ÜÇÜNCÜ HÜCCET-İ İMANİYE
Tabiat Risalesi
(Tabiattan gelen fikr-i küfriyi dirilmiyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zir ü zeber ediyor.)
İ H T A R
Şu Notada, tabiiyyûnun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu lâakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bâzı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birdenbire, bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor.
Evet, onlar mesleklerinin iç yüzünü görememişler.
Hem, hakikat-ı meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki, yazılmış herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı
(Sh: N-65)
mâkul (Hâşiye) hulâsa-i mezhebleri, mesleklerinin lâzımı ve zaruri muktezası olduğunu gayet bedihi ve kat'i bürhanlarla şüphesi olanlara tafsilen beyan ve isbat etmeye hazırım.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ
Şu ayet-i kerime, istifham-ı inkârı ile "Cenab-ı Hak hakkında şek olmaz ve olmamalı" demekle; vücud ve Vahdâniyet-i İlâhiyye, bedâhet derecesinde olduğunu gösteriyor.
Şu sırrı izahtan evvel bir İHTAR
Bin üçyüz otuz sekizde Ankara'ya gittim. İslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvah! dedim. Bu ejderha, imanın erkânına ilişecek. O vakit, şu âyet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdat edip, o zendekanın başını dağıtacak derecede Kur'an-ı Hakimden alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabi Risalesinde yazdım. Ankara'da "Yeni Gün" Matbaasında tab' ettirmiştim. Fakat maateessüf, Arabi bi-
____________________
(Hâşiye ) Bu Risalenin sebeb-i te'lifi, gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile "hakaik-ı îmâniyeyi" tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip; dinsizliği, tabiata bağlayarak Kur'ana hücum edilmesidir. O hücum ise, şiddetli bir hiddeti kalbe verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nurun mesleği, nezihâne ve nazikâne kavl-i leyyindir.
(Sh: N-66)
len az ve ehemmiyetle bakanlar da nâdir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir sûrette o kuvvetli bürhan te'sirini göstermedi. Maatessüf, ve o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bâzı parçaları bazı risalelerde tam izah edildiğinden; burada icmalen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddit bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihad ediyor.. herbiri bunun bir cüz'ü hükmüne geçiyor.
Mukaddime
Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmiyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.
BİRİNCİSİ: "Evcedethü-l-Esbâb" Yâni: Esbab bu şey'i icad ediyor."
İKİNCİSİ: "Teşekkele Binefsihi" Yâni: "Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor."
ÜÇÜNCÜSÜ: "İktezathü-t-Tabiat" Yâni: "Tabii'dir, tabiat iktiza edip icad ediyor."
Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcut san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem, mâdem kadim değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ, bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbâb-ı âlem onu icad ediyor; yâni, esbâbın içtimaında o mevcud vücud buluyor.. veyahut, o kendi kendine teşekkül ediyor... veyahut, tabiat muktezası ola
(Sh: N-67)
rak, tabiatın te'siriyle vücuda geliyor... veyahut, bir Kadir-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir.Kâbil oldukları kat'î isbat edilse: bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-î
Mâdem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-i kabil oldukları kat'i isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarik-ı Vahdâniyet şeksiz şüphesiz sabit olur.
AMMA BİRİNCİ YOL Kİ: Esbâb-ı âlemin içtimaiyle, teşkil-i eşya ve vücud-u mahlûkattır. Pek çok muhalâtından yalnız üç tanesini zikrediyoruz
Birincisi: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zihayat bir mâcun istenildi. Hem, hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak icab etti. Geldik, o eczahanede o zihayat mâcunun ve hayatdar tiryâkın çoklukla efradını gördük. O mâcunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsus ile, bir-iki dirhem bundan, üç-dört dirhem ötekinden, altı-yedi dirhem başkasından ve hâkeza .. muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o mâcun, zihayat olamaz; hâsiyetini gösteremez. Hem, o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı noksan veya ziyade olsa, tiryak, hassasanı kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasiyle devrilmesinden, herbirisinden alınan miktar kadar; yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o mâcunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır.
(Sh: N-68)
İşte bu misal gibi... herbir zihayat, elbette zihayat bir mâcundur; ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki; çok müteaddit eczâlardan, çok muhtelif maddelerden gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkib edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve "Esbab icad etti" denilse; aynen eczahanedeki mâcunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhâl ve bâtıldır.
Elhâsıl: Şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakim-i Ezelinin, mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşey'e şâmil bir irade ile vücud bulabilir. "Kör sağır, hududsuz, sel gibi akan külli anâsır ve tabâyi' ve esbabın işidir." diyen bedbaht, "o tiryak-ı acib, kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur" diyen divane bir hezeyancı; sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür, ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezayandır.
İkinci Muhâl: Eğer herşey, Vâhid-i Ehad olan Kadir-i Zülcelâle verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lâzım gelir ki: Alemin pek çok anâsır ve esbabı, herbir zihayatın vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki sinek gibi bir küçük mahlûkun vücudunda, kemal-i intizam ile gayet hassas bir mizan ve tam bir ittifak ile, muhtelif ve birbirine zıd, mübâyin esbabın içtimaı, o kadar zâhir bir muhâldir ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan, "bu muhâldir, olamaz" diyecektir. Evet, bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anâsır ve esbabı ile alâkadardır; belki bir hulâsasıdır. Eğer Kadir-i Ezeliye verilmezse, o esbab-ı maddiye, onun vücudu yanında bizzat hâzır bulunmak lâzım; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hüceyresine girmeleri icab ediyor. Çünki sebeb, addi ise; müsebbebin yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmiyen o hüceyre-
(Sh:N-69) cikte, erkân-ı âlem ve anâsır ve tabâyiin, maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor.
İşte Sofestai'nin en eblehleri dahi, böyle bir meslekten utanıyor.
Üçüncü Muhâl: اَلْوَاحِدُ لاَيَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle "Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir Vahidden, bir elden sudur edebilir." Hususan o mevcud, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise, bilbedâhe sebeb-i ihtilâf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını; belki gayet Kadir, Hakim olan bir tek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve câmid ve câhil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır, esbab-ı tabiiyyenin karmakarışık ellerine, hadsiz imkânat yolları içinde ve içtimâ ve ihtilât ile, o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhâli birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır. Haydi bu muhâlden kat'-ı nazar.. esbab-ı maddiyenin elbette te'sirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki o esbab-ı tabiiyyenin temasları, zihayat mevcudların zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki; o esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zihayatın batını, on def'a zâhirinden daha muntazam, daha lâtif, san'atca daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zâhirine de temas edemedikleri küçücük zihayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahlûklardan daha ziyade san'atça acib, hilkatça bedi' bir surette oldukları halde; o câmid, câhil,kaba, uzak, büyük ve birbirine zıd olan sağır, kör esbaba isnad etmek; yüz derece kör,bin derece sağır olmakla olur!
AMMA İKİNCİ MES'ELE: "Teşekkele Binefsihi"dir. Yanî: Kendi ken
(Sh: N-70)
dine teşekkül ediyor. İşte bu cümlenin dahi çok muhalâtı var. Çok cihetle bâtıldır, muhâldir. Nümune için muhalâtından üç tanesini beyan ederiz.
Birincisi: Ey muannid münkir! Senin enâniyetin seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhâli birden kabul etmek derecesinde hükmediyorsun. Çünkü sen mevcudsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tegayyürsüz değilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine; ve hârika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle hususan beka-i nev'i itibariyle alâkadar ve alış-verişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebatı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar. Öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar. Senin münasebatını kâinatta görüp öylece vaziyet alıyorlar. Sen zâhiri ve bâtıni duygularınla, o zerrelerin, o hârika vaziyetine göre istifade edersin. Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadir-i Ezelinin kanuniyle hareket eden küçücük me'murları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları, herbir zerre bir nokta olduğunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebetdar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir göz ve bütün senin mâzi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının menba'larını ve rızkının mâdenlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu mes'elelerde zerre kadar aklı olmıyanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir.!
İkinci Muhâl: Senin vücudun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki; her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine başbaşa verip, muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin def'a bu saraydan daha acibdir. Çünkü: O saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalb ve mânevi letâifden kat'-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi
(Sh: N-71)
birbirleriyle kemal-i muvazene ve intizam ile başbaşa verip, hârika bir bina, fevkalâde bir san'at göz ve dil gibi acib birer mu'cize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tabi' birer me'mur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak. hem herbirisine mahkûm-u mutlak.. hem herbirisine misil... hem hâkimiyet noktasında zıd... hem yalnız Vâcib-ül-Vücuda mahsus olan ekser sıfatın masdarı, menbaı... hem gayet mukayyed... hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnû-u vâhidi, o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhâl, belki yüz muhâl olduğunu derkeder.
Üçüncü Muhâl: Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadir-i Ezelinin kalemiyle mektup olmazsa ve tabiata, esbaba mensub matbu ise, o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillû, binler mürekkepler adedince tabiat kalıblarının bulunması lâzım gelir. Çünkü: Meselâ bu elimizdeki kitap eğer mektup olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip, bütün olanları yazar. Eğer o, mektup olmazsa ve onun kalemine verilmezse, kendi kendine olmuş denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû kitap gibi, herbir harfi için bir demir kalem lâzımdır ki tab'edilsin. Nasılki matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücud bulur; o vakit bir tek kaleme bedel o hurufat adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurufat içinde bâzan olduğu gibi, küçük kalem ile bir büyük harfde bir sahife ince hatla yazılmış ise, binler kalem bir tek harf için lâzım geliyor. Belki, birbirinin içinine girip muntazam bir vaziyetle, senin cesedin gibi bir şekil alıyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz' için o mürekkebât adedince kalıplar lâzım geliyor. Haydi, yüz muhâl içinde bulunan bu tarzı, mümkün desen dahi, bu muntazam san'atlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri yapmak için, yine bir tek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalıplar, o demir harflerin yapılması için, on
(Sh: N-72)
ların adedlerince yine kalemler, kalıplar ve harfler lâzım. Çünkü onlarda yapılmışlar ve onlar da muntazam san'atlıdırlar. Ve hâkezâ.. müteselsilen gittikçe gidecek.
İşte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki: Senin zerratın adedince muhalât ve hurafeler içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan... bu dalâletten vaz geç!
ÜÇÜNCÜ KELİME: "İktezathü-t-Tabiat" Yâni: Tabiat iktiza ediyor; tabiat yapıyor. İşte bu hükmün çok muhalâtı var. Nümune için üçünü zikrediyoruz.
Birincisi: Eğer mevcudatta, hususan zihayatta görünen basirâne, hakimâne, olan san'at ve icad, Şems-i Ezelinin kalem-i kader ve kudretine verilmezse; belki kör,sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse lâzım gelir ki; tabiat, icad için, herşeyde hadsiz mânevi makine ve matbaaları bulundursun, veyahut herşeyde, kainatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünkü: Nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor, eğer o misâli ve aksi güneşcikler, semadaki tek güneşe isnad edilmezse, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmiyen bir zerrecik cam parçasında tabii, fıtri ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin harici vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücâciye adedince tabii güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi...aynen bu misâl gibi, mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya şems-i Ezelinin cilve-i esmâsına verilmezse, herbir mevcudda, hususan herbir zihayatta; hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı bir kuvveti; âdeta bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhalâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlik-i kâinatın san'atını, bir sineğe müteveccih mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz def'a hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.
(Sh: N-73)
İkinci Muhâl: Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san'atlı, hikmetli şu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki; tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa'nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun. tâ,o parça toprak, menşe' ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünkü: Çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve hey'etlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadir-i Zülcelâle verilmezse; o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevi, ayrı, tabii bir makine bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yâni:"Müvellid-ül-mâ, müvellid-ül-humuza, karbon, azotun; intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber; hava, su, hararet ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşey'e karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilatları ayrı ayrı ve gayet muntazam ve san'atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedâhe ve bizzarure iktiza ediyor ki; o kâsede bulunan toprakta, manen Avrupa kadar, mânevi ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayatdar kumaşlar ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucâtları dokuyabilsin.
İşte, tabiiyyunların fikr-i küfrileri, ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar, "Mütefennin ve akıllıyız" diye dâvâ ettikleri akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni ve hiç bir cihetle mümkün olmıyan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!
Eğer desen: Mevcudat, tabiata isnad edilse böyle acib muhâller olur, imtina derecesinde müşkilat olur; acaba Zât-ı Ehad ve Samed'e verildiği vakit o müşkilât nasıl kalkıyor? Ve o suûbetli imtina, o suhûletli vücuba nasıl inkılâb eder?
(Sh: N-74)
Elcevap: Birinci muhâlde, nasılki güneşin cilve-i in'ikası, kemâl-i suhûletle, külfetsiz en küçük zerrecik câmidden tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve te'sirini misâli güneşciklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbeti kesilse; o vakit herbir zerrecikte, tabii ve bizzat bir güneşin hârici vücudu imtina derecesinde bir suûbetle olabilmesi kabul edilmek lâzım gelir. Öyle de, herbir mevcud doğrudan doğruya Zât-ı Ehad ve Samed'e verilse; vücub derecesinde bir suhûlet, bir kolaylık ile ve bir intisab ve cilve ile, herbir mevcuda lâzım olan herbir şey'i ona yetiştirilebilir.. Eğer o intisab kesilse ve o me'muriyet başıbozukluğa dönse ve herbir mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina derecesinde yüzbin müşkilât ve suûbetle sinek gibi bir zihayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan ve gayet hârika makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör tabiatın, ve kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farzetmek lâzım gelir. Bu ise bir muhâl değil, belki binler muhâldir.
Elhâsıl: Nasılki Zât-ı Vâcib-ül Vücudun şerik ve naziri mümteni' ve muhâldir. Öyle de: Rubûbiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zâti gibi, mümteni' ve muhâldir.
Amma ikinci muhâldaki müşkilât ise: Müteaddit Risalelerde isbat edildiği gibi, eğer bütün eşya Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya, bir tek şey gibi suhûletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, birtek şey umum eşya kadar müşkilatlı olduğu, müteaddit ve kat'i bürhanlarla isbat edilmiş. Bir bürhanın hülâsası şudur ki: Nasılki bir adam, bir pâdişaha askerlik veya me'muriyet cihetiyle, intisap etse, o me'mur ve o asker o intisap kuvvetiyle yüzbin def'a kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına bazan bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisab münasebetiyle, pâdişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu; o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir pâdişahın işi gibi; ve gösterdiği eserler, bir ordu eseri misillû harika olabilir.
(Sh: N-75)
Nasılki karınca, o me'muriyet cihetiyle Firavunun sarayını harab ediyor.. Ve sinek o intisab ile, Nemrud'u gebertiyor. Ve o intisab ile, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor. (Hâşiye) Eğer o intisab kesilse, o me'muriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımağa mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet mikdarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir pâdişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki; güldürmek için acib hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.!
Elhâsıl: Vâcib-ül-Vücuda her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhûleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtina derecesinde müşkil ve hâric-i daire-i akliyedir.