum. Ancak kim onunla Cennete girerse onun eshabından sayılan odur, buyurdu.
YUMUŞAK ARKADAŞ
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir hastaya geçmiş olsun ziyaretine gitmişti. Hasta ise ölmek üzereydi. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bu-yurduki:
— Ey melek buna yumuşak ve arkadaşça davran. Bunu duyan hasta şöyle dedi:
— Melek şöyle diyor: "Her müminin yumuşak davranan bir arakadaşı vardır."
DOKTORCULUK
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne Ebud'Derda Hazrelerinden bir mektup geldi. Mektupta" İnsanları kutsallaştıran yere gel" diye yazıyordu. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri de ona şöyle yazdı:
—" Hiç bir yer insanı kutsallaştıramaz. İnsanı kutsallaştıran kendi amelleridir. Duyduğuma göre doktorluk yapıyormuşsun. Hastaları iyi edebiliyorsan sana ne mutlu. Eğer doktorculuk oynuyorsan sakın ha, bir insanı öldürebilirsin. Bunun sonunda Cehenneme girmek de vardır."
ORUÇLUYUM
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir gün Ebu'd-Derda Hazretlerinin evine gitti. Ebu'd Derda Hazretlerini sordu. "Uyuyor" dediler. "Nesi var ?" deyince:
— Onun âdetidir. Cuma geceleri ibadet eder, gündüzleri de oruç tutar, dediler. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri yemek hazırlamalarını istedi. Yemek hazırlanınca Ebu'd-Derda Hazretlerini uyandırdı.
— Hadi bakalım yemeğe, dedi. O ise :
— Ben oruçluyum yiyemem, dedi.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri ise ona israrla yedirdi. Sonra kalkıp birlikte Resülüllah Efendimizin yanına gittiler. Meseleyi olduğu gibi an-lattılar. Resülüllah Efendimiz:
—" Uveymir Selman, bu işte senden daha bilgili, dedi. Ve bu sözü üç defa tekrar ettikten sonra:
—" Geceler arasında sadece Cuma gecesini ibadete tahsis etme. Günler içinde de sadece cuma gününü oruca ayırma" buyurdular.
İLK GECE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri evlendi. Evliliğinin ilk günü hanımına dedi ki:
— Resülüllah bana şöyle tavsiye etti. Ailenle birleşeceğin zaman Allah'ın Taatı üzerine birleş. Gel birlikte Allah'a ibadet edelim sonra beraber oluruz.
ALLAH'A İTAAT EDENE
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri bir müsafiri ile Medayin şehrinden çıktılar. Bir sahraya geldiklerinde kuş ve geyik sürüsüne rastladılar. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri:
— İçinizden bir geyik ve bir de kuş gelsin. Müsafirime ikram etmek istiyorum, diye seslendi. Hemen bir kuş ve bir de geyik geldi. Yanındaki müsafiri :
— Sübhanellah, bu nasıl iştir ! dedi. Bunun üzerine Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri:
— Buna şaşıyor musun? Bir kimse Allah'a itaat etsin de ona herhangi bir şey baş kaldırsın, isyan etsin böyle şey olmaz, buyurdu.
ÂLEM-İ ERVAHTAN
Hafız Ebu Nuaym Hazretleri anlatıyor:
Haris Bin Umeyr anlatmıştı.
— Bir gün Medayin şehrine gelmiştim. Yanında kırmızı bir deriyi ovan bir adamla karşılaştım. Bana doğru baktı ve:
— Orada biraz dur, ey Allah'ın kulu, dedi. Yanımdaki adama: "Bu zat kimdir?" diye sordum. Selmân-ı Fârisî olduğunu söyledi. Sonra o zat eve gitti. Güzel, beyaz bir elbise giyip geldi. Elimi tutup benimle musafaha etti. Dedim ki:
— Ey Allahın kulu, daha önce seninle hiç tanışmamıştık. Sen beni nerden tanıyorsun?
— Doğrudur, dediğin gibidir. Ancak yemin ederim ki, seni görür görmez ruhum ruhunu tanıdı. Sen Haris Bin Umeyr değil misin? dedi. Ben evet diye cevap verince buyurduki:
— Resülüllah Efendimizin şöyle buyurduğunu işittim: " Ruhlar hep bir arada bulunan ordu gibidirler. Onlardan ezelde birbiri ile tanışanlar, dünyada da birbirlerini tanırlar ve hemen anlaşırlar. Öbür alemde birbirleri ile tanışmayanlar ise burada da birbirlerine yabancı olurlar.
SELMÂN-I FÂRİSÎ (R.A)
HAZRETLERİNDEN GÜZEL SÖZLER:
—" İlim çoktur ömür kısadır. Öyle ise tuttuğun dini yoldan sana ne gerekli ise onu al kalanını bırak."
—" Bu ümmetin helaki yaptıkları sözleşmenin bozulmasına yakın zamanda olacaktır."
—" Kalb ile cesedin durumu âmå ile kötürümün durumu gibidir. Kötürüm şöyle der: " Şurada bir meyve görüyorum ama uzanıpta alamı-yorum. Beni sırtına al ki onu alayım". Bunun üzerine kör onun sırtına yüklenir, o da o meyveyi alır. Hem kendisi yer hem de köre yedirir".
—" Mümkün olursa pazara ilk giren de olmayın, son çıkan da olma-yın. Çünkü orası şeytanın savaş alanıdır. Sancağını oraya dikmiştir."
Abdullah bin Selam hazretleri Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri'ne şöyle dedi:
—" Benden önce ölürsen ne ile karşılaştığını bana bildir. Ben senden önce ölürsem ben sana bildiririm"dedi. Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri Abdullah bin Selam'dan önce vefat etti. Abdullah bin Selam onu rüyasında gördü ve nasılsın diye sordu. O da:
—" Hayır oldu" diye cevap verdi. Abdullah bin Selam tekrar sordu.
—"Orada hangi işi daha yararlı buldun". Selmân-ı Fârisî (r.a)
—" Tevekkülü çok güzel bir şey olarak buldum ve onun çok faydasını gördüm. Sana tevekkülü tavsiye ederim. Tevekkül çok güzel bir şeydir" buyurdu.
—" Dünyada iman sahibinin hali hastanın hali gibidir. Doktoru da yanındadır. Bu doktoru onun hastalığını da bilir ilacını da. Hasta zararlı bir şey istediği zaman doktoru ona sakın ha ona yaklaşma, onu alır yer, helak olur, ölürsün, der. Hastalığından kurtuluncaya kadar bu böyle devam eder. İman sahibi de böyledir. Pek çok şey ister. Fakat kendisine neyin zararlı olduğunu bilmez. Allâhü Teâlâ Hazretleri onu zararlı şeylerden uzaklaştırmaya çalışır. Sonunda iman sahibi ölür cennete gider."
—" Allâhü Teâlâ Hazretlerine gizli gizli asi oldun ve günah işledinse gizli gizli ibadet et sevap işle. Şayet açıkça asi oldun günah işledinse açık açık itaat et ve sevap işle. Bunlar birbirlerini silerler."
—" Üç kimse beni şaşırttı.
1- Dünya için ümitlerle dolu olan insan. Halbuki ölüm onun peşinde.
2- Gaflet içinde gezen kimse. Halbuki onu hiç unutmayan biri var.
3- Kahkahalarla gülen kimse. Alemlerin rabbı Allah ona dargın mı yoksa ondan razı mı olduğunu hiç düşünmez."
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri çokça yiyecek almıştı. Kendisine:
—" Ey Allah'ın kulu, sen Resûlüllahın eshabından olasın da, böyle şey yapasın, dediler. Şöyle cevap verdi:
—" Bunu böyle yapmam bir endişeden ve vesveseden değildir. Nefis gücünü aldığı ve rabbının ibadetine daldığı zaman şeytan ondan ümidini keser.
Atıyye bin Amir anlatıyor:
—" Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretlerini gördüm. Bir yemek için kendi-sine ısrar ediliyordu. O da şöyle diyordu:
—" Bu kadarı yeter. Resûlüllah Efendimizden duydum. Dünyada iken çokça karınlarını doyuranlar kıyamet günü en çok aç kalanlardır. Ey Selman dünya müminin zindanı, kafirin de cennetidir.
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri vefatına yakın ağlıyordu. Kendisine sordular:
—" Neden ağlıyorsun". Şöyle cevap verdi:
—" Vallahi ölümden korkuma ağlamıyorum. Ne varki Resûlüllah Efendimiz "Sizden her birinizin dünyalığı bir yolcunun azığı kadar olsun" buyurdu. Şu etrafımdaki yastıklara bakın". Etrafında bir çamaşır leğeni, büyükçe bir çanak, abdest için bir su kabı ve bir de yastık vardı. Bize bir tavsiyede bulun dediler. Şu tavsiyede bulundu:
—" Bir derdin olduğu zaman Cenâb-ı Hakk'ı zikret, bir hüküm vere-ceğin zaman rabbını hatırla, bir bölme yapacağın, pay dağıtacağın zaman rabbını aklına getir".
Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri vefat ettikten sonra, geride kalan eş-yaları satıldı. Hepsi 24 dirhem ( yaklaşık 70 gram) gümüş para etti.
Bir gün Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretlerine bize bir tavsiyede bulun dediler. Şu tavsiyeyi yaptı:
—" Öleceğin zaman şu hallerin biri içinde öl: Ya hac yolunda, ya Allah yolunda cihadda, veya bir mescidin tamiri anında. Gücün yeterse bunları yap. Sakın şu iki halin biri içinde iken ölmeyesin:
—" Tüccar ve vergici".
RESÜLÜLLAH İLE ÜLFETİ
Altun Silsile'nin ikinci halkası olan Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretleri Rasûlüllah (s.a.v.) Hazretlerinin çok yakını idi.
Hazret-i Aişe (r.a.):
— Selmân bize bile galebe edip geceleri Resûlüllah ile gizli gizli sohbet eder ve bizden ziyâde ülfet ederdi, dedi.
Hendek gazasında, harp cephesi boyunca hendek kazma fikrini o ortaya atmış ve Sevgili Peygamberimiz tarafından kabul edilmiştir. Zamanımızın çelik ve beton müdafaa hatlarına eşit olan bu tedbir, o zamanın en ileri fennî ve askerî buluşlarındandır. Hendek kazımında çalışması da çok meşhurdur.
Hazret-i Ömer'in (r.a.) hilâfet yıllarında Medayin'e vali tayin edilmişti. 250 (bir rivayete göre de 350) yaşlarında iken Hazret-i Osman'ın (r.a.) hilâfetleri sırasında irtihâl'i dâr'ı bekâ eylediler. (Radıyallahü anh)
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
03. Kasım bin Muhammed (k.s.)
Hafîd-i Sıddîk-i Ekber Kaasım (r.a.) hazretleri Medine-i Münevvere'de yetişen ve Ashab-ı Kiram'dan sonra fetvâ vermeye başlayan meşhur "Fukahâ-i Seb'a" (Yedi Fakih)'den birisidir. Hazreti Ebu Bekir Efendimizin torunudur. Kasım hazretleri Hazreti Hüseyin Efendimizin oğlu Zeynelabidin ile teyze çocuklarıdır. Kasım'ın annesi son İran kisrası Yezdücerd'in kızıdır. Tâbiînin büyüklerindendir. Altun Silsile'nin üçüncü elidir. Emâneti Selmân-ı Fârisî (r.a) Hazretlerinden almıştır. Böylece, ken-disiyle birlikte feyz-i ilâhinin sırrı sahabîler dâiresinden çıkarak tâbiîn dairesine intikâl etmiştir.
H. 31 (M.653) tarihinde ve Hazret-i Osman (r.a.) 'in hilâfetleri zamanında doğmuştur. Babası Mısır'da öldürülünce küçük yaşta yetim kalan Kaasım (r.a.) Hazretleri halası Ümmü'l-Mü'minin Hazreti Aişe (r.a.) validemizin yanında büyüdü. Pek çok sahâbiye yetişmiştir.
Halası Hazreti Aişe'den (r.a.) İbn-i Ömer, ibn-i Abbas, Ebû Hüreyre ve Muaviye (Radıyallahu anhüm) hazerâtı gibi meşhurlardan hadis ve ilim rivâyetlerinde bulunmuştur.
Uzun boylu, esmer, gözleri ve sakalı siyah, sakalının iki yanı seyrek idi.
HERKES TAKDİR EDERDİ
Dedeleri Ebû Bekrini's-Sıddîk (r.a.) Sevgili Peygamberimizden sonra insanların en faziletlisi olduğu gibi, kendisi de zamanındaki insanların en faziletlisi idiler. İmâm Mâlik O'nu methederken:
—" Kaasım bu ümmetin fakîhlerinden bir fakîh idi." demiştir.
Vera ve takvâ ile muttasıftı. Yahya bin Sa'id :
—" Medîne'de Kaasım'dan üstün bir kimseye yetişmedik" derken; İbn-i Sa'd:
—" Kaasım güvenilir idi, âlim idi, fâkih idi, imâm idi. Çok hadîs bi-lirdi. Takvâ ve verâ sahibi idi". diye kendisini methetmiştir.
Ebü'z-Zınâd:
—" Ben Kaasım'dan daha fıkıh ve hadîs bilen bir kimseyi görmedim" demiştir. İbn-i Uyeyne, O'nun devrinin en büyük âlimi olduğunu söylemiş ve İbn-i Sa'id de:
—" Kaasım ilimde önder, fıkıhta otorite, takvâca yüce ve çok hadis bilen bir zat idi." demiştir. Ömer bin Abdülaziz'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
—" Eğer birisini yerime halîfe seçmem icâb etseydi, Kaasım'ı seçer-dim."
FETVADA ÇOK DİKKATLİ İDİ
Hafîdü Sıddîk-ı Ekber Kaasım (r.a.), Allah ve Rasûlü namına söz söy-lemenin ve fetvâ vermenin mes'uliyetini müdrik bir zat idi. Şu sözleri bunu açıkça göstermektedir:
—" İnsanın, Allah'ın hakkını bildikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmiyerek fetvâ vermesinden daha hayırlıdır." Dini mes'eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetvâ verirdi. Her sabah Peygamber Efendimizin (S.A.V.) mescidine gelir, iki rek'at namaz kılar, sonra Rasûlüllahın minberi ile kabr-i saâdetleri arasına oturur ve kendisine sorulan mes'elelere fetvâ verirdi.
HALİFEYE NASİHATİ
Ömer ibni Abdülaziz, Abdülmelik bin Mervan ölünce çok üzüldü. Yetmiş gün çul giyip gezdi. Yemekten içmekten kesildi. Hayata küstü. Onu bu halde gören Kasım (r.a.) şöyle dedi:
—" Bizden önce gelip giden büyükler bu gibi musibetleri dayanıklı karşılamayı severlerdi. Zorluklara da hoşca göğüs gererlerdi. Nimetlerde ise alçak gönüllü davranırlardı.
BABASI İÇİN İSTİĞFAR EDERDİ
Çok kere secdeye kapanıp şöyle derdi:
—" Allahım babamın Hazreti Osman hakkında işlediği günahı ba-ğışla".
HALİFENİN EMRİ
Ömer bin Abdülaziz, halifeliği zamanında Kasım bin Muhammed'i, halası Hazret-i Aişe'ye ait ne kadar hadis-i şerif ve başka rivayetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir.
HADİS RİVÂYETİNDE ÇOK HASSASTI
Kasım bin Muhammed, hadis-i şeriflerin hem manasına ve hem de la-fızlarına, harflerine varıncaya kadar dikkat ederek rivayet ederdi. Halbuki Tabiinden bazı hadis alimleri, hadis-i şerifleri manası ile rivayet etmekte bir beis görmüyorlardı. Fakat Tabiinden muhaddislerin çoğu hadis-i şeriflerin, Peygamberimizden işitildiği şekilde rivayet edilmesi üzerinde ittifak etmişlerdir. Kasım bin Muhammed, hadis-i şerif rivayet ederken en ince noktalara kadar dikkatli hareket eder, bir harfin bile değiştirilmesini uygun görmezdi.
TÜRBE-İ ŞERİFEYİ ANLATIYOR
Kasım bin Muhammed (r.a.) anlatıyor:
—"Bir gün halam Hazret-i Aişe'nin yanına vardım. Ona; "Ey Ana! Bana Peygamber efendimizin kabrini aç! dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Saadeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek dağillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca Batha taşcağızları dökülmüştü. Peygamber Efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerdeydi. Hazret-i Sıddık'ın başı, Fahr-i kainat hazretlerinin mübarek sırtı hizasında, Hazret-i Ömer'in başı da Resülullah Efendimizin ayağı hizasındaydı."
VEFATI
Vefatından önce gözlerini kaybetti. Öleceğini anlayınca oğluna;
—"Beni üzerimde bulunanlarla kefenleyin" dedi. O sırada üzerinde gömlek, peştemal ve cübbe vardı. Oğlu;
—"Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı? " diye sorduğunda,
—"Dedem Ebû Bekr de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kafi, Sonra dirilerin yeni giyeceklere ölüler-den daha çok ihtiyacı var." buyurdu.
Hicri 107, Milâdi 725 tarihinde ve 70 yaşında oldukları halde Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasındaki Kudeyd'de irtihal-i dâr-ı bakâ eylediler. (Radıyallahü anh)
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
04. Cafer-i Sadık (k.s.)
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri Silsile-i Nakşibendiyye-i aliyyenin dördüncüsüdür.
H.80 (M. 699) veya H.83 (M.702) yılında Medîne'de doğdu. Babası Oniki İmamın beşincisi imam Muhammed Bâkır, annesi Hazreti Ebû Bekir'in (r.a.) torunu Kâsım bin Muhammed'in kızı Ümmü Ferve'dir. Böylece İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin soyu baba tarafından Hazreti Ali Efendimize, anne tarafından da Hazreti Ebû Bekir Efendimize ulaşmaktadır. Künyesi büyük oğlu İsmâil'e nisbetle Ebû İsmâil ise de onun kendisinden önce vefât etmesi sebebiyle daha çok Ebû Abdullah, bazan da Ebû Mûsâ diye anılmıştır. Lakablarının en meşhûru Sâdık olup, Sâbir, Fâzıl, Tâhir ve Âtır lakabları da zikredilmiştir.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri Eshâb-i kirâmı görmekle şeref-lenen Tâbiîn devrinin yükseklerinden ve evliyânın büyüklerindendir.
İrşad vazîfesi, otuz dört sene sürmüştür.
Son derece güzel yüzlü ve tatlı dilliydi. Bedeni sanki nûr saçıyordu. Yüzünün renginde beyaz ve kırmızı karışmış olup, tatlı bir çehresi vardı. Kuvvetli ve orta boylu idi. Kısa ve şişman değildi, saçı kumrala yakındı. Hazret-i Ali Efendimize çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshâk, Muhammed, İsmâil, Abdullah, Abbas ve Ali'dir. Evlatlarının hepsi zamânın âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler. Mûsâ Kâzım oniki imâmın yedincisidir.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri ilmi, oniki imâmdan beşincisi olan babası Muhammed Bâkır'dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamânının bir tânesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamânının bütün fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimle-rinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlar-dır.
İmâm-ı Azam Hazretleri İmâm Câferü's-Sâdık'ın halka-i tedris ve sohbetine devam ederek, o gizli ve âşikâr marifet menbaından, ilim ve evliyâlık yolunda çok istifâde etmiş ve onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için:
—" O iki sene olmasaydı, Nûman helâk olmuştu" buyurmuştur. Câfer-i Sâdık Hazretlerinde iki yol birleşmiştir. Biri; Hz. Ebû Bekir, Selmânü'l-Fârisî, Kaasım Bin Muhammed Bin Ebû Bekir (r.a.) yolu ile gelen Nübüvvet kemâlâtı, diğeri Hazret-i Ali, Hazreti Hüseyin, Zeynelâbidin, Muhammed Bâkır (r.a.) yolu ile gelen velâyet kemâlâtıdır. İşte bu iki kemâlâtın kendisinde toplandığı zat Câferü's-Sâdık'tır. Rasûlüllahdan gelen yol nübüvvet ve velâyettir.
NİÇİN HAKKIYLA YAPMADIN?
Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin yanına gelmişti. Ona dedi ki:
—"Ey Peygamber efendimizin torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki:
—"Ey Dâvûd! Sen zamânımızın en zâhidi, Allah'tan en çok korkanı-sın. Benim nasîhatime ne ihtiyâcın var?"
—"Ey Resûlüllah'ın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamber'in kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâciptir, borçtur."
—"Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim Muhammed aley-hisselâmın elimden yakalayıp;
—"Niçin bana hakkıyla uymadın?" demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep ve soy işi değil, ibâdet ve amel işidir.
Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki:
—"Yâ Rabbî! Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydâna gelmiş-tir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delildir. Dedesi Resûlüllah aleyhisse-lâm, annesi Betûl (Hazret-i Fâtımâ) olduğu hâlde, böyle düşünürse, Dâvûd'da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti olsun!"
BÜYÜKLÜĞÜ
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin büyüklüğü bazı eserlerde şöyle anlatılmaktadır:
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri; Muhammed aleyhisselâmın milletinin, dîninin sultânı, Peygamberlik kemâlâtının, üstünlüklerinin bur-hânı, delili, senedi, hakîkatlerin âlimi, evliyânın gönüllerinin meyvası, Resûlüllah'ın sallellahü aleyhi ve sellemin vârisi, âriflerin, Hak âşıklarının serveri, zevk, aşk, sâhiplerinin rehberi idi. Tefsîr ilminde eşi yoktu.
Tasavvuf ilimlerinde yüksek mârifetlere kavuşmuş olan ve bu bilgileri arzu edenlere öğreterek onlara mürşidlik, rehberlik yapan İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri, kelâm, tefsîr, hadîs ve diğer din ilimlerinde de yüksek derecelere ulaşmıştır. Bu ilimlerde kendisinin olduğu bildirilen eserler, risâleler sonradan yazılmıştır. Din bilgisi üzerinde hiç kitap yazmadı. Kelâm ilminde, sapık îtikâd, inanç sâhibi olan Ehl-i bid'ate ve felsefecilere karşı verdiği sağlam, vesikalı cevaplar, bu hususta yazılan Ehl-i sünnetin kelâm kitaplarında yer aldı.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri, hadîs ilminde sika güvenilir bir râvi olup, kendisinden pek çok hadîs-i şerif rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerifleri, babasından, o da kendi babasından ve annesinden, Atâ bin Ebî Rebâh'dan ve Zührî gibi birçok râvîden alıp öğrenmiş ve kendisinden de Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes, Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî gibi büyükler hadîs-i şerif bildirmişlerdir. Hadîs-i şerifler, Sahîhi Buhârî'nin dışında kalan Kütüb-i Sitte'nin hepsinde yer alır. Hadîs ilminde, İmâm Şâfiî ve Yahyâ bin Muîn, onun sika, güvenilir olduğunu bildirmişlerdir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, onun hakkında;
—"Ondan daha fakih, fıkıh ilmini bilen kimse görmedim." buyurdu. Ebû Hâtem de, onun sika bir râvi olduğunu söylüyor. Sâlih bin Ebil-Esved, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin;
—"Beni kaybetmeden önce her ilimden sorunuz. Benden sonra, size, benim gibi söyleyen birisini bulamazsınız." buyurduğunu haber verdi. Her ilimde üstâd, her mârifette mâhirdi. Doğruluğu ve sadâkatı o kadar çoktur ki, bundan dolayı kendisine "Sâdık" lakabı verildi.
BÖYLE GEREKİYOR
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri bir müddet halvet, yalnızlık hâ-linde kalmış, evinden insanlar arasına çıkmamıştı. Evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî evine gelip:
—"Ey Resûlullah'ın torunu! İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı sohbetinizden mahrum kaldı. Niçin uzlete çekildiniz?" deyince, buyurdu ki:
—"Şimdi böyle gerekiyor. (Zaman bozuldu ve dostlar değişti). Sözümüzün hakîkatı meydana çıktı." ve şu iki beyti okudu:
Geçen gün gibi geçip gitti, vefâ da,
İnsanların kimi hayâl, kimi ümit peşinde.
Dostluk, vefâ görünüşte kaldı aralarında,
Fakat kalbleri akreplerle dolu gerçekte.
ÜÇ ŞEY
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, bir gün İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin evine gitti. İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri:
—"Ey Süfyan! Sen, zaman zaman sultân ile görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise, mümkün mertebe sultandan uzak duruyorum. Zamânın hâli bunu îcâb ettiriyor. Yanımdan hemen çık, git!"
Süfyân-ı Sevrî;
—"Bana bir hadîs-i şerîf nakletmedikçe buradan ayrılmayacağım, ey İmâm! Senden nasihat alacak bir şey işitip gideyim." dedi.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri;
—"Çok sözün sana faydası yoktur. Ben atalarımdan rivâyetle Resûlullah'tan bildirilen şu üç şeyi sana anlatayım." dedi. Bu üç şey şudur:
1-Allâhü Teâlânın nîmetine kavuşan ve bu nîmetin devamlı olmasını isteyen kimse, Allah'a hamd ve şükrünü çoğaltsın! Zîrâ Allâhü Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi onuncu âyetinde meâlen; "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azab ederim." buyurdu.
2-Bir kimse, rızkı azaldığı zaman çok tövbe ve istiğfâr etsin! Zîrâ Allâhü Teâlâ Nuh sûresinde tövbe ve istiğfâr edenlerin, günâhlarını ba-ğışlayacağını ve rızıklarını arttıracağını vâd ediyor.
3-Bir kimse sultandan veya her hangi bir şeyden sıkıntı görür ve bir belâya uğrarsa; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm." desin!
Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin elini tuttu ve ona dedi ki:
—"Hepsi, bu üçü müdür?" İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri;
—"Bunları iyi anla! Allâhü Teâlâya yemin ederek söylüyorum ki, bun-ları yaparsan çok ihsânlara, iyiliklere kavuşursun." buyurdu.
FAİZİN HARAM KILINIŞI
Bir gün İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'ne sordular: "Allâhü Teâlâ fâizi niçin haram kılmıştır?"
Buyurdu ki:
—"İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsanda bulunmaları için, Allâhü teâlâ faizi haram etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda men-faat bekleyen çok olurdu."
BEN DE AMİN DEDİM...
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Allâhü Teâlâ'dan bir şey istediğinde daha sözü bitmeden isteği verilirdi. Bir gün yalnız başına yolda gidiyordu. Kendisini sevenlerden biri de ar-kasından yürüyordu. Bir ara İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri;
—"Yâ Rabbî! Elbisem yoktur, bana elbise gönder." buyurdu. Aniden bir paket içinde elbise geldi. Arkadan tâkip eden zât evlerine kadar geldi. Hazret-i İmâma;
—"Ey efendim, siz duâ ederken ben de âmin dedim. Eski elbiseleri-nizi bana verin." dedi. Bu söz İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin pek hoşuna gitti ve elbiselerini ona verdi.
ELLİ HAC MİKTARI
Bir şahıs, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinden, Allâhü Teâlânın kendisine çok mal verip, çok hac yapması için duâ buyurmasını istedi. O da;
—"Yâ Rabbî! Buna elli hac yapacak kadar mal ver!" diye duâ etti. O şahıs elli hac yaptı. Elli birinci hac için Cühfe denilen yerde gusül ede-cekti. Sel geldi ve orada vefât etti.
İTİRAZ EDENİN HALİ
Hakem bin Abbâs-ı kelbî buyuruyor ki;
—"Benim Zeyd isminde bir amcam var idi. O, İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerine çok îtirâzda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzuu açıldı. Yine çok îtirâzda bulundu ve; "İmam Ca'ferüs-Sâdık nerede, böyle işler nerede?" dedi. İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin bu sözden haberi oldu ve şöyle buyurdu:
—"Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allâhü Teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helâk etsin."
Bir gün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerine îtirâzda bulunmadı.
OĞLUNA NASİHATI
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerinin, oğlu Mûsâ Kâzım Hazretlerine nasîhatı:
—"Ey oğlum, kendi rızkına râzı ol! Kendi rızkına râzı olan, kimseye muhtâc olmaz. Gözü başkasının malında olan, fakir olarak ölür. Allâhü Teâlânın taksim ettiği rızka râzı olmayan, O'nu kazâ ve kaderinde, di-lediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi kusurlarını küçük gören, başkasınınkileri büyütmüş olur. Her zaman kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir.
"Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.
"Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, sonra aşağılanırsın."
"Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı ve doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder danışır fikrini alır."
"Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyâretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar."
"Ey oğlum, Allahü Teâlânın kitâbını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülükten nehyedici, sana gelmeyene sen gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan sakın. Çünkü söz ta-şımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme. İnsanların ayıplarını gören, onların hedefi olur."
YÜKSEK HALLERİNDEN
Bir gün, İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri Emevî halifelerinden Mansur'a gammazladılar. Hacca gittiği zaman, İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri ile onu gammazlayan huzura çıkarıldı. İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri gammaza şöyle dedi:
—" Söylediğinin doğruluğu üzerine yemin eder misin?. "
Gammaz şöyle dedi:
—"Evet, yemin ederim. "
Sonra yemin etti. Bunun üzerine İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri, halifeye dönüp şöyle dedi:
—"Hayret!. Gördüğüm gibi yemin de etti."
Ondan sonra da gammaza dönüp şöyle dedi:
—"Sen şöyle diyerek yemin edeceksin: "Allah'ın gücünden, kuvvetinden uzak olup kendi gücüme, kuvvetime sığınıyorum ki, Cafer şöyle şöyle dedi. "
O gammaz, önce böyle bir yemin etmek istemedi. İsrar edilince bu yemini etti.. Yeminini tamamlayamadan da olduğu yerde düşüp öldü.
ŞAKİNİN ÖLÜMÜ
Şakinin biri İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri'nin azadlı kölesini sebepsiz yere öldürmüştü. Bunu duyunca, İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri çok üzüldü. Gece sabaha kadar namaz kıldı, o azgın adamı Allah'a havale etti. Seher vakti , henüz tam sabah olmadan o şakinin ölümüne ağlayanların sesleri duyulmaya başlandı.
ARSLAN PARÇALADI
Bir gün amcası Zeyd hakkında, Kelb kabilesinden Hakem b. Abbas'ın ileri geri sözlerini duydu; Şöyle bir şey demişti:
Astık sizin için Zeyd'i hurma dalına;
Görmem dürüst asılanı hurma dalına..
Onun böyle dediğini duyan İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri, çok üzüldü ve şöyle dedi:
—"Allah'ım, onun üzerine köpeklerinden bir köpeği sal."
Çok geçmeden o adamın üzerine bir arslan saldırıp parçaladı.
Taberî'de yazılıdır. "Vehb anhlatıyor:
—"Leys b. Saad'in şöyle dediğini dinledim: "Hicretin 113. (M.736) yılında hacca gitmiştim. İkindi namazını kıldıktan sonra, Ebu Kubeys Dağı'na çıktım. Bir de baktım ki; bir kimse oturmuş, duâ ediyor ve şöyle diyor:
—"Yâ Rabbi, yâ Rabbi!."
Bu sözü o kadar söyledi ki, sonunda nefesi kesildi.
Daha sonra şöyle demeye başladı:
—"Ya Hayy, ya Hayy!."
Yine nefesi kesildi. Bundan sonra da, şu dilekte bulundu:
—"Allahım, canım taze üzüm istiyor; bana üzüm yedir. Hırkam da eskidi, beni giydir."
O, bu sözünü tamamlamadan gördüm ki, içi üzüm dolu bir sepet.. O gün, yer yüzünde üzümün olması mümkün değildi. Bir de iki hırka gördüm ki; onların benzerini görmemiştim.
Gelen üzümden yemek istediği zaman, yanına gittim şöyle dedim:
—"Bu işte ben de ortağım, Sen duâ ettiğin zaman ben de, "Âmin!." diyordum.
Şöyle dedi:
—"Öyle ise ye, ama ondan bir şey alıp saklama, sonraya da bırakma."
Bundan sonra da, gelen hırkanın birini bana verdi. Dedim ki:
—"Benim ona ihtiyacım yok."
Bunun üzerine birini giydi, birine de sarındı.
İki de gösterişli elbisesi vardı. Onları da alıp olduğu Ebu Kubeys Dağı'ndan indi. Ben de peşindeydim. İner inmez, kendisini bir adam karşıladı, şöyle dedi:
—"Ey Resulüllah'ın oğlu, beni giyindir."
Onun böyle demesi üzerine, gösterişli elbiselerinin ikisini de ona verdi. O elbiseleri alan kimseye sordum:
—"Sana bunları veren kimdi?."Şöyle dedi:
—"O, İmam İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleridir.
O kimsenin böyle demesi üzerine hemen İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretlerini aradım ki, kendisinden yararlı şeyler işiteyim, hadis-i şerif, haber duyayım. Fakat bulamadım. kaybolmuştu..
SARI KAFTAN
Amcasının oğlu Abdüllah b. Muhsî Haşimoğullarının büyüğü idi; Muhammed'in kardeşinin de babası.
İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri'ne elçi gönderdiler ki, bu iki kardeşe biat ede. İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri şöyle dedi:
—"Hilâfet, biat ne benim içindir; ne de onlar için.. O, sarı kaftan giyen, çocuklarını onunla oynatan kimse içindir."
O sırada Mansur Abbasî de orada bulunuyordu, üzerinde de sarı kaftan vardı.
Durum, dediği gibi çıktı; Mansur halife oldu.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
—"Bir iyiliğin tamam olması için, şu üç şeyi yapman gerekir:
1) Ettiğin iyiliği gözünde küçük göresin.
2) Ettiğin iyiliği gizli tutasın, yaymayasın.
3) Ettiğin iyilikte acele edesin; ağırdan almayasın."
—"Akıl kadar ihtiyaç duyulan bir mal yoktur.
Cahillikten daha büyük bir musibet olmaz.
Danışmak kadar büyük yardımcı bulunmaz."
—"Dikkat ediniz, Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
—"Ben eli açık cömerdim, ikram sahibiyim; şahsiyeti düşük olan bana yakın olamaz."
—"Bir kimse sanırsa ki; Allâhü Teâlâ bir şeydedir, bir şeyden parçadır, bir şeyin üstündedir, o kimse şirke düşmüştür. Çünkü Allâhü Teâlâ, bir şeyin üstünde olursa taşınmış olur, bir şeyde olursa sınırlı olur, bir şeyden parça olunca da yaratılan bir şey, sonradan olma bir şey olur. "
—"Bir gün kendisine sordular:
—"Neden duâ ediyoruz da kabul olmuyor?."
Şu cevabı verdi:
—"Çünkü, kime duâ ettiğinizi bilmiyorsunuz. "
Vücudunun iç kısmına kaba, kısa yünden cübbe giyerdi. Dış kısmına dakıymetli elbise giyerdi. Soranlara şöyle derdi:
—"İçimizdeki cübbeyi Allah için giyeriz; elbiseyi ise sizin için giyeriz. Allah için olanı gizledik, sizin için olanı da açığa çıkardık."
—"Eğer bir günah işlersen, hemen Allah'tan bağışlanmanı dile, istiğfar et. Zira işlenen günahlar, henüz yaratılmadan önce insanların boyunlarına asılan yaftalar gibidirler. Olmaya ki, bağışlanmanı dilemeyi bırakıp hatalarda israr edesin."
—"Allâhü Teâlâ, dünyaya şöyle vahyetti:
-Bana hizmet edene sen de hizmet et; bana hizmet etmeyeni de kendine hizmet ettirip yor. "
—"Yalancının mürüvveti olmaz. Başkasının iyiliğini çekemeyen hasetçi rahat yüzü görmez. "
—"Cimrinin dostu olmaz. "
—"Kötü huylu kimse büyük sayılmaz. "
—"Allah'ın haram ettiği şeylerden elini çekip onun emirlerine sarıl ki, ibadet ehli biri olasın, adın da âbid ola. Allah'ın sana verdiği payla gönlünü hoş tut ki, Müslüman sayılasın"
"Beş kimse ile berâber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan söyleyen-den sakın. Çünkü ona dâimâ aldanırsın. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan yâni aklı az olandan sakın. Çünkü en çok işine ya-rıyacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü, kötü kalbli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca seni harcar. Beşincisi, fâsıktan yani günah işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü seni bir lokma ekmeğe satar."
"Bir mümin kardeşine âit hoş olmayan bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısını araştır. Bulamazsan belki benim anlamadığım özür kapısı vardır de ve kapa."
"Müslüman kardeşinizden mânâsını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kâbil olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayın."
"Bir hata işlediğiniz zaman istiğfar edin. Hatâda isrâr helâk olmaya sebebtir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfâra devâm etsin."
"Mihnete (sıkıntıya) hamdetmeyen, nîmete şükretmez."
"Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahü Teâlâ, meleklerini gökten yere indirir. Meleklerin yanında gümüşten sâhifeler ve altından kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar Resûlüllaha okunan salevâtı yazarlar."
"Bu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz:
1.Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak.
2.Müsâfire hizmet etmek.
3.Yüz tâne hizmetçisi olsa, muhtaç olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek.
4.İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek."
"Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yâni, Allah'ın di-lediği olur, kuvvet O'nundur) desin!"
"Malı ve evlâdı çok olmasını isteyen, nebâtî, sebze yemek çok yesin!"
"Din âlimleri fakihler, sultanların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça peygamberlerin vekilleridir."
"Namaz, her takvâ sâhibi için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel, ibâdet, hayırlı iş yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer."
"Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koru-yunuz. İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır."
"Ana-babasını üzen, onlara isyân etmiş olur. Musîbet zamânında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü Teâlâ sabrı musîbet miktârınca indirir."
"Takvâdan, Allahü Teâlâdan korkup haramlardan sakınmaktan daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur."
"Günahlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü Teâlâya karşı mağrûr olmak, kibirli olmaktır."
"Uzun emel sâhibi olmak ve herşeyi sonraya bırakmak, perişanlık ve düşüncesizliktir."
"Allahü Teâlânın yarattığı işlere karışmak, felâketine sebeb olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim... gibi sözler söylemek, kişinin helâkidir."
Dört şey vardır ki, onların azı da çoktur:
1. Ateş, 2. Düşmanlık, 3. Fakirlik, 4. Hastalık."
"Kız evlâtlar, ana-babası için hayır hasenâttırlar. Oğlanlar ise, nîmet-tirler. Hasenât sâhibi olanlar sevâb kazanır. Nîmetlerden ise hesâba çekilir, suâl sorulur."
"Bir kimse, kusûr, günah işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı za-man pişmanlık duyup kötü işlerinden vaz geçmese ve tenhâ bir yerde olduğu zaman Allahü Teâlâdan korkmazsa, onda hayır yoktur."
"Üç şey vardır ki, müslümanları çok azîz şerefli eder:
1.Kendisine zulüm edeni affetmek.
2.Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak.
3.Kendisini aramayanları arayıp hâllerini sormak."
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Allahü Teâlânın hidâyete kavuşturduğunu kimse saptıramaz. Allahü Teâlânın hidâyet vermediğini, kimse hidâyete erdiremez. Sözlerin en iyisi, Allahü Teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi, dalâlettir, sapıklıktır."
"İlim, hazînedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahü Teâlâ size merhamet etsin. İlim öğrenmekte dört kişiye sevâp vardır. Talebeye, hocaya, dinleyenlere ve onlara yardım edenlere."
Rivâyet ettiği hadîs-i kudsî:
"Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'aya girmiş olur. Kal'ama giren de azâbımdan kurtulur."
İmâm Ahmed bin Hanbel Hazretleri Müsned'inde buyuruyor ki: Cebrâilin Allahü Teâlâ'dan naklen, Peygamber efendimize; "Lâ ilâhe il-lallah hısnî, men kâlehâ, dehale hısnî ve men dehale hısnî, emine min azâbî" şeklindeki duâyı her kim rivâyet edenlerin ismiyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ bulur.
YAŞADIĞI DEVRİN BAZI HUSUSİYETLERİ
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri siyâsetten tamamen uzaklaşmış, Medîne'de ilimle meşgûl olmuş ve bu şekilde Emevîlerin baskılarından kurtulabilmiştir. Abbâsîler devrinde de siyasî-idâri tutum açısından önemli bir değişikliğin olmadığını görerek kendisini ilme vakfetmiştir. Bilhassa amcazadeleri Muhammed en-Nefsüzzekiyye ile İbrâhim bin Abdullah'ın H.145 (M.762) yılındaki isyanlarına muhalefet etmiş, onlara, başarılı olamayıp öldürülebileceklerini söylemiştir. Rivayetleri Buhâri'nin el-Câmi'us-sahîh'i dışında Kütüb-i Sitte'de yer almıştır.
Buhârî'nin bu eserinde İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri'nden rivayette bulunmaması, onun hadis konusunda zayıf oluşu yüzünden değil meclisine girip çıkan bazı kimselerin kendisinin söylemediği münker ve mevzû hadisleri ona isnat etmeleri sebebiyledir.
İnsanların din konusunda bilmeleri zaruri olan başlıca hususlar: Allah'ı kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olarak tanımak, O'nun nimetlerini ve O'na karşı yapılması gereken vazifeleri bilmek, küfür ve dinden dönmeye sebep olacak şeylere vâkıf olmak şeklinde gösteren İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretlerine göre Allah hiç bir şeye benzemez, hiçbir şey de O'na benzemez. Allah kulların tasavvur ettiği her türlü hayal ve vehmin ötesindedir, gözler O'nu idrak edemez.
İnsanların kendi istekleri ile yaptıkları fiillerin kendilerine nisbet edi-leceğini, fiillerin hayır veya şer olmasından dolayı mükâfat ve ceza gö-receklerini belirten İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri, kıyamet gü-nünde Allahın bütün mahlukatı toplayacağını, onları emirlerini yerine getirmemekten dolayı mesul tutacağını, iradeleri dışında maruz kaldıları şeylerden dolayı ise sorumlu tutmayacağını söylemiştir.
Büyük günah işleyen kimsenin durumu hakkında ona nisbet edilen görüş, günahkâr müminin günahı miktarınca azap gördükten sonra ce-hennemden çıkıp cennete gireceği şeklindedir. Ona göre büyük günahlar: Şirk, Allahın rahmetinden ümid kesmek, ebeveyne itaatsizlik, adam öldürmek, namuslu kadınlara zina isnadında bulunmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, yalan yere yemin etmek, faiz, zina, hıyanet, zekât vermemek, yalancı şahitlik, içki içmek, namazı terketmek, ahdi bozmak, akrabalık münasebetini kesmek, yalan söylemek, Allah'a karşı nankörlük, ölçü ve tartıda hile yapmak, livâta ve bid'at olmak üzere yirmiyi aşkındır.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri rec'at, bedâ (İmamların yeniden dirilip yaşamaları), tenâsüh (Ruhların vücuttan vücuda geçmesi), gaybet (gözden kaybolmak), hulûl ve teşbih ile ilgili şia inancının esasını teşkil eden hususlardan tamamen uzaktır. Livata ve müt'a nikahı hakkında ona nisbet ettirilen sözler uydurma ve iftiradır.
İmam Ca'ferüs-Sâdık (k.s.) Hazretleri H.148 (M.765) senesi Recep ayının on beşinde Pazartesi günü Medine'de vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bâkî'de olup, babası ve dedesi yanındadır.
(Kaddesallâhü sirrahül aziz)
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
05. Bayezid-i Bestami (k.s.)
Evliyânın büyüklerinden, Silsile-i aliyye-i Nakşıbendiyyenin beşinci halkasıdır.
Sultân-ül Ârifîn lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd'dir. (Bâyezîd şeklinde de telaffuz olunur.) İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ'dır.
Mîlâdî 776 (H.160) veya 803 (H. 188) de İran'da Hazar denizi kenarında Bestâm'da doğdu. Zât-ı Âli Kadrleri büyük evliyadan olup, tarikatın imamı ve hakîkatın pîri ve şerîat yolunun yolcusu, ehl-i sünnet vel-cemâat ve hanefiyyü'l-mezheb idiler.
Ana karnında iken bile harikuladelikleri vardı. Annesi şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.
ÇOCUKKEN VERDİĞİ CEVAPLAR
Çocukken birgün cami avlusunda oynuyordu. Oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî kendisini görüp;
—"Bu çocuk büyüyünce zamânın en büyük velisi olacak." buyurdu.
Yine bir gün hadîs âlimlerinden bir zât onu görünce çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu:
—"Güzel çocuk, namaz kılmasını güzelce biliyor musun?" Bâyezîd-i Bestâmî de ona;
—"Evet Allah dilerse becerebiliyorum." cevâbını verince;
—"Nasıl?" diye sordu. Bâyezîd-i Bestâmî de;
—"Buyur yâ Rabbî! diyerek emrini yerine getirmek üzere tekbir alı-yor, Kurân-ı kerîmi tâne tâne okuyor, tâzim ile rükûya varıyor, tevâzu ile secde ediyor, vedâlaşarak selâm veriyorum." deyince, o zât hayran kaldı:
—"Ey sevgili ve zekî çocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Bâyezîd-i Bestâmî de; "
—"Onlar beni değil, Allahü Teâlânın beni süslediği o güzelliği mes-hediyorlar. Bana âit olmayan bir şeyi dokunmalarına nasıl mani olabili-rim?" cevâbını verdi.
Küçük yaşta iken annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd haz-retleri, büyük bir dikkatle derslere devâm ediyordu. Burgün Kurân-ı kerîm okumak için gittiği mektepte, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman sûresi:14) tesiri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevap verdi:
—"Bir ayet-i kerîme gördüm. Allahü Teâlâ o âyet-i kerîmede kendi-sine ve sana hizmet ve itâat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü Teâlâya duâ et, sana hizmet ve itâat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü Teâlâya ibâdet ile meşgûl olayım." dedi. Annesi;
—"Seni Allahü Teâlâya emânet ettim. Kendini O'na ver." dedi. Bundan sonra Bâyezîd, Kendini Allahü Teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü Teâlânın emri de böyle idi.
ANNESİNİN ARZUSUNA DİKKATİ
Elinde olmadan iki sefer annesinin arzusunu yerine getiremedi. Bu husûsu büyük pişmanlık içinde şöyle anlatır:
—"Hayâtımda yalnız iki defa annemin arzusunu yerine getiremedim. Her defâsında mutlaka bana zararı dokundu. Birincide düştüm burnum ezildi. İkincisinde ayağım kaydı düştüm, omuzumdaki su testisi kırıldı.
Hâdise şöyle cereyan etmişti: Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bestâmî hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu.Buzlarla kaplı testi ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar uykuya dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve:
— "Su, su!" diye mırıldandı. Bâyezîd elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuğun tesiri ile eli donmuş, parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gö-ren annesi;
—"Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da, elinde bekletiyorsun?" dedi. Bâyezîd-i Bestâmî;
—"Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyordum." dedi. Bunun üzerine annesi;
—"Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!" diye cânu gö-nülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü Teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsân etti.
Gençlik yıllarında yaptığı bâzı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu du-rumu zaman zaman annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilme-sinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı:
—"Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yüzümden haramdan bir şey aldın mı? İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu bilmiyorum." derdi. Annesi uzun bir müddet dü-şündükten sonra;
—"Evlâdım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü sustu-ramadım. Seni susturmak için ocağın üstünde pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın parmağımı batırıp ağzına koydum." dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı ibâdetlerden zevk almaya başladı.
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri Üveysî idi. Yani İmâm Câfer-i Sâdık'ın vefâtından kırk yıl sonra doğduğu hâlde İmâm Ali Rızâ'nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden istifâde ederek mânevî mertebelere ulaştı. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, İmam Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr oldu.
(Bazı tarihçiler Bâyezid-i Bestâmi'nin (k.s.) (136) Hicrî yılında dün-yaya geldiğini ve Câferü's-Sâdık (r.a.) hazretlerinin de (148) yılında irtihal buyurduklarını yazarlar. Buna göre Bâyezid-i Bestâmî hazretleri (12) yaşında iken, Câferü's-Sâdık (r.a.)'den feyz almakla şereflenmiş oluyor.)
Otuz sene Şam civârında bulunup, yüz on üç âlimden ilim öğrendi. Aşk-ı İlâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fâdıl ve edîp idi. Şiirleri meşhûrdur.
HOCASINI SON DERECE DİKKATLİ DİNLERDİ
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, hocalarından birinin huzûrunda iken hocası;
—"Şu rafdaki kitabı getir." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?" dedi. Hocası;
—"Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum." deyince, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe ri-âyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim." diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında çok memnun oldu. Ve,
—"Mâdem ki durum böyle; senin işin tamamdır. Artık memleketin Bestam'a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin." diyerek icazet verdi.
BU DERECEYE NASIL KAVUŞTU
Bu dereceye nasıl kavuştun dediklerinde şöyle anlattı:
—"Çocukken bir hal oldu. Öyle bir şey gördüm ki, onsekizbin âlem o huzurun yanında bir zerre gibi göründü. Aklım başımdan gitti. Büyük bir hal kapladı. Ya Rabbi! bu dergâh bu kadar büyük ve bu kadar boş, oradaki işler, haller o kadar güzel ve orası o kadar yalnız, dedim. Gizli bir ses duydum;
—"Dergâh boş değil. Kimse buraya gelemiyor. Her yüzü yıkanmamışın buraya girmesini istemiyorum" buyurdu. Bütün insanları çağırmayı bir an düşündün. Fakat hemen Peygamberimizin (s.a.v.) şefâat makamına edepli olmak aklıma geldi. Yine bir ses duydum;
— "Bu bir edebi gözetmen ile, ismini büyük eyledik. Kıyamete kadar sana, (Sultânü'l-Arifin Bâyezid) derler." diyordu.
MÜRŞİDİM BİR KADINDIR
Bir gün Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine;
— "Mürşidin, kimdir?" diye sordular. O da;
—"Bir kadın." dedi.
—"Bu nasıl olur?" dediler. Cevâbında şöyle buyurdu:
—"Bir gün Allahü Teâlânın sevgisi ile, kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, ta-şımam için bana ricâda bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işaret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcûp oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için;
—"Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin." dedim. Kadın;
—"Zâlim Bâyezîd-i gördüm diyeceğim." dedi. Ben hayretle;
—"Neden?" diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi:
— "Allahü Teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı halde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sâhibi desinler diye yapmış isen çok fena." dedi. Bunun üzerine çok ağlayıp istiğfar ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydâna gelse, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlüllah, Nûh Neciyullah, İbrâhim Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah" yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarının, Allahü Teâlâ tarafından tasdîk olunduğunu anlıyordum.
TAM BİR HAK AŞIĞI İDİ
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, Allahü Teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiç bir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; "Yavrum ismin nedir?" diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki;
—"Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defâsında ismimi sormanızın hikmetini anlı-yamadım." Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Evlâdım, kusura bakma. Her defâsında ismini soruyorum. Allahü Teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki. O'ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca yine unutuyorum. Sen hiç üzülme." buyurup talebesinin gönlünü aldı. O tam bir Hak aşığı ve tam bir istiğrak halinde idi.
"BİZ KERAMET İŞİNİ ÇOBANA HAVALE ETTİK"
Şeyh Attar (k.s.) Tezkiretü'l-Evliya isimli kitabında buyurmuşlardır ki: "Yusuf Behûrânî isminde bir kimse, imtihan kasdı ile keramet taleb ederek huzur-u Bâyezid'e gelir. Hazreti Şeyh de:
—"Biz keramet ve hârikalarımızı O'na havale ettik var O'na git" di-yerek müridlerinden, Şeyh Ebû Saîd Râî hazretlerine gönderir. Bu işaret üzerine O zat Şeyh Ebû Saîd Râî hazretlerinin yanına vardığı zaman, Onu Sahrada namaz kılar vaziyette bulur. Diğer tarafta da Şeyhin koyunlarına kurtların bekçilik ve çobanlık yaptığını görür. Şeyh namazı bitirdiği zaman Yusuf Behûrânî kendilerinden taze üzüm ister. Şeyh Râî hazretleri de der-hal elinde bulunan asasını iki parça edip, bir parçasını kendi tarafında diğer parçasını o kimse tarafında yere diker. Hemen Allahü Teâlâ'nın hikmeti ki, o parçaların her biri asma haline gelerek taze üzüm verir. Fakat Şeyh Râî tarafında olan beyaz, Yusuf Behûrânî tarafında olan siyah renkli olarak zuhur eder. O zat, renklerin niçin değişik olduğunu sorar. Şeyh Râî hazretleri:
—"Ben Cenabı Hak'dan alâ tarîkı'l-yakîn istedim, sen alâ tarikı'l-im-tihan istedin, binaenaleyh her şeyin rengi kendi halinde olmak tabiîdir." cevabını verirler. Sonra o kimseye bir kilim vererek iyice muhafaza etmesini tenbih eder. O da kilimi alıp hacca gider. Arafat'da o kilim kaybolur. Hac'dan sonra Bestam'a döndüğünde kilimi Şeyh Râî'nin önünde bulur. bunun üzerine Hazreti Bâyezid gibi büyük bir zatdan kerâmet taleb ettiğine canu dilden nedâmet duyar, tevbe ve istiğfarla O da Hz. Bâyezid'in müridleri arasına dahil olur.
Hazreti Bâyezid (k.s.) fevkalâde âlim ve fâzıl olduğu gibi, şiir söyle-mek kabiliyeti de var idi.
SÜNNETE UYMAYANDAN VELİ OLMAZ
Bir gün yakınları kendisine;
—"Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sâhibi bir velîdir." dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu." buyurdular. Talebelerinden bâzıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bestâmî bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu:
—"Dînin hükümlerini yerine getirmekte, Sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf birisine, nasıl olur da kerâmet sâhibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü Teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir." buyurdu.
KUL HAKKI...
Bâyezîd-i Bestâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağanak hâlinde yağan yağmur, yolu çamur hâline getir-mişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek;
—"Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazını kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü Teâlânın huzurunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî;
—"Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca;
—"Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle;
—"Ne özrü?" diye sordu. O da;
—"Biraz önce duvarınızı çamurlu ayakkabılarımı temizlemek mak-sadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bana bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle;
—"Peki ama ne zararı var? Zaten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi. Mecûsî;
—"Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dininiz mi öğretti?" diye sorunca;
—"Evet, dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisse-lâm öğretti." dedi. Mecûsî;
—"O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
KARINCALARI İADE ETTİ
Hazreti Şeyh Bâyezid-i Bestâmî (k.s.) Mekke-i Mükerreme'den dö-nerlerken, Hemedan beldesine uğrayıp bir miktar tohum satın alırlar ve bir torbaya doldururlar. Bestam'a varıp eşyalarını indirerek tohum torbasını açtıkları zaman, bir kaç tane karınca görürler. Bunun üzerine:"Bu karıncaları kendi yuvalarından ayrı düşürmek insanlıkla bağdaşmaz" diyerek tekrar Hemedan'a dönüp o tohumu aldığı dükkâna bırakarak Bestam'a teşrif buyururlar.
ŞEYTAN NAMAZA KALDIRDI
Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerini, bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Sabahleyin namazını kazâ edip o kadar ağladı ve inledi ki, sonunda kendisine ilham olundu ve şöyle dendi:
—"Ey Bâyezîd, bu günâhını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı ihsan eyledim."
Aradan bir müddet geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve;
—"Kalk namazın geçmek üzeredir." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, Şeytan'a;
—"Ey mel'ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geç-mesini kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?" buyurunca, Şeytan şu cevabı verdi:
—"Birkaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebi ile çok ağlayıp inlediğin için affolunmuş idin ve ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı almıştın. Bu gün, onu düşünerek sâdece vaktin namazının sevâbına kavuşasın da, yetmiş bin namaz sevâbına kavuşa-mayasın diye seni uyandırdım." dedi.
5 ON ŞEY
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
"Şu on şey beden üzerine farzdır:
1) Farzları noksansız yerine getirmek,
2) Haram kılınan şeylerden kaçınmak,
3) Allah için mütevâzî olmak,
4) Müslüman kardeşlerine eziyet etmekten sakınmak,
5) İyi ve kötü herkes için hayır isteyen olmak,
6) Allahü Teâlânın mağfiretini arzulamak,
7) Her işte ve her hâlükârda Allah rızasını gözetmek,
8) Öfkeyi, gurur ve taşkınlığı, zulüm ve haksızlığı, üzücü ölçüde mü-câdeleyi terketmek,
9) Kendi kendine nasîhatçi olmak,
10) Ölüme bilerek hazırlanmak."
Şu on şey bedeni korur:
1) Gözleri haramdan ve lüzumsuz şeylerden korumak,
2) Dili zikre alıştırmak ve bunu îtiyâd hâline getirmek,
3) Nefis muhâsebesi yapmak ve bu ölçü ile yaşamak.
4) İlim öğrenmek ve ve ilimle amel etmek.
5) Edep ve terbiyeyi her yerde ve herkese karşı muhâfaza etmek,
6) Bedeni, dünyânın faydasız işlerinden kurtarıp, dünyâ ve âhiret için faydalı işlerde kullanmak,
7) İnsanlarla bir müddet haşır-neşir olmamak, kalbi geliştirmek, düşünceyi berraklaştırmak, zekâyı işletmek için uzlete çekilmek,
8) Nefis ile kıyasıya mücâdele etmek,
9) Çokça ibâdet etmek,
10) Peygamber Efendimizin sünnetine uymak.
Şu on şey bedenin şerefidir:
1) Tevâzu içinde yumuşak huyluluk,
2) Hayâ ve edep,
3) İlim,
4) Haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak, gönül rahatlığı içerisinde ibâdetleri hatâsız yapmaya çalışmak, dünyâ şatafatına değer vermemek,
5) Her işte, atılan her adımda Allahü Teâlâdan korkmak,
6) Güzel ahlak,
7) Başa gelen belâ ve musîbetlere sabretmek
8) Halk ile iyi geçinme ve idâre etme çârelerini bilip yürütmek,
9) Öfkeye mâni olmak,
10) Dilenmemek.
Şu on şey insanın maddî ve mânevî yapısını tahrîb eder:
1) Terbiye azlığı,
2) Cehâlet çokluğu,
3) Halktan nîmet beklemek,
4) Şehvet azgınlığı, nefis kudurganlığı,
5) Baş olma sevdası,
6) Dünyâya lüzumundan fazla meyletmek,
7) Allahü Teâlâ katında nefs ile dostluk kurmak,
8) Çok yemek,
9) Çok uyumak,
10) Kalabalığa uymak.
On şey insanı aşağılık yapar:
1) Öfke ve hiddet,
2) Kin ve nefret,
3) Büyüklenme,
4) Zulüm ve haksızlık,
5) İnat yollu mücâdele,
6) Cimrilik,
7) Başkasına ezâ ve cefâ etmek,
8) Mümin kardeşine saygısızlık,
9) Kötü huy ve fenâ ahlâk,
10) İnsaf ölçülerini aşmak.
KABRİSTANLARDA ÇOK DOLAŞIRDI
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece yine kabristanda gezerken, gece bekçisi elindeki sopayla ona vurdu. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm." dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı. Bâyezîd hazretleri eve dönünce talebe-lerine sopanın fiyatını sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak, bir mikdar da tatlı ile berâber, o bekçiye gönderdi. Bir de mektup yazdı. Mektup şöyle idi:
—"Muhterem Bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebeb oldum. Gönderdiğim parayla kendine bir sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü Teâlânın selâmı üzerine olsun."
Bekçi mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla bir-likte birkaç bekçi daha hak yola girdi.
"HALİMİ GİZLESEM...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, hacca gitmek üzere yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyâsını o deveye yüklemişti. Birisi kendisine;
—"Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye fazla gelmez mi?" dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri;
—"Acaba yükü taşıyan deve midir? Dikkat et bakalım, devenin sır-tında yük var mı?" dedi. O kimse bu defa baktığında gördü ki, yük de-venin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini gizle-yemeyip;
—"Sübhânellah! Ne kadar acâib bir iş." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri:
—"Hâlimi gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi açık açık gös-tersem hayret ediyorsunuz, tâkat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?" buyurdu ve yoluna devâm etti. Ziyâretleri esnâsında manen kendisine, annesinin hizmetine gitmesi bildirildi. Bestâm'a giden bir kâfile ile hemen yola çıktı. Bestâm'a geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp, kendisini karşıladılar. Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle duâ ediyordu:
—"Yâ Rabbî! Benim garib oğlumu her kötülükten muhâfaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnûd eyle, Oğluma güzel hâller ve iyilikler ihsân buyur..." Bunun üzerine Sultan-ül-Ârifîn kapıyı çalıp izin istedi. Annesinin
—"Kim o?" suâline, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Senin garîb oğlun." cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve;
—"Senden ayrılık hasretiyle ağlaya ağlaya saçlarıma ak düştü, belim büküldü." dedi ve oğlu ile hasret giderdi.
DEMİRCİNİN KUTUPLUĞU
Bâyezid-i Bestâmî Hazretleri anlatıyor:
—Benim zamanımda binlerce velî vardı. Hepsi de, ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sahibi idi. Fakat asrın kutuplarından biri ümmî bir de-mirci idi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan de-mirciyi göreyim dedim, bir gün dükkâna gittim. Selâm verdim. Beni gö-rünce çocuklar gibi sevindi. Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü. Ve benden dua rica etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için makamından ha-bersizdi. Benden dua isteyince dedim ki,
—" Ben senin ayaklarından öpeyim de sen bana dua et!" O da şu cevabı verdi:
—"Benim sana dua etmemle içimdeki derd hafiflemez ki ."
—"Derdin nedir, söyle bir çare arayalım, deyince, tekrar şu cevabı verdi:
—"Acaba kıyamet gününde bunca insanın hali ne olur? bunu dü-şünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok." dedi.
Demirci bunu söyledi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimde bir nida duydum:
—"Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim, ümmetim, di-yenlerdendir." Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezer gibi oldum. Anladım ki, böyleleri, sevgili Peygamberimizin kalbine doğrudur ve onun hakikatına mazhardırlar. Demirciye sordum:
—"İnsanların azab çekmesinden sana ne?" Cevabı şöyle oldu:
—"Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğrulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azabını bana yükleseler de onları bağışlasalar ben saadete ererim ve derdimden kurtulurum.
Demircinin dükkânında saatlerce oturdum. Sohbet ettik. O, namazda okunmak için farz miktarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Onları öğrettim.
Ve ben, onun yanında kırk yıldır elde edemediğim manevi derecelere yükseldim. İçim feyz-i İlâhî ile doldu. O vakit büsbütün anladım ki, kutupluk sırrı başka bir mânâ imiş. O, faziletle, ilimle, ibadetle, elde edilen bir iş değil, sadece Allah vergisidir.
KANDİLİN IŞIĞI GÖRÜNMÜYOR
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere müsâfir oldular. Ev sâhibi, evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, yanında bulunanlara;
—"Bu kandilde bir gariblik görüyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor. Hikmeti nedir?" diye sordu. Ev sâhibi;
—" Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak için komşumuzdan emânet almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz." deyince, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, kandili söndürdü.
—"Hemen kandili sâhibine götürüp teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin." buyurdu. Ev sâhibi kandili alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"İşte şimdi ışığını görüyorum."
KARINCA DİRİLDİ
Bâyezîd-i Bestâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi olunca, çok pişman olup üzüldü. Ölü karıncayı avcuna alıp, şefkat, mer-hamet ve hüzün ve kırık kalbi ile karıncaya üfledi. Hemen, Allahü Teâlânın izni ile karınca canlanıp yürümeye başladı.
YAPTIKLARIMI YAPMADIKÇA
Bir gün yolda yürürken, bir gencin kendisini takib ettiğini farketti. O gence doğru dönüp:
—"Niçin beni tâkip ediyorsun, istediğin nedir?" dedi. Genç, edeple;
—"Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım." dedi. Buyurdu ki:
—"Benim yaptıklarımı yapmadıkça, benim derimin içine girsen isti-fâde edemezsin. Bu, Allahü Teâlânın bir lütfudur." buyurdu.
45 HAC BİR EKMEĞE
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona;
—"Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ Kur'anı Kerimi hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa;
—"Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?" diye sordu. Bir adam başını kaldırıp;
—"Ben alırım." dedi ve ekmeği uzattı. Bâyezîd-i Bestâmî aldığı ek-meği orada bulunan bir köpeğin önüne attı.
RAHİPLERLE KONUŞMASI
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri sonra hac işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına (Anadoluya) doğru yola çıktı. Günlerce gittikten sonra bir Râhip ile karşılaştı. Râhip, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin elini tutup, evine müsâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü Teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı. Bu hal bir ay devam etti. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, daha sonra nefsine dönerek;
—"Ey nefs! Seni kırmak istiyorum, fakat sen o kadar kötüsün ki kırıl-mıyorsun." dediği sırada râhip içeri girdi ve;
—"İsmin nedir?" diye sordu. O da;
—"Bâyezîd!" cevâbını verdi. Râhip;
—"Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh'in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu sözler Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'ne çok ağır geldi. Bunun üzerine evi terketmek isterken râhip;
—"Bizim burada kırk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün kalmaya râzı oldu. Kırkıncı gün geldiğinde râhip odaya girerek; "
—"Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, dışarı çıkmak için hazırlandı. Fakat râhip ona;
—"Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına gireceksiniz? Bu yüzden üzerinizdeki elbiseyi çıkarıp, şu din adamı elbiselerini giy ve boynuna da İncil'i as!" dedi. Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği elbiseleri giydi. Râhiplerin arasına katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerle-dikten sonra râhiplerin en büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı sorulduğunda;
—"Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!" diye cevap verdi. Halk ve râhipler galeyâna gelerek;
—"Onu göster parçalayalım." diye bağırıştılar. Başrâhip;
—"Hayır, yemin ederim ki söyleyemem, ancak ona dokunmayacağı-nıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim." dedi. Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler. Başrâhip;
—"Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster." diye seslenince, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, ayağa kalktı. Başrâhip;
—"Adın ne?" diye sordu.
—"Bâyezîd!" cevâbını verdi.
—"Tahsil gördünmü?" diye sorunca;
—"Rabbim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum." dedi. Bunun üzerine râhip;
—"O halde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?"
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, baş râhibe;
—"Beni iyi dinle! İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allahü teâlâdır. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talaktır (boşamadır). Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kurân-ı Kerîmdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş'ı taşıyacak sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır."dedi. Râhip tebessüm ederek;
—"Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri;
—"Îsâ peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kavmi hava ile helâk edildi." diye cevap verdi. Râhip;
—"Doğru söyledin. Ağaçtan kim yaratıldı, ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helâk oldu?" diye sorunca;
—"Mûsâ aleyhisselâm'ın asâsı ağaçtan yaratıldı, Nûh aleyhisselâm ağaç içinde (gemide) korundu, Zekeriyyâ aleyhisselâm ise ağaç içinde testere ile biçilip helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip tekrar;
—"Doğru söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?" diye sordu. O da;
—"İblis ateşten yaratıldı. İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû cehil ateş ile helâk oldu." dedi. Râhip tekrar;
—"Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?" dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri;
—"Sâlih peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helâk edildi." Cevâbını verdi. Râhip;
—"Doğru söyledin. Âlimler, cennet'te dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
—"Evet vardır. İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlı-dır." cevâbını verdi. Râhip yine;
—"Doğru söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?" diye sorunca;
—"Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur." cevâbını verdi. Râhip;
—"Doğru söyledin. Cennet'te Tûbâ ağacı vardır. Cennet'te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dün-yâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
—"Evet vardır. Güneş sabahleyin doğunca böyle değilmidir?" cevâ-bını verdi. Râhip;
—"Doğru söyledin. Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır. On iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır. Bu ağaç nedir?" deyince:
—"Ağaç bir yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder." cevâbını verdi. Son olarak Râhip şöyle sordu;
—"Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavâf yapmış ve ma-kâmlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?" Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Nûh peygamberin gemisidir." Dedikten sonra, râhibe;
—"Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onları cevaplandırmaya çalış-tık. Müsâde ederseniz benim de sorularım var. Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım. O da şudur: Cennet'in anahtarı nerededir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?"
Râhip sustu ve cevap vermekten kaçındı. Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve;
—"Ey büyüğümüz, mağlup mu oluyorsunuz?" dediler. O da;
"Hayır mağlup olmak istemiyorum." deyince;
—"Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun." dediklerinde;
—"Şâyet cevap verirsem benim cevâbıma katılır mısınız?" dedi. Bunun üzerine hepsi birden
—"Katılırız" diye söz verdiler. Râhip;
—"Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet'in anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı olan ibâre; Lâ İlâhe İllallâh Muhammedün Rasûlullahdır." deyip müslüman oldu. Diğer râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip müslüman oldular. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri de onların yanında bir müddet kalıp islâmiyeti öğretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.
UÇTUĞUNU GÖREN...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine, bir kimse gelip:
—"Efendim, ben Taberistan'da idim. Bir zâtın cenâze namazını kılı-yorduk. Siz de orada idiniz, cenâze namazından sonra Hızır aleyhisse-lâm'ın elinden tuttunuz. Sonra sizin havada uçtuğunuzu gördüm." dedi. Sultân-ül-Ârifîn ona;
—"Doğru söylüyorsun." buyurdu.
NEFS TERBİYE OLMADIKÇA...
Bâyezîd-i Bestâmî'ye bir gün bir kimse gelip;
—"Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki îtikâdım da düzgündür." dedi. Sultân-ül-Ârifîn;
—"Sen bu hâlde üç yüz sene daha devâm etsen bir şeye kavuşa-mazsın. Çünkü nefs engelin var." buyurdu. O kimse;
—"Efendim! Bunun bir çâresi yok mu?" diye sordu. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri:
—"Var ama sen kabûl etmezsin." buyurdu. O kimse isrâr edip;
—"Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım." dedi. Sultân-ül-Ârifîn buyurdu ki:
—"Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni iyi tanı-yanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, "Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum" de."
O kimse bunları duyunca;
—"Lâ İlâhe İllallâh. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz." dedi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; "Sen bunları kabûl etmezsin!" diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir." buyurdu.
KOMŞU HAKKINA RİAYETİN NETİCESİ
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin mecûsî bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini ay-dınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Sultan-ül-Ârifîn her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu halde;
—"O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir." dedi ve hemen Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin huzûruna gidip müslüman oldu.
BÜTÜN İNSANLARA ŞEFAAT
Bir gün sohbetinde bulunanlara;
—"Kalkınız, Allahü teâlânın velî kullarından birini karşılamaya çıka-lım." buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhim bin Şeybe-i Hirevî ile karşılaştılar. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri ona;
—"Hatırıma, seni karşılamak ve Allah katında sana şefâat etmek geldi." buyurdu. O'da,
—"Efendim siz bütün mahlûkâta şefâat etseniz yine fazla sayılmaz." dedi.
DELİNİN NASİHATİ
Bâyezîd-i Bestâmî bir gün talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir tımarhânenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada de-lilerin tedâvileri için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp;
—"Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?" diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delilerden biri, Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin teveccühü ile şöyle dedi:
—"O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istiğfâr yaprağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyla iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra Aşkullah ateşinde pişirip, Muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir."
NEFSİN PİSLİĞİ HER PİSLİKTEN
DAHA PİSTİR
Bâyezîd-i Bestâmî bir gün yolda giderken yanından geçen bir köpeği gördü. Köpeğe değip necâset bulaşmasın diye eteklerini topladı. O anda köpek dile gelip, şöyle dedi;
—"Benden sana bulaşacak kir, üç defâ yıkamakla temiz olur. Ama senin nefsindeki kibir kiri yedi deryâda yıkansa temiz olmaz." Bunun üzerine Bâyezîd-i Bestâmî, köpeğe;
—"Senin dışın pis, benim ise içim. Gel berâber olalım da belki birbi-rimize faydamız olur." dedi. Köpek de;
—"Sen benimle yoldaş ve arkadaş olamazsın. Zîrâ halk beni horlar, sana tâzim eder. Beni gören taşlar, seni gören ise iltifâta başlar ve "Ârifler sultânına selâm olsun!" der. Benim yarına yiyecek bir kemiğim bile yok, ama senin bir ambar buğdayın var." cevâbını verdi. Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, bu cevaptan kederlendi. Bir köpeğin yol arkadaşı olmaya bile lâyık değilim, diye üzüldü.
TAKAT GETİREMEDİ
Ebû Türâb Nahşebî'nin bir talebesi vardı. Allahü Teâlâya olan mu-habbetinin çokluğundan, her gün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bir gün hocası, kendisine;
—"Sen Bâyezîd-i görsen daha çok derecelere kavuşurdun." dedi ve o talebe ile beraber Bâyezîd'in yanına geldiler. Bâyezîd-i Bestâmî ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp vefât etti. Bunun üzerine Ebû Türâb Nahşebî dedi ki:
—"Yâ Bâyezîd, bu talebe öyle idi ki, Allahü Teâlânın aşkı ile kendi-sinde bâzı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defâ görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?" Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun müşâhedesi, kalb gözü ile görmez kendi makâmı kadar idi. Beni gördüğü anda, müşâhedesi benim makâmım kadar oldu. Lâkin o kimse buna tâkat getiremeyip can verdi."
MAHVİYYET DERECESİ...
Bir gece bâzı kimseler Hazret-i Bâyezîd'in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda bütün kalbiyle "Allah" dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi sorulduğunda;
—"Sen kim oluyorsun? Senin haddine mi düştü ki ismimi ağzına alı-yorsun? Şeklinde bir nidâ gelir diye çok korktum da onun için bayılmı-şım." buyurdu.
..........
Bâyezîd-i Bestâmî namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir mikdâr durur ve ağlardı. Sebebini soranlara;
—"Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum." dedi.
NEFSE CEZA
Bâyezîd-i Bestâmî'ye;
—"Nefsine verdiğin en hafif cezâ nedir?" diye sordular. Cevâbında;
—"Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl hiç su içmedim." buyurdu.
YAĞMUR DUASI
Bir gün bâzı kimseler, Bâyezîd'in huzûruna gelip yağmur yağması için duâ etmesini taleb etmişlerdi. Bâyezîd mübârek başını eğip, bir mikdar duâ ettikten sonra;
— "Gidiniz, damlarınızın oluklarını kontrol ediniz." buyurdu. Ondan sonra 24 saat durmadan yağmur yağdı.
ACZİYYET...
Bir defâsında Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'nin kalbine şöyle il-hâm olundu:
—"Ey Bâyezîd! Hazînelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın." Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri,
—"Yâ Rabbi! Hazînende bulunmayan şey nedir?" dedi. Kalbime il-hâm olundu ki:
—"Âcizlik, zavallılık, çâresizlik, zillet ve ihtiyaç."
Mİ'RÂCI...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, bir defâsında şöyle anlattı:
—Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cennet'i Cehennem'i gös-terdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü Teâlâyı düşünüyordum. Nice makâmlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyet ağacını gördüm. Sonra;
—"Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar." diye yalvardım. Bana bildirildi ki:
—" Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. O'nun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. O'nun bildirdiği hükümlere uymaya devâm et.
BU DERECEYE NASIL ULAŞTIN?
Kendisine:
—"Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki:
—"Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle." buyurdu.
PEYGAMBERİ ANLAMAK
Bir gün Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri'ne; "
—Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki;
—"Biz onlar hakkında bir şey söyleyemeyiz ve onları anlayamayız. Hallerini anlamaktan âciziz. Onlar, bizim anlayabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, Büyük velîleri ne kadar anlayabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler."
BİN CENNET KÖŞKÜNDEN
DAHA FAZLA...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, yanında bulunanlara;
—"Allahü Teâlâ, kendilerinden râzı olduğu kimseleri Cennet'ine ko-yuyor değil mi?" diye sordu. Onlar;
—"Evet efendim, öyledir." diye cevap verdiler. Bunun üzerine;
—"Bir kimse, Allahü Teâlânın rızâsına kavuştuktan sonra, bir anlık duyduğu zevk ve saâdet, Cennet'teki bin köşkten daha fazladır." bu-yurdular.
İMAMIN ARKASINDA NAMAZ KILDI...
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, bir defâsında bir imâmın arka-sında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm kendisine:
— "Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?" dedi. Hazret-i Bâyezîd bunu duyunca;
—"Ben hemen namazımı iade edeyim. Zîrâ rızıkları kimin verdiğini bilmeyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise câiz değildir." buyurdu.
AKSİ DE OLABİLİRDİ...
Bâyezîd-i Bestâmî bir gün talebeleri ile birlikte, gâyet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hazret-i Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi;
—"İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstâdımız, Sultân-ül-Ârifîndir. Hem de etrâfındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık tale-beleridir. Bütün bunlara rağmen, üstâdımız bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acaba nedir?" Bunun üzerine Bâyezîd buyurdu ki:
—"Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki: Sana Sultân-ül-Ârifîn hil'atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi." Bunun üzerine ben ona yol verdim."
MÜCADELE YILLARI
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"On iki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet, nefsin arzularını yapmamak körüğünde, mücâhede, nefsin istemediği şeyleri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi, yerme, kötüleme örsünde, kınama, ayıplama çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâat-larla bu aynayı cilâlayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Netîcede aynada gördüm ki, belimde, gurur, riyâ, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalb hastalıklarından meydana gelen bir zünnâr bulunuyor. Bu zünnârı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden hakîki müslüman oldum.
Ömrüm boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, nama-zımı lâyıkıyla kılabilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O'na lâyık olarak bulmuyorum. Nihâyet Allahü teâlâya şöyle yalvardım:
—"Yâ Rabbî! Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd'e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle."
Bir zaman;
—"Artık ben zamânın en büyük evliyâsıyım." Düşüncesi kalbime geldi. Hemen buna pişman olup gönlüm hüzünle doldu. Şaşkınlık içeri-sinde Horasan yolunu tuttum. Bir müddet gittikten sonra;
—"Allahü teâlâ beni, kendime getirecek birini bana gönderinceye kadar buradan ayrılmayacağım." diye niyet ettim ve orada üç gün bek-ledim. Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen biri geldi.
—"Nereden geliyorsun?" dedim. "Sen niyet ettiğin zaman üç bin fersah uzakta idim. Oradan geliyorum. Kalbini koru. "Zamânın en büyüğü benim." gibi düşünceleri hatırına getirme!" dedi ve kayboldu.
Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım.
—"Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur." diye ilhâm olundu. Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; "Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü Teâlâya kavuşmak için yol isteyen kimselere;
—"Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırk bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Aslâ izin alamazsınız." diye bildirdi.
ARŞI BAŞI ÜSTÜNDE TAŞIDI
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, vefât ederken, kendisini seven-lerden Ebû Mûsa ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rüyasında; "Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu." Bu rüyâya çok hayret edip, hikmetini anlayamadı ve bunu Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerine sormak için yola düştü. Yolda, Bâyezîd-i Bestâmî'nin vefât ettiğini haber aldı. Bestâm'a geldiğinde cenâze merâsimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. "Gördüğüm rüyâyı unutmuş vaziyette, Hazret-i Bâyezîd'in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşı-yanlar arasından meşakkatle, sıkıntı ile geçip tabutun altına girdim ve tabuta başımı dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâp ettiğini duydum:
—"Ey Ebû Mûsa! İşte şu bulunduğun hâl akşamki gördüğün rüyânın tâbiridir."
SON SÖZLERİ
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, devamlı; "Allah!.. Allah!.." derdi. Vefâtı ânında yine "Allah!.. Allah!.."diyordu. Bir ara şöyle duâ etti:
—"Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet, tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devâm ediyor. Allah'ım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle." Bundan sonra, Zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti.
İrtihalleri hicret-i Celîle-i Nebeviyyenin 231 veya 232, İbn-i Halkan'ın rivayetine göre (Mîlâdî 875) 261 senesi Şaban-ı Şerîfin on beşinci günü (mayıs ayında) vaki olmuşdur. Kabri şerifleri Bestam'da bütün insanların ziyaretgâhıdır. Bestam İran hududları içinde Horasan bölgesindedir. (Kaddesellahu Sirrahûl Aziz)
(Hatay şehrinde de bir kabri vardır ki, makam olarak mı yoksa ger-çekten kabri olup olmadığı ehline malumdur.)
Ebu Yezid Tayfurü'l-Bestâmî (Kuddise sirruhu) Hazrelerinin Halifesi:
Şeyh Ammi-i Bestâmî idi. Varisi ise, Şeyh Ebul Haseni'l -Harkaanî Hazretleridir. (k.s.)
VEFATINDAN SONRA
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, vefat ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rüyâda görüp;
— "Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi?" diye sordu. Buyurdu ki:
—"Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki; "Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?" diyordu. "Ya Rabbî! Sana lâyık hiç bir amel ya-pamadım, ama şirk de getirmedim." dedim.
Hâzret-i Bâyezîd, vefat ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendi-sini rüyada görüp sordu.
—"Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi?" Cevâbında;
—"O iki mübârek melek gelip; "Rabbin kimdir?" diye sorunca, onlara dedim ki:
—"Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O'nu so-racağınıza, beni O'na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüzdefâ; "O, benim Rabbimdir." desem ne faydası olur?" buyurdu.
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretleri, vefât ettikten sonra, onun sâdık talebelerinden olan bir hanımefendi şöyle anlattı:
— "Kâbe-i Muazzama'yı tavâf ettikten sonra bir saat kadar tefekkür ettim. Bu sırada uykum geldi ve birazcık uyudum. Rüyâmda beni göğe çıkardılar. Allahü Teâlânın izni ve lütfu ile, Arş-ı âlânın altını gördüm. Çok güzel kokusu vardı. Nurdan yazılmış bir yazı gördüm "Bâyezîd Veliyyullâh" yazılı idi ve yazının eni ve boyu da görünmüyordu.
Velîler tâifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri buyuruyor ki:
—"Velîler arasında Bâyezîd-i Bestâmî'nin yeri, melekler arasında Cebrâil'in yeri gibidir."
Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) Hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr, ilâhî aşk ile kendinden geçme hâli denilen bir hâlin kendisini kapladığı bir an, içinde bulunduğu durumu, müşâhede ettikleri şeyleri anlatmak için "Sübhânî" demiştir. Bu sözü bâzı kimseler anlıyamamış, Bâyezîd Hazretlerinin şânına uygun olmayan sözler sar-fetmişlerdir. Halbukî bu sözü İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, birinci cild 43'üncü mektubunda şöyle açıklamaktadır: "Hallâc-ı Mensûr'un "Enelhak" ve Bâyezîd-i Bestâmî'nin "Sübhânî" sözünü tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle dîne uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde, Allahü Tealâdan başka, hiç bir şeyi göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü Teâlâdan başka bir şey yoktur demek istemişlerdir. "Sübhânî" sözü, Hak Teâlâyı tenzihtir. Kendini tenzih değildir. Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Bir şeye hüküm veremez."
NASİHATLERİNDEN...
Talebelerine şöyle nasihât ederdi:
—"Müslüman kardeşinize saygılı olmanızdan daha kolay ne vardır? Onlara hürmet etmek, haklarını korumak ne güzel haslettir! Müslüman kardeşlerimize kin beslemek, onlara karşı saygısız olmak ne zararlı şeydir! Bu yol hiç kimseye fazîlet kapısını açmamış, hiç kimseyi başarıya ulaştırmamıştır."
—"Dilini, Allahü Teâlâ'nın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesâba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sâhibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.
—"Otuz sene mucâhede eyledim, nefsimin istediklerini yapmadım. İlimden ve ilme uymakdan daha zor bir şey bulamadım."
—"Gözlerini harama bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru."
—"Bir gece karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir, diyordu. Hemen toparlandım."
—"Allahü Teâlânın kendileri sebebiyle nefsimi cezâlandırdığı bütün şeyler üzerinde düşündüm. Onların en şiddetlisi olarak gafleti buldum. Allahü Teâlâdan bir an gâfil olmak (bir an unutmak) Cehennem ateşinden daha şiddetlidir."
—"Ey Allahım! Ey kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sâhibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki, Cehennem'i ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım."
—"Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sâhibi birisi olduğuna hüküm vermeyin. Hatâ edebilir-siniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve kerâmet sâhibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki hassâsiyetine, Peygamber efen-dimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîki is-lâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sâhibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sâhibidir, demek mümkün olmaz.
—"Ya Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?" diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, "Nefsini üç talakla boşa." diyordu.
—"Bu kadar zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım."
—"Günahlara bir defâ, tâatlere ise bin defâ tövbe etmek lâzımdır. Yâni yaptığı ibâdet ve tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günâhından bin kat daha fenâdır."
—"İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun, gaflet olduğunu anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle."
—Bütün âlemin yerine beni Cehennem'de yaksalar ve ben de sab-retsem, Allahü teâlâya muhabbeti dâvâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü Teâlâ da benim ve bütün âlemin günahını affetse, rahmetinden ve ihsânından bir şey eksilmiş olmaz."
—"Bir kimsenin, Allahü Teâlâya olan muhabbetinin hakîki olup ol-madığının alâmeti; "kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır."
—"Allahü Teâlânın nîmetleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman O'na şükretmek lâzımdır."
—"Bizim sözlerimiz kitap ve sünnettendir. Bu iki kaynaktan gücünü ve mânâsını almayan bir sözde değer yoktur."
—"Ârifin alâmeti nedir?" diye sorulduğunda; "Allahü Teâlâyı zikirde gevşeklik göstermemektir." buyurdu.
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
06. Ebu’l-Hasan Harkani (k.s.)
Silsilei Sâdâtı Nakşıbendiyei Aliyyenin altıncı halkasıdır.
İsm-i şerif-leri "Ali bin Câfer " dir. Künyesi Ebu'l Hasen'dir. İntisab ve irşadları Hazret-i Bâyezid'in rûhâniyet-i aliyyelerindendir.
Bestâm'ın bir kasabası olan Harkân'da dünyaya geldi. Uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. Hazret-i Ömer'e benzerdi. Mîlâdî1034 (H.425) senesinde Harkân'da vefât etti. Kabri Harkân'dadır.
Bâyezîd-i Bestâmî Hazretleri, her sene bir defâ, Dıhistan'da şehitlerin kabirlerinin bulunduğu Kumtepeyi ziyârete giderdi. Harkân'dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine;
—"Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz." diye sorduklarında, bu-yurdu ki;
—"Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birisinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebul Hasen'dır. O, zamânın kutbu olacaktır."
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Mesnevi'sinde ise şöyle anlatıyor:
Bâyezid-i Bestâmî, arkadaşları ile bir gün, açık havaya çıkmıştı. Yolda giderken, büyük bir hale kapıldı. Bu hali arttıkça arttı, arkadaşları onun bu halinden dehşete kapıldılar.
Kendine geldiği zaman, o halin sebebini sordular, şöyle anlattı:
—"Bana, Harkan tarafından acaip bir nefes gelmektedir. Resulüllah Efendimiz'e (s.a.v.) Yemen tarafından gelen nefese benziyor. Oradan, büyük velilerden birinin çıkacağını bu nefes bana haber veriyor.
O büyük velinin ismini sordular; şöyle anlattı:
—"Ebul Hasan'dır." Sonra onun halini, tavrını, şeklini, makamlarını, yolunu anlattı. Bu arada, makam itibarı ile, kendisinden daha büyük olacağını işaret etti.
Bâyezid-i Bestâmî'nin vefatından sonra, aradan seneler geçti.Harkan'dan biri geldi; Bâyezid-i Bestâmî'nin tekkesine girdi. Bâyezid-i Bestâmî'nin arkadaşları ona:
—"Adın nedir?" Diye sordukları zaman şöyle dedi:
—"Ebul Hasan Harkânî'dir."
Bunun üzerine onun şekline, haline, tavrına, sıfatına baktılar; tam Bâyezid-i Bestâmî'nın anlattığı gibi buldular. Hemen ona müjdeyi verdiler.
—"Şeyh Bâyezid-i Bestâmî, seni şöyle şöyle bildirmişti; sen de onun müridleri arasına gireceksin, mübârek kabrinden tarikat alacaksın."
Ebul Hasan Harkânî de ona şöyle dedi:
—"Ben de, Bâyezid-i Bestâmî'yi rüyada gördüm; anlattığınız durumu bana haber verdi.
Bundan sonra Bâyezid-i Bestâmî'nin türbesine gitti; ruhaniyetinden tarikat aldı.
Ve.. her sabah, Bâyezid-i Bestâmî'nin türbesine gitti; onun mübarek toprağına yüz sürdü. Sabah erkenden, onun türbesine gider, kuşluk vaktine kadar orada kalırdı; ondan ilim alırdı; ilâhî maarif bilgileri alırdı.
Belki de, Bâyezid-i Bestâmî'nin ruhaniyeti şekil alıp ona görünüyordu; belki de, ilham yollu ona bilgiler aktarıyordu.
Alıştığı gibi, yine bir gün Bâyezid-i Bestâmî'nin makamına gitti. Kış mevsimi idi; kar kapatmıştı. Kabrinin yerini tam tesbit edemedi; üzülüp döndü. Dönmüş gidiyordu ki, şöyle bir ses duydu.
—" Gel bana..Ben buradayım gel, sesleniyorum sana.."
Bundan sonra olan oldu; yüksek makamlara çıkmayı elde etti. Ondan sonra devamlı yükseliş kaydetti. Ve.. zamanının bir tanesi oldu;
Ebul Hasan Harkani'den tarikat alanlar arasında ileri gelen zatlar çoktur. Onlardan biri de, Şeyh 'ül İslam Abdullah Ahsari'dir. Abdullah Ahsârî şöyle demiştir:
—" Hadis ilminde, fıkıf ilminde, şeriatın diğer ilim dallarında hocam çoktur. Ancak, tarikatta şeyhim, şeyh Ebul Hasan Harkânî'dir. Eğer onu görmeseydim; Hakkı ve hakikati bilemezdim."
Ebu'l Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri Cenâb-ı Bâyezid'i manada gördüğünü ve irşada mazhar olduğunu hikaye etmiştir.
Oniki sene Harkân'dan Bestâm'a hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kur'ân-ı kerîmi hatm ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra;
— "Yâ Rabbî! Bâyezîd'e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklü-ğünün hakkı için, Ebü'l-Hasan kuluna da ihsân eyle!" diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiç bir zaman Bâyezîd'in türbesine arkasını dönmezdi.
On iki sene sonra, Allahü Teâlânın lütfu ile Bâyezîd'in rûhaniyetin-den istifâde edip olgunlaştı. Allahü Teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pek çok talebesi vardı.
Kerâmetleri pek çoktur. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
BENİ HATIRLAYIN
Onun kerametlerinden olmak üzre naklederler ki: Bir kâfile insan, Ebu'l Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri'nin huzuruna gelerek:
—" Yollar korkuludur, bize bir dua öğretiniz." diye istirhamda bulu-nurlar. Cenâb-ı Şeyh:
—"O vakit Ebü'l-Haseni hatırınıza getiriniz." buyururlar. Hz. Şeyhin bu hikmetli sözü onların hoşlarına gitmez. Yolda eşkiya zuhur ederek hepsinin mal ve metalarını alırlar. Yalnız Hazreti Şeyhi hatırına getiren bir kimsenin malına hiç zarar gelmez. Bu hale arkadaşları taaccüb edip sebebini sorarlar. O da:
—"Şeyh Ebü'l-Hasen'i hatırladım ve selâmette kaldım." cevabını verir.
Bunun izahını Ebu'l Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri şöyle yapar:
—"Evlatlarım! Günah kirleri ile dolu kimsenin dua ve niyazı Allah'a ulaşmaz. Siz dua ettiniz ulaşmadı. Bu arkadaşınız bana, ben de Allah'a yalvardım. İşte onun için o kurtuldu. Çünkü duası Allah'a ulaştı.
ÇEKİRGE BELASI
Vaktiyle Bestam şehrine bir çekirge sürüsü hücûm etti. Bütün ekinleri ve sebzeleri yediler. Halk, çekirgelerden ve bu musîbetten kurtulmaları için feryâd ederek, duâ ediyordu. Fakat bu musîbetten bir türlü kurtu-lamadılar. Halkın telâşını ve üzüntüsünü gören Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Ne oldu, bu halkın feryâdı nedir böyle?" diye sordu. Çekirge isti-lâsı bütün ekinlerin perişanlığını ve halkın bundan üzüntülü olduğunu söylediler. Bunun üzerine, ayağa kalkarak dama çıktı. Ve etrafa bir nazar etti. Çekirgeler toplanıp şehirden derhal uzaklaştılar. İkindi namazı vaktine kadar bir tek çekirge kalmadığı gibi, bütün ekinlerin yaprakları da eski hâline gelip, hiç ziyân olmadı.
GAZNELİ MAHMUD İLE
Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân'a Şeyh Ebu'l- Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince,
— "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı Iyâz'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı Iyâz'ın yanında Ebü'l-Hasan Harkânî'nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan Harkânî'ye;
— "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Ebü'l-Hasan, Sultân Mahmûd'a;
—"Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım." dedi. Soruya o ânda cevâp vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan Harkânî'ye;
—"Bâyezîd-i Bestâmî nasıl bir zât idi? diye sordu. Ebü'l-Hasan Harkânî:
—"Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavu-şurdu. Allahü Teâlâ'nın râzı olduğu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve;
—"Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi.
Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü Teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü Hazreti Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebu Bekr-i nis Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi." buyurdu.
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd;
—"Bana nasîhat ediniz." deyince Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü Teâlânın yarattıklarına şefkat göster." dedi. Sultan Mahmûd;
—"Bana duâ buyurun." deyince, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun." dedi. Bunun üzerine Sultan mahmûd, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri, Sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutmadı. Bunun üzerine Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız." dedi. Sultan, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin paraları almasını çok istediyse de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmûd giderken, Ebü'l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Manmûd;
— "Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkı-yorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir? diye sordu. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Buraya pâdişâhlık gururuyla beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıl-damaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum." dedi.
Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân'dan ayrıldı. Sevmenât'a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin hırkasını eline alıp;
—"Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kâfirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim." diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rüyâsında Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerini gördü. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri, Sultan Mahmûd'a;
—"Allahü Teâlâ'nın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin." buyurdu.
TERLİĞİ AĞRIYAN YERE SÜRDÜLER
Bir gün Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin bir talebesi çok has-talandı. Buna hiç bir tabîb çâre bulamadı. Talebe hastalığın ağrısına dayanamaz hâle gelmişti. Sonunda durumu Ebu'l-Hasen Harkânî'ye bil-dirdiler. Bunun üzerine Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri terliklerini vererek;
—"Bunları ağrıyan yere sürün." buyurdu. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin dediği gibi yaptıklarında, Allahü Teâlânın yardımıyla talebe iyileşti ve hiç bir rahatsızlığı kalmadı.
KUTBÜ ÂLEM
Talebelerinden biri, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinden;
—"Lübnan Dağına gidip Kutb-i âlemi görmek için bana izin ver." diye ricâda bulundu. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri izin verince, o talebe Lübnan dağına vardı. Orada, yüzleri kıbleye dönmüş hâlde oturan bir cemâat gördü. Önlerinde bir cenâze duruyordu. Fakat cenâze namazını kılmıyorlardı. Talebe dayanamıyarak;
—"Niçin cenâzenin namazını kılmıyorsunuz?" diye sordu. Oradakiler;
—"Kutb-i âlemin gelmesi lazımdır. Kutb-i âlem buraya her gün beş kere gelir ve imâmlık yapar." diye cevap verdiler. Talebe bunu duyunca çok sevindi ve beklemeye başladı. Bir süre sonra herkes ayağa kalktı. Kendi hocası Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri'nin geldiğini gördü. Bu durum onu dehşete düşürdü ve kendinden geçti. Tekrar kendine geldiğinde, namaz kılınmış ve cenâze defnedilmişti. Kutb-i âlem de git-mişti. Talebe orada bulunanlara;
—"Kutb-i âlem tekrar ne zaman gelir?" diye sorunca;
—"Önümüzdeki namaz vakti." diye cevap verdiler. Talebe onlara;
—"Ben onun talebesiyim. Ona karşı şöyle şöyle demiştim. Uzun sü-reden beri yollardayım. Ona durumumu arzedin de, beni berâberinde Harkân'a geri götürsün." diye yalvardı. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri, tekrar namaz kıldırmak için oraya geldiklerinde, talebe elini ona doğru uzattı ve tekrar bayıldı. Ayıldığı vakit, Rey şehrinin çarşısındaydı. Harkân'a hocasının yanına gidince, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri ona;
— "Gördüklerini kimseye anlatma. Çünkü, Allahü Teâlâdan bu dün-yâda beni halktan gizlemesini ve bir tâne ârif ve büyük bir zât hariç, hiçbir kimsenin görmemesini istedim. Öyle de oldu. O zât da Bâyezîd'-i Bestâmî'dir." buyurdu.
BİTMEYEN EKMEK
Bir gün Ebû Saîd, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin yanına büyük bir kalabalıkla ziyâret için gelmişti. Hizmetçi kadın, arpadan ya-pılmış bir kaç adet ekmeği, bir sepet içinde Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri'nin yanına getirdi. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri o kadına;
—" Şu ekmeklerin üzerine bir örtü ört ve oradan istediğin kadar ekmek çıkar." diye tenbih etti. Kadın denileni yaptı ve kalabalık bir halk topluluğuna, durmadan örtünün altından ekmek çıkardı. Fakat ekmekler bitmiyordu. Bir süre sonra kadın örtüyü kaldırınca, sepetin içinde hiçbir şey kalmadığı görüldü. Bunun üzerine Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Şâyet örtüyü kaldırmasaydın, kıyâmete kadar bunun altından ek-mek çıkarıp duracaklardı." buyurdu.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
Bir gece Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Bu gece falan sahrada savaş yapılıyor. Şu kadar kişi de yaralandı." buyurdu. Durumu araştırdıklarında, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin dediği gibi olduğu anlaşıldı. Aynı gece, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretlerinin oğlunun kafasını kesip, kapısının eşiğine attılar. Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri'nin hiç haberi olmadı. Kendisini inkâr eden hanımı;
—"O kimseye ne demeli, şu kadar mesâfe uzaklıkta cereyân eden bir olayı haber veriyor, ama oğlunun kafasını kesip kapısına attıkları hâlde, bundan haberi olmuyor?" deyince, Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri;
—"Evet dediğin doğrudur. Ama biz onu gördüğümüz vakit, aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlanı katlettikleri zaman ise, perde çekmişlerdi." dedi.
MÜBAREK SÖZLERİNDEN...
—"Hep sevindirici şeyleri arama; bazen seni üzecek şeyleri de ara ki, ağlayasın; göz yaşların görüle. Allah, ağlayanları sever.."
—"Bir kulun vesile ederek Cenâb-ı Hakk'ı bulmaya çalıştığı ne şey olursa olsun; o şeylerin en güzeli Kur'an'dır. Öyle ise, Cenâb-ı Hakk'ı Kur'an yolundan aramalısınız."
—"Peygamber'in varisi odur ki, hemen her hali ile ona uyar. Sayfaların yüzünü karartan onun varisi olamaz."
—"Benim için bir gün, kırk senedir. Cenâb-ı Hakk kalbime baktığı zaman, başkasını görmemeli. Orada Allah'tan başka bir şey olmamalı; sineme onun arzusu dışında bir şey yerleşmemeli..
Kırk yıldan beri, nefsim benden bir içimlik soğuk su ister; bir bardak kaymaksız süt ister. Şu ana kadar ben, ona bu imkanı vermedim."
—"Kalplerin nurlarında halkın bir işi yoktur. Yapılan işlerin en güzeli, yaratılmışın düşüncesi girmeyen iştir. Rızıkların en helâli, elde etmek için tüm gücüyle çalışıp elde ettiğindir. Arkadaşların en güzeli, Allah ile bir yaşaması olandır."
Ebul Hasan Harkânî Hazretlerine sordular:
— "Adı ile bilinenlerin en güzeli nedir?. Dediler ki:
—"Siz söyleyin, biz bilmeyiz" Şöyle dedi:
—"Devamlı Allah'ı anan kalbdir." Sofilikten sorulunca da şöyle dedi.:
—"Sofilik, seccade ile, yamalı giymekle, merasimle, törenle olmaz. Asıl sofilik, kalbde hiç bir fani varlık bırakmamaktır.."
—"Sofi odur ki, gündüz güneş istemeye, gece ay istemeye.. Yıldızlara da ihtiyacı olmaya..Tasavvuf efendiliği öyle bir yokluktur ki, onda vücûda ihtiyaç duyulmaz."
Ebul Hasan Harkânî Hazretlerine sordular:
—"Kul, ne zaman Cenâb-ı Hakk'tan gafil kalmaktan kurtulduğunu anlar?. Şöyle dedi:
—"O kul, Cenâb-ı Hakk'ı zikrettiği zaman, bu zikri bütün varlığı ile gerçekleştirir. Bu arada, bütün varlığı ile şunu da bilecektir ki: Cenâb-ı Hakk da onu zikretmektedir."
—" Fenadan, bekadan söz etmeye kimin hakkı var, kim lâyıktır?. diye sordular. Şu cevabı verdi:
—" Şu kimseye layık olur ki, yerle gök arasında ipekten bir telle bağlanıp asılmıştır. O, bu halde iken, şiddetli bir kasırga çıkar, ağaçları yerlerinden söker, dağları denizlere katar; onları doldurur. Bu hal içinde o kimsenin kılı bile kıpırdamaz, hiç bir şeyden korkmaz."
MÜBAREK SÖZLERİNDEN
İhlas ve riyâ nedir? diye sorduklarında; Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri buyurdular ki:
—"Allahü Teâlâ için yaptığın her şey ihlastır. Halk için yaptığın her şey de riyâdır."
Ebu'l-Hasen Harkânî (k.s.) Hazretleri buyurdular ki:
—"Nimetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır. Arkadaşların en iyisi, Allahü Teâlâ'yı hatırlatanıdır. Kalblerin en nurlusu içinde mal sevgisi ol-mayanıdır."
—"Dünyada âlimler ve âbidler (ibâdet edenler) çoktur. Ama akşam ve sabah Cenâb-ı Hakkın rızası üzerine bulunmak mühimdir."
—"Kalblerin en nurlusu; içinde Allahü Teâlâ'nın sevgisinden başka bir şey bulunmayandır. Amellerin en iyisi; riyâdan uzak olan yani ihlâs üzere olanıdır."
—"Siz Allahü Teâlâ'dan konuşurken, başka şeyden bahsedenle ar-kadaşlık etmeyiniz."
—"Cennet'te Tûbâ ağacının altında, Allahü Teâlâdan bîhaber (habersiz) olarak bulunmaktansa, dünyada bir diken ağacının altında, daima O'nu hatırlamayı daha çok arzu ederim."
—"Resûlullah Efendimizin varisi; O'nun işlerine uyan ve şerîatine tâbî olandır."
—"Ömrüme bakınca, yetmiş yıllık ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da, Nûh Aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm."
—"Dünya, peşinden koştuğun sürede senin pâdişahındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultan olursun."
—"Allahü Teâlâ nasıl senden vaktinden evvel namaz kılmanı istemi-yorsa, sen de O'ndan, vaktinden önce rızık isteme."
—"Ulemâ; "Biz Peygamberin vârisiyiz." diyor. Fakat Peygamberimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü O'nda olan şeylerin bazısı bizde de var. Resûlüllah Efendimiz fakirliği seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş bulunuyoruz. O cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hâinlik bilmezdi. Basîret sahibiydi. Halkın rehberiydi. Aç gözlü ve hırs sahibi değildi. Hayır ve şerri Allahü Teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan ve kandırma diye bir şey yoktu. Zamânın esiri değildi. İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı. İnsanların güvendiği şeye güvenmezdi. Hiç gu-rurlanmazdı. İşte bunlar evliyânın sıfatlarıdır. Resûlüllah Efendimiz, ucu bucağı bulunmayan bir umman idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkat şaşırır kalırdı. Sûfîlerin kervanı; Allahü Teâlâ, Resûlullah ve Eshabı Kiram sevgisinden ibarettir. Bu kervanda bulunan ve ruhları bunların ruhuyla kaynayan kimseye ne mutlu."
—"Yol ikidir: Biri hidâyet, öbürü dalâlet, (sapıklık) yoludur. Kuldan Allahü Teâlâya giden yol dalâlet yoludur. Allahü Teâlâdan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim hidâyete erdim derse, o, hidayete ermemiştir. Her kim beni hidâyete erdirdiler derse, o, hidayete ermiştir."
—"Allahü Teâlânın karşısında şu üç şeyi muhafaza etmek zordur: Hak ile iken sırrı, halk ile iken dili, amel (iş ve ibâdet) yapar iken temizliği."
—"Yakınların yakını, bizim maksadımız olanın yanında uzak kalır. Ey kardeşim, suya daha yakın olan daha çok batar; ateşe daha yakın olan, daha çok yanar."
—"Ne zaman Allahü Teâlânın varlığına nazar etsem, kendi yoklu-ğumu görürüm, ne zaman kendi varlığıma nazar etsem, Allahü Teâlânın varlığını görürüm."
—"Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünya hırsına sâhip âlim ve ilimden yoksun sûfî."
—"Şayet bir mümini ziyaret edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabul edilmiş hac sevâbı ile değiştirmemen lazımdır. Çünki bir mümini ziyaret için verilen sevap, fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mümin kardeşinizi ziyarete gittiğinizde, Allahü Teâlânın rahmetine kavuştuk diye itikad edin."
—"İlimden en fazla nasib alan, onunla amel edendir. En fazîletli amel ise, üzerine farz olandır."
—"Dilini, Allahü Teâlâdan başkası hakkında konuşmamak için mü-hürle! Kalbini, Allahü Teâlâdan başkasını düşünmemek için mühürle! İhlâssız bir işi yapmaman ve helal olmayan bir şeyi yememen için de, davranışlarına, dudaklarına ve dişlerine aynı şekilde mühür vur."
—"Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber Efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allahü Teâlâ onun o günkü ibâdetini kabul etmez."
—"Allahü Teâlâ kuluna, îmandan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiç bir şey ihsan etmemiştir."
—"Çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz. Çok ve-riniz, az yiyiniz; çok uyanık olunuz, az uyuyunuz."
—"İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak tâatı yaparsa, sorgusuz suâl-siz Cennet'e gidebilir: Kalb, nefs ve dil."
ESERLERİ
Ebu'l Hasen Harkaanî (k.s.) Hazretlerinin, "Esrâr-ı Sülûk" isminde, âdâb-ı tarîkatı hâvî bir risaleleri olup, Salâhu'd-dîn Uşşâkî tarafından türkçeye tercüme edilmiştir.
İRTİHALLERİ
İrtihalleri yakın olduğu zaman:
—"Belde-i Bestam'ın zemini, Harkaan'ın zemininden daha yüksek olmakla, benim cismim Hazreti Bâyezid'in cism-i pâkinden daha yüksekte bulunursa bu edepsizlik olur. Bu bakımdan benim kabrimi diğerlerinin kabirlerinden üç arşın daha derin kazınız." diye vasiyet buyurmuşlardır. İrtihallerinde bu vasiyetleri yerine getirilmiştir. Mezarları etrafında da bir arslanın hayli bir zaman dolaştığı görülmüştür.
Hazreti Şeyh'in kabr-i âlîler üzerine her kim elini koyarak Cenab-ı Hak'dan maksadının hasıl olmasını dilerse bi-inâyet-i Teâlâ, dilediğinin yerine geleceği "Tezkiretü'l-Evliya" sahibi Şeyh Ferîdüddin-i Attar tara-fından nakledilmiştir.
Hazret-i Şeyh, Hicret-i Celîle-i Nebeviyyenin (419) veya (425) sene-sinin bir aşûra günü irtihal-i dar-ı na'im buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrehül Aziz )
Halifeleri:
Şeyh Abdullah Hirevî, Şeyh Hakim Nasır, Şeyh Ebu'l-Kaasım Gürgânî
Varisi:
Şeyh Muhammed'ül-Farmedi (k.s.)
KARS'TAKİ KABRİ
Ebu'l Hasen Harkaanî (k.s.) Hazretleri'nin kabrinin Harkan kasaba-sında olduğu tarihen sabittir. Ancak Kars şehrinde de bu mübarek zatın bir kabrinin olduğu biliniyor. Bu kabrin bir makam olarak mı yoksa sırlardan bir sır olarak mı bulunduğu hakkında kesin malumatımız yoktur. Buna dair bir malumatı Kars Tarihi'inden ve Evliya Çelebi'nin seyahat-namesinden aşağıya almayı uygun bulduk. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
İslam sofilerinin büyüğü, Nakşibendi Tarikatının Altıncı halkası olan Ebü'l Hasen Harkaanî hazretleri Hicrî 421-429 (M. 1030- 1037) yılları arasındaki Selçukluların Kars Muharebelerine bir takım dervişleriyle katılmış, Kars hududu Yahnılar dağında ağır yaralanarak sağ bacağından ve sol pazusundan fazla kan kaybıyla şehid olmuştur.
Zamanın geçmesi ve düşman istilâlarından bir türlü aman bulamayan Kars'ta; bu kabir de zamanın getirdiği müşkil küşa haller dolayısı ile ör-tülen toprak ve kül yığınları yüzünden kabri şerifleri kaybolmuş, uzun yıllar belirsiz hale gelmiştir.
Sultan Üçüncü Murat devrinde, Kars Osmanlılara geçtiği zaman, İranlılar tarafından yıkılıp tahrib edilen Kars kalesi burçlarının tamiri için Lala Mustafa Paşa tamirine memur edilir. Paşa, kalenin tamirine başladığı sıralarda, Askerlerden Hafız Osman isminde ehli hâl bir zat, yüce şeyhi rüyasında görür. Derki:
-— "Oğlum Hafız Osman, uzun müddetden beri toprak altında yat-maktayım. Paşana söyle kabrimi ayâna çıkarsın, okunacak fatihalardan nasıbdar olayım.
Bu hal üzerine Hafız Osman uykudan uyanır. Gördüğü bu rüyaya bir türlü mânâ veremez. Paşaya da cesaret edip söyleyemez.
Ertesi gece aynı rüyayı tekrar görür, yine paşaya cesaret edip söyle-yemez.
Üçüncü gece de yüce şeyhi aynen görür. Bu defa o zat der ki:
-— "Yavrum Hafız Osman, gördüğün rüyalar (sadık) doğru rüyalar-dır. Yalnız makamımın nerede olduğunu evvelki rüyalarında söylememiş olduğum içindir ki seni tereddütde bırakmış oldum. Bunun için de Paşaya söylemeğe cesaret edemedin. Şimdi dikkat et, tarif ediyorum; Yarın hemen Paşaya çık ve söyle. Kars kaleiçi mahallesinde KAĞIZMAN KAPISI'na girdiğinde yirmi iki adım gün batı tarafına gidersin, son adımın altında benim tabutum bulunur. Üzerimdeki toprak ve kül yığınlarını temizledikten sonra, halis topraktan üç arşın eşiniz. Sandukam meydana çıkar. Tekrar Kars kalesine doğru onsekiz adım götürür orada da üç arşın derinliğinde halis topraktan kabrimi eşer oraya defn edersiniz. Bana bir tekke olmak üzere başucumda da bir cami inşa edersiniz.
Hafız Osman mânevî bir vazifenin verilmesi ûlvî heyecanıyle uykudan sıçrayarak uyanır. Paşaya rüyasını arz etmek için saray yolunu tutar. Selâm ve ihtiram gösterdikten sonra görmüş olduğu rüyayı Paşaya bütün teferruatiyle anlatır. Paşa da bütün dikkat ve heyecanla dinlediği samimi askerini kucaklar.
-— "Yaa... Evladım sen de mi bu zatı rüyanda gördün? Evet oğlum bir piri fânî bana da müteaddit defalar bu hususu rüyamda buyurdularsa da senin tafsilatlı rüyan gibi olmadığından büyük tereddüt ve endişe içinde idim. Bihamdillah bu telaşlı endişeden beni kurtardın". Diyerek Hafız Osmanı okşayıp, yüzünden gözünden öper ve:
—"Evlâdım, yarın bu mübarek rüyayı askerî ve mülkî bütün maiyye-time ve Kars halkına bir tamimle ilân edip, işe başlayacağım" der.
Ertesi günü ilân edilir. O zaman Kars'ta yirmiüç medrese vardır. Ekseriyetle camiler medrese vazifesini de içine almıştır. Yalnız hafızlık dersine çalışan talebe adedi üçbini aşkındı. Arabî, fârisî lisan tahsili de bu bölümde devam edermiş.
Lala Mustafa Paşa'nın tamimi ertesi günü ilân edilir. İlânı duyan Kars halkı, Medreseler, Tekkeler, post-nişîn dervişan, ulema, mülkî ve askerî erkân bilumum halkın iştirakiyle tekbir ve tehlil getirilerek KAĞIZMAN KAPISINA dayanırlar.
Hafız Osman ruya sahibi önde olarak, tam kapının yanında Lala Mustafa Paşa'nın işaretini beklerler.
Paşa işaret eder. İşarete uyan Hafız Osman adımlamaya başlar, yirmi ikinci adımında:
– "İşte Cenâb-ı Allah bilir burada olmalıdır" der. Hazirun orayı eş-meye başlarlar.
Şeyh Ebül Hasan Harkânî hazretlerinin tarifi veçhile yığılan toprak (küllük) kaldırıldıktan sonra halis topraktan da iki arşın eşilir.
Sonra Lala Mustafa Paşa çalışanlara şöyle bir hitâbede bulunur.
—"Aman evlâtlarım durun, eşici sert aletleri kullanmayalım ve dik-katle ellerimizle eşelim. Olaki, aletler tabuta değer, böylece bu büyük zata hürmetsizlik etmiş oluruz.
Bu hitabe karşısında çalışanlar, kazma ve kürekleri bırakarak elleriyle eşmeye başlarlar.
Üç arşın tamamlanınca sumaki bir mermer tabut görünür. Tamamen zahire çıktıktan sonra Paşa cebinden ipek mendilini çıkarıp tabutun üzerini siler. Şu yazı meydana çıkar. (MENEM SEYYİD ŞEHİD ALİYYİBNİ CAFER TARİHİ ŞEHADETİ 425.) Yine Şeyh Ebül Hasen Harkaanî hazretlerinin emr-i âlileri üzerine, Tekbir ve tehlil getiren Hafızlar, tale-beler, tartı ve dükkânını kapayıp gelen dindar ahali, postnişîn dervişanlarla bilumum Kars halkı bu anı, bir iştiyak içinde manevî hava yaşarlar, büyük bir vecd ile tabutu Kars kalesine doğru onsekiz adım getirip yeni eşilecek kabrin yanına koyarlar.
Lala Mustafa Paşa tekrar topluluğa dönerek büyük ûlemaya şu ricada bulunur.
—"Peygamber Efendimiz Hazretleri ve vezirlerinin cesetleri diriler gibi taze durmalıdır. Müsaade buyurulsun da tabutun kapağını açıp bu büyük sultanı dünya gözümüzle ziyaret edelim der: Paşanın bu istirhamı karşısında ulema müsaade eder, tabutun kapağı açılır. Açıldığında, tabuttan gayet güzel bir koku etrafı kaplar. Bu koku herkesi mest ve medhuş eder. Ruhanî tesirin altında kalan topluluk hislenip ağlaşırlar. Tabutun içinde yatan zatı görür görmez, Allah diye Mevlâya açılan kalb-ler, coşkun tezahürat içinde kendilerini mânâ aleminin uçsuz sahillerinde zannederler.
Böylece ruhânî aşk ve şevk ile tekbir ve tehlil, salatu selâm saatlerce semâî kubbeyi çınlatır. Açılan tabutun içinde orta boylu, köserek sakallı sarışın bu zatın terutaze yattığı görülür. Hatta arkasının desnemesi (şal hırkası) başının külâhı bile çürümemiş. Sağ bacağı ile sol pazusunun ya-ralarına bağlı mendillerden al kan damlamakta olduğu görülür.
Bu ruhânî manzara Kars halkını o gün bir mânâ alemine sürükler ki, emsali belki tarihte ender vukua gelmiştir.
Denilirse ki: Meselâ İstanbul'un fethi esnasında, Ebû Eyyüb Sultan'ın kabrinin keşfi de Akşemseddin tarafından böyle olmamış mıdır?
Evet ona da harika bir keramet demeyen kim? O yüce sehabe de aynen ruhânî işaret neticesi kabrini izhar ettirmiştir. Bu ölçü tartıya gelmeyen manevî tülûattır. Zevkine erenler tadar.
Kelime, cümle bu sahada cılız kalır. İfade edemez zîrâ bu manayı: "Siz onlara ölü demeyiniz onlar diridir. Lâkin siz onların diri oluşlarını bilemezsiniz" mealindeki Kur'an-ı Kerîm tescil etmişdir. Bunu Kur'ana inananlar iyi bilir.
Hazreti Şeyhin emirleri üzerine halis topraktan üç arşın derinliğinde kabri şerifleri eşilerek elan yattığı yere defn ederler.
SULTAN ÜÇÜNCÜ MURAD'A
VAK'ANIN BİLDİRİLMESİ
LALA MUSTAFA PAŞA, bu akıllara durgunluk veren vak'ayı Sultan Üçüncü Murad'a bildirir. Sultan Murad'ın cevabî fermanı şöyledir:
—"O yüce Sultan'a bir türbe ve civarında o türbeye tekye olmak üzere bir Cami bina kılınsın."
Lala Mustafa Paşa, Padişahtan gelen emir üzerine işe başlar ve Sultanın emrini yerine getirir. Erzurumda bulunan Lala Paşa Camiinin bir mislini de halıhazır Caminin yerinde yapar.
Şimdiki mevcut cami sonradan yapılıp bu şekle gelmiştir. Aslı, yuka-rıda denildiği gibi Erzurum'daki Lala Mustafa Paşa Camii idi.
Evliya Çelebi bu hadiseyi kendine has üslubu ile şöyle hikaye eder:
......İkinci kurucusu Lala Mustafa Paşa bu şehirde eski eserleri ortaya koyarak hayır sahiplerine göndermiştir.
Kale yetmiş günde bütün cephane ve levâzımı ile birlikte tamamlan-mış. Tamir sırasında iyi kişilerden asker taifesinden Ehli Kur'an bir hafız rüya görüp Lala Paşaya şöyle anlatmış.
"Harkaanî derler, yerim buradadır. Alamet ve nişanımı istersen, ayağın ucunda bir derin kuyu vardır. Onu kaz , tâ ki acayıbi göresin" dedi.
Olan anlatılınca nice yüzbin amele tayin olunan kuyuyu eşmeye baş-ladılar. Kuyudan dört köşe somaki bir mermer tabut görünmüş. Gaziler o kırmızı taşı okuyarak çıkarmışlar.
Üzerinde güzel yazı ile yazılmış. (Menem Seyyid Şehid Eb'ül Hasan Harakani) Aliyyibni Cafer.
Vücudu henüz terutaze olup, bazusunun yaralı olan yerine sarılmış olan mendili ve arkasındaki yün hırkası çürümemiş halde. Sağ tarafındaki yarasından kırmızı kan sızdığı görülmüş idi. Gaziler bu hali görerek tekbir ile eşilen mezarına koyup kapamışlar.
İç kalede ilk yapı olmak üzere Hasan Harkânî tekkesi ve Camii şerifi yapılmıştır. Türbe LALA MUSTAFA PAŞA Hayrıdır:
M. 1604 tarihine kadar Sultan Üçüncü Murad Camii ismiyle ad almış, aynı tarihte Safevî işgalinde cami ve tekke bozulmuş ve düşmanlar tarafından yıktırılmış.
Ebül Hasan Harkaanî hazretlerinin türbesi yanındaki kubbeli Sultan Murad Camii bozulup harap olduğundan, 1617 yılında Sadrazam Mehmet Paşa'nın Karsı yeniden şenlendirip, top ve asker toplayarak burayı yeniden canlandırması üzerine on iki yıldan beri tedirgin olan Kars ahalisi de gelip, eski evlerinin imarını yaparak şenlendirirler.
Türbenin kapısı üzerine duvara konulmuş bulunan kara kevek taşa beş satır halinde beş beyit yazılıdır. Ebül Hasen Harkânî'yî tanıtır ve tarihi ikinci imarını gösterir mânâ taşımaktadır.
Beyitler aynen şöyledir:
TAŞ ÜZERİNDEKİ KİTABE
1) Hak nasib etti yapıldı Merkad-i nev gülzâr,
2) Ebül Hasan Harkaanî yattığıdır bu mezar
3) Ol Muhammed Derviş etti bu makamı böyle hoş ,
4) Evliyanın aşkına olsun fedâ canlar hezâr.
5) Her murad hasıl olur, sıdk ile bunda ey dede,
6) Her kim ihsan eyleye bulunur derdine izâr,
7) İncidenler bu makamı incidiser o Hakkı,
8) Çün ehanehü ehanellah kelamında yazar
9) Tarihi nebi-î birden Yusuf Molla dedi.
10) Başed insal sitte vü işrin hezâr.
(H. 1045 —" M. 1635 yıl)
Sultan Birinci Ahmed'in oğlu Sultan Dördüncü Murad 1623 / 1640 tarihinde kısa zamanda Osmanlı Devletine düzen vererek, Şah Abbas'ın aldığı yerlerden BAĞDAT-IRAK Ülkeleriyle AHISKA'yı da kurtarmış , REVAN'ı geri almış ve Safevilerle keskin bir sınır çizmiştir.
Hazreti Şeyh'in kabr-i âlîler üzerine her kim elini koyarak Cenab-ı Hak'dan maksadının hasıl olmasını dilerse bi-inâyet-i Teâlâ, dilediğinin yerine geleceği "Tezkiretü'l-Evliya" sahibi Şeyh Ferîdüddin-i Attar tara-fından nakledilmiştir.
Hazret-i Şeyh, Hicret-i Celîle-i Nebeviyyenin (419) veya (425) sene-sinin bir aşûra günü irtihal-i dar-ı na'im buyurmuşlardır. (Kaddesallahu Sirrehül Aziz )
Halifeleri:
Şeyh Muhammed'ül-Farmedi (k.s.), Şeyh Abdullah Hirevî, Şeyh Hakim Nasır, Şeyh Ebu'l-Kaasım Gürgânî
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
07. Ebu Ali Farimidi (k.s.)
Silsile-i Nakşıbendiyye'nin yedincisidir.
İsmi, Fadl bin Muhammed'dir. M.1042 (H. 433) senesinde doğdu. Horasan'da yaşadı. M. 1085 (H.478)'de vefât etti. Kabri, Tûs yâni Meşhed şehrindedir.
Orta boylu, esmer, kaşları çatık, gözleri ve kirpikleri siyah idi.
Yaşadığı devrin âlimleri arasında bir tane idi. Zâhiri ilimleri, Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî'den tahsil eylemişlerdir. Tasavvufta intisabı iki vasıta iledir. Birisi, Ebü'l-Kaasım Gürkânî-i Tûsî, diğeri de şeyhlerin şeyhi, Ebü'l-Haseni'l-Harkaanî Hazretleridir. Yüksek hallerinin tercümesi kendi rivâyetleri olmak üzere aşağıdadır.
ELBİSELERİ PARÇALANDI
EBU ALİ FARMEDİ (k.s.) Hazretleri anlatıyor:
— Gençlik günlerimde, Nişabur'da ilim talebi ile meşgul idim. Şeyh Ebû Sa'id Ebû'l-Hayr Hazretleri teşrif buyurdular. Yüksek hizmetlerine gittim. Nurlu cemallerine âşık olmuştum. Bir gün hanelerine gittim, gizlice ve hatta Şeyh Hazretleri bile görmeyecek şekilde bir köşeye oturdum. Cenab-ı Şeyh vecde geldiler, elbiselerini parçalayarak ve bir müddet vecd ve şevke gark olarak öylece kaldılar. Sahiv hali kendilerine avdet ettiği va-kit, müridleri teberrüken elbiselerinin parçalarını topladılar. Hazret-i Şeyh nezd-i âlilerinde bir kol parçasını alıkoyup:
—"Ey Ebû Ali Tûsî! neredesin?" diye nida buyurdular. Şeyh beni ta-nımaz ve gözleri önünde değilim hülyasıyle cevap vermedim. Fakat bu nidalarını üç defa tekrar eylediklerinden, beni talep ettiklerini anlayarak huzurlarına gittim.. O kol parçalarını bana vererek taltif ettiler. Bundan sonra gönlümde bir aydınlık zuhur etti ve bir takım haller peydâ olmaya başladı. Oradan kalkıp üstadım Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî'nin huzurlarına vardım. Vak'ayı anlattım. Mübarek olsun buyurdular. Bundan sonra üç sene daha ilim tahsiliyle meşgul oldum. Bir gün kalemi divite batırdım. Siyah mürekkeb beyaz oluvermişti. Taaccüb ederek doğruca Hazret-i üstazın huzuruna vardım. Mes'eleyi arzettim.
—"Madem ki kalem senin elinden kaçtı, sen de onu terkeyle ve başka bir işle meşgul ol." buyurdular.
BİR KOVA SU İLE
BU ALİ FARMEDİ (k.s.) Hazretleri anlatıyor:
Bir gün, üstadım Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî Hazretleri hamamda gusl edi-yorlardı. Ben de kuyudan bir kaç kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. Hazret-i Üstaz hamamdan çıktığında:
—"Hamamın havuzuna su boşaltan kim idi?" diye sual eylediler. Niçin yaptım diye korkarak şaşırdım. Nihayet mecburen,
—"Ben idim" cevabını verdim.
—"Ey Ebû Alî! Ebü'l-Kaasım'ın 70 senede kazandığı mertebeyi, sen bir kova su ile kazandın." buyurdular. Bir müddet sonra yüksek müsade-leriyle, Şeyh Ebü'l-Kaasım Gürkaanî Hazretlerinin sohbetlerine vasıl olup pek çok füyüzata nail oldum. Aşk ve şevk bâtını ziyadeleştiğinden Şeyh Ebü'l-Haseni'l Harkaanî Hazretlerinin şerefli hizmetlerinde hesapsız füyüzata nâil oldum."
.............
Ayrıca Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şîrâzî, Ebû Mensûr Temîmî, Ebû Abdurahmân Neylî, Ebû Osman Sâbûnî ve daha başka âlimlerden de ilim tahsil etti. Sözü, nasihatları pek tesirli idi. Selçuklu devletinin meşhur veziri Nizâmül-mülk ve zamânın devlet erkânı kendisine çok hürmet ederdi.
Ebû Ali Farmedî Hazretleri, hem İmâm Gazâlî, hem de Yûsuf Hemedânî Hazretlerinin hocası idi. Her ikisi de ondan istifâde ederek kemâle gelmiş, yüksek derecelere kavuşmuştur.
DAHA YUKARISI
Ebû Ali Farmedî (k.s.) Hazretleri anlatır: Bir gün bana bir hal olmuştu. Kendimden geçtim. Bu hal içinde sanki yok ve fark edilmez oldum. Bu hâlimi hocama anlattım.
—"Ey Ebû Ali! Benim gönül kuşum, buradan yukarısını bilemez." buyurdu. Ben de kendi kendime, beni bu makamdan ileri götürecek bir mürşide, rehbere ihtiyâcım var, diye düşündüm. Bunun üzerine bir müddet geçti. Gün geçtikçe bu hal artardı. Bu sırada Ebü'l-Kâsım Gürgânî'nin ismini işitmiştim. Tûs şehrine hareket ettim. Evini bilmiyor-dum. Şehre gelince sordum. Yerini târif ettiler, gittim. Talebelerinden bir cemâatle mescidde oturuyorlardı. Ben de iki rekat namaz kılıp, önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırdı ve;
—"Gel ey Ebû Ali!" buyurdu. Vardım, selâm verip oturdum. Mânevî hallerimi anlattım.
—"Evet...Başlangıcın mübârek olsun! Henüz bir dereceye erişmişsin, ama terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşacaksın." buyurunca, gönlümden; "Artık rehberim budur." dedim.
Ebü'l-Kâsım Gürgânî hazretleri beni tasavvufta yetiştirmek üzere nefsimin terbiyesi için çeşitli riyâzetler yâni nefsimin isteklerini yapma-mamı emretti. Nihâyet arzu edilen derecelere ulaştım. Sonra arkadaşla-rımdan Ebû Bekir Abdullah ile beni kardeş yaptı ve bizi beraberce Ebû Saîd hazretlerinin yanına Mihene'ye gönderdi. Ebû Saîd hazretlerinin huzûruna varınca, bana bir parça bez verip duvarların tozunu silmemi söyledi. Arkadaşım Ebû Bekir Abdullah'a da müsâfirlerin ayakkabılarını düzeltme vâzifesini verdi. Üç gün bu hizmeti yaptım. Dördüncü gün beni Ebü'l-Kâsım hazretlerinin yanına geri gönderdi. Sonra iki hocam da vefât etti. Onların yerine sohbetleri ben yapmaya başladım. Talebelerim çoğaldı. İsmim her tarafa yayıldı. Arkadaşım Şeyh Ebû Bekir Abdullah büyük bir zât olduğu halde adı duyulmadı. O şöyle dedi: Şeyh Ebu Saîd onun için; "Ebû Ali bez ile duvarın tozunu sil de, ömür boyunca söz bezi ile Allahü Teâlânın kullarının gönül duvarlarındaki mâsiyet ve günah kirlerini silersin!" buyurdu. Bana da dervişlerin ayakkabılarını düzeltmemi emretti. Ben de bu vazîfede kaldım. Kimse beni tanımadı, ismimi anmadı."
...........
Ebû Ali Farmedî hazretleri, bu hocalarından sonra zamânındaki ev-liyânın en meşhurlarından ve büyüklerinden olan Ebü'l-Hasen Harkânî hazretlerinin sohbetlerinde daha yüksek derecelere kavuşmuş, kemâl mertebelerine ulaşmıştır. Bunu şöyle ifâde etmiştir:
"Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyâdesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebü'l-Hasen Harkânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihâyetsiz feyzlere, mânevî zevklere eriştim."
Ebû Ali Farmedî (k.s.) Hazretleri zamanında evliyânın önderi ve hi-dâyet güneşiydi. Nizâm-ül-Mülk'ün makâmına gelince, büyük vezir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi makâmına oturturdu. Halbuki, başkaları geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terketmezdi. "Neden böyle yapıyorsun" diye sorduklarında;
—"Ebû Ali Farmedî Hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söy-lüyor, yaptığım yanlış işleri, haksızlıkları açıklayıp beni ikâz ediyor. Diğerleri ise, beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlanıyor. Ebû Ali Farmedî Hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı ol-duğundan, ona daha çok hürmet ediyorum." derdi.
Ebû Ali Farmedî buyurdu ki:
—"Talebenin hocasına karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi, söy-lediğini de kalbinden de reddetmemesi gerekir."
Bununla alakalı şu rüyâsını anlatır: Hocam Ebü'l-Kâsım Gürgânî'ye bir rüyâmı anlattım ve ona;
—"Sizin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğinizi gördüm ve niçin böyle yaptığınızı sordum." dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle ko-nuşmadı ve;
—"Eğer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rüyânda bana bu şekilde sormazdın." dedi.
ŞAFİİ MEZHEBİNE MENSUB İDİ
Ebû Ali Farmedî Hazretleri, Şafii mezhebine mensub idi. Fıkıh ilmine vakıf bir alim idi. İmam Gazâli Hazretlerine, Ebu Osman Sabunî'ye fıkıh dersleri verdi.
Mevlâ Abdülgafur anlatıyor:
—"Ebu Ali Farmedi, yaşadığı asrın şeyhi idi. Bilhassa zikir yolunda, nasihatta, hoşça terbiye etmekte, üzerine düşeni en güzel şekilde yapmakta onun bir benzeri pek gelmemiştir. Güzel benzetmeleri, işaretleri çok incelik taşırdı. Kullandığı kelimeler gönüldendi; konuştukları kalblere işler, iz bırakırdı.
Sem'anî, anlatıyor:
—" O, Horasan'ın dili ve şeyhi idi. Müridlerin terbiyesi işinde güzel bir yol bulmuştu. Büyük nahiv âlimi Molla Cami, Ebu Ali Farmedî'nin ilk hidayete gelişinden bir mikdar anlattı. Onun bir cümlesini şöyle nakletti:
—"Gençlik yıllarımda Nisabur'da ilim talebi ile meşguldüm. O sıralarda "Şeyh Ebu Said Ebülhayr, Mihene beldesinden gelmiş, bir vaaz meclisi kurmuş." diye duydum. Hemen oraya gittim, yüzündeki nura gözüm ilişir ilişmez de ona aşık oldum. Bundan sonra, hakiki tasavvuf ehline karşı içimde bir sevgi doğdu.
Büyük alim İmam Gazalî hazretleri anlatıyor:
—" Şeyh Ebu Ali Farmedî'yi dinledim; şeyhi Ebülkasım Gürgâni'den dinlediği hadis-i şerifi okuyordu. Bir ara şöyle dedi:
—"Hak yolcusu bir salikin doksan dokuz tane ismi vardır. O, bu kadar isim almasına rağmen, henüz ulaşacağı makamı bulamamıştır."
Yine İmam Gazâlî Hazretleri, Ebû Ali Farmedi Hazretlerini bulup, ona intisab ettikten sonra kaleme aldığı Elmunkızu mineddalal kitabında şöyle yazıyor:
—"Zâhirî ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim. Yakînen anladım ki, Hak yolunda olanlar ancak tasavvuf erbâbı olan sofîlerdir. Onların iç âlemleri (kalbleri), yolları ve ahlâkları en güzel şekildedir. Eğer akıl, ilim ve hikmet sâhipleri bir araya toplanıp da sofîlerin tarîkatlarını değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir yol bulalım diye birleşseler, mümkün değil bulamazlar.
Çünkü onların görünür ve görünmez hareket ve durumları, Hazreti Resûlüllah'ın hallerinden örnek alınmıştır. Dünyâda ve âhirette peygamberlik nûrundan daha yüksek bir nûr yoktur ki, onunla nûrlanmak mümkün olsun.
Sofîler peygamberlik nûrundan o kadar istifâde eder, Kur'ân ve sünnete bağlılıkla o kadar nûrlanırlar ki, bâzan uyanık hâlde melekleri görürler. Peygamberlerin ruhlarını müşâhede ederler. Daha nice faydalara kavuşurlar. Bundan başka, sûret ve misâl müşâhedesinden (maddî âlemden) sıyrılıp öyle bir mertebeye varırlar ki, dil onu anlatmaktan âcizdir."
Şeyh Muhammedül-farmedi (k.s.) Hazretlerinin varisi:
ŞEYH YUSUFÜ'L-HEMEDÂNÎ,
Halifeleri:Şeyh Ebu'l-Hasen Busnî, Huccetü'l-İslâm Muhammed bin Muhammed GAZALİ (İmam Gazali Hazretleri).
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
08. Yusuf Hemedani (k.s.)
Silsilei Sâdât-ı Nakşıbendiyye-i aliyye'nin 8. halkası.
İsmi, Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî. Künyesi Ebû Yâkûb. İmâm-ı Âzâm Hazretlerinin nes-lindendir. Mîlâdî 1048 (Hicrî 440) senesinde Hemedan'da doğdu. Mîlâdî 1140 (Hicrî 535) de Herat'tan Merv'e giderken yolda vefât etti.
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât idi.
On sekiz yaşında Bağdat'a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk Şirâzî'den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshâk kendisine husûsî ihti-mam gösterirdi. Ebu İshak'ın ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara alimi oldu.
Ayrıca, Şafii mezhebinden fıkıh alimi idi. Hocası, Şeyhüddünya Şeyh İbrahim b. Ali b. Yusüf Firuzabadî idi.
İsfehan ve Semerkand'da, zamanın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi.
Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî (k.s.) hazretlerinden öğrenip, onun soh-betinde yetişti.
Abdullâh Cüveynî, Hasan Simnânî ve daha bir çok büyük zât ile gö-rüşüp, sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi.
Yaya olarak otuz yedi defa hac yaptı. Kur'ân-ı Kerîmi sayısız hat-metti. Gece namazlarında her rekatte bir cüz okurdu.
Tefsir, hadis, kelâm ve fıkıh ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. İki yüz on üç mürşîdden istifâde etti. Yedi bin kâfirin imâna gelmesine sebeb oldu. Hızır aleyhisselâm ile çok sohbetleri oldu.
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri, İmâm-ı A'zam Hazretlerine çok bağlıydı. Ona karşı çok hususi bir muhabbeti vardı.
Altmış yıldan fazla, irşat vazifesi ile meşgûl oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah Berkî, Hasan Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık Gucdüvânî gibi büyük velîleri o yetiştirdi. Bunlardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı.
Irak, Horasan, Maverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bu-lunarak, halka saâdet yolunu anlatmak ile meşgul oldu. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyasında tanınıp, çok sevildi.
Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok iltifat eder, yumuşak ve merhametli davranırdı.
Yolda yürürken bile Kur'an-ı Kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dü denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescid kapısından, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varıncaya kadar Bakara sû-resini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini bitirirdi.
Arada bir, yüzünü Hemedân'a çevirir ve çok ağlardı.
Selmân-ı Fârisî hazretlerinin âsâsı ve sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. Bir ta-raftan köylülere ve yanına gelen herkese din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Maddi ve mânevî hastalıkların tabîbi ve mütehassısı idi.
Talebelere ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi.
Kalbi, bütün mahlûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslim-lerin evlerine giderek, onlara İslâmiyeti anlatırdı.
Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet gösterirdi.
Fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâhibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka birşey bulunmazdı. Talebelerine, Dört Büyük Halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâk-lanmalarını nasîhat ederdi.
YÜSE HALLERİNDEN
Yusüf Hemedanî'nin cemaati arasında bulunan biri cemaatten ayrıldı. Ayrılmakla da kalmadı, Yusüf Hemedânî Hazretlerine iftiralarda bulundu.
Yusüf Hemedânî, o kimsenin bu halini duyunca şöyle dedi:
—"Bu kimse öldürülecektir."
Ve dediği gibi de oldu. Çok geçmeden Öldürüldü.
YÜKSEK HALLERİNDEN..
Necîbüddîn Bergaşî-i Şirâzî Hazretleri buyurmuşlardır ki:
—"Bir vakit meşâyihın kemâlatını hâvi bir kitabın birkaç cüz'ü elime geçmişti. Mütâlaa ettiğimde bana son derece kanaat bahşetti. Kimin tasnifi olduğunu ve bu zatın başka eserleri olup olmadığını araştırmaya talib oldum. Bu hususta çok iştiyakım vardı. Bir gece rü'yamda gördüm ki, bir nurânî pîr hanemi teşrif ile abdest almak üzere şadırvan cihetine yürüdü. Gayet güzel beyaz bir hırka ile bir de yeşil hırka giymişlerdi. Arkalarından gittim. Giymiş oldukları beyaz ve yeşil hırkalarını çıkarıp bana teslim ettiler. Abdest aldıktan sonra:
—"Bu iki hırkadan birisini sana vereceğim hangisini istersen al." buyurdular. Ben de:
—"Vermek ve vereceğinizi seçmek elinizdedir." dedim. Yeşil hırkayı bana vererek kendi elleri ile üzerime giydirdiler. Beyazıda kendileri gi-yerek:
—"Beni tanır mısınız?" diye sorduklarında, hayır dedim. "Müştâkı olduğunuz o cüzlerin musannıfı benim. Namım Yusuf Hemedânî'dir. Ve nezdinde birkaç cüz'ü olan kitabımın ismi "Zînetü'l-Hayat'tır." Menâzilü's-Sâlikîn ve Menâzilü's-Sâirîn gibi daha başka tasniflerim vardır." buyurdular. Uyandığım zaman mesrûr olup çok sevindim. (Kaddesallahü Sirrahül Aziz.)
SABREDİN
Bir gün, Hemedân'dan bir kadın, ağlayarak Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri'nin huzuruna geldi ve dedi ki:
—"Oğlumu Bizanslılar esir etmişler." Kadına;
—"Sabredin" buyurdu. Kadın:
—"Sabredecek hâlim kalmadı" dedi. Bunun üzerine Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri ;
—"Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!" diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu. Hayret etti. Oğluna;
—"Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?" dedi. Oğlu;
—"Biraz evvel İstanbul'daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda mu-hâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi." dedi.
BÜYÜKLERİN YAZDIKLARI
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri'ne,
—"İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp yok olduğu zaman ne yapmak lazım? denildiğinde;
— "O zaman, her gün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz?" buyurdu.
BÜYÜKLÜĞÜ
Sayısız kerâmetleri olan bir zât idi. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi de Allahü Teâlâyı tanımak yolunda çok yüksek derece ve makâmlar sâhibi olan, Abdülhâlık Gucdüvânî gibi büyük bir velîyi yetiştirmesidir.
CEZASINI BULDU
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri hakkında uygunsuz şeyler söyleyip, onu kötüleyen bir kimse vardı. Bu durum Yûsuf Hemedânî Hazretlerine intikâl edince, üzüldü ve yakında cezasını görür buyurdu. Birkaç gün içinde o kimse, eşkıyâlar tarafından öldürüldü.
DİRİ DENMEZ
Bir defa Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri insanlara vâz ederken iki kimse gelip,
—"Sus! Yanlış şeyler söylüyorsun" dediler.
—"Asıl siz susunuz. Size diri denmez!" buyurdu. O anda, o iki kişi orada ölüverdiler.
RUHANİYETİ ÇEKTİ
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri, bir gün evinde iken gönlüne, dışarı çıkmak arzusu geldi. Hâlbuki Cumâ gününden başka bir günde dışarı çıkmak âdetleri değildi. Bu arzu o kadar ağır bastı ki, niçin gitmek gerektiğini bilemedi. Merkebine bindi,
—"Allahü Teâlânın dilediği yere gitsin!" diyerek hayvanının yularını salıverdi. Merkep onu şehirden çıkarıp, vâdi tarafında bir mescide gö-türdü. Bir gencin başını önüne eğmiş, rabıta yaptığını gördü. Onu bekledi. Ancak bir saat sonra başını kaldırdı. Heybetli görünüşü olan bu genç, Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri'nin talebelerinden biriydi. Hocasına dedi ki:
—"Ey Hocam! Başımda halledemediğim bir müşkil var. İyi ki siz, gel-diniz! Ne yapacağımı şaşırmıştım."
Genç, meselesini hocasına anlattı. Hocası da onu sıkıntıdan kurta-racak şekilde cevaplandırdı. O andan sonra, talebesi olan bu gence;
—"Ey genç! Ne vakit sıkıntıya düşersen şehre gel, benden sor! Beni buraya kadar yorma!" dedi.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, bu hâdiseyi anlattıktan sonra buyurdu ki:
—"Sâdık bir talebe, doğruluğu ve ihlâsı ile, hocasını kendi yanına hareket ettirip getirmeye muktedir olabilir."
İMTİHAN İÇİN SORU
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) Hazretlerinin Mektûbatında ve İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatılıyor:
Ebu Sâid Abdullah, İbn-üs-Sakkâ, ve Seyyid Abdülkâdîr-i Geylânî ilim öğrenmek için Bağdat'a geldiler. Abdülkâdîr-i Geylânî Hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ;
—"Ona bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek." dedi. Ebû Ebû Saîd Abdullah;
—"Ben de bir soru soracağım bakalım cevap verebilecek mi?" dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir Geylânî de
—"Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda bekle-rim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim" dedi. Nihâyet Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi. İbn-üs-Sakkâ'ya dönerek;
—"Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana cevâbını bile-meyeceğim suâl soracaksın hâ! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor." buyurdu. Sonra Ebû Saîd Abdullah'a dönerek;
—"Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyyet ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek." buyurdu. Sonra Abdülkâdir Geylânî'ye döndü. Ona yaklaştı ve;
—"Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü Teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat'ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; "Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir." dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görür gibiyim." buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha göremediler.
Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti. Zamânında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek de-rece ve makâmlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübarek sohbetlerinden istifade ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturmuş vaaz ediyordu. Buyurdu ki:
—"Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir." Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin seneler önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılıyordu.
İbn-üs-Sakkâ'ya gelince, o Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri ile arala-rında geçen o hâdiseden sonra, şer'î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans'a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: "Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa döndürdü ve böylece öldü."
Ebû Saîd Abdullah diyor ki:
—"Ben Şam'a geldim. Bâzı vazifelerde bulundum. Hayâtım çeşitli sı-kıntılar ile geçti. Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin, her üçümüz hak-kında da söylediği aynen meydana geldi."
VARİSİ
Yûsuf Hemedânî Hazretleri, bütün dostlarına, talebesi Abdülhâlık Gucdüvânî'ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra bu talebesi, irşad vazifesi ile meşgul oldu.
Yûsuf Hemedânî (k.s.) Hazretleri, önce Merv şehrinde bir müddet kalıp Herat'a gitti ve uzun zaman kaldı. Sonra, tekrar Merv'e gelip bir müddet daha kaldıktan sonra Herat'a döndü. Herat'tan Merv'e yolculuğu sırasında vefat etti. Kabri Merv şehrindedir.
Halifeleri:
Hâce Abdü'l-Hâlik Gucdüvânî, Şeyh Hasen Dâkî, Hâce Ahmed Yesevî, Şeyh Hakim Senâî, Şeyh Abdullah Berevî.
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
09. Abdu’l-Halık Gucdüvani (k.s.)
Tarîkat erbabının önderi, ilim ve marifet eshabının yol göstereni olan Abdü'l-Hâlikı'l-Gucdüvanî (k.s.) Yusuf Hemedânî (k.s.) Hazretlerinin en büyük halîfelerindendir. Kendileri, Hâcegân-ı Nakşiyye defterinin en başta gelenlerindendir. İlim, fazilet, makâmat ve kerâmat sahibi idiler. Kaynaklarımızda velâdet tarihine dair bir kayda rastlanmamışsa da, ir-tihalleri Hicretin 575 (M. 1179) veya 585 senesinde, Buhâra'ya altı fersah mesafedeki Gucdüvan isimli beldede vaki olmuştur.
Vefatına şu tarih düşürülmüştür:
Yâr-ı mahbûb-u Nebiyyi Müctebâ.
Doğum ve irtihalleri aynı şehirde olmuştur. Babasının adı Abdü'l-Cemil olup, neseb-i şerifleri İmâm Mâlik Hazretlerine ulaşır. Babası Abdü'l-Cemil ile Hızır aleyhisselâm arasında kuvvetli bir dostluk bulun-duğu cihetle, muhterem anneleri hamile kaldığı zaman, Hızır (aleyhisselam) Ona salih bir erkek evladının dünyaya geleceğini müjdeledi ve ismini de Abdü'l-Hâlik koydu. Annesi ile babası aslen Malatya'lı olup henüz doğmadan önce, babası bütün aile efradı ile birlikte önce Mâveraünnehre, orada bir müddet oturduktan sonra, da Buhâra'ya nakl-i mekân buyurmuşlardır.
Reşahat sahibi buyurur ki:
Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri henüz beş yaşında iken Buhâra şehrinin büyük alimlerinden olan Şeyh Üstad Sedrettin hazret-lerinden Kur'an öğreniyordu. Okuma esnasında: (Rabbinize tazarru ederek ve gizli ZİKİR ediniz.) âyet-i kerîmesine geldiği zaman hocasına:
—"Bu "gizli"nin hakikati ve kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve dua cehrî (yani âşikâr) ve dil ile olursa riyadan korkulur. Araya riya girerse hakkıyle zikredilmemiş olur. Eğer kalb ile zikredersem "Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır" hadis-i şerîfi gereğince şeytan bu zikri duyar. Bu müşkilimi halledin." der.
Hazret-i Üstaz, bu suale hayran olarak:
—"Oğlum, bu ilm-i ledünnî'dir. Allahu Teâlâ dilerse seni ehlüllahtan bir zata ulaştırır, kalb ile zikri sana ta'lim eyler. O vakit bu müşkilin hal-lolur." buyurur.
Bu işaret üzerine bu çocuk bütün müşkillerin zorlukların açıcısı olan Allahu Teâlâdan, müşkilinin çözülmesine muntazır iken, bir gün Hazret-i Hızır (Aleyhisselâm) yanına gelip cehrî ve hafî (Açık ve gizli) zikr yollarını öğrettiler. Kalb ile zikre izin verip vukûf-ı adediye Onu vâkıf kıldılar.
Silsile-i Zeheb'de önce adedî vukuf (belli sayı ile) ile zikr-i hafî yapan Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî Hazretleri olmuştur. Hızır (A.S.) Hazret-i Şeyhi evlatlığa kabul ederek nefy ve isbat yolu ile zikretmeye işaretle müşkilini halletmişlerdir.
Hazret-i Hâce buyurmuşlardır ki:
—"Yirmi yaşında idim. Hazret-i Hızır (A.S.) beni Mâverâü'n-Nehr'de Hâce Yusuf Hemedânî Hazretlerine gönderdi. O'ndan tam manasıyle istifade hasıl oldu.
Hazreti Hâce beş vakit namazı Kâbe-i Muazzama'da ifa edip yine avdet buyururlardı.
ZÜNNARI KES
Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri bir âşûra gününde bir kaç mürîdi ile sohbet ederlerken, zâhid sûretinde birisi yani; arkasında hırka, omuzunda seccade olarak kapıdan girip meclise oturdu. Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri arasıra ona bakıyordu. O adam bir müddet sonra kalkıp Hz. Şeyhe dönerek;
—"Resülüllah (s.a.v) Mü'minin firasetinden sakının, çünki o Allah'ın nuru ile bakar, buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerifin sırrı nedir?" diye sual eder. Hazreti Şeyh de:
—"Sırrı budur ki, zünnarı kesip şeref-i islâm ile müşerref olasın" bu-yurur. O kimse ise neûzü billah ben de zünnar bulunmaz der. Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretleri oradakilerden birine o adamın hırkasını çıkarmasını işaret buyurur. Hırkayı çıkardıklarında belindeki zünnar da açığa çıkar. Bunun üzerine o adam hemen tevbe eder ve Dîn-i Mübîn-i İslâm-ı kabul ederek Şeyh Hazretlerinin müridlerinin içine dahil olur.
HÂCE - HACEGÂN
"Hace" tabiri bu yolda ilk defa Abdülhalik Gucdüvani Hazretlerinde kullanıldı.
Bu kelimenin cemii (yani çoğulu) "Hâcegân"dır. Arapça yazılışı Havâce'dir fakat vav okunmayıp Hâce diye okunur. Elif ise 'ha'nın zammesinin fethaya dönmesine alamet olarak getirilmiştir. Efendi, ağa, ev sahibi, aziz, hürmetli, manalarına gelmekle birlikte şeyh ve Üstaz manasına kullanılır.
Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri anlatıyor:
—"On iki yaşına gelmiştim. Benim yetiştirilmem için, Hızır aleyhisselam bana Yusuf Hemedanî' Hazretlerini tavsiye etmişti. O, Buhara'ya gelir gelmez, hemen yanına gittim. Horasan'a dönünceye kadar onun yanında kaldım. Onun hizmetinde bulunduğum süre, Hızır aleyhisselamın bana verdiği emir, telkin dışında bir emir vermedi; Hızır aleyhisselamın bana verdiği emirlere dikkat etmemi söyledi."
HACEGAN TARİKATI
Şeyh Muhammed Pârisâ Hazretleri anlatıyor:
—"HâceAbdülhalik Gucdüvani Hazretleri'nin tuttuğu yol, tarikat, bütün tarikat ehli kimselere bir belgedir ve en tutarlı yoldur. Hemen hepsinin makbülüdür. O yol, sadakat ve vefa yoludur. Her hali şeriata, ve Resülüllahın sünnetine uygundur. Bid'atlardan kaçmakta, boş arzuları tersine itmekte bu yol, en güzel örnektir. Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri, çoğunlukla halini insanlardan gizli tutardı. Çeşitli mücahede işleri ile ve ağır terbiye davranışları ile olurken, hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele manada ilim tahsili içine hiç kimse vakıf olmazdı. Neticede zamanının önde gelen irfan sahibi bir zatı oldu; akranları arasından sıyrıldı, öne geçti. Üstün halleri ile gözler kendisine dikildi. Büyük şehirlerin hemen hepsinde ünü yaygındı. Bu sebeple kafile kafile insanlar ona gelirlerdi.
Bir süre şam'da da kaldı. Orada mekan tuttu ve bir de tekke yaptı. Orada kendisine nice sadık müridler geldiler ve istifade ettiler.
EVLİYA KEBİR
Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri'nin büyük halifelerinden biridir. İrfan sahibi bir şeyhti. Buhara'dan gelmedir.
Önceleri zahirî ilimlerin tahsili yolundaydı.
Şeyh Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri, bir gün çarşıya gidip et almıştı. Çarşıda Evliya Kebir ile karşılaştı. Evliya Kebir ona :
—"Etini ben taşıyayım." dedi.
Bunun üzerine, taşıması için eti ona verdi. Eve kadar birlikte geldiler. Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri Evinin önünde Evliya Kebir'e baktı ve şöyle dedi:
—"Bir saat sonra gel, seninle yemek yiyelim."
Evliya Kebir oradan ayrılıp gittikten sonra, kalbinde zahiri ilme karşı meyil tamamen kalktı ve Şeyh'in hizmetine karşı meyilli bir durum belirdi. Bir saat sonra, Gucdüvanî' Hazretlerinin yanına gitti. Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri onu öptü ve sonra :
—"Sen, benim oğlumsun." dedi.
Sonra ona, yolun inceliklerini öğretti. Artık Evliya Kebir Hoca'ya gitmeyi bırakmıştı. Her nerede hocasını görecek olsa; kendisini azarlar, çıkışır, ilmi bıraktığı için kızar ve:
—"Yine medreseye dön, ilme devam et." derdi.
O, hocasının bu sözünü kabul etmezdi fakat ona karşı bir cevap da vermezdi.
Aradan bir zaman geçti; hocası gecelerin birinde büyük günahlardan birini işledi. O gecenin sabahında yine hocası ile karşılaştı. Hocası yine Evliya Kebir'e dil uzattı.
Bunun üzerine, Evliya Kebir, hocasına şöyle dedi:
—"Ey efendim, sen bu gece şu şu kötü işi yaptın; şimdi de gelmişsin bana ders vermeye, beni Hak yolundan ayırmaya çalışıyorsun!."
Hocası çok utandı. Sofiye mertebesinin yüksekliğini anladı. Ve hemen Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri'nin huzuruna geldi, tevbe etti, tarikata girdi ve onun huzurunda makbullerden biri oldu.
OĞLUNA NASİHATİ
Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri'nin bir risalesi vardı ki, onu kıymetli oğlu Şeyh Evliya Kebir için yazmıştı.
Bu risalede tarikata dair edepler, nasihatler, ince, güzel terbiyeye dair bölümler vardı.
Abdülhalik Gucdüvani Hazretleri risalesinde buyuruyorlar ki:
—"Yavrucuğum, sana ilim tahsilini ve edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman, Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Bizden önce geçen büyük zatların izini bırakma. Resulüllah'ın (s.a.v.) sünnetine uygun davran; O sünnetin hakkıyle uygulayıcısı ol. Eshabın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh oku, hadis oku, tefsir oku; bilhassa kendisini tasavvuf ehli sanan cahillerden uzak dur.
Namazını cemaatle kılmaya ihtimam göster. Ancak cemaatle namaz kılarken, imam veya müezzin olmamaya çalış.
Sakın ha, şöhret peşine düşmeyesin; şöhret afettir, tehlikedir. Hemen her halinle sıradan insanlardan biri gibi yaşa, öyle görün. Herhangi bir makama meyletme. İsterse Kadılık, müftülük gibi övülen bir makam olsun.
Hiç kimseye kefil olma; hiç kimsenin vasisi olma. Devlet yöneticileri ile, onların adamları ile arkadaşlık etme. Tüysüz delikanlı, kadın, din dışı hareketleri ile meşhur, sözünü bilmeyen avam kimselerle de arkadaşlık etme.
Ne kendin için bir tekke, zaviye yap, ne de öyle bir yerde otur. Şarkıları ve musikiyi pek dinleme; azı olursa zararı yoktur. Semağı ve musikiyi çok dinlemek, nifak doğurur, kalbi de öldürür. Ancak, semağ meclisi kuranları, musikı ile uğraşanları inkâra kalkıp protesto etme; çünkü onlar çoğunluktadır.
Az konuş, az ye az uyu. Arslandan kaçar gibi insanlardan kaç. Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et. Helal yemeye çalış. Zaruret yoksa, şüpheli işleri tamamen bırak. Çok kere dünyalık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu taleb için yola düşersen, dinin gider, imanın gider. Çok gülmemeye çalış. Zira, çokça, kahkaha atarak gülmek, kalbi öldürür.
Sakın ha, hiç kimseyi küçümseme. Dışını da pek o kadar süslemeye çalışma; çünkü dışın süslü olması, iç alemin iflası sayılır. Halkla çekişmeye girme. Hiç kimseden de bir şey isteme. Hiç kimseye, sana hizmet etmesi için bir emir verme.
Meşayihten büyük zatlara, yükseldiğin makamınla, canınla, malınla hizmet etmeyi bir vazife bil. Sakın ha, o büyüklerin işlerini inkara meyilli olma. Zira onları inkara yeltenen iflah olmaz. (Mahvolmaktan kurtulamaz.)
Dünyaya da, dünya adamlarına da aldanma.
Kalbin daima hüzünlü olsun. Hep gamlı gibi davran. Sanki, bedenin de hastadır. Kötülüklere karşı hasta gibi ol.
Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Duanda daima yakarıcı ol. Yenisine ihtiyaç olmadığı zamanlarda eski elbise giy. Yoksulluk, arkadaşın olsun. Fıkıh bilgisini kendine sermaye say. Evin mescid, candaşın Cenabı Hak olsun.
EVLİYA KEBİR ANLATIYOR
—"Bir gün, Hızır Aleyhisselam, Abdulhalik Gucdüvanî'nin ziyaretine geldi. Abdülhalik Gucdüvanî de ona arpa unundan yapılmış iki ekmek çıkardı ve yemesini teklif etti. Hızır aleyhisselam o ekmeklerden yemedi. Bunun üzerine Abdulhalik Gucdüvanî Hazretleri şöyle dedi:
—Yiyin efendim, bu helâldir.
Hızır aleyhisselam da şöyle dedi:
—"Evet, o helaldir ama, onun hamurunu yoğuran temiz değildir; bunun için ondan yemek bana caiz olmaz.
11 ESAS
Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin tarîkatının binası aşağıda yazılıp izah edilecek olan onbir kelime üzerine kurulmuştur. Bunlar Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin mübarek kelime-leridir.
1. HUŞ DER DEM: (Her an uyanık bulunmak)
Bu kelime, sâlik nefes alıp verirken gaflette olmamasından ibarettir. Zîrâ sâlik nefes alıp verirken uyanık bulunsa nefesini gafletten korur. Nefeslerini gafletten muhafaza etmek bu tarîkatta yüksek mertebedir. Zîrâ nefeslerini hıfzetmek huzûra sebebtir. Huzûr ise bu tarîkatta rükn-i âzamdır. Büyük ve mühim bir esastır.
2. NAZAR BER KADEM (Göz ayağa bakacak)
Bu kelime, sâlik yolda giderken daima nazarını âfâka bakmaktan ko-ruyacak ve ayağa bakacak demektir. Bu lugavî manasıdır. Tasavvufi yo-rumları ise şöyledir:
Salik yabancıların yüzüne hiç bakmayacak; gözü kendinde kendi gönlünü temaşa etmekte olacak.
Tevazu üzere olacak; yukarılara değil ayaklarının ucuna bakarak yürüyecek.
Resülüllahın sünnetine uygun yürüyecek. Zîrâ o, önüne bakarak yü-rürdü.
Salik yolda mesafe almak istiyorsa bastığı yeri görerek yürümeli ki hedefine varabilsin.
Göz bakacak ve kestirecek, ayak da oraya çıkacak.
3. SEFER DER VATEN (Vatanda sefer)
Sâlik, mâsivâyı terk edip cânib-i Hakk‘a teveccüh etmeden ibarettir. Bu, müridin kötü ahlâktan ve beşerî sıfatlardan sıyrılıp iyi ahlâk ve melekî sıfatların yurdu olan aslî vatanına dönmesini gösterir.
4. HALVET DER ENCÜMEN (Cemiyet içinde yalnızlık)
Bu kelime bâtında Hak ile meşgul olup, zâhirde halkın arasına ka-rışmayı ifade eder.
5. YÂD KERD ( Kalble zikir)
Bu kelime hâcegân indinde; lafza-i celâl-i nefesi tutmak sûretiyle zik-retmek demektir. Zîrâ hâcegân hazerâtı sâliklerin kalbini tasfiye için lafza–i celâli nefesi tutmak sûretiyle telkîn ettikleri zaman (yâd-ı kerdle meşgul ettin) derlerdi. Yahut da yâd-ı kerd kelimesi bu tarîkatta kelime–i tevhîdî nefesi tutarak zikretmekten kinaye oldu.
6. BÂZ KEŞT (Zikir anında mahlukatı düşünmemek) Zâkir nefesini tutarak zikrettiği zaman tek sayı ile zikredip nefesini verirken (İlahi ente maksûdî ve rızâke matlûbî= Allahım maksadım sensin ve senin rızanı istiyorum) kelâmını mülâhaza etmek.
7. NİGÂH DAŞT (Zikir anında mâsivâyı terk etmek)
Kalbi, havâtırdan yani, istenilmeyen düşüncelerden muhafaza etmek.
8. YÂD DAŞT (Hatırdan çıkarmamak)
Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinden daima âgâh olmak; zikir anında ve diğer zamanlarda Allah'ı hiç unutmamak.
9. VUKÛF-U ZAMÂNÎ (Her zaman, haline vakıf olmak) Nefsi daima muhasebeye çekmek.
10. VUKÛF-U ADEDÎ (Adetlere vakıf ve sahip olmak) Zikirde adetlere riayet etmek.
11. VUKÛF-U KALBî (Kalbe vakıf ve sahip olmak)
Önce kozalak şeklindeki kalbe teveccüh ederek basîret gözü ile ha-kîkat-i kalbe nazar edip durmak.
NASİHATLERİNDEN...
Bir gün huzuruna gelen bir kimse;
—"Eğer Allâhü Teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zira bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin muradıdır. Cehennem ise, Allâhü Teâlâ'nın muradıdır." dedi. Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretleri bu sözü red ederek:
—"Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada aklırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir." buyurdu. O kimse bu sefer;
—"Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?" diye sordu. Şöyle cevap verdi:
—"Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şayet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise o kimsede öfkelenmek yerine gayret hasıl olur. Her ne zaman gayret etse şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki Hakk'a yönelsin. Allâhü Teâlâ'nın kitabına ve Resülünün sünnetine sarılsın. Bu iki nur arasında tasavvuf yolunda yürüsün." buyurdu.
NASİHATLERİNDEN...
Bir gün Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretlerinin huzuruna uzak yerden bir müsafir geldi. Biraz sonra da yanlarına, güzel suretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretlerinden dua isteyip ayrıldı. Müsafir:
—"Efendim! bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesiyle gitmesi bir oldu" dedi. O da:
—"Bizi ziyarete gelip dua isteyen bir melek idi" buyurdu. Müsafir hayret etti ve
—"Efendim, son nefeste iman selametiyle gidebilmemiz için bize de dua buyurur musunuz." diye niyazda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretleri :
—" Her kim farzları eda ettikten sonra dua ederse duası kabul olur. Sen, farz olan ibadeti yaptıktan sonra dua ederken bizi hatırlarsan biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin hem de bizim için duanın kabul olmasına vesile olur.
VEFATINDAN SONRAKİ KERAMETİ
Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretlerinin vefatından sonra da ke-rametleri görülmüştür. Şöyle ki vefatından 332 sene yani M. 1512 (H. 918) yılında Eshabı Kiram düşmanı safeviler 100 bin kişilik iyi yetişmiş askerleriyle Ceyhun nehrini geçerek Mavera-ünnehr vilayetlerine hücum ettiler. Çok kan döküp büyük tahribat yaptılar. Sonra Buhara'ya yöneldiler. Bir çok kaleyi ele geçirdiler. Girdikleri yerlerde ehl-i sünnet alimlerinin kabirlerini yıkıp hakaret ediyorlardı. Nihayet Gucdüvan ka-lesini de abluka altına aldılar. Niyetleri Abdülhâlık Gucdüvani (k.s.) Hazretlerinin de Türbesini tahrib etmekti. Özbek askeri onları karşıladı. Bu özbek askerlerinin etrafında binlerce beyaz atlı, beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerler göründüler. Başlarında heybetli ve nurani bir zât, elinde iki ağızlı kılıç ile Safevileri işaret edip hücuma geçtiler. Ekin tarlasına giren orakçılar gibi safevîleri biçmeye başladılar. Ehli sünnet düşmanı Safevîler perişan olup kaçtılar.
Vefatından evvel söylediği,
Dosta mübarekim , düşmana musibetim
Cenkte demir gibi . sulhta mum gibiyim
Nur çeşmesinin başı Gucdüvan menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum
şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerametiydi.
(Aynı sene Osmanlı devletinin başına da Yavuz Sultan Selim geçmiş ve yine Ehli sünnet düşmanı safevileri Çaldıran savaşında perişan etmişti.)
Halifeleri:
HÂCE ARİF RİVGİRİ, Hâce Ahmed Sıddıyk, Hâce Evliyâ-i Kebîr, Hâce Süleyman, Hâce Habbaz Buharî
Cevap: silsile-i sadat ın hayatları
10. Hace Arif Rivgiri (k.s.)
Hâce Abdü'l Hâlik Gucdüvânî (k.s.) Hazretlerinin eshabının en faziletlisi ve halifelerinin en büyüğüdür.
Orta boylu, bedir yüzlü, iri gözlü, ince ve hilal kaşlı idi. Yüzünün rengi beyazı kırmızısına karışmış bir halde idi.
Buhâra'ya altı, Gucdüvân'a bir fersah mesafede bulunan Rivgir isimli kasabada doğdular. Mevcut me'hazlarda doğum tarihlerine dair kesin bir kayda rastlanmamıştır. Zât-i al-i kadrleri Türk meşâyıhının en müttekîlerinden ve evliyanın en büyüklerindendir. İlim, hilm, Zühd, takvâ, riyâzet, ibâdet ve sünnete ittiba bablarında çok yüksek rütbelerin sahibidirler.
Abdülhâlik Gucdüvânî Hazretlerinin hayatları müddetince yüksek hizmetlerine devam etmişler ve feyizlenmişlerdir.
Hâce Hazretlerinin irtihallerinden sonra irşad makamına oturmuşlar ve himmet ve inâyetleri ile Hakk'ı taleb edenleri hidâyete ulaştırmışlardır.
Hâce Ârif Rivgirî (k.s.) Hazretleri pek çok ömür sürmüşlerdir. Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî Hazretlerinin hayatlarında uzun müddet şerefli hizmetlerinde bulunmuş ve vefatlarından sonra da (140) sene daha hayat sürmüşlerdir. Pek çok kemâlâtın sahibi Hâce Ârif Rivgirî Hazretleri, Hicrî 715 (Miladi 1315) senesinde, doğduğu kasabada irtihal buyurmuşlardır.
(Kaddesallahü Sirrehül Aziz)