SÖZLER / Risale-i Nur'dan 16. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Onaltinci Söz
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ. فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
(Itminan-i nefsime medâr olacak, zulmeti dagitacak su âyetin nurundan dört suai göstermekle kör nefsime bir basîret vermek için yazilmistir.)
BIRINCI SUA: Ey nefs-i nâdan! Diyorsun ki: "Ehadiyet-i Zât-i Ilâhiye ile külliyet-i ef'âli ve vahdet-i sahsiyyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyyeti ve ferdâniyyeti ile seriksiz sümûl-ü tasarrufati ve mekândan münezzehiyyetiyle her yerde hâzir bulunmasi ve nihayetsiz ulviyyetiyle herseye yakin olmasi ve birligi ile her isi bizzât elinde tutmasi; hakaik-i Kur'aniyyedendir. Kur'an ise hakîmdir. Hakîm ise, akil kabûl etmeyen seyleri akla tahmil etmez. Akil ise, zâhirî bir münâfati görüyor. Akli teslime sevkedecek bir izah isterim."
Elcevab: Mâdem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur'an'in feyzine istinaden diyoruz: Ism-i Nur, çok müskilâtimizi halletmis; insâallah bunu da halleder. Akla vâzih, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile Imam-i Rabbânî (R.A.) gibi deriz:
نَه شَبَمْ نَه شَ َرَسْتَمْ مَنْ غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسِ مِى ُويَمْ خَبَرْ
Temsil, i'câz-i Kur'an'in en parlak bir âyinesi oldugundan, biz dahi bir temsil ile su sirra bakacagiz. Söyle ki:
Bir tek zât, muhtelif merâya vasitasiyla külliyet kesbeder. Cüz'î-yi hakikî iken, umumî suunata mâlik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ: Sems bir cüz'î-yi müsahhas iken, esya-yi seffafe vasitasiyla
sh: » (S: 202)
öyle bir küllî hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Günesin harareti ve ziyasi ve ziyanin içinde olan yedi renkli elvan-i seb'asi, herbirisi mukabilindeki esyaya muhit, âmm ve sâmil olduklari halde; herbir seffaf sey dahi günesin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayi, hem elvan-i seb'ayi göz bebeginde sakliyor. Ve sâfi kalbini ona bir taht yapiyor. Demek Sems, vâhidiyyet haysiyyetiyle ona mukabil umum esyaya muhit oldugu gibi, ehadiyyet cihetiyle herbir seyde Günes çok vasiflariyla beraber bir nevi cilve-i zâtiyla bulunur. Mâdem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok enva'indan su mes'eleye medâr olacak üç nev'ine isaret ederiz.
Birincisi: Kesif, maddî seylerin akisleridir. O akisler hem gayrdir, ayn degil. Hem mevattir, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden baska hiçbir hâsiyete mâlik degil. Meselâ: sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalniz sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassalari onlarda yoktur.
Ikincisi: Maddî nuranînin akisleridir. Su akis ayn degil, fakat gayr da degil. Mahiyeti tutmuyor, fakat o nuranînin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hay sayiliyor. Meselâ: Sems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, Günes'in hassalari hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-i seb'a bulunuyor. Eger faraza Günes zîsuur olsa idi, harareti ayn-i kudreti, ziyasi ayn-i ilmi, elvan-i seb'asi sifat-i seb'asi olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir günes, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir ars ve bir çesit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdi. Herbirimizle âyinemiz vasitasiyla görüsebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakin olurdu.
Üçüncüsü: Nurani ruhlarin aksidir. Su akis, hem haydir hem ayndir. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiginden, o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dihye Sûretinde huzur-u Nebevîde bulundugu bir anda, Huzur-u Ilahîde hasmetli kanatlariyla Ars-i âzam'in önünde secdeye gider. Hem o anda hesabsiz yerlerde bulunur, Evâmir-i Ilahiyeyi teblig ederdi. Bir is bir ise mâni olmazdi. Iste su sirdandir ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarini birden isitir ve kiyamette bütün asfiya ile bir anda görüsür. Birbirisine mâni olmaz. Hattâ evliyâdan, ziyade nura-
sh: » (S: 203)
niyyet kesbeden ve adâl denilen bir kismi, bir anda birçok yerlerde müsahede ediliyormus. Ayni zât, ayri ayri çok isleri görüyormus. Evet nasil cismâniyata cam ve su gibi seyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misâlin Bâzi mevcûdâti âyine hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasita-i seyr ve seyahat Sûretine geçerler ve o ruhânîler hayal sür'atiyle o merâya-yi nazîfede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Mâdem Günes gibi âciz ve müsahhar mahlûklar ve ruhânî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnu'lar, nuraniyet sirriyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alirlar. Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok isleri yapabilirler.
Acaba, maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra ve su umum envar ve bütün nuraniyyat Onun envar-i kudsiye-i Esmâsinin bir kesif zilali ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misâl nim-seffaf bir âyine-i cemâli ve sifâti muhîta; ve suunati külliye olan bir Zât-i Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sifâti ve cilve-i ef'âli içindeki Teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi sey saklanabilir... hangi is agir gelebilir... hangi sey gizlenebilir... hangi ferd uzak kalabilir... hangi sahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanasabilir?
Evet nasil Günes; kayidsiz nuru, maddesiz aksi vasitasiyla sana, senin göz bebeginden daha yakin oldugu halde; sen mukayyed oldugun için ondan gâyet uzaksin. Ona yanasmak için, çok kayidlardan tecerrüd etmek, çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzim gelir. Âdeta mânen yer kadar büyüyüp, Kamer kadar yükselip, sonra dogrudan dogruya Günesin mertebe-i asliyesine bir derece yanasabilir ve perdesiz görüsebilirsin. Öyle de: Celil-i Zülcemâl, Cemil-i ZülKemâl sana gâyet yakindir, sen ondan gâyet uzaksin. Kalbin kuvveti, aklin ulviyeti varsa; temsildeki noktalari, hakikata tatbike çalis.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 16. Söz
IKINCI SUA: Ey nefs-i bîhus! Diyorsun ki: اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ hem
اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ
sh: » (S: 204)
gibi âyetler, vücud-u esya, sirf bir emr ile ve def'î oldugunu ve صُنْعَ اللَّهِ الَّذِى اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ hem اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ gibi âyetler; vücud-u esya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san'atla tedricî oldugunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: Kur'anin feyzine istinaden deriz: Evvelâ, münâfat yoktur. Bir kisim öyledir: Ibtidadaki îcad gibi. Bir kismi böyledir: Mislini iade gibi...
Sâniyen: Mevcûdatta meshud olan sühûlet ve sür'at ve kesret ve vüs'at içinde nihayet intizâm, gâyet ittikan ve hüsn-ü san'at ve kemâl-i hilkat, su iki kisim âyetlerin vücud-u hakikatlarina kat'iyen sehadet eder. Öyle ise, sunlarin hariçte tahakkuklari medâr-i bahs olmasi lüzumsuzdur. Belki yalniz "sirr-i hikmeti nedir? denilebilir. Öyle ise, biz dahi: bir kiyas-i temsilî ile su hikmete isaret ederiz. Meselâ: Nasilki terzi gibi bir san'atçi, birçok külfetler, meharetlerle Mûsanna birsey'i îcad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir. Hattâ bâzan öyle bir derece sühûlet peyda eder ki, güya emreder yapilir ve öyle kuvvetli bir intizâm kesbeder; (saat gibi) güya bir emrin dokunmasiyla islenir ve isler. Öyle de: Sâni'-i Hakîm ve Nakkas-i Alîm, su âlem sarayini müstemilâtiyla beraber bedi' bir Sûrette yaptiktan sonra cüz'î ve küllî, cüz ve küll hersey'e bir model hükmünde bir nizâm-i kaderî ile bir mikdâr-i muayyen vermistir. Iste bak o Nakkas-i Ezelî, herbir asri bir model yaparak mu'cizât-i kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giydiriyor. Herbir seneyi bir mikyas ederek, hâvârik-i rahmetiyle Mûsanna, taze bir kâinati o kamete göre dikiyor. Herbir günü bir satir yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcûdâti onda yaziyor. Hem o Kadîr-i Mutlak, herbir asri, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptigi gibi, rûy-i zemini, herbir dag ve sahrayi, bag ve bostani, herbir agaci birer model yapmistir. Vakit-bevakit, taze taze birer kâinati zeminde kuruyor, birer yeni dünyayi îcad ediyor. Birer âlemi alip da diger muntâzam bir âlemi getiriyor. Mevsim be-mevsim her bag ve bostanda taze taze mu'cizât-i kudretini ve hedâya-yi rahmetini gösterir. Yeni birer kitab-i hikmet-nümâ yaziyor. Taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor. Mücedded bir hulle-i san'at-nümâ giydiriyor. Her bahar-
sh: » (S: 205)
da, herbir agaca sündüs-misâl taze bir çarsaf giydiriyor. Lü'lü-misâl yeni bir murassaatla süslendiriyor. Yildiz-misâl rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor. Iste su isleri nihayet hüsn-ü san'at ve Kemâl-i intizâm ile yapan ve su birbiri arkasinda gelen ve zaman ipine takilan seyyar âlemleri, nihayet hikmet ve inâyet ve Kemâl-i kudret ve san'at ile degistiren Zât; elbette gâyet Kadîr ve Hakîm'dir. Nihayet derecede Basîr ve Alîm'dir. Tesadüf onun isine karisamaz. Iste o Zât-i Zülcelâl'dir ki, söyle ferman ediyor:
اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُوَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ
deyip, hem Kemâl-i kudretini ilân, hem kudretine nisbeten Hasir ve Kiyâmet gâyet sehl ve külfetsiz oldugunu Beyân ediyor. Emr-i tekvinîsi, kudret ve iradeyi tâzammun ettigini ve bütün esya, evâmirine gâyet müsahhar ve münkad olduklarini ve mübaseretsiz, muâlecesiz halkettigi için icadindaki sühulet-i mutlakayi ifade için, sirf bir emirle isler yaptigini, Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân ile ferman ediyor.
Hasil-i kelâm: Bir kisim âyetler esyada hususan bidâyet-i icadinda gâyet derecede hüsn-ü san'ati ve nihayet derecede kemâl-i hikmeti ilân ediyor. Diger kismi; esyada, hususan tekrar icadinda ve iadesinde gâyet derecede sühulet ve sür'atini nihayet derecede inkiyad ve külfetsizligini Beyân eder.
ÜÇÜNCÜ SUA: Ey haddinden tecavüz etmis nefs-i pürvesvas! Diyorsun ki: بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ مَا مِنْ دَآبَّةٍ اِلاَّ هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ gibi âyetler, nihayet derecede kurbiyet-i Ilâhiyyeyi gösteriyor. وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ تَعْرُجُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ ve hadîste vârid olan: "Cenâb-i Hak yetmis bin hicab arkasinda-
sh: » (S: 206)
dir" ve Mi'rac gibi hakikatler, nihayet derecede bu'diyetimizi gösteriyor. Su sirr-i gamizi fehme takrib edecek bir izah isterim?"
Elcevab: Öyle ise dinle:
Evvelâ, Birinci Sua'nin âhirinde demistik: Nasilki Günes, kayidsiz nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi olan gözbebeginden daha yakin oldugu halde; sen, mukayyed ve maddede mahpus oldugun için ondan gâyet uzaksin. Onun, yalniz bir kisim akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz'î tecellileriyle görüsebilirsin ve bir sinif sifatlari hükmünde olan elvanlarina ve bir taife isimleri hükmünde olan sualarina ve mazharlarina yanasabilirsin. Eger, Günesin mertebe-i aslîsine yanasmak ve bizzât dogrudan dogruya günesin zâti ile görüsmek istersen, o vakit pek çok kayitlardan tecerrüd etmekligin ve pek çor merâtib-i külliyetten geçmekligin lâzimgelir. Âdeta sen, mânen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve Kamer kadar yükselip, Bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzât perdesiz onunla görüsüp, bir derece yanasmak dâva edebilirsin. Öyle de: O Celil-i PürKemâl, o Cemil-i Bîmisâl, o Vâcib-ül Vücud, o Mûcid-i Küll-i Mevcûd, o Sems-i Sermed, o Sultan-i Ezel ve Ebed, sana senden yakindir. Sen, Ondan nihayetsiz uzaksin. Kuvvetin varsa, temsildeki dekaiki tatbik et...
Sâniyen: Meselâ: وَلِلَّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Bir padisahin çok isimleri içinde "kumandan" ismi çok mütedâhil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliyesinden tut, müsiriyyet ve ferikiyyet, tâ yüzbasi, tâ onbasiya kadar genis ve dar, küllî ve cüz'î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardir. Simdi, bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbasi makaminda tezahür eden cüz'î kumandanlik noktasini mercî tutar, kumandan-i âzamina su cüz'î cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur. Eger asil ismiyle temas etmek, ona o ünvan ile görüsmek istese, onbasiliktan tâ serasker mertebe-i külliyesine çikmak lâzimgelir. Demek padisah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve eger o padisah, evliya-i abdaliyyeden nuranî olsa, bizzât huzuruyla gâyet yakindir. Hiçbir sey mâni olup, hâil olamaz. Halbuki o nefer, gâyet uzaktir. Binler mertebeler hâil, binler hicablar fâsildir. Fakat bâzan merhamet eder, hilaf-i âdet; bir neferi huzuruna alir, lütfuna mazhar eder... Öyle de:
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 16. Söz
sh: » (S: 207)
Emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik; günesler ve yildizlar, emirber nefer hükmünde olan Zât-i Zülcelâl, herseye herseyden daha ziyade yakin oldugu halde, hersey Ondan nihayetsiz uzaktir. Onun huzur-u Kibriyâ sina perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yâni maddî ve ekvanî ve Esmâî ve sifatî yetmis binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecât-i tecellisinden çikmak, gâyet yüksek tabakat-i sifatinda mürur edip tâ ism-i âzamina mazhar olan ars-i âzamina uruc etmek; eger cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalismak ve sülûk etmek lâzim gelir. Meselâ: Sen, Ona Hâlik ismiyle yanasmak istersen; senin Hâlikin hususiyetiyle, sonra bütün insanlarin Hâliki cihetiyle, sonra bütün zîhayatlarin Hâliki ünvaniyla, sonra bütün mevcûdâtin Hâliki ismiyle münasebettarlik lâzim gelir. Yoksa zilde kalirsin, yalniz cüz'î bir cilveyi bulursun.
Bir ihtar: Temsildeki padisah, aczi için, kumandanlik isminin merâtibinde müsir ve ferik gibi vasitalar koymustur. Fakat بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ olan Kadîr-i Mutlak, vasitalardan müstagnidir. Vasitalar, sirf zâhirîdirler; perde-i izzet ve âzamettirler. Ubûdiyet ve hayret ve acz ve iftikar içinde saltanat-i Rubûbiyetine dellâldirlar, temasâgerdirler. Muini degiller, serik-i saltanat-i Rubûbiyet olamazlar.
DÖRDÜNCÜ SUA: Iste ey tenbel nefsim! Bir nevi Mi'rac hükmünde olan namazin hakikati; sâbik temsilde bir nefer, mahz-i lütuf olarak Huzur-u sâhâneye kabûlü gibi; mahz-i rahmet olarak Zât-i Celîl-i Zülcemâl ve Mâbud-u Cemil-i Zülcelâl'in huzuruna kabûlündür. "Allahü Ekber" deyip, mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-i maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir Sûretine çikip, bir nevi huzura müserref olup, اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabina (herkesin kabiliyeti nisbetinde) bir mazhariyet-i azîmedir. Âdeta, harekât-i salâtiyede tekrarla "Allahu Ekber" "Allahu Ekber" demekle kat-i merâtib ve terakkiyat-i mâneviyeye ve cüz'iyattan devair-i külliyeye çikmasina bir isarettir ve mârifetimiz haricindeki kemâlât-i kibriyâ sinin mücmel bir ünvanidir. Güya herbir "Allahü
sh: » (S: 208)
Ekber" bir basamak-i mi'raciyeyi kat'ina isarettir. Iste su hakikat-i salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir suaina mazhariyet dahi, büyük bir saadettir. Iste Hacda pek kesretli "Allahü Ekber" denilmesi, su sirdandir. Çünki: Hacc-i Serif bil'asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasilki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta ferik dairesinde bir ferik gibi padisahin bayramina gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de: Bir Haci, ne kadar ami de olsa, kat'-i merâtib etmis bir veli gibi umum aktar-i arzin Rabb-i Azîmi ünvaniyla Rabbine müteveccihtir. Bir ubûdiyet-i külliye ile müserreftir. Elbette hac miftahiyla açilan merâtib-i külliye-i Rubûbiyet ve dürbünüyle nazarina görünen âfâk-i âzamet-i Ulûhiyet ve seâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genislenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtin verdigi hararet, hayret ve dehset ve heybet-i Rubûbiyet "Allahü Ekber"
"Allahü Ekber" ile teskin edilebilir ve onunla o merâtib-i münkesife-i meshude veya mutasavvire ilân edilebilir. Hacdan sonra su mânâyi, ulvî ve küllî muhtelif derecelerde bayram namazinda, yagmur namazinda, husuf küsuf namazinda, Cemâatle kilinan namazda bulunur. Iste seair-i Islâmiyenin velev sünnet kabilinden dahi olsa ehemmiyeti su sirdandir.
سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ خَزَآئِنُهُ بَيْنَ الْكَافِ وَ النُّونِ
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَآ اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ وَصَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ اْلاَكْرَمِ مَظْهَرِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اِخْوَانِهِ وَ اَتْبَاعِهِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
* * *
sh: » (S: 209)
KÜÇÜK BIR ZEYL
Kadîr-i Alîm ve Sâni'-i Hakîm, kanuniyet seklindeki âdâtinin gösterdigi nizâm ve intizâmla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf isine karismadigini izhar ettigi gibi; suzûzat-i kanuniye ile, âdetinin hârikalariyla, tegayyürat-i sûriye ile, tesahhusatin ihtilâfâtiyla, zuhur ve nüzul zamaninin tebeddülüyle mesietini, iradetini, fâil-i muhtar oldugunu ve ihtiyarini ve hiçbir kayid altinda olmadigini izhar edip yeknesak perdesini yirtarak ve hersey, her anda, her se'nde, her seyinde Ona muhtaç ve Rubûbiyyetine münkad oldugunu i'lâm etmekle gafleti dagitip, ins ve cinnin nazarlarini esbabdan Müsebbib-ül esbâb'a çevirir. Kur'anin Beyânâti su esâsa bakiyor.
Meselâ: Ekser yerlerde bir kisim meyvedâr agaçlar bir sene meyve verir, yâni rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün esbâb-i zâhiriyye hâzirken meyveyi alip vermiyor. Hem meselâ: Sâir umûr-u lâzimeye muhalif olarak yagmurun evkat-i nüzûlü o kadar mütehavvildir ki, mugâyyebat-i hamsede dâhil olmustur. Çünki: Vücudda en mühim mevki, hayat ve rahmetindir. Yagmur ise, mense-i hayat ve mahz-i rahmet oldugu için elbette o âb-i hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek, belki dogrudan dogruya Cenâb-i Mün'im-i Muhyî ve Rahman ve Rahîm olan Zât-i Zülcelâl perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit dua ve sükür kapilarini açik birakacak. Hem meselâ: Rizik vermek ve muayyen bir sîma vermek, birer ihsân-i mahsus eseri gibi ummadigi tarzda olmasi; ne kadar güzel bir Sûrette mesîet ve ihtiyar-i Rabbâniyyeyi gösteriyor. Daha tasrîf-i hava ve teshîr-i sehab gibi Suûnat-i Ilâhiyeyi bunlara kiyas et...
* * *