-
O’na (c.c) gitmek gerek.
Gönlü perişan Behlûl, Bağdat’ta çocukların elinden bunalmıştı. Sürekli ona taş atıyorlar, her yandan üstüne saldırıyorlardı. Derken yerden küçük bir taş alıp onlara verdi ve dedi ki:
“Böyle küçük taşlar atın bari! Büyük taşlarla beni topal etmeyin. Attığınız taşlardan ayağım yaralanırsa oturarak namaz kılmak zo...runda kalırım.”
Nihayet bir taş, onu adamakıllı yaraladı. Canı yandı, gönlü alt üst oldu. O taşlar yüzünden daralan gönlünden öyle kanlar aktı ki, taşın gönlü bile onun derdinden kan kesildi. Behlûl çocuklardan kurtulmak için perişan bir halde topallayarak Basra’ya gitti. Geceleyin Basra’ya ulaştı. Uyumak için bir yere gitti. Fakat orada biri öldürülmüş, kanlara, topraklara bulanmış, yatıyordu. Bunu farketmedi, adamın yanına yattı, uyudu. Uykuda bütün elbisesi kanlara battı.
Ertesi gün insanlar gelip, ölü adamla elbisesi kanlara bulanmış Behlûl’ü görünce bu işi Behlûl’ün yaptığına hükmettiler.
Ona,
“A köpek! Nerelisin sen, nereden geldin? Seni tanımıyoruz” dedi.
Behlûl,
“Bağdatlıyım. Oradan kalkıp buraya geldim. Bu adamın yanında yattım, dinlendim. Fakat onun öldürülmüş olduğunu ancak tan yeri atıp âlem ışıyınca farkettim” dedi.
Behlûl’e,
“Bağdat’tan kalktın, kan dökmek için ta Basra’ya geldin ha!” dediler.
Ve ellerini kuvvetlice bağlayıp onu merhametsiz zindancıya teslim ettiler. Behlûl içinden,
“Ey gönül! Haydi bakalım, şimdi ne yapacaksın? Çocukların taşlarından kaçtın, ama burada kendi kanına girdin. Bağdat’ta o taşlara razı olsaydın Basra’da can korkusuna düşmezdin” diyordu.
Nihayet durumu padişaha haber verdiler ve Behlûl’ün öldürülmesi emredildi. Onu tutup darağacına götürdüler. Zalim cellât, merdiveni dayadı, Behlûl’ü çıkardı. Boynuna ipi geçirmek üzereydi ki Behlûl, başını göğe kaldırıp, dudaklarını oynatmaya, gizlice bir şeyler söylemeye başladı. Tam bu sırada bir yandan dürüst bir adam fırladı.
“Durun! O suçsuzdur, adamı ben öldürdüm. Benim öldürülmem gerek. Bu kadar ağır bir yükü taşıyamayacağım. Bir boyuna, iki kan fazla!” diye bağırdı.
Her ikisini de padişahın huzuruna götürdüler. Padişahın veziri de oradaydı. İşin tuhaf tarafı Basra padişahı, uzun zamandan beri Behlûl’ü görmek istiyordu. Fakat onu hiç görmemişti.
Vezir, Behlûl’ü görünce tanıdı. Çünkü onu önceden görmüş, konuşmuştu. Padişaha dedi ki:
“Padişahım! Gözünüz aydın! Behlûl’ü arıyordunuz ya, işte size Behlûl.”
Padişah neşesinden yerinden sıçradı. Başını, yüzünü öptü. Yüzlerce ikramlarda bulunarak yanına oturttu. Huzurdaki hizmetçiler padişaha, katille maktulün durumunu, sonra da Behlûl’ün hikâyesini anlattılar.
Padişah,
“Derhal o adamın kanını dökün!” dedi.
Behlûl padişaha,
“Ey padişah! Gönlümün yanışına hürmetin varsa sakın onun kanını dökme! Onun kanını dökersen hiçbir fayda elde edemezsin. Zira o, doğrulukla kalkıp, benim için kendisini feda etti. Benim için canıyla oynadı. Nasıl olur da o adamın kanını dökersin?” dedi.
Bunun üzerine padişah, öldürülen adamın yakınlarını çağırdı ve onlara,
“Diyet istemeniz gerek! Dilerseniz onu öldürebilirsiniz, ama bu iyi olmaz. Farzedin ki bu işi o yapmadı, ben yaptım. Doğrusu o âsidir, ama siz muti olarak telakki edin! Zira ona Behlûl şefaat ediyor” dedi.
Nihayet onları altınla razı ediverdiler. Bütün düşmanlarını hoşnut eylediler. Padişah, o adama,
“Nasıl oldu da insanların arasından çıkıp, canından geçtin ve korkmadan suçunu söyleyiverdin?” diye sordu.
Adam dedi ki:
“Benzerini daha önce hiçbir yerde görmediğim bir ejderha gördüm. Ağzını açmış, ateş püskürtmekteydi. Mermer bile onun korkusundan yarı canlı bir hale gelmişti. Bana, ‘Kalk, doğruyu söyle! Yoksa işin bitiktir. Şimdi kanını emer, içine girer, yerleşirim. Ebedî bir azap içinde kalırsın. Bu âlemde hiç kimse feryadına yetişemez’ dedi. Onun korkusundan yerimden fırlayıp suçumu söyleyip, kurtuldum.”
Bunun üzenine padişah, Behlûl’e,
“Peki ya sen? Darağacına çekileceğin vakit ne söylüyordun?” dedi.
Behlûl dedi ki:
“Helâk olmak üzere bulunduğumu anladım, candan elimi yudum. Başımı kaldırıp, ‘Yâ rabbi!’ dedim. ‘Bu zavallıdan ne istersin?... Bunları başıma üşüştüren sensin. Beni şu anda ağlatıp sızlatarak öldürürlerse kan diyetimi onlardan değil, senden isterim. O bir avuç pejmürde kişiden ne alabilirim ki? Ben ancak seni tanırım, senden başka kimsem yok. İşim gücüm seninle. İçine düştüğüm haller, senin hükmünle olmakta.’ Ben bunları gizlice söylerken bu adam kalktı, bağırdı. Ve, beni darağacından indirdiler. Perde ardından böylesi bir iş zuhur etti işte. Uğradığım mihnet, beni önce perişan bir hale soktu, kanlı katil yaptı, ama sonunda bana yüzlerce can vererek lutuflarda bulundu.”
Ey oğul! Önünde muradına erişememek, mahrumiyete uğramak bile olsa bu yolda yüzlerce can vererek O’na gitmek gerek.
Fakat sen ağyarı gördükçe bütün hayrın ve şerrin O’ndan geldiğini sanmaktasın...
SEMERKAND / İLÂHİNAME