Manevî doğumla vücuda gelen çocuğa Kuddûsî, veled-i kalb/kalb çocuğu der.1599 Bu
çocuk, birinci doğumdaki bel evladı olmasına karşılık, bir yol evladıdır. Bel evladı cinsiyet,
tür gibi bedensel kaynaklı şeylere varis olurken, sulûk çocuğu ölümsüz, İlâhî değerlere vâris
olur. Yâni kalb çocuğu manevî vâristir, dünya serveti vârisi değildir. Bu durum Hz.
peygamber (s.)’in şu sözünde gerçek anlamını bulmaktadır: “Alimler nebilerin
vârisleridir.”1600 Onun için ikinci doğumlarını gerçekleştirmemiş olan insanlar, dünya
nimetlerine, ağyâra karşı büyük bir hırs içerisindedirler. Onlar, dünya ve cennet nimetlerini en
büyük bağış olarak görürler. Fakat dünya rahmini yırtıp gözlerini sonsuz ruh âleminin
yüceliklerine çevirip mânevî doğumlarını gerçekleştirenler, dünya ve içindekilerinin çok
basit, bayağı şeyler olduğunu idrâk ederler. Artık onların gözünde dünya nimetleri ana
rahmindeki pis kan haline gelir.
Fakat diğer taraftan Kuddûsî, ölümü, Allah’a kavuşmak olarak gördüğünden dolayı
onun bir an önce gelmesini bekler. Hatta Kuddûsî, Allah’a kavuşturacağı için, ölümü,
şekerden bile daha tatlı görmektedir. Kuddûsî, ölümü ayrılık değil, Resullerle buluşma olarak
kabul eder. O, ölümü, ruhun aslına dönmesi ve Rabb’ine kavuşması için geriye davet çağrısı
olarak görmüştür.1601
Kuddûsî, hem ruhun ölümsüzlüğüne, hem de Hakk’a kavuşmanın yolunun vuslattan
geçtiğine inanır. Onun için Mutlak varlıkta yok olmak, yâni asıl olan varlığa rücü etmenin adı
ölümdür. Ölüm, Kuddûsî için, üçüncü doğumdur. Çünkü sûfî perspektifte insan ilk defa
annesinden maddi doğumla dünyaya gelir. Sûfînin ikinci doğumu olan mânevî inkişaf ise,
semânın melekütuna yükselmesidir.1602 İnsanın kemale ulaşması için gerekli olan yakîn ikinci
doğumla gerçekleşir.1603sûfînin üçüncü doğumu olan ölüm de, onun Allah’a olan vuslatı ile
gerçekleşir.
Sûfîlere göre kişinin kemalini, tekamülünü oluşturan, yâni ölümden ölmeyi ifade eden
dört önemli olgunlaşma merhalesi vardır.1604 Bu merhaleleri başarı ile yerine getiren kişi,
“ölmeden önce ölmek” desturunu gerçekleştirip ölümsüzlüğü yakalamıştır. Bu ölüm
merhaleleri şunlardır. Birincisi, el-mevtü’l- ebyaz(beyaz ölüm)dür. Bunun temel şartı açlıktır.
Çünkü açlık Allah dostlarının aydınlığıdır. Sûfî açlıkla Allah’a ulaşmanın aydınlığını ve
hidâyetini yakalar.1605 İkincisi, el-mevtü’l- evsed (siyah ölüm)dür. Bu ölüme hazırlanış,
halktan gelen ezâya tahammül etmektir. Yâni, kesin ve mutlak bir direnme göstermektir. Aynı
zamanda nefsten/benlikten kaynaklanan cefa ve üzüntüye direnmektir. Burada gelen
baskıların rengi siyahtır.1606 Üçüncüsü, el-mevtu’l ahmer(kırmızı ölüm)dür. Bu ölüm şekli de
kişinin nefs/benlikten ve hevâdan gelen duygulara muhalefet etmesidir. Öyle bir muhalefet ki,
nefsi/benliği boğup katletmek gibi ortadan kaldırmaktır. Bu duruş, nefse ve onun bütün hedef
ve amaçlarına karşı kesin bir tavır almadır.1607 Dördüncüsü ise, el-mevtu’l- ahdâr (yeşil
ölüm)dür. Elbiseye yama üstüne yama vurmak gibi, nefsin her isteğini reddetmektir.1608
Örneğin, Hz. Ömer gibi bir zatın halife olmasına rağmen, elbisesinde onlarca yama olması
onun benliğin oluşturmadaki direncini ortaya koymaktadır. Halifeliğin nüfuzu onu
etkilememiş bilakis, mükemmelleşen benliği halifeliğin o çekici, şatafatlı cazibesini yok
etmiştir.
Mevti çok yâd et kalbin uyansın hubb-ı gafletden
Yol mahûf uzak sana erken uyanmak yaraşır
.1609
İşte Kuddûsî’nin de ölüm düşüncesinin temelinde varolan bu merhaleleri sûfî aşıp
benliğini oluşturursa, artık “ölüm” denilen olgu onun için korku, ızdırab, karamsarlık, yok
oluş, unutulmak değil, Yaratıcı ile ölümsüzlüğü yakalamaktır. O ölümle öyle bütünleşmiştir
ki, Hz. Peygamber (s)’in “ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini
hatırlayın”1610 hadisini aşıp ölümsüzlüğü yakalamıştır. O, yakaladığı bu ölümsüzlükle
Kuddûsî’de olduğu gibi artık ölümden söz etmek istememektedir.
Sûfîlere göre, onların sürekli yürüyüşü ölümle de kesilmez. Çünkü ölüm, ölümsüzden
kaynaklanan zaman üstü egoyu değil, o egoya bineklik yapan bedeni yok etmektedir. Allah,
insanı aşk şarabından yaratmıştır, ölüm onu çürütse bile yine o aşık olan varlık insandır.
1565 İbnü’l-Arabi, Fusüs, s. 18.
1566 Tirmizi, Zühd, 4; İbn Mace, Zühd, 31.
1567 Kuddûsî, Dîvân, s. 104.
1568 Gazzali, İhyâ, IV, 434.
1569 Kuddûsî, Dîvân, s. 139.
1570 Kuddûsî, Dîvân, s. 189.
1571 Aynı eser, s. 197.
1572 Kuddûsî, Dîvân, s. 189.
1573 Ankebût, 29/57.
1574 Fecr,89/27-28.
1575 Gazâlî, İhyâ, IV, 434.
1576 Aynı yer.
1577 Kuddûsî, Nasâih-i Kuddûsî, vr. 201b.
1578 Aynı yer.
1579 Kuddûsî, Dîvân, s. 62.
1580 Kuddûsî, Dîvân, s. 71.
1581 Kuddûsî, Nâsaih-i Kuddûsî, vr. 201a.
1582 Kamile Khatoon, İkbal’ın Felsefe Sisteminde Tanrı İnsan ve Kainat, (çev. Celal Türer), Üniversite Kitabevi,
İstanbul 2003, s. 166.
1583 Buhârî, V, 2358, Tirmizî, IV, 567, İbn Mâce, II, 1378.
1584 Zygmunt Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, (çev. Nurgül Demirdöven), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 2000, s. 228.
1585 Mevlânâ, Mesnevî, III, 3368.
1586 Bakara, 2/156.
1587 Ankebût, 29/57.
1588 Kuddûsî, Nasâih-i Kuddûsî, vr. 201a.
1589 el-Mekkî, a.g.e., II, 101.
1590 Buhâri, Rikâk, 41; Müslim, Zikir, 14.
1591 Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s.134.
1592 Rifat Okudan, Işrak Filozofu Sühreverdî Maktül ve Eserlerindeki Üslup ve Belagat, (Basılmamış Dokota
Tezi) Isparta 2001, s. 165.
1593 Kuddûsî, Nasaih-i Kuddûsî, s.201a.
1594 Kuddûsî, Dîvân, s. 189.
1595 Bakara, 2/109.
1596 Mevlânâ, Fihî Mâfîh, s. 31.
1597 Mevlânâ, Dîvan-ı Kebir, VII, 646.
1598 İncil, Yuhanna, 3/3.
1599 Kuddûsî, Nasâih-i Kuddûsî, vr. 201a.
1600 Buhârî, İlim, 10.
1601 Kuddûsî, Nasâih-i Kuddûsî, vr. 201b.
1602 Aynı yer.
1603 Bk., Sühreverdî, Avârif, s. 85-86.
1604 İbnü’l- Arabi, Futuhât, I, 258; Sülemi, Tabakât, s. 93.