ÜÇÜNCÜ ŞÛ'LE: Üç ziyası var.
BİRİNCİ ZİYA: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın büyük bir vech-i i'câzı Onüçüncü Söz'de Beyân edilmiştir. Kardeşleri olan sâir vücuh-u i'câz sırasına girmek için bu makama alınmıştır. İşte Kur'anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi i'câz ve hidâyet nurunu neşrile küfür ve gaflet zulümatını dağıttığını görmek ve zevketmek istersen; kendini Kur'anın nüzulünden evvel olan o asr-ı câhiliyette ve o
sh: » (S: 457)
sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur'anın lisan-ı ulvîsinden
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ يُسَبِّحُ ِللَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ اْلمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ اْلحَكِيمِ *
gibi âyetleri işit bak: O ölmüş veya yatmış mevcûdât-ı âlem سَبَّحَ)(يُسَبِّحُ))sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat, تُسَبِّحُلَهُالسَّموَاتُالسَّبْعُوَاْلاَرْضُsayhasıyla işitenin nazarında nasıl gökyüzü bir ağız; bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakikat-edâ ve arz bir kafa ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-feşan Sûretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikini göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur'anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile veyahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan; elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i'câz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok enva'-ı i'câzı içinde bu nevi i'câzını zevkedemezsin. Kur'an-ı Mu'ciz-il Beyân'ın en yüksek derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gâyet büyük ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farzedelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb altında bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmıştır. Mâlûmdur ki, bir ağacın insanın âzaları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenâsüb, bir müvazenet lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir Sûret verilir. İşte hiç görülmeyen -ve hâlâ görünmüyor- o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil bir resim çekse,
sh: » (S: 458)
bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenâsüble bir Sûret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve Sûretini gösterecek muvafık tersimat ile doldursa, elbette şübhe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-âşina nazarıyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân dahi hakikat-ı mümkinata dair -ki o hakikat, dünyanın ibtidasından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve Arştan Ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatın hakikatına dair Beyânât-ı Kur'aniye o kadar tenâsübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık bir Sûret vermiştir ki, bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur'anın tasvirine "Mâşâallah, Bârekâllah" deyip, "Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkati keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur'an-ı Kerim!" demişler. وَلِلّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى temsilde kusur yok. Esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuun ve ef'âl-i Rabbâniye, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle; o şecere-i nuraniyenin daire-i âzameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâ sı, gayr-ı mütenahî fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihâta ediyor. Hudud-u icraatıيَحُولُبَيْنَاْلمَرْءِوَقَلْبِهِفَالِقُاْلحَبِّوَالنَّوَى hududundan tut, tâ وَالسَّموَاتُمَطْوِيَّاتٌبِيَمِينِهِخَلَقَالسَّموَاتِوَاْلاَرْضَفِىسِتَّةِاَيَّامٍ hududuna kadar intişar etmiş o hakikat-ı nuraniyeyi bütün dal ve budaklarıyla, gayât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir Sûrette o hakaik-i Esmâ ve sıfâtı ve şuun ve ef'âli Beyân eder ki; bütün ehl-i keşf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashâb-ı irfan ve hikmet, o Beyânât-ı Kur'aniyeye karşı "Sübhanallah" deyip, "Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık" diyerek tasdik ediyorlar. Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin bir tek dalı hükmünde olan îmânın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal ve budak
sh: » (S: 459)
larının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenâsüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet Sûretinde târif eder ve o mertebe bir münasebet tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrâkinden âciz ve hüsnüne karşı hayran kalır. Ve o îmân dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı, en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı ve en derin hikemiyatı ve en cüz'î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenâsüb ve Kemâl-i münasebet ve tam bir müvazenet muhafaza ettiğine delil ise, o Kur'an-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işârat ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübrâ-yı İslâmiyenin Kemâl-i intizâmı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve rasaneti; cerhedilmez bir şâhid-i âdil, şübhe getirmez bir bürhân-ı kâtı'dır. Demek oluyor ki, Beyânât-ı Kur'aniye, beşerin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor ve cemi' eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır. Âmennâ...
İKİNCİ ZİYA: Hikmet-i Kur'aniyenin karşısında meydan-ı muârazaya çıkan felsefe-i beşeriyenin, hikmet-i Kur'ana karşı ne derece sukut ettiğini Onikinci Söz'de izah ve temsil ile tasvir ve sâir Sözlerde isbat ettiğimizden onlara havale edip şimdilik başka bir cihette küçük bir müvazene ederiz. Şöyle ki:
Felsefe ve hikmet-i insâniye, dünyaya sâbit bakar; mevcûdâtın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâniine karşı vazifelerinden bahsetse de, icmâlen bahseder. Âdeta kâinat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, mânâsına ehemmiyet vermez. Kur'an ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılâbcı olarak bakar. Mevcûdâtın mahiyetlerinden, sûrî ve maddî hâsiyetlerinden icmâlen bahseder. Fakat Sâni' tarafından tavzif edilen vezaif-i ubûdiyetkâranelerinden ve Sâniin isimlerine ne vechile ve nasıl delâlet ettikleri ve evâmir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder. İşte felsefe-i beşeriye ile hikmet-i Kur'aniyenin şu tafsil ve icmâl hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat hangisidir göreceğiz. İşte nasıl elimizdeki saat, Sûreten sâbit görünüyor. Fakat içindeki çarkların harekâtıyla, daimî içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarının ızdırabları vardır. Aynen onun gibi; kudret-i İlahiyenin bir saat-ı kübrâsı
sh: » (S: 460)
olan şu dünya, zâhirî sâbitiyetiyle beraber daimî zelzele ve tegayyürde, fena ve zevalde yuvarlanıyor. Evet dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-ı kübrânın saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini tâ'dad eden bir iğnedir. İşte zaman, dünyayı emvâc-ı zeval üstüne atar. Bütün mâzi ve istikbali ademe verip, yalnız zaman-ı hâzırı vücuda bırakır. Şimdi zamanın dünyaya verdiği şu şekil ile beraber, mekân itibariyle dahi yine dünya zelzeleli, gayr-ı sâbit bir saat hükmündedir. Çünki cevv-i hava mekânı çabuk tegayyür ettiğinden, bir halden bir hale sür'aten geçtiğinden bâzı günde birkaç defa bulutlar ile dolup boşalmakla, saniye sayan milin Sûret-i tegayyürü hükmünde bir tegayyür veriyor. Şimdi, dünya hânesinin tabanı olan mekân-ı arz ise, yüzü mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden dakikaları sayan bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin yüzü itibariyle böyle olduğu gibi, batnındaki inkılâbat ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibâlin çıkmaları ve hasflar vuku bulması, saatleri sayan bir mil gibi dünyanın şu ciheti ağırca mürur edicidir, gösterir. Dünya hânesinin tavanı olan semâ mekânı ise, ecramların harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufât ve husufâtın vuku bulmasıyla, yıldızların sukut etmeleri gibi tegayyürat gösterir ki; semâvat dahi sâbit değil; ihtiyarlığa, harabiyete gidiyor. Onun tegayyüratı, haftalık saatte günleri sayan bir mil gibi çendan ağır ve geç oluyor. Fakat her halde geçici ve zeval ve harabiyete karşı gittiğini gösterir. İşte dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün üzerinde bina edilmiştir. Şu rükünler, daim onu sarsıyor. Fakat şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tegayyürat, kalem-i kudretin mektûbât-ı Samedâniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahvâl ise, Esmâ-i İlahiyenin cilve-i şuunâtını ayrı ayrı tavsifât ile gösteren, tazelenen âyineleridir. İşte dünya, dünya itibariyle hem fenaya gider, hem ölmeğe koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatta akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet ile Sûreten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küdûret peyda edip âhirete perde olmuştur. İşte felsefe-i sakime tedkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefihenin cazibedâr lehviyatıyla, sarhoşane hevesâtıyla o dünyanın hem cümûdetini ziyade edip gafleti kalınlaştırmış, hem küdûretle bulanmasını taz'îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor. Amma Kur'an ise, şu hakikattaki dünyayı, dünya cihetiyle
sh: » (S: 461)
اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ وَ الطُّورِ وَ كِتَابٍ مَسْطوُرٍ âyâtıyla pamuk gibi hallâç eder, atar.
اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكوُتِ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا
gibi Beyânâtıyla o dünyaya şeffafiyet verir ve bulanmasını izale eder.
اَللَّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اْلحَيَاةُ الدُّنْيَآ اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ
gibi nur-efşan neyyiratıyla, câmid dünyayı eritir.
اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ ve اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ve اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَنُفِخَ فِى الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِى السَمَوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ مَنْ شَآءَ اللَّهُ
mevt-âlûd tâbirleriyle dünyanın ebediyet-i mevhumesini parça parça eder.
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى اْلاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَآ يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْْتُمْ وَاللَّهُ ِبمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Gök gürlemesi gibi sayhalarıyla tabiat fikrini tevlid eden gafleti dağıtır. İşte Kur'anın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı, şu esâsa göre gider. Hakikat-ı dünyayı olduğu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayı, ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânia bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir. Beşerin gözünü ona diktirir. Hakikî hikmeti ders verir. Kâinat kitabının mânâlarını tâlim eder. Hurufat ve nukuşlarına az bakar.
sh: » (S: 462)
Sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufatın nukuşuyla insanların vaktini malayâniyatta sarfettirmiyor.
ÜÇÜNCÜ ZİYA: İkinci Ziya'da hikmet-i beşeriyenin hikmet-i Kur'aniyeye karşı sukutuna ve hikmet-i Kur'aniyenin i'câzına işaret ettik. Şimdi şu ziyada, Kur'anın şâkirdleri olan asfiya ve evliya; ve Hükemânın münevver kısmı olan Hükemâ-yı İşrâkiyyunun hikmetleriyle Kur'anın hikmetine karşı derecesini gösterip, şu cihette Kur'anın i'câzına muhtasar bir işaret edeceğiz:
İşte Kur'an-ı Hakîm'in ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zâhir bir bürhân ve i'câzına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur'an, bütün aksam-ı tevhidin bütün merâtibini, bütün levâzımatıyla muhafaza ederek Beyân edip müvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i âliye-i İlâhiyenin müvazenesini muhafaza etmiş. Hem bütün Esmâ-i hüsnânın iktiza ettikleri ahkâmları cem'etmiş, o ahkâmın tenâsübünü muhafaza etmiş. Hem rubûbiyet ve ulûhiyetin şuûnâtını Kemâl-i müvazene ile cem'etmiştir. İşte şu muhafaza ve müvazene ve cem', bir hâsiyettir. Kat'iyen beşerin eserinde mevcûd değil ve eâzım-ı insâniyenin netâic-i efkârında bulunmuyor. Ne, melekûte geçen evliyaların eserinde; ne, umûrun bâtınlarına geçen İşrâkiyyunun kitablarında; ne, âlem-i gayba nüfuz eden ruhânîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksim-ül a'mâl hükmünde herbir kısmı hakikatın şecere-i uzmâsından yalnız bir-iki dalına yapışıyor. Yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor. Evet hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihâta edilmez. Kur'an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihâta etsin. Kur'andan başka çendan Kur'andan da ders alıyorlar, fakat hakikat-ı külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir-iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefrit ile hakaikın müvazenesini ihlâl edip tenâsübünü izale eder. Şu hakikat, Yirmidördüncü Söz'ün İkinci Dalında acib bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsil ile şu mes'eleye işaret ederiz. Meselâ:
Bir denizde hesabsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvâs dalgıçlar, o definenin cevâhirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevâhiri işittiği vakit hayal eder ki; o cevherler,
sh: » (S: 463)
bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yâkut eline geçer; başkası, murabba bir kehribar bulur ve hâkezâ... Herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın müvazenesi bozulur. Tenâsüb de gider. Çok hakikatın rengi değişir. Hakikatın hakikî rengini görmek için te'vilâta ve tekellüfata muztar kalır. Hattâ bâzan inkâr ve ta'tile kadar giderler. Hükemâ-yı İşrâkiyyunun kitablarına ve Sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimad eden mutasavvıfînin kitablarına teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşübhe tasdik eder. Demek hakaik-i Kur'aniyenin cinsinden ve Kur'anın dersinden aldıkları halde, -çünki Kur'an değiller- böyle nâkıs geliyor. Bahr-i hakaik olan Kur'anın âyetleri dahi, o deniz içindeki definenin bir gavvâsıdır. Lâkin onların gözleri açık, defineyi ihâta eder. Definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenâsüb ve intizâm ve insicamla tavsif eder, Beyân eder ki, hakikî hüsn-ü cemâli gösterir. Meselâ: Âyet-i
وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ يَوْمَ نَطْوِى السَّمَآءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
ifade ettikleri âzamet-i rubûbiyeti gördüğü gibi,
اِنَّ اللَّهَ لاَ يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَآءِ هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَآءُ مَا مِنْ دَآبَّةٍ اِلاَّ هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللَّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ
ifade ettikleri şümûl-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنّوُرَ ifade ettiği vüs'at-ı hallâkıyeti görüp gösterdiği gibi, خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ifade ettiği şümûl-ü tasarrufu ve ihâta-i rubûbiyeti görüp, gösterir.
sh: » (S: 464)
يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ifade ettiği hakikat-ı azîme ile وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِifade ettiği hakikat-ı kerîmâneyiوَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِifade ettiği hakikat-ı azîme-i hâkimâne-i âmirâneyi görür, gösterir.
اَوَ لَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَا ُيمْسِكُهُنَّ اِلاَّ الرَّحْمنُ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ
ifade ettikleri hakikat-ı rahîmâne-i müdebbirâneyi وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَاifade ettiği hakikat-ı azîme ile وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْْتُمْ ifade ettiği hakikat-ı rakibâneyi هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ ifade ettiği hakikat-ı muhita gibi
وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
ifade ettiği akrebiyeti
تَعْرُجُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ
işaret ettiği hakikat-ı ulviyeyi
اِنَّ اللَّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَاءِ ذِى الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَاْلمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ
ifade ettiği hakikat-ı câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve
sh: » (S: 465)
amelî erkân-ı sitte-i îmâniyenin herbirisini tafsilen ve erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni te'min eden bütün düsturları görür, gösterir. Müvazenesini muhafaza edip, tenâsübünü idame edip o hakaikın hey'et-i mecmuasının tenâsübünden hasıl olan hüsün ve cemâlin menbaından Kur'anın bir i'câz-ı mânevîsi neş'et eder.
İşte şu sırr-ı azîmdendir ki; ülemâ-i ilm-i Kelâm, Kur'anın şâkirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı îmâniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mu'tezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için Kur'anın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat'î isbat ve ciddî ikna edememişler. Âdeta onlar, uzak dağların altında lağım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbab ile gidip orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan mârifet-i İlahiyeyi ve vücud-u Vâcib-ül Vücud'u isbat ederler. Âyet-i kerime ise, herbirisi birer Asâ-yı Mûsa gibi her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni'-i Zülcelâli tanıttırır. Kur'anın bahrinden tereşşuh eden Arabî«Katre» risalesinde ve sâir Sözlerde şu hakikat fiilen isbat edilmiş ve göstermişiz. İşte hem şu sırdandır ki: Bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir Cemâatin riyâ setine geçip bir fırka teşkil eden fırak-ı dâllenin bütün imamları hakaikın tenâsübünü, müvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalalete düşüp bir Cemâat-ı beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'aniyenin i'câzını gösterir.
* * *
sh: » (S: 466)
Hâtime
Kur'anın lemaât-ı i'câzından iki lem'a-i i'câziye, Ondokuzuncu Söz'ün Ondördüncü Reşhasında geçmiştir ki; bir sebeb-i kusur zannedilen tekraratı ve ulûm-u kevniyede icmâli, herbiri birer lem'a-i i'câzın menbaıdır. Hem Kur'anda mu'cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ı Kur'an, Yirminci Söz'ün İkinci Makamında vâzıhan gösterilmiştir. Daha bunlar gibi sâir Sözlerde ve risale-i arabiyemde çok lemaât-ı i'câziye zikredilip onlara iktifaen yalnız şunu deriz ki:
Bir mu'cize-i Kur'aniye daha şudur ki: Nasıl bütün mu'cizât-ı enbiya, Kur'anın bir nakş-ı i'câzını göstermiştir; öyle de Kur'an bütün mu'cizâtıyla bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olur ve bütün mu'cizât-ı Ahmediye (A.S.M.) dahi, Kur'anın bir mu'cizesidir ki, Kur'anın Cenâb-ı Hakk'a karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu'cize olur. Çünki o vakit birtek kelime bir çekirdek gibi bir şecere-i hakaikı mânen tâzammun edebilir. Hem merkez-i kalb gibi hakikat-ı uzmânın bütün âzâsına münasebetdar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye istinad ettiği için, hurufuyla, hey'etiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte şu sırdandır ki; ülemâ-i ilm-i huruf, Kur'anın bir harfinden bir sahife kadar esrar bulduklarını iddia ederler ve dâvalarını o fennin ehline isbat ediyorlar.
Risalenin başından şuraya kadar bütün şû'leleri, şuâları, lem'aları, nurları, ziyaları nazara topla; birden bak. Baştaki dâva, şimdi kat'î netice olarak, yâni قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا i yüksek bir sada ile okuyup ilân ediyorlar.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
sh: » (S: 467)
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ اَفْضَلَ وَ اَجْمَلَ وَ اَنْبَلَ وَ اَظْهَرَ وَ اَطْهَرَ وَ اَحْسَنَ وَاَبَرَّ وَ اَكْرَمَ وَ اَعَزَّ وَ اَعْظَمَ وَ اَشْرَفَ وَ اَعْلَى وَ اَزْكَى وَ اَبْرَكَ وَ اَلْطَفَ صَلَوَاتِكَ وَ اَوْفَى وَ اَكْثَرَ وَ اَزْيَدَ وَ اَوْرَقَى وَ اَرْفَعَ وَ اَدْوَمَ سَلاَمِكَ صَلاَةً وَ سَلاَمًا وَ رَحْمَةً وَ رِضْوَانًا وَ عَفْوًَاوَ غُفْرَانًا تَمْتَدُّ وَ تَزِيدُ بِوَابِلِ سَحَائِبِ مَوَاهِبِ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ تَنْمُو وَ تَزْكُوا بِنَفَائِسِ شَرَائِفِ لَطَائِفِ جُودِكَ وَ مِنَنِكَ اَزَلِيَّةً بِاَزَلِيَّتِكَ لاَ تَزُولُ اَبَدِيَّةً بِاَبَدِيَّتِكَ لاَ تَحُولُ عَلَى عَبْدِكَ وَ حَبِيبِكَ وَ رَسُولِكَ مُحَمَّدٍ خَيْرِ خَلْقِكَ النُّورِ الْبَاحِرِ اللاَّمِعِ وَ الْبُرْهَانِ الظَّاهِرِ الْقَاطِعِ وَ الْبَحْرِ الذَّاآخِرِ وَ النُّورِ الْغَامِرِ وَ الْجَمَالِ الزَّاهِرِ وَ الْجَلاَلِ الْقَاهِرِ وَ الْكَمَالِ الْفَآخِرِ صَلاَتَكَ الَّتِى صَلَّيْتَ بِعَظَمَةِ ذَاتِكَ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ كَذلِكَ صَلاَةً تَغْفِرُ بِهَا ذُنُوبَنَا وَ تَشْرَحُ بِهَا صُدُورَنَا وَ تُطَهِّرُ بِهَا قُلُوبَنَا وَ تُرَوِّحُ بِهَا اَرْوَاحَنَا وَ تُقَدِّسُ بِهَا اَسْرَارَنَا وَ تُنَزِّهُ بِهَا خَوَاطِرَنَا وَ اَفْكَارَنَا وَ تُصَفِّى بِهَا كُدُورَاتِ مَا فِى اَسْرَارِنَا وَ تَشْفِى بِهَا اَمْرَاضَنَا وَ تَفْتَحُ بِهَا اَقْفَالَ قُلُوبِنَا
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُوَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ0 اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ
sh: » (S: 468)
Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı îmân olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: "Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitab bizim hâlıkımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır, diye taharriye başladı.Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel mânevî i'câz-ı Kur'aniyenin em'aları olan Risale-i Nur'a baktı ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esâslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur'aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki; onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur'an semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur'aniyesi olan Yirmibeşinci Söz ile Ondokuzuncu Mektub'un âhiri, Kur'anın kırk vecihle mu'cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüşse değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş. Kur'anın vech-i i'câzını ve hak Kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risale-i Nur'a havale ederek yalnız bir kısa işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.