SÖZLER / Risale-i Nur'dan 22. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirmiikinci Söz
[Iki makamdir]
Birinci Makam
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَيَضْرِبُ اللَّهُ اْلاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ وَ تِلْكَ اْلاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Bir zaman iki adam, bir havuzda yikandilar. Fevkalâde bir tesir altinda kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtiklari vakit gördüler ki; acib bir âleme götürülmüsler. Öyle bir âlem ki, Kemâl-i intizâmindan bir memleket hükmünde, belki bir sehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. Kemâl-i hayretlerinden etraflarina baktilar. Gördüler ki: Bir cihette bakilsa azîm bir âlem görünüyor. Bir cihette bakilsa, muntâzam bir memleket... Bir cihette bakilsa, mükemmel bir sehir... Diger bir cihette bakilsa, gâyet muhtesem bir âlemi içine almis bir saraydir. Su acaib âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki: Bir kisim mahlûklar var; bir tarz ile konusuyorlar, fakat bunlar onlarin dillerini bilmiyorlar. Yalniz isaretlerinden anlasiliyor ki, mühim isler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapiyorlar.
sh: » (S: 292)
O iki adamdan birisi, arkadasina dedi ki: « Su acib âlemin elbette bir müdebbiri ve su muntâzam memleketin bir mâliki, su mükemmel sehrin bir sahibi, su Mûsanna sarayin bir ustasi vardir. Biz çalismaliyiz, onu tanimaliyiz. Çünki anlasiliyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanimazsak kim bize meded verecek? Dillerini bilmedigimiz ve onlar bizi dinlemedikleri su âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz! Hem koca bir âlemi bir memleket sûretinde, bir sehir tarzinda, bir saray seklinde yapan ve bastan basa hârika seylerle dolduran ve müzeyyenâtin envâ'iyla tezyin eden ve ibretnümâ mu'cizâtlarla donatan bir zât, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istedigi vardir. Onu tanimaliyiz. Hem ne istedigini bilmekligimiz lâzimdir.» Öteki adam dedi: « Inanmam, böyle bahsettigin gibi bir zât bulunsun ve bütün bu âlemi tek basiyla idare etsin.» Arkadasi cevaben dedi ki: « Bunu tanimazsak, lâkayd kalsak, menfaati hiç yok; zarari olsa pek azîmdir. Eger tanimasina çalissak, mesakkati pek hafiftir, menfaati olursa pek azîmdir. Onun için ona karsi lâkayd kalmak, hiç kâr-i akil degildir.» O serseri adam dedi: « Ben bütün rahatimi, keyfimi; onu düsünmemekte görüyorum. Hem böyle aklima sigismayan seylerle ugrasmayacagim. Bütün bu isler, tesadüfî ve karmakarisik islerdir, kendi kendine dönüyor; benim neme lâzim.» Akilli arkadasi ona dedi: « Senin bu temerrüdün beni de, belki çoklari da belaya atacaktir. Bir edebsizin yüzünden, bâzan olur ki, bir memleket harab olur.» Yine o serseri dönüp dedi ki: « Ya kat'iyen bana isbat et ki; bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sâni'i vardir. Yahut bana ilisme.» Cevaben arkadasi dedi: « Mâdem inadin divanelik derecesine çikmis; o inadinla bizi ve belki memleketi bir kahre giriftar edeceksin. Ben de sana oniki bürhân ile gösterecegim ki: Bir saray gibi su âlemin, bir sehir gibi su memleketin, tek bir ustasi vardir ve o usta, herseyi idare eden yalniz odur. Hiçbir cihette noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herseyi görür ve sözlerini isitir. Bütün isleri mu'cize ve hârikadir. Bütün bu gördügümüz ve dillerini bilmedigimiz su mahluklar onun memurlaridir.»
BIRINCI BüRHâN
Gel her tarafa bak, herseye dikkat et! Bütün bu isler içinde gizli bir el isliyor. Çünki bak, bir dirhem (Hasiye-1) kadar kuv-
__________________
(Hasiye-1): Agaçlari baslarinda tasiyan çekirdeklere isarettir.
sh: » (S: 293)
veti olmayan bir çekirdek küçüklügünde bir sey, binler batman yükü kaldiriyor. Zerre kadar suuru (Hasiye-2) olmayan, gâyet hakîmane isler görüyor. Demek bunlar kendi kendilerine islemiyorlar. Onlari islettiren gizli bir kudret sahibi vardir. Eger kendi basina olsa, bütün bastan basa bu gördügümüz memlekette her is mu'cize, hersey mu'cizekâr bir hârika olmak lâzimgelir. Bu ise, bir safsatadir.
IKINCI BÜRHÂN
Gel bütün bu ovalari, bu meydanlari, bu menzilleri süslendiren seyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli Zâtt'an haber veren isler var. Âdeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zâttan haber veriyorlar. Iste gözünün önünde, bak; bir dirhem pamuktan (Hasiye-3) ne yapiyor. Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumas çikti. Bak, ondan ne kadar sekerlemeler, yuvarlak tatli köfteler yapiliyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese, kâfi gelir. Hem de bak, bu demiri, topragi, suyu, kömürü, bakiri, gümüsü, altunu gaybî avucuna aldi, bir et parçasi (Hasiye-4) yapti; bak gör... Iste ey akilsiz adam! Bu isler öyle bir zâta mahsustur ki; bütün bu memleket, bütün eczasiyla onun mu'cize-i kuvveti altinda duruyor, her arzusuna râm oluyor.
ÜÇÜNCÜ BÜRHÂN
Gel, bu müteharrik antika (Hasiye-5) san'atlarina bak! Herbirisi öyle bir tarzda yapilmis; âdeta bu koca sarayin bir küçük
__________________________
(Hasiye-2): Kendi kendine yükselmeyen ve meyvelerin sikletine dayanmayan üzüm çubuklari gibi nazenin nebâtatin, baska agaçlara lâtif eller atip sarmalarina ve onlara yüklenmelerine isarettir.
(Hasiye-3): Tohuma isarettir. Meselâ: Zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvati, bir kavun çekirdegi, nasil çuhadan daha güzel dokunmus yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sari çiçekler, sekerlemeden daha tatli ve köftelerden ve konserve kutularindan daha lâtif, daha leziz, daha sirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.
(Hasiye-4): Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zîhayati icad etmeye isarettir.
(Hasiye-5): Hayvanlara ve insanlara isarettir. Zira hayvan, su âlemin küçük bir fihristesi ve mahiyet-i insâniye, su kâinatin bir misâl-i Mûsaggari oldugundan; âdeta âlemde ne varsa, insanda nümunesi vardir
sh: » (S: 294)
nüshasidir. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor. Hiç mümkün müdür ki, bu sarayin ustasindan baska birisi gelip, bu acib sarayi küçük bir makinede dercetsin! Hem hiç mümkün müdür ki, bir kutu kadar bir makine bütün bir âlemi içine aldigi halde, tesadüfî veyahut abes bir is içinde bulunsun! Demek bütün gözün gördügü ne kadar antika makineler var, o gizli zâtin birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilânname hükmündedirler. Lisan-i halleriyle derler ki: « Biz öyle bir zâtin san'atiyiz ki: Bütün bu âlemimizi, bizi yaptigi ve sühuletle icad ettigi gibi kolaylikla yapabilir bir zâttir.»
DÖRDÜNCÜ BÜRHÂN
Ey muannid arkadas! Gel, sana daha acibini gösterecegim. Bak, bu memlekette bütün bu isler, bu seyler degisti, degisiyor, bir hâlette durmuyor. Dikkat et ki, bu gördügümüz câmid cisimler, hissiz kutular; birer hâkim-i mutlak Sûretini aldilar; âdeta herbir sey, bütün esyaya hükmediyor. Iste bu yanimizdaki bu makineye bak; (Hasiye-6) güya emrediyor. Iste onun tezyinatina ve islemesine lâzim levazimat ve maddeler, uzak yerlerden kosup geliyorlar. Iste oraya bak: O suursuz cisim (Hasiye-7) güya bir isaret ediyor, en büyük bir cismi, kendine hizmetkâr ediyor, kendi islerinde çalistiriyor. Daha baska seyleri bunlara kiyas et. Âdeta herbir sey, bütün bu âlemdeki hilkatleri müsahhar ediyor. Eger o gizli zâti kabûl etmezsen, bütün bu memleketteki tasinda, topraginda, hayvaninda, insana benzer mahluklarda; o zâtin bütün hünerlerini, san'atlarini, Kemâlâtlarini, birer birer (o seylere) vereceksin. Iste aklin uzak gördügü birtek mu'ciznümâ zâtin bedeline, milyarlar onun gibi mu'ciznümâ, hem birbirine zid, hem birbirine misil, hem birbiri içinde bulunsun; bu intizâm bozulmasin, ortaligi karistirmasinlar.
______________________
(Hasiye-6): Makine, meyvedâr agaçlara isarettir. Çünki yüzer tezgâhlari, fabrikalari incecik dallarinda tasiyor gibi; hayretnümâ yapraklari, çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pisiriyor, bizlere uzatiyor. Halbuki çam ve katran gibi muhtesem agaçlar, kuru bir tasta tezgâhini atmis, çalisip duruyorlar.
(Hasiye-7): Hububata, tohumlara, sineklerin tohumcuklarina isarettir. Meselâ bir sinek bir kara agacin yapraginda yumurtasini birakir. Birden o koca kara agaç, yapraklarini o yumurtalara bir rahm-i mâder, bir besik, bal gibi bir gida ile dolu bir mahzene çeviriyor. Âdeta o meyvesiz agaç, o Sûrette zîruh meyveler veriyor.
sh: » (S: 295)
Halbuki bu koca memlekette iki parmak karissa, karistirir. Çünki bir köyde iki müdür, bir sehirde iki vali, bir memlekette iki padisah bulunsa, karistirir. Nerede kaldi, hadsiz hâkim-i mutlak beraber bulunsun!
BESINCI BÜRHÂN
Ey vesveseli arkadas! Gel, bu azîm sarayin nakislarina dikkat et ve bütün bu sehrin zînetlerine bak ve bütün bu memleketin tanzimatini gör ve bütün bu âlemin san'atlarini tefekkür et! Iste bak: Eger nihayetsiz mu'cizeleri ve hünerleri olan gizli bir zâtin kalemi islemezse, bu nakislari sâir suursuz sebeblere, kör tesadüfe, sagir tabiata verilse, o vakit ya bu memleketin herbir tasi, herbir otu, öyle mu'ciznümâ nakkas, öyle bir hârikulâde kâtib olmasi lâzimgelir ki, bir harfte bin kitabi yazabilsin, bir nakista milyonlar san'ati dercedebilsin. Çünki bak bu taslardaki naksa, (Hasiye-8) herbirisinde bütün sarayin nakislari var, bütün sehrin tanzimat kanunlari var, bütün memleketin teskilât programlari var. Demek bu nakislari yapmak, bütün memleketi yapmak kadar hârikadir. Öyle ise herbir nakis, herbir san'at, o gizli zâtin bir ilânnamesidir, bir hâtemidir.
Mâdem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San'atli bir nakis, nakkasini bildirmemek olmaz. Nasil olur ki: Bir harfte koca bir kitabi yazan, bir nakista bin naksi nakseden nakkas, kendi kitabiyla ve naksiyla bilinmesin.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 22. Söz
ALTINCI BÜRHÂN
Gel, bu genis ovaya çikacagiz (Hasiye-9). Iste o ova içinde yüksek bir dag var. Üstüne çikacagiz, tâ bütün etrafi görülsün. Hem herseyi yakinlastiracak güzel dürbünleri de beraber alacagiz.
________________________
(Hasiye-8): Secere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi agacinin programini ve fihristesini tasiyan meyveye isarettir. Zira kalem-i kudret, âlemin kitab-i kebirinde ne yazmis ise, icmâlini mahiyet-i insâniyede yazmistir. Kalem-i kader, dag gibi bir agaçta ne yazmis ise, tirnak gibi meyvesinde dahi dercetmistir.
(Hasiye-9): Bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzüne isarettir. Zira yüzbinler muhtelif mahlûkatin taifeleri, birbiri içinde beraber îcad edilir, rûy-i zeminde yazilir. Galatsiz, kusursuz, Kemâl-i intizâmla degistirilir. Binler sofra-i Rahman açilir, kaldirilir, taze taze gelir. Herbir agaç birer tablaci, herbir bostan birer kazan hükmüne geçer.
sh: » (S: 296)
Çünki bu acib memlekette, acib isler oluyor. Her saatte hiç aklimiza gelmeyen isler oluyor. Iste bak! Bu daglar ve ovalar ve sehirler, birden degisiyor. Hem nasil degisiyor.. öyle bir tarzda ki: Milyonlarla birbiri içinde isler gâyet muntâzam Sûrette degisiyor. Âdeta milyonlar mütenevvî kumaslar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi, pek acib tahavvülât oluyor. Bak, o kadar ünsiyyet ettigimiz ve tanidigimiz çiçekli-miçekli seyler kayboldular. Muntâzaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat Sûretçe ayri, baskalari geldiler. Âdeta su ova, daglar birer sahife; yüzbinlerle ayri ayri kitablar içinde yaziliyor. Hem hatâsiz, noksansiz olarak yaziliyor. Iste, bu isler yüz derece muhaldir ki; kendi kendine olsun. Evet nihayet derecede san'atli, dikkatli su isler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki: Kendilerinden ziyade, san'atkârlarini gösteriyorlar. Hem bunlari isleyici öyle mu'ciznümâ bir zâttir ki, hiçbir is, ona agir gelmez. Bin kitab yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir. Bununla beraber her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herseyi yerli yerine koyuyor ve öyle mükrimâne herkese lâyik olduklari lütûflari yapiyor; hem öyle ihsan-perverane umumî perdeler ve kapilar açiyor ki, herkesin arzularini tatmin ediyor. Hem öyle sehavet-perverane sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin halklarina, hayvanlarina, herbir taifesine has ve lâyik, belki herbir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-yi nîmet veriliyor. Iste dünyada bundan muhal bir sey var mi ki, bu gördügümüz isler içinde tesadüfî isler bulunsun veya abes ve faidesiz olsun veya müteaddid eller karissin veya ustasi herseye muktedir olmasin veya hersey ona müsahhar olmasin! Iste ey arkadas! Haddin varsa buna karsi bir bahane bul!
YEDINCI BÜRHÂN
Ey arkadas gel! Simdi bu cüz'iyati birakip, saray seklindeki bu acib âlemin eczalarinin birbirine karsi olan vaziyetlerine dikkat edecegiz. Iste bak: Bu âlemde o derece intizâm ile küllî isler yapiliyor ve umumî inkilâblar oluyor ki, âdeta bütün bu saraydaki mevcûd taslar, topraklar, agaçlar, herbir sey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-i külliyesini gözetip, ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak seyler, birbirinin imdadina kosuyor. Iste bak: Gaibden acib bir kafile (Hasiye-10) çikip geliyor. Merkeb-
(Hasiye-10): Umum hayvanatin erzakini tasiyan, nebâtat ve escar kafileleridir.
sh: » (S: 297)
leri agaçlara, nebatlara, daglara benzerler. Baslarinda birer tabla-yi erzak tasiyorlar. Iste bak: Bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatin erzaklarini getiriyorlar. Hem de bak: Bu kubbede o azîm elektrik lâmbasi (Hasiye-11) onlara isik verdigi gibi, bütün taamlarini öyle güzel pisiriyor; yalniz, pisirilecek taamlar bir dest-i gaybî tarafindan birer ipe takilip (Hasiye-12) ona karsi tutuluyor. Bu tarafa da bak: Bu bîçâre zaîf, nahif, kuvvetsiz hayvanciklar... Nasil onlarin basi önünde, lâtif gida ile dolu iki tulumbacik (Hasiye-13) takilmis, iki çesme gibi; yalniz o kuvvetsiz mahlûk, onu agzina yapistirmasi kâfidir.
Elhasil: Bütün bu âlemin bütün esyasi, birbirine bakar gibi, birbirine yardim eder. Birbirini görür gibi, birbirine el-ele verir. Birbirinin isini tekmil için, birbirine omuz-omuza veriyor. Bel-bele verip beraber çalisiyorlar. Her seyi buna kiyas et; tâ'dad ile bitmez... Iste bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat'î gösterir ki; su saray-i acîbin ustasina yâni su garib âlemin sahibine hersey müsahhardir. Hersey onun hesabina çalisir. Hersey ona bir emirber nefer hükmündedir. Hersey onun kuvvetiyle döner. Hersey onun emriyle hareket eder. Hersey onun hikmetiyle tanzim olur. Hersey onun keremiyle muavenet eder. Hersey onun merhametiyle baskasinin imdadina kosar, yâni kosturulur. Ey arkadas! Haddin varsa buna karsi bir söz söyle!
SEKIZINCI BÜRHÂN
Gel, ey nefsim gibi kendini âkil zanneden akilsiz arkadas! Su saray-i muhtesemin sahibini tanimak istemiyorsun! Halbuki hersey onu gösteriyor, ona isaret ediyor, ona sehadet ediyor. Bütün bu seylerin sehadetini nasil tekzib ediyorsun! Öyle ise, bu sarayi da inkâr et ve "Âlem yok, memleket yok" de ve kendini de inkâr et, ortadan çik. Yahut aklini basina al, beni dinle! Iste bak: Su saray içinde bulunan ve memleketi ihâta eden yeknesak unsurlar, mâdenler var (Hasiye-14). Âdeta memleketten çikan hersey, o maddelerden yapiliyor. Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan
(Hasiye-11): O azîm elektrik lâmbasi, Günes'e isarettir.
(Hasiye-12): Ip ve ipe takilan taam ise, agacin ince dallari ve leziz meyveleridir.
(Hasiye-13): Iki tulumbacik ise, validelerin memelerine isarettir.
(Hasiye-14): Unsurlar, madenler ise pek çok muntâzam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbanî ile her muhtacin imdadina kosan ve emr-i Ilahî ile herbir yere giren, meded veren ve hayatin levazimatini yetistiren ve zîhayati emziren ve masnuat-i Ilahiyenin nescine, naksina mense ve müvellid ve besik olan hava, su, ziya, toprak unsurlarina isarettir.
sh: » (S: 298)
yapilan seyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulat da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. Hem bak, bu dokunan seyler, bu nescolunan münakkas kumaslar, birtek maddeden yapiliyor. O maddeyi getiren, ihzâr eden ve ip haline getiren, elbette bilbedâhe birdir. Çünki o is, istirâk kabûl etmez. Öyle ise bütün nescolunan san'atli seyler, ona mahsustur. Hem de bak, bu dokunan, yapilan seylerin herbir cinsi, bütün memleketin her tarafinda bulunuyor; bütün ebnâ-yi cinsleriyle öyle intisar etmis; beraber olarak birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapiliyor, nescediliyor. Demek birtek zâtin isidir, birtek emirle hareket ediyor. Yoksa böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat, muhaldir. Öyle ise bu san'atli seylerin herbirisi, o gizli zâtin bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumas, herbir san'atli makine, herbir tatli lokma, o mu'ciznümâ zâtin birer sikkesi, birer hâtemi, birer nisani, birer turrasi hükmünde; lisan-i hal ile herbirisi der: « Ben kimin san'atiyim, bulundugum sandiklar ve dükkânlar da onun mülküdür.» Ve herbir nakis der: « Beni kim dokudu ise, bulundugum top da onun dokumasidir.» Herbir tatli lokma der: « Beni kim yapiyor, pisiriyorsa bulundugum kazan dahi onundur.» Herbir makine der: « Beni kim yapmis ise, memlekette intisar eden bütün emsalimi de o yapiyor ve bütün memleketin her tarafinda bizi yetistiren, odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.» Meselâ, nasil mîrîye mahsus tek bir palaska veyahut birtek dügmeye mâlik olmak için, onlari yapan bütün fabrikalara mâlik olmak lâzimdir ki, onlara hakikî mâlik olsun. Yoksa o bosbogaz basibozuktan, « mîrî malidir» diye elinden alinip, tecziye edilir.
Elhasil: Nasil bu memleketin anâsiri, memlekete muhit birer maddedir. Onlarin mâliki de, bütün memlekete mâlik birtek zât olabilir. Öyle de, bütün memlekette intisar eden san'atlar, birbirine benzedigi ve birtek sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intisar eden masnûlar, herbir seye hükmeden tek bir zâtin san'atlari oldugunu gösteriyorlar.
Iste ey arkadas! Mâdem su memlekette, yâni su saray-i muh
sh: » (S: 299)
tesemde bir birlik alâmeti vardir; bir vahdet sikkesi var. Çünki bir kisim seyler, bir iken; ihâtasi var. Bir kisim, müteaddid ise -fakat birbirine benzedigi ve her tarafta bulundugu için- bir vahdet-i nev'iye gösteriyor. Vahdet ise, bir vâhidi gösterir. Demek ustasi da, mâliki de, sahibi de, sânii de bir olmak lâzimgelir. Bununla beraber sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan kalinca bir ip çikiyor. (Hasiye-15). Bak, sonra binler ipler ondan uzanmis. Herbir ipin basina bak: Birer elmas, birer nisan, birer ihsan, birer hediye takilmis. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilir misin ki, böyle garib bir gayb perdesinden, böyle acib ihsanati, hedâyâyi su mahlûklara uzatan zâti tanimamak, ona tesekkür etmemek, ne kadar divanece bir harekettir. Çünki onu tanimazsan bilmecburiye diyeceksin ki: « Bu ipler; uçlarindaki elmaslari, sâir hediyeleri kendileri yapiyorlar, veriyorlar.» O vakit her ipe, bir padisahlik mânâsini vermek lâzimgelir. Halbuki gözümüzün önünde bir dest-i gaybî, o ipleri dahi yapip o hedâyâyi onlara takiyor. Demek bütün bu sarayda hersey, kendi nefsinden ziyade, o mu'ciznümâ zâti gösteriyor. Onu tanimazsan, bütün bu seyleri inkâr etmekle, hayvandan yüz derece asagi düseceksin.
(Hasiye-15): Kalinca bir ip, meyvedâr agaca; binler ipler ise, dallarina ve ipler basindaki elmas, nisan, ihsan, hediyeler ise, çiçeklerin aksamina ve meyvelerin enva'ina isarettir
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 22. Söz
DOKUZUNCU BÜRHÂN
Gel, ey muhakemesiz arkadas! Sen su sarayin sahibini tanimiyorsun ve tanimak da istemiyorsun. Çünki istib'ad ediyorsun. Onun acib san'atlarini ve hâlâtini, akla sigistiramadigindan inkâra sapiyorsun. Halbuki asil istib'ad, asil müskilât ve hakikî suubetler ve dehsetli külfetler, onu tanimamaktadir. Çünki onu tanisak, bütün bu saray, bu âlem birtek sey gibi kolay gelir, rahat olur; bu ortadaki ucuzluk ve mebzuliyete medâr olur. Eger tanimazsak ve o olmazsa, o vakit herbir sey, bütün bu saray kadar müskilâtli olur. Çünki hersey, bu saray kadar san'atlidir. O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzuliyet kalir. Belki bu gördügümüz seylerin birisi, degil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi. Sen, yalniz su ipe takilan tatli konserve kutusuna bak (Hasiye-16). Eger onun gizli matbaha-i mu'
__________________
(Hasiye-16): Konserve kutusu; kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar, süt kutusu hindistan cevizi gibi rahmet hediyelerine isarettir. sh: » (S: 300)
ciznümâsindan çikmasa idi, simdi kirk para ile aldigimiz halde, yüz liraya alamazdik.
Evet bütün istib'âd, müskilât, suubet, helâket belki muhâliyet, onu tanimamaktadir. Çünki nasil bir agaca bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor. Binler meyvelerin tesekkülü, bir meyve gibi sühulet peyda eder. Eger o agacin meyveleri, ayri ayri merkeze ve köke, ayri ayri kanunla rabtedilse, herbir meyve bütün agaç kadar müskilâtli olur. Hem nasil bütün ordunun teçhizati bir merkezde, bir kanunda, bir fabrikadan çiksa; kemmiyetçe bir neferin teçhizati kadar kolaylasir. Eger herbir neferin ayri ayri yerlerde teçhizati yapilsa, alinsa; herbir neferin teçhizâti için, bütün ordunun teçhizatina lâzim fabrikalar bulunmasi lâzimdir.
Aynen bu iki misâl gibi: Su muntâzam sarayda, su mükemmel sehirde, su müterakki memlekette, su muhtesem âlemde, bütün bu seylerin icadi birtek zâta verildigi vakit o kadar kolay olur, o kadar hiffet peyda eder ki; gördügümüz nihayetsiz ucuzluga ve mebzuliyyete ve sehavete sebebiyet verir. Yoksa hersey o kadar pahali, o kadar müskilâtli olacak ki, dünya verilse birisi elde edilemez...
ONUNCU BÜRHÂN
Gel, ey bir parça insafa gelmis arkadas! Onbes gündür (Hasiye-17) biz buradayiz. Eger su âlemin nizâmlarini bilmezsek, padisahini tanimazsak; cezaya müstehak oluruz. Özrümüz kalmadi. Zira onbes gün (güya bize mühlet verilmis gibi) bize ilismiyorlar. Elbette biz basibos degiliz. Bu derece nazik san'atli, mizanli, letafetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayiz, bize bozdurmazlar. Su memleketin hasmetli mâlikinin elbette cezasi da dehsetlidir. O zât ne kadar kudretli, hasmetli bir zât oldugunu sununla anlayiniz ki: Su koca âlemi, bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Su büyük memleketi; bir hâne gibi, hiçbirsey noksan birakmayarak idare ediyor. Iste bak, vakit-bevakit bir kabi doldurup bosaltmak gibi su sarayi, su memleketi, su sehri kemâl-i intizâmla doldurup, kemâl-i hikmetle bosalttiriyor. Bir sofrayi da kaldirip indirmek gibi, koca memleketi bastan basa, çesit çesit sofralar, (Hasiye-18) bir dest-i gaybî tarafindan kaldirir, indirir tar-
(Hasiye-17): Onbes gün, sinn-i teklif olan onbes seneye isarettir.
(Hasiye-18): Sofralar ise, yazda zeminin yüzüne isarettir ki, yüzer taze taze ve ayri ayri olarak matbaha-i rahmetten çikan Rahmanî sofralar serilir, degisirler. Herbir bostan bir kazan, herbir agaç bir tablacidir.
sh: » (S: 301)
zinda mütenevvi yemekleri sira ile getirip yedirir. Onu kaldirip baskasini getirir, sen de görüyorsun ve aklin varsa anlarsin ki, o dehsetli hasmet içinde hadsiz sehavetli bir kerem var. Hem de bak ki, o gaybî zâtin saltanatina, birligine bütün bu seyler sehadet ettigi gibi; öyle de kafile kafile arkasindan gelip geçen, o hakikî perde perde arkasindan açilip kapanan bu inkilablar, bu tahavvülâtlar; o zâtin devamina, bekasina sehadet eder. Çünki zeval bulan esya ile beraber esbablari dahi kayboluyor.
Halbuki onlarin arkasindan, onlara isnad ettigimiz seyler, tekrar oluyor. Demek o eserler, onlarin degilmis; belki zevalsiz birinin eserleri imis. Nasilki bir irmagin kabarciklari gidiyor, arkasindan gelen kabarciklar, gidenler gibi parladigindan anlasiliyor ki; onlari parlattiran, daimî ve yüksek bir isik sahibidir. Öyle de: Bu islerin sür'atle degismesi, arkalarindan gelenlerin ayni renk almasi gösteriyor ki; zevalsiz daimî birtek zâtin cilveleridir, nakislaridir, âyineleridir, san'atlaridir.
ONBIRINCI BÜRHÂN
Gel ey arkadas! Simdi sana geçmis olan on bürhân kuvvetinde kat'î bir bürhân daha gösterecegim. Gel, bir gemiye binecegiz; (Hasiye-19) su uzakta bir cezire var, oraya gidecegiz. Çünki bu tilsimli âlemin anahtarlari orada olacak. Hem herkes o cezireye bakiyor, oradan birseyler bekliyor, oradan emir aliyorlar. Iste bak gidiyoruz. Simdi su cezireye çiktik. Bak pek büyük bir içtima var. Su memleketin bütün büyükleri buraya toplanmis gibi, mühim ihtifal görünüyor. Iyi dikkat et. Bu cem'iyet-i azîmenin bir reisi var. Gel daha yakin gidecegiz. O reisi tanimaliyiz. Iste bak ne kadar parlak ve binden (Hasiye-20) ziyade nisanlari var. Ne kadar kuvvetli söylüyor. Ne kadar tatli bir sohbet ediyor. Su onbes gün zarfinda, bunlarin dediklerini ben bir parça ögrendim. Sen de benden
_______________________
(Hasiye-19): Gemi tarihe ve cezire ise Asr-i Saadet'e isarettir. Su asrin zulümatli sahilinde, mimsiz medeniyetin giydirdigi libastan soyunup, zamanin denizine girip, tarih ve siyer sefinesine binip, Asr-i Saadet ceziresine ve Ceziret-ül Arab meydanina çikip, Fahr-i Âlem'i (A.S.M.) is basinda ziyaret etmekle biliriz ki, o zât o kadar parlak bir bürhân-i tevhiddir ki, zeminin bastan basa yüzünü ve zamanin geçmis ve gelecek iki yüzünü isiklandirmis, küfür ve dalâlet zulümatini dagitmistir.
(Hasiye-20): Bin nisan ise, ehl-i tahkik yaninda bine balig olan mu'cizât-i Ahmediyedir. (A.S.M.)
sh: » (S: 302)
ögren. Bak o zât, su memleketin mu'ciznümâ sultanindan bahsediyor. O sultan-i zîsan, beni sizlere gönderdi söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor; sübhe birakmiyor ki, bu zât o padisahin bir memur-u mahsusudur. Sen dikkat et ki, bu zâtin söyledigi sözü, degil yalniz su ceziredeki mahluklar dinliyorlar, belki hârikulâde Sûretinde bütün memlekete isittiriyor. Çünki uzaktan uzaga herkes buradaki nutkunu isitmeye çalisiyor. Degil yalniz insanlar dinliyor, belki hayvanlar da hattâ bak daglar da onun getirdigi emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kimildaniyorlar. Su agaçlar, isaret ettigi yere gidiyorlar. Nerede istese su çikariyor. Hattâ parmagini da bir âb-i kevser memesi gibi yapar; ondan âb-i hayat içiriyor. Bak, su sarayin kubbe-i âlîsinde mühim lâmba, (Hâsiye-21) onun isaretiyle, bir iken ikilesiyor. Demek, bu memleket bütün mevcûdâtiyla Onun memuriyetini taniyor. Onu « gaybî bir zât-i mu'ciz-nümânin en has ve dogru bir tercümanidir, bir dellâl-i saltanati ve tilsiminin kessâfi ve evâmirinin tebligine emin bir elçisi» oldugunu biliyor gibi, Onu dinleyip itaat ediyorlar. Iste bu Zâtin her söyledigi sözü, etrafindaki bütün akli basinda olanlar: « Evet, evet dogrudur» derler, tasdik ederler. Belki su memlekette daglar, agaçlar, bütün memleketleri isiklandiran büyük nur lâmbasi, (Hâsiye-22) O Zâtin isaret ve emirlerine bas egmesiyle, « Evet, evet her dedigin dogrudur» derler.
Iste ey sersem arkadas! Su padisahin hazine-i hassasina mahsus bin nisan tasiyan su nuranî ve muhtesem ve pek ciddî zâtin bütün kuvvetiyle bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-i tasdikinde bahsettigi bir Zât-i Mu'ciznümâdan ve zikrettigi evsafindan ve teblig ettigi evâmirinde, hiçbir vecihle hilaf ve hile bulunabilir mi! Bunda hilâf-i hakikat kabilse; su sarayi, su lâmbalari, su Cemâati hem vücudlarini, hem hakikatlarini tekzib etmek lâzim gelir. Eger haddin varsa buna karsi îtiraz parmagini uzat gör, nasil parmagin bürhân kuvvetiyle kirilip, senin gözüne sokulacak...
________________________
(Hâsiye-21): Mühim lâmba Kamer'dir ki, onun isaretiyle iki parça olmus. Yâni: Mevlânâ Câmî'nin dedigi gibi; « Hiç yazi yazmayan o ümmî zât, parmak kalemiyle sahife-i semâvîde bir elif yazmis; bir kirki, iki elli yapmis.» Yâni; saktan evvel, kirk olan mime benzer; saktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nuna benzedi.
(Hasiye-22): Büyük bir nur lâmbasi Günes'tir ki; arzin sarktan geri dönmesiyle yeniden Günes'in görünmesi, kucaginda Peygamber'in (A.S.M.) yatmasiyla ikindi namazini kilmayan Imam-i Ali (R.A.) o mu'cizeye binaen ikindi namazini edâen kilmis.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 22. Söz
sh: » (S: 303)
ONIKINCI BüRHâN
Gel, ey bir parça akli basina gelen birader! Bütün onbir bürhân kuvvetinde bir bürhân daha gösterecegim. Iste bak: Yukaridan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden Kemâl-i dikkatle bakan, su nuranî fermânâ (Hasiye-23) bak. O bin nisanli Zât, onun yanina durmus, o fermanin mealini umuma Beyân ediyor. Iste su fermanin üslûblari öyle bir tarzda parliyor ki, herkesin nazar-i istihsanini celbediyor ve öyle ciddî, ehemmiyetli mes'eleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünki bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayi yapan ve bu acaibi izhar eden Zâtin suunatini, ef'alini, evâmirini, evsafini birer birer Beyân ediyor. O fermanin heyet-i umumiyesinde bir turra-i âzam oldugu gibi, bak herbir satirinda, herbir cümlesinde taklid edilmez bir turra oldugu misillü, ifade ettigi mânâlar, hakikatlar, emirler, hikmetler üstünde dahi, O zâta mahsus birer mânevî hâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor.
Elhasil: O Ferman-i âzam, günes gibi O Zât-i âzam'i gösterir; kör olmayan görür.
Iste ey arkadas! Aklin basina gelmis ise, bu kadar kâfi... Eger bir sözün varsa, simdi söyle. O inadçi adam cevaben dedi ki: « Ben, senin bu bürhânlarina karsi yalniz derim: « Elhamdülillâh » inandim. Hem günes gibi parlak ve gündüz gibi aydin bir tarzda inandim ki: Su memleketin tek bir Mâlik-i ZülKemâli, su âlemin tek bir Sahib-i Zülcelâli, su sarayin tek bir Sâni'-i Zülcemâli bulundugunu kabûl ettim. Allah senden razi olsun ki, beni eski inadimdan ve divaneligimden kurtardin. Getirdigin bürhânlarin herbirisi tek basiyla bu hakikati göstermeye kâfi idi. Fakat herbir bürhân geldikçe daha revnakdar, daha sirin, daha hos, daha nuranî, daha güzel mârifet tabakalari, tanimak perdeleri, muhabbet pencereleri açildigi için bekledim, dinledim.»
Tevhîdin hakikât-i uzmâsina ve « Amentü Billâh» îmanina isaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-i Rahman, feyz-i Kur'an, nûr-u îmân sayesinde tevhîd-i hakikînin günesinden, hikâye-i temsiliyyedeki oniki bürhâna mukabil, oniki lem'a ile bir mukaddemeyi gösterecegiz.
وَ مِنَ اللَّهِ التَّوْفِيقُ وَ االْهِدَايَةُ
* * *
_____________________
(Hasiye-23): Nuranî ferman Kur'ana ve üstündeki turra ise i’câzina isarettir.
sh: » (S: 304)
Yirmiikinci Sözün Ikinci Makami
Mukaddeme
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ لَهُ مَقَالِيدُ السَّمَوَاتِ وَ اْلاَرْضِ فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَآئِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ مَا مِنْ دَآبَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
Erkân-i imâniyenin kutb-u âzami olan îmân-i billaha dair « Katre Risalesi» nde, su mevcûdâtin herbirisi, ellibes lisanla Cenâb-i Hakk'in vücub-u vücûduna ve vahdâniyetine delâlet ve sehadetlerini icmâlen Beyân etmisiz. Hem « Nokta Risalesi» nde, Cenâb-i Hakk'in delâil-i vücûb ve vahdâniyetinden,
sh: » (S: 305)
herbirisi bin bürhân kuvvetinde dört bürhân-i küllî zikretmisiz. Hem oniki kadar arabî risâlelerimde, Cenâb-i Hakk'in vücub-u vücudunu ve vahdâniyetini gösteren yüzler kat'î bürhânlari zikrettigimizden, simdi onlara iktifaen derin tedkikata girismeyecegiz. Yalniz su Yirmi ikinci Söz'de Risâlet-ün Nur'da icmâlen yazdigim oniki lem'ayi, îmân-i billah günesinden göstermege çalisacagiz.
BIRINCI LEM'A: Tevhid iki kisimdir. Meselâ: Nasilki bir çarsiya ve bir sehre büyük bir zâtin mütenevvi mallari gelse, iki çesitle onun mali oldugu bilinir. Biri; icmâlî, âmiyanedir ki: « Bu kadar azîm mal, ondan baska kimsenin haddi degil ki sahib olabilsin.» Fakat böyle âmi bir adamin nezaretinde çok hirsizlik olabilir. Parçalarina çok adamlar sahib çikabilir. Ikinci çesit odur ki; her denk üzerinde yaziyi okur, her bir top üstünde turrayi tanir, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir Sûrette « Hersey o zâtindir» der. Iste su halde herbir sey o zâti mânen gösterir.
Aynen öyle de: Tevhid dahi iki çesittir.
Biri: Tevhid-i âmi ve zâhirîdir ki, « Cenâb-i Hak birdir, seriki nazîri yoktur, bu kâinat onundur.»
Ikincisi: Tevhid-i hakikîdir ki, hersey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rubûbiyetini ve naks-i kalemini görmekle dogrudan dogruya herseyden Onun nuruna karsi bir pencere açip Onun birligine ve her sey Onun dest-i kudretinden çiktigina ve ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir seriki ve muini olmadigina, suhuda yakin bir yakîn ile tasdik edip îman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir. Biz dahi su Söz'de, o hâlis ve âlî tevhid-i hakikîyi gösterecek sualari zikredecegiz.
Birinci nükte içinde bir ihtar: Ey esbab-perest gafil! Esbab, bir perdedir. Çünki izzet ve âzamet öyle ister. Fakat is gören, Kudret-i Samedâniyedir. Çünki tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder. Sultan-i Ezelî'nin memurlari, saltanat-i rubûbiyetin icraatçilari degillerdir. Belki o saltanatin dellâllaridirlar ve o rubûbiyetin temâsâger nâzirlaridirlar. Ve o memurlar, o vasitalar; kudretin izzetini, Rubûbiyetin hasmetini izhar içindir. Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübasereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pise olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurlari serik ittihaz etmis degildir. Demek esbab vaz'edilmis, tâ aklin nazar-i zâhirîsine karsi kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira âyinenin iki veçhi gibi, herseyin bir « mülk» ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medâr olabilir. Biri « melekût» dur
sh: » (S: 306)
ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zâhir veçhinde, Kudret-i Samedâniyenin izzetine ve kemâline münafî hâlât vardir. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medâr olmak için vaz'edilmisler. Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde, hersey seffaftir, güzeldir. Kudretin bizzât mübaseretine münasibdir, izzetine münâfî degildir. Onun için esbab sirf zâhirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur.
Hem esbab-i zâhiriyenin diger bir hikmeti sudur ki: Haksiz sekvalari ve bâtil itirazlari Âdil-i Mutlak'a tevcih etmemek için, o sekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz'edilmistir. Çünki kusur onlardan çikiyor, onlarin kabiliyetsizliginden ileri geliyor. Bu sirra bir misâl-i lâtif Sûretinde bir temsil-i mânevî rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenâb-i Hakk'a demis ki: « Kabz-i ervah vazifesinde Senin ibâdin benden sekva edecekler, benden küsecekler.» Cenâb-i Hak lisan-i hikmetle ona demis ki: « Seninle ibâdimin ortasinda, musibetler, hastaliklar perdesini birakacagim. Tâ sekvalari onlara gidip senden küsmesinler.» Iste bak, nasil hastaliklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenaliklara mercidirler ve kabz-i ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselâm'in vazifesine mütealliktir. Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-i ervahta zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin Kemâline münasib düsmeyen Bâzi hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzir ve Kudret-i Ilahiyeye bir perdedir. Evet izzet ve âzamet ister ki, esbab perdedâr-i dest-i kudret ola aklin nazarinda... Tevhid ve celâl ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...
IKINCI LEM'A: Bak su kâinat bostanina, su zeminin bagina, su semânin yildizlarla yaldizlanmis güzel yüzüne dikkat et!. Göreceksin ki, bir Sâni'-i Zülcelâl'in, bir Fâtir-i Zülcemâl'in, o serilmis ve serpilmis masnuattan herbir masnu üstünde Hâlik-i Küll-i Sey'e mahsus bir sikkesi ve herbir mahluku üstünde Sâni'-i Küll-i Sey'e has bir hâtemi ve kalem-i kudretin birer mensûru olan sahâif-i leyl ve nehar, yaz ve baharda yazilan tabakat-i mevcûdat üstünde taklid kabûl etmez bir turrâ-i garrâsi vardir. Simdi o sikkelerden, o hâtemlerden, o turralardan nümune olarak birkaçini zikredecegiz. Meselâ: Hesabsiz sikkelerinden, hayat üzerinde koydugu çok sikkelerinden su sikkeye bak ki: « Bir seyden hersey yapar, hem herseyden birtek sey yapar.» Çünki: Nutfe suyundan ve hem içilen basit bir sudan, hesabsiz âza ve cihazât-i hayvâniyeyi yapar. Iste birseyi
sh: » (S: 307)
hersey yapmak elbette bir Kadîr-i Mutlak'in isidir. Hem yenilen hadsiz taamlardan, -o taam ise hayvanî olsun, nebatî olsun- o müteaddid maddeleri, has bir cisme Kemâl-i intizâm ile çeviren ve ondan mahsus bir cild nesceden ve ondan basit cihazlari yapan; elbette bir Kadîr-i Küll-i Sey'dir ve Alîm-i Mutlak'tir. Evet, Hâlik-i Mevt ve Hayat, su destgâh-i dünyada, hikmetiyle hayati öyle bir kanun-u emriye-i mu'ciz-nümâ ile idare ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek; bütün kâinati kabza-i tasarrufunda tutan bir Zâta mahsustur.
Iste eger aklin sönmemis ise, kalbin kör olmamis ise anlarsin ki; bir seyi kemâl-i sühulet ve intizâmla hersey yapan ve herseyi kemâl-i mizan ve intizâmla san'atkârane birtek sey yapan, herseyin Sâniine has ve Hâlik-i Küll-i Sey'e mahsus bir sikkedir. Meselâ görsen: Hârika-pise bir zât, bir dirhem pamuktan yüz top çuha ve ipek veya patiska gibi mütenevvi sâir kumaslari o tek dirhem pamuktan nescetmekle beraber; helva, baklava gibi çok taamlari dahi ondan yapiyor. Sonra görsen ki o zât, demiri ve tasi, bali ve yagi, suyu ve topragi avucuna alir, bir güzel altun yapar. Elbette kat'iyen hükmedeceksin ki o zât, öyle kendine has bir san'ata mâliktir; bütün anasir-i arziye, Onun emrine müsahhar ve bütün mevalid-i türabiye, Onun hükmüne bakar. Evet hayattaki tecelli-i kudret ve hikmet, bu misâlden bin derece daha acibdir.
Iste hayat üstündeki çok sikkelerden birtek sikke...
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 22. Söz
ÜÇÜNCÜ LEM'A: Bak, su kâinat-i seyyalede, su mevcûdât-i seyyarede cevelan eden zîhayatlara! Göreceksin ki: Bütün zîhayatlardan herbir zîhayat üstünde Hayy-i Kayyum'un koydugu çok hâtemleri vardir. O hâtemlerden bir hâtemi sudur ki: O zîhayat, meselâ su insan, âdeta kâinatin bir misâl-i Mûsaggari, secere-i hilkatin bir semeresi ve su âlemin bir çekirdegi gibi ki, envâ'-i âlemin ekser nümunelerini câmi'dir. Güya o zîhayat bütün kâinattan gâyet hassas mîzanlarla süzülmüs bir katredir. Demek, su zîhayati halketmek ve ona Rab olmak, bütün kâinati kabza-i tasarrufunda tutmak lâzimgelir.
Iste, eger aklin evhamda bogulmamis ise anlarsin ki: Bir kelime-i kudreti, meselâ « bal arisini» ekser esyaya bir nevi küçük fihriste yapmak ve bir sahifede meselâ « insanda» su kitab-i kâinatin ekser mes'elelerini yazmak, hem bir noktada meselâ küçücük « incir çekirdeginde» koca incir agacinin programini dercetmek ve bir harf-
sh: » (S: 308)
de meselâ « Kalb-i beserde» su âlem-i kebirin safahatinda tecelli ve ihâta eden bütün Esmânin âsârini göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan « Kuvve-i hâfiza-i insâniyede» bir kütübhane kadar yazi yazdirmak ve bütün hâdisat-i kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte dercetmek, elbette ve elbette Hâlik-i Küll-i Sey'e has ve bu kâinatin Rabb-i Zülcelâl'ine mahsus bir hâtemdir.
Iste zîhayat üstünde olan pek çok hâtem-i Rabbanîden birtek hâtem, böyle nurunu gösterse ve onun âyâtini söyle okuttursa, acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen: سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى بِشِدَّةِ الظُّهُورِ demeyecek misin?
DÖRDÜNCÜ LEM'A: Bak, su semâvatin denizinde yüzen ve su zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcûdâta ve çesit çesit masnuata dikkat et! Göreceksin ki; herbiri üstünde Sems-i Ezelî'nin taklid kabûl etmez turralari vardir. Nasil hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir-ikisini gördük. Ihya üstünde dahi öyle turralari vardir. Temsil, derin mânâlari fehme yakinlastirdigindan bir temsil ile su hakikati gösterecegiz.
Meselâ, Günes Seyyarelerden tut tâ katrelere kadar, tâ camin küçük parçalarina kadar ve kar'in parlak zerreciklerine kadar su Günes'in misâliyesinden ve in'ikâsindan bir turrasi, Günes'e mahsus bir eser-i nurânisi görünüyor. Sayet o hadsiz seylerde görünen günesçiklerini, Günes'in cilve-i in'ikâsi ve tecelli-i aksi oldugunu kabûl etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyaya maruz herbir cam parçasinda ve isiga mukabil her seffaf bir zerrecikte; tabiî, hakikî bir Günes'in vücudunu bil'asâle kabûl etmek gibi gâyet derece bir dîvanelikle, nihayetsiz bir belâhete düsmekligin lâzim gelir. Öyle de: Sems-i Ezelî'nin tecelliyat-i nuraniyesinden « Ihya» yâni « Hayat vermek» cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrasi vardir ki; faraza bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayi taklid edemezler. Zira herbiri birer Mu'cize-i Kudret olan zîhayatlar, herbiri o Sems-i Ezelî'nin sualari hükmünde olan Esmâsinin nokta-i mihrakiyesi Sûretindedir. Eger zîhayat üstünde görünen o naks-i acib-i san'ati, o nazm-i garib-i hikmeti ve o tecelli-i sirr-i ehadiyeti, Zât-i Ehad-i Samed'e verilmedigi vakit; herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtira içinde saklandigini ve herseyi muhit bir ilim bulundugunu
sh: » (S: 309)
ve kâinati idare edecek bir Irade-i mutlaka onda mevcûd oldugunu, belki Vâcib-ül Vücud'a mahsus bâki sifatlari dahi onlarin içinde bulundugunu kabûl etmek, âdeta o çiçegin, o sinegin herbir zerresine bir Ulûhiyet vermek gibi dalaletin en eblehçesine, hurafatin en ahmakçasina bir derekesine düsmek lâzim gelir. Zira o seyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmis ki; o zerre, cüz'ü oldugu zîhayata bakar, onun nizâmina göre vaziyet alir. Belki o zîhayatin bütün nev'ine bakar gibi, o nev'in devamina yarayacak her yerde zer'etmek ve nev'inin bayragini dikmek için kanatçiklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alir. Belki o zîhayat alâkadar ve muhtaç oldugu bütün mevcûdata karsi muamelâtini ve münasebat-i rizkiyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor.
Iste eger o zerre, bir Kadîr-i Mutlak'in memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlak'tan kesilse; o vakit o zerreye, herseyi görür bir göz, herseye muhit bir suur vermek lâzimdir.
Elhasil: Nasil su katrelerde ve camin zerreciklerinde olan günesçikler ve çesit çesit renkler, Günes'in cilve-i aksine ve in'ikâsinin tecellisine verilmezse, birtek Günes'e mukabil nihayetsiz günesleri kabûl etmek lâzim gelir. Muhal ender muhal bir hurâfeyi kabûl etmek iktiza eder. Aynen bunun gibi, eger hersey Kadîr-i Mutlak'a verilmezse, birtek Allah'a mukabil nihayetsiz belki zerrat-i kâinat adedince ilâhlari kabûl etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcûd kabûl etmek gibi bir divanelik hezeyanina düsmek lâzim gelir.
Elhasil: Herbir zerreden üç pencere, Sems-i Ezelî'nin nur-u Vahdâniyetine ve Vücub-u Vücuduna açilir.
Birinci Pencere: Herbir zerre; bir nefer gibi askerî dairelerinin herbirinde, yâni takiminda, bölügünde, taburunda, alayinda, firkasinda, ordusunda herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizâmi dairesinde bir hareketi oldugu gibi...
Hem meselâ: Senin gözbebegindeki o câmid zerrecik dahi, senin gözünde, basinda, vücudunda ve kuvve-i müvellide, kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i Mûsavvire gibi deveran-i deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve serâyin ve sâir âsâblarda, hem senin nev'inde, ilâ âhir.. birer nisbeti, birer vazifesi bulundugunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelî'nin eser-i sun'u ve memur-u muvazzafi ve taht-i tedbirinde oldugunu, kör olmayan göze gösterir.
sh: » (S: 310)
Ikinci Pencere: Havadaki herbir zerre, herbir çiçegi, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Hem her çiçege, her meyveye girer isleyebilir. Eger herseyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlak'in memur-u müsahhari olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazatini ve yapilmasini ve ayri ayri san'atlarini ve onlara giydirilen Sûretlerin terziligini ve hiyatat-i kâmile-i muhita-i san'atini bilmek lâzim gelir. Iste su zerre, bir günes gibi bir nur-u tevhidin suaini gösteriyor. Ziyâyi, havaya; mâi, türâba kiyas et.
Zâten esyanin asil mense'leri, su dört maddedir: Yeni hikmetle müvellid-ül ma, müvellid-ül humuza, karbon, azottur ki, bu anasir evvelki unsurlarin eczalaridir.
Üçüncü Pencere: Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebâtatin nesv ü nemasina mense olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtatin tohumcuklari ki, o tohumcuklar hayvanatin nutfeleri gibi ayri ayri seyler degil, nutfeler bir su oldugu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayri, yalniz kader kalemiyle sirf mânevî olarak aslinin programi tevdi edilmis. Iste o tohumlari nöbetle o kaseye koysak, herbiri hârika cihazatiyla, eskâl ve vaziyetiyle zuhur edecegini, vuku bulmus gibi inanirsin. Eger o zerreler herbir seyin herbir hal ve vaziyetini bilen ve herseye (ona) lâyik vücudu ve vücudun levazimatini vermeye kadir ve kudretine nisbeten hersey kemâl-i sühuletle müsahhar olan bir zâtin memuru ve emirber bir vazifedâri olmazlarsa, o topragin herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedârlarin adedince mânevî fabrikalar ve matbaalar içinde bulunmasi lâzim gelir ki, o cihazatlari ve eskalleri birbirinden uzak ve birbirinden ayri mevcûdât-i muhtelifeye mense' olabilsin. Veya bütün o mevcûdâta muhit bir ilim ve bütün onlarin teskilâtina muktedir olacak bir kudret vermek lâzimdir. Tâ bütün onlarin teskilatina medâr olsun. Demek Cenâb-i Hak'tan nisbet kesilse, topragin zerrâti adedince ilahlar kabûl edilmesi lâzim gelir. Bu ise bin defa muhal içinde muhal bir hurâfedir. Fakat memur olduklari vakit çok kolaydir. Nasil bir sultan-i azîmin bir âdi neferi, o padisahin namiyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birlestirebilir, bir sâhi esir edebilir. Öyle de; Ezel ve Ebed Sultani'nin emriyle, bir sinek bir Nemrud'u yere serer, bir karinca bir Firavun'un sarayini harab eder,
sh: » (S: 311)
yere atar. Bir incir çekirdegi, bir incir agacini yüklenir.
Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sâni'a iki sahid-i sadik daha var. Birisi; herbir zerre, acz-i mutlakiyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldiriyor ve cümûdiyeti ile beraber bir suur-u küllî gösteren intizâmperverane nizâm-i umumîye tevfik-i hareket eder. Demek herbir zerre, lisan-i acziyle Kadîr-i Mutlak'in vücub-u vücuduna ve nizâm-i âlemi gözetmesiyle vahdetine sehadet eder.
كَمَا اَنَّ فِى كُلِّ ذَرَّةٍ شَاهِدَانِ عَلَى اَنَّهُ وَاجِبٌ وَاحِدٌ كَذَالِكَ فِى كُلِّ حَىٍّ لَهُ اَيَتَانِ عَلَى اَنَّهُ اَحَدٌ صَمَدٌ
Evet herbir zîhayatta; biri Ehadiyet sikkesi, digeri Samediyet turrasi bulunuyor. Zira bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen Esmâyi birden kendi âyinesinde gösteriyor. Âdeta bir nokta-i mihrâkiye hükmünde, Hayy-i Kayyum'un tecelli-i ism-i âzamini gösteriyor. Iste Ehadiyet-i Zâtiyeyi, Muhyî perdesi altinda bir nevi gölgesini gösterdiginden, bir sikke-i ehadiyeti tasiyor. Hem o zîhayat, bu kâinatin bir misâl-i Mûsaggari ve secere-i hilkatin bir meyvesi hükmünde oldugu için, kâinat kadar ihtiyacatini birden kolaylikla küçücük daire-i hayatina yetistirmek, Samediyet turrasini gösteriyor. Yâni o hal gösteriyor ki, onun öyle bir Rabbi var ki; ona, herseye bedel bir teveccühü var ve bütün esyanin yerini tutar bir nazari var. Bütün esya, Onun bir teveccühünün yerini tutamaz.
نَعَمْ يَكْفِى لِكُلِّ شَىْءٍ شَىْءٌ عَنْ كُلِّ شَىْءٍ وَ لاَ يَكْفِى عَنْهُ كُلُّ شَىْءٍ وَ لَوْ لِشَىْءٍ وَاحِدٍ
Hem o hal gösteriyor ki: Onun o Rabbi, hiçbir seye muhtaç olmadigi gibi, hazinesinden hiçbir sey eksilmez ve kudretine de hiç bir sey agir gelmez. Iste Samediyetin gölgesini gösteren bir nevi turrasi...
Demek herbir zîhayatta; bir Sikke-i Ehadiyet, bir Turra-i Samediyet vardir. Evet herbir zîhayat, hayat lisaniyla قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ اَللَّهُ الصَّمَدُ okuyor. Bu iki sikkeden baska, birkaç pencere-i mühimme de var.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 22. Söz
sh: » (S: 312)
Baska bir yerde tafsil edildigi için burada ihtisar edildi.
Mâdem su kâinatin herbir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deligi ve hayat dahi iki kapiyi birden Vâcib-ül Vücud'un vahdâniyetine açiyor, zerreden tâ Semse kadar tabakat-i mevcûdât, Zât-i Zülcelâl'in envar-i mârifetini ne Sûretle nesrettigini kiyas edebilirsin.
Iste mârifetullahta terakkiyat-i mâneviyyenin derecatini ve huzurun merâtibini bundan anla ve kiyas et.
BESINCI LEM'A: Nasilki bir kitab eger yazma ve mektub olsa, onun yazmasina bir kalem kâfidir. Eger basma ve matbu olsa, o kitabin hurufati adedince kalemler, yâni demir harfler lâzimdir. Tâ o kitab tab'edilip vücud bulsun. Eger o kitabin Bâzi harflerinde gâyet ince bir hat ile o kitabin ekseri yazilmis ise -Sûre-i Yâsin, lâfz-i Yâsin'de yazildigi gibi- o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzim, tâ tab'edilsin. Aynen öyle de: Su kitab-i kâinati, kalem-i kudret-i Samedâniyenin yazmasi ve Zât-i Ehadiyet'in mektubu desen, vücub derecesinde bir sühulet ve lüzum derecesinde bir mâkuliyet yoluna gidersin.
Eger tabiata ve esbaba isnad etsen, imtina derecesinde suûbetli ve muhal derecesinde müskilâtli ve hiçbir vehim kabûl etmeyen hurafatli söyle bir yola gidersin ki; tabiat için herbir cüz' toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada, milyarlarca mâdenî matbaalar ve hadsiz mânevî fabrikalar bulunmasi lâzim. Tâ ki, hesabsiz çiçekli, meyveli masnuatin tesekkülâtina mazhar olabilsin. Yahut herseye muhit bir ilim, herseye muktedir bir kuvvet, onlarda kabûl etmek lâzim gelir. Tâ su masnuata hakikî masdar olabilsin. Çünki topragin ve suyun ve havanin herbir cüz'ü, ekser nebâtata mense olabilir. Halbuki herbir nebat -meyveli olsa, çiçekli olsa- tesekkülâti o kadar muntâzamdir, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdir, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayridir ki; herbirisine, yalniz ona mahsus birer ayri mânevî fabrika veya ayri birer matbaa lâzimdir. Demek tabiat, mistarliktan masdarliga çiksa; herbir seyde bütün seylerin makinelerini bulundurmaga mecburdur. Iste bu tabiatperestlik fikrinin esâsi, öyle bir hurafâttir ki, hurafeciler dahi ondan utaniyorlar. Kendini âkil zanneden ehl-i dalâletin, nasil nihayetsiz hezeyanli bir akilsizlik iltizâm ettiklerini gör, ibret al!..
sh: » (S: 313)
Elhasil: Nasil bir kitabin herbir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir Sûretle delâlet ediyor ve kendi kâtibini on kelime ile târif eder ve çok cihetlerle gösterir. Meselâ: « Benim kâtibimin hüsn-ü hatti var: Kalemi kirmizidir, söyledir böyledir» der. Aynen öyle de: Su kitab-i kebir-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delâlet eder ve kendi Sûreti kadar gösterir. Fakat Nakkas-i Ezelî'nin esmâsini, bir kaside kadar târif eder ve keyfiyetleri adedince isaret parmaklariyla o esmâyi gösterir, müsemmasina sehadet eder. Demek hem kendini, hem bütün kâinati inkâr eden safsataci gibi bir ahmak, yine Sâni'-i Zülcelâl'in inkârina gitmemek gerektir!..
ALTINCI LEM'A: Hâlik-i Zülcelâl'in nasilki mahlukatinin her bir ferdinin basinda ve masnuatinin herbir cüz'ünün cebhesinde, ehadiyetinin sikkesini koymustur. (Nasilki geçmis lem'alarda bir kismini gördün.) Öyle de; herbir nev'in üstünde çok Sikke-i Ehadiyet, herbir küll üstünde müteaddid Hâtem-i Vâhidiyet, tâ mecmu-u âlem üstünde mütenevvi turra-i vahdet, gâyet parlak bir Sûrette koymustur. Iste pek çok sikkelerden ve hâtemlerden ve turralardan, sath-i Arz sahifesinde bahar mevsiminde vaz'edilen bir sikke, bir hâtemi gösterecegiz. Söyle ki:
Nakkas-i Ezelî, zeminin yüzünde yaz, bahar zamaninda en az üçyüzbin nebâtat ve hayvanatin enva'ini, nihayetsiz ihtilat, karisiklik içinde nihayet derecede imtiyaz ve teshis ile ve gâyet derecede intizâm ve tefrik ile hasir ve nesretmesi, bahar gibi zâhir ve bâhir parlak bir sikke-i tevhiddir. Evet bahar mevsiminde ölmüs arzin ihyasi içinde, üçyüzbin hasrin nümunelerini Kemâl-i intizâm ile îcad etmek ve Arzin sahifesinde birbiri içinde üçyüzbin muhtelif enva'in efradini hatâsiz ve sehivsiz, galatsiz, noksansiz, gâyet mevzun, manzum, gâyet muntâzam ve mükemmel bir Sûrette yazmak, elbette nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme ve kâinati idare edecek bir iradeye mâlik bir Zât-i Zülcelâl'in, bir Kadîr-i ZülKemâl'in ve bir Hakîm-i Zülcemâl'in sikke-i mahsusasi oldugunu zerre miktar suuru bulunanin derketmesi lâzimgelir. Kur'an-i Hakîm ferman ediyor ki:
فَانْظُرْ آِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
sh: » (S: 314)
Evet zeminin diriltilmesinde, üçyüz bin hasrin nümunelerini, birkaç gün zarfinda yapan, gösteren Kudret-i Fâtiraya; elbette insanin hasri ona göre kolay gelir. Meselâ: Gelincik Dagi'ni ve Sübhan Dagi'ni bir isaretle kaldiran bir Zât-i Mu'ciznümâya, « Su dereden, yolumuzu kapayan su koca tasi kaldirabilir misin?» denilir mi? Öyle de: Gök ve dag ve yeri alti günde îcad eden ve onlari vakit-bevakit doldurup bosaltan bir Kadîr-i Hakîm'e, bir Kerîm-i Rahîm'e: « Ebed tarafindan ihzâr edilip serilmis, kendi ziyafetine gidecek yolumuzu seddeden su toprak tabakasini üstümüzden kaldirabilir misin? Yeri düzeltip bizi ondan geçirebilir misin?» Istib'âd Sûretinde söylenir mi?
Su zeminin yüzünde yaz zamaninda bir sikke-i tevhidi gördün. Simdi bak! Gâyet basîrane ve hakîmane zeminin yüzündeki su tasarrufat-i azîme-i bahariye üstünde, bir hâtem-i Vâhidiyet gâyet âsikâre görünüyor. Çünki su icraat, bir vüs'at-i mutlaka içinde ve o vüs'atle beraber bir sür'at-i mutlaka ile ve o sür'at ile beraber bir sehavet-i mutlaka içinde görünen intizâm-i mutlak ve kemâl-i hüsn-ü san'at ve mükemmeliyyet-i hilkat; öyle bir hâtemdir ki, gayr-i mütenahî bir ilim ve nihayetsiz bir kudret sahibi ona sahib olabilir. Evet görüyoruz ki; bütün yeryüzünde bir vüs'at-i mutlaka içinde bir îcad, bir tasarruf, bir faaliyet var. Hem o vüs'at içinde, bir sür'at-i mutlaka ile isleniyor. Hem o sür'at ve vüs'atle beraber teksir-i efrâdda bir sehavet-i mutlaka görünüyor. Hem o sehavet ve vüs'at ve sür'atle beraber bir sühulet-i mutlaka görünüyor. Hem o sehavet ve sühulet ve sür'at ve vüs'atle beraber; herbir nevide, herbir ferdde görünen bir intizâm-i mutlak ve gâyet mümtaz bir hüsn-ü san'at ve nihayet ihtilat içinde bir imtiyaz-i etem ve gâyet mebzuliyet içinde gâyet kiymetdar eserler ve gâyet genis daire içinde tam bir muvafakat ve gâyet sühulet içinde gâyet san'atkârane bedialari icad etmek, bir anda, her yerde, bir tarzda, her ferdde bir san'at-i hârika, bir faaliyet-i mu'ciz-nümâ göstermek; elbette ve elbette öyle bir zâtin hâtemidir ki, hiçbir yerde olmadigi halde, heryerde hâzir, nâzirdir. Hiç bir sey ondan gizlenmedigi gibi, hiçbir sey Ona agir gelmez. Zerrelerle yildizlar, Onun kudretine nisbeten müsavidirler.
Meselâ: O Rahîm-i Zülcemâl'in bagistan-i kereminden, mu'cizâtinin salkimlarindan bir tanecik hükmünde gördügüm iki parmak kalinliginda bir üzüm asmasina asilmis olan salkimlari saydim: Yüz
sh: » (S: 315)
ellibes çikti. Bir salkimin tanesini saydim: Yüzyirmi kadar oldu. Düsündüm, dedim: « Eger bu asma çubugu, balli su muslugu olsa, daim su verse, su hararete karsi o yüzer rahmetin surub tulumbaciklarini emziren salkimlara ancak kifayet edecek. Halbuki, bâzan az bir rutubet ancak eline geçer. Iste bu isi yapan, herseye kadir olmak lâzimgelir. سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ
YEDINCI LEM'A: Bak, nasil sahife-i Arz üstünde Zât-i Ehad-i Samed'in hâtemlerini az dikkatle görebilirsin. Basini kaldir, gözünü aç, su kâinat kitab-i kebîrine bir bak; göreceksin ki: O kâinatin heyet-i mecmuasi üstünde, büyüklügü nisbetinde bir vuzuh ile Hâtem-i Vahdet okunuyor. Çünki su mevcûdât bir fabrikanin, bir kasrin, bir muntâzam sehrin eczalari ve efradlari gibi bel-bele verip, birbirine karsi muavenet elini uzatip, birbirinin suâl-i hâcetine « Lebbeyk! Bas üstüne» derler. Elele verip, bir intizâm ile çalisirlar. Basbasa verip, zevilhayata hizmet ederler. Omuz-omuza verip, bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakîm'e itaat ederler. Evet Günes ve Ay'dan, gece ve gündüzden, kis ve yazdan tut, tâ nebatâtin, muhtaç ve aç hayvanlarin imdadina gelmelerinde ve hayvanlarin zaîf, serîf insanlarin imdadina kosmalarinda, hattâ mevadd-i gidâiyenin lâtif, nahîf yavrularin ve meyvelerin imdadina uçmalarinda, tâ zerrat-i taamiyenin hüceyrat-i beden imdadina geçmelerinde câri olan bir düstur-u teavünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki; gâyet kerim birtek Mürebbî'nin kuvvetiyle, gâyet hakîm birtek Müdebbir'in emriyle hareket ediyorlar.
Iste su kâinat içinde câri olan bu tesanüd, bu teâvün, bu tecâvüb, bu teânuk, bu müsahhariyyet, bu intizâm, birtek Müdebbir'in tertibiyle idare edildiklerine ve birtek Mürebbi'nin tedbiriyle sevk edildiklerine kat'iyen sehadet etmekle beraber; su bilbedâhe san'at-i esyada görünen hikmet-i âmme içindeki inâyet-i tâmme ve o inâyet içinde parlayan rahmet-i vasia ve o rahmet üstünde serilen ve rizka muhtaç herbir zîhayata onun hacetine lâyik bir tarzda iâse etmek için serpilen erzak ve iase-i umumî, öyle parlak bir Hâtem-i Tevhiddir ki, bütün bütün akli sönmeyen anlar ve bütün bütün kör olmayan görür. Evet, kasd ve suur ve iradeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinati kaplamis ve o perde-i hikmet üstünde lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsani gösteren bir perde-i inâyet seril-
sh: » (S: 316)
mistir ve o müzeyyen perde-i inâyet üstünde kendini sevdirmek ve tanittirmak, in'am ve ikram etmek lem'alarini gösteren bir hulle-i rahmet, kâinati içine almistir ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikrami ve kemâl-i sefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u rubûbiyeti gösteren bir sofra-i erzak-i umumiye dizilmistir.
Evet su mevcûdât, zerrelerden güneslere kadar; ferdler olsun neviler olsun, küçük olsun büyük olsun, semerat ve gayâtla ve faideler ve maslahatlarla münakkas bir kumas-i hikmetten muhtesem bir gömlek giydirilmis ve o hikmet-nümâ Sûret gömlegi üstünde lütuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inâyet her seyin kametine göre biçilmis ve o müzeyyen hulle-i inâyet üzerine tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in'am lem'alariyla münevver, rahmet nisanlari takilmis ve o münevver ve murassa nisanlari ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevilhayatin taifelerine kâfi, bütün hacetlerine vâfi bir sofra-i rizk-i umumî kurulmustur. Iste su is, Günes gibi âsikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak bir Zât-i Zülcemâl'e isaret edip gösteriyor.
Öyle mi? Hersey rizka muhtaç midir?
Evet, bir ferd rizka ve devam-i hayata muhtaç oldugu gibi, görüyoruz ki: Bütün mevcûdât-i âlem, bâhusus zîhayat olsa, küllî olsun cüz'î olsun, küll olsun cüz' olsun; vücudunda, bekasinda, hayatinda ve idame-i hayatta maddeten ve mânen çok metâlibi var, çok levâzimâti var. Iftikarati ve ihtiyacati öyle seylere var ki, en ednasina o seyin eli yetismedigi, en küçük matlubuna o seyin kuvveti kâfi gelmedigi bir halde, görüyoruz ki: Bütün metâlibi ve erzâk-i maddiye ve mâneviyesi مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ ummadigi yerlerden kemâl-i intizâmla ve vakt-i münâsibde ve lâyik bir tarzda kemâl-i hikmetle ellerine veriliyor. Iste bu iftikar ve ihtiyac-i mahlukat ve bu tarzda imdad ve iâne-i gaybiyye, acaba Günes gibi bir Mürebbi-i Hakîm-i Zülcelâl'i, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâl'i göstermiyor mu?
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 22. Söz
SEKIZINCI LEM'A: Nasilki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki: O tarla herhalde tohum sahibinin taht-i tasarrufunda oldugunu; hem o tohumu dahi, tarla mutasarrifinin taht-i tasarrufunda oldugunu gösterir. Öyle de: Su anâsir denilen mez-
sh: » (S: 317)
raa-i masnuat, vâhidiyet ve besâtet ile beraber, külliyet ve ihâtalari ve su mahlûkat denilen semerat-i rahmet ve mu'cizât-i kudret ve kelâmât-i hikmet olan nebâtat ve hayvanat, mümaselet ve müsabehetleriyle beraber çok yerlerde intisari, her tarafta bulunup tavattunlari; tek bir Sâni'-i Mu'ciznümâ'nin taht-i tasarrufunda olduklarini öyle bir tarzda gösteriyor ki; güya herbir çiçek, herbir semere, herbir hayvan, o Sâniin birer sikkesidir, birer hâtemidir, birer turrasidir. Her nerede bulunsa, lisan-i hâliyle herbirisi der ki: « Ben kimin sikkesiyim, bu yer dahi onun masnuudur. Ben kimin hâtemiyim, bu mekân dahi onun mektubudur. Ben kimin turrasiyim, bu vatanim dahi onun mensucudur.» Demek en ednâ bir mahlûka Rubûbiyet; bütün anasiri kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur ve en basit bir hayvani tedbir ve tedvir etmek; bütün hayvanati, nebâtati, masnuati kabza-i Rubûbiyetinde terbiye edene has oldugunu kör olmayan görür. Evet herbir ferd, sâir efrada mümaselet ve misliyet lisani ile der: « Kim bütün nev'ime mâlik ise, bana mâlik olabilir, yoksa yok.» Her nev', sâir nevilerle beraber yeryüzünde intisari lisaniyla der: « Kim bütün sath-i Arza mâlik ise, bana mâlik olabilir; yoksa yok.» Arz, sâir seyyarat ile bir Günese irtibati ve semâvat ile tesanüdü lisaniyla der: « Kim bütün kâinata mâlik ise, bana mâlik o olabilir; yoksa yok.» Evet faraza zîsuur bir elmaya biri dese: « Sen benim san'atimsin.» O elma lisan-i hal ile ona « Sus!» diyecek. « Eger bütün yeryüzünde bütün elmalarin teskiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde müntesir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedârlara, belki sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedâyâ-yi Rahmâniyyeye mutasarrif olabilirsen, bana Rubûbiyet dâva et.» O elma böyle diyecek ve o ahmagin agzina bir tokat vuracak.
DOKUZUNCU LEM'A: Cüz'de cüz'îde, küllde küllîde, küll-i âlemde, hayatta, zîhayatta, ihyada olan sikkelerden, hâtemlerden, turralardan bazilarina isaret ettik. Simdi, nevilerde hesabsiz sikkelerden bir sikkeye isaret edecegiz.
Evet nasilki meyvedâr bir agacin hesabsiz semereleri, bir terbiye-i vâhide, bir kanun-u vahdetle, birtek merkezden idare edildiklerinden, külfet ve mesakkat ve masraf, o kadar sühulet peyda eder ki, kesretle terbiye edilen tek bir semereye müsavi olurlar. Demek kesret ve taaddüd-ü merkez, her semere için, kemmiyetçe bütün agaç kadar külfet ve masraf ve cihazat ister. Fark yalniz keyfiyetçedir.
sh: » (S: 318)
Nasilki birtek nefere lâzim teçhizat-i askeriyeyi yapmak için, orduya lâzim bütün fabrikalar kadar fabrikalar lâzimdir. Demek is, vahdetten kesrete geçse, efrad adedince -kemmiyet cihetiyle- külfet ziyadelesir. Iste, her nevide bilmüsahede görünen sühulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve sühûletin eseridir.
Elhasil: Bir cinsin bütün enva'i, bir nev'in bütün efradi âzâ-yi esâsîde muvafakat ve müsabehetleri nasil isbat ederler ki, tek bir Sâniin masnularidir. Çünki vahdet-i kalem ve ittihad-i sikke öyle ister. Öyle de: Bu meshud sühulet-i mutlaka ve külfetsizlik, vücub derecesinde îcab eder ki; bir Sâni'-i Vâhid'in eserleri olsun. Yoksa imtina' derecesine çikan bir suûbet, o cinsi in'idama ve o nev'i ademe götürecekti.
Velhasil: Cenâb-i Hakk'a isnad edilse, bütün esya birtek sey gibi bir sühulet peyda eder. Eger esbaba isnad edilse herbir sey, bütün esya kadar suûbet peyda eder. Mâdem öyledir; kâinatta su görünen fevkalâde ucuzluk ve su göz önündeki hadsiz mebzûliyet, sikke-i vahdeti günes gibi gösterir. Eger gâyet mebzuliyetle elimize geçen su meyveler, Vâhid-i Ehad'in mali olmazsa, bütün dünyayi verse idik, birtek nari yiyemezdik.
ONUNCU LEM'A: Tecelli-i Cemâliyyeyi gösteren hayat; nasil bir bürhân-i ehadiyettir, belki bir çesit Tecelli-i Vahdettir. Tecelli-i celâli izhar eden memat dahi, bir bürhân-i vâhidiyettir. Evet meselâ وَلِلَّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى nasilki Günese karsi parlayan ve akan büyük bir irmagin kabarciklari ve zemin yüzünün mütelemmi' seffafâti, Günesin aksini ve isigini göstermek Sûretiyle Günese sehadet ettikleri gibi, o kataratin ve seffafatin gurubuyla, gitmeleriyle beraber arkalarindan yeni gelen katarat taifeleri ve seffafat kabileleri üstünde yine Günesin cilveleri hasmetle devami ve isiginin tecellisi ve noksansiz istimrari kat'iyen sehadet eder ki: Sönüp yanan, degisip tazelenen, gelip parlayan misâlî günesçikler ve isiklar ve nurlar; bir bâki, daimî, âlî, tecellisi zevalsiz birtek Günesin cilveleridir. Demek o parlayan kataratlar; zuhuruyla ve gelmeleriyle Günesin vücudunu gösterdikleri gibi; gurublariyla, zevalleriyle, Günesin bekasini ve devamini ve birligini gösteriyorlar. Aynen öyle de: Su mevcûdât-i seyyale, vücudlariyla ve hayatlariyla Vâcib-ül
sh: » (S: 319)
Vücud'un vücub-u vücuduna ve Ehadiyetine sehadet ettikleri gibi; zevalleriyle, ölümleriyle o Vâcib-ül Vücud'un Ezeliyetine, Sermediyyetine ve Ehadiyyetine sehadet ederler. Evet gece gündüz, kis ve yaz, asirlar ve devirlerin degismesiyle gurub ve uful içinde teceddüd eden ve tazelenen masnuat-i cemile, mevcûdât-i lâtife, elbette bir âlî ve sermedî ve daim-üt tecelli bir cemâl sahibinin vücud ve beka ve vahdetini gösterdikleri gibi; o masnuat, esbab-i zâhiriye-i süfliyyeleriyle beraber zeval bulup ölmeleri, o esbabin hiçligini ve bir perde oldugunu gösteriyorlar. Su hal kat'iyen isbat eder ki; su san'atlar, su nakislar, su cilveler; bütün esmâsi kudsiyye ve cemile olan bir Zât-i Cemil-i Zülcelâl'in tazelenen san'atlaridir, tahavvül eden nakislaridir, taharrük eden âyineleridir, birbiri arkasindan gelen sikkeleridir, hikmetle degisen hâtemleridir.
Elhasil: Su kitab-i kebir-i kâinat, nasilki vücud ve vahdete dair âyât-i tekviniyyeyi bize ders veriyor. Öyle de: O Zât-i Zülcelâl'in bütün evsaf-i Kemâliyye ve cemâliyye ve celaliyyesine de sehadet eder. Ve kusursuz ve noksansiz Kemâl-i zâtîsini isbat ederler. Çünki bedihîdir ki, bir eserde Kemâl, o eserin mense ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder. Fiilin kemâli ise, ismin kemâline ve ismin kemâli, sifatin kemâline ve sifatin kemâli, se'n-i zâtînin kemâline ve se'nin Kemâli, o zât-i zîsuûnun Kemâline, hadsen ve zarureten ve bedâheten delâlet eder. Meselâ: Nasilki kusursuz bir kasrin mükemmel olan nukus ve tezyinati, arkalarinda bir usta ef'âlinin mükemmeliyetini gösterir. O ef'âlin mükemmeliyeti, o fâil ustanin rütbelerini gösteren ünvanlari ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o Esmâ ve ünvanlarinin mükemmeliyeti, o ustanin san'atina dair sifatlarinin mükemmeliyetini gösterir ve o san'at ve sifatlarinin mükemmeliyeti, o san'at sahibinin suun-u zâtiyye denilen kabiliyet ve istidad-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir ve o suun ve kabiliyet-i zâtiyyenin mükemmeliyyeti, o ustanin mahiyet-i zâtiyyesinin mükemmeliyetini gösterdigi misillü... Aynen öyle de: Su kusursuz, futursuz هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ sirrina mazhar olan su âsâr-i meshude-i âlem, su mevcûdât-i muntâzama-i kâinatta olan san'at ise; bilmüsahede bir müessir-i zil-iktidarin Kemâl-i ef'aline delâlet eder. O Kemâl-i ef'al ise, bilbedâhe o Fâil-i Zülcelâl'in Kemâl-i Esmâsina delâlet eder. O kemâl-i Esmâ ise, bizzarure o Esmânin müsemma-i Zül-
sh: » (S: 320)
cemâlinin Kemâl-i sifatina delâlet ve sehadet eder. O Kemâl-i sifat ise, bilyakîn o mevsuf-u Zülkemâlin kemâl-i suununa delâlet ve sehâdet eder. O Kemâl-i suun ise, bihakkalyakîn o zîsuunun kemâl-i zâtina öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün enva'-i Kemâlât, Onun Kemâline nisbeten sönük bir zill-i zaîf Sûretinde bir Zât-i ZülKemâl'in âyât-i Kemâli ve rumuz-u celâli ve isarat-i cemâli oldugunu gösterir.
GÜNESLER KUVVETINDE ONBIRINCI LEM'A: Ondokuzuncu Söz'de târif edilen ve kitab-i kebirin âyet-i kübrâsi ve o Kur'an-i Kebirdeki ism-i azâmi ve o secere-i kâinatin çekirdegi ve en münevver meyvesi ve o sarây-i âlemin günesi ve Âlem-i Islâmin bedr-i münevveri ve Rububiyyet-i Ilahiyenin dellâl-i saltanati ve tilsim-i kâinatin kessaf-i zîhikmeti olan Seyyidimiz Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün enbiyayi sayesi altina alan Risâlet cenahi ve bütün Âlem-i Islâmi himayesine alan Islâmiyet cenahlariyla hakikatin tabakatinda uçan ve bütün Enbiya ve mürselîni, bütün Evliya ve siddikîni ve bütün Asfiya ve Muhakkikîni arkasina alip bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, Ars-i Ehadiyete yol açip gösterdigi îmân-i billah ve isbat ettigi Vahdâniyet-i Ilahiyeyi hiç vehim ve sübhenin haddi var mi ki, kapatabilsin ve perde olabilsin? Mâdem Ondokuzuncu Söz'de ve Ondokuzuncu Mektub'da o bürhân-i katiin âb-ul hayat-i mârifetinden Ondört Resha ve Ondokuz Isarat ile, o zât-i mu'ciz-nümânin enva'-i mu'cizâtiyla beraber, icmâlen bir derece târif ve Beyân etmisiz. Surada su isaret ile iktifa edip, o vahdâniyetin bürhân-i katiini tezkiye eden ve sidkina sehadet eden esâsâta isaret Sûretinde bir salavat-i serife ile hatmederiz.
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ دَلَّ عَلَى وُجوُبِ وُجُودِكَ وَ وَحْدَانِيَّتِكَ وَ شَهِدَ عَلَى جَلاَلِكَ وَ جَمَالِكَ وَ كَمَالِكَ الشَّاهِدُ الصَّادِقُ الْمُصَدَّقُ وَ الْبُرْهَانُ النَّاطِقُ الْمُحَقَّقُ سَيِّدُ اْلاَنْبِيَاءِ وَ الْمُرْسَلِينَ الْحَامِلُ سِرَّ اِجْمَاعِهِمْ وَ تَصْدِيقِهِمْ وَ مُعْجِزَاتِهِمْ وَ اِمَامُ اْلاَوْلِيَاءِ وَ الصِّدِّقِينَ الْحَاوِى سِرَّ اِتِّفَاقِهِمْ وَ تَحْقِيقِهِمْ وَ كَرَامَاتِهِمْ ذُو الْمُعْجِزَاتِ الْبَاهِرَةِ وَ الْخَوَارِقِ الظَّاهِرَةِ وَ الدَّلاَئِلِ الْقَاطِعَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ لَهُ ذُو الْخِصَالِ الْغَالِيَةِ فِى ذَاتِهِ وَ اْلاَخْلاَقِ الْعَالِيَةِ فِى وَ ظِيفَتِهِ وَ السَّجَايَا السَّامِيَةِ فِى شَرِيعَتِهِ الْمُكَمَّلَةِ الْمُنَزَّهَةِ لَهُ عَنِ الْخِلاَفِ مَهْبِطُ الْوَحْىِ الرَّبَّانِىِّ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَ الْمُنْزَلِ وَ الْمُنَزَّلِ عَلَيهِ سَيَّارُ عَالَمِ الْغَيْبِ وَ الْمَلَكُوتِ مُشَاهِدُ
sh: » (S: 321)
اْلاَرْوَاحِ وَ مُصَاحِبُ الْمَلئِكَةِ اَنْمُوزَجُ كَمَالِ الْكَائِنَاتِ شَخْسًا وَ نَوْعًا وَ جِنْسًا (اَنْوَارُ ثَمَرَاتِ شَجَرَةِ الْخِلْقَةِ سِرَاجُ الْحَقِّ بُرْهَانُ الْحَقِيقَةِ تِمْثَالُ الرَّحْمَةِ مِثَالُ الْمُحَبَّةِ كَشَّافُ طِلْسِمِ الْكَائِنَاتِ دَلاَّلُ سَلْطَنَةِ الرُّبُوبِيَّةِ الْمُرْمِزُ
بِعُلْوِيَّةِ شَخْصِيَّتِهِ الْمَعْنَوِيَّةِ اِلَى اَنَّهُ نُصْبَ عَيْنِ فَاطِرِ الْعَالَمِ فِى خَلْقِ الْكَائِنَاتِ ذُو الشَّرِيعَةِ الَّتِى هِىَ بِوُسْعَةِ دَسَاتِيرِ هَا وَ قُوَّتِهَا تُشِيرُ اِلَى اَنَّهَا نِظَامُ نَاظِمِ الْكَوْنِ وَ وَضْعُ خَالِقِ الْكَائِنَاتِ نَعَمْ اِنَّ نَاظِمَ الْكَائِنَاتِ بِهَذَا النِّظَامِ اْلاَتَمِّ اْلاَكْمَلِ هُوَ نَاظِمُ هذَا الدِّينِ بِهذَا النِّظَامِ اْلاَحْسَنِ اْلاَجْمَلِ سَيِّدِنَا نَحْنُ مَعَاشِرَ بَنِى اَدَمَ وَ مُهْدِينَا اِلَى ْالاِيمَانِ نَحْنُ مَعَاشِرَ الْمُؤْمِنِينَ مُحَمَّدٍ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ وَ اَتَمُّ التَّسْلِيمَاتِ مَا دَامَتِ اْلاَرْضُ وَ السَّموَاتُ فَاِنَّ ذَالِكَ الشَّاهِدَ الصَّادِقَ الْمُصَّدَقَ يَشْهَدُ عَلَى رُؤُسِ اْلاَشْهَادِ مُنَادِيًا وَ مُعَلِّمًا ِلاَجْيَالِ الْبَشَرِ خَلْفَ اْلاَعْصَارِ وَ اْلاَقْطَارِ نِدَاءً عُلْوِيًّا بِجَمِيعِ قُوَّتِهِ وَ بِغَايَةِ جِدِ يَّتِهِ وَ بِنِهَايَةِ وُثُوقِهِ وَ بِقُوَّةِ اِطْمِئْنَانِهِ وَ بِكَمَالِ اِيمَانِهِ بِاَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَريكَ لَهُ
GÜNESLER KUVVETINDE ONIKINCI LEM'A: Su Yirmiikinci Söz'ün Onikinci Lem'asi, öyle bir bahr-i hakaiktir ki; bütün yirmiiki Söz, ancak onun yirmiiki katresi ve öyle bir menba-i envardir ki, su yirmiiki Söz, o günesten ancak yirmiiki lem'asidir. Evet o yirmiiki aded Sözlerin herbirisi, Semâ-i Kur'anda parlayan birtek necm-i âyetin bir lem'asi ve bahr-i Furkan'dan akan bir âyetin irmagindan tek bir katresi ve bir kenz-i âzâm-i Kitabullah'ta herbiri bir sandukça-i cevâhir olan âyetlerin birtek âyetinin birtek incisidir. Iste Ondokuzuncu Söz'ün Ondördüncü Reshasinda bir nebze târif edilen o Kelâmullah; Ism-i âzamdan, Ars-i âzamdan, Rububiyyetin tecelli-i âzamindan nüzul edip, ezeli ebede rabtedecek, fersi arsa baglayacak bir vüs'at ve ulviyet içinde bütün kuvvetiyle ve âyâtinin bütün kat'iyyetiyle mükerreren لآَاِلَهَ اِلاَّ هُوَ der,
sh: » (S: 322)
bütün kâinati ishad eder ve sehadet ettirir. Evet لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ * بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ
Evet o Kur'ana selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki: Cihat-i sittesi öyle parliyor, öyle seffaftir ki; hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir sübhe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhûle fürce bulamaz. Çünki üstünde sikke-i i’câz; altinda bürhân ve delil; arkasinda nokta-i istinadi, mahz-i vahy-i Rabbanî; önünde saadet-i dâreyn; saginda, akli istintak edip tasdikini temin; solunda, vicdani istishâd ederek teslimini tesbit; içi, bilbedâhe safi hidâyet-i Rahmâniyye; üstü, bilmüsahede hâlis envar-i îmâniye; meyveleri, biaynelyakîn Kemâlât-i insâniyye ile müzeyyen âsfiya ve Muhakkikîn-i Evliya ve Siddikîn olan o lisan-i gaybin sinesine kulagini yapistirip dinlesen; derinden derine, gâyet munis ve mukni, nihayet ciddî ve ulvî ve bürhân ile mücehhez bir sada-yi Semâvî isiteceksin ki, öyle bir kat'iyetle لآَاِلهَ اِلاَّ هُوَ der ve tekrar eder ki; hakkalyakîn derecesinde söyledigini, aynelyakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor.
Elhasil: Herbirisi birer günes olan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile Furkan-i Ahkem ki biri âlem-i sehadetin lisani olarak bin mu'cizât içinde bütün Enbiya ve Asfiyanin taht-i tasdiklerinde Islâmiyet ve Risâlet parmaklariyla isaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdigi bir hakikati...
Digeri: Âlem-i Gaybin lisani hükmünde, kirk vücuh-u i’câz içinde, kâinatin bütün âyât-i tekviniyesinin taht-i tasdiklerinde, hakkaniyyet ve hidâyet parmaklariyla isaret edip bütün ciddiyetle gösterdigi ayni hakikati.. acaba o hakikat, günesten daha bâhir, gündüzden daha zâhir olmaz mi?
Ey dalalet-âlûd mütemerrid insancik! (Hasiye) Atesböceginden daha sönük kafa fenerinle nasil su güneslere karsi gelebilirsin? Onlardan istigna edebilirsin? Üflemekle onlari söndürmeye çalisirsin? Tuuuh! tuf.. senin o münkir aklina... Nasil o iki lisan-i gayb ve sehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve su kâinatin sahibi namina ve Onun hesabina söyledikleri sözleri ve dâvalari inkâr edebilirsin? Ey bîçâre ve sinekten daha âciz, daha hakîr! Sen necisin ki, su kâinatin Sahib-i Zülcelâl'ini tekzibe yelteniyorsun?
____________________________
(Hasiye): Bu hitab, Kur'ani kaldirmaga çalisanadir.
sh: » (S: 323)
Hâtime
Ey akli hüsyar, kalbi müteyakkiz arkadas! Eger su Yirmiikinci Söz'ün basindan buraya kadar fehmetmissen, Oniki Lem'ayi birden elinde tut. Binler elektrik kuvvetinde bir sirac-i hakikat bularak, Ars-i âzamdan uzatilip gelen âyât-i Kur'aniyeye yapis. Burak-i tevfike bin, semâvât-i hakaikte uruc et, Ars-i mârifetullaha çik... اَشْهَدُ اَنْ لآََ اِلهَ اِلآَّ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ de. Hem
لآَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
diyerek, bütün mevcûdât-i kâinatin baslari üstünde ve mescid-i kebir-i âlemde vahdaniyyeti ilân et...
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا آِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ االْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَآ اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَآ اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا اَنْتَ مَوْلَينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ االْكَافِرِينَ
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ رَبَّنَا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لاَ رَيْبَ فِيهِ اِنَّ اللَّهَ لاَ يُخْلِفُ الْمِيعَادَ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَارْحَمْنَا وَ ارْحَمْ اُمَّتَهُ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اَمِينَ
وَ اَخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ