Şu Âyet-i Kerîme, iktisada kat'î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gâyet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu mes'elede "Yedi Nükte" var.Ondokuzuncu Lem'aİktisad Risalesi(İktisad ve kanaate; israf ve tebzîre dairdir.)بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِكُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا
BİRİNCİ NÜKTE: Hâlik-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nîmetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise; şükre zıttır, nîmete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisad ise, nîmete karşı ticaretli bir ihtiramdır. Evet iktisad hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki Rahmet-i İlâhiyyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medâr-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nîmetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhâlif olduğundan, vahim neticeleri vardır.
İKİNCİ NÜKTE: Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, â'sab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (Kuvve-i zâika ile, merkez-i vücuddaki mîde ile bir medâr-ı muha
sh: » (L:130)
bereleridir) ki: Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mîdeye lüzumu yoksa "Yasaktır!" der, dışarı atar. Bazen da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mîde, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahût o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek. İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mîdeyi karıştırır, iştiha-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zâika kapıcıdır dedik. Evet ehl-i gaflet ve rûhen terakki etmiyen ve şükür mesleğinde ileri gitmiyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfâta ve bir dereceden on derece fiata çıkmamak gerektir. Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası -Altıncı Söz'deki muvâzenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası- Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mîzancıklarla nimet-i İlâhiyyenin envaını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mîdeye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle mîdenin fevkınde hükmü var, makamı var.
sh: » (L:131)
İsraf etmemek şartiyle ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşrû olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartiyle, lezzetini tâkip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikata işaret eden bir hâdise ve bir keramet-i Gavsiye:
Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyâre, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş... Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!" Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum Biiznillah!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemed ve mevsûk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerâmeti olarak mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin." İşte Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı mîdesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir...
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: "İktisad eden, maîşetçe aile belâsını çekmez" meâlinde لاَيَعُولُمَنِاقْتَصَدَ Hadîs-i Şerîfi sırriyle: İktisad eden, maîşetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez. Evet iktisad, kat'î bir sebeb-i bereket ve medâr-ı hüsn-ü maîşet olduğuna o kadar kat'î deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle: Ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki: İktisad vasıtasiyle bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hatta dokuz sene -şimdi otuz sene- evvel benimle beraber Burdur'a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeğe çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: "Gerçi param pek azdır; fakat iktisadım var; kanaata alışmışım. Ben sizden daha zenginim." Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Cây-ı dikkattir ki: İki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı iktisadsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd onlardan yedi sene sonra, o az para iktisad bereketiyle bana kâfi geldi; benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan "nâsdan istiğna" mesleğimi bozmadı.
sh: » (L:132)
Evet iktisad etmiyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir. Bu zamanda isrâfâta medâr olacak para, çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, nâmus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı dîniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek mânevî yüz lira zarar ile, maddî yüz paralık bir mal alınır. Eğer iktisad edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse