SÖZLER / Risale-i Nur'dan 17. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Onyedinci Söz
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا ِلنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً وَاِنَّا َلجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا وَمَا اْلحَيَاةُ الدُّنْيَآ اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ
(Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir.)
Hâlik-i Rahîm ve Rezzak-i Kerim ve Sâni'-i Hakîm; su dünyayi, Âlem-i Ervah ve ruhâniyyat için bir bayram, bir sehrâyin Sûretinde yapip bütün esmâsinin garâib-i nukusuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayri ayri hesabsiz mehâsin ve in'amattan istifade etmege muvafik ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâsâgâha gönderir. Hem zaman ve mekân cihetiyle pek genis olan o bayrami; asirlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kit'alara taksim ederek herbir asri, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kit'ayi, birer taife ruhlu mahlukatina ve nebatî masnuatina birer resm-i geçit tarzinda bir ulvî bayram yapmistir ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamaninda masnuat-i sagîrenin taifelerine öyle sasaali ve birbiri arkasinda bayramlardir ki, tabakat-i âliyede olan ruhâniyyati ve melâikeleri ve sekene-i semâvati seyre celbedecek bir cazibedârlik görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle sirin bir mütalaagâh oluyor ki, akil târifinden âcizdir. Fakat bu ziyafet-i Ilâhiye ve bayram-i Rabbaniyyedeki Ism-i Rahmân ve Muhyî'nin tecellilerine mukabil Ism-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karsilarina çikiyorlar. Su ise: رَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ rahmetinin vüs'at-i sümûlüne zâhiren muvafik düsmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakati var-
sh: » (S: 211)
dir. Bir ciheti sudur ki:
Sâni'-i Kerîm, Fâtir-i Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alindiktan sonra, ekseriyyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandiriyor, istirahatâ bir meyil ve baska bir âleme göçmege bir sevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-i aslîlerine bir meyelân-i sevk-engiz, ruhlarinda uyandiriyor. Hem o Rahman'in nihayetsiz rahmetinden uzak degil ki, nasil vazife ugrunda, mücahede isinde telef olan bir nefere sehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, Âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sirat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandiriyor. Öyle de, sâir zîruh ve hayvanatin dahi, kendilerine mahsus vazife-i fitriyye-i Rabbâniyyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyyenin itaatlerinde telef olan ve siddetli mesakkat çeken zîruhlarin, onlara göre bir çesit mükâfat-i ruhaniyye ve onlarin istidadlarina göre bir nevi ücret-i mâneviyye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd degil ki bulunmasin. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّهُ Lâkin zîruhlarin en esrefi ve su bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ oldugu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak istiyak-engiz bir hâlet verir. Kendi insâniyyeti dalâlette bogulmayan insan, o hâletten istifade eder. Rahat-i kalb ile gider. Simdi, o hâleti intac eden vecihlerden, nümune olarak ''Besini'' Beyân edecegiz.
Birincisi: Ihtiyarlik mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedâr seyler üstünde fena ve zevalin damgasini ve aci mânâsini göstererek o insani dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattiriyor.
Ikincisi: Insanin alâka peyda ettigi bütün ahbablardan yüzde doksandokuzu, dünyadan gidip diger bir âleme yerlestikleri için, o ciddî muhabbet sâikasiyla o ahbabin gittigi yere bir istiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karsilattiriyor.
Üçüncüsü: Insandaki nihayetsiz zaîflik ve âcizligi, Bâzi seylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yasamak tekâlifi ne kadar agir oldugunu anlattirip, istirahatâ ciddî bir arzu ve bir diyar-i âhere gitmeye samimî bir sevk veriyor.
sh: » (S: 212)
Dördüncüsü: Insan-i mü'mine nur-u îmân ile gösterir ki: Mevt, idam degil; tebdil-i mekândir. Kabir ise, zulümatli bir kuyu agzi degil; nuraniyetli âlemlerin kapisidir. Dünya ise, bütün sasaasiyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette; zindan-i dünyadan bostan-i cinâna çikmak ve müz'iç dagdaga-i hayat-i cismâniyyeden âlem-i rahatâ ve meydan-i tayeran-i ervaha geçmek ve mahlukatin sikintili gürültüsünden siyrilip Huzur-u Rahman'a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.
Besincisi: Kur'ani dinleyen insana, Kur'andaki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanin mahiyetini bildirmekligi ile dünyaya ask ve alâka pek mânâsiz oldugunu anlatmaktir. Yâni, insana der ve isbat eder ki: "Dünya, bir kitab-i Samedânîdir. Huruf ve kelimâti nefislerine degil, belki baskasinin zât ve sifât ve esmâsina delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsini bil al, nukusunu birak git...
Hem bir mezraadir, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrafatini at, ehemmiyet verme...
Hem birbiri arkasinda daim gelen geçen âyineler mecmuasidir. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envarini gör ve onlarda tezahür eden esmânin tecelliyatini anla ve müsemmalarini sev ve zevale ve kirilmaya mahkûm olan o cam parçalarindan alâkani kes...
Hem seyyar bir ticaretgâhtir. Öyle ise alis-verisini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarindan beyhude kosma, yorulma.
Hem muvakkat bir seyrangâhtir. Öyle ise, nazar-i ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne degil; belki Cemîl-i Bâki'ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hos ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaralari irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasiyla akilsiz çocuk gibi aglama, merak etme...
Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-i Kerim'in izni dairesinde ye, iç, sükret. Kanunu dairesinde isle, hareket et. Sonra arkana bakma, çik git. Herzekârane fuzulî bir Sûrette karisma. Senden ayrilan ve sana ait olmayan seylerle mânâsiz ugrasma ve geçici islerine baglanip bogulma..." gibi zâhir hakikatlarla dünyanin iç yüzündeki esrari gösterip dünyadan müfarakati gâyet hafiflestirir, belki hüsyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herseyde ve her se'ninde bir izi bulundugunu gösterir. Iste Kur'an su bes veche isaret ettigi gibi, baska hususî vecihlere dahi âyât-i Kur'aniye isaret ediyor.
Veyl o kimseye ki, su bes vecihten bir hissesi olmaya...
* * *
sh: » (S: 213)
ONYEDINCI SÖZ'ÜN IKINCI MAKAMI
(Hâsiye)
Birak bîçare feryadi, beladan gel tevekkül kil!
Zira feryad, belâ-ender, hatâ-ender beladir bil!
Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdir bil!
Birak feryadi, sükür kil mânend-i belâbil, dema keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fena-ender hebadir bil!
Cihan dolu belâ basinda varken, ne bagirirsin küçük bir belâdan, gel tevekkül kil!
Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hudabîn isen, o kâfidir, biraksan da bütün esya lehinde.
Ger hodbîn isen, helâkettir, ne yaparsan bütün esya aleyhinde.
Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.
Terki demek: Huda mülkü, Onun izni, Onun namiyla bakmakta...
Ticaret istiyorsan ger, su fâni ömrünü bâkiye tebdilde.
Eger nefsine talib isen, çürüktür hem temelsiz de.
Eger âfâki ister isen, fena damgasi üstünde.
Demek degmez ki alinsa, çürük maldir hep bu çarsida.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmis arkasinda...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 17. Söz
(Hâsiye): Bu ikinci makamdaki parçalar siire benzer, fakat siir degiller. Kasdî nazmedilmemisler. Belki hakikatlarin Kemâl-i intizâmi cihetinde, bir derece manzum Sûretini almislar...
sh: » (S: 214)
SIYAH DUTUN BIR MEYVESI
[O mübarek dut basinda Eski Said, Yeni Said lisaniyla söylemistir.]
Muhatâbim Ziya Pasa degil, Avrupa meftunlaridir.
Mütekellim nefsim degil, tilmiz-i Kur'an namina kalbimdir.
Geçen sözler hakikattir, sakin sasma, hududundan hazer asma,
Ecânib fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni nâdim.
Görürsün en ziyâdârin, zekâvette alemdârin,
O hayretten der daim: "Eyvah, kimden kime sekva edeyim ben dahi sastim!"
Kur'an dedirtir ben de derim, hiç de çekinmem.
Ondan Ona sekva ederim sen gibi sasmam
Hak'tan Hakk'a feryad ederim, sen gibi asmam,
Yerden göge dâva ederim, sen gibi kaçmam.
Ki, Kur'anda hep dâva nurdan nuradir, sen gibi caymam.
Kur'andadir hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi bes paraya saymam.
Furkan'dadir elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakk'a seyran ederim, sen gibi sapmam.
Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.
Fersten arsa sükran ederim, sen gibi asmam.
Mevte, ecele dost bakarim, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.
sh: » (S: 215)
Ejder agzi, vahset yatagi, hiçlik bogazi; sen gibi görmem.
Ahbaba kavusturur beni, kabirden darilmam, sen gibi kizmam.
Rahmet kapisi, Nur kapisi, Hak kapisi, ondan sikilmam, geri çekilmem.
Bismillah diyerek çaliyorum, (Hasiye-1) arkama bakmam, dehset de almam.
Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacagim, zahmeti çekmem, vahsette kalmam.
Allahü Ekber diyerek Ezan-i Hasri isitip kalkacagim, (Hasiye-2) mahser-i ekberden çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem.
Lütf-u Yezdan, nur-u Kur'an, Feyz-i Iman sayesinde hiç üzülmem.
Durmayip kosacagim, ars-i Rahmân zilline uçacagim, sen gibi sasmam insâallah.
* * *
______________________________ ___
(Hasiye-1): Eyvah diyerek kaçmiyorum.
(Hasiye-2): Israfil'in ezanini fecr-i hasirde isitip Allahü Ekber diyerek kalkacagim. Salât-i Kübrâdan çekilmem, Mecma-i Ekberden çekinmem...
sh: » (S: 216)
KALBE FÂRISÎ OLARAK TAHATTUR EDEN BIR MÜNÂCÂT
هَذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هَكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى
[Yâni bu münacât, kalbe Farisî olarak tahattur ettiginden Fârisî yazilmistir. Evvelce matbu olan "Hubab Risalesi"nde dercedilmisti.]
يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ
Ya Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarima dayanip derdime derman aramak için cihat-i sitte denilen alti cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadim. Mânen bana denildi ki: "Yetmez mi derd, derman sana."
دَرْرَاسْت مِى دِيدَمْ كِه دِى رُوزْ مَزَارِ َدَرِ مَنَسْت
Evet, gafletle sagimdaki geçmis zamandan teselli almak için baktim. Fakat gördüm ki: Dünkü gün, pederimin kabri ve geçmis zaman, ecdadimin bir mezar-i ekberi Sûretinde göründü. Teselli yerine vahset verdihttp://www.islamisohbet.net/forum/sh...lies/frown.gifHâsiye-3)
(Hâsiye-3) (Iman, o vahsetli mezar-i ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbab gösterir.)
وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَدِيدَا رَسْتْ وَدَرْحَندِيدَمْكِفَرْدَاقَبْر مَتَسْت
Sonra soldaki istikbale baktim. Derman bulamadim. Belki yarinki gün, benim kabrim ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i âtinin bir kabr-i ekberi Sûretinde görünüp ünsiyyet degil, belki vahset verdi.(Hâsiye-4)
(Hâsiye-4) (Îman ve huzur-u îmân, o dehsetli kabr-i ekberi sevimli saadet saraylarinda bir dâvet-i Rahmâniye gösterir.)
و اِيمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ ُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْت
Soldan dahi hayir görünmedigi için, hâzir güne baktim. Gördüm ki: Su gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini tasiyor.(Hâssiye -5)
(Hâssiye -5)(Iman, o tabutu, bir ticaretgâh ve sasaali bir misafirhane gösterir.)
sh: » (S: 217)
بَرْسَرِ عُمُزِ جَنَازَهءِ مَنْ ايسْتَادَه اسْت
Isbu cihetten dahi deva bulamadim. Sonra basimi kaldirip, secere-i ömrümün basina baktim. Gördüm ki: O agacin tek meyvesi, benim cenazemdir ki, o agacin üstünde duruyor, bana bakiyor.(Hâsiye- 6)
(Hâsiye-6) (Iman, o agacin meyvesini cenaze degil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimis yuvasindan yildizlarda gezmek için çiktigini gösterir.)
دَز قَدَمْ آبِ خَاكِ خِلْقَتِ منْ و خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْت
O cihetten dahi me'yus olup basimi asagiya egdim. Baktim ki: Asagida ayak altinda kemiklerimin topragi ile mebde-i hilkatimin topragi birbirine karismis gördüm. Derman degil, derdime dert katti.(Hâsiye-7)
(Hâsiye-7) (Iman, o topragi rahmet kapisi ve Cennet salonunun perdesi oldugunu gösterir.)
نْ دَرْ سَسْ مِينِكَرَمْ بِينَمْ اِينْ دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيحْ ْ دَرْ هِيحَسْتحُو
Ondan dahi nazari çevirip arkama baktim. Gördüm ki: Esâssiz, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatinda yuvarlanip gidiyor. Derdime merhem degil, belki vahset ve dehset zehirini ilâve etti.(Hâsiye-8)
(Hâsiye-8) (Iman o zulümatta yuvarlanan dünyayi, vazifesi bitmis, manâsini ifade etmis, neticelerini kendine bedel vücudda birakmis mektûbat-i Samedâniyye ve sahâif-i nukus-u Sübhâniye oldugunu gösterir.)
وَ دَرْ ِييشْ اَنْدَازَهءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ دَرِقَبِرْ كُشَادَه اَسْت
وَرَاهِ اَبَدْبَدُورِوِزازْبَدِيدَاارَ سْت
Onda dahi hayir görmedigim için ön tarafima, ileriye nazarimi gönderdim. Gördüm ki: Kabir kapisi yolumun basinda açik görünüp; onun arkasinda ebede giden cadde, uzaktan uzaga nazara çarpiyor.(Hâsiye-9)
(Hâsiye-9)(Iman, o kabir kapisini, âlem-i nur kapisi ve o yol dahi, saadet-i ebediye yolu oldugunu gösterdiginden dertlerime hem derman, hem merhem olur.)
sh: » (S: 218)
مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى حِيزِى نِيسْت دَرْدَسْت
Iste su alti cihette ünsiyyet ve teselli degil, belki dehset ve vahset aldigim onlara mukabil benim elimde bir cüz'-i ihtiyârîden baska hiçbir sey yoktur ki, ona dayanip onunla mukabele edeyim.(Hâsiye-10)
(Hâsiye-10) (Iman, o cüz'-i lâyetecezza hükmündeki cüz'-i ihtiyârî yerine, ayr-i mütenahî bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir; ve belki îmân bir vesikadir.)
كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَجِزْ هَمْ كُوتَاهْ هَمْ كَمْ عَيَارَسْت
Halbuki o cüz'-i ihtiyârî denilen silâh-i insanî hem âciz, hem kisadir. Hem ayari noksandir. Icad edemez, kesbden baska hiçbir sey elinden gelmez.(Hâsiye-11)
(Hâsiye-11) (Iman, o cüz'-i ihtiyârîyi, Allah namina istimal ettirip, her sey'e karsi kâfi getirir. Bir askerin cüz'î kuvvetini devlet hesabina istimal ettigi vakit, binler kuvvetinden fazla isler görmesi gibi.)
نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْت
Ne geçmis zamânâ hulûl edebilir, ne de gelecek zamânâ nüfuz edebilir. Mâzi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur.(Hâsiye-12)
(Hâsiye-12)(Iman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alip kalbe, ruha teslim ettigi için; mâziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünki kalb ve ruhun daire-i hayati genistir.)
مَيْدَانِ اُواِينْ زَمَانِ حَالْ وَ يَكْآنِ سَيَّالَسْت
O cüz'-i ihtiyârînin meydan-i cevelâni, kisacik su zaman-i hâzir ve bir ân-i seyyaldir.
بَا اِينْ هَمَه فَقْرَهَا وَ ضَعْفَهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه
نُوِشْتَه اَسْت , دَرْفِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ
Iste su bütün ihtiyaçlarimla ve zaîfligimle ve fakr ve aczimle beraber alti cihetten gelen dehsetler ve vahsetlerle perisan bir hal-
sh: » (S: 219)
de iken; Kalem-i Kudretle sahife-i fitratimda ebede uzanan arzular ve sermede yayilan emeller asikâre bir Sûrette yazilmistir, mahiyetimde dercedilmistir.
بَلْكِه هَرْ حِم هَسْتْ , هَسْتْ
Belki dünyada ne varsa, nümûneleri fitratimda vardir. Umum onlara karsi alâkadarim. Onlar için çalistiriyorum, çalisiyorum.
دَآئِرَهءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَائِرَهءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْ كَىِ دَارَسْتْ
Ihtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, genistir.
خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ
دَرْ دَسْت هَرحِي نِيسْتْ دَرْاِحْتِيَاجْ هَسْتْ
Hattâ hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet vardir. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardir. Elde olmayan, ihtiyaçta vardir. Elde bulunmayan ise hadsizdir.
دَآئِرَهءِ اِقْتِدَارْ هَمْ حُو دَآئِرَهءِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْت
Halbuki daire-i iktidar, kisa elimin dairesi kadar kisa ve dardir.
َينْ فَقْرُ و حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْت
Demek fakr ve ihtiyaçlarim, dünya kadardir.
سَرْمَايَهءِ مَا هَمْ ُحو جُزْءِ لاَيَتَجَزَّا اَسْت
Sermayem ise, cüz'-i lâyetecezza gibi cüz'î bir seydir.
اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَ اِينْ كَآئِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْت
Iste su cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hâcet nerede...
Ve bu bes paralik cüz'-i ihtiyârî nerede... Bununla onlarin mübayaasina gidilmez. Bununla onlar kazanilmaz. Öyle ise baska bir çare aramak gerektir.
َيسْ دَرْرَاهِ تُوَازْ اِينْجُزُءْ نِيزْنَازْمِىَكُذَشْتَنْ َحارَهءِ مَنْ اَسْت
O çare ise sudur ki: O cüz'-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, Irade-i Ilahiyeye isini birakip, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Ce
sh: » (S:220)
nâb-i Hakk'in havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapismaktir. ''Ya Rab! Mâdem çare-î necat budur. Senin yolunda o cüz'-i ihtiyârîden vazgeçiyorum ve enaniyyetimden teberri diyorum.
تَا عِنَايَتِ تُودَسْتْ ِكير مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُو َينَاهِ مَنْ اَسْت
Tâ senin inâyetin, acz ve za'fima merhameten elimi tutsun. Hem tâ senin rahmetin, fakr ve ihtiyacima sefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapisini bana açsin.
آنْ كََسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتْ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَا بَسْت
Evet, herkim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serab hükmünde olan cüz'-i ihtiyarina îtimad etmez; rahmeti birakip ona müracaat etmez...
اَيْوَاهْ اِيْنْ زِنْدِ كَانِى هَمْ ُحوخَابَسْت
وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ ُحوبَادَسْت
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 17. Söz
Eyvah! Aldandik. Su hayat-i dünyeviyeyi sâbit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi' ettik. Evet su güzerân-i hayat bir uykudur; bir rü'ya gibi geçti. Su temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider...
اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْتْ
Kendine güvenen ve ebedî zanneden magrur insan, zevale mahkûmdur. Sür'atle gidiyor. Hâne-i insan olan dünya ise, zulümat-i ademe sukut eder. Emeller bekasiz, elemler ruhta bâki kalir.
بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ
خَالِقِ خُدْرَا كِه اِينْ هَستِى وَدِيعَه هَسْتْ
sh: » (S: 221)
Mâdem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müstak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âsik ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtelâ bedbaht nefsim! Uyan aklini basina al! Nasilki yildiz böcegi, kendi isikçigina îtimad eder. Gecenin hadsiz zulümatinda kalir. Bal arisi, kendine güvenmedigi için, gündüzün günesini bulur. Bütün dostlari olan çiçekleri, Günesin ziyasiyla yaldizlanmis müsahede eder. Öyle de: Kendine, vücuduna ve enâniyetine dayansan; yildiz böcegi gibi olursun. Eger sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlikin yolunda fedâ etsen, bal arisi gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem fedâ et. Çünki Su vücud, sende vedia ve emanettir.
وَ مُلْكِ اُو وَ اُودَادَهِ فَنَاكُنْ تَا بَقَايَابَدْ
اَزْآنْ سِرِّى كِه ; نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتَسْتْ
Hem Onun mülküdür. Hem O vermistir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, fedâ et; tâ beka bulsun. Çünki: Nefy-i nefy, isbattir. Yâni: Yok, yok ise; o vardir. Yok, yok olsa; var olur.
خُدَاىِ ُيرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو
بَهَاىِ نِىِ كَرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِكَاَهْ دَارَسْتْ
Hâlik-i Kerîm, kendi mülkünü senden satin aliyor. Cennet gibi büyük bir fiati verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kiymetini yükselttiriyor. Yine sana, hem bâki, hem mükemmel bir Sûrette verecektir. Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde bes kârli bu ticareti yap. Tâ bes hasâretten kurtulup, bes ribhi birden kazanasin.
* * *
sh: » (S: 222)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَلَمَّآاَفَلَ قَالَ لآَاُحِبُّ اْلآفِلِينَ
لَقَدْ اَبْكَانِى نَعْىُ ( لآَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ ) مِنْ خَلِيلِ اللَّهِ
Ibrahim Aleyhisselâm'dan sudûr ile, kâinatin zeval ve ölümünü ilân eden na'y-i لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ beni aglattirdi.
فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُئُونِ اللَّهِ
Onun için kalb gözü agladi ve aglayici katreleri döktü. Kalb gözü agladigi gibi, döktügü herbir damlasi da, o kadar hazîndir. Aglattiriyor, güya kendisi de agliyor. O damlalar, gelecek fârisî fikralardir.
لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمِ اَىْ نَبِىِّ فِى كَلامِ اللَّهِ
Iste o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i Ilâhî'nin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâminin bir nevi tefsiridir.
نَمِى زِيبَاسْتْ اُفُولْدَ هَ كُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ
Güzel degil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki: Zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz. Ask-i Ebedî için yaratilan ve âyine-i Sâmed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
نَمِى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْبْ شُدَنْ مَطْلُوبْ
Bir matlub ki, gurubda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin
sh: » (S: 223)
alâkasina, fikrin merakina degmiyor. Âmâle merci olamiyor. Arkasinda gam ve kederle teessüf etmeye lâyik degildir. Nerede kaldi ki kalb ona perestis etsin ve ona baglansin kalsin.
نَمِى خَوَاهَمْ فَنَادَهَ مَحْوْ شُدَنْ مَقْصُودْ
Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünki, fâniyim, fâni olani istemem; neyleyeyim?..
نَمِى خَوَانَمْ زَوَالْدَه دَفْنْ شُدَنْ مَعْبُودْ
Bir Mâbud ki, zevalde defnoluyor; onu çagirmam, ona iltica etmem. Çünki nihayetsiz muhtacim ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük derdlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarima merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasil mâbud olur?
عَقْلْ فَرْيَادْمِى دَارَدْ نِدَاءِ ( لآَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ )مِى زَنْدْ رُوحَ
Evet zâhire mübtelâ olan akil, su kesmekes kâinatta perestis ettigi seylerin zevalini görmek ile me'yûsâne feryad eder ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ feryâdini ilân ediyor.
نَمِى خَوَا هَمْ نَمِى خَوَانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرَاقِى
Istemem, arzu etmem, takat getirmem müfarakati...
نَمِى اَرْزَدْ مَرَاقَه اِينْ زَوَالْ دَرْ َسْ تَلاَقِى
Der-akab zeval ile acilanan mülâkatlar, keder ve meraka degmez. Istiyaka hiç lâyik degildir. Çünki: Zeval-i lezzet, elem oldugu gibi; zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecâzî âsiklarin divanlari, yâni asknameleri olan manzum kitablari, su tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddir. Herbirinin, bütün divan-i es'ârinin ruhunu eger siksan, elemkârane birer feryad damlar.
اَزْ آنْ دَرْدِ ِكرِينْ (لآَ اُحِبُّ اْلاَفِلِينَ ) مِيزَنْدْ قَلْبَمْ
Iste o zeval-âlûd mülâkatlar, o elemli mecâzî muhabbetler der-
sh: » (S: 224)
dinden ve belasindandir ki, kalbim Ibrahimvari لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ aglamasiyla agliyor ve bagiriyor.
دَرْ اِينْ فَانِى بَقَا خَازِى بَقَا خِيزَدْ فَنَادَنْ
Eger su fâni dünyada beka istiyorsan; beka, fenadan çikiyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fena bul ki, bâki olasin.
فَنَا شُدْ هَمْ فَدَا كُنْ هَمْ عَدَمْ بِينْ كِه اَزْ دُنْيَا بَقَايَه رَاهْ فَنَادَنْ
Dünyaperestlik esâsâti olan ahlâk-i seyyieden tecerrüd et. Fâni ol! Daire-i mülkünde ve malindaki esyayi, Mahbub-u Hakikî yolunda fedâ et. Mevcûdatin adem-nümâ akibetlerini gör. Çünki. Su dünyadan bekaya giden yol, fenadan gidiyor.
فِكِرْ فِيزَارِْمِى دَارَدْ اَنِينْ ( لآَ اُحِبُّ اْلاَفِلِينَ ) مِى زَنْدْ وِجْدَانْ
Esbab içine dalan fikr-i insanî, su zelzele-i zeval-i dünyadan hayrette kalip, me'yûsâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen vicdan, Ibrahimvari لاَاُحِبُّ اْلآفِلِينَ enîniyle mahbûbat-i mecaziyyeden ve mevcûdât-i zâileden kat-i alâka edip, Mevcûd-u Hakikî'ye ve Mahbub-u Sermedi'ye baglaniyor.
بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ كِه دَرْ هَمْ فَرْدَازْ فَانِى دُورَاهْ هَسْت
بَا بَاقِى دُوسِرِّ خَانْ جَانَانى
Ey nâdan nefsim! Bil ki: Çendan dünya ve mevcûdât fânidir. Fakat her fâni seyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezal'in tecelli-i Cemâlinden iki lem'ayi, iki sirri görebilirsin. An sart ki: Sûret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...
كِه دَرْ نِعْمَتْهَا اِنْعَامْ هَسْتْ وَ َسْ آثَارَهَا اَسْمَا بِ ِكيرْ مَغْزِى وَ مِيزَنْ دَرْ فَنَا آنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا
Evet, nimet içinde in'am görünür; Rahman'in iltifati hissedilir.
sh: » (S: 225)
Nimetten in'ama geçsen, Mün'im'i bulursun. Hem her eser-i Samedânî, bir mektub gibi, bir Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsini bildirir. Nakistan mânâya geçsen, Esmâ yoluyla Müsemmayi bulursun. Mâdem su masnuat-i fâniyyenin magzini, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsiz kabugunu kisrini, acimadan fena seyline atabilirsin.
بَلِى آثَارَهَا كُويَنْدْ زِاَسْمَا لَفْظِ ُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا وَ مِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا
Evet masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâli bir lafz-i mücessem olmasin, Sâni'-i Zülcelâl'in çok esmâsini okutturmasin. Mâdem su masnuat, elfâzdir, kelimât-i kudrettir; mânâlarini oku, kalbine koy. Mânâsiz kalan elfâzi, bilâperva zevalin havasina at. Arkalarindan alâkadarane bakip mesgul olma.
عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ غِيَاثِ ( لآَ اُحِبُّ اْلاَفِلِينَ ) مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ
Iste zâhirperest ve sermayesi âfâkî mâlûmattan ibaret olan akl-i dünyevî böyle silsile-i efkâri, hiçe ve ademe incirar ettiginden, hayretinden ve haybetinden me'yusane feryad ediyor. Hakikate giden bir dogru yol ariyor. Mâdem ufûl edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi bîçare nefsim, Ibrahimvari لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ giyasini çek, kurtul.
ِه خُوشْ كُويَدْ اُوشَيْدَا جَامِى عَشْقِى خُوىْ
Fitrati askla yogrulmus gibi sermest-i câm-i ask olan Mevlâna Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemis:
يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى كُوىْ demistir. (Hâsiye)
1 - Yâni: Yalniz biri iste, baskalari istenmeye degmiyor.
_____________________
(Hâsiye): Yalniz bu satir Mevlâna Câmî'nin kelâmidir.
sh: » (S: 226)
2 - Biri çagir, baskalari imdada gelmiyor.
3 - Biri taleb et, baskalar lâyik degiller.
4 - Biri gör, baskalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklaniyorlar.
5 - Biri bil, mârifetine yardim etmeyen baska bilmekler faidesizdir.
6 - Biri söyle, ona aid olmayan sözler mâlâyanî sayilabilir.
نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى هُوَ الْمَطْلُوبُ هُوَ الْمَحْبُوبُ هُوَ الْمَقْصُودُ
هُوَ الْمَعْبُودُ
Evet Câmî pek dogru söyledin. Hakikî mahbûb, hakikî matlûb, hakikî maksûd, hakikî mabûd; yalniz Odur.
كِه لآَ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ
Çünki bu âlem bütün mevcûdâtiyla muhtelif dilleriyle, ayri ayri nagamatiyla zikr-i Ilâhinin halka-i kübrâsinda beraber "Lâ ilahe illa Hu" der, vahdâniyete sehadet eder. لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ in açtigi yaraya merhem sürüyor ve alâkayi kestigi mecâzî mahbublara bedel, bir Mahbûb-u Lâyezalî'yi gösteriyor.
* * *
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 17. Söz
sh: » (S: 227)
[Bundan yirmibes sene kadar evvel Istanbul Bogazindaki Yûsa Tepesinde, dünyanin terkine karar verdigim bir zamanda, bir kisim mühim dostlarim beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanima geldiler. Dedim: "Yarina kadar beni birakiniz, istihare edeyim." Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Siire benzer, fakat siir degiller. O mübarek hatiranin hatiri için ilismedim. Geldigi gibi muhafaza edildi. Yirmiüçüncü Söz'ün âhirine ilhak edilmisti. Makam münasebetiyle buraya alindi.]
Birinci Levha
[Ehl-i gaflet dünyasinin hakikatini tasvir eder levhadir.]
Beni dünyaya çagirma Ona geldim fena gördüm.
Dema gaflet hicab oldu Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün esya-yi mevcûdât Birer fâni muzir gördüm.
Vücud desen onu giydim Ah ademdi çok bela gördüm.
Hayat desen onu tattim Azab ender azab gördüm.
Akil ayn-i ikab oldu Bekayi bir bela gördüm.
Ömür ayn-i heva oldu Kemâl ayn-i heba gördüm.
Amel ayn-i riyâ oldu Emel ayn-i elem gördüm.
Visâl, nefs-i zeval oldu Devayi ayn-i dâ' gördüm.
Bu envar, zulümat oldu Bu ahbabi yetim gördüm.
Bu savtlar, na'y-i mevt oldu Bu ahyayi mevat gördüm.
Ulûm, evhama kalboldu Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet, ayn-i elem oldu Vücudda bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum Ah! Firakta çok elem gördüm.
sh: » (S: 228)
Ikinci Levha
[Ehl-i hidâyet ve huzurun hakikat-i dünyalarina isaret eder levhadir.]
Dema gaflet zeval buldu Ve nur-u Hak ayan gördüm.
Vücud, bürhân-i Zât oldu Hayat, mir'at-i Hak'tir gör.
Akil, miftah-i kenz oldu Fena, bab-i bekâdir gör.
Kemâlin lem'asi söndü Fakat, sems-i Cemâl var gör.
Zeval, ayn-i visal oldu Elem, ayn-i lezzettir gör.
Ömür nefs-i amel oldu Ebed ayn-i ömürdür gör.
Zalâm zarf-i ziya oldu Bu mevtte hak hayat var gör.
Bütün esya enîs oldu Bütün asvat zikirdir gör.
Bütün zerrat-i mevcûdât Birer zâkir, müsebbih gör.
Fakri kenz-i gina buldum Aczde tam kuvvet var gör.
Eger Allah'i buldunsa Bütün esya senindir gör.
Eger Mâlik-i Mülk'e memlûk isen Onun mülkü senindir gör.
Eger hodbin ve kendi nefsine mâlik isen: Bilâ-addin beladir gör,
Belâ-haddin azabdir tad, Belâ-gâyet agirdir gör.
Eger hakikî abd-i hudabin isen Hududsuz bir sâfadir gör.
Hesabsiz bir sevab var tad Nihayetsiz saadet gör...
sh: » (S: 229)
[Yirmibes sene evvel Ramazanda ikindiden sonra Seyh-i Geylanî'nin (K.S.) Esmâ-i Hüsnâ manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki: Esmâ-i hüsnâ ile bir münacat yazayim. Fakat o vakit bu kadar yazildi. O kudsî üstadimin mübarek Münâcât-i Esmâiyesine bir nazîre yapmak istedim. Heyhat!.. Nazma istidadim yok. Yapamadim, noksan kaldi. Bu münacat, Otuzüçüncü Söz'ün Otuzüçüncü Mektub'u olan Pencereler Risalesine ilhak edilmisti. Makam münasebetiyle buraya alindi.]
هُوَ الْبَاقِى
حَكِيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فِى قَبْضِ حُكْمِهِ { هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ اْلاَرْضُ وَ السَّمَآءُعَلِيمُ الْخَفَايَا وَ الْعُيُوبِ فِى مُلْكِهِ { هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَ الثَّرَآءُلَطِيفُ الْمَزَايَا وَ النُّقُوشِ فِى صُنْعِهِ { هُوَ الْفَاطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَ الْبَهَآءُ
جَلِيلُ الْمَرَايَا وَ الشُّؤُنِ فِى خَلْقِهِ { هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَ الْكِبْرِيَآءُ
بَدِيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنعِهِ { هُوَ الدَّائِمُ الْبَاقِى لَهُ الْمُلْكُ وَ الْبَقَآءُكَرِيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهِ { هُوَ الرَّزَّاقُُ الْكَافِى لَهُ الْحَمْدُ وَ الثَّنَآءُجَمِيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهِ { هُوَ الْخَالِقُ الْوَافِى لَهُ الْجُودُ وَ الْعَطَآءُ
سَمِيعُ الشَّكَايَا وَ الدُّعَاءِ لِخَلْقِهِ { هُوَ الرَّاحِيمُ الشَّافِى لَهُ الشُّكْرُ وَ الثَّنَآءُ
غَفُورُ الْخَطَايَا وَ الذُّنُوبِ لِعَبْدِهِ { هُوَ الْغَفَّارُ الرّحِيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَ الرِّضَآءُ
Ey nefsim! Kalbim gibi agla ve bagir ve de ki:
"Fâniyim, fâni olani istemem. Âcizim, âciz olani istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. Isterim, fakat bir yâr-i bâki isterim. Zerreyim, fakat bir sems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâti umumen isterim."
sh: » (S: 230)
BARLA YAYLASI; ÇAM, KATRAN, ARDIÇ KARAKAVAGIN BIR MEYVESIDIR
[Makam münasebetiyle buraya alinmis. Onbirinci Mektub'un bir parçasidir.]
Bir vakit esaretimde dag basinda âzametli çam ve katran ve ardiç agaçlarinin heybet-nümâ Sûretlerini, hayret-fezâ vaziyetlerini temasa ederken pek lâtif bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhtesem ve sirin velvele-âlûd bir zelzele-i raks-nümâ, bir tesbihât-i cezbe-edâ Sûretine çevirdiginden; eglence temasasi, nazar-i ibrete ve sem'-i hikmete döndü. Birden Ahmed-i Cizrî'nin kürdçe su fikrasi:
هَرْ كَسْ بِتَمَاشَا كَهِ حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاىْ تَشبِيهِ نِكَارَانْ بِجَمَالاَتَ دِنَازِنْ
hatirima geldi. Kalbim, ibret mânâlarini ifade için söyle agladi:
يَا رَبْ هَرْ حَىْ بِتَمَاشَا كَهِ صُنْعِ تُوزِ هَرْجَاى بَتَازِى
زِنَشيِبُ اَزْفِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى
دَمْ دَمْ زِجَمَالِ نَقْشِ تُو دَرْرَقْص بَازِى
زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِ كَازِى
زِشِيرِينِى آوَازِ خُودْ حَىْ حَىْ دِينَازِى
أَزْوَىْ رَقْصَه آمَدْ جَزْبَه خَازِى
أَزْيِنْ آثَارِ رَحْمَتْ يَا فَْت هَرْحَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ وَ نَمَازِى
اِيسْتَادَسْتْ هَرْيَكِى بَرْسَنْكِ بَالاَ سَرْفِرَازِىدِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتَهَارَا بَدَرْ كَاهِ
آِلهِى هَمْ ُو شَهْبَازِىبَجُنْبِيدَسْتْ زُلْفَهَارَا بَشَوْقَ اَنْكِيزِ شَهْنَازِى
بَبَالاَ مِيزَنَنْدْ أَزْ َرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ عَشْقِ بَازِى
مِيدِهَدْ هُوشَه ِيرِنْهَاى دَرِينْهَاىِ زَوَالِ اَزْحُبِّ مَجَازِى
بَرْسَرِ مَحْمُودْ هَا نَعْمَهَاىِ حُزْنْ اَنْ ِيزِ اَيَازِىمُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ
اَزَلِى اَزْحُزْن اَنْ ِيزِ نَوَازِىرُوحَه مِى آيَدْ اَزُوزَمْزَمَ ئِه نَازُ نِيَازِى
قَلْبْ مِيخَوانْد اَِزينْ آيَاتْهَا سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازِى
sh: » (S: 231)
نَفْسِ مِيخَواهَدْ دَرْاِينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا زَوْقِ بَاقِى دَرْفَنَاىِ دُنْيَا بَازِى
عَقْلِ مِيبِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَازِى
آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزْيِنْ هَمْهَمَهَا هُو هُوَ هَا مَرْ كِخُودْ
دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَازِى
خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى بَاهَزَارَانْ نَىْ
اَزْيِنْ نَهْيَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ
وَرَقْهَا رَازَابَانِ دَارَنْدْ هَمَه هُوَ هُوَ ذِكْرْ آرَنْدْ بَدََرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ
ُو لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ بَرَابَرْ مِيزَنْدْ هَرْ شَىْ
دَمَادَمْ جُو يَدْ نَدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ كُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْدْ اَللّهْ
فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ
حَيَاتِى دِهْ بَايِنْ قَلْبِ َرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَاِينْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا آمِينْ
Barla Yaylasi Tepelicede çam, katran, ardiç, karakavak meyvesi hakkinda yazilan Farisî beyitlerin mânâsi:
هَرْ كَسْ بِتَمَاشَا كِه حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاى تَشبِيهِ نِكَارَانْ بِجَمَالاَتَ رِنَازِنْ
Hatirima geldi. Kalbim dahi ibret mânâlarini ifade için söyle agladi:
Yâni: Senin temasâna, hüsnüne, herkes her yerden kosup gelmis. Senin cemâlinle nazdarlik ediyorlar.
يَا رَبْ هَرْ حَىْ بِتَمَاشَا كَهِ صُنْعِ تُوزِ هَرْجَاى بَتَازِى
Her zîhayat senin temasâna, san'atin olan zemin yüzüne her yerden çikip bakiyorlar.
sh: » (S: 232)
زِنَشيِبُ اَزْفِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَلاَنْ بِنِدَاءِ بَآوَازِى
Asagidan, yukaridan dellâllar gibi çikip bagiriyorlar.
دَمْ دَمْ زِجَمَالِ نَقْشِ تُو زِ هَوَاىِ شَوْقِ تُو دَرْرَقْص بَازِى
Senin cemâl-i naksindan keyiflenip, o dellâl-misâl agaçlar oynuyorlar.
زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بَ كَا َازِى(نُسْخَي)
Senin Kemâl-i san'atindan nes'elenip, güzel güzel sadâ veriyorlar.
زِشِيرِينِى آوَازِ خُودْ حَىْ حَىْ دِينَازِى
Güya sadalarinin tatliligi, onlari da nes'elendirip nazeninâne bir naz ettiriyor.
أَزْوَىْ رَقْصَه آمَدْ جَزْبَه خَازِى
Iste ondandir ki; su agaçlar raksa gelmis, cezbe istiyorlar.
أَزْيِنْ آثَارِ رَحْمَتْ يَا فَْت هَرْحَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى
Su rahmet-i Ilahiyenin âsâriyladir ki; her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazin dersini aliyorlar.
اِيسْتَادَسْتْ هَرْيَكِى بَرْسَنْكِ بَالاَ سَرْفِرَارِى
Ders aldiktan sonra, herbir agaç yüksek bir tas üstünde arsa basini kaldirip durmuslar.
دِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتَهَارَا بَدَرْ كَاهِ آِلهِى هَمْ ُو شَهْبَازِى
Herbirisi, yüzler ellerini Sehbâz-i Kalender (Hasiye) gibi
نُسْخَي: زِبَوَاي شَوْقِ تُو
(Hasiye): Sehbaz-i Kalender, meshur bir kahramandir ki, Seyh-i Geylanî'nin irsadiyla dergâh-i Ilahîye iltica edip mertebe-i velâyete çikmistir.
sh: » (S: 233)
Dergâh-i Ilahîye uzatip muhtesem bir ibâdet vaziyetini almislar.
بَجُنْبِيدَسْتْ زُلْفَهَارَا بَشَوْقَ اَنْكِيزِ شَهْنَازِى
(Hâsiye)
Oynattiriyorlar zülüfvâri küçük dallarini ve onunla, temasa edenlere de lâtif sevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar.
بَبَالاَ مِيزَنَنْدْ أَزْ َرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ عَشْقِ بَازِى
Askin «Hay Huy» perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sâda veriyorlar.(Nüsha)
مَيدَهَدْمُوَشَي كَيرِيِنْهَاى دَرِينْهَاىِزَوَالِىاَزْحُبِّم َجَازِى
Fikre su vaziyetten söyle bir mânâ geliyor: Mecâzî muhabbetlerin zeval elemiyle gelen aglayis, hem derinden derine hazîn bir enîni ihtar ediyorlar.
بَرْسَرِ مَحْمُودْ هَا نَغْمَهَاىِ حُزْنْ اَنْ كَيِزِ اَيَازِى
Mahmudlarin, yâni Sultan Mahmud gibi mahbûbundan ayrilmis bütün âsiklarin baslarinda, hüzün-âlûd mahbûblarinin nagmesinin tarzini isittiriyorlar.
مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْحُزْن اَنْ كَيِزِ نَوَازِى
Dünyevî sâdâlarin ve sözlerin dinlemesinden kesilmis olan ölmüslere; ezelî nagmeleri, hüzün-engiz sâdâlari isittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.
رُوحَه مِى آيَدْ اَزُوزَمْزَمَ ئِه نَازُ نِيَازِى
Ruh ise su vaziyetten söyle anladi ki: Esya, tesbihat ile Sâni'-i Zülcelâl'in tecelliyat-i esmâsina mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.
(Hasiye): Sehnaz-i Çelkezî, kirk örme saç ile meshur bir dünya güzelidir.
Nüsha: Su nüsha mezaristandaki ardiç agacina bakar:
بَبَالاَ مِيزَنَنْدْ أَزْ َرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ مُرْدَهَا رَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْخُزْنِ اَنْ ِيزِ نَوَازِى
sh: » (S: 234)
قَلْبْ مِيخَوانْد اَِزينْ آيَاتْهَا سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اَعْجَازِى Kalb ise, su herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan su agaçlardan sirr-i tevhidi, bu i'câzin ulüvv-ü nazmindan okuyor. Yâni, hilkatlerinde o derece hârika bir intizâm, bir san'at, bir hikmet vardir ki: Bütün esbâb-i kâinat birer fâil-i muhtar farzedilse ve toplansalar taklid edemezler.
نَفْس مِيخَواهَدْ دَرْاِينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا زَوْقِ بَاقِى دَرْفَنَاىِ دُنْيَا بَازِى
Nefis ise, su vaziyeti gördükçe; bütün rûy-i zemin, velvele-âlûd bir zelzele-i firakta yuvarlaniyor gibi gördü, bir zevk-i bâki aradi. "Dünya-perestligin terkinde bulacaksin" mânâsini aldi.
عَقْل مِيبِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَازِى
Akil ise, su zemzeme-i hayvan ve escardan ve demdeme-i nebat ve havadan gâyet mânidar bir intizâm-i hilkât, bir naks-i hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Her sey, çok cihetlerle Sâni'-i Zülcelâl'i tesbih ettigini anliyor.
آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزْيِنْ هَمْهَمَهَا هُو هُوَ هَا مَرْكَ ِ خُودْ دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَازِى
Heva-yi nefs ise su hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet aliyor ki, bütün ezvak-i mecâzîyi ona unutturup, o heva-yi nefsin hayati olan zevk-i mecâzîyi terketmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.
خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى بَاهَزَارَانْ نَىْ
Hayal ise, görüyor; güya su agaçlarin müekkel Melâikeleri içlerine girip herbir dalinda çok neyler takilan agaçlari cesed olarak giymisler. Güya Sultan-i Sermedî, binler ney sâdâsiyla muhtesem bir resm-i küsadda onlara onlari giydirmis ki; o agaçlar câmid, suursuz cisim gibi degil.. belki gâyet suurkârane mânidar vaziyetleri gösteriyorlar.
sh: » (S: 235)
اَزْيِنْ نَهْيَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ
Iste o neyler; semâvî, ulvî bir musikîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler.
Fikir o neylerden, basta Mevlâna Celaleddin-i Rumî olarak bütün âsiklarin isittikleri elemkârane tesekkiyat-i firaki isitmiyor. Belki, Zât-i Hayy-i Kayyum'a karsi takdim edilen tesekkürat-i Rahmâniyeyi ve tahmidat-i Rabbâniyeyi isitiyor.
وَرَقْهَا رَازَابَانِ دَارَنْدْ هَمَه هُوَ هُوَ ذِكْرْ آرَنْدْ بَدََرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ
Mâdem agaçlar, birer cesed oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri, binler dilleri ile havanin dokunmasiyla "Hu Hu" zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarinin tahiyyatiyla Sâniinin Hayy-i Kayyum oldugunu ilân ediyorlar.
ُو لآَ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ بَرَابَرْ مِيزَنْدْ هَرْ شَىْ
Çünki bütün esya "Lâ ilahe illa Hu" deyip, kâinatin azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalisiyorlar.
دَمَادَمْ جُو يَدْ نَدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ كُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْدْ اَللّهْ
Vakit-bevakit lisan-i istidad ile Cenâb-i Hak'tan hukuk-u hayatini "Ya Hak" deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Bastan basa da hayata mazhariyetleri lisaniyla "Ya Hayy" ismini zikrediyorlar.
فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ
حَيَاتِى دِهْ بَايِنْ قَلْبِ َرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَاِينْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا آمِينْ
* * *
sh: » (S: 236)
[Bir vakit Barla'da Çam Dagi'nda yüksek bir mevkide, gecede semânin yüzüne baktim. Gelecek fikralar, birden hutûr etti. Yildizlarin lisan-i hal ile konusmalarini hayalen isittim gibi bu yazildi. Nazim ve siir bilmedigim için siir kaidesine girmedi. Tahattur oldugu gibi yazilmis. Dördüncü Mektub ile Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkifinin âhirinden alinmistir.]
YILDIZLARI KONUSTURAN BIR YILDIZNAME
Dinle de yildizlari su hutbe-i sîrînine
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemis.
* *
Hep beraber nutka gelmis, hak lisaniyla derler;
"Bir Kadîr-i Zülcelâl'in hasmet-i Sultanina
* *
Birer bürhân-i nur-efsaniz vücûd-u Sânia
Hem vahdete, hem kudrete sâhidleriz biz.
* *
Su zeminin yüzünü yaldizlayan
Nâzenin mu'cizâti çün melek seyranina.
* *
sh: » (S: 237)
Bu semânin arza bakan, cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz (Hasiye)
Tûbâ-i hilkatten semâvat sikkina, hep kehkesan agsanina
Bir Cemil-i Zülcelâl'in, dest-i hikmetle takilmis pek güzel meyveleriyiz biz.
* *
Su semâvat ehline birer mescid-i seyyar, birer hâne-i devvar, birer ulvî âsiyâne,
Birer misbah-i nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareleriz biz.
* *
Bir Kadîr-i ZülKemâl'in, bir Hakîm-i Zülcelâl'in birer mu'cize-i kudret
Birer hârika-i san'at-i hâlikane; birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i Hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
* *
Böyle yüzbin dil ile yüzbin bürhân gösteririz, isittiririz insan olan insana.
Kör olasi dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem isitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.
* *
Sikkemiz bir, turramiz bir, Rabbimize müsahhariz. Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.
Kehkesanin halka-i kübrâsina mensub birer meczublariz biz." dediklerini hayalen dinledim.
* * *
____________________________
(Hasiye): Yâni Cennet çiçeklerinin fidanlik ve mezraacigi olan zeminin yüzünde hadsiz mu'cizât-i kudret teshir edildiginden; Semâvat âlemindeki melâikeler o mu'cizâti, o hârikalari temasa ettikleri gibi, ecram-i semâviyenin gözleri hükmünde olan yildizlar dahi, güya melâikeler gibi zemin yüzündeki nâzenin masnuati gördükçe Cennet âlemine bakiyorlar. O muvakkat hârikalari bâki bir Sûrette Cennet'te dahi müsahede ediyorlar gibi bir zemine, bir Cennet'e bakiyorlar. Yâni o iki âleme nezaretleri var demektir.