SÖZLER / Risale-i Nur'dan 19. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Ondokuzuncu Söz
[Risâlet-i Ahmediye'ye Dairdir]
وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى
وَ لَكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى مُحَمَّدٍ {ع.ص.م}
Evet su söz güzeldir. Fakat onu güzellestiren, güzellerin güzeli olan evsaf-i Muhammediyedir.
"ONDÖRT RESEHAT"i tâzammun eden Ondördüncü Lem'anin
BIRINCI RESHASI: Rabbimizi bize târif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Su kitab-i kâinattir ki, bir nebze sehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten isittik. Birisi: Su kitab-i kebirin âyet-i kübrâsi olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dir. Birisi de Kur'an-i Azîmüssan'dir. Simdi su ikinci bürhân-i nâtikî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'i tanimaliyiz, dinlemeliyiz.
Evet, o bürhânin sahs-i mânevîsine bak: Sath-i Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhân-i bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i îmânâ imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri... Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir secere-i nuraniyedir ki; herbir dâvasini, mu'cizâtlarina istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o, لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der, dâva eder. Bütün sag ve sol, yâni mâzi ve müstakbel taraflarinda saf tutan o nuranî zâkirler, ayni kelimeyi tekrar ederek, icmâ' ile mânen "Sadakte ve bil-hakki natakte" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsiz imzalarla teyid edilen
bir müddeaya parmak karistirsin.
sh: » (S: 244)
IKINCI RESHA: O nûrânî bürhân-i tevhid, nasilki iki cenahin icmâ' ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve Incil gibi Kütüb-ü Semâviyenin (Hasiye) yüzler isarati ve irhasatin binler rumuzati ve hâtiflerin meshur besârati ve kâhinlerin mütevâtir sehâdâti ve sakk-i Kamer gibi binler mu'cizâtinin delâlâti ve seriatin hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtinda gâyet Kemâldeki ahlâk-i hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâya-yi galiyesini ve kemâl-i emniyetini ve kuvvet-i îmânini ve gâyet itminanini ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsi, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsinda nihayet derecede sâdik oldugunu günes gibi âsikâre gösteriyor.
ÜÇÜNCÜ RESHA: Eger istersen gel Asr-i Saadet'e, Ceziret-ül Arab'a gideriz. Hayâlen olsun onu vazife basinda görüp ziyaret ederiz. Iste bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâti görüyoruz ki; elinde mu'ciznümâ bir kitab, lisaninda hakaik-âsina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve melege, belki bütün mevcûdata karsi bir hutbe-i ezeliyeyi teblig ediyor. Sirr-i hilkat-i âlem olan muamma-i acîbânesini hal ve serh edip ve sirr-i kâinat olan tilsim-i muglâkini fetih ve kesfederek, bütün mevcûdâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde mesgul eden üç müskil ve müdhis sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevab verir.
DÖRDÜNCÜ RESHA: Bak! Öyle bir ziya-yi hakikat nesreder ki: Eger onun o nuranî daire-i hakikat-i irsadindan hariç bir Sûrette kâinata baksan; elbette kâinatin seklini bir matemhâne-i umumî hükmünde ve mevcûdati birbirine ecnebi, belki düsman ve câmidâti dehsetli cenazeler ve bütün zevil-hayati zeval ve firakin sillesiyle aglayan yetimler hükmünde görürsün. Simdi bak: Onun nesrettigi nur ile o matemhâne-i umumî, sevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkilâb etti. O ecnebi, düsman mevcûdat, birer dost ve kardes sekline girdi. O câmidât-i meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldi ve o aglayici ve sekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan sâkir sûretine girdi.
_____________________
(Hasiye): Hüseyin-i Cisrî "Risale-i Hamîdiye"sinde yüzondört isârâti, o kitablardan çikarmistir. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmis.
sh: » (S: 245)
BESINCI RESHA: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât, tebeddülât, tegayyürât mânâsizliktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncakligindan çikip birer Mektûbât-i Rabbâniye, birer sahife-i âyât-i tekviniye, birer meraya-yi Esmâ-i Ilahiye ve âlem dahi bir kitab-i hikmet-i Samedâniye mertebesine çiktilar. Hem insani bütün hayvanâtin mâdûnuna düsüren hadsiz za'f ve aczi, fakr ve ihtiyacati ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasita-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan akli, o nur ile nurlandigi vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çikar. O nurlanmis acz, fakr, akil ile niyaz ile nâzenin bir sultan ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur. Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ hersey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedi' bir kâinatta, böyle bir zât lâzimdir. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalidir.
ALTINCI RESHA: Iste o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâsifi ve ilâncisi ve saltanat-i Rubûbiyetin mehâsininin dellâli, seyircisi ve künûz-u Esmâ-i Ilahiyenin kessâfi, göstericisi oldugundan; böyle baksan -yâni ubûdiyeti cihetiyle- onu bir misâl-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir seref-i insâniyet, en nuranî bir semere-i secere-i hilkat göreceksin. Söyle baksan, -yâni Risâleti cihetiyle- bir bürhân-i Hak, bir sirâc-i hakikat, bir sems-i hidâyet, bir vesile-i saadet görürsün. Iste bak nasil berk-i hâtif gibi onun nuru, sarktan garbi tuttu ve nisf-i arz ve hums-u beser, onun hediye-i hidâyetini kabûl edip hirz-i can etti. Bizim nefis ve seytanimiza ne oluyor ki; böyle bir Zâtin bütün dâvalarinin esâsi olan "Lâ ilahe illallah"i, bütün merâtibiyle beraber kabûl etmesin?
YEDINCI RESHA: Iste bak: Su cezire-i vasiâda vahsî ve âdetlerine mutaassib ve inadçi muhtelif akvami, ne çabuk âdât ve ahlâk-i seyyie-i vahsiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-i hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak! Degil zâhirî bir tasallut, belki akillari, ruhlari, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbûb-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-i ervah oldu.
SEKIZINCI RESHA: Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldirabilir. Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inadçi, mutaassib büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, kü-
sh: » (S: 246)
çük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secayâ-yi âliyeyi ki, dem ve damarlarina karismis derecede sâbit olarak vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraati yapiyor. Iste su Asr-i Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab'i gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsinlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalissinlar. O Zâtin, o zamânâ nisbeten bir senede yaptiginin yüzden birisini acaba yapabilirler mi?
DOKUZUNCU RESHA: Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir Cemâatte, küçük bir mes'elede, münazarali bir dâvâda hicabsiz, pervasiz; küçük, fakat hacaletâver bir yalani, düsmanlari yaninda hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâs göstermeden söyleyemez. Simdi bak bu Zâta; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedâr, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir Cemâatte, pek büyük husumet karsisinda, pek büyük mes'elelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telâssiz, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasimlarinin damarlarina dokunduracak sedid, ulvî bir Sûrette söyledigi sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karismasi mümkün müdür? Kellâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan meslegi hileden müstagnidir; hakikatbînin gözüne hayâlin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsin...
ONUNCU RESHA: Iste bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar câzibedâr, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehsetli hakaiki gösterir ve mesâili isbat eder.
Bilirsin ki: En ziyade insani tahrik eden meraktir. Hattâ eger sana denilse: "Yari ömrünü, yari malini versen; Kamer'den ve Müsteri'den biri gelir, Kamer'de ve Müsteri'de ne var ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem dogru olarak senin istikbalini ve basina ne gelecegini dogru olarak haber verecek." Merakin varsa vereceksin. Halbuki su Zât, öyle bir Sultan'in ahbarini söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafinda döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafinda pervaz eder ve o Günes olan lâmba ise, o Sultan'in binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasidir. Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkilâbdan haber veriyor ki: Bin-
sh: » (S: 247)
ler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisaninda اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ اَلْقَارِعَةُ
gibi Sûreleri isit... Hem öyle bir istikbalden dogru olarak haber veriyor ki: Su dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir. Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki: Bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir sems-i sermede nisbeti gibidir...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 19. Söz
ONBIRINCI RESHA: Böyle acib ve muamma-âlûd su kâinatin perde-i zâhiriyesi altinda elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznümâ bir Zât lâzimdir. Hem bu Zâtin gidisatindan görünüyor ki; O görmüs ve görüyor ve gördügünü söylüyor. Hem «Bizi nimetleriyle perverde eden su Semâvat ve Arzin Ilahi bizden ne istiyor, marziyati nedir?» Pek saglam olarak bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakaiki ders veren bu Zâta karsi herseyi birakip Ona kosmak, onu dinlemek lâzim gelirken; ekser insanlara ne olmus ki: Sagir olup, kör olmuslar, belki divane olmuslar ki; bu hakki görmüyorlar bu hakikati isitmiyorlar, anlamiyorlar!
ONIKINCI RESHA: Iste su Zât, su mevcûdat Hâlikinin vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhân-i nâtik, bir delil-i sâdik oldugu gibi; hasrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhân-i kâtii, bir delil-i sâtiidir. Belki nasilki o Zât; hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür. Öyle de; duasiyla, niyaziyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i îcâdidir. Hasir mes'elesinde geçen su sirri, makam münasebetiyle tekrar ederiz:
Iste bak: O Zât öyle bir salât-i kübrâda dua ediyor ki: Güya su cezire, belki Arz, Onun âzametli namaziyla namaz kilar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir Cemâat-i uzmâda niyaz ediyor ki: Güya benî-Âdemin zaman-i Âdem'den asrimiza, kiyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, Ona ittiba ile iktida edip duasina âmîn diyorlar. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Degil ehl-i arz, belki ehl-i semâvat, belki bütün mevcûdât, niyazina "Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz" deyip istirak ediyorlar. Hem öyle fakirâne, öyle hazînâne, öyle mahbubâne, öyle müstakâne, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki; bütün kâinati aglattiriyor, duasina istirâk ettiriyor.
sh: » (S: 248)
Bak! Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için dua ediyor ki: Insani ve âlemi, belki bütün mahlûkati esfel-i sâfilînden, sukuttan, kiymetsizlikten, faydasizliktan a'lâ-yi illiyyîne, yâni kiymete, bekaya, ulvî vazifeye çikariyor.
Bak! Hem öyle yüksek bir fîzar-i istimdadkârane ve öyle tatli bir niyaz-i istirhamkârane ile istiyor, yalvariyor ki: Güya bütün mevcûdâta ve Semâvata ve Arsa isittirip, vecde getirip duasina "Âmîn Allahümme âmîn" dedirtiyor. Bak! Hem öyle Semi', Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hacetini istiyor ki: Bilmüsahede en hafî bir zîhayatin en hafî bir hacetini, bir niyâzini görür, isitir, kabûl eder, merhamet eder. Çünki: istedigini, -velev lisan-i hal ile olsun- verir ve öyle bir Sûret-i hakîmane, basîrâne, rahîmânede verir ki, sübhe birakmaz Bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi' ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastir.
ONÜÇÜNCÜ RESHA: Acaba bütün efâzil-i benî-Âdemi arkasina alip, Arz üstünde durup, Ars-i âzama müteveccihen el kaldirip dua eden su seref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkin fahr-i kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Lika istiyor, Cennet istiyor. Hem meraya-yi mevcûdâtta ahkâmini ve cemâllerini gösteren bütün Esmâ-i Kudsiye-i Ilahiye ile beraber istiyor. Hattâ eger rahmet, Inayet, Hikmet, Adâlet gibi hesabsiz o matlubun esbab-i mûcibesi olmasa idi; su Zâtin tek duasi, baharimizin îcadi kadar kudretine hafif gelen su Cennet'in binasina sebebiyet verecekti. Evet nasilki Onun Risâleti su dâr-i imtihanin açilmasina sebebiyet verdi. Öyle de, Onun ubûdiyeti dahi öteki dârin açilmasina sebebdir. Acaba ehl-i akil ve tahkika لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dediren su meshud intizâm-i faik, su rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz Cemâl-i Rubûbiyet; hiç böyle bir çirkinligi, böyle bir merhametsizligi, böyle bir intizâmsizligi kabûl eder mi ki: En cüz'î, en ehemmiyetsiz arzulari, sesleri ehemmiyetle isitip îfâ etsin... En ehemmiyetli, en lüzumlu arzulari ehemmiyetsiz görüp isitmesin, anlamasin, yapmasin? Hâsâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâsâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinligi kabûl etmez. Çirkin olmaz.
Yahu ey hayâlî arkadasim! Simdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene su zamanda, su cezirede kalsak, yine O Zâtin garâib-i
sh: » (S: 249)
icraatini ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihâta edip temasasinda doyamayiz.
Simdi gel! Üstünde dönecegimiz her asra birer birer bakacagiz. Bak nasil her asir, o Sems-i Hidâyet'ten aldiklari feyz ile çiçek açmislar! Ebu Hanife, Safiî, Bayezid-i Bistamî, Sah-i Geylanî, Sah-i Naksibend, Imam-i Gazâlî, Imam-i Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.
Meshudatimizin tafsilâtini baska vakte ta'lik edip, o mu'ciznümâ ve hidâyet-edâ'ya bir kisim kat'î mu'cizâtina isaret eden bir salavat getirmeliyiz:
عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَيةُ وَ اْلاِنْجِيلُ وَ الزَّبُورُ وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَآءُ اْلاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ عَلَى مَنْ جَآئَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَآئِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاءَةٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَآءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللَّهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ
الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ
الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمَنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَآءِ عِنْدَ قِرَآئَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاَنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ آِلَى اَخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا يَآ اِلَهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ
sh: » (S: 250)
[Suaat-i mârifet-ün Nebi namindaki Türkçe bir risalede ve Ondokuzuncu Mektub'da ve su sözde icmâlen isaret ettigimiz delâil-i Nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) Beyân etmisim. Hem onda Kur'an-i Hakîm'in vücuh-u i’câzi icmâlen zikredilmis. Yine "Lemaat" naminda Türkçe bir risalede ve Yirmibesinci Söz'de Kur'anin kirk vecihle mu'cize oldugunu icmâlen Beyân ve kirk vücuh-u i’câzina isaret etmisim. O kirk vecihte, yalniz nazimda olan belâgati, "Isarat-ül I'caz" namindaki bir tefsir-i arabîde kirk sahife içinde yazmisim. Eger ihtiyacin varsa su üç kitaba müracaat edebilirsin..]
ONDÖRDÜNCÜ RESHA: Mahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ olan Kur'an-i Hakîm; nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ile Vahdâniyet-i Ilahiyeyi, o derece kat'î isbat ediyor ki: Baska bürhâna hacet birakmiyor. Biz de Onun târifine ve medâr-i tenkid olmus bir-iki lem'a-i i’câzina isaret ederiz.
Iste, Rabbimizi bize târif eden Kur'an-i Hakîm; su kitab-i kebir-i kâinatin bir tercüme-i ezeliyesi... Su sahaif-i Arz ve Semâda müstetir künuz-u Esmâ-i Ilahiyenin kessafi... Su sutûr-u hâdisatin altinda muzmer hakaikin miftâhi... Su âlem-i sehadet perdesi arkasindaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-i Rahmâniye ve hitabât-i ezeliyenin hazinesi... Su âlem-i mâneviye-i Islâmiyenin Günesi, temeli, hendesesi... Âlem-i uhreviyenin haritasi... Zât ve Sifât ve suun-u Ilahiyenin kavl-i sârihi, tefsir-i vâzihi, bürhân-i nâtiki, tercüman-i sâtii... Su âlem-i insâniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürsid ve hâdîsi... Hem bir kitab-i hikmet ve seriat, hem bir kitab-i dua ve ubûdiyet, hem bir kitab-i emir ve davet, hem bir kitab-i zikir ve mârifet gibi; bütün hâcât-i mâneviyesine karsi birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve mesârib olan evliya ve siddikînin, asfiya ve muhakkikînin (her birinin) mesreblerine lâyik birer risale ibraz eden bir "Kütübhane-i Mukaddese"dir...
Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekrârâtindaki lem'a-i i’câza bak ki: Kur'an hem bir kitab-i zikir, hem bir kitab-i dua, hem bir kitab-i dâvet oldugundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâgdir. Ehl-i kusurun zanni gibi degil... Zira zikrin se'ni; tekrar ile tenvirdir. Duânin se'ni; terdâd ile takrirdir. Emir ve davetin
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 19. Söz
sh: » (S: 251)
se'ni; tekrar ile te'kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur'ani okumaga muktedir olamaz. Fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasid-i Kur'aniye ekser uzun Sûrelerde derc edilerek her bir Sûre bir küçük Kur'an hükmüne geçmis. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Tevhid ve Hasir ve Kissa-i Mûsa gibi Bâzi maksadlar tekrar edilmis. Hem cismanî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazisina insan her nefes muhtaç olur. (Cisme Hava, ruha Hû gibi). Bâzisina her saat (Bismillâh gibi) ve hâkezâ... Demek tekrar-i âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmis ve o ihtiyaca isaret ederek uyandirip tesvik etmek, hem istiyaki ve istihayi tahrik etmek için tekrar eder. Hem Kur'an müessistir. Bir Din-i Mübin'in esâsidir ve su âlem-i Islâmiyet'in temelleridir ve hayat-i içtimaiye-i beseriyeyi degistirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevabdir. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzimdir. Te'kid için terdad lâzimdir. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzimdir. Hem, öyle mesâil-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerlestirmek için çok defa muhtelif Sûretlerde tekrar lâzimdir. Bununla beraber; Sûreten tekrardir, fakat mânen herbir âyetin çok mânâlari, çok faideleri, çok vücuh ve tabakati vardir. Herbir makamda ayri bir mânâ ve faide ve maksadlar için zikrediliyor. Hem Kur'anin, mesâil-i kevniyenin bâzisinda ibham ve icmâli ise; irsadî bir lem'a-i i’câzdir. Ehl-i ilhâdin tevehhüm ettikleri gibi medâr-i tenkid olamaz ve sebeb-i kusur degildir.
Eger desen: «Acaba neden Kur'an-i Hakîm felsefenin mevcûdattan bahsettigi gibi etmiyor? Bâzi mesâili mücmel birakir, bazisini nazar-i umumîyi oksayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmi tâciz edip yormayacak bir sûret-i bâsitâne-i zâhirânede söylüyor?»
Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu sasirmis onun için... Hem, geçmis derslerden ve Sözlerden elbette anlamissin ki: Kur'an-i Hakîm, su kâinattan bahsediyor; tâ, Zât ve Sifât ve Esmâ-i Ilâhiyeyi bildirsin. Yâni; bu kitab-i kâinatin maânîsini anlattirip, tâ Hâlikini tanittirsin. Demek mevcûdâta kendileri için degil, bel-
sh: » (S: 252)
ki Mûcidleri için bakiyor. Hem umuma hitab ediyor. Ilm-i hikmet ise, mevcûdata mevcûdat için bakiyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mâdemki Kur'an-i Hakîm, mevcûdati delil yapiyor, bürhân yapiyor. Delil zâhirî olmak, nazar-i umuma çabuk anlasilmak gerektir. Hem mademki Kur'an-i Mürsid, bütün tabakat-i besere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdir. Elbette irsâd ister ki; lüzumsuz seyleri ibham ile icmâl etsin ve dakik seyleri temsil ile takrîb etsin ve mugalâtalara düsürmemek için zâhirî nazarlarinda bedihî olan seyleri, Lüzumsuz belki zararli bir Sûrette tagyir etmemektir.
Meselâ Günese der: "Döner bir siracdir, bir lâmbadir." Zira Günesten, Günes için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizâmin zenberegi ve nizâmin merkezi oldugundan, intizâm ve nizâm ise Sâniin âyine-i mârifeti oldugundan bahsediyor. Evet der: اَلشَّمْسُ َتجْرِى «Günes döner.» Bu döner tâbiriyle; kis yaz, gece gündüzün deveranindaki muntâzam tasarrufat-i kudreti ihtar ile âzamet-i Sânii ifham eder. Iste bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meshud olan intizâma tesir etmez. Hem der: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Su sirac tâbiriyle, âlemi bir kasir Sûretinde, içinde olan esya ise; insana ve zîhayata ihzâr edilmis müzeyyenat ve mat'umat ve levazimat oldugunu ve Günes dahi müsahhar bir mumdar oldugunu ihtar ile rahmet ve ihsan-i Hâliki ifham eder. Simdi bak su sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki:
«Günes, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nâriyedir. Ondan firlamis olan seyyarati etrafinda döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir söyledir.» Muvahhis bir dehsetten, müdhis bir hayretten baska, ruha bir Kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'an gibi etmiyor. Buna kiyasen bâtinen kof, zâhiren mutantan felsefî mes'elelerin ne
sh: » (S: 253)
kiymette oldugunu anlarsin. Onun sâsaa-i sûriyesine aldanip, Kur'anin gâyet mu'ciznümâ Beyânina karsi hürmetsizlik etme!..
اَللَّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاَنَ شِفَآءً لَنَا وَ لِكَاتِبِهِ وَ اَمْثَالِهِ مِنْ كُلِّ دَآءٍ وَ مُونِسًا لَنَا وَ لَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَوْتِنَا وَ فِى الدُّنْيَا قَرِينًا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى االْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ
نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا وَ بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَآ اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينََ آمِينَ آمِينَ
IHTAR: Arabî Risale-i Nur'da Ondördüncü Resha'nin Alti Katresi, bâhusus Dördüncü Katre'nin Alti Nüktesi; Kur'an-i Hakîm'in kirk kadar enva'-i i'cazindan onbesini Beyân eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. Istersen ona müracaat et, bir hazine-i mu'cizât bulursun...
* * *