-
Gerçek tasavvuf bu değil
Modern zaman sufileri!
‘Bir ahir zaman modası’ olarak görülmesi
Cumhuriyetin ilk yıllarında tekkelerin, zaviyelerin kapatılması hakkında kanun çıkarılmış olmasına rağmen, son yıllarda tasavvuf kültürüne büyük ilgi gösterildiğini görüyoruz. Son zamanlarda ilim ve sanat çevrelerinde, tasavvuf üzerine çok sayıda kitap yazılıyor, eserler ortaya konuyor ve faaliyetler tertipleniyor. Hiç kuşkusuz, bunda batı âleminin tasavvufa olan ilgisinin de etkisi var.
Tasavvuf tarihi, tasavvufi şahsiyetlerin hayatı ve dünya görüşü, ilk dönemlerden itibaren oryantalistlerin (Batılı, Doğu-İslam dünyası araştırmacılarının) ilgisini çeken konuların başında gelmişti. Genellikle İslam tarihinde tartışmalı konuları kurcalamayı seven bu araştırmacılar, Hallac-ı Mansur’un idamı, Hz. Mevlana ve Hz. Şems’in arasındaki muhabbet ve vahdet-i vücud düşüncesi gibi mevzuları çarpıcı bir üslupla gündeme getirmişlerdi.
Ancak, ne maksatla yapılmış olursa olsun yapılan bu araştırmalar, Batı âleminin maneviyata susamış ruhlarını tasavvufu araştırmaya yöneltti. Hz. Mevlânâ, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri gibi sûfiler, batıda popüler olmaya başlayınca, her hususta Batıyı takip eden entelektüellerimiz arasında da tabiri caizse moda haline geldi.
Elbette tasavvufî mevzuları Batının gözlüğüyle gören bu kesimler, onu kaynağından, yaşayarak aktaran rehberlerden alan salikleri endişelendirmeye başladı. Çünkü Batılılar, oldum olası tasavvufu beşeri bir kültür, bir felsefe veya dünya görüşü gibi görme eğilimindeydiler. Yani sanki tasavvuf, İlahî Kitap ve Nebevi Sünnet kaynaklı bir hakikat değil de çeşitli kültürlerin kaynaşmasının sonucunda ortaya çıkmış, derleme bir dünya görüşü gibi kabul ediliyordu.
Bu anlayışın, tasavvufu “kurtuluş yolu” olarak gören ve onu “hayatının gayesi” telakki edenleri, rahatsız etmesinin birçok sebebi var. Her şeyden önce, tasavvufun gelip geçici bir ahir zaman modası gibi görülmesi, insanlığın son kurtuluş ümidinin de hızla tüketileceği endişesine sebep olmakta…
Gerçekten de son zamanlarda tasavvuf kültürünü, tıpkı uzak doğuluların veya Hintlilerin kendi mistik inançlarını pazarladığı gibi pazarlayan bir anlayışın doğması, tasavvufa ciddi ve hakiki bir değer atfedenleri korkutmaktadır. Çünkü bu anlayışta tasavvufun aslı, hakikati değil, daha çok sembolleri ve yan unsurları öne çıkarılmaktadır. Bu sembollerin manevi muhtevası, bazen tamamen unutulmakta bazen de çarpıtılmaktadır. Hepsinden önemlisi, tasavvufî kültür ve anlayışını modern insanı avutan bir manevi oyuncağa dönüştürülerek piyasaya sürülmektedir.
Artık; kitaplar, hat levhaları ve tesbih gibi eşyalar, işlevsiz bir hediyelik eşyaya, kültür veya hatıra değeri olan bir nesneye dönüşmektedir.
‘Modern zaman dervişleri’ (!)
Zamane dervişleri için tasavvuf, tatillerde tasavvuf turizmine çıkmak, sosyal etkinlik olarak tasavvufî temaların konuşulduğu entelektüel kulüplerde seminerler veya musiki meşki dinleyip semazen seyretmektir. Yani, modern zaman sufileri için tasavvuf, hayata mana ve ölçü getiren bir manevi eksen değil, sadece hayata ufak bir renk katan tamamlayıcı bir unsurdur.
Elbette tasavvuf kültürüyle ilgilenen herkesin tasavvuf yoluna girmesi beklenmez. Bir konuyu araştırmak başka bir şeydir, ona inanarak benimsemek, hayatını onunla manalandırmak bambaşka bir şeydir. Bir akademisyen, kendisi sufi olmadığı halde tasavvuf tarihini araştırabilir. Bir sanatkâr, kendisi bir Mürşid-i Kâmil’e bağlanma tecrübesini yaşamadığı halde, eserlerinde tasavvufî temaları kullanabilir.
Ayrıca, herhangi bir Türkiye vatandaşı, kendi kimliğini inşa ederken, tarihiyle ve toplumuyla ilgi kurmayı isteyebilir. Esasen kendi kültüründen habersiz bir insan, hakiki manada kültürlü de olamaz. Kimliğini ve şahsiyetini inşa ederken, kendisine bir aidiyet araması gayet doğaldır.
Tarihini ve kültürünü araştıran her Türkiyeli de kültürümüze ana rengini veren tasavvufa kendisini yakın hissedebilir. Bilhassa Osmanlı gibi büyük bir ecdada hürmet besleyen her Osmanlı torunu, Osmanlıyı Osmanlı yapan özü, yani tasavvuf irfanını benimsemekten kendini alamayabilir. Çünkü Osmanlının gerek kuruluş, gerek yükseliş asrında, toplum, ilim ve sanat hayatına ana rengini veren tasavvuf irfanı olmuştur.
Bu sebeple, Osmanlı medeniyetine ilgi duyan herkesin kendisini biraz sufi meşrep kabul etmesi mümkündür, tabiidir. Ancak tasavvufla bu tür alaka kurmak başka bir şeydir. Tasavvuf sempatizanı olmak, gerçek manada tasavvuf yolunun saliki olmak demek değildir.
‘Omurgasız tasavvuf’u savunanlar
Bugün tasavvuftan bahseden öyle kesimler vardır ki, tevhid derken panteizme kaymakta, ahiretten bahsetmemek hususunda özel gayret göstermekte, Kur’an-ı Kerim’de önemli yeri olan, kulluk ve takva kavramlarını anmamaktadırlar. Bu kesimler, Hz. Peygamber aleyhisselamı, Ashab-ı Kiram’ı ve aynı zamanda Tabiin âlimlerinin önde gelen ilk sufilerini de hiç anmazlar ve hayatlarından bahsetmeyi akıllarına getirmezler.
Buna karşın, eski çağlardaki felsefe ve kelam tartışmalarına cevap olarak, o zamanın edebi üslubuna uygun, mecazlı bir dil kullanmış bazı sufilerin adını sık sık anarlar ve onlardan, sanki peygamberden sonra yeni bir peygamber gelmişçesine bir eda ile bahsederler.
Ne yazık ki eski çağların edebi anlayışında yaygın olan mübalağa, hüsnü ta’lil veya arzu ve temennilerden sanki hakikatmiş gibi bahsetme üslubunu bilmeyenler “Tasavvuf yolundan gideceğiz” derken, imandan çıkabilmektedir. Üstelik bu yeni nesil sufiler, kendi yollarını asıl tasavvuf olarak lanse edip tasavvufa sureta değil, hakiki manada hayatını vakfedenleri de “tarikatçılar” (!) diye hor görmektedirler.
Gerçekten de ahir zamanın imtihanlarından biri de hakikati arayanların yolları üzerine pusu kurmuş, kendisini suret-i Hak’tan gösteren birçok kişi ve grubun türemesidir. Bu gruplar, sadece dinden habersiz yetiştirilen kesimleri değil bazen bizzat dindar ailelerde yetişen gençlerin dahi aklını karıştırabilmektedir.
Kafa karıştırarak avlıyorlar
Mesela, geçtiğimiz günlerde akrabalarımdan bir genç bana şunu sordu; “Ablacığım, tasavvuf yoluna ilgi duyuyorum ama okuduğum eserlerde karşıma çıkan bazı konular, şimdiye kadar bildiklerimle çelişiyor. Mesela, biz Allah’ın iffetli olmayı emrettiğini biliyoruz ama bazı sufi çevreler, mecâzi aşkın hakiki aşka götüren bir basamak olduğunu iddia ediyorlar. Yani, Leyla’dan geçip Mevla’ya ermekten bahsediyorlar. Doğrusu kafam karışıyor. Bunların hangisi doğru?”
Bu gencimize işin doğrusunu anlatmak için önce tasavvufî eserlerin dilinin, o zamanın sanat anlayışının da gereği olarak ekseriyetle mecazlarla, mesellerle, istiarelerle örülü olduğunu söyleyerek işe başlıyorum.
Sonra, bir tasavvuf dergisinde rastladığım açıklamayı paylaşıyorum: “Sufiler Leyla derken, sokaklarda gezen Leylaları kastetmezler. Arapça’da Leyl, gece demektir. Burada Leyla, geceleri rabıta kurulan Mürşid-i Kamil’in remzidir. Zaten ‘Leyladan geçip Mevlaya ermek,’ tabiri bunu anlatır. Mürşide rabıta yapmanın da nihai maksadı onun vasıtasıyla Mevla’ya erişmektir. Onun sevgisi, manevi sevgilerin bir misali ve basamağıdır.”
Tasavvufi edebiyatın anlaşılması için önce onun hayat tarzının iyi bilinmesi gerekmektedir. Yoksa bazı Batılı oryantalistlerin, Hz. Mevlana ile Hz. Şems’in arasındaki muhabbete, çirkin yakıştırmalarda bulunması gibi feci sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.
Onların, zahir ilimlerine iyice doymuş, akaid bahsinde kelamî tartışmalardan yorulmuş ve felsefi cereyanların kuru mantığından bunalmış bir ruh halinde söyledikleri sözleri, bugünün ilimde- irfandan mahrum kişilerin papağanvari bir edada taklit etmesi, doğrusu pek manasız olmaktadır. Onlar Kur’an ve Hadis, temelinde akaid, fıkıh gibi bütün İslamî ilimleri iyice öğrenmiş ve gereğince amel etmiş olmakla birlikte, onun zahiri manalarıyla tatmin olamamışlar, bu yüzden kuru bilgiden öteye geçmek manasında, duygu yoğunlukları aramışlardır.
İşte, Mürşid-i Kamil’in sevgisi kalbi, dağınıklıktan kurtarıp Mevla’ya ulaştıran bir bağ olmaktadır. Hem Mürşid-i Kamil zatlara sadece rabıta yapılmamakta, onların etrafında ilim halkaları da kurulmaktadır. Hasan Basri, Sufyan-ı Servi (rahmetullahi aleyhim) gibi tasavvuf önderleri, ilk devrin şeriat âlimlerindendir. Henüz medreseler müesseseleşmeden önce halka hadis rivayet eden, akaid ve fıkıh öğreten muallimler, onlar olmuşlardır.
Hem ‘zahidler’ de denilen bu ilk devir sufileri, halka sadece fetva vermekle yetinmemiş, tasavvuf yolunun nüvesi olacak, takva ve ihsan yolunu da göstermişlerdir. Hatta bir görüşe göre, tasavvuf adı da bu ilk devir sufilerinin, yoksul kıyafeti olan ‘yün’ elbise giymesinden türemiştir.
O devirde yün elbise giymek, dünya rahatını ve lüksünü aramamayı simgelemekteydi. Sıcak diyarlarda yünden imal edilen abalarla örtünmeyi kimse tercih etmez, ancak yerli mamul olup ucuz olduğu için mecburen kullanılırdı. Bu sebeple de yün elbise; kanaatin, fakirliği tercih etmenin ve tevazuun bir sembolü olmuştu.
İlk devir sufilerin, yün aba kullanmasının bir sebebi de birçoğunun ev hayatını terk etmiş, diyar diyar dolaşıp halkı Hakk’a kulluğa davet eden, peygamber mirasçısı tebliğciler olmasıydı. Onlar gittikleri diyarlarda bir dergâha sığınır, geceyi üzerlerindeki abaya bürünerek geçirirlerdi.
Onların hayatta tek amacı, ilim ve zikir meclislerine iştirak edip kendilerini yetiştirmek, şeyhlerinden icazet aldıkları vakit de başkalarını irşad etmekti.
İşte tasavvuf yolu buydu; dünyalık arzulardan vazgeçip kendini ilme, hizmete, irşada adamak…
Sahihi, sahte olandan ayırt etmeli
Fethedilen diyarların ve Anadolu’nun İslam yurdu olması, bu şekilde hizmet eden dervişler sayesinde mümkün oldu. Hem, tasavvuf büyükleri, aynı zamanda din ilimlerinin Ehl-i Sünnet çizgisi üzere öğrenilip nakledilmesine de dikkat etmekteydiler.
Zaman içinde tasavvuf yolları müesseseleşti ve her biri birer irfan mektebine dönüştü. Müslüman halkın meslek olarak örgütlenmesine ve ahlaki yönden mükemmelleşmesine yardımcı olan ahilik teşkilatları kuruldu. Her bir lonca ve dergâh, halkın eğitim ve terbiyesinde farklı yönlerden roller yüklendi. İslam medeniyetinin inşasında tasavvufun büyük katkısı oldu. Günümüzde de tasavvuf yolu ve salikleri, yeni hizmet alanlarında İslam’a hizmete devam etmeye gayret etmektedirler.
Ancak ne yazık ki bu samimi sufiler gözden uzak bir şekilde hizmet ederken, bir kısım Batı modalarının taklitçisi zamane dervişleri, ekranları ve internet sitelerini doldurabilmektedir. Onların, tasavvuf yolunu aslından uzak bir şekilde yorumlamaları yüzünden, bir kısım Müslümanlar da tümüyle tasavvufu sapkınlık olarak görmekte ve katı bir Selefîlik anlayışını benimsemektedir.
Böylece belki tasavvuf yolunda güzelce yürümesi, maksadına nail olması ve İslam’ı en olgun ve müsamahalı bir şekilde hayata geçirerek sevdirmesi mümkün olan kişiler, bu yoldan kaçınmaktadır. Elbette bu durum, tasavvuf yoluna ciddiyetle ehemmiyet veren kesimleri endişelendirmektedir.
Zamanımızdaki Müslümanlara ve sufilere düşen görev, tasavvufu aslına döndürmek; böylece Tabiin âlimlerinden devralınan Ehl-i Sünnet’e dayalı ilim-irfanı ihya ederken, İslam medeniyetini temelleri üzerinde yeniden inşa etmektir.
HATİCE KÜBRA ERGİN